YOLSUZLUK KISKACINDA TÜRKİYE BÖLÜM 5
Bu Sayıştay öyle ilginç bir kurumdur ki hep inceleyemediklerini anlatır, inceleyebildiklerinden bugüne kadar çıkarttığı bir tek yolsuzluk dosyasını ben
hatırlayamıyorum. Siz hatırlıyor musunuz? Sayıştay'ın ortaya koyduğu bir tek yolsuzluk dosyası var mıdır Allah aşkına? Bütün bütçe denetimini de onlar yaparlar.
Var mı böyle bir şey? Tuz kokmuş. Tuz kokunca tuzu temizlemenin yolu hukuka gitmektir. Bugün Mecliste Adalet Bakanlığının bütçesi görüşülüyor. %7.7
oranında para veriyorsunuz. Ondan sonra cezaevi istiyorsunuz, ondan sonra savcının parası diyorsunuz, ondan sonra hakimin parası diyorsunuz. %7 özür
dilerim. %7 çok büyük rakam tabi.
Şimdi eğer bu parayı oraya vermezseniz yani hukukunuzdan çalarsanız ondan sonra gelirler bu akbabalar diyor Sadettin Tantan, Akbaba deyin, karga deyin ne derseniz deyin. Gelirler ciğerinizi sökerler. Hukuksuzluk her şeyin başıdır.
Hukuku olmayan bir toplumda ne yaparsanız yapın isterseniz yasayla ahlak kurumu koyun, isterseniz bekaret kemeri takılacak diye yasa çıkartın. Bakın bakalım sonuçları ne oluyor. Hiç bir şey elde edemezsiniz. Hukukunu yitiren toplumların ayakta kalması mümkün değildir. Sosyal yapınız da, ahlaki yapınız da, ekonomik yapınız da hukukunuzun üstünde durur. Hukukunuzu yitirdikten sonra geriye ne kalacak. Yarın Nuh Mete Yüksel ile ilgili iki tane daha soruşturma dosyası açarlar. Nuh Mete Yüksel'i alıverirler oradan. Ne olur, ne yaşanır, ne yaparsınız? Yürüyüş yapar mısınız? Yapmayız.
Sinan Aygün'ün şahsi şeyleri var. Bakın hamaset hukuksuzluk olursa tersi olur zaten. Hukuka uyulacak. Çok net bir şey söylemek istiyorum. Sayın Elkatmış ile
biz hemen hemen çok uzun süredir birlikte bu işlerde kavrulup duruyoruz. Ülkenin birinci tehdidi irtica mı, yolsuzluk mu? Elma ile armudu birbirine toplamaya benzer. Bunu birbirine karıştırmamak lazım. O zaman Hizbullah bir realitedir. Tehdit değilse Hizbullah'ı birisi bana açıklasın. Nedir Hizbullah? Tortop edilmiş, gömülmüş cesetlerden ne anlamamız gerekiyor? Topyekün olaylara baktığımız zaman tabloyu net göreceğiz. Gördüğümüz tablodan siyasi görüşlerimize, bizim çıkarımıza göre hisseler çıkartmayacağız. Mecliste bankalarla ilgili şeyler görüşülmüyor. Neden görüşülmüyor? Mesut Yılmaz'ın yarası var.
Bülent Beyin yarası var. O yüzden görüşül¬müyor. Yoksa dururlar mı? Bakın bakalım kimin döneminde en çok banka açılmış, kimin döneminde en çok banka
kapatılmış, batmış. Bakın göreceksiniz. Niye bu işler Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci varken olmadı da şimdi oluyor? Bunun bir anlamı yok mu? Türkiye'de
gücün nerede olduğunu, nereden yönlendirildiğini görmeyecek miyiz? Onun üstüne gitmeyecek miyiz? Oraya parmak basmayacak mıyız? Susurluk Komisyonu Başkanıydı Sayın Elkatmış. Sayın Erbakan "fasa fiso" diyordu. Fasa fiso işte bunların hepsi fasa fiso. Yedi yılda batan bankaların zaman aşımına uğrayan dosyalan var. Nuh Mete Yüksel bir ayda Türkiye'yi kasıp kavuracak operasyonlara imza atıyor. Adam yedi yılda batmış bankalarla ilgili olarak karar veremiyor.
O da yargıç değil mi? Oradaki savcı, savcı değil mi? Onların hesabını kim soracak? Nuriş diye bir adam cezaevini satın almış. Hangi parayla satın almış?
Alaaddin Çakıcı diye bir adam, Kürşat Yılmaz diye bir adam. Bunlar adam, yollu adamlar. Yollu adamlar devletin kurumlarını satın almışlar. Ne ile satın
almışlar? Parayla. Parayı nereden bulmuşlar? Kürşat Yılmaz'ın ne işi varmış Süleyman Demirel'in Cumhurbaşkanlığı döneminde lojmanlarda? Yeşil denen
adam nerede? Hangi parayla kimleri dolandırmış? Kimleri öldürmüş? Bu sadece ekonomik hırsızlık değil. Ali Balkaner'in korumalığını kim yapmış?
Murat Demirel'in korumalığını kim yapmış? Silah olmadan, külah olmadan bu işler oluyor mu? O zaman hepimiz çıkalım, gidelim kamu bankalarına,
tanıdıklarımız var, Şükrü hoca burada işte. Sayın Kılıçdaroğlu da burada. Onların daha çok tanıdığı var bürokraside. Onlar mülkiyelidir hem de herhalde.
Sayın Kılıçdaroğlu öyle de siz değil misiniz? İkinizde değil misiniz? O zaman çok kötü. Mülkiyeci değilseniz bankacılık sektörüne yanaşmayın. Şimdi
gideceksiniz bankaya tanıdığınıza diyeceksiniz ki, bana kredi verin. Kolay. Üstelik sizi çok seviyorsa tanıdığınız, size mesela, Ziraat Bankasının yurtiçi
şubesinden krediyi vermez. Buradan verirse faiz oranlan yüksek çıkar efendim. Nereye? Washington'a, orada şubesi var. Orada verir krediyi. Orada %1 ile verir.
Sonra gelirsiniz buraya, yatırırsınız bankaya, %15 alırsınız, sorun kendiliğinden çözülür. Bunun adı hırsızlık mı? kredi kullandık ya. Kredi kullanmakta mı suç yani. Demek ki yollu olmakla yolsuz olmak arasındaki ayrımı iyi belirlemek gerekiyor. İyi ile kötü arasındaki ayrımı net bir şekilde ortaya koymazsak sorunu görmekte zorlanırız. Yarın serveti milyar doları aşanlar ahlaken en güçlü adamları olarak çıkarlar karşımıza. O zaman bizi yasalar filan koruyamaz. Eğer Yahya Demirel cezalandırılabilseydi, Murat Demirel bu naneleri yiyebilir miydi? Nerede devlet? Hani devletin gücü?
Şimdi bu yapılanlardan umutlar almak lazım. Bu yapılanlardan Türkiye'nin geleceğine dair bir ışık çıkartmak lazım. Saadettin Tantan ve ekibinin polisiye
operasyonları elbette ki iyidir. Ama bana sorarsanız fazlaca abartılmıştır. Ön tarafa savcılarla maliyecilerin çık¬ması gerekiyor. Temizlik harekatını onların
iyice bir yoğurması gerekiyor. Ondan sonra parlamentonun devreye girmesi gerekiyor. Bir toplum temizleniyor parlamento dışında... Böyle şey olur mu?
Halkın katılmadığı yerde temizlik operasyonu olur mu? Halk nerede? Sivil toplum örgütü yok, işçi, memur sokakta ne diye bağırıyor? İşte sendika başkanı
burada. "Açım, para istiyorum" diye bağırıyor. Yolsuzluğa karşı bir şey yapılabiliyor mu? Çünkü insanların başka kaygıları var. İnsanlar eve ekmek götürmek derdinde. Yüz altmış milyon lira ile geçinen gardiyana Alaattin Çakıcı her sabah yemek tepsisini getirdiğinde yetmiş dolar bahşiş atıyorsa o ülkede adalet olmaz. O ülkede cezaevleri denetimini kamusal güç sağlayamaz. Bu gerçeklerden kopacaksınız, astım, kestim, yaktım, yıktım. Olmaz, yapamazsınız.
Yapılması gereken şey şudur; polisimiz elbette ki savcının denetiminde olmalıdır. Ama ön tarafa maliyeci ve savcı çıkmalıdır. Türkiye'de parlamento
temiz¬lik harekatına katılmalıdır ki bir yere ulaşılabilsin. Yoksa bir yere ulaşmak mümkün değildir. Bir yere ulaşmak isterken gideceğimiz yer ne yazık ki
sonuçsuzluk olarak kalır. Bugün polisin yaptığı operasyonlar delil yetersizliğinden yargıdan geri dönerse asıl yıkıntı o zaman başlar. Bir binayı sallarken
nereye düşeceğini iyi hesaplamak gerekir. Hesaplamadan yapmamak lazım bazı şeyleri.
Şimdi denetim organlarından bahsedildi. Efendim, adam Gümrük Müsteşarlığında yolsuzlukla suçlanmış atandığı yer Başbakanlık Devlet Denetleme Kuruluşu ya da Cumhurbaşkanlığı Denetleme Kuruluşu. Bu nasıl iş? Adamı yolsuzlukla suçluyorsunuz, denetleme kuruluna üye diye atıyorsunuz. Merkez Valisini görevden alıyorsunuz, Danıştay'a üye diye gönderiyorsunuz, Allah Allah... Polis müdürlükten alınıyor Müfettiş yapılıyor.
Alıyorsan niye müfettiş yapıyorsun?
Böyle bir temizlik mekanizması olabilir mi? Böyle bir mekanizma Türkiye'de temizliği getirebilir mi? Parlamento her şeyin dışında...
Mesut Yılmaz hakkında önerge veriliyor. Haklı tamam ama Mesut Yılmaz hırsızlık yaptıysa tek başına mı yaptı? Yanında hiç mi bürokrat yok, hiç mi siyasi kimse yok? İntikam önergeleri derken işi sulandırdık. Hangi noktaya kadar getirdik. Bugün artık elimizde bir şey kalmadı, tutamıyoruz.
Tutamadığımız şeylerin ağırlığını ölçmeye kalkıyoruz. Ölçemezsiniz çünkü; parmaklarınızın arasından aktı gitti her şey. Boş yere kavga etmemek lazım.
Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değecek. Onun için Türkiye'de yoksullukla mücadele, yolsuzlukla mücadelenin başlangıcıdır. Yoksullukla mücadele
etmeden yolsuzluğun yenemezsiniz. Benim memurum işini bilir anlayışı, "anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz" anlayışı hukuksuzluğun başlangıç
noktası da orasıdır. Bunları yenmeden bizim bir yere gitmemiz mümkün değildir.
Şevket Bülent Yahnici konuşmasını yaptıktan sonra sohbet ederken ilginç bir şey söyledi, Emlak Bankasını Devraldıklarında teminat riski üç yüz
trilyon liradan fazla. Sekiz diyor bakın Sayın Cemil Çiçek. Sekiz trilyon lira. Buradan kamu yönetimine seslenmek istiyorum. Özel bankaların içini
boşaltırken çete kuruyorlar da kamu bankalarım boşaltırken çete kurmuyorlar mı? Onu ne yapacaksınız? Niye Ziraat Bankasının yurt dışında şubesi var?
Niye Vakıflar Bankasının Off shore'ları var? Niye ada Şirketlerinde gidip bun¬ları açıyorlar, yapıyorlar, kimlere kredi vermişler? Şimdi çok net bir tablo ile
karşı karşıyayız. Siyaset ayağı olmadan, bürokrasi ayağı olmadan ve parlamento istemeden, katılmadan temiz toplum mücadelesi olmaz. O zaman ne
yapmış oluruz, içimizdeki bir kaç tane yürekli insanı, Nuh Mete Yüksel gibi, ön tarafa sürmüş oluruz, yarın da onlar iki denetimle giderler merak etmeyin.
O adamı niye öyle aldın da böyle almadın diye söylerler, görevden alıverirler. Bizde arkasında duramayız. Çünkü biz örgütlü bir toplum değiliz. Çünkü biz
örgütlenmekten yoksun bırakılan bir toplumuz. Örgütlü toplum olmadan bu işlerin mücadelesi olmaz. Sendikanız olacak, sandığınız olacak, odanız olacak.
Bizde sandığı niye kuruyorlar biliyor musunuz? Türk Ticaret Bankasında yaptıkları gibi, önce şirketin çoğunluk hissesini sandığa devrediyorlar, sonra
mafya geliyor sandığı ele geçiriyor, sonra bankayı almaya çalışıyor. Yarın İş Bankasının başına neler gelecek, hep beraber görürüz. Bugünden bakıp
görmek lazım. Bütün konuşmacılar aynı şeyi söylüyor. Ahlak kurumu kuralım, sosyal bilmem ne kurumu kuralım. Aman Allahım! Şimdi düşünebiliyor
musunuz bir ülkede yolsuzlukla mücadele bakanlığı kurmak ne demek? Hukuk varken böyle bir bakanlık kurulur mu? Kurmadılar mı?
Orhan Kilercioğlu ne yaptı?
Yüz tane dosya çıkarttı. Ne oldu KÖŞK A taslağı, nerede KÖŞK A taslağı? Her on yılda bir kuralım. Her on yılda bir onuncu yıl marşını söyleyerek yeni
bakanlıklar kuralım, yeni kurumlar ihdas edelim, yeni ahlaklar. Bununla bir yere gitmemiz mümkün değil. Ben öyle düşünüyorum. Global dünyada ekonomi
yeniden tarif edilirken, global dünyada her şeyin tarifi yeniden yapılırken bizim yapmamız gereken şey oturup yeni baştan sömürüye karşı, ahlaksızlığa
karşı, hırsızlığa karşı, vurguna karşı, kamunun talanına karşı yeni anlayışları üretmemizdir. Bunu yapacak olanlar parlamenterlerdir, bunu yapacak olanlar
sendikacılardır, bunu yapacak olanlar sivil güçlerdir. Kamu otoritesinden bunu beklemeyin, kamu otoritesi tepkisel davranır. Ne olur, yolsuzluk bu noktaya
çıktıysa, "yolsuzluğun sebebi özel sektör" der, özel sektörü baltalar. Onun için hep beraber oturulup, ülkenin gerçeklerini iyi tahlil ederek yeni bir tanımlar
silsilesi önümüze koymalıyız. Bunları yaşama geçirmeliyiz. Başbakanlık Teftiş Kurulu rapor hazırlıyor, üstüne gizli damgası basıyor, sonra rafa kaldırıyor.
Adliyeden dosyayı alsanız ne olacak, okuyabiliyor musunuz, ilaç pros-pektüsü gibi. Hangi vatandaş okudu kanun metnini siz...
Allah aşkına her kanun metnini anlayabiliyor musunuz? O yüzden gerekçelerini yazıyorlar, gerekçelerin gerekçelerini yazıyorlar, dibacelerini koyuyarlar
ki anlaşılır olsun diye. Sonra hapı yuttunuz mu? Yutmuş oluyorsunuz zaten, öbür tarafta başınıza ne gelirse. Saygılar sunuyorum efendim.
- TİNAZ TİTİZ (Oturum Başkanı)
Çok teşekkür ederim Sayın ÖZKAN. İki gazeteci üst üste olmasın. Sayın Fikri SAĞLAR'a söz verelim. Sonra da Sayın Yalçın BAYER'e.
- FİKRİ SAĞLAR (Kültür Eski Bakanı)
Sizlere ve bizi buraya toplayan çok değerli Ankara Ticaret Odası Başkanına ve yöneticilerine teşekkür ediyorum.
Çünkü ülkemizin en önemli sorununu sizin gibi çok değerli insanlarla, aydınlarla birlikte görüşlerimiz düşüncelerimiz doğrultusunda tartışıyoruz, tartışacağız.
Gerçekten bu masanın yanında beraber olduğumuz arkadaşlarımız da bu konuda Türkiye'de büyük üretimler yapmış olan insanlar. Çok değerli konuşmalar
dinledim. Verilen bütün örnekler, yaşadığımız bütün olaylar, sonuçlar, banka operasyonlarının sonrasındaki banka boşaltılmalar, Sayın Aygün'ün söylediği
gibi rakamı da çok fazla bilmiyoruz. Çünkü biz kendi ülkemizin yurttaşının sayısını da bilmiyoruz. Aslında şimdi sorsam karşımda maliyeciler denetleme
kurulunda çok önemli bürokratlar, siyasiler var. "Bizim iç ve dış borç toplamımız kaç" desem çok değişik rakamlar söyleyecektir herkes de. Onu da bilmiyoruz.
Birçok şeyi bilmiyoruz. Ama bilmeden konuşuyoruz. Konuşmamızın nedeni de, var olan sıkıntıların bir sistemden kaynaklandığını çok fazla anlamak istemiyoruz, ya da bize anlatılmıyor. Bu bir sistem meselesi. Bir düzen meselesi, daha doğrusu. Bu düzenin sonuçlarıyla şimdi karşı karşıyayız. Ama bu hale ne şekilde gelindi, nasıl bu kadar çabuk farkında olmadan bu noktalara kadar geldik bunları hep birlikte tartışıyoruz, düşünüyoruz. Teşhisi doğru koyunca da sonuçlarını ve çözümlerini de aynı şekilde doğru koyacağız. Bu günlere gelmemizin, bugün burada da bu tartışmaları yapmamızın nedeni 03.11.1996'da bir trafik kazasıdır. Aslında Meclis Trafik Komisyonunun açıkladığı¬na göre yılda on bin kişi trafik kazasından ölüyor. Bu, yurttaşlarımızın ve milli servetimizin nasıl yok edildiğinin bir göstergesi, son derece önemli bir olay. Buna çok fazla bakmıyoruz. Hepimiz arabamıza bindiğimiz zaman, gaza bastığımızda o motorun gücünü kendi gücümüz olarak hissediyoruz, soldan gitmeye çalışıyoruz, sola oy vermiyoruz ama hep soldan gitmeye çalışıyoruz yol bizim olsun diye, sağı da açık bırakıyoruz oradan da hiç kimse geçmiyor. Solda herkes tıkanıyor. Bir trafik kazasında Mehmet Özbay isimli bir işadamının öldüğü ama daha sonra
Sayın Tuncay Özkan ve çok değerli Yalçın Bayer'in de birlikte hemen ortaya koydukları gibi bunun bir iş adamı değil, bir katliam sanığı, bir mafya lideri kişi
olduğunun açıklanması ile birlikte, Türkiye'de bir çok şey değişti. Bu trafik kazası sonrasında hiç bir trafik kazası bugüne kadar on binlerce yurttaşımızın
ölmesine rağmen İçişleri Bakanını istifa ettirmemiştir, bir trafik kazası İçişleri Bakanını istifa ettirdi. Mehmet Ağar'ı istifa ettirdi. Çünkü hakkında bir
gensoru verildi. Ondan itibaren bu trafik kazasının öyle basit bir trafik kazası olmadığını gördük. Çünkü arabanın içerisinden asfalta yayılan belgelere,
bilgilere baktığımızda o belgeler ve bilgiler Türkiye'nin hangi noktaya geldiğini gösterdi. Şimdi bazı şeyleri yineliyoruz ve çoğumuzda diyoruz ki; "biz bunları
biliyoruz". Ama bundan dört yıl önce bunları bilmiyorduk. Münferit bazı olayları biliyorduk. Çok değerli araştırmacı yazarlar, bürokratlar münferit olarak
gördükleri olayları aktarıyorlardı ama orayla sınırlı kalıyordu. Fakat bunun bir sistem olduğunu ancak o trafik kazasından sonra gördük. Trafik kazasını yapan
Mercedes arabaya şöyle bir bakalım. Aslında ben bu konuşmalarımın sonrasında; o Mercedes arabanın iç oturuşu Türkiye'de hangi düzenin resmi olduğunu
görebilmemize imkan veriyor. Tesadüf mü? Biraz önce tesadüfler dendi ama tesadüf mü yoksa işin gerçeği mi? dikkat edin. Mercedes araba ülkemizde
özellikle kamuda, erki ele geçiren siyasetçiler ve şimdi yeni işadamları da, devleti soyarak ya da uyuşturucu kaçırarak hepimizin alın teriyle çok dürüst
bir şekilde kazanan esnafın, tüccarın işadamının yanında ancak devleti soyarak veya uyuşturucu kaçırarak birden zengin olan önemli işadamlarımızda
aynı yolu deniyorlar. Yani makam arabası olarak Mercedes'i kullanıyorlar.
Makam arabasının makam koltuğu arka sağ koltuktur. Makam arabasını sevk eden şoför ön solda bildiğiniz gibi. Ama makamı koruyan poliste ön sağda ya da
koruma görevlisi de ön sağ koltukta oturur. Genellikle arka sol koltukta da makamla ilişkisi bulunan insanlar olurlar. Bunlar dış dünyayla ya da dostluk
derecesine göre oraya oturma hakkını elde ederler. Şimdi bakın Mercedes'in trafik kazasındaki bu tabloya. Makam koltuğunda Abdullah Çatlı oturuyor,
katliam sanığı. Üzerinde devletin ona vermiş olduğu sahte kimlik, emniyet görevlisi kimliği. Makamı koruyan koltukta bir siyasetçi oturuyor. Sedat Bucak,
ön sağ koltukta. Makam aracını sevk idare eden bir bürokrat, bir güvenlik görevlisi. Oda sol koltukta oturuyor. Dış dünyayla, iş ale¬miyle veya dünyevi
alemle ilişkisini sağlayan arka sol koltukta da bir bayan oturuyor, Gonca Us ismi. Şimdi baktığımız zaman bu tablo, bu fotoğraf aslında Türkiye'nin kimler
tarafından ne şekilde yönlendirildiğini, yönetildiğini, hangi oluşumla Türkiye'deki düzenin idare edildiğini, gösteriyor. Ayrıca bu aracın içerisinde devletin
kayıp silahı var, susturucuyla birlikte. Devletin yine kayıtlara geçmeyen mermileri var. Katliam sanığının uyuşturucusu var. Siyasetçinin de paraları var ve arabayı kullanan emniyet müdürünün belindeki silah da. Zaire istihbarat örgütüne satılmış olan bir silah... Yani, Türk emniyet güçlerinde de kaydı olmayan bir silah. Bu silah nasıl oraya gelmiş o da bir başka mesele. Şimdi böyle baktığımız zaman biz ne olduğumuzu görebiliyoruz. Bugünkü düzen, bu yolsuzlukları ortaya koyan düzen, şöyle gerilere giderek açıklanması gereken bir düzen. Bizim kendimizden kaynaklanan ama bizim dışımızdan da oluşan bir düzen.
Çok doğru; eğer yolsuzluğu yani hırsızlığı kayırmayı, namussuzluğu Türkiye'deki hukuksuzluğu yok etmek istiyorsak yoksulluğu yok etmeliyiz. Yoksulluğu yok edebilmek için devletin düzeninin, rejimimizin, uygulanan yaşadığımız düzenin değişmesi gerekiyor. Mesele bu düzenden kaynaklanıyor.
Buna önlemler kanunlarla olmuyor. Çok ciddi bir şekilde radikal, yapısal değişiklikler getirmemiz gerekiyor. Bizden kaynaklanan bölümü, 1950'lere kadar
alalım. Sizin atalarınız, bizim atalarımız, babalarımız Türkiye Cumhuriyetini, Kurtuluş Savaşı sonrasında kurdular. Emperyalizme karşı kan dökerek kurdular.
Kuva-i Milliye heyecanıyla ve ondan sonra Cumhuriyetin temel ilkelerini çağdaşlaştırma doğrultusunda, devrimci bir güçle 1950'lere kadar getirdiler.
Emperyalizme karşı mücadele verdiler. Bu mücadelede başarılı oldular ve aynı zamanda o günkü koşullar içerisinde savaş sonrası yıkılmış, talan edilmiş
yeni kurulan bir ülkenin varlığını yükseltmeye çalıştılar. Osmanlıdan kalma borçları altın olarak ödediler tek kuruşuna kadar ve 1950'lere kadar gelindiğinde, Türkiye'nin yıllık kalkınma hızı %114'e ulaşmıştı ve bir dolarda 90 kuruşa gelmişti. 1950'den İkinci Dünya Savaşı geçirildikten sonra, Türkiye dünyadaki bloklar arasında bir tercih yaptı. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel ilkesi, Cumhuriyeti kuranların oluşturduğu temel ilke; anti-emperyalist, anti-kapitalist ve tam bağımsızlık üzerine dayanmaktaydı. Demokratik açılımları ve insanca yaşam koşullarını bu anlaşıyla sürdürmekteydiler. Kuva-i Milliye'ciler kan
dökerek Cumhuriyeti kurmuş olmalarına rağmen yurtta ve cihanda, barıştan yana olduklarını da açıkça koymaktaydılar ve yapısal düzenlemeyi halkçılığa
dayanan, devletçilik yanı olan yani, o günkü koşullarda özel girişimci olmadığı için sadece KOÇ ve benzeri bir kaç kişinin olmasından kaynaklanarak,
devlet eliyle ekonominin büyümesini sağlamaya çalışmışlardır. Bunun için devletçilik ön plana çıkarılmıştı ve yapılan bütün yapısal değişikliklerin
aşamalı olarak gelişebilmesi adına da devrimcilik ilkesi, her an yenilenmesi hedef gösterilen çağın üzerine çıkabilme, çağdaş uygarlıkların üzerine çıkabilmek içinde durmadan, gerilemeden ileriye doğru bakma adına oluşturulmuş bir devletçilik, devrimcilik kavramı da yerleştirilmişti ve bildiğiniz gibi iki cephede verilen mücadelenin bir cephesinde zafere ulaşılmıştı. Emperyalizme ama ikinci cephe olan irticaya, hilafete karşı olan cephede hâlâ açıklıklar vardı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde de ve ondan sonraki dönemlerde de gördüğümüz gibi irtica yanlıları, Cumhuriyetin temel ilkelerine, inanca, ibadet özgürlüğüne baskı kuracak, devletin yönetimini dini esaslara göre dayandıracak o irtica ve çağın dışına taşıma anlayışını da oluşturulan o cephede başarı daha henüz kazanılmamıştı. Hâlâ da savaş sürmektedir. Ama onun üzerinde anayasal anlamda da laiklik ilkesi getirilerek de çağdaş İslam ülkeleri içerisinde en çağdaş olan bir noktaya gitme doğrultusunda bir açılımda yapılmıştı. Milliyetçiliği, bir kan ve kafatası milliyetçiliği olarak görmemişlerdir.
Anayasal yurttaşlık esasına dayalı bir milliyetçilik olarak kabul etmişler ve bu ülkede yaşayan 27 etnik gruptan olan insanlarımızın Kürt, Türk, Alevi, Laz,
Çerkez, Arap ayırt etmeden değişik dinden, dilden, mezhepten, renkten, ırktan olan insanların, anayasal yurttaş olarak, yasalar önünde eşit olduklarını
söylemişlerdi. Onun içinde hukuk devleti demişlerdi. Demokratik hukuk sosyal hukuk devletini kurma esasını getirmişlerdi. Şimdi bu yapı 1950'den sonra
bizim seçtiğimiz blokta kapitalist blokta değiştirildi. NATO ile birlikte Türkiye her şeyden önce anti-emperyalist, antikapitalist, tam bağımsızlık anlayışından uzaklaştırıldı, emperyalizmin güler yüzlerine, kapitalizmin tam içine sokulmaya çalışıldı. Sanayileşme uzaklaştırıldı, montaj sanayi Marshall yardımlarıyla birlikte ulusal sermayenin gelişmesi yerine dışarıdan dış kaynaklı bir oluşumun yapısal anlamda sanayi sektöründe ve diğer sektörlerinde yer alması istendi. Daha sonra temel nitelikleri olan halkçılık, devletçilik, devrimcilik ilkeleri de böylelikle askıya alınmaya çalışıldı. Devrimcilik ilkesi zaten bırakıldı ve hedef komünizmdir, karşı bloktur. Öyleyse komünistlere karşı savunma konsepti olan NATO ile birlikte, yapısal değişikliklerle birlikte, durmalıyız ama sadece Bolşevik'lere değil, onların yerli işbirlikçilerine de karşı olmalıyız. Onları yakalamalıyız. "En büyük tehlikede odur" denilmekteydi.
Bunun içinde devletin içerisinde yeni organlar oluşturuldu. Bu organlar res¬mi ama yasa dışı organlar haline geldi daha sonra. Şimdi arkadaşlar,
bu Ergenekon adı altında İtalya'da "Gladio", İspanya'da "Gal" diye adlandırılan bir oluşum, konjöktüre göre siyasal korumalarıyla birlikte bir siyasi partinin
içerisinde de yer alarak bugünlere kadar geldi. 1980'e kadar 'Türkiye'nin milli menfaatleri adına' diye görev yaptı ama bu sırada Türkiye'nin gelişmesi,
çağdaşlaşması doğrultusunda yapılan bütün hareketlerin önünde engel olmaya çalıştı. 12 Eylül darbesine zemin hazırladı. Günde yirmi kişinin öldüğü
darbenin içerisinde yer aldı. Bu insanlar 12 Eylülden sonra da kullanılmaya başladılar. 12 Eylülden önce masum öğrenci olaylarını ve benzeri birçok
hak arayışlarını, toplumda infial uyandıracak noktaya getirdiler. 1980'den sonra Türkiye yeni dünya düzeni diye karşımıza çıkan küreselleşmenin
etkisine bırakıldı ve bununla birlikte yapı tamamen değiştirildi.
Bugün ulus-devletin yok edilmeye çalışıldığı, sınırların kaldırıldığı bir düzen getirildi. "Uluslararası sermaye Türkiye'ye gelmelidir" dendi ve uluslararası sermayenin gelmesi için anayasal değişiklikler yapıldı. Bakın bu son hükümet bu güne kadar toplumda işçilerin, memurların, çiftçilerin, esnafın, emeklilerin, dulun, yetimin talepleri doğrultusunda haklarını iyileştirme ile ilgili yasal düzenlemeleri yapmadı. Öncelikle ilk geldiği andan itibaren tahkim yasası, imtiyaz sözleşmelerini denetleyecek olan yani hukukun sermayeyi denetleyebilecek haklarını elinden aldı. Çalışma ile ilgili yasaları çıkardı. Bütün çalışanlar buna karşı durdukları zaman, Şemsi Denizer bir basit olayla öldürülmüş gibi gösterildi. İşçilerin eylemleri bitirildi.
17 Ağustos Depreminin gecesi yasalar çıkarıldı. Çalışanların hakları gasp edilmeye çalışıldı. Vergi adaletinden bahsedildi. Devrim olarak vergi
alınmayacak dendi. Yeni dünya düzeninin oluşturduğu bir Türkiye noktasına getirildi. Bu Türkiye'de çeteleşme ve tekelleşmeyi getirdi. Çünkü bizim
gibi geri kalmış ülkelerde sermayenin daha fazla yoğun ve istediği şekilde hareket edebilmesi için, sosyal hukuk devleti olmaktan çıkarılması gerekiyordu.
Bunlar yapıldı. Bütün olaylar, münferit olarak sıraladığımız olaylar bu temele bağlıdır. Tarım Bakanı çok doğal olarak diyor ki; ben işte şu önlemleri
almaya çalışıyorum, ama bunları alamıyorum, yeterli olamıyorum diye şikayet ediyor. Bakanlara baktığımız zaman şikayet konumunda olduklarını
görüyorsunuz, oysa çözmek noktasındalar ama çözemiyorlar. Çünkü devlet küçültülmelidir. HA-YEK'in getirmiş olduğu eğer kolektifiz idare genişlerse
o zaman kamu diktası ortaya çıkar. Dolayısıyla devleti küçültmek gerekir dendi. Türkiye'de hayvan hastalığı kalktı mı? Ama Türkiye'de Veteriner Genel Müdürlüğü kaldırıldı, Zirai Mücadele Bölümü kaldırıldı, Tohum İslah Bölümü kaldırıldı. Şimdi deli danalar filan geliyor. Niye geliyor? İşte bunlar
yolsuzluk deniliyor. Bufalo operasyonu. Doğru da, bunlar bir sistemden kaynaklanıyor. Şimdi bankalardan çok bahsedildi. Bankalar bu yapısal
düzenlemenin içerisinde son halka ve en önemli halka. Türkiye kara para cenneti haline geldi. İlk defa bir başbakan Cenevre'de berber Yaşar ile birlikte Türkiye'nin kara para aklamasının ne şekilde ol-masının kararını verdi. ŞEMİLER bunları açıklıyor. Özal siyasetçi olarak elinden gelen her şeyi yaptı. Devletin gücünü kullanan bu düzene uygun bir oluşum var, arkadaşlar. Devletin içine sızmışlar. Siyasetçi, bürokrat, mafya, gladio, tarikat. Bu oluşum devletin gücünü kendi çıkarları doğrultusunda sürdürüyor. Biraz evvel söylediğim yapısal hukuk dışılığa çıkmış kurumlarda bunun başında. Medyasıyla, toplumu etkileyecek diğer kaynaklarıyla sistem kendisine yer alıyor. Şimdi bakın bankalardan bahsediyoruz.
6.1 milyar dolar bu bankaları kurtarmak için para konuldu. Üst kurula verildi. Demek ki 6 milyar dolar oradan alındı. Şimdi ben bu 6 milyar dolara dikkatinizi
çekmek istiyorum. Sayın sendika başkanımızda burada, o çok mücadele ettiği için onun önünde de bir kez daha söylemek istiyorum, diğer sivil toplum örgütleri ile birlikte... Çalışanlardan tasarruf fonu diye zorunlu tasarruf fonuna aktarılmak üzere para kestiler. Bunun toplamı 6 milyar dolar. Dedi ki çalışanlar, "bizden aldığınız paramızı bize geri verin". "Bir bardak su için" dediler. Ama öbür taraftan 10 tane bankaya 6 milyar doları verdiler.
Çünkü, bankacılık sistemi önemli ekonomide. Doğru, önemli. Ama burada bir tercih var. Tercih nedir? On milyon insan, işçisiyle memuru ile bir tarafta,
on kişi bir tarafta. On kişiden yana iseniz, tercihlerinizi belirlemek zorundasınız. Şimdiki düzende globalleşmenin, yeni dünya düzeninin tercihi sermayedir,
emek değil. Sermaye özgürce dolaşabilir, serbest piyasa ekonomisinden bahsediyoruz. Yirmi yıldır ülkede serbest piyasa ekonomisi uygulanıyor arkadaşlar, sonunda geldiğimiz nokta "yolsuzluk kader değildir", "Türkiye yolsuzluk utancı ile yaşayamazdı".
Bunu burada ticaretle uğraşan, ekonomide dinamizm olan sizler söylüyorsunuz. Geniş yığınlar söylüyor. Sizler en önemli sıkıntılar içerisine girdiniz.
Ama siyasetçiler, bürokratlar, gladio, mafya size bu düzeni başka türlü anlattı. Bu düzenin başka türlü anlatılmasının sonucunda nereye geldik?
Murat Demirel'in Ege Bank'ına geldik. Sayın Tantan'ı herkes destekliyor, peki bende destekleyeyim. Doğru yaptıkları, küçümsenmeyecek bir şey.
Ama abartılmaması gerekiyor. Çünkü benzeri bir çok olayları yapanlar var. Asıl burada destek verilmesi gereken, takdir edilmesi gereken yargıçlar, savcılar ve maliyecilerdir. Yine biz bürokratlar mafya ilişkilerinden bahsediyoruz ama Allah'tan ki ülkemizde bir devlet yapısı ve bürokrat namusu var. Çoğunlukta bunlar... Azınlıkta olan insanları çökertmeliyiz. Biz İtalya'dan farklıyız. İtalya'da mafya yönetimi ele geçirdi. Bizde tam yönetimi ele geçirirken trafik kazası oldu. Ama, insanların ölmesini ya da bir yerden çekilmesini beklememeliyiz. Ben şunu isterim ve şunu söylüyorum; yolsuzluğu engellemek mi istiyoruz, yoksulluğu engellemeliyiz. Bugün geldiğimiz noktada herkes suçludur, kendi payıma da belki düşer.
Ama Başı var.
Övünerek hep alkışladık, plaketler verdik. Denize atar mı, İsparta'nın Eymir gölüne mi atar bilmem? Ama kırk yıldır bu ülkeyi yönetmekle övünen
Sayın Süleyman Demirci'dir. Eğer biz Murat Demirci'den değil, Süleyman Demirel'den ne yaptığını sorarsak "amcam cumhurbaşkanıdır" diye bankayı aldığında, amca olarak ne yaptığını açıklamasını bekler ve istersek, kamuoyu, yetkililer isterse ve o da gelir bunu anlatırsa, öyle demogaji ile falan değil, anlatırsa o zaman Türkiye hukuk devleti olma doğrultusunda, yoksulluğu ve yolsuzluğu yenme doğrultusunda önemli bir noktaya gitmiştir. "Süleyman Demirel mi sadece?" diyeceksiniz hayır. Sayın Ecevit de on beş tane dosyanın aklanmasına el kaldırdı.
Arkasından Mesut Yılmaz... İçi boşaltılan bankaların verilmesinde imzaları da var. Güneş Taner, Tansu Çiller, Mehmet Ağar bunlar gelip bilgilerini ortaya koyarlarsa çözülecektir. Halkın da beklediği bu. Evet, bunları çözmek için hukuk devleti olmak lazım. Tam demokrasiye ulaşmak lazım.
Sosyal hukuk devletinin bütün temel taşlarını koymak lazım. Eğitimi oluşturmak lazım. Kuvvetler ayrımında yürütmenin; yasama ve yargının üzerindeki
baskısını kaldırmak lazım. Bugün Türkiye'yi üç kişi yönetiyor. Üç lider bir araya geliyorlar karar alıyorlar, yasa çıkacak diyorlar karar alıyorlar, denetlenmeyecek diyorlar karar alıyorlar, ekonomi böyle olacak diyorlar, onları da Cottarelli yönetiyor. Dolayısıyla bizler hiçbirimiz yokuz yönetimin içerisinde. Belki bir arkadaşımız bundan kaynaklanarak dün dedi ki; "Milli Güvenlik Kurulu tam demokrasiye geçme doğrultusunda tavsiye karan almalıdır ve Türkiye demokrasiye geçmelidir ki yolsuzluklar bitsin." Bu anlayış eğer siyasetçi, bürokrat bir yurttaşta varsam zaman Türkiye'ye demokrasi gelmez. Aslında bazı ku-rumlara hakaret ediyoruz. Demek ki o kurumlar tavsiye kararı almadıkları için demokrasi yok, yolsuzluklar, hırsızlıklar, yoksulluk var. Böyle şey olmaz. Yurttaş olarak kendi haklarımızla ortaya çıkmalıyız. Eğer bugün bu yapılan panel, yurttaşların genel talebi olarak burada onların temsilcisi ekonominin dinamizmi olan sizler tarafından yapılıyorsa, Türkiye'nin önü açıktır.
Ben Umutluyum onun için.
Hepinize tekrar teşekkür ediyorum.
6 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDİLECEKTİR.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder