5 Eylül 2018 Çarşamba

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 5

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 5



   Bu Sayıştay öyle ilginç bir kurumdur ki hep inceleyemediklerini anlatır, inceleyebildiklerinden bugüne kadar çıkarttığı bir tek yolsuzluk dosyasını ben 
hatırlayamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz? Sayıştay'ın ortaya koyduğu bir tek yolsuzluk dosyası var mıdır Allah aşkına? Bütün bütçe denetimini de onlar yaparlar. 

Var mı böyle bir şey? Tuz kokmuş. Tuz kokunca tuzu temizlemenin yolu hukuka gitmektir. Bugün Mecliste Adalet Bakanlığının bütçesi görüşülüyor. %7.7 
oranında para veriyorsunuz. Ondan sonra cezaevi istiyorsunuz, ondan sonra savcının parası diyorsunuz, ondan sonra hakimin parası diyorsunuz. %7 özür 
dilerim. %7 çok büyük rakam tabi. 
Şimdi eğer bu parayı oraya vermezseniz yani hukukunuzdan çalarsanız ondan sonra gelirler bu akbabalar diyor Sadettin Tantan, Akbaba deyin, karga deyin ne derseniz deyin. Gelirler ciğerinizi sökerler. Hukuksuzluk her şeyin başıdır. 
Hukuku olmayan bir toplumda ne yaparsanız yapın isterseniz yasayla ahlak kurumu koyun, isterseniz bekaret kemeri takılacak diye yasa çıkartın. Bakın bakalım sonuçları ne oluyor. Hiç bir şey elde edemezsiniz. Hukukunu yitiren toplumların ayakta kalması mümkün değildir. Sosyal yapınız da, ahlaki yapınız da, ekonomik yapınız da hukukunuzun üstünde durur. Hukukunuzu yitirdikten sonra geriye ne kalacak. Yarın Nuh Mete Yüksel ile ilgili iki tane daha soruşturma dosyası açarlar. Nuh Mete Yüksel'i alıverirler oradan. Ne olur, ne yaşanır, ne yaparsınız? Yürüyüş yapar mısınız? Yapmayız. 

Sinan Aygün'ün şahsi şeyleri var. Bakın hamaset hukuksuzluk olursa tersi olur zaten. Hukuka uyulacak. Çok net bir şey söylemek istiyorum. Sayın Elkatmış ile 
biz hemen hemen çok uzun süredir birlikte bu işlerde kavrulup duruyoruz. Ülkenin birinci tehdidi irtica mı, yolsuzluk mu? Elma ile armudu birbirine toplamaya benzer. Bunu birbirine karıştırmamak lazım. O zaman Hizbullah bir realitedir. Tehdit değilse Hizbullah'ı birisi bana açıklasın. Nedir Hizbullah? Tortop edilmiş, gömülmüş cesetlerden ne anlamamız gerekiyor? Topyekün olaylara baktığımız zaman tabloyu net göreceğiz. Gördüğümüz tablodan siyasi görüşlerimize, bizim çıkarımıza göre hisseler çıkartmayacağız. Mecliste bankalarla ilgili şeyler görüşülmüyor. Neden görüşülmüyor? Mesut Yılmaz'ın yarası var. 

Bülent Beyin yarası var. O yüzden görüşül¬müyor. Yoksa dururlar mı? Bakın bakalım kimin döneminde en çok banka açılmış, kimin döneminde en çok banka 
kapatılmış, batmış. Bakın göreceksiniz. Niye bu işler Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci varken olmadı da şimdi oluyor? Bunun bir anlamı yok mu? Türkiye'de 
gücün nerede olduğunu, nereden yönlendirildiğini görmeyecek miyiz? Onun üstüne gitmeyecek miyiz? Oraya parmak basmayacak mıyız? Susurluk Komisyonu Başkanıydı Sayın Elkatmış. Sayın Erbakan "fasa fiso" diyordu. Fasa fiso işte bunların hepsi fasa fiso. Yedi yılda batan bankaların zaman aşımına uğrayan dosyalan var. Nuh Mete Yüksel bir ayda Türkiye'yi kasıp kavuracak operasyonlara imza atıyor. Adam yedi yılda batmış bankalarla ilgili olarak karar veremiyor. 
O da yargıç değil mi? Oradaki savcı, savcı değil mi? Onların hesabını kim soracak? Nuriş diye bir adam cezaevini satın almış. Hangi parayla satın almış? 
Alaaddin Çakıcı diye bir adam, Kürşat Yılmaz diye bir adam. Bunlar adam, yollu adamlar. Yollu adamlar devletin kurumlarını satın almışlar. Ne ile satın 
almışlar? Parayla. Parayı nereden bulmuşlar? Kürşat Yılmaz'ın ne işi varmış Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde lojmanlarda? Yeşil denen 
adam nerede? Hangi parayla kimleri dolandırmış? Kimleri öldürmüş? Bu sadece ekonomik hırsızlık değil. Ali Balkaner'in korumalığını kim yapmış? 

Murat Demirel'in korumalığını kim yapmış? Silah olmadan, külah olmadan bu işler oluyor mu? O zaman hepimiz çıkalım, gidelim kamu bankalarına, 
tanıdıklarımız var, Şükrü hoca burada işte. Sayın Kılıçdaroğlu da burada. Onların daha çok tanıdığı var bürokraside. Onlar mülkiyelidir hem de herhalde. 
Sayın Kılıçdaroğlu öyle de siz değil misiniz? İkinizde değil misiniz? O zaman çok kötü. Mülkiyeci değilseniz bankacılık sektörüne yanaşmayın. Şimdi 
gideceksiniz bankaya tanıdığınıza diyeceksiniz ki, bana kredi verin. Kolay. Üstelik sizi çok seviyorsa tanıdığınız, size mesela, Ziraat Bankasının yurtiçi 
şubesinden krediyi vermez. Buradan verirse faiz oranlan yüksek çıkar efendim. Nereye? Washington'a, orada şubesi var. Orada verir krediyi. Orada %1 ile verir. 
Sonra gelirsiniz buraya, yatırırsınız bankaya, %15 alırsınız, sorun kendiliğinden çözülür. Bunun adı hırsızlık mı? kredi kullandık ya. Kredi kullanmakta mı suç yani. Demek ki yollu olmakla yolsuz olmak arasındaki ayrımı iyi belirlemek gerekiyor. İyi ile kötü arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koymazsak sorunu görmekte zorlanırız. Yarın serveti milyar doları aşanlar ahlaken en güçlü adamları olarak çıkarlar karşımıza. O zaman bizi yasalar filan koruyamaz. Eğer Yahya Demirel cezalandırılabilseydi, Murat Demirel bu naneleri yiyebilir miydi? Nerede devlet? Hani devletin gücü? 

Şimdi bu yapılanlardan umutlar almak lazım. Bu yapılanlardan Türkiye'nin geleceğine dair bir ışık çıkartmak lazım. Saadettin Tantan ve ekibinin polisiye 
operasyonları elbette ki iyidir. Ama bana sorarsanız fazlaca abartılmıştır. Ön tarafa savcılarla maliyecilerin çık¬ması gerekiyor. Temizlik harekatını onların 
iyice bir yoğurması gerekiyor. Ondan sonra parlamentonun devreye girmesi gerekiyor. Bir toplum temizleniyor parlamento dışında... Böyle şey olur mu? 
Halkın katılmadığı yerde temizlik operasyonu olur mu? Halk nerede? Sivil toplum örgütü yok, işçi, memur sokakta ne diye bağırıyor? İşte sendika başkanı 
burada. "Açım, para istiyorum" diye bağırıyor. Yolsuzluğa karşı bir şey yapılabiliyor mu? Çünkü insanların başka kaygıları var. İnsanlar eve ekmek götürmek derdinde. Yüz altmış milyon lira ile geçinen gardiyana Alaattin Çakıcı her sabah yemek tepsisini getirdiğinde yetmiş dolar bahşiş atıyorsa o ülkede adalet olmaz. O ülkede cezaevleri denetimini kamusal güç sağlayamaz. Bu gerçeklerden kopacaksınız, astım, kestim, yaktım, yıktım. Olmaz, yapamazsınız. 
Yapılması gereken şey şudur; polisimiz elbette ki savcının denetiminde olmalıdır. Ama ön tarafa maliyeci ve savcı çıkmalıdır. Türkiye'de parlamento 
temiz¬lik harekatına katılmalıdır ki bir yere ulaşılabilsin. Yoksa bir yere ulaşmak mümkün değildir. Bir yere ulaşmak isterken gideceğimiz yer ne yazık ki 
sonuçsuzluk olarak kalır. Bugün polisin yaptığı operasyonlar delil yetersizliğinden yargıdan geri dönerse asıl yıkıntı o zaman başlar. Bir binayı sallarken 
nereye düşeceğini iyi hesaplamak gerekir. Hesaplamadan yapmamak lazım bazı şeyleri. 

Şimdi denetim organlarından bahsedildi. Efendim, adam Gümrük Müsteşarlığında yolsuzlukla suçlanmış atandığı yer Başbakanlık Devlet Denetleme Kuruluşu ya da Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kuruluşu. Bu nasıl iş? Adamı yolsuzlukla suçluyorsunuz, denetleme kuruluna üye diye atıyorsunuz. Merkez Valisini görevden alıyorsunuz, Danıştay'a üye diye gönderiyorsunuz, Allah Allah... Polis müdürlükten alınıyor Müfettiş yapılıyor. 

Alıyorsan niye müfettiş yapıyorsun? 

Böyle bir temizlik mekanizması olabilir mi? Böyle bir mekanizma Türkiye'de temizliği getirebilir mi? Parlamento her şeyin dışında... 

Mesut Yılmaz hakkında önerge veriliyor. Haklı tamam ama Mesut Yılmaz hırsızlık yaptıysa tek başına mı yaptı? Yanında hiç mi bürokrat yok, hiç mi siyasi kimse yok? İntikam önergeleri derken işi sulandırdık. Hangi noktaya kadar getirdik. Bugün artık elimizde bir şey kalmadı, tutamıyoruz. 
Tutamadığımız şeylerin ağırlığını ölçmeye kalkıyoruz. Ölçemezsiniz çünkü; parmaklarınızın arasından aktı gitti her şey. Boş yere kavga etmemek lazım. 
Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değecek. Onun için Türkiye'de yoksullukla mücadele, yolsuzlukla mücadelenin başlangıcıdır. Yoksullukla mücadele 
etmeden yolsuzluğun yenemezsiniz. Benim memurum işini bilir anlayışı, "anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz" anlayışı hukuksuzluğun başlangıç 
noktası da orasıdır. Bunları yenmeden bizim bir yere gitmemiz mümkün değildir.

   Şevket Bülent Yahnici konuşmasını yaptıktan sonra sohbet ederken ilginç bir şey söyledi, Emlak Bankasını Devraldıklarında teminat riski üç yüz 
trilyon liradan fazla. Sekiz diyor bakın Sayın Cemil Çiçek. Sekiz trilyon lira. Buradan kamu yönetimine seslenmek istiyorum. Özel bankaların içini 
boşaltırken çete kuruyorlar da kamu bankalarım boşaltırken çete kurmuyorlar mı? Onu ne yapacaksınız? Niye Ziraat Bankasının yurt dışında şubesi var? 
Niye Vakıflar Bankasının Off shore'ları var? Niye ada Şirketlerinde gidip bun¬ları açıyorlar, yapıyorlar, kimlere kredi vermişler? Şimdi çok net bir tablo ile 
karşı karşıyayız. Siyaset ayağı olmadan, bürokrasi ayağı olmadan ve parlamento istemeden, katılmadan temiz toplum mücadelesi olmaz. O zaman ne 
yapmış oluruz, içimizdeki bir kaç tane yürekli insanı, Nuh Mete Yüksel gibi, ön tarafa sürmüş oluruz, yarın da onlar iki denetimle giderler merak etmeyin. 
O adamı niye öyle aldın da böyle almadın diye söylerler, görevden alıverirler. Bizde arkasında duramayız. Çünkü biz örgütlü bir toplum değiliz. Çünkü biz 
örgütlenmekten yoksun bırakılan bir toplumuz. Örgütlü toplum olmadan bu işlerin mücadelesi olmaz. Sendikanız olacak, sandığınız olacak, odanız olacak. 
Bizde sandığı niye kuruyorlar biliyor musunuz? Türk Ticaret Bankasında yaptıkları gibi, önce şirketin çoğunluk hissesini sandığa devrediyorlar, sonra 
mafya geliyor sandığı ele geçiriyor, sonra bankayı almaya çalışıyor. Yarın İş Bankasının başına neler gelecek, hep beraber görürüz. Bugünden bakıp 
görmek lazım. Bütün konuşmacılar aynı şeyi söylüyor. Ahlak kurumu kuralım, sosyal bilmem ne kurumu kuralım. Aman Allahım! Şimdi düşünebiliyor 
musunuz bir ülkede yolsuzlukla mücadele bakanlığı kurmak ne demek? Hukuk varken böyle bir bakanlık kurulur mu? Kurmadılar mı? 
Orhan Kilercioğlu ne yaptı? 

Yüz tane dosya çıkarttı. Ne oldu KÖŞK A taslağı, nerede KÖŞK A taslağı? Her on yılda bir kuralım. Her on yılda bir onuncu yıl marşını söyleyerek yeni 
bakanlıklar kuralım, yeni kurumlar ihdas edelim, yeni ahlaklar. Bununla bir yere gitmemiz mümkün değil. Ben öyle düşünüyorum. Global dünyada ekonomi 
yeniden tarif edilirken, global dünyada her şeyin tarifi yeniden yapılırken bizim yapmamız gereken şey oturup yeni baştan sömürüye karşı, ahlaksızlığa 
karşı, hırsızlığa karşı, vurguna karşı, kamunun talanına karşı yeni anlayışları üretmemizdir. Bunu yapacak olanlar parlamenterlerdir, bunu yapacak olanlar 
sendikacılardır, bunu yapacak olanlar sivil güçlerdir. Kamu otoritesinden bunu beklemeyin, kamu otoritesi tepkisel davranır. Ne olur, yolsuzluk bu noktaya 
çıktıysa, "yolsuzluğun sebebi özel sektör" der, özel sektörü baltalar. Onun için hep beraber oturulup, ülkenin gerçeklerini iyi tahlil ederek yeni bir tanımlar 
silsilesi önümüze koymalıyız. Bunları yaşama geçirmeliyiz. Başbakanlık Teftiş Kurulu rapor hazırlıyor, üstüne gizli damgası basıyor, sonra rafa kaldırıyor. 
Adliyeden dosyayı alsanız ne olacak, okuyabiliyor musunuz, ilaç pros-pektüsü gibi. Hangi vatandaş okudu kanun metnini siz... 

Allah aşkına her kanun metnini anlayabiliyor musunuz? O yüzden gerekçelerini yazıyorlar, gerekçelerin gerekçelerini yazıyorlar, dibacelerini koyuyarlar 
ki anlaşılır olsun diye. Sonra hapı yuttunuz mu? Yutmuş oluyorsunuz zaten, öbür tarafta başınıza ne gelirse. Saygılar sunuyorum efendim.

- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim Sayın ÖZKAN. İki gazeteci üst üste olmasın. Sayın Fikri SAĞLAR'a söz verelim. Sonra da Sayın Yalçın BAYER'e.


- FİKRİ SAĞLAR (Kültür Eski Bakanı)

Sizlere ve bizi buraya toplayan çok değerli Ankara Ticaret Odası Başkanına ve yöneticilerine teşekkür ediyorum. 
Çünkü ülkemizin en önemli sorununu sizin gibi çok değerli insanlarla, aydınlarla birlikte görüşlerimiz düşüncelerimiz doğrultusunda tartışıyoruz, tartışacağız. 
Gerçekten bu masanın yanında beraber olduğumuz arkadaşlarımız da bu konuda Türkiye'de büyük üretimler yapmış olan insanlar. Çok değerli konuşmalar 
dinledim. Verilen bütün örnekler, yaşadığımız bütün olaylar, sonuçlar, banka operasyonlarının sonrasındaki banka boşaltılmalar, Sayın Aygün'ün söylediği 
gibi rakamı da çok fazla bilmiyoruz. Çünkü biz kendi ülkemizin yurttaşının sayısını da bilmiyoruz. Aslında şimdi sorsam karşımda maliyeciler denetleme 
kurulunda çok önemli bürokratlar, siyasiler var. "Bizim iç ve dış borç toplamımız kaç" desem çok değişik rakamlar söyleyecektir herkes de. Onu da bilmiyoruz. 

Birçok şeyi bilmiyoruz. Ama bilmeden konuşuyoruz. Konuşmamızın nedeni de, var olan sıkıntıların bir sistemden kaynaklandığını çok fazla anlamak istemiyoruz, ya da bize anlatılmıyor. Bu bir sistem meselesi. Bir düzen meselesi, daha doğrusu. Bu düzenin sonuçlarıyla şimdi karşı karşıyayız. Ama bu hale ne şekilde gelindi, nasıl bu kadar çabuk farkında olmadan bu noktalara kadar geldik bunları hep birlikte tartışıyoruz, düşünüyoruz. Teşhisi doğru koyunca da sonuçlarını ve çözümlerini de aynı şekilde doğru koyacağız. Bu günlere gelmemizin, bugün burada da bu tartışmaları yapmamızın nedeni 03.11.1996'da bir trafik kazasıdır. Aslında Meclis Trafik Komisyonunun açıkladığı¬na göre yılda on bin kişi trafik kazasından ölüyor. Bu, yurttaşlarımızın ve milli servetimizin nasıl yok edildiğinin bir göstergesi, son derece önemli bir olay. Buna çok fazla bakmıyoruz. Hepimiz arabamıza bindiğimiz zaman, gaza bastığımızda o motorun gücünü kendi gücümüz olarak hissediyoruz, soldan gitmeye çalışıyoruz, sola oy vermiyoruz ama hep soldan gitmeye çalışıyoruz yol bizim olsun diye, sağı da açık bırakıyoruz oradan da hiç kimse geçmiyor. Solda herkes tıkanıyor. Bir trafik kazasında Mehmet Özbay isimli bir işadamının öldüğü ama daha sonra 
Sayın Tuncay Özkan ve çok değerli Yalçın Bayer'in de birlikte hemen ortaya koydukları gibi bunun bir iş adamı değil, bir katliam sanığı, bir mafya lideri kişi 
olduğunun açıklanması ile birlikte, Türkiye'de bir çok şey değişti. Bu trafik kazası sonrasında hiç bir trafik kazası bugüne kadar on binlerce yurttaşımızın 
ölmesine rağmen İçişleri Bakanını istifa ettirmemiştir, bir trafik kazası İçişleri Bakanını istifa ettirdi. Mehmet Ağar'ı istifa ettirdi. Çünkü hakkında bir 
gensoru verildi. Ondan itibaren bu trafik kazasının öyle basit bir trafik kazası olmadığını gördük. Çünkü arabanın içerisinden asfalta yayılan belgelere, 
bilgilere baktığımızda o belgeler ve bilgiler Türkiye'nin hangi noktaya geldiğini gösterdi. Şimdi bazı şeyleri yineliyoruz ve çoğumuzda diyoruz ki; "biz bunları 
biliyoruz". Ama bundan dört yıl önce bunları bilmiyorduk. Münferit bazı olayları biliyorduk. Çok değerli araştırmacı yazarlar, bürokratlar münferit olarak 
gördükleri olayları aktarıyorlardı ama orayla sınırlı kalıyordu. Fakat bunun bir sistem olduğunu ancak o trafik kazasından sonra gördük. Trafik kazasını yapan 
Mercedes arabaya şöyle bir bakalım. Aslında ben bu konuşmalarımın sonrasında; o Mercedes arabanın iç oturuşu Türkiye'de hangi düzenin resmi olduğunu 
görebilmemize imkan veriyor. Tesadüf mü? Biraz önce tesadüfler dendi ama tesadüf mü yoksa işin gerçeği mi? dikkat edin. Mercedes araba ülkemizde 
özellikle kamuda, erki ele geçiren siyasetçiler ve şimdi yeni işadamları da, devleti soyarak ya da uyuşturucu kaçırarak hepimizin alın teriyle çok dürüst 
bir şekilde kazanan esnafın, tüccarın işadamının yanında ancak devleti soyarak veya uyuşturucu kaçırarak birden zengin olan önemli işadamlarımızda 
aynı yolu deniyorlar. Yani makam arabası olarak Mercedes'i kullanıyorlar. 

Makam arabasının makam koltuğu arka sağ koltuktur. Makam arabasını sevk eden şoför ön solda bildiğiniz gibi. Ama makamı koruyan poliste ön sağda ya da 
koruma görevlisi de ön sağ koltukta oturur. Genellikle arka sol koltukta da makamla ilişkisi bulunan insanlar olurlar. Bunlar dış dünyayla ya da dostluk 
derecesine göre oraya oturma hakkını elde ederler. Şimdi bakın Mercedes'in trafik kazasındaki bu tabloya. Makam koltuğunda Abdullah Çatlı oturuyor, 
katliam sanığı. Üzerinde devletin ona vermiş olduğu sahte kimlik, emniyet görevlisi kimliği. Makamı koruyan koltukta bir siyasetçi oturuyor. Sedat Bucak, 
ön sağ koltukta. Makam aracını sevk idare eden bir bürokrat, bir güvenlik görevlisi. Oda sol koltukta oturuyor. Dış dünyayla, iş ale¬miyle veya dünyevi 
alemle ilişkisini sağlayan arka sol koltukta da bir bayan oturuyor, Gonca Us ismi. Şimdi baktığımız zaman bu tablo, bu fotoğraf aslında Türkiye'nin kimler 
tarafından ne şekilde yönlendirildiğini, yönetildiğini, hangi oluşumla Türkiye'deki düzenin idare edildiğini, gösteriyor. Ayrıca bu aracın içerisinde devletin 
kayıp silahı var, susturucuyla birlikte. Devletin yine kayıtlara geçmeyen mermileri var. Katliam sanığının uyuşturucusu var. Siyasetçinin de paraları var ve arabayı kullanan emniyet müdürünün belindeki silah da. Zaire istihbarat örgütüne satılmış olan bir silah... Yani, Türk emniyet güçlerinde de kaydı olmayan bir silah. Bu silah nasıl oraya gelmiş o da bir başka mesele. Şimdi böyle baktığımız zaman biz ne olduğumuzu görebiliyoruz. Bugünkü düzen, bu yolsuzlukları ortaya koyan düzen, şöyle gerilere giderek açıklanması gereken bir düzen. Bizim kendimizden kaynaklanan ama bizim dışımızdan da oluşan bir düzen. 

Çok doğru; eğer yolsuzluğu yani hırsızlığı kayırmayı, namussuzluğu Türkiye'deki hukuksuzluğu yok etmek istiyorsak yoksulluğu yok etmeliyiz. Yoksulluğu yok edebilmek için devletin düzeninin, rejimimizin, uygulanan yaşadığımız düzenin değişmesi gerekiyor. Mesele bu düzenden kaynaklanıyor. 
Buna önlemler kanunlarla olmuyor. Çok ciddi bir şekilde radikal, yapısal değişiklikler getirmemiz gerekiyor. Bizden kaynaklanan bölümü, 1950'lere kadar 
alalım. Sizin atalarınız, bizim atalarımız, babalarımız Türkiye Cumhuriyetini, Kurtuluş Savaşı sonrasında kurdular. Emperyalizme karşı kan dökerek kurdular. 
Kuva-i Milliye heyecanıyla ve ondan sonra Cumhuriyetin temel ilkelerini çağdaşlaştırma doğrultusunda, devrimci bir güçle 1950'lere kadar getirdiler. 
Emperyalizme karşı mücadele verdiler. Bu mücadelede başarılı oldular ve aynı zamanda o günkü koşullar içerisinde savaş sonrası yıkılmış, talan edilmiş 
yeni kurulan bir ülkenin varlığını yükseltmeye çalıştılar. Osmanlıdan kalma borçları altın olarak ödediler tek kuruşuna kadar ve 1950'lere kadar gelindiğinde, Türkiye'nin yıllık kalkınma hızı %114'e ulaşmıştı ve bir dolarda 90 kuruşa gelmişti. 1950'den İkinci Dünya Savaşı geçirildikten sonra, Türkiye dünyadaki bloklar arasında bir tercih yaptı. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkesi, Cumhuriyeti kuranların oluşturduğu temel ilke; anti-emperyalist, anti-kapitalist ve tam bağımsızlık üzerine dayanmaktaydı. Demokratik açılımları ve insanca yaşam koşullarını bu anlaşıyla sürdürmekteydiler. Kuva-i Milliye'ciler kan 
dökerek Cumhuriyeti kurmuş olmalarına rağmen yurtta ve cihanda, barıştan yana olduklarını da açıkça koymaktaydılar ve yapısal düzenlemeyi halkçılığa 
dayanan, devletçilik yanı olan yani, o günkü koşullarda özel girişimci olmadığı için sadece KOÇ ve benzeri bir kaç kişinin olmasından kaynaklanarak, 
devlet eliyle ekonominin büyümesini sağlamaya çalışmışlardır. Bunun için devletçilik ön plana çıkarılmıştı ve yapılan bütün yapısal değişikliklerin 
aşamalı olarak gelişebilmesi adına da devrimcilik ilkesi, her an yenilenmesi hedef gösterilen çağın üzerine çıkabilme, çağdaş uygarlıkların üzerine çıkabilmek içinde durmadan, gerilemeden ileriye doğru bakma adına oluşturulmuş bir devletçilik, devrimcilik kavramı da yerleştirilmişti ve bildiğiniz gibi iki cephede verilen mücadelenin bir cephesinde zafere ulaşılmıştı. Emperyalizme ama ikinci cephe olan irticaya, hilafete karşı olan cephede hâlâ açıklıklar vardı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde de ve ondan sonraki dönemlerde de gördüğümüz gibi irtica yanlıları, Cumhuriyetin temel ilkelerine, inanca, ibadet özgürlüğüne baskı kuracak, devletin yönetimini dini esaslara göre dayandıracak o irtica ve çağın dışına taşıma anlayışını da oluşturulan o cephede başarı daha henüz kazanılmamıştı. Hâlâ da savaş sürmektedir. Ama onun üzerinde anayasal anlamda da laiklik ilkesi getirilerek de çağdaş İslam ülkeleri içerisinde en çağdaş olan bir noktaya gitme doğrultusunda bir açılımda yapılmıştı. Milliyetçiliği, bir kan ve kafatası milliyetçiliği olarak görmemişlerdir. 

Anayasal yurttaşlık esasına dayalı bir milliyetçilik olarak kabul etmişler ve bu ülkede yaşayan 27 etnik gruptan olan insanlarımızın Kürt, Türk, Alevi, Laz, 
Çerkez, Arap ayırt etmeden değişik dinden, dilden, mezhepten, renkten, ırktan olan insanların, anayasal yurttaş olarak, yasalar önünde eşit olduklarını 
söylemişlerdi. Onun içinde hukuk devleti demişlerdi. Demokratik hukuk sosyal hukuk devletini kurma esasını getirmişlerdi. Şimdi bu yapı 1950'den sonra 
bizim seçtiğimiz blokta kapitalist blokta değiştirildi. NATO ile birlikte Türkiye her şeyden önce anti-emperyalist, antikapitalist, tam bağımsızlık anlayışından uzaklaştırıldı, emperyalizmin güler yüzlerine, kapitalizmin tam içine sokulmaya çalışıldı. Sanayileşme uzaklaştırıldı, montaj sanayi Marshall yardımlarıyla birlikte ulusal sermayenin gelişmesi yerine dışarıdan dış kaynaklı bir oluşumun yapısal anlamda sanayi sektöründe ve diğer sektörlerinde yer alması istendi. Daha sonra temel nitelikleri olan halkçılık, devletçilik, devrimcilik ilkeleri de böylelikle askıya alınmaya çalışıldı. Devrimcilik ilkesi zaten bırakıldı ve hedef komünizmdir, karşı bloktur. Öyleyse komünistlere karşı savunma konsepti olan NATO ile birlikte, yapısal değişikliklerle birlikte, durmalıyız ama sadece Bolşevik'lere değil, onların yerli işbirlikçilerine de karşı olmalıyız. Onları yakalamalıyız. "En büyük tehlikede odur" denilmekteydi. 
Bunun içinde devletin içerisinde yeni organlar oluşturuldu. Bu organlar res¬mi ama yasa dışı organlar haline geldi daha sonra. Şimdi arkadaşlar, 
bu Ergenekon adı altında İtalya'da "Gladio", İspanya'da "Gal" diye adlandırılan bir oluşum, konjöktüre göre siyasal korumalarıyla birlikte bir siyasi partinin 
içerisinde de yer alarak bugünlere kadar geldi. 1980'e kadar 'Türkiye'nin milli menfaatleri adına' diye görev yaptı ama bu sırada Türkiye'nin gelişmesi, 
çağdaşlaşması doğrultusunda yapılan bütün hareketlerin önünde engel olmaya çalıştı. 12 Eylül darbesine zemin hazırladı. Günde yirmi kişinin öldüğü 
darbenin içerisinde yer aldı. Bu insanlar 12 Eylülden sonra da kullanılmaya başladılar. 12 Eylülden önce masum öğrenci olaylarını ve benzeri birçok 
hak arayışlarını, toplumda infial uyandıracak noktaya getirdiler. 1980'den sonra Türkiye yeni dünya düzeni diye karşımıza çıkan küreselleşmenin 
etkisine bırakıldı ve bununla birlikte yapı tamamen değiştirildi. 
Bugün ulus-devletin yok edilmeye çalışıldığı, sınırların kaldırıldığı bir düzen getirildi. "Uluslararası sermaye Türkiye'ye gelmelidir" dendi ve uluslararası sermayenin gelmesi için anayasal değişiklikler yapıldı. Bakın bu son hükümet bu güne kadar toplumda işçilerin, memurların, çiftçilerin, esnafın, emeklilerin, dulun, yetimin talepleri doğrultusunda haklarını iyileştirme ile ilgili yasal düzenlemeleri yapmadı. Öncelikle ilk geldiği andan itibaren tahkim yasası, imtiyaz sözleşmelerini denetleyecek olan yani hukukun sermayeyi denetleyebilecek haklarını elinden aldı. Çalışma ile ilgili yasaları çıkardı. Bütün çalışanlar buna karşı durdukları zaman, Şemsi Denizer bir basit olayla öldürülmüş gibi gösterildi. İşçilerin eylemleri bitirildi. 

17 Ağustos Depreminin  gecesi yasalar çıkarıldı. Çalışanların hakları gasp edilmeye çalışıldı. Vergi adaletinden bahsedildi. Devrim olarak vergi 
alınmayacak dendi. Yeni dünya düzeninin oluşturduğu bir Türkiye noktasına getirildi. Bu Türkiye'de çeteleşme ve tekelleşmeyi getirdi. Çünkü bizim 
gibi geri kalmış ülkelerde sermayenin daha fazla yoğun ve istediği şekilde hareket edebilmesi için, sosyal hukuk devleti olmaktan çıkarılması gerekiyordu. 

Bunlar yapıldı. Bütün olaylar, münferit olarak sıraladığımız olaylar bu temele bağlıdır. Tarım Bakanı çok doğal olarak diyor ki; ben işte şu önlemleri 
almaya çalışıyorum, ama bunları alamıyorum, yeterli olamıyorum diye şikayet ediyor. Bakanlara baktığımız zaman şikayet konumunda olduklarını 
görüyorsunuz, oysa çözmek noktasındalar ama çözemiyorlar. Çünkü devlet küçültülmelidir. HA-YEK'in getirmiş olduğu eğer kolektifiz idare genişlerse 
o zaman kamu diktası ortaya çıkar. Dolayısıyla devleti küçültmek gerekir dendi. Türkiye'de hayvan hastalığı kalktı mı? Ama Türkiye'de Veteriner Genel Müdürlüğü kaldırıldı, Zirai Mücadele Bölümü kaldırıldı, Tohum İslah Bölümü kaldırıldı. Şimdi deli danalar filan geliyor. Niye geliyor? İşte bunlar 
yolsuzluk deniliyor. Bufalo operasyonu. Doğru da, bunlar bir sistemden kaynaklanıyor. Şimdi bankalardan çok bahsedildi. Bankalar bu yapısal 
düzenlemenin içerisinde son halka ve en önemli halka. Türkiye kara para cenneti haline geldi. İlk defa bir başbakan Cenevre'de berber Yaşar ile birlikte Türkiye'nin kara para aklamasının ne şekilde ol-masının kararını verdi. ŞEMİLER bunları açıklıyor. Özal siyasetçi olarak elinden gelen her şeyi yaptı. Devletin gücünü kullanan bu düzene uygun bir oluşum var, arkadaşlar. Devletin içine sızmışlar. Siyasetçi, bürokrat, mafya, gladio, tarikat. Bu oluşum devletin gücünü kendi çıkarları doğrultusunda sürdürüyor. Biraz evvel söylediğim yapısal hukuk dışılığa çıkmış kurumlarda bunun başında. Medyasıyla, toplumu etkileyecek diğer kaynaklarıyla sistem kendisine yer alıyor. Şimdi bakın bankalardan bahsediyoruz. 

6.1 milyar dolar bu bankaları kurtarmak için para konuldu. Üst kurula verildi. Demek ki 6 milyar dolar oradan alındı. Şimdi ben bu 6 milyar dolara dikkatinizi 
çekmek istiyorum. Sayın sendika başkanımızda burada, o çok mücadele ettiği için onun önünde de bir kez daha söylemek istiyorum, diğer sivil toplum örgütleri ile birlikte... Çalışanlardan tasarruf fonu diye zorunlu tasarruf fonuna aktarılmak üzere para kestiler. Bunun toplamı 6 milyar dolar. Dedi ki çalışanlar, "bizden aldığınız paramızı bize geri verin". "Bir bardak su için" dediler. Ama öbür taraftan 10 tane bankaya 6 milyar doları verdiler. 
Çünkü, bankacılık sistemi önemli ekonomide. Doğru, önemli. Ama burada bir tercih var. Tercih nedir? On milyon insan, işçisiyle memuru ile bir tarafta, 
on kişi bir tarafta. On kişiden yana iseniz, tercihlerinizi belirlemek zorundasınız. Şimdiki düzende globalleşmenin, yeni dünya düzeninin tercihi sermayedir, 
emek değil. Sermaye özgürce dolaşabilir, serbest piyasa ekonomisinden bahsediyoruz. Yirmi yıldır ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor arkadaşlar, sonunda geldiğimiz nokta "yolsuzluk kader değildir", "Türkiye yolsuzluk utancı ile yaşayamazdı". 

Bunu burada ticaretle uğraşan, ekonomide dinamizm olan sizler söylüyorsunuz. Geniş yığınlar söylüyor. Sizler en önemli sıkıntılar içerisine girdiniz. 
Ama siyasetçiler, bürokratlar, gladio, mafya size bu düzeni başka türlü anlattı. Bu düzenin başka türlü anlatılmasının sonucunda nereye geldik? 
Murat Demirel'in Ege Bank'ına geldik. Sayın Tantan'ı herkes destekliyor, peki bende destekleyeyim. Doğru yaptıkları, küçümsenmeyecek bir şey. 
Ama abartılmaması gerekiyor. Çünkü benzeri bir çok olayları yapanlar var. Asıl burada destek verilmesi gereken, takdir edilmesi gereken yargıçlar, savcılar ve maliyecilerdir. Yine biz bürokratlar mafya ilişkilerinden bahsediyoruz ama Allah'tan ki ülkemizde bir devlet yapısı ve bürokrat namusu var. Çoğunlukta bunlar... Azınlıkta olan insanları çökertmeliyiz. Biz İtalya'dan farklıyız. İtalya'da mafya yönetimi ele geçirdi. Bizde tam yönetimi ele geçirirken trafik kazası oldu. Ama, insanların ölmesini ya da bir yerden çekilmesini beklememeliyiz. Ben şunu isterim ve şunu söylüyorum; yolsuzluğu engellemek mi istiyoruz, yoksulluğu engellemeliyiz. Bugün geldiğimiz noktada herkes suçludur, kendi payıma da belki düşer. 

Ama Başı var. 

Övünerek hep alkışladık, plaketler verdik. Denize atar mı, İsparta'nın Eymir gölüne mi atar bilmem? Ama kırk yıldır bu ülkeyi yönetmekle övünen 
Sayın Süleyman Demirci'dir. Eğer biz Murat Demirci'den değil, Süleyman Demirel'den ne yaptığını sorarsak "amcam cumhurbaşkanıdır" diye bankayı aldığında, amca olarak ne yaptığını açıklamasını bekler ve istersek, kamuoyu, yetkililer isterse ve o da gelir bunu anlatırsa, öyle demogaji ile falan değil, anlatırsa o zaman Türkiye hukuk devleti olma doğrultusunda, yoksulluğu ve yolsuzluğu yenme doğrultusunda önemli bir noktaya gitmiştir. "Süleyman Demirel mi sadece?" diyeceksiniz hayır. Sayın Ecevit de on beş tane dosyanın aklanmasına el kaldırdı. 
Arkasından Mesut Yılmaz... İçi boşaltılan bankaların verilmesinde imzaları da var. Güneş Taner, Tansu Çiller, Mehmet Ağar bunlar gelip bilgilerini ortaya koyarlarsa çözülecektir. Halkın da beklediği bu. Evet, bunları çözmek için hukuk devleti olmak lazım. Tam demokrasiye ulaşmak lazım. 

Sosyal hukuk devletinin bütün temel taşlarını koymak lazım. Eğitimi oluşturmak lazım. Kuvvetler ayrımında yürütmenin; yasama ve yargının üzerindeki 
baskısını kaldırmak lazım. Bugün Türkiye'yi üç kişi yönetiyor. Üç lider bir araya geliyorlar karar alıyorlar, yasa çıkacak diyorlar karar alıyorlar, denetlenmeyecek diyorlar karar alıyorlar, ekonomi böyle olacak diyorlar, onları da Cottarelli yönetiyor. Dolayısıyla bizler hiçbirimiz yokuz yönetimin içerisinde. Belki bir arkadaşımız bundan kaynaklanarak dün dedi ki; "Milli Güvenlik Kurulu tam demokrasiye geçme doğrultusunda tavsiye karan almalıdır ve Türkiye demokrasiye geçmelidir ki yolsuzluklar bitsin." Bu anlayış eğer siyasetçi, bürokrat bir yurttaşta varsam zaman Türkiye'ye demokrasi gelmez. Aslında bazı ku-rumlara hakaret ediyoruz. Demek ki o kurumlar tavsiye kararı almadıkları için demokrasi yok, yolsuzluklar, hırsızlıklar, yoksulluk var. Böyle şey olmaz. Yurttaş olarak kendi haklarımızla ortaya çıkmalıyız. Eğer bugün bu yapılan panel, yurttaşların genel talebi olarak burada onların temsilcisi ekonominin dinamizmi olan sizler tarafından yapılıyorsa, Türkiye'nin önü açıktır. 
Ben Umutluyum onun için. 
Hepinize tekrar teşekkür ediyorum.

6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,

***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 4

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 4


Tabi Türkçe'de kelimede kalmadı bu operasyonlara isimler veriliyor, güzel şeyler ama, ben biraz endişeliyim değerli arkadaşlar. 

Niçin? 

Bu operasyonlar yapılıyor güzel. Ama, bu operasyonlar biraz operasyonları yapanların şahsi gayretleri ile oluyor. Ben kendi yaptıklarını da bu işin içerisinde 
olan arkadaşlarımızı da küçümser değilim, yanlış anlaşılmasın. Sayın Tantan, Sayın Temizel'i, Devlet Güvenlik Mahkemesindeki bazı savcı ve hakim 
arkadaşlarımızın bu yaptıkları operasyonları aynen destekliyor, kendilerine de burada teşekkür ediyorum. Ama biraz iş onlar tarafından değil, bazı 
kesimler tarafından dikkatleri başka tarafa çekilmek suretiyle örtbas ediliyor gibi geliyor bana. Nitekim Sayın Tantan da bakan olduğu günden beri geçen 
yıl Bütçe Plan Komisyonunda kendi bakanlığının bütçesi görüşülürken aynen şu ifadeyi beyan etmişti; "Türkiye'yi soyanlar aslında belli. Bunlar devlet 
arşivlerinde var. Ancak bu soygunu yapanlar yani bu hırsızlar devletin en muteber insanları. Önlerinde her gün düğmelerimizi, ceketimizin düğmelerini 
ilikleyip saygı duyduğumuz insanlar" demişti. Sonradan da geçenlerde yine aynı ifadeyi gazetelerimizde, televizyonlarımızda tekrar etti. İşte esas işin 
püf noktası burada değerli arkadaşlar. Bu gözden kaçırılıyor ve diyor ki Sayın Tantan; "bu ortaya çıkarılanlar sadece binde biri..." Şimdi binde biri olunca 
ne olacak? Yani insan bunun boyutlarını düşündüğü zaman daha fazla irkiliyor. Niçin ümitsizim? Dedim. Çünkü ortaya sadece bankalardaki soygun getiriliyor. 

Onda da sadece özel bankalardaki soygunlar ortaya getiriliyor ve bugün devlet bankaları soyuluyor. Devlet bankalarının içi boşaltılmıştır. 
Bu konuda bir çok raporlar var. 
Onlar hiç bir zaman göz önünde bulundurulmuyor. İşte efendim, Murat Demirel veya falan filan banka kurmuş, bankanın içini boşaltmış. Bu insan bu bankayı nasıl kurmuş? Şimdi arkadaşlar bir bankanın içinin boşaltılması bir günde olmaz. Mümkün değil. Bir bankanın da yönetimin yani hükümetin artık ismine ne derseniz deyin yönetim deyin, hükümet deyin, devlet deyin haberi olmadan boşaltılması mümkün değil. Bakınız ben şöyle bir tespit yaptım; bankalar ne kadar büyük bir kontrol mekanizmasıyla kontrol ediliyorlar. 

Bir kere bankaları hazine kontrol ediyor. Her saniyesi bilgisayarlı ekranda takip ediliyor, kuruşu kuruşuna. Ama bankalar da soyuluyor. Şimdi burada Hazineyi yönetenler sorumlu değil mi arkadaşlar? Yine Merkez Bankası, bir takım tedbirlerle, bir takım mekanizmalarla kamu, özel fark etmez bütün bankaları yine ekrandan saniyesi saniyesine kontrol ediyorlar. Peki ne yapıyorlar? Sorumlu değiller mi onlar? Yine bankalar yeminli murakıpları. 
Her bankanın tayin edilmiş bankalar yeminli murakıpları vardır. Bunlarda her an devamlı surette bu bankaları denetim altında bulunduruyorlar ve 
raporlarda veriyorlar. O raporların da nasıl hasıraltı ettiğini hepimiz biliyoruz. Sayın Bakanlar tarafından ve diğer yetkililer tarafından nasıl hasıraltı 
edildiğini biliyoruz ve maalesef o sayın Bakanlarda hâlâ görevlerinde bulunuyorlar. Ama onlara hiç bir şey denmiyor. Murat Demirel bankanın içini 
boşaltmış, Dinç Bilgin bankanın içini boşaltmış. Doğru boşaltmış da nasıl boşaltmış? Kendi başına mı boşaltmış, yalnız mı boşaltmış? Yanında 
suç ortakları yok mu? Buna göz yumanlar suçlu değil mi? Yine Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu TBMM'ye hesap verir, raporlar verir. 
Burada vardır ve teker teker el konulan bankaların ve kişilerin devletin kamu bankalarının nasıl içini boşalttığını yazar. Keşke zaman olsa da sizlere kuruşu kuruşuna, tarihleriyle, isimleriyle anlatabilsem ve bunlar Mecliste de görüşülüyor. Ben yedi, sekiz yıl KİT komisyon üyeliği yaptım. 
Bunun gece gündüz kavgasını yaptım oralarda. Zabıtlarda var. Ama zabıtlarda kaldı, biz kötü olduk söylediğimiz için. Bir takım çevrelerin tepkisini çektik. 
O kişiler aklandı ortada geziyorlar, Mecliste geziyorlar. Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu, raporları var denetliyor. Devlet Denetleme Kurulu diye bir şey var. 
Siz Devlet Denetleme Kurulunun Sayın Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde bu konularda bir rapor hazırladığını duydunuz mu? 
Niçin var? Sayın Demirel kendi görevi süresinin nasıl uzatılacağına dair raporlar hazırlattı. Devlet Denetleme Kurulunu bu yönde kullandı. Niye el koymuyor? Konmadı. Suçlu değiller mi değerli arkadaşlar bunlar? Bankalar Birliği var. Onlarda bankaları devamlı surette gözetim altında bulunduruyor. 

Denetliyor, Raporlar veriyor. Nedir o Raporlar?

 O raporların gereği niye yerine getirilmedi, değerli arkadaşlar? Getirmeyenler kim? Tabi ortada üç beş tane suçlu var. Murat Demirel, Dinç Bilgin şu bu... 
Yine her bankanın kendi Teftiş Kurulu var. Yine Başbakanlık Teftiş Kurulu var. Ve son olarak da yeni kurulmuş bulunan Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Üst Kurulu var. Şimdi düşünün bankalar soyuluyor. Şu anlattığım mekanizma sisteminde, bankaların soyulması mümkün mü arkadaşlar? 
Şu kadar sıkı bir markaca alınan bankalar sisteminde bankaların soyulması mümkün mü? Elbette ki mümkün değil ama devlet soyuluyor. 
Devleti soyuyorlar. Bunu da hayali söylemiyorum. Bakınız şu rapor yeni çıktı. Yani bir haftalık bir rapor. Sayıştay'ın 2000 yılı mali raporu. 

26 Ekim 2000 tarihinde, Sayıştay büyük kurulunda kabul edilen bir rapor. Bu raporu okuduğumuz zaman dehşete düşüyoruz. Bu işlerin içerisinde olan, 
araştıran birisi olarak dehşete düşüyorum. Ama şundan da dehşete düşüyorum; sadece bankalar üzerinde yoğunlaştırılıyor veya başka konu üzerinde 
yoğunlaştırılıyor. Ama soygun aynen devam ediyor. Bakınız Sayın Tantan; Türkiye'de en büyük ve birinci tehlike bana göre "yolsuzluk ekonomisi" diyor. 
Bunu bağıra bağıra her yerde söylüyor. Ama devletin, hükümetin resmi politikası ne? Onlarda irticai bilinci tehdit olarak öne sürüyorlar. Şimdi biraz 
burada durup düşünmek var. Hani " Bak cambaza bak " deyip de insanların soyulduğu gibi irtica yaygarası adı altında bu ülke soyuluyor. Ben devletin 
soyulmasından bahsedeceğim. Çünkü bankanın soyulmasından epeyce arkadaşlarımız bahsetti. Diğer arkadaşlarımız da belki bahsedecekler. 
Bakınız ne diyor Sayıştay'ın raporunda; bütçe içinde gerçekleştirilmesi gereken birçok faaliyet bütçe dışında oluşturulan çok sayıda fon, vakıf, işletme, 
tesis ve hesaplar aracılığıyla yönetimden ve şeffaflıktan uzak bir şekilde yürütülmektedir. "Fonların büyük bir kısmı sosyal tesisler, vakıflar, dernekler, 
işletmeler ve özel hesaplar hiçbir dış denetime tabi değildir. Bu tür yapıların tamam bütçe mekanizmasının gerektirdiği sorumluluk ve açıklıktan belirli 
ölçülerde uzaktır. Yine borçlanma ile gerçekle¬şen bir kısım giderler bütçeye kaydedilmediğinden bütçe giderleri ve dolayısıyla bütçe açığı olduğundan 
az gösterilmektedir. 1971 yılından 1999 yılına kadar geçen dönemde bütçede gösterilmeden harcanan kaynak toplamı 116 milyar dolardır" değerli 
arkadaşlar.
Dış borçlarla ilgili olarak Sayıştay'a uzun yıllar boyunca yanlış bilgi verilmiştir. Esas soygun nerede? Bakın size yine Sayıştay raporundan okuyorum. 
Geçen bir sayın Bakan bana öyle şeyler anlattı ki ürperdim. Sonra bu rapor elime geçince o sayın Bakanın anlattığı bana teyit edildi. Ne diyor bakın 
burada bir cümle okuyorum size. "Garantili ve devirli krediler". Esas soygun burada değerli arkadaşlar. Murat Demirel götürmüş, ne götürmüş?

 Bir milyar dolar götürmüş. Cavit Çağlar ne yapmış? İnterbank'tan iki milyar dolar deniyor. Ama burada daha büyük rakamlar var. " Hazinenin çeşitli 
kuruluşlardan olan dış borçları Hazinenin garantili ve devirli kredileri bir sübvansiyon aracı olarak kullanılmaktadır.'' 
Sübvansiyon iki şekilde ortaya çıkmaktadır. 
Bir; kuruluşlar, borç geri ödemelerini düzenli yapmadığından geri ödeme yükü hazineye kalmaktadır. Bu kredilerin geri ödenmemesi alışkanlık haline gelmiştir. 
İki; devirli kredilerin bir kısmı anlaşmalarda yer alan koşullar değiştirilerek kamu ve özel sektör kuruluşlarına devir ve hibe edilmektedir. 

Bu şekilde özel sektöre devreden krediler ayrı bir öneme sahiptir. Devirli kredilerde geri dönüşü sağlayacak mekanizmalar yetersiz kalmaktadır. 
Devirli ve garantili kredilendirme ile Hazine ağır ve öngürülmeyen bir yük altına girmektedir. Bu krediler gizli bir sübvansiyona dönüşmekte, bu durum 
Meclis iradesi dışında kamu kaynaklarının belirli yerlere aktarılması anlamına gelmektedir. Hazine alacaklarının hesabını tam olarak verememektedir. 

Yap işlet devret kredileri için verilen garantiler sistem dışında kalmaktadır. Devirli kredilerden dolayı Hazine şu anda altı milyar dolar zarardadır". 
Kime gitti bu paralar? O Sayın Bakan; hepimizin önünde ceketlerimizi düğmelediğimiz adama gittiğini söyledi. 

Nasıl olmuş? 

Dışarıdan kredi alıyor Hazine milyarlarca dolar. 8.75 faiz ile alıyor dolar bazında. 

Türk parasına çeviriyor bir beyefendiye, bir holdinge, bir saygın kişiye, şirketine Türk parası olarak %7 ile veriyor. Dostlar alışverişte görsün. 
Altı milyar dolar diyor ve ancak diyor "99 yılında verilen garantilerin önceki yıllara oranla iki katından fazla artmış olması Hazine üzerindeki riski artıran bir 
gelişmedir". 1-1.5 milyar dolar diyor bu devirli kredi almıyor yurt dışından ve birilerine veriliyor. Ama diyor 99 yılında yani yolsuzlukla mücadele için kurulan 
bu hükümet döneminde iki misli olmuş bu. Kime gitti arkadaşlar bu para? Dış krediler kur farkı fonuyla özel sektöre kaynak aktarılmaktadır. 
Fon denetlenemediğinden fon kanalıyla özel sektör kuruluşlarına yapılan transferlerden kimlerin yararlandığı bilinmemektedir. 
Sadece burada değil, bakınız şurada bizim hazırladığımız sunum raporunu okumuyorum. Şurada Sayın Kutlu Savaş'ın hazırladığı Susurluk raporunda nasıl olduğunu, mekanizmayla çetenin nasıl çalıştığını, bankaların nasıl içinin boşaltıldığını bu raporun içerisinde gayet güzel bahsediyor ve işte benim üzüntüm, bütün bunlar gizleniyor. Kamu ayağı, siyasetçi ayağı, bürokrat ayağı gizleniyor. 

Çünkü Türkiye'de bazı şeyler saptırılıyor. Yanlış anlamalara meydan veriliyor. Sanki ben Murat Demirel'i savu-nuyormuşum, Dinç Bilgin'i savunuyormuşum 
gibi değil.

 Onlar gösterilmek suretiyle soygun aynen devam ediyor. İşte Sayın Başkan açılış konuşmasında kimlerin nerelerde görev aldığını gayet net olarak ifade etti. 
Burada Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu raporları da var. Bankaların nasıl içinin boşaltıldığını, nasıl boşalttıklarını, kimlerin boşalttıkları da var burada. 
Gizli kapaklı bir şey yok değerli arkadaşlar. Ama tabiki olaylar gizleniyor. Bazıları bulunuyor. Bu memlekette Gülay Aslıtürk elini kolunu sallayarak gitmedi mi? 
Kocası Orhan Aslıtürk beş altı katrilyon lirayı götürdü deniyor. Rakam belli değil arkadaşlar ve her gün yeni şeyler çıkıyor ama o kişilerle de akrabalık bağı 
olan bugün kabinede bir çok bakan var, iddialar var. Bunların üzerinde durulması gerekli. Yoksa efendim denebilir ki; "sen böyle söylüyorsun 
Sayın Elkatmış ama bak bu operasyonlarda oldu". Doğrudur ben onu baştan söyledim oldu ama bunlar günü kurtarmak için yapılan ve biraz evvel saydığım 
bazı kişilerin şahsi gayretleriyle ortaya çıkan şeyler. İşin büyüğü yani AYSBERG duruyor daha ve onun açıklanabileceği, ortaya çıkarılabileceğine dair de 
ortada ben şahsen bir emare görmüyorum. 

Ne deniyor? 

Efendim bu kuruluşları ekonomiye tekrar kazandıralım adı altında bir oyun oynanıyor. Ne yapacakmış? Bu kuruluşların bu kadar çalışanı var, bunlara biraz 
daha para verelim de batmasın. Ondan sonra ne olsun? Ekonomiye tekrar kazandırılsın. Bir de kanun getiriyor. %10 faizle öderse kurtulacaklar. 
Değerli arkadaşlar bu bir oyundur. Bunu söyleyenler samimiyse şunu yapsınlar; KOMBASSAN'ın bütün hesaplarına el kondu. Orada da yirmi beş bin kişi çalışıyor. 
Otuz altı vilayette Seksen beş tane işletmesi, fabrikası var. 
Niye o zaman; "bunu kurtaralım, bu kadar insan çalışıyor" diye düşünmüyorlar da üstüne gidiyorlar. Ama iri kıyım insanların yolsuzluğu ortaya çıkınca 
"efendim bunları kurtaralım!" Niye? Onlar konuşurlar diye korkuyorlar. Bizimle işbirliği içerisinde oldukları, irtibatları ortaya çıkar diye korkuyorlar ve onu
da af kapsamına alıyorlar. Ondan sonra adamlar yine dışarı çıkacak yine bu işe devam edecekler. Bu operasyonlar yapılmak zorundaydı değerli arkadaşlar. 
Niye yapılmak zorundaydı? Diyelim ki yapılmasaydı on tane bankaya devlet el koymasaydı ne olacaktı? Üç ay sonra, bir sene sonra, belki iki sene sonra 
kaçacaklardı bu adamlar. Bankada da binlerce, milyonlarca mudi ayaklanacaktı. Bunu Arnavutluk'ta görmedik mi? Daha yakın bir zamanda Kıbrıs'ta 
görmedik mi? Parlamentoyu dahi bastılar. Onun için günü kurtarmak için ilerideki muhtemel daha büyük tehlikelere engel olmak için el koydular. 
"Ne yapalım işte yargıya da intikal ettirdik". Doğru ama yargı ne yapsın? Bunun siya¬si irtibatları niye ortaya çıksın? Tazminat ödeye ödeye bıktık 
iyice halimiz kalmadığı için söylemiyorum her şeyi. Yoksa siyasi bağlantılarını da söylerim, hepsi belli. Niçin "gelin şu bankalar konusunda bir meclis 
araştırması yapalım" dediğimiz zaman reddedildi arkadaşlar? Tabiki o zaman siyasi ayağı ortaya çıkacaktı. Hepsini söyleyecektik. Hiçbir şey gizli kapaklı değil. 

Sayın Yahnici bir şey söyledi. Dedi ki; İran'da, Sovyet Rusya'da, üçüncü dünya ülkelerinde yani demokrasiyle yönetilmeyen ülkelerde bu yolsuzluklar daha 
büyük oranda oluyor. Çok doğru söyledi. Türkiye'de de olduğuna göre, sayın Başkanın açılış konuşmasında söylediği gibi dünyada birinci olduğumuza göre 
yolsuzlukta. Dünya Bankası bize yolsuzluğun araştırması için kredi para vermeyi teklif ettiğine göre herhalde Türkiye de demokrasiyle yönetilmiyor. 

Ben bunu ifade etmek istiyorum. Eğer Türkiye demokrasiyle yönetilmiş olsaydı, Türkiye bir hukuk devleti olsaydı, Türkiye'de her şey şeffaf, açık olsaydı 
bunların hiç bir tanesi olmazdı. Tabiki diğer söylediğine de katılıyorum Sayın Yahnici'nin. Türkiye'de ahlak ve maneviyat üzerinde de durulsaydı bunlar 
olmazdı. Bunları yapanların hiç bir tanesi o birinci tehdit olarak irticacı diye gösterdikleri insanlar değil hepsi onun dışındaki insanlar diyorum. 
Bakınız son olarak bir cümlesini daha bu Sayıştay raporundan okuyorum. Diğer yandan diyor; "mali yükümlülük riski olan işlemlerde karar verenlerin 
hesap verme sorumluluğunu sağlayacak mekanizmalar oluşturulmadığından yöneticiler kamu fonlarını aşırı risk alarak yönetebilmekte ve kullanabilmektedir. 
Devlet adına yüklenen risklerin gerçekleşmesi durumunda öngörülmeyen mali yükler ortaya çıkmakta ancak risk almaya karar verenler bu işlemlerin 
sonuçlarına katlanmamaktadır" ve aynen yerlerinde durmaktadır. Bu son cümle benim. Aynen Sayın Başkanın da ifade ettiği gibi yerlerinde durmaktadırlar. 
Hatta terfi etmektedirler ve daha da itibarlarına itibar katılmaktadır. Saygılar sunuyorum.

- TINAZ TİNİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederiz Sayın Elkatmış, Efendim Sayın Tuncay Özkan. Buyurunuz Sayın Özkan.

- TUNCAY ÖZKAN (Kanal D Genel Yayın Yönetmeni)

Sağolun efendim. Şöyle sloganlara bakarak diyelim ki "Dünya fani hırsızlık baki". Çalmaya devam etsinler. İkinci Beyazıt çok kızmış. Çağırmış sadrazamına 
demiş ki; "nedir bu kadılardan gelen şikayet? Herkes nereye gitsem kadılardan yakınıyor. Adalet kalmamış. Bunlar her şeyi parayla alıp satar olmuşlar. 
Hepsini Bursa'da bir eve toplayın iyice bir odun yığın yakın" demiş. Güçlükle ikna edebilmişler. Demişler ki; "efendim sorunları var". "Sorunları ne?" 
"Efendim az para alıyorlar" demişler. O günden bu güne temizlik mekanizmasında bir şey değişmemiş. 

Değişen şey ne? Hırsızların adları değişiyor. 

Ben Plan Bütçe Komisyonunu takip ederdim parlamento muhabirliğim sırasında. Orada "pik" komisyonuna girdim. Bir boru hattından bahsediliyor. 
Şimdi bu boru hattı 1970'li yıllarda İslam Kalkınma Bankasından alman on milyon dolar karşılığında yaptırılmış. Ama hattın kaybolduğunu söylüyorlar. 
Yaptırılmış mı, yaptırılmamış mı? Para alınmış, müteahhit firma belli ama hat döşenmiş mi, döşenmemiş mi konusunda bir komisyon kuruldu. 
Biz komisyondan önce gittik, baktık kontrol ettik. Evet efendim; İzmit'ten Haramidere'ye kadar benzin pompalamak üzere kilometrelerce bir hat döşenmiş. 

Döşenmiş ama sonra unutulmuş. On milyon dolar alınmış ve unutulmuş. Hat orada duruyor ama kullanılmamış. Çürümüş olduğu yerde. Şimdi Türkiye'de 
"yolluluk" ve "yolsuzluk" üzerine çok şey söylenebilir. Anadolu'da yollu diye faişelik sanatını icra (es¬kiden sanattı şimdi meslek oldu. Sadettin Tantan 
meslek haline getirdi, Avrupa Birliği normlarına göre) eden insanlara denir. Yolsuz diye de yolu olmayana denir. Yani gariban Kastamonu'nun köylüsüne, 
Hakkari'nin köylüsüne falan denir. Yolunu bulana da Anadolu tabiriyle yollu denir. Bu yolsuzluk hırsızlığın karşılığı değildir. Yolsuzluk garibanlığın karşılığıdır. 
Zaten garibanlık olduğu için bu yolsuzluk dedikleri şeyde kader olarak gelir yakanıza yapışır. Yani yolsuzluğun kader olduğu yer yoksulluktur. 
Yoksulluk olmadan yolsuzluk olmaz. Şimdi siz ülkenizin %80'i ile %20'si arasındaki dengesizliği; "çok üzülüyoruz efendim, aman Allah'ım ne kadar büyük bir felaket, bu toplumsal dinamizmimizi alt üst eder, bunu değiştirmek gerekir" diye halka yalan söyleceksiniz. Öbür taraftan götürmeye devam edeceksiniz. 
Nasıl götüreceksiniz? Her şekilde götüreceksiniz, insafsızca götüreceksiniz. On milyon doları alacaksınız boru hattı kuracaksınız. Aman benzin taşıyan tanker 
komisyonlarına, baskı gruplarına ses çıkartmasınlar diye onu orada unutacaksınız, çürüteceksiniz. İşte o günlerden bu günlere... 

Yani o zamanlardan bu zamanlara gelen bir şey bu. Şimdi "Türkiye'de çok ilginç bir süreçten, dönemeçten geçiyoruz" dediler bütün konuşmacılar. 
Ben aynen katılıyorum, çok ilginç bir dönemeç. Özelleştirme yapmaya çalışıyoruz. Yaptığımız bütün özelleştirmelerin hepsini satacağız, karşılık olarak 
beklediğimiz para on iki milyar dolar. Biz bunu yaparsak çağdaş ülkeler arasına gireceğiz. Avrupa Birliği bizi kabul edecek. Bütün dertlerimize merhem olacak, 
hiçbir sorunumuz kalmayacak. Ben size söyleyeyim işte Sayın Başkan söyledi. On milyar dolar, on iki milyar dolar diyor ama yedi ile on milyar dolar arasında 
hesaplanıyor. On milyar dolar bankalar, iki buçuk milyar dolar Ömer Lütfı Topal, l .7 milyar dolar Sudi Özkan, iki milyar dolar Orhan Aslıtürk. 
İşte size özelleştirmeden daha fazla kaynak. Hadi kullansanıza! Ama garibanlara karşı kullandığınız silahı başkasına karşı kullanamazsınız. 

Şimdi Nuh Mete orada oturuyor ben görüyorum. Nuh Mete Yüksel olmadan önce bu işler nasıl oluyordu? Nuh Mete Yüksel olmasaydı ne olacaktı? 
Nuh Mete Yüksel vicdanı el vermedi. Türkiye'nin bu sessizliğinde bir ses oldu bu işlere başladı. Hadi olmasaydı ne yapacaktık? İyi ki orada var, 
Allah razı olsun. Olmasaydı mahvolmuştuk. Yani hukuksuzluk dönemlerini yaşıyoruz. Hukukun olmadığı yerde öyle kuzgun leşe falanda gelemiyor. 
Leşinde sahipleri var. Başına çöreklenmişler kimseyi sokmuyorlar, yaklaştırmıyorlar. Öyle kolay bir şey değil. 

Tuz kokmuş. 

Tuzu ne ile temizleyeceksiniz? Hukukla temizleyeceksiniz. Bundan altı sene önce Yargıtay başkanımızın oğlu Zafer Çarşısı'nın üstünde avukatlık yapıyor. 
Bir büro kurmuştu. Bize bir adam geldi bir öykü anlattı. Çok ilginç bir öykü. 

Dedi ki; gidiyorsunuz telefonu kaldırıyor " Baba şu dairede şöyle bir istimlak 
kararı var onu bir değiştiriversek bak arkadaş diyor ki; iki yüz elli bin dolar veririm ". Dedim ki; böyle şey olur mu? " Vallahi oluyor " dedi. 
Hakikaten bizim arkadaşlarımız gitti aynen böyle. " Baba şu daire başkanı amcaya söylesek ya bunun parası az buna bir iki yüz yapar mıyız? ". 
Yargıtay'da dosyaların açılmadan kararlar verildiğini siz bilmiyor musunuz? Şimdi bu yollular arasında öyleleri var ki her zaman bu işlerde on senede bir gelip yapıyorlar. Hiç değişmiyor. Türkiye'de ilk hayali ihracat 1960'larda uygulanmış. Sonra Yahya Demirci çıkmış. Arkasından devam etmiş. 
1990 rakamlarına göre 50 katrilyon liraydı, hayali ihracattan Türkiye'nin kaybı. Orada ben gümrüklerin teftiş kurulu başkanı arkadaşımızı görüyorum. 
Kendisi Gaziantep'teki operasyonları falan yaptılar. Orada zaten neredeyse 120 milyon dolara yakın bir para çıktı. Bir firma yapıyor bunu. 
Ne kadar yol kat etmişiz görebiliyor musunuz? Özel sektörümüzün büyümesi, gelişmesi karşısında siz şaşkınlığa hiç uğramıyor musunuz. 
Bu özel sektör nasıl büyüyor, serpiliyor? Nasıl gelişiyor? 

Devlet giderek küçülüyor. 

Devletten sürekli isteyin küçül, küçül, küçül devlet. 
Yargıç verme, savcı verme, doktor verme, öğretmen verme. Küçüle, küçüle, küçüle bir kaç tane işadamının gireceği kadar küçülttük devleti. 
İşte karşımızdaki tablo budur. Devlet denetleyemiyor. Niye? Küçül devlet. Kimse hiç bir şey söylemiyor. Ben burada bütün konuşmacılardan şunu bekliyorum; Türkiye'de hiç dokunulmayan bir alan var. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin silah alımları. Son on beş yılda, yirmi yılda neresinden baksanız yüz milyarlarca dolar lirayı silah alımına vermişiz. Sayıştay inceleyebiliyor mu? Şimdi Sayın Elkatmış Sayıştay raporunda okudu. 


5 Ci BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,

***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 3

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 3



1. OTURUM

TÜRKİYEDE YOLSUZLUĞUN BOYUTLARI, NEDENLERİ VE ALINACAK TEDBİRLER

OTURUM BAŞKANI        
- TINAZ TİTİZ
Beyaz Nokta Vakfı Başkanı


KATILIMCILAR

-       Ş. BÜLENT YAHNİCİ  MHP Genel Başkan Yrd.
- MEHMET ELKATMIŞ Fazilet Partisi Milletvekili
- FİKRİ SAĞLAR Kültür Eski Bakanı
- YALÇIN BAYER Gazeteci
- TUNCAY ÖZKAN Kanal D Genel Yayın Yönetmeni
- TINAZ TİTİZ (Oturum Başkam)

İki panel konusundan birincisi Türkiye'de yolsuzluğun boyutları, nedenleri ve alınacak tedbirler. İki saat otuz dakika süremiz var. Söz sırası olarak böyle 
bir sağdan bir soldan karışık olarak gideceğim. Sürelere tam riayet edilmesini özellikle istirham ediyorum. İlk sözü Sayın Şevket Bülent YAHNİCİ 
beyefendiye veriyorum. Buyurun Sayın YAHNİCİ söz sizin.

- ŞEVKET BÜLENT YAHNİCİ (MHP Genel Başkan Yrd.)

Teşekkür ediyorum. Öncelikle Ankara Ticaret Odasının yöneticilerine yolsuzluğun hat safhaya çıktığı ve boyutlarının Türkiye sınırlarını aştığı bir noktada 
konusu bu olan bir paneli düzenledikleri için teşekkür ediyorum. Yolsuzluk bir ekonomik hadise. Yolsuzluk ekonomisi de işin gerçeği ve boyutu. Yani bir ülkeye 
kabus gibi çöktüğü anda adı yolsuzluk ekonomisi diye vasıflandırılabilecek bir hal alıyor. Yolsuzluk ekonomisi dediğiniz anda akla ilk gelen hadise kara 
para, kayıt dışı para, kayıt dışı ekonomi. Bunu muhtelif ekonomistler muhtelif rejimlerle ilgili ele alıp dile getirdiklerinde herhangi bir ülkede bunun boyutlarının hangi oranlarda, ölçülerde olduğu hep tartışıla gelmiştir. O hangi orana, hangi ölçeğe geldiğinde ekonomi nasıl etkilenir? Tartışıla gelmiştir. 
Mesela komünizm sonrası Rusya'sı bu manada dünyadaki en büyük örneklerden birisi olarak gözüküyor. Bir ölçüde dikta rejimi diyebileceğimiz sistemler, kara para trafiğini, yolsuzluk ekonomisini kendi iç bünyelerinde örtüyorlar ve işi idare ediyorlar ama demokratik ülkelerden işin yansıması daha farklı oluyor. Şimdi İran'a bakınız. Belki dünyanın en büyük ölçüdeki yolsuzluk ekonomisi sistemlerinden birisini yaşıyor. Zaman zaman dünyanın muhtelif ülkeleri aynı boyutta bu işleri yaşadılar. Yüzde ellilere, yüzde altmışlara varan ölçülerde kayıt dışı ekonominin varlığından söz ediliyor bu sistemlerde. Ama her nedense sistem bir türlü yıkılmıyor, çökmüyor, bir şekil alıyor ve bu şekle uyarak devam ediyor. Anti-demokratik sistemlerde bu belki normal olabilir ama demokratik sistemlerde işin boyutu çok farklı. Bizim ülkemizde yolsuzluk ekonomisine gelişte ve yoksulluğun bu hale gelişinde en önemli problem gelir dağılımı adaletsizliğin ve yoksulluğun ulaştığı büyük boyutlardır. Gelir dağılımı adaletsizliği ve yoksulluk bu boyuta ulaşınca yolsuzluk da çok önemli bir milli problem haline gelmiş bulunuyor. Yolsuzluk problemi, hukuk devleti ve adaletin yara almasına sebep olmuştur. 

Toplumdaki güven ve huzuru yok etmiştir. Yolsuzlukların toplum hayatımızı, demokratik rejimimizi, ahlaki değerlerimizi tahrip etmesi neticesinde, 
yolsuzlukla mücadelenin milli bir siyaset konusu olarak ele alınması şart hale gelmiştir. Özellikle son yirmi yıldır ülkemizde uygulanan ekonomik 
politikalardaki yanlışlıklar, başarısızlıklar yoksulluğun artışını temin edici faktörler olmuştur. Bununla birlikte en önemli iki hadise; birisi siyasi diğeri 
ahlaki yozlaşma yolsuzluğun boyutlarını büyütmüştür ve artık konu bir "toplumsal kanser" olarak adlandırabileceğimiz büyük bir sorun halindedir. 
Kişisel çıkarları milli menfaatlerin önüne koyan, kapalı kapılar ardında ihale pazarlıkları yapan, iş takipçiliğini, köşe dönmeciliği, rüşveti, kayırmacılığı, 
haksız zenginleşmeyi yol edinen ve bütün bunları yapan kişi ve kurumlar iş bilirlik ve iş bitiricilik olarak vasıflandırılırken, alın teriyle dürüst bir şekilde 
geçimini temin etmeye çalışmak ise beceriksizlik hatta aptallık olarak görülmeye başlanmıştır. 
Toplumun temel yarası buradadır. Yani yolsuzluk had safhadadır ama yolsuzlukla ilgili toplumun refleksine baktığımızda problem aslında o reflekste yatmaktadır. Yani bu işi yapanlar toplumun muteber kişileri halindedirler. Belli bir müddet ellerine kelepçe vurulabilmekte, mahkemelere çıkarılabilmekte, cezaevlerine sokulmaktadırlar. Ama bu boyutta yolsuzlukları yapan kişiler belki de yaptıkları yolsuzluğun neticesinde ceza olarak kendi karşılarına koyduğumuz hadiseyi kabul ederek bu işe başlamaktadırlar. Yani ceza sistemimiz aslında yolsuzluğu engelleyici ve önleyici bir sistem olmaktan çıkmış haldedir. Problem buradadır. Bir caydırıcılığı yoktur. Kaldı ki bu insanlar topluma yeniden çıkıp ortalığa düştüklerinde toplumun muteber kişileri olabilmektedir. 
Toplumun bu kişileri dışlama bu kişileri kabul etmeme gibi bir durumu da yoktur. Onları sık sık her an bütün işleri yapan bu boyutta işleri Türkiye'de 
gerçekleştiren kişiler olarak televizyonlarımızın magazin programlarında sık sık görürsünüz. Adam yemesinden bir şey kaybetmemiş, dağda kayağa gidiyor, 
gece kulüplerinde geziyor, muteber, itibarlı kişidir ve buna karşı bu işleri yapmayan insanlar ise beceriksiz ve aptal kişilerdir. " Benim memurum işini bilir", " Anayasayı bir kere ihlal etmekle bir şey olmaz", " Verdimse ben verdim", " Odacım bile rüşvet alıyor" gibi siyasetçilere ve bürokratlara ait sözler, balık baştan kokar atasözlerini doğrular niteliktedir. Ben avukatlık yaptığım sıralarda bir başsavcı vardı Ankara'da. Adam öğleden evvel adliyede oturuyordu, öğleden sonra cezaevinde dam altında oturuyordu. Cezaevinin de ayrıca savcısı vardı. Bir gün dedim ki "siz ne arıyorsunuz burada?". 
Orada ne kadar yasa dışı insan varsa onlarla tavla oynuyor ve cezaevinde hangi koğuşta kimin yatacağına, tavla oynadıkları karar veriyor. 
Başsavcı veya savcı karar vermiyor. Bu kişi rahmetli oldu gitti, bu kişiye sorduk bu adalet mekanizmasındaki rüşvet nedir, neyin nesidir, biz avukatız, avukat olarak dosyayı almak en tabii hakkımız. Avukatın bir dosyayı okumasından ve o dosyanın içinden herhangi bir evrakı almasından daha tabii bir şey olabilir mi? Hayır. Ama dosyayı almanın bir bedeli var, dosyanın içinden belgeyi almanın da bir bedeli var adliyede. Bunları yaşayarak geliyoruz. 

Onun için ifade ediyorum. Türkiye'de özelleştirme uygulamalarında ihale teklif zarflarının açıldığı yerler tartışılmıştır, Banka olaylarında mafya-iş adamı-siyasetçi ilişkileri hükümetleri düşürmüştür. Ama bütün bu işler vatandaşlarımızın ülkemizi yönetenlere ve devletin kurumlarına olan güvenini sarsmıştır. Problem buradadır. En ufak bir selde müteahhit hatası ve malzemeden çalmaktan dolayı yıkılan köprüler, düşük şiddetli bir depremde yıkılan kamu binaları, hafif bir fırtınada yıkılıp çocuklarımızın ölümüne sebep olan okul çatıları ve yapıldıktan kısa bir süre sonra çöken yollarımız, denetimsizlik ve "devletin malı deniz" sözüne verilebilecek çarpıcı, somut örneklerdir. Yargı sistemimizde eksiklik vardır, yetersizlik vardır ve ülkemizi yö-netenlerin vurdumduymazlıkları toplumumuzda artık bu tür yolsuzlukların yapanın yanına kar kalacağı kanaatini oluşturmuştur. En önemli tehlike boyutu da işin yapanın yanına kar kalacağı inancının büyük ölçüde yayılmış olmasıdır. Meclis çatısı altından girmiştir yolsuzluk, Meclisin koltuklarına kadar uzanmıştır. Toplumumuzun bu yüce kuruma olan saygı ve güvenini azaltacak boyutlara gelmiştir. 

Yolsuzlukla mücadele etmek ve milletimize somut çözümler sunmak böyle projeler getirmek aynı zamanda bu ülkeyi sevmenin,vatan severliğinde bir sonucu olmalıdır. Eğer bu ülkeyi seviyorsak, eğer 'vatan severiz' diye geziyorsak o zaman bütün bunlarla anlaşarak müşterek bir davranış beraberliği getirmek zorundayız. Bütün bunları söyledikten sonra yolsuzluğun sebebi ne olabilir? Yolsuzluğa çare ne olabilir? Araştırmak lazım. Sebep nedir? Birinci sebep; adalet sistemidir. Adalet sisteminin uygulamada kafi gelmeyişi özellikle bazı konularda rüşvetin ve haksızlığın çok ciddi manada ceza göremeyişi gibi adalet sisteminden gelen sıkıntılar vardır. İkinci sıkıntı etkin denetim sıkıntısıdır. Türkiye'de yargı, yasama ve yürütme denetime tabidir. Yargının denetim mekanizması, yasamanın denetim mekanizması, yürütmenin de¬netim mekanizması ortadadır. 
Bunun dışında diğer denetim mekanizmaları dediğimiz mekanizmalarda vardır. Ama bir etkin denetim problemi olduğu açıktır. Diğer bir problem; adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinme problemidir. Bunun da yolsuzluk boyutunu arttırıcı bir faktör olduğunu düşünüyorum. Diğer bir ana başlık; 
siyasi yozlaşmadır, diğer bir ana başlık; ise ahlaki yozlaşmadır. Bütün bunları bir sistematik içinde bakacak olursak Türkiye'deki yolsuzluk hadisesinin 
temel sebepleri olarak görebiliriz. Sebepleri ortaya koyduğumuzda çare arayışına girebiliriz ki çare arayışında da cevaplar aslında sebeplerin karşılığıdır. 

Adalet sisteminin düzeltilmesi, etkin denetim mekanizmasının gerçekleştirilmesi, adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinme problemine çare bulunma, 
siyasi yozlaşmanın önlenmesi ve ahlaki yozlaşmanın önlenmesi diye bir çareler sistematiği getirdiğimizde de sebeplere karşı yapılması gerekene varırız 
diye düşünüyorum. Adalet sistemi bugün tıkanmış durumdadır. Dava sayıları ile ilgili problem ortadadır. Bu problemin büyük bir halde yaşanıyor olması 
adaletin gecikmesini, toplumun adalete olan inancını ve devlete olan güvenini olumsuz yönde etkilemektedir. Vatandaş adalet sistemi yerine hakkını 
adalet dışı, yasa dışı yerlerde arar durumdadır. İşte bu manada bir sokak mafyasının ortaya çıkması ve yasa yerine hakim unsur haline gelmesi hadisesi 
yaşanmaktadır. Yargı bağımsızlığının sağlanması önemli bir hadisedir. Hakim ve savcılar yüksek kurulunda yürütmeyi temsilen Adalet Bakanının başkam 
olarak yer alması ama diğer üyelerin doğrudan yüksek yargı organlarınca belirleneceği ve sistemin hakim ve savcılar yüksek kurulunun özerk bir yapıya 
kavuşturulması ile işletileceği bir hale getirilmesi uygun olacaktır diye düşünüyorum. Kanun önünde herkese hak arama hürriyeti tanınması ve 
demokratikleşmenin bu hak arama hürriyetinin eşit bir şekilde kullanılmasının sağlanması gerektiği inancındayım. İdare kapalı kapılar arkasında 
yolsuzlukların yapıldığı bir yapıdan kurtarılarak, idari yargının iş yükünün hafifletilmesinin sağlanması ve insanımıza hukuk güvenliği imkanının 
getirilmesi gerekmektedir. Yasaların herkes tarafından anlaşılır şekilde sadeleştirilmesi ve güncelleştirilmesi şarttır. Sonuçta, baklava çalan çocuklara 
çok ağır cezalar verilirken devleti trilyonlarca zarara uğratanlara komik cezalar verildiği gerçektir. Suç ve ceza arasında orantılılık ilkesi maalesef uygun 
bir denge halinde ve kamu vicdanını rahatlatacak bir şekilde uygulanmamaktadır. Şimdi bankaları soyanlarla ilgili son günlerde kamu oyundaki tartışmaya temas etmek istiyorum, kısaca. Efendim; kurtarıyorlar diye başlık var gazetelerde. Adam yüz milyon dolar götürmüş, yüz elli milyon dolar götürmüş, yüz milyon doları getirse bırak gitsin. Yani getirsin de gitsin. Efendim kurtarma, niye kurtarma diye bunu, ben gerçi bu tartışmanın tarafında 
"MHP'nin bu işe karşı çıktığı" yazılıyor bir yandan da teklif getiriliyor, MHP karşı çıkıyor diye. Doğru ben cezanın çekilmesi gerektiği inancındayım, ceza 
hukukçusu olarak. O ayrı bir hadise. Cezayı çektirelim adama ama zaten yatıracağımız bir sene, iki sene, üç sene. Üç sene sonra adam çıkıp beyler, 
paşalar gibi bu toplumda geçecek olduktan sonra, bu parayı devlete ödemeyecek olduktan sonra, yetimin hakkını geri iade etmeyecek olduktan sonra... 
Sayın Başkanın dediği gibi, bırakalım bu parayı getirecek bir sistemi koyalım ortaya. Ya da bu cezaları zaten çok had safhada fazlalaştıralım ki caydırıcılığı 
olsun, cezaların caydırıcılığı da yok. Yüz elli milyon doları götüren bir adam Türkiye'de iki sene yatmayı göze alır. Zaten netice öyle. Hızlandırılmış ve 
etkin yargılama süreci, adli polis teşkilatının kurulması gibi konular, adalet sisteminin düzeltilmesinde etki sağlayacaktır. 

Bir konu daha; Memurun Muhakematı Hakkında Kanun da mutlaka düzenleme yapılması gerekmektedir. Etkin denetim sistemi oluşturulması ile ilgili hadiseye 
bir kısa göz atmak lazım. Yargı denetimi malum mahkemeler, yasama denetimi, meclis soruşturması, meclis araştırması, gensoru, genel görüşme yoluyla 
Meclis tarafından yapılan bir hadisedir. Fakat bunun dışında; Başbakanlık, Yüksek Denetleme Kurulu, Sayıştay vesaire gibi denetleme birimleri vardır. 
Yürütmenin denetimi ile ilgili teftiş ve hesap uzmanlık kurumları vardır. Bir de diğer denetim birimleri başlığı altında Devlet Denetleme Kurulu, Rekabet Kurumu, denetim firmaları, Büyükşehir Belediyelerinin teftiş kurulları, mali müşavirlik ve yeminli mü-şavirlik müesseseleri denetim organı olarak 
yer almaktadır. Fakat bunlar denetim birim¬lerinin yeniden yapılandırılması gibi bir hadise ile yeniden ele alınmak zorundadır. Bizim görüşümüz yolsuzlukları 
önlemek, yolsuzluklarla mücadelede etkin ve kalıcı politikalar üretmek ve ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak üzere mutlaka özerk bir 
"Yolsuzlukla Mücadele Kurulu'nun" oluşturulmasını istiyoruz. Bu denetim, çift başlılığa veya çok başlılığa son verecek. Ayrıca Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulunun Sayıştay bünyesine alınmasıyla Sayıştay denetimini daha iyi hale getirmek lazım. Kamu denetçiliği, ombudsman sisteminin şeffaflık ve yargının iş yükünün azaltılması açısından önemli gördüğümüzü belirtmek istiyorum. Denetim etkilerinin etkinliğinin sağlanması çok önemlidir. Denetim bulgularını sonuç ve önerilerini ört bas etmeye zorlanmayacak ve bunları sağlamak amacıyla teminatlar verilmek anlamında bağımsızlık ilkesinin bütün denetim birimlerine tanınması ve bunun yasal düzenleme ile teminat altına alınması gerekmektedir. Bürokratik tıkanma ve kirlenmenin önlenmesi çok önemli bir hadisedir. Devlet dairelerinin vatandaşın çile yeri olmasından çıkarılmasını sağlayacak bürokratik tıkanma ve bürokratik kirliliği önlemek gerekmektedir. Özelleştirme ile ilgili, şeffaflık dürüst bir özelleştirme gerekliliği açıktır. Bürokrasinin özellikle yolsuzluk yapılabilecek alanlarındaki karar verme mekanizmaları asgariye indirilmelidir, diye düşünüyoruz. Adam kayırma, rüşvet ve haksız mal edinmenin önlenmesi ile ilgili çok acil tedbirlere ihtiyaç vardır, işe alma ve terfilerle kayırmacılığın önlenmesi, kamu iktisadi teşebbüslerinin arpalık olmaktan çıkarılması, haksız mal edinmenin kontrolü ve önlemesi çok önemlidir. Mal bildirimlerinin periyodik olarak denetiminin yapılması sağlanmalıdır. 
Türkiye'de mal edinme bildirimi yapılmaktadır, denetimi yapılmamaktadır. Siyasi partilerin merkez yönetimlerinde mal bildirimine bulunma kapsamına alınmalıdır diye düşünüyoruz. Kamu ihale sisteminin mutlaka ve mutlaka yeniden düzenlenmesi ve bunların açık, şeffaf bir ihale sistemine dönülmesi gerekliliği inancındayız. Bu manada kontrol mühendisliği kavramının geliştirilmesi ve ayrı bir denetim birimi hüviyetine getirilmesini gerekli görüyoruz. 
Bunun dışında en önemli konulardan birisi, siyasi yozlaşmanın önlenmesidir. Milletvekillerinin özel şirketlerde yönetim kurulu üyeliğinde bulunmalarını 
engelleyecek etkin hukuki düzenlemelere ihtiyaç vardır. Temiz siyaset ve temiz yönetim beklentilerini boşa çıkarmayacak, siyasetin yozlaşmasına ve 
toplumsal değerlerin aşınmasına sebep olmayacak, bir siyasi yapılanmaya mutlaka geçilmesi gerekmektedir. Bunun için anayasanın 100. TBMM iç tüzüğünün 107 ve 113. maddelerinde ceza ön soruşturması niteliğinde denetim kurumu getirilebilir. Meclis soruşturması adeta siyaset arenasındaki kullanılan bir silah haline getirilmemelidir. 

Malum Bakanlar, Başbakanlar hakkında çok ağır ithamları ihtiva eden soruşturma yönergeleri siyasi partiler arasında bir önergeler savaşına dönebilmektedir. 

Rejimin teminatı olması gereken siyasi partiler, giderek bir kan davası halinde birbirleri ile ilgili soru önergelerinin pazarlığının yapan kurumlar haline 
getirilmiştir. Bunlar Meclisin çalışma sistemini tıkamıştır, aylarca Meclis bu işlerle uğraşmıştır. Ama karşılıklı aklamalar, paklamalarla da hiçbir netice alınmadan bu işler adeta tarihin çöplüğüne atılmıştır. Milletvekillerinin parti değiştirmesi mutlaka önlenmelidir. Milletvekillerinin Meclis kürsüsü dışındaki siyasi faaliyetleri dışında dokunulmazlık zırhının kaldırılmasından yanayız. Bütün bunları siyaset ile ilgili mutlaka yapılması gereken ve siyasi kirliliği giderici tedbirler olarak görüyoruz. Son olarak yolsuzluk yapan kamu görevlileri, tüketiciyi aldatanlar, vergisini vermeyenler, siyasiler kimse bütün bunları bir teşhir edilme cezası ile cezalandırmayacaksak ve toplumda bütün bunları bir şekilde kınayacak bir sistemi kuramayacaksak, bu işleri beceremeyeceğiz demektir. Ahlaki yozlaşmayı önlemek şarttır. Bir insanda Allah korkusu varsa bir şeylerden korkar, bir şeylerden çekinir. 

Neticede bu ahlaki yozlaşmanın tesiri ile ve bu ahlaki yozlaşmanın sebep olduğu bir noktadır, geldiğimiz nokta. Bütün bunlann yeniden düzene kavuşmasının 
tek şartı vardır. İnsanlar ya Allah'tan korkmayı öğrenecek, ya vicdani bakımdan sorumlu olmayı öğrenecekler, kendi vicdanlarına karşı sorumlu olmayı 
öğrenecekler, ya da birbirinden utanmayı, kuldan korkmayı, kulun kendi kendisini tenkidini getirecek bir sistemde yaşamayı öğrenecekler. 

Eğer biz bunu gerçekleştiremezsek aslında bütün bu konuştuklarımız birer teorik sözde kalır. İstediğimiz kadar kanun çıkaralım, istediğimiz kadar sosyal ahlak yasası gibi bir yasa çıkaralım ki onu da teklif ediyoruz, "sosyal ahlak yasası mutlaka çıkarılmalıdır" diye düşünüyoruz ama, bütün bunlarla ilgili son söz olarak söyleyeceğim; toplumda ahlaki yozlaşma bütün bu işlerin sebebidir. Ahlaki yozlaşmaya son verecek bir ahlak reformunu gerçekleştiremezsek bu toplumda bütün bunları daha çok seneler konuşuruz diye düşünüyorum. 

Saygılar sunuyorum.

- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)

Çok teşekkür ederim Sayın Yahnici. Konu tabi çok ciddi bir konu, katılımcılar çok ciddi. O bakımından herkesin yüzünde bir gerginlik görüyorum. 
Bir kısmımızın bildiği bir fıkra var biliyorsunuz. Eski Sovyetler Birliği'nde adamın biri şişe şişe votkayı içmiş, kafayı iyice bulmuş çıkmış sokağa gece yarısı küfür ediyor. Güvenlik güçleri tutmuşlar adamı karakola götürmüşler, hemen hakkında devlet büyüklerine hakaretten zabıt tutulmuş.

Adam sarhoş ne yaptığını bilmiyor. Sabah ayılmış demiş "Ben niye buradayım?" "Devlet büyüklerine küfür ediyorsun" demişler. " Biz sarhoşuz ama aptal değiliz. Yani küfür ediyorduk ama biz devlet büyüklerine değil alenen ortalığa ediyorduk" demiş adam. " Hadi hadi demişler biz kime küfür edileceğini biliriz ". Doğrusu bu fıkra sık sık aklıma geliyor. Benim memurum işini bilir konusundan dolayı. Rahmetli Özal kalksa dese ki; "ya ben öyle söylemedim, memurum tasarrufu bilir, düşük maaşla geçinmesinin yolunu böyle bulmuştur, az harcıyor" dedim. Hadi hadi boş ver biz memurumuzun ne olduğunu biliriz demek mi istiyoruz acaba? Evet Sayın Elkatmış'ta sıra. Buyurunuz efendim.

- MEHMET ELKATMIŞ (FP Milletvekili)

Değerli katılımcılar ve değerli dinleyenler hepinize saygı ve sevgilerimi sunuyorum. Böyle bir günde yolsuzluk konusunda böyle bir panel düzenleyen, 
Ankara Ticaret Odamıza ve Başkanına teşekkür ediyorum. Tabi ki burada konuşalacak çok şey vardı. Ancak Sayın Başkanımız, Ticaret Odası Başkanımız 
Sinan Bey o kadar güzel özetledi ki bize söyleyecek bir şey kalmadı. Konuyu bütün yönleriyle özetledi, her şeyi söyledi. Bizde müsaade ederseniz bu 
konuda zenginleştirme kabilinden, sayın Başkanımızın ifade ettiği hususlarda katkıda bulunmak istiyoruz. Bilindiği gibi Türkiye'de 3 Kasım 1996 tarihinde 
Susurluk'ta bir kaza olmuştu. Bu kazadan sonra insanlarımız dehşet içerisinde kalmıştı. Türkiye'de neler oluyor diye merak başlamıştı ve bu merak, bu 
dehşete düşme, bir toplumsal tepkiye de dönüşmüştü. İşte o zamanda komisyonlar kuruldu. Bugüne kadar gel¬dik. Ama gün be gün Türkiye'de öyle 
şeyler oluyor ki her gün insan; 3 Kasım 1996'da Susurluk'ta meydana gelen olaydaki ortaya çıkan pislikler her gün daha büyük oranda ortaya çıkmaya başlayınca, artık kanıksamaya başladı. Türkiye'de yolsuzluk deniyor. Ben bu yolsuzluk kelimesine karşıyım. Niye? Lügata baktım yolsuzluk biraz işin kibarlaştınlmış şekli. Aslında buna hırsızlık demek, namussuzluk demek daha doğru olur. Çünkü "yolsuz" deyince gayet normal karşılanıyor. 
Toplumdaki beklenen etki, tepki, nefret, öfke yerini bulmuyor. Gayet normal olarak insanlar yine faaliyetlerine devam ediyor. Cemiyet içerisinde yine 
muteber insanlar olarak dolaşıyorlar. Ama hırsız deyince, bir insana namussuz deyince, herhalde bunun meydana getireceği etki, tepki, nefret, öfke daha 
değişik olur. Tabi bunu bildikleri için bu işi yapanlar kibarlaştırmışlar yolsuzluk deyip geçiyorlar. Baştan bu kelimeye itiraz ediyorum. Tabi dilimiz alıştığı 
için maalesef bu kelimeyi kullanmaya devam ediyoruz. Yolsuzluk işte son zamanda ortaya çıkarılıyor. Bir ta¬kım güzel operasyonlarda yapılıyor. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,

***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 2


YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 2


HORTUMLANAN 12 MİLYAR DOLAR İLE NELER YAPILABİLİRDİ?

2001 yılı bütçesinden Sağlık Bakanlığı'na ayrılan pay 1.8 milyar dolar. Yani 70 milyon insanımıza 1.8 milyar dolar 12 banka sahibinin sağlığına 
12 milyar dolar. 70 milyonda adam başına 26 dolar, 12 banka sahibine adam başına l milyar dolar
12 milyar dolara 12 milyon bilgisayar almak mümkündür.
Her biri 300 milyon dolardan 40 boğaz köprüsü yapılabilir.
800 bin konut inşa edilebilir.
2 milyon memura ayda 350 milyon TL para verilebilir.
200 yataklı ve tam donanımlı 400 hastane yapılabilir.
Adam başına 120 milyondan 70 milyon kişi tepeden tırnağa giydirilebilir.
980 bin aileye 10 milyarlık araba alınabilir.
Aylık 100 milyon liradan 7 milyon öğrenciye l yıl karşılıksız burs sağlanabilir.
Her biri l milyar dolardan 12 dev baraj yapılabilir. Böylelikle ülkenin enerji sorunu kökünden hallolur.
Tanesi 150 milyon dolardan 80 adet yolcu uçağı alınabilir. Bu durumda THY, dünyanın en büyük filosu haline gelir.
Her biri, 100 milyar liradan, 84.500 okul yapılabilir.
2001 bütçesinde öngörülen açık 7 milyar dolardır. Eğer 12 milyar dolar hortumlanmasaydı, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bütçe açığı yaşanmayabilirdi.
Asgari ücret rahatlıkla vergi dışı bırakabilir, ücretlilere önemli bir iyileştirme sağlanabilirdi, (asgari ücretten devletin aldığı vergi 2 milyar dolardır)
2001 yılı faiz ödemelerinin (24 milyar dolar) yarısı karşılanabilirdi.


12 MİLYAR DOLAR


Türkiye'nin 2.5 yıllık turizm gelirine eşittir.
25 yılda KKTC'ye yapılan toplam 550 milyon doların 22 katıdır.
2001 bütçesinde Adalet, Sağlık ve Milli Eğitime ayrılan toplam para 8 milyar dolardır.
Asgari geçinme indeksi 570 milyon liradır. 12 milyar dolar 14 milyon 700 bin ailenin yani 58 milyon nüfusun l aylık geçim parasına eşittir.
45 milyar dolarlık iç borcun %37'sine eşittir.
2001 yılında yatırımlara ayrılan pay 5 milyar dolardır.
2001 yılı ihracat gelirlerinin (31 milyar dolar) %28'ine eşittir. hortumlanan 12 milyar dolar para
Türkiye'nin milli gelirlerini 185 dolar azaltmıştır.

Değerli Konuklar,

Diğer yandan, bazı özel bankalar kendi öz kaynaklarını tükettikleri, kendi firmalarına para aktararak içini boşalttıkları gibi, bir de devlet bankalarını 
dolandırmışlar.
Kimlerdir bunlar?.
Sayın Yüksel Yalova açıklamıyor, çünkü "açıklarsam suç olur" diyor.
Sayın Yalova'ya tekrar sesleniyorum. Devlet bankalarından kimlerin kredi kullandığını, siz açıklamıyorsanız, verin ben açıklayayım.
Diğer yandan, 'Gavura küsüp, oruç bozmanın da alemi yok' Borçlarını ödemek isteyen banka sahiplerine bir şans verilmesi konusu da tartışılmalıdır.
Bunu, "Ne koparırsak o kar" mantığı ile söylüyorum.
Aksi halde bu paralar yerine "pul" alırsınız.
Çünkü eğer devletin daha iyi bir formülü yoksa, devletin usulsüz yaptığı ödemeler veya birinin zimmetine geçirdiği paralar, 5 yıl sonra devlet 
tarafından geri alınırken, devletin kabul ettiği toplam 5 yıllık enflasyon oranı yüzde 10'dur.
Benim bildiğim böyle. Böyle değilse aksini söylemelerini hükümet yetkililerinden bekliyorum.
Eğer hırsızsanız, bu şartlarda banka soymazsınız da ne soyarsınız?. Sistemin yasalarının kendisi soyguna davetiye çıkarmaya yetiyor.
"Benim memurum işini bilir" diyenler, bu sözü ederken "Kötü niyetli banka sahibinin de işini bilebileceğini" hiç mi düşünmediler?
O sözde dar gelirli devlet memurunun aldığı küçük rüşvetleri "masum" göstermeye yönelik bu sözün, Türkiye'nin geleceğine ipotek koyacak sonuçlara 
yol açacağını hiç mi düşünmediler?
Batık paraları almaya gelince 5 yıl için yüzde 10 faiz işleteceksin, memura yüzde 10 zam vereceksin, Moturlu kara taşıtları vergilerini bir yılda yüzde 
56 artıracaksın...
Yok öyle şey!..
Devlet, 'Ben devletim' diyerek 'nüfuz ticareti' yapamaz. Devlet, "Ben yaptım oldu" derse, soyguncu da "Ben soydum oldu" der.
Eğer bu ülkede hukukun üstünlüğünü tam olarak uygulamayacaksak, adil bir devlet düzeni kuramayacaksak, burada yolsuzluğa çare aramaya hiç 
 gerek yok.
Sorunun kaynağı yerine, türevleri ile savaşıp duralım.
Diğer yandan, fona önce 3, sonra 5, en sonunda da 2 banka devredildi.
Eğer bu bankaların durumları, suçlu olan banka sahipleri hakkında yapılan işlemler, tam olarak ve ayırt edilmeksizin kamuoyuna açıklanmazsa, 
kamuoyu başka sorulan gündeme getirecektir.
Bir adım daha atıyorum ve diyorum ki; Türkiye bir arınma sürecine girmek istiyorsa, sadece yolsuzluğa bulaşmış sözde iş adamlarını yargılamakta 
yetmez.
Bir de buzdağının altı var.
Bunların siyasi bağlantılarını da gün ışığına çıkarmak, yolsuzluğa bulaşmış bürokratların ve onlara emir veren siyasilerin üzerine gitmek lazım.
Ben sayın Tantan'a ithaf ederek buradan bazı 'Nüfuz casuslarını' açıklıyorum...
Engin Araş,   Banka ve Kambiyo Genel Müdürü olarak görev yaptığı sırada 15.10.1997 tarihinde istifa ederek, 24.12.1997'de Yurtbank Genel Müdür 
Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi olarak göreve başlıyor...
Bayram Eser, Hazine Müsteşarlığı Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanıyken, 31.3.1997 tarihinde istifa ediyor, ertesi gün Yurtbank 
Genel Müdür Yardımcısı ve Yönetim Kurulu Üyesi oluyor...
Mustafa Kırali, Hazine Müsteşarlığı Bankalar Yeminli Murakıplar Kurulu Başkanıyken, 1998 Ağustosunda emekli olup, l Eylül'de Yurtbank'ta 
çalışmaya başlıyor...

Mustafa Selçuk, Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yaparken, 16 Temmuz 1997 de istifa ediyor, l Ağustos 1997'de Kentbank'ta 
göreve başlıyor...
Ekrem Aydemir, Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yaparken, 16.6.1999'da istifa ediyor, aynı gün İnterbank Genel Müdür Yardımcısı olarak göreve başlıyor...
Salih Şevki Doruk, Ziraat Bankası Genel Müdür Vekili ve Yönetim Kurulu Başkanı olarak görev yaparken, 16 Ocak 1998'de istifa ediyor, aynı tarihte  usulsüz olarak kredi tahsis ettiği Ceylan Holding'de finans koordinatörü olarak göreve başlıyor...
Yener Dinçmen, Başbakanlık Hazine Müsteşarı olarak görev yaptığı sırada 4.5.1995 tarihinde ayrılıp, 1995 Haziran ayında Toprakbank Yönetim 
 Kurulu Başkanı olarak göreve başlıyor.
Tevfik Altınok, Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarı iken, 1.3.1993 tarihinde bu görevinden ayrılıp, aynı gün Koçbank Yönetim Kurulu Başkanı olarak 
göreve başlıyor.
Ahmet Mahir Barutçu, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Müsteşarı olarak görev yaptığı sırada 8.2.1994 tarihinde görevinden ayrılıp, 1.1.1995 
tarihinde Bayındır Holding'te göreve başlıyor...
Mehmet Savaş, Halkbank Genel Müdür Yardımcısı ve Ziraat Bankası Genel Müdür Yardımcısı iken, 5.1.1996 da görevinden ayrılıp, kredi ilişkisinde 
bulunduğu İhlas Grubuna ait İhlas Finans Genel Müdürü olarak göreve başlıyor.
Fehmi Gültekin, Vakıfbank Genel Müdürü iken, Nisan 1997'de görevinden ayrılıyor, kredi ilişkisinde bulunduğu Bayındır Holding'e Finans Koordinatörü 
oluyor.
Hasan Kılavuz, Vakıfbank Genel Müdürü iken, 10 Mart 1998 tarihinde görevinden ayrılıp, kredi ilişkisinde bulunduğu Süzer Holding Yönetim Kurulu 
Başkan Yardımcısı, Kentbank Yönetim Kurulu Üyesi ve Kent leasing Yönetim Kurulu Üyesi olarak görev alıyor.

Değerli konuklar,

Şimdi "ne var bunda" diyeceksiniz.
Şimdi ben size bir kanun maddesi okuyacağım.
"Bu kanun genel bütçeye dahil daire, kurum ve kuruluşlar ile katma bütçeli kuruluşlar ve bunlara bağlı döner sermayeli kuruluşlarda, fonlarda, 
belediyelerde, özel idarelerde, sermayesinin yarısından fazlası ayrı ayrı ya da birlikte Hazine'ce veya yukarıda belirtilen kuruluşlarca karşılanan 
yerlerde, aylık ücret ya da ödenek almak suretiyle görev yapmış olanlar hakkında uygulanır.


Bu madde kapsamına giren yerlerdeki görevlerinden hangi sebeple olursa olsun ayrılanlar, ayrıldıkları tarihten önceki iki yıl içinde hizmetinde 
bulundukları daire, kurum ve kuruluşlara karşı, ayrıldıkları tarihten başlayarak üç yıl süreyle o daire, idare, kurum ve kuruluştaki faaliyet alanları ile 
ilgili konularda doğrudan doğruya veya dolaylı olarak görev ve iş alamazlar, taahhüte giremezler, komisyonculuk ve temsilcilik yapamazlar."
Yorumu size bırakıyorum.

Değerli Konuklar,

Türkiye'de her kurum 'Aynalar da yalan söyler' diyebilmelidir.

Aynalara yansıyan işadamı, siyasetçi, bürokrat suretlerinin ardındaki o gerçek kimliği, bu ülkenin insanları artık "itiraf" edebilmelidir.
Bu "itiraf da, ya da "deşifre" sürecinde taraf ayrımı yapılırsa, yolsuzluk ile mücadeleye en büyük kötülük yapılmış olur.
Keşke internette birileri 'yolsuzluk yaptığımı, rüşvet aldığımı ya da verdiğimi itiraf ediyorum' türünde bir site açsa da bu ülkenin insanları, isim 
 veremeyerek de olsa içlerini dökebilseler.
Şimdi bir başka "masum" gibi görünen ancak sonuçlarının nelere mal olacağı hesaplanmayan bir örnek olay daha vereceğim.
Geçenlerde nüfus sayımı yapıldı. Türkiye'nin nüfusu bir anda 71 milyon 600 bine çıktı.
Sonradan anlaşıldı ki, illerine daha fazla fayda sağlasın diye bindirilmiş kıtalar il il dolaşarak nüfus artışını tavana vurdurdular.
Şimdi bu olayın sonuçlarına bir bakalım.
Tam olarak hesaplamadım ancak, 1999 yılında 6.4 küçülen ekonomi nedeniyle 3200 dolar seviyesinden 2880 dolara inen kişi başına düşen milli 
gelirimiz, bu nüfus sayımında bunu da altına indi.
Diğer yandan, illerin çıkardığı milletvekili sayıları bu 'masum' nüfus artışları yüzünden ters-yüz olacak.
Yani bir ilin hakkını başka bir il yiyecek.
O il, bir başka ilden, İller Bankası'ndan alınan yardımlardan daha fazla alacak.
Türkiye'nin ileriye dönük olan plan ve programları bu çarpıtılmış rakamlar üzerinden sağlıksız şekilde yapılacak.
Bu uygulamanın arkasında o illerin ya da ilçelerin Belediye Başkanlarının telkinleri olduğunu biliyoruz.
O zaman buna 'siyasi yolsuzluk' demek gerekir mi, gerekmez mi, yorumu size bırakıyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Her türlü ayak sürümeye rağmen, kamu bankalarının önce özerkleştirilmesi, sonra özelleştirilmesi konusunun komisyondan geçerek Meclis 
gündemine alınması son derece önemli bir gelişmedir.
Ahmet Necdet Sezer gibi bir Cumhurbaşkanımızın, Saadettin Tantan gibi bir İçişleri Bakanımızın, Zekeriya Temizel gibi Bankacılık Üst Kurulu 
Başkanımızın, Vural Savaş gibi Cumhuriyet Başsavcımızın, Nuh Mete Yüksel, Talat Saik gibi savcılarımızın aynı dönemde görev yapmaları, Türkiye için büyük şanstır.
Bu isimlerin "inci" gibi korunması gerektiği yönündeki temennilerimi tekrarlıyorum.
Diğer yandan, bankalar kanununda yapılan değişikliklerin meyvelerinin yeni yeni alındığını da düşünürsek, gelecek için çok kötümser olmamak  gerektiğini vurgulamak isterim.
Ancak, bankacılık sektörü "bıçak sırtı" bir döneme girmektedir. 2001 ve 2002 yıllarında bu sektör "sırat köprüsü"nden geçecektir.
Çünkü, 1998-99 yıllarında devlete para satarak kazanç sağlama dönemi geride kaldı.
Sektörde bankaların sayısı gereğinden fazla ve sektörde rekabet yüksek.
Bu tehlikeli yılları bankalarımızın çok dikkatli geçmesi gerekiyor.
Bu tehlikeler ortadayken, banka birleşmelerine vergi muafiyeti getirilmesinin avantajlarını, sektörün iyi değerlendirmesi gerekir.
Geçtiğimiz günlerde Mecliste bankalar konusunda genel görüşme açılması isteği, iktidar partilerinin oylarıyla reddedildi.
Bunun mantığını anlamakta oldukça güçlük çektiğimi söylemeden geçemeyeceğim.
Bankaların bu durumda olmasından şu andaki hükümet sorumlu değildi ki, neden üzerlerine alınma gereği hissettiler, anlamadım.
Bankacılık sistemini tartışarak, daha iyi bir sistemi oluşturma, çözüm bulma fırsatını neden kaçırdılar?
AB gündeminin l. sırasında bulunan yolsuzluk konusunda, TBMM'nin duyarlılığını dünya kamuoyuna işletmekten neden kaçındılar?
Yolsuzlukları, kamuoyu denetimine açmaya, kamuoyunun yolsuzluklara karşı daha duyarlı hale gelmesine olanak tanıyacak bu eşsiz fırsatı neden 
teptiler?
Ülkenin Meclisinde yolsuzlukları sorgulamak, Türkiye'nin itibarını zedelemeyeceği gibi, yolsuzluklar karşısında "duruşunu" da netleştirir.
İktidarlar, sevmedikleri konuları bile tartışabilmelidir.
Bu durumdan, bir vatandaş olarak üzüntü duydum.
Sırası gelmişken bir öneride de bulunmak istiyorum.
Sahte Atatürkçülüğü yolsuzluğun kamuflajı yapmayalım.
Atatürk'ün kemiklerini sızlatmayalım.
Bu gün de 20 Kasım. Gelin, 10-20 Kasım tarihlerini 'Yolsuzlukla Mücadele Günleri' olarak belirleyelim ve çeşitli etkinliklerle her yıl bu fırsatı 
değerlendirelim.
Toplum bu hastalığı unutmasın. Dünya önemli günler tarihine bir şerh de Türkiye koysun.

Değerli Konuklar,

Konuşmamın son bölümlerinde bazı tesbitlerimi sunmak istiyorum.
Yolsuzlukla mücadele için kamu alımlarında saydamlığın mutlaka sağlanması gerektiği inancındayım.
İş, dünyasında dürüst davranışları ve duruşları destekleyecek ve özendirecek bir sistemin işletilmesi gerektiği inancındayım.
Özellikle Ticaret ve Sanayi Odaları'nın özendirme ve cezalandırma kriterlerini yeniden gözden geçirerek gündemlerine almaları gerektiği 
düşüncesindeyim.
Ankara Ticaret Odası olarak buradan açıkça ifade ediyorum ki, yasa önünde suçlu  olduğu kanıtlanmış üyemizi bu çatı altında asla tutmayacağız.
Diğer yandan, seçim kampanyalarının ve siyasi partilerin finansmanı konusu üzerinde uzun uzun düşünülmesi gerekmektedir.
Yolsuzluğu ihbar edenleri ve ortaya çıkaranları koruma konusunun son derece önemli olduğunu, hatta bu kişilerin ödüllendirilmesi gerektiği 
düşüncesindeyim.
Ve nihayet güvenlik güçlerinin ve yargının tam bağımsızlığının asla unutulmaması gerektiğini de vurgulamak isterim.
Son olarak, eğer bu yolsuzluk belasından kurtulamazsak, Avrupa Birliği yerine Afrika Birliği'ne gireriz.
Konuşmama son verirken hepinizi saygıyla selamlıyor, Temiz toplum-temiz siyaset ve temiz düzen savaşçılarına bu uğurda başarılar diliyorum.


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,

***

YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 1




YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 1


PANEL
ANKARA - OCAK 
2001 ATO YAYIN NO: 15


Derleyen: ATO Danışmanlık Birimi Dizgi, dizayn, basım: GRAFİKER Ofset 417 63 93 - ANKARA

ÖNSÖZ

Türkiye'nin, Ekonominin düze çıkarılması bağlamında, enflasyon ve faiz kıskacından kurtulma adına başlattığı çalışmalar devam ederken, eski olmakla birlikte boyutları yeni yeni farkedilen, "yolsuzluk ekonomisi" de her yönüyle masaya yatırılmaya başlandı.

Yorganın ucunun biraz açılması ile vatandaşın algılamakta sıkıntı çektiği, hayret ve dehşetle izlediği olaylar silsilesi birbiri ardına sıralanmaya başlandı. 
Belki de hiç kimse, yıllardan beri bildiğini zannettiği hususların bu kadar gerçek! olacağını tahmin edemiyordu. Kamuoyunun şaşkınlığı, İçişleri Bakanı'nın 
"Yolsuzluğun boyutu, ortaya çıkarılanların sadece binde biridir" şeklindeki açıklaması ile, daha da arttı. Öyle ya, ülkenin tutulacak dalı kalmamıştı ve pis 
kokular neredeyse her yeri sarmıştı. O zaman, bu kirlilikten nasıl kurtulunacaktı, çeşitli çıkarlar soruşturmaların sağlıklı şekilde yürütülmesine fırsat tanıyacak 
mıydı, devletin ve milletin başına çöreklenmiş bu "bitler" temizlenebilecek miydi?

Gayet açık bir şekilde ortadadır ki, ülkenin geleceğine ipotek koyan, vatandaşla devletin arasım açan, dürüstçe çalışmayı ve hak aramayı zorlaştıran bu durum 
düzeltilmedikçe, ne ekonomik ne de sosyal kalkınmanın sağlanması mümkün değildir. Ülkenin binbir güçlükle kazandığı, kalkınmaya ve halkın refahına 
harcanması gereken paralar birkaç bin sülük tarafından karmaşık ilişkiler yumağı sonucu emilmiştir. İşadamı, bürokrat ve siyasetçi bağlamında yaşananlar 
henüz tam anlamı ile ortaya konulamamıştır. Menfaat çetelerinin ve nüfuz istismarcılarının, şahsi ihtirasları adına yol açtıkları zararın gerçek boyutunu 
bilmek zordur ancak, yaşanan soruşturmalar eğer sulandırılmaz ise, çok kısa sürede önemli mesafeler elde edebilir.

Paraşüt ile çarpıcı isim konularak başlanan operasyonlar birbiri ardından gelmiştir. Umut, Buffalo, Balina, Hasat, 1. Perde ve Beyaz Enerji isimlen verilen 
operasyonlarla ilgili soruşturmalar yapılıyor. Her ne kadar biz soruşturma açmayı iyi bilip, sonuç almada pek başarılı olamıyorsak da son günlerde "Bu kez başka" denildiğini, sonuç alınabileceğini iddia edenlerin sayısı hiç de az değil.

Bu sayının artırılabilmesi devlete bağlı. Şeffaflığın sağlanması, devletin ekonomiden çekilmesi, adalet reformunun gerçekleştirilmesi yasaların günün şartlarına uyarlanması, demokrasinin geliştirilmesi vb. icraatlara hız vermek gerekiyor.

Şimdi ileriyi daha iyi görme fırsatı var. İktidarı oluşturan siyasetçiler bu konuda sorumluluk taşımalı ve eş-dost baskısından uzak kalmayı unutmamalıdır. 
Kirlilik, bulaşıcı hale gelmiş ve toplum bundan büyük rahatsızlık duyunca temizliğe başlanmıştır.

Suçlular mutlaka cezasını bulmalıdır. Suçlularını cezalandıramayan devlet yenilerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Hukukun olmadığı yerde 
adaletten bahsetmek mümkün değildir. Eğer, yapanın yanına kar kalmadığı bir düzeni sağlayabilirsek, ekonomik sorunların kısa sürede tümüyle ortadan 
kalktığını görebileceğiz.

Bu kitabı, Odamızca düzenlenen "Yolsuzluk Kıskacında Türkiye" konulu panel notlarından derlenmiştir.
Ülke gerçeklerini gayet iyi ortaya koyan bu yayını okuduğunuzda, kıskacın boyutlarını daha iyi anlayacağınıza inanıyoruz.

Saygılarımızla,
Sinan Aydın AYGÜN
ATO Yönetim Kurulu Başkanı


AÇIŞ KONUŞMASI SİNAN AYGÜN ATO Yönetim Kurulu Başkanı

Değerli konuklar Türk basınının değerli temsilcileri,

Yolsuzluk kıskacında Türkiye konulu panelimize hoş geldiniz diyor, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bugün bu kadar seçkin, konularında her biri uzman olan deneyimli bu kişileri burada toplayan neden, son 20 yıldır yakamıza "kene" gibi yapışan; 
"sülük" gibi kanımızı emen; yoksulluğun, terörün, gelir dağılımındaki bozukluğun, enflasyonun temel nedeni olan yolsuzluğu mercek altına almak; 
bu toplumsal illetten kurtuluşiçin, devletin organize güçlerine paralel olarak, sivil güçleri de harekete geçirmektir.
Türkiye'nin yolsuzluklar konusunda geldiği nokta, tüm sınırların aşıldığı, tahammülün kalmadığı, bıçağın kemiğe dayandığı noktadır.
Yolsuzluğun boyutları öylesine büyümüştür ki; Anayasal düzeni, toplumsal dengeleri sarsacak hale gelmiştir. Faturası ek vergilerle hep sessizliği sineye çeken halkın üzerine yıkılmaktadır.
Tablo o kadar vahimdir ki; Dünya Bankası'nın ülke bazında yaptırdığı 'yasal olmayan ödemeler indeksi'nde Türkiye 1. Sıraya oturmuştur.
Yine Uluslararası Şeffaflık Örgütü'nün 99 ülkeyi kapsayan indeksinde Türkiye, 10 üzerinde 3.6 katsayı ile Filipinler, Mozambik ve Zambia gibi 
ülkeler grubu arasında 54. sıradadır.
Bu ülkelerin kişi başına düşen milli gelirlerine bakacak olursak; Türkiye 2880, Filipinler 1020, Zambiya 320, Mozambik 230 dolardır.
Oysa, yolsuzluk liginde 10 üzerinden 10 almış Danimarka'nın milli geliri 32 bin dolar, 9.8 almış Finlandiya'nın 23 bin 780 dolar, 9.4 almış 
Yeni Zellanda'nın 13 bin 780 dolardır.
Bu örnekler, "yolsuzluk" ve "yoksulluk" arasındaki; "saadet zincirleri" ile "yoksulluk prangaları" arasındaki ilişkiyi açıkça ortaya koymaktadır.
Görülüyor ki, birileri halkın alın terini çalmak için perde önünde karagöz oynatıyor.
Onun için diyorum ki; 'Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe...'
Eğer biz, devletin ve kişilerin zaaflarını sömüren, organize suçların en önemli silahı durumundaki "yolsuzlukların baş mimarları"nı, uluslararası 
 "yolsuzluk misyonerleri"ni, "leş kargaları"nı, masum insanların arasından "cımbızla ayıklayamazsak", temiz toplumu, temiz düzeni, temiz siyaseti 
yaralamazsak, bu ülkenin güvenliğinin tehlikede olacağını herkesin bilmesi gerekir.
Eğer biz, devleti soymayı alışkanlık haline getirmiş kimi kesimlerin bu "saadet zinciri"ni kıramazsak, içimizdeki " titan"ları temizleyemezsek, hiç 
 birimizin alnı açık dolaşmaya hakkı yoktur.
Biz bu utançla yaşayamayız, bu utançla sokağa çıkamayız, alnımızda bu lekeyle dolaşanlayız. Biz bu utanç ve prangayla dünyada l. lige çıkamayız 
 ve Avrupa Birliği'ne giremeyiz.
Bu ülkeyi bu hale biz getirdik, evlerimizin önünü yine biz temizlemeliyiz.
Çünkü en masumumuz bile suçluyuz!
Göz yumduğumuz için, sesimizi yükseltmediğimiz için, hesap sormadığımız için, sürekli olarak 'görmedim, duymadım, söylemedim'lerle "üç maymun"u 
oynadığımız için...
Çünkü, Suçlu olmak için ille de "illegal" işler yapmak gerekmiyor.
Suçlu olmak için sorumsuzca davranmak yeterli değil midir?
"Çete-Siyasetçi-İşadamı" ya da "Çete-Siyasetçi-Bürokrat" gibi "Şeytan Üçgenleri"nde hepimizin mensup olduğu kesimlerin temsilcileri, 
 "kuzu postundaki kurtlar" vardı.
Bunlar, "Hiç bir şey üretmedikleri gibi, Kurtlar Sofrasında devletin ve bu halkın parasını üleştiler"...
Aile fotoğraflarına girdiler, "birlik ve beraberlik" mesajları verdiler...
Bu defterler zaman zaman açılıyor; hesaplar Bağdat'tan dönüyor, tarihin tozlu raflarından tüyler ürpertici notlar çıkarılıyor...
İşte o zaman sorgulamak lazım; Acaba biz, işin gereğini yaptık mı?
Siz sayın milletvekilleri, siz sayın siyasetçiler, bürokratlar, bizler...

Değerli arkadaşlarım.

Tabii ki, her birimiz kendi çapımızda bir şeyler yaptık.
Ama bunu "toplumsal bir ses"e, "organize bir tepki'ye dönüştüremedik...
Onun için, "Masum değiliz hiç birimiz"
Ancak, "dipten gelen bir dalga var"
Bu dipten gelen dalga son derece önemli...
Geçtiğimiz günlerde Murat Demire! yakalandığında Sayın İçişleri Bakanımız "Bu daha binde biri" demişti.
Ben de sayın Bakana '999 tane daha borcunuz var. Bu borcu ödeyin Sayın Bakanım' diye çağrı yapmıştım.
Şimdi benzer bir çağrı daha yapıyorum:
Sayın Bakanım, vaz geçtim 999 taneden, bana 99 tane daha "halk düşmanı" gösterin, ben size 65 milyon savaşçı göstereyim...
Çünkü bu toplum; "Yolsuzluk az ve yönetim etkin ise, yatırımların miktarının daha yüksek, özgürlüklerin daha fazla ve bebek ölümlerinin daha az" 
olduğunu...
Yolsuzlukların, demokraside tüm bireylerin hukuk önünde eşitliği ilkesini ortadan kaldırdığını...
Yolsuzlukların, kamu mallarına ve olanaklarına eşitlik içinde ulaşabilme ilkesini zedelemekte olduğunu...
Ve böylece kamusal makamlann ve görevlerin küçük bir guruba hizmet sunan ve karşılığında çıkar sağlayan bir tür ayrıcalıklı yerlere dönüştüğünü...
Yasal otoriteye karşı duyulan saygıya da büyük ölçüde zarar vermekte olduğunu...
İktidarlar ile halk arasında yabancılaşmayı ortaya çıkardığını bilmektedir.
Bütün bunların yanısıra halkımız; sofrasından eksilen her bir zeytinin; bir dilim peynirin; gramajı eksilen ekmeğinin; yapılamayan yolunun; 
akmayan suyunun; gün geçtikçe pahalanan elektriğinin; artan vergilerinin; okutamadığı çocuğunun; alamadığı belediye hizmetlerinin; giyemediği 
giysilerin, güvensiz park ve caddelerin ardında "Yolsuzluk Kıskacı"na girmiş bir ülkede yaşamanın yattığını da bilmektedir...
Sonuç olarak, toplumumuzda yolsuzluğu önlemeye yönelik ortam oluşmuştur.
Şimdi biraz da "bataklığın içine" doğru yürüyerek, sivri sineklerin nerelerde ürediğine değinmek istiyorum.
İşte bataklıkta sineklerin oğul verdiği kavşaklar:


A - Devletin Harcama Kararları:

Yatırım projeleri
İhaleler
Krediler
Transfer ödenekleri

B - Siyasi kararlar:

Hazine arazilerinin istilası
Gecekondu ve imar affı kararları
Özelleştirme kararları ve özelleştirme uygulamaları
İhracat ve ithalat kota kararları
Memur alımları
Mevsimlik işçi alımları
Mevsimlik işçilerin kadroya alınmaları
Yabancı yatırım kararları
Ormanların kesilerek kullanıma açılması Tarım topraklarının imara açılması Gümrük müdürlükleri Tayin, terfi ve yer değiştirmeler

C-Vergi yasalarının karmaşıklığı

D- Yüksek para cezalan

E- Düşük ücret

F- Siyasi partilerin finansmanı

G- Bürokrasinin kalitesi

H- Siyasi Kadroların yolsuzluğa karşı yeterince tavır almaması, hatta işbirliği yapması

İ- Etkin olmayan adli sistem, özellikle de suçlunun cezalandırılmasında zaman aşımı engelleri

J- Şeffaf olmayan yönetim

K- Kurumsal kontrollerin yetersizliği


Şimdi yukarıda 'yolsuzluğun nedenleri' olarak sıralanan nedenlerin hangisini ele alırsanız alın, yakın bir zamanda bir suç işlenmiş ya da tartışılmıştır.
80 bin yeni memur alımından 44 bin mevsimlik işçinin kamu kadrosuna alınmasına; Yılda 128 kez vergi dairesiyle muhatap olmaktan, 5556 tane yarım 
kalmış yatırım stoğuna; Yüzde 10 memur zammından, gecekondu mafyası tarafından yağmalanan hazine arazilerine; 294 gümrük müdürlüğünden, 
gecekondu imar aflarına...
Soruyorum: 30 yıllık 'Ayaş Tüneli' projesinden vaz geçilip, 300 milyon doları toprağa gömüp bırakmak neyin nesidir? Yarım bırakılacak bir yatırım 
kararını kimler vermiştir? Bu bir siyasi yolsuzluk değil midir?
Cumhurbaşkanlığı tefriş ediliyor, altından pis kokular çıkıyor.
Millet Meclisi tefriş ediliyor, altından pis kokular çıkıyor.
Şanlıurfa'da l .5 milyon dönüm arazi pamuk ekilmiş gibi gösteriliyor, pamuk destekleme primi adı altında 30 trilyon götürülüyor, altından siyasi 
partilerin yerel yöneticileri çıkıyor...
160 trilyon liralık gübre desteği, köylünün sırtından birilerinin cebine gidiyor.
Nereye el atsanız elinizde kalıyor.

Değerli Konuklar..,

Türkiye son bir kaç ayda gerçek bir deprem yaşadı.
Bankaların 'batık stoğu'da 12 milyar dolara ulaştı...
Hasarın büyüklüğünü göstermek için bir örnek vermek istiyorum.
Tüm özel bankaların 99 yılı bilançoları toplamı 66 milyar dolar.
Buna karşılık devlet tarafından el konulan bankaların faturası, özel bankaların 99 yılı bilanço toplamlarının yüzde 15'i, kamu bankalarının yüzde 25'i, yabancı bankaların tamamının 2 katı, kalkınma ve yatırım bankalarının 2 katı.
Ne yazık ki, ödediğimiz vergiler, memurun alması gereken hakettiği zamlar, bir kaç soyguncunun cebine gitti.
Bazıları hortumladı, çok az bir kısmı da kötü yönetimden, makro ekonominin olumsuz etkilerinden battı ama sonuç değişmez.
Eğer 12 milyar dolar bankalarda heba olmasaydı bu parayla bakın neler yapılabilirdi.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,

***