11 Eylül 2016 Pazar

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması Riskler, Fırsatlar ve Öneriler BÖLÜM 1



Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması.,   Riskler, Fırsatlar ve Öneriler BÖLÜM 1 






Rapor–017
12.08.2016

Hazırlayanlar: 
(E)Tuğg.Dr. Oktay BİNGÖL, 
Yrd.Doç.Dr. Ali Bilgin VARLIK


Türk Silahlı Kuvvetlerinin Yeniden Yapılanması: Riskler, Fırsatlar ve Öneriler 


Bu inceleme, 15 Temmuz 2016 FETÖ’cü darbe girişimi sonrasında, TSK’nın yeniden yapılanması kapsamında gündeme gelen gelişmelerin yarattığı risk ve fırsatlar ile önerilen tedbirler hakkında bilgi sunmak maksadıyla hazırlanmıştır.


Amaç:

MSE, ulusal, bölgesel, küresel barış ve güvenlik ile kurumsal yapılanma, risk analizi ve strateji geliştirme konularında eğitim ve danışmanlık hizmeti veren akademik bir danışmanlık ve düşünce kuruluşudur.

MSE benimsediği ilkeler çerçevesinde kapsadığı konularda özgün ve nitelikli bilgiyi üretmeyi ve bunu geniş kitlelerle paylaşmayı temel amaç edinmştir. Bumaksatla, ilgi alanındaki konular hakkında analizler yapar, stratejiler geliştirir ve akademik eğitim faaliyetlerinde bulunur.

MSE’nin ilkelerini, insanlığın barış ve güvenliğini esas alan temel amacı belirler. Bilimsel etik ve tarafsızlık kuruluşumuzun temel ilkesidir.Ne kadar saygın olursa olsun MSE, hiçbir politik gücü veya inancı desteklemez.

Merkez Strateji Enstitüsü (MSE):


Bu belgede yer alan hususların tüm sorumluluğu yazara ait olup MSE’ve üyelerini bağlamaz.Bu belgenin her hakkı , 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu esasları çerçevesinde MSE’ye aittir. 

Yönetici Özeti 

Bu raporda ordu-millet ve toplumsal sorumluluk anlayışından hareketle, TSK’nın yeniden yapılandırması kapsamında son dönemde meydana gelen gelişmelerin yarattığı temel riskler analiz edilmekte, fırsatlar belirtilmekte ve önerilerde bulunulmaktadır. Rapor; Giriş, Temel Kavramların Açıklanması, TSK’nın KHK ile Öngörülen Yeni Yapısının Analizi: Riskler ve Fırsatlar, Sonuç Yerine: 
Değerlendirme ve Risk Tespiti ve Öneriler olmak üzere beş ana bölümden oluşmaktadır. 

Raporda TSK’nın yeniden yapılandırılmasında FETÖ’nün 15 Temmuz darbe girişiminin travması etkisinde ve darbe girişimlerini önleme yaklaşımıyla hareket edilmesinin TSK’nın işlevselliğini olumsuz şekilde etkilediği ortaya konulmakta dır. TSK emir komuta sisteminin bozulması, ordunun her kademede siyasileşme si, liyakatten uzaklaşması ve hizipleşme riski temel sorunlar olarak görülmekte dir. Yapılan düzenlemelerle, Türkiye’nin sınırlarını, ülkesini koruyamaz ve
savaşamaz, daha ötesinde “rejim ordusu” bir TSK imaj ve algısı ortaya
çıkmaktadır. İstem dışı yaratılan bu algı Türkiye için büyük bir risk oluşturmaktadır. 

Raporda TSK yapılanmasıyla ilgili önerilerin ana başlıkları şunlardır. 

a. Türkiye’de sivil-asker ilişkileri Askerin Demokratik Sivil Kontrolü (ADKS) temelinde objektif kontrol esas alınarak uygun kademelerde sivil asker birlikteliği prensibine göre olmalıdır. Bu kapsamda TSK, Genelkurmay Başkanı emir komutasında siyasi otoritenin emrindedir. Bu düzenleme; halen uygulandığı şekilde Başbakan'a bağlılık, Anayasa değişikliği yapıldığında Milli Savunma Bakanına bağlanma ve hatta Cumhurbaşkanına bağlanma şeklinde olabilir.1 


    Bu raporda tercih edilen seçenek, Milli Savunma Bakanına bağlanmadır. 
Bu bağlılık sorunsalın sivil kontrol yönünü çözmektedir. 

. Demokratik sivil kontrol için TBMM kanalıyla siyasi partilerin, sivil toplumun ve medyanın gözetim ve kısmen denetim işlevini, Sayıştay’ın ise denetim işlevini yerine getirmesi gerekir. TBMM’nin denetim ve gözetim işlevi bizzat kendisi ve uygun şekilde yetkilendirilmiş komisyon vasıtasıyla yerine getirilir. TBMM, Genelkurmay Başkanı ve diğer kritik üst düzey atamaları onay yetkisiyle teçhiz 
edilebilir. 

b. TSK emir komuta ve hiyerarşik yapısını koruyarak bir bütün olarak Milli Savunma Bakanlığına bağlanmaktadır. 

MSB, orgeneral eşiti bir sivil müsteşarlık ve Genelkurmay Başkanlığı’ndan oluşmaktadır. Müsteşarlığın yapısı KHK ile öngörülen yapı olup, idari, teknik, tedarik ve adli işlevleri kapsamaktadır. Mevcut Savunma Sanayi Müsteşarlığı da MSB sivil müsteşarına bağlanmaktadır. Genelkurmay Başkanlığı ise MSB’nin operasyonel gücüdür. 


1 Cumhurbaşkanına bağlanma Anayasa değişikliği ile birlikte bir sistem değişikliğini gerektirmektedir. Bu raporda Başkanlık Sistemi hakkında herhangi bir görüş ifade edilmemektedir. 


c. Genelkurmay Başkanının ana ast unsurları II. Başkan, iki müşterek kuvvet komutanı ve stratejik kuvvetler komutanıdır. 

Genelkurmay Başkanı ve ana ast komutanlar orgeneral/oramiral rütbesindedir. Orgeneral/oramiral sayısı 14’den 5’e düşmektedir. TSK’nın yeni yapısına general/amiral sayısı yaklaşık yüzde 40-50 oranında azalmakta ve 358’den 170-200 civarına düşürülmektedir. 


ç. Kuvvet Komutanlıkları kurmay başkanlığı düzeyinde teşkil edilmekte ve II. Başkana bağlanmaktadır. 

Kuvvet Kurmay Başkanları korgeneral/koramiraldir. Müşterek Kuvvetlerin personel, eğitim, teçhizat ve lojistik ihtiyaçlarını temin etmekle görevlidirler. Personel temin merkezleri, eğitim birlikleri ve sınıf okulları, lojistik tesisleri bağlıdır. Kendilerine bağlı muharip birlik bulunmamaktadır. 

d. Ordu Komutalıkları lağıv edilmektedir. 

Müşterek Kuvvet Komutanlıkları Türkiye iki coğrafi bölgeye ayrılarak teşkil etmiştir. Sorumluluk bölgeleri ve komutanlık karargâhları ile ast birliklerinin 
konuş yerleri bu raporda incelenmemiştir. 

1’inci Müşterek Kuvvet Komutanlığı doğuda, 2’ncisi batıdadır. 

1’inci kuvvet kara-hava ağırlıklı, 
2’ncisi kara-deniz-hava dengelidir. 


e. KHK ile kurulan Milli Savunma Üniversitesinin muharip ve akademisyen niteliklerini haiz bir askerî komutan komutasında bakanlığa doğrudan bağlı olması, askeri liselerin devam etmesi öngörülmüştür. 

f. GATA ve askerî hastanelerin Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması tercih edilen seçenektir. 

g. Trakya'daki sınır görevlerinin İçişleri Bakanlığı, doğu ve güneydoğu Anadolu' daki sınır görevlerinin ise MSB tarafından yürütülmesinin uygun olacağı düşünülmekte dir. 


ğ. TSK’nın önerilen yapısı çerçevesinde YAŞ’ın Başbakan, Milli Savunma Bakanı, Genelkurmay Başkanı, MSB Sivil Müsteşarı, Genkur II. Başkanı, iki müşterek kuvvet komutanı ve Stratejik Kuvvetler Komutanı olmak üzere sekiz üyeden teşkili planlanmıştır. 

Bu rapor taslak bir çalışma olup, siyaset bilimi, güvenlik, kamu yönetimi, yönetim ve organizasyon alanında çalışan akademisyenler ile deneyim sahibi güvenlik bürokrasisi emeklilerinin görüşleri dikkate alınarak hazırlanmıştır. Geri beslemeyi müteakip tekemmül eden çalışma siyasi ve askeri yetkililerin bilgisine sunulacaktır. 


Konu ile ilgili görüş ve önerilerinizi; 
fertel1999@gmail.com / 
bilginvarlik@gmail.com / 
merkezstrateji@gmail.com / 
bilgi@merkezstrateji.com 

Gönderebilirsiniz. 


İÇİNDEKİLER 

1. Giriş | 1 

2. Temel Kavramların Açıklanması | 3 

3. TSK’nın KHK ile Öngörülen Yeni Yapısının Analizi: Riskler ve Fırsatlar | 8 

4. Sonuç Yerine: Değerlendirme ve Risk Tespiti | 15 

5. Öneriler | 16 



1. Giriş 

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan günümüze en büyük saldırıya, 15 Temmuz 2016 tarihinde Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ)'nün darbe girişimi ile maruz kalmıştır. Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devlet olan 93 yıllık Cumhuriyetin bekasına kast eden bu terörist eylem kışlalarda askerin, sokaklarda emniyet kuvvetleri ve halkın, siyaset kurumunun bütün unsurlarının ve basın yayın 
organlarının direnmesiyle bastırılmıştır. 

Otuz yılı aşkın bir süredir insanların dinî duygularını istismar ederek toplum içinde bir yer bulan, siyasi iktidarla kurduğu ortaklık ve aldığı destekle öncelikli olarak adli, idari ve güvenlik bürokrasine el atan örgüt edindiği kaynaklarla politik, askeri ve ekonomik alanda büyük bir güç ve nüfuza erişmiş olduğundan gerçekleştirmeye çalıştığı darbenin etkileri de o ölçüde yıkıcı boyutlara 
ulaşmıştır. Bu süreçte devletin neredeyse bütün kurumları ve toplumun bütün kesimleri yıldırma, sindirme ve karalama operasyonları ile adeta teker teker teslim alınmıştır. TSK, polis, jandarma ve MİT gibi bu tür yapılanmalarla mücadele ile sorumlu olan kurumların kapasiteleri, örgütün bilgi harekâtı ile desteklediği adli ve siyasi saldırıları ile zayıflatılmıştır. Kurumların örgütle mücadele edebilecek insan kaynakları ve istihbarat birimleri FETÖ mensuplarının eline geçmiştir. 

FETÖ, nüfuz edebilme kabiliyetini ve etkinliğini artırabilmek için siyaset-yargı-idare-güvenlik sektörlerindeki unsurlarını birbirini karşılıklı olarak destekleyebilecek ve sinerji yaratabilecek şekilde kullanmıştır. Bu kapsamda ordu içindeki mevcudiyeti diğer sektörlerdeki elemanları için güven artırıcı bir rol oynamıştır. 

Türkiye'yi 15 Temmuz gecesine getiren süreçte ve darbe girişimi esnasında FETÖ'nün uyguladığı terörist saldırıların şiddet ve yoğunluğu, çoğunluğunu sivil vatandaşlarımızın oluşturduğu can kayıpları ve yaralanmalar siyaset kurumu ve devlet yönetimi de dahil olmak üzere toplumun her kesiminde derin bir travma yaratmıştır. 

Yaşanan bu toplumsal travmanın öne çıkan nedenleri arasında: 

. Daha önce yaşanan askeri darbe ve müdahalelerden farklı olarak halka karşı ordu içerisinde yuvalanan FETÖ elemanları tarafından silah kullanılması, 

. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bombalanması, 

. Genelkurmay Başkanlığının darbeciler tarafından ele geçirilmesi, 

. TSK komuta kademesinin (Dz.Kuv. Komutanı hariç) onları korumakla görevli personel tarafından rehin alınmış olması, 

. Bütün zamanlarda halkın gözündeki en güvenilir kurum olan TSK'da darbeye teşebbüs edenler arasında yer alan kurmay subay ve general/amiral sayısının yüksek olması gelmektedir. 


669 sayılı KHK ile TSK'nın yeniden yapılandırılmasına yönelik kararların böyle bir travma ortamında alındığını saptamak gereklidir. Bu raporun hazırlanma gerekçelerinden birincisini oluşturan bu saptama,. Ayrıntıları aşağıda açıklanan. TSK'nın yeni yapısının gerekçelerinin en azından bir kısmını etkilemiş olabileceği ihtimalini dikkatten kaçırmamak bakımından önemlidir. Bu saptama şüphesiz, TSK'yı yeniden yapılandırma girişiminin bütün gerekçelerini travma reaksiyon una indirgeme anlamına gelmemektedir. 668 ve 669 sayılı KHK’lar ile getirilen değişikliklerin bir bölümünün 2013 yılı öncesinde Türkiye’de sivil asker ilişkilerinin düzenlenmesi, savunma reformu ve TSK’nın yeniden yapılanması konusunda devlet katında ve çeşitli düşünce kuruluşlarında yapılan çalışmalarla örtüştüğünü de belirtmek gerekir. Nitekim 2013 yılında Cumhurbaşkanlığı tarafından başlatılan “Savunma Reformu” çalışmalarının sonuç raporu Askeri Okullarda Eğitim ve Öğretim, Milli Savunma Üniversitesi ve TSK’nın komuta sistemi dâhil kapsamlı öneriler içermektedir.2 Ancak darbe girişimi sonrası travma ortamının, toplumun tamamını beka derecesinde ilgilendiren ve geri dönüşü zor yapısal düzenlemelerin yeterince tartışılmadan reaksiyoner bir yaklaşımla hayata geçirilmesine yol açtığı görülmektedir. 

2 Bu kapsamda Cumhurbaşkanlığının Savunma Reformu dikkat çekmektedir. 
Kamuoyuyla paylaşılan özet bölümü açık kaynaklardan erişilebilen raporun tamamında kapsamlı çalışmalar bulunduğu anlaşılmaktadır. 

Rapor özeti için bakınız. 

http://www.cumhuriyet.com.tr/rapor/2014-08-22-SavunmaReformu.pdf 




Bu bağlamda bu raporun hazırlanmasına temel gerekçe oluşturan ikinci husus olağanüstü hal koşullarında alınan yapısal kararların o dönemin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olacağı, buna karşın ihtiyacın bütününe cevap verebilme kapasitesini taşımayabileceği ve yeni sorunların kaynağını oluşturma ihtimalinin yaratmış olduğu endişedir. 

Bu raporda ordu-millet gerçekliğinden ve toplumsal sözleşmeye dayalı devlet anlayışından yola çıkılarak, sorumlu ve konu hakkında mütevazı deneyimlere sahip vatandaşlar olarak inisiyatif geliştirilmekte, şu ana kadar yayımlanan kararnamelerde ortaya çıkan temel riskler analiz edilmekte, fırsatlar belirtilmekte ve önerilerde bulunulmaktadır. 

Bu rapor taslak bir çalışma olup, siyaset bilimi, güvenlik, kamu yönetimi, yönetim ve organizasyon alanında çalışan akademisyenler ile deneyim sahibi güvenlik bürokrasisi emeklilerinin görüşleri dikkate alınarak hazırlanmıştır. Geri beslemeyi müteakip tekemmül eden çalışma siyasi ve askeri yetkililerin bilgisine sunulacak ve kamuoyu ile paylaşılacaktır. 

2. Temel Kavramların Açıklanması 

669 sayılı KHK’yı ayrıntılı analiz etmeden önce bir devletin güvenlik kurumlarının ve bu kapsamda ordusunun yeniden yapılandırılmasında, dönüşümünde ve sivil asker ilişkilerinin düzenlenmesinde etkili olan kuramsal yaklaşımlara ve bazı önemli kavramlara kısaca göz atmakta yarar görülmektedir. Böylelikle tartışmanın teorik çerçevesi belirlenebilir ve sorunlu alanlara pratik 
çözümler aranabilir, yaşamsal önemdeki hatalardan kaçınılabilir. 

Modern devlet tanımlarının genellikle Max Weber’in “belirli bir coğrafyada şiddet kullanma tekeliyle donatılmış merkezi yönetime sahip siyasi teşkilat” kavramsallaştırmasını temel aldığı görülmektedir. Bu siyasi teşkilat iç içe geçmiş üç blok-meşruiyet, kurumsal kapasite ve otorite- üzerinde yükselen bir yapıdır. Konumuz bağlamında üzerinde durulacak olan, kurumsal kapasite, yani devletin 
organizasyonudur. Yasama, yürütme, yargı organlarını kapsayan kurumsal kapasitenin temel amacı, toplumsal sözleşme fikrinde de öne çıktığı üzere kamu hizmetlerini sunmaktır. Devlet şekli ne olursa olsun, kurumsal kapasite ortak özellikler taşır ve sunulması gereken kamu hizmetlerine göre şekillenir. 

2.1. Güvenlik Sektörü 

Kamu hizmetleri uzun bir liste ile sıralanabilir ancak en başta gelen hiç şüphesiz ki, ulusal, insani, ekonomik, siyasi ve çevresel boyutlarıyla iç ve dış güvenliktir. Devletin kurumsal yapılanmasında güvenlik sağlayıcı kurum ve kuruluşların tamamı Güvenlik Sektörünü oluşturur. 

Güvenlik Sektörü ülkeden ülkeye değişebilir, ancak Türkiye gibi uzun süreli iç ve dış güvenlik sorunlarının süregeldiği ülkelerde, asgari olarak Silahlı Kuvvetlerini, İçişleri Bakanlığının polis teşkilatını, jandarma ve sahil güvenlik birliklerini, istihbarat birimlerini yargıyı, diplomasiyi ve siber güvenliği sağlamakla görevli haberleşme ve teknoloji ile ilgili birimlerini, gümrük ve orman muhafaza 
birimlerini kapsar. Geniş bir bakış açısıyla, kontrol eden, denetleyen, gözetim işlevi yerine getiren ve ilişkili olan devlet kurumları da eklenebilir. Bu kapsamda, Cumhurbaşkanı, Başbakan, Milli Savunma, İçişleri, Dışişleri, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme, Sanayi ve Teknoloji, Gümrük ve Ticaret , Orman ve Su İşleri bakanlıklarının, TBMM, sivil toplum ve medyanın güvenlik sektörü içinde yer aldıklarını vurgulamak gerekir. Güvenliği geniş anlamda, siyasi-toplumsal, askeri, ekonomik, çevresel bağlamda ele aldığımızda diğer bakanlıkların bir kısmı da güvenlik sektörüyle ilişkilidir. 

Güvenlik Sektörü sadece iktidar sahiplerine değil, muhalefetiyle, azınlığıyla, farklı yaşam ve inanış şekilleriyle, toplumun tüm katmanlarına ve bileşenlerine güven verdiğinde devletin meşruiyetini ve otoritesini destekler, aksi durumda söz konusu kesimlerin güvensizlik algılarını artırır. Nitekim başarısız devlet modellerinde, iç savaşlarda veya devletlerin yıkılış süreçlerinde güvenlik sektörünün etkinliğini kaybettiği, hizipleştiği ve toplumun tamamına güven telkin etmediği görülmektedir. 

2.ci  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.





****

9 Eylül 2016 Cuma

Başkanlık Sistemi ve Türkiye Ekonomisi



Başkanlık Sistemi ve Türkiye Ekonomisi,






GLOBAL Editör 
30 Nisan 2015



GLOBAL Politika ve Strateji Düşünce Kuruluşu tarafından yayınlanan “Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi ve Türkiye” başlıklı raporda; ülkelerin sosyal, ekonomik, eğitim, sağlık, demokrasi, basın özgürlüğü ve bireysel özgürlükler gibi konulardaki sıralamaları ile uyguladıkları yönetim sistemleri arasındaki ilişkiye bakılmıştır.

Bu rapordaki nicel veriler uluslararası güvenilir ve açık veri bankalarından elde edilmiştir. Araştırma kapsamında uluslararası kuruluşların internet sayfalarında da açık kaynak olarak yayınlanan farklı indekslerden derlenen veriler kullanılmış tır. Bu sıralamalarda her bir değişken için en başarılı olan ülke 1. ve en başarısız olan ülke ise son sırada yer almıştır.

Ülkelerin yönetim sistemleri başkanlık, parlamenter, yarı-başkanlık ve diğer olarak dört grupta sınıflandırılmıştır. Ülke sıralamalarının yönetim sistemine göre farklılık gösterip göstermediğini istatistiksel olarak analiz etmek için ANOVA (tek yönlü varyans analizi) testi uygulanmıştır.



Ekonomik Değişkenler Açısından Bulgular

Araştırma kapsamında ‘ülkelerin refah seviyeleri, ekonomik gelişmişlik ve ülke kırılganlık düzeyi’ gibi konularda analiz yapılmıştır.

Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması

Dünya Bankası verileri ülkelerin ekonomik seviyelerini belirleyen en güvenilir kaynaklardan biridir. LPI indeksi Dünya Bankası verilerini kullanarak kişi başına düşen milli gelir, piyasa büyüklüğü, ithalat ve ihracat, işsizlik oranı, enflasyon, iç ve dış borç gibi kriterlerle yaptığı ölçümlerle 2014 yılı raporunda ülkelerinin ekonomik seviyelerini ölçerek bir dünya sıralaması belirlemiştir.

Yönetim sistemine göre ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasında gruplar arasında anlamlı bir fark olduğu görülmektedir (p=,000). Ekonomik gelişmişlik sıralamasında parlamenter sisteme sahip ülkelerin ortalama sıralamasının 142 ülke arasından 57 olduğu, başkanlık sisteminin de ortalama sırasının 86 olduğu görülmektedir (Şekil 1). Ekonomik gelişmişlik anlamında parlamenter sistem, başkanlık sistemiyle kıyaslandığında çok daha başarılıdır. Ekonomik gelişmişlik indeksinde Türkiye ise 142 ülke arasında 86. sırada yer almaktadır. Türkiye’nin diğer parlamenter ülkeler ortalamasının çok daha gerisinde ve başkanlık ile yönetilen ülkelerin sıralama ortalamasında yer aldığı görülmektedir.

Şekil 1: Yönetim Sistemine Göre Ülkelerin Ekonomik Gelişmişlik Düzeyi Sıralama Ortalaması,






Diğer taraftan, ekonomik gelişmişlik düzeylerine göre dünya sıralamasında ilk 50’ye giren ülkelerin %52’si parlamenter sistemle yönetilmektedir. Buna karşılık, ülkelerin %28’i başkanlık, %8’i yarı-başkanlık, %12’si ise diğer yönetim sistemleri ile yönetilmektedir (Şekil 2). Bu sonuç, ekonomik düzey olarak dünya sıralamasında ön sıralarda olan ülkelerin büyük çoğunluğunun parlamenter sistemle yönetildiklerini göstermektedir.

Şekil 2: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En İyi İlk 50 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı



Yine, ekonomik gelişmişlik düzeyi sıralamasına göre dünya sıralamasında ilk 10 sıralamaya giren ülkelerin 6’sı parlamenter sistemle yönetilirken ilk 10’da sadece 1 ülke başkanlık sistemi ile yönetilmektedir (Tablo 1).




Tablo 1: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En İyi İlk 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Sıralaması


Diğer yandan, ekonomik gelişmişlik indeksine göre 142 ülke arasında son 10 sıralamaya giren ülkelerin 9’u başkanlık sistemi ile yönetilirken, son 10 ülke içerisinde parlamenter sistemle yönetilen hiçbir ülke bulunmamaktadır (Tablo 2).



Tablo 2: Ekonomik Gelişmişlik Düzeyleri Bağlamında En Kötü Son 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Sıralaması


Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Refah Düzeyi Sıralaması
İngiltere merkezli Legatum Enstitüsü tarafından her yıl Refah İndeksi (The Prosperity Index) yayınlanmaktadır. Bu indeksle dünya geneli ülkelerin refah sıralamaları yapılmaktadır. Ülkelerin refah seviyeleri; o ülkede yaşayan bireylerin gelir ve mutluluk düzeylerini ifade etmektedir.

Yönetim sistemine göre ülkelerin yönetim sistemleri açısından refah sıralaması ortalamasında anlamlı bir farklılık olduğu görülmektedir (p=,000). Ortalama değerlerine bakıldığında başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelerin refah sıralamasının 142 ülke arasından ortalama 93 olduğu görülmektedir. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin refah sıralaması ortalaması ise 142 ülke arasından 49’dur (Şekil 3).

Refah indeksinde Türkiye 142 ülke arasında 86. ülke olarak yerini almıştır. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin başkanlık sistemlerine sahip ülkelere göre refah sıralamasında çok daha iyi konumda oldukları görülmektedir. Parlamenter sisteme sahip ülkelerin ortalama sıralaması 49 iken, Türkiye’nin bu ortalamanın çok daha gerisinde ve başkanlık ile yönetilen ülkelerin sıralama ortalamasına (93) yakın bir noktada yer aldığı görülmektedir.




Şekil 3: Yönetim Sistemine Göre Ülkelerin Refah Düzeyi Sıralama Ortalaması

Diğer yandan, refah düzeyi sıralamasında dünyada ilk 50’ye giren ülkelerin %64’ünün parlamenter, %18’inin başkanlık, %8’inin yarı-başkanlık ve %10’unun diğer yönetim sistemleriyle yönetildikleri görülmektedir (Şekil 4). Bu veriler, dünyada refah seviyesi yüksek olan ülkelerin yönetim sistemlerinin başkanlık sistemi değil; ağırlıklı olarak parlamenter sistem olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.



Şekil 4: Refah İndeksine Göre Dünya Sıralamasında En İyi İlk 50’ye Giren Ülkelerin Dağılımı


Refah indeksine göre en iyi ilk 10’a giren ülkelerin 7’si parlamenter sistemle yönetilirken sadece bir ülke başkanlık sistemiyle yönetilmektedir (Tablo 3).



Tablo 3: Refah İndeksinde En İyi İlk 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülkelerin refah indeksine göre son 10 sıralamaya giren ülkelerin tamamı başkanlık sistemi ile yönetilmektedir (Tablo 4).




Tablo 4: Refah İndeksinde En Kötü Son 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülkelerin Yönetim Sistemlerine Göre Kırılganlık Sıralaması

Ülke Kırılganlık İndeksi (Fragile States Index-FSI) ABD’de faaliyet gösteren Barış Fonu (Fund for Peace) adlı düşünce kuruluşu tarafından her yıl düzenli olarak yayınlanmaktadır. Ülkelerin kırılganlık durumlarını belirleyen sosyal, politik ve ekonomik göstergeler bulunmaktadır. Ekonomik göstergeler; gruplar arası istikrarsız ekonomik gelişim ve ani iniş çıkışlar olarak sıralanmaktadır.

Ülke kırılganlık indeksinde ülkelerin yönetim sistemlerine göre ortalama değerler analiz edildiğinde gruplar arasında anlamlı bir farklılık bulunduğu görülmektedir (p=.000). Bu sıralamaya göre parlamenter sistemle yönetilen ülkeler ekonomik, sosyal ve politik kırılganlık açısından çok daha istikrarlıdır.

Ülke kırılganlık indeksinde Türkiye’nin parlamenter sistemle yönetilen diğer ülkeler gibi başkanlık ve yarı başkanlık ile yönetilen ülkelerin ortalama sırasından daha iyi bir noktada olduğu görülmektedir.

Ülke kırılganlık indeksinde, en çok kırılgan yani en istikrarsız 50 ülkenin %56’lık kısmı başkanlık sistemi ile yönetilirken, %18’i parlamenter sistemle yönetilmektedir.

Kırılganlık indeksinde 140 ülke arasında en istikralı yani en az kırılgan olan 10 ülkenin 8’i ise parlamenter sistemle yönetilmektedir. En istikrarlı 10 ülke arasında başkanlık sistemiyle yönetilen hiçbir ülke yer almamaktadır (Tablo 5). Aynı şekilde, ülke kırılganlık indeksinde en istikrarlı 50 ülkenin 35’i parlamenter sistemle yönetilirken, sadece 8’i başkanlık sistemiyle yönetilmektedir.




Tablo 5: Kırılganlık İndeksinde En İstikrarlı 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Ülke kırılganlık indeksinde, en istikrarsız yani en çok kırılgan olan 10 ülkenin 9’u başkanlık sistemiyle yönetilmektedir (Tablo 6).




Tablo 6: Kırılganlık İndeksinde En Kötü (En Çok Kırılgan) 10 Ülkenin Yönetim Sistemlerine Göre Dağılımı


Sonuç

Uluslararası güvenilirliğe sahip açık veri kaynaklarının analiz sonuçlarına göre, ekonomik göstergeler açısından parlamenter sistem ile yönetilen ülkelerin başkanlık sistemi ile yönetilen ülkelere göre daha başarılı olduğu görülmektedir.

Muhtemel bir sistem değişikliğinin Türkiye ekonomisine etkisinin nasıl olacağı değerlendirilirken dünyadaki mevcut durumun da göz önünde bulundurulması son derece önemlidir.

Analiz sonuçlarına göre; ekonomik açıdan gelişmiş ülkelerde yaygın olan sistemin başkanlık sistemi değil, parlamenter sistem olduğu görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, dünyadaki mevcut durumu yansıtan bilimsel veriler Türkiye’nin başkanlık sistemine geçmesiyle ekonomik açıdan atılım yapacağı yönündeki iddiaları desteklememektedir.

Kaynak: Karşılaştırmalı Analizlerle Başkanlık Sistemi ve Türkiye (2015). GLOBAL Rapor. Global Politika ve Strateji Yayınları, Ankara.
Kamu Politikaları ve Analizi Merkezi,

http://globalpse.org/baskanlik-sistemi-ve-turkiye-ekonomisi/


****

7 Eylül 2016 Çarşamba

Sol ve Atatürkçülük ABD planı çerçevesinde tasfiye edildi



Sol ve Atatürkçülük ABD planı çerçevesinde  tasfiye edildi,




 Talat Turhan

06.09.2004
Sayı:64

27 Mayıs Halkın Desteğini almış bir Hareketti

TÜRKSOLU: 27 Mayıs 1960’tan bugüne Türkiye’de Sol ve Atatürkçü saflar açısından yakın tarihe tanıklık etmiş bulunuyorsunuz. Günümüze bu yakın tarih açısından 
baktığımızda, Türk solunun ve Atatürkçülüğün durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
TALAT TURHAN: Bu kadar kapsamlı bir konuya, bir röportaj çerçevesinde tam bir yanıt vermek olanaksızdır. Ancak bazı noktaları aydınlatabiliriz.
Aslında ilk olarak 27 Mayıs 1960 öncesine bir bakmak gereklidir. 27 Mayıs’tan önce, 1950 ile 1960 arasında, Amerikan yanlısı ve liberal olduğunu iddia eden bir parti 
iktidardaydı. Demokrat Parti döneminde CHP’nin başında bulunan İsmet İnönü çok sert bir muhalefet uyguluyordu. Bu muhalefetin geldiği son nokta “Sizi ben bile 
kurtaramam” diyerek, ordu içinde Demokrat Parti’yi devirmek için hazırlık yapan güçlere yeşil ışık yakmak olmuştu. Sonucunda da DP dönemi 27 Mayıs’la noktalanmış oldu.
Bugüne bakarak dünü eleştiren insanlar yanılırlar. 27 Mayıs’a özellikle Yassıada konusunda bir çok eleştiri getirilmiştir ancak bu eleştirileri yapanların Yassıada 
duruşmalarının tutanaklarının tamamını okuduklarını sanmıyorum. Daha önce yapıtlarımda da bahsettiğim bir durum da Celal Bayar’ın Üniversite’yi ve Harp Okulu’nu 
tenkilden bahsetmesidir. “Tenkil” yok etmek demektir. Hem Cumhurbaşkanı olacaksınız, hem de kendi insanlarınızı yok etmeyi göze alacaksınız. DP’nin geldiği noktayı 
açıklayan başka örnekler de vardır; kişilerin bakan yapılırken ABD’den izin alınması o dönemde uygulanmış ve daha sonra da devam etmiştir. Bu onursuz politikalar 
ulusal güçlerin tepkisini çekmişti ve bu tepkiler Ordu içindeki örgütlenmeler şeklinde kendini gösterdi. Bunların sonucunda da 27 Mayıs ile karşı karşıya geldik.

TÜRKSOLU: 27 Mayıs hareketi ülke içinde halk tarafından nasıl karşılanmıştı?

TALAT TURHAN: 27 Mayıs çok yoğun bir tasvip görmüştü. Ben olayı içinde yaşadığım için aksini iddia edenlerin yalan söylediklerini rahatlıkla ifade edebilirim. 
Silifke’den, Fırat Nehri’nin bulunduğu yere kadar olan alan, yani Torosların güneyinde bulunan tüm bu bölge benim harekat saham içindeydi. Çukurova, Gaziantep, 
Maraş, Mersin görev yaptığım 36. tümenin alanına dahildi. Bölgede telefon olan 300 civarında yerleşim yeri vardı ve 27-28 Mayıs gecesi ben tüm bu bölgeyle 
irtibat halindeydim. Tek bir karşı duruş olmamıştı ve tüm Türkiye çapında da durum farksızdı. Bunu da halkın desteği olarak değerlendirmek gerekir.

Adnan Menderes’in asıldığı gün İstanbul polis zabıtlarında tek bir adli vaka bile yoktur. Bir vatandaş, Milli Birlik Komitesi üyesi bir kaç kişiye Adnan Menderes’i 
niye astıklarını sorduğunda, bunlardan biri; “Tabii, çok büyük kabahatimiz var, biz onları 27 Mayıs sabahı halka teslim etseydik orada bu iş biterdi.” demiştir. 
27 Mayıs böyle şartlar altında gerçekleşerek bir dönemi kapatmıştır.

27 Mayıs’ın talihsizliği İsmet Paşa’dır

27 Mayıs’ta ön plana çıkan kişilerin ne yapacaklarına dair çok kesin planları yoktu. Dolayısıyla 27 Mayıs zaman içinde etkinliğini yitirmişti. Ancak 1961 Anayasası gibi 
bazı temel eserler bırakabilmiştir.
Bence 27 Mayıs’ın talihsizliği İsmet Paşa’nın kendisidir. Sanıyorum ki İsmet Paşa darbe olur olmaz, Ordu’nun ertesi gün iktidarı kendisine vereceğini düşünmekteydi. 
Nitekim 27 Mayıs’ın lideri Org. Cemal Gürsel, İsmet Paşa’yla görüşmesinin ardından onun, “gerdeğe girecek bir delikanlı gibi iktidara hazır” olduğunu belirtmişti. 
İktidarı ele geçiremeyince de yavaş yavaş karşı tavır almıştır. Ordu içindeki çalkalanmalar, bölünmeler ve dalgalanmalar süreci de böyle başlamıştır.
Gerçekten de Silahlı Kuvvetler içinde çok büyük bir İsmet Paşa hayranlığı vardı. İsmet Paşa’nın arkasında bugün de yaşatılan bir Garp Cephesi Kumandanlığı efsanesi 
vardı. Bunun yanı sıra Lozan kahramanı ve demokrasiyi getiren kişi olarak sunulduğu için önemli bir gücü vardı. Bu güç de Silahlı Kuvvetleri yanına almak anlamına 
geliyordu. Ancak İsmet Paşa’nın Silahlı Kuvvetler’e egemen olmadığı, 22 Şubat ve 21 Mayıs olaylarıyla ortaya çıkmıştı. Silahlı Kuvvetler’in onun iktidarı döneminde 
başkaldırması bu efsanenin yıkılması anlamına geliyordu. İsmet Paşa bunun intikamını 21 Mayıs’ta alacaktı.

21 Mayıs kullanılarak ilerici genç subaylar tasfiye edildi

21 Mayıs Milli Emniyet’e bir ay öncesinden ihbar edilmişti. Yasalarımızda ihtilâlle, ihtilâl teşebbüsü aynı cezaya çarptırılır. Yani Aydemir ve arkadaşları bir ay önce 
ihtilâl teşebbüsünden yakalansalardı yine aynı cezayı alacaklardı. İsmet Paşa başarılı olunmayacağını bildiği için bilerek göz yummuştur ve bir tasfiye operasyonunun 
önünü açmıştır. Kara Kuvvetleri’ndeki tasfiye bu şekilde başlamıştır. İsmet Paşa’nın kendi ocağında yetişen genç subayları ekarte etmek için böyle yöntemlere 
başvurması büyük bir tepki oluşturmuştu. Sonuç olarak da İsmet Paşa ve CHP tarafından 27 Mayıs rayından çıkarılmıştı. Bu durum 27 Mayıs’ın beklenenleri 
vermemesine neden olmuştur.
İsmet Paşa “Ortanın Solu” söylemiyle Ordu’nun sola kayışını frenlemek istiyor. Burada esas olarak söylemek istediğim şudur: 

Biz her gece Silanlı Kuvvetler Birliği Örgütü olarak sabahlara kadar toplantı yapmaktaydık ve ülkeyi yönetmek için kararlar bu toplantılarda alıyorduk. İçimizde 
İsmet Paşa’nın casusları da vardı ve olanları aktarıyorlardı. Ordu içinde öne çıkan devingen, ilerici subay kesimin ideolojisinin solda olduğunu tespit etmişlerdi.
Gerçekten de biz Atatürkçü, devrimci bir sol çizgideydik. Atatürkçülüğü o günün koşulları içinde biraz daha sol bir yorumla tanımlamıştık. Toprak reformu, 
sosyal güvenceler isteklerimizdi. İsmet Paşa tam da bu dönemde sol bir çıkış yapacaktı. Bana göre “ortanın solu” söylemi bu şekilde ortaya çıkmıştır. 
Esas “ortanın solu”nda olan Ordu içinde örgütlenmiş güç olarak bulunan Silahlı Kuvvetler Birliği’ydi. İsmet Paşa, SKB’nin bu tavrını elinden alarak SKB’yi fikir tabanında 
mesnetsiz bırakmaya çalışmıştı.

TÜRKSOLU: Bu çıkışı Ordu içindeki sola kayışı engellemek için yapılan bir manevra olarak mı değerlendirmemiz gerekir?

TALAT TURHAN: Evet bu gerçekten de fren amacı güden bir tavırdı. İsmet Paşa, bu açıklamayı yaptığı zaman CHP bu söylemin altını doldurmamıştı. Zaman içinde 
Ordu’da tasfiyenin gelişmesine paralel olarak “ortanın solu” söyleminin altı İsmet Paşa ekibi tarafından doldurulmuştur. İlk önce slogan ortaya atılmış daha sonra 
da bu sloganın altı doldurulmuştur. Ardından, Ecevit bu söyleme sahip çıkarak bu söyleme uygun kitaplar da yazmıştır.
27 Mayıs’a en çok ABD karşı çıkmıştır. Kendi yandaşı olan DP’nin alaşağı edilmesine yardım ettiği için CHP’ye de karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkışa baktığımız zaman 
Said-i Nursi’ye kadar geriye gitmek gerekir. Nur Risaleleri’nde Nursi Osmanlı’dan beri her kötülüğün İttihat Terakki ve onun uzantısı saydığı CHP’den geldiğini yazmıştır. 
Nur tarikatı da otomatik olarak CHP’ye karşı DP’ye oy vermiştir. Bu sayede Amerikancı partiye blok oylar gitmiştir. ABD de o günden bu yana Nur tarikatının en büyük 
destekçisidir. Nur Tarikatı kim olursa olsun ABD yandaşı parti kimse ona destek olmuştur. Bugün de lideri ABD’de yaşamaktadır. Said-i Nursi’nin bir diğer söylemi 
“müslümanların en büyük düşmanı komünizmdir” çıkışıdır.
Dolayısıyla ABD de komünizmin en büyük düşmanı olduğu için, Müslümanların dostu ilan ediliyordu. ABD de Türkiye’deki Amerikancı yapılanmaları yaşatmak için bu 
yapılara destek olmuştur.

Solun önüne masonlardan oluşan bir baraj kuruldu
Bunların yanı sıra masonik yapılar da devreye sokulmuştur. Tüm bu yapılar kullanılarak solun önüne akıl almaz bir baraj kurulmuştur. Sol da özellikle komünizmin 
yıkılmasından sonra ideolojisini oturtamadığı için, amip gibi bölünerek iddiasına devam etmiştir ama her bölünme de o iddiayı zayıflatmıştır. Doktriner sol partiler 
tamamen dağınık durumdadır.
Parlamenter sistem içine girerek oy almaya çalışmaktadırlar ancak başarılı olamamaktadırlar. Bir kısım partiler ve örgütler de sol anlamda Atatürkçülük iddiasındadır 
ancak ben o noktada da çok iyimser değilim.

TÜRKSOLU: Türkiye’de solun bugün yaşadığı kısırlığı nasıl açıklayabiliriz?

TALAT TURHAN: Bugün dünya halkları küresel bir tehdit yaşamaktadır. ABD, Avrupa ve Japonya’dan oluşan Trilateral coğrafyanın dışında kalan tüm dünya bu 
Trilateral coğrafyanın uydusu konumundadır. Burası tüm imkanları ve kaynakları sömürülecek, bir saldırı ve operasyon alanı halindedir.

Aralarındaki ufak tefek çatışmalara karşın diğerleri de ABD liderliğindeki bu soygundan paylarını almaktadırlar. Arta kalan dünyayı da kendi seçtiği adamları iktidar 
yapmak yoluyla yönetmek istemektedirler. Buna da global elit ya da küresel seçkinler adı verilmektedir. Küresel sisteme hizmet edecek işbirlikçiler seçiliyor, onları 
kendi elleriyle parlattıktan sonra kendi adamlarını seçtirmektedirler. Bu dünya halklarına kurulmuş tuzaktır.
Bu noktadan bakıldığında solun parlamanter sistem dahilinde iktidar olma şansı da yoktur. Türkiye’de yaşanan kısırdöngü de böyle açıklanabilir. Atatürkçülük de 
Atatürk’ün öldüğü günden beri ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Bu çabaların başında da ABD vardır. Kurtuluş Savaşı dönemindeki ABD basınına bakarsak ABD 
Başkanı Wilson’ın Türkiye’yi parça parça etmekten bahsettiğini görürüz. Bugün de bu anlayış devam etmektedir.

Türkiye’de ise hâlâ ABD stratejik mütttefik olarak gösterilmek istenmektedir. Trilateral coğrafyanın dışında kalan alanda emperyalizmin en çok etkin olmaya çalıştığı 
alan Ortadoğu coğrafyasıdır. Bölgenin petrol kaynakları dünya egemenliğini kurmak isteyen ABD’yi işe buradan başlamak durumunda bırakmaktadır. Bize dün hasım 
olan ABD bugün de hasımdır. PKK’ya yardım ettiğini bilmeyen kalmamıştır. Ama bizi seçtiği küreseleseçkinler aracılığıyla kullanmak istemektedir. Türkiye’de demokratik, 
sol, ulusal güçler ilk olarak kürsel seçkinlerin iktidarını kırmalıdır. Bunların adamlarını deşifre etmelidir.
Atatürk’ü tasfiye etmenin bir diğer yolunu da ABD’de yetişen kişilerin Atatürkçü geçinen parti ve kurumlara sızmalarıdır. Bunlar tarafından Atarükçülük ulusal boyuttan 
çıkarılmakta ve uluslararası örgüt üyeleri tarafından yönlendirilmeye çalışılmaktadır. Halkımız bunun bilincine varıp enternasyonal insanları ayıkladığı zaman ulus devlet 
ve ulus bilincinin gereği olan Atatürkçülük gündeme oturacaktır ve Türkiye’nin de başka kurtuluş yolu yoktur diye düşünüyorum.

TÜRKSOLU: Atatürkçülüğün tasfiye edilişinden bahsettiniz. Burada bilinçli bir operasyonun varlığı görülüyor. Bu tasfiyenin hangi plan dahilinde gerçekleştirildiğini 
düşünüyorsunuz?

Sol ve Atatürkçülük belli bir plan içerisinde tasfiye edildi

TALAT TURHAN: Atatürk’ün ve Atatürkçülük’ün tasfiyesi için Atatürk’ün kurduğu siyasi partinin de ortadan kaldırılması gerekmekteydi. Ben, 1971-1974 arasında Selimiye 
Askeri Ceza ve Tutukevi’nde yataraken bunu sezinledim. Savunma 1 adlı kitabımda da bu süreci anlatan yorumsal bir şema çizmiştim.

O şemada Türkiye’nin gelecekte alacağı şekli ifade etmeye çalıştım. 1975 yılından 1980’i gören yorumsal bir şemaydı bu ve büyük bir iddiaydı. Ben ilerde CHP’nin 
kapatılacağını iddia ediyordum ama CHP o sırada iktidar partisiydi. Ancak zaman beni doğruladı. Şemanın ikinci bölümünde yer verdiğim tüm maddeler; Ordu’nun 
tasfiyesi, 27 Mayıs’ın tasfiyesi, CHP’nin kapatılması, yeni bir anayasanın yapılması, faşist bir düzen kurulması, gerçekleşti. Bu bir kehanet değildi. 
Bir siyaset yorumcusu olarak okuduğum 10 binlerce sayfalık belgelerden çıkardığım sonuç buydu ve o sonuç da doğru çıktı. Atarükçü olduklarını iddia eden 
12 Eylül darbecileri CHP’yi kapatarak aslında ABD’nin ve Nur tarikatının özlemlerini karşılamış oluyorlardı.

Atatürk’ün partisini kapatmak yoluyla da Atatürk’ü ortadan kaldırdılar, daha da ileri giderek Atatürk’ün vasiyetini hiçe saydılar ve Türk Dil Kurumu ve 
Türk Tarih Kurumu’nun yapısını bozdular.

Cumhuriyet tarihi içinde Atatürk’ün tasfiyesinin en çok hız kazandığı dönem 12 Eylül olmuştur. 12 Eylül heykel Atatürkçülüğüdür. ABD’ninTürkiye’de kendine göre ayrık 
otu saydığı malzemenin temizlenme işlerine 12 Eylül yapmıştır. Halkın, aydınların, solun, hatta sağın üzerinden silindir gibi geçmiştir. “Ayaklanma ve Bastırma Harekatı” 
adlı kitabı 1975 yılında savunmama ek olarak mahkemeye vermiştim. Burada prosedür anlatılmaktadır.

Darbenin ardından seçimlere gidilir, seçimlerden sonra darbecilere yakın bir parti gelir, eğer gelmezse seçime hile katılır. 12 Eylül ABD’nin isteklerini yerine getirmiştir.

Enternasyonal kapitazim tehlikesi

Bir zamanlar enternasyonal komünizm diye suçlanan bir yapı vardı. Bana göre bu ne kadar tehlikeliyse, ki ABD’nin yaydığı antikomünizm histerisiyle bu tehlike abartılmıştır, 
enternasyonal kapitalizm bunun yüz misli tehlikelidir. Bu şekilde ulus devletlerin içine girerek ulus devletleri yönlendirmektedirler. Lions bu örgütlerden biridir. 
“Lions” kelimesinin “aslanlar” anlamına geldiği sanılmaktadır ancak bu “Liberty, Indepence of Nations Securitiy” kelimelerinin açılımıdır. Yani “ulusların güvenliğinin 
özgürlük ve bağımsızlığı”, bu da ABD’nin özgürleştirme, demokrasi götürme söylemiyle uyumludur. Bu tip örgütlere üye olanlar küresel kapitalizme hizmet eder kendi 
konumunu ve çıkarını garantiye alan kişilerden oluşmaktadır. Kurtuluş Savaşı döneminde İngiliz Muhipleri Cemiyeti ve Kürt Teali Cemiyeti gibi bir kaç dernek varsa 
şimdi bu tip 500 tane örgüt vardır ve küresel kapitalizme hizmet etmektedir. Atatürçü, solcu, demokrat güçler bu örgütlerle mücadele etmezlerse ulusal hiç bir yapımız 
sağlam kalmayacaktır. Bu kapitalizimin ülkenin en ücra köşelerine kadar kılcal damarlar halinde yayılması demektir. O kılcal damarmar atardamarlarda toplanır ve 
hepsi sömürülerek ekonomik açıdan Amerikan hegemonyasına kaynak sağlar. Ülkedeki küresel seçkinler de kendi çıkarları uğruna buna ortak olurlar. 1980’li yıllarda 
12 Eylülcüler bir çok kurum kapatırken, Lions uyanık davranarak bir tüzük değişikliği yaparak Atatürkçü olmayanların Lions olamayacağı ilkesini getirmiştir. 
Bu dünyanın en büyük takiyyesidir. Bu oyunların ayırdına varmak zorundayız.

Türkiye taşeron olarak kullanılmak isteniyor

TÜRKSOLU: Son olarak, ABD’nin Ortadoğu merkezli sömürgeci saldırısında Türkiye sizce nerye konulmaktadır? Buna karşı Atatürkçüler, solcular nasıl bir yol izlemelidir?

TALAT TURHAN: Bir dünya haritasını önümüze alıp Fethullah okullarını noktalarsak karşımıza bir tablo çıkar. Bu ABD’nin müdahale ettiği bölgenin görüntüsüdür. 
O zaman “ne yapmak istiyorlar?” sorusunu sormak gerekir.
İsrail’de 1918’de Üniversite, 1948’de devlet kurulmuştur. 30 yıl bir jenerasyonun eğitimden geçmesi demektir. Benim kanımca Fethullah okullarında bu ılımlı İslam 
dünyasının kadroları yetiştirilmektedir. Bu kadrolar, çok iyi koşullar altında ABD’ye boyun eğecek kişiler olarak yetiştirilmektedir.

Temel felsefeleri budur. Bu ülke boyun eğecek insanlarla kurtarılmadı, başkaldıran insanlarla kurtarıldı. Bunun da en somut kahraman örneği Mustafa Kemal’dir. 
Boyun eğecek insanların tasfiyesi gereklidir.
Hatırlanırsa Clinton Osmanlı tarihi okumaktaydı. ABD, bölgede uluslardan, ulusal devletlerden uzak böyle bir yapı beklemektedir. Böylece sömürü daha kolay olacaktır. 
Bu yapılanmanın alt yapısı da Büyük Ortadoğu Projesi’yle kurulmaktadır. Benim kanımca Türkiye’ye atfedilen model devlet tanımı da buradan kaynaklanmaktadır. 
Ilımlı İslam; ABD yanlısı, itaat eden İslam demektir. Bunun alt yapısı ortaya konmuştur. Bugünkü iktidar kadar ABD’ye yakın olan bir iktidar görülmemiştir. 
Ilımlı İslam altyapısı, Türkiye’nin de bir çekirdek ülke olarak öne sürüldüğü bir Osmanlı modeline dönüştürülmek istenmektedir. Burada Türkiye taşeron olarak 
kullanılmak istenmektedir.

Atatürkçü ve solcu güçler açısından hem masonik yapılanmaları hem de Ilımlı İslamcı Amerikancılığı teşhir etmek halkımızı bilinçlendirmek, birleştirmek ve dağınık 
yapıyı ortadan kaldırmak zorunluluktur. Kısacası ulusumuzu kendi öz çıkarlarını ön plana alan bir bilince ulaştırmak zorundayız. Kendi öz değerlerimize sahip çıkan 
ve bu ülkenin kurucusu Mustafa Kemal’in önümüze koyduğu ideolojiyli bütünleşmek zorundayız. Tüm dünya halklarının saldırı altında tutulduğu bu dönemde Türk 
halkının işinin de çok zor olduğunu düşünüyorum. Herkesi bu uğurda daha fazla çalışmaya, düşünmeye davet ediyorum.


http://www.turksolu.com.tr/64/dura64.htm



“TÜRKİYE Savaşa İtiliyor”




“TÜRKİYE Savaşa İtiliyor”


Yeni Asya: 20 EYLÜL 1990
Tahir AKA – Talat TURHAN

TÜRKİYE'nin sıcak savaşa girmemesi için her kesimin elinden geleni yapması gerektiğini kaydeden TURHAN, "TÜRKİYE'nin bu günkü ısmarlama savaşta akıtılacak kanı yoktur, çıkan yoktur. Bazı kişiler kendi reklâmı için bütün ülkenin imkânlarım kullanamazlar" diye konuştu.
Körfez krizinin ekonomik yönünden ziyade ideolojik ve siyasi yönünün ehemmiyetli olduğunu söyleyen Talat TURHAN "Bugüne kadar Batı kendisine ideolojik düşman olarak komünizmi seçti. Şimdi bundan vazgeçildi. Yeni bir düşmana ihtiyaç var. Bu düşman da İslâm radikalizmidir" diye konuştu.
—Tahir AKA: Teslim olmaktan başka çare kalmıyor mu?
Talat TURHAN: Bu güç karşısında haklılığını nasıl ispat edebilirsiniz? Mümkün değil. Çok zor bir iş... Dolayısıyla bir kaynakta ABD'nin dünyayı nasıl kontrol ettiği belirtilirken, şehirdeki silahlı ve boş kalan evler bile tespit edilecek diye bir kayıt var… Ajanlar, ülke polisine dahi güvenmeyecekler. Ajanların aldığı bilgilerin ne yapacağını ABD karar verir. Ajanların verdiği bilgileri bir Kurmay Subay değerlendirir. Ajanlar bir ülkenin bütün iç işlerine karışmakla mükelleftir. Ajanlar ülkenin bütün özelliklerini bilmek sorundadır. Bu talimatlar ve ajanların faaliyetleri sıralanabilir. Netice itibariyle Bülent ECEVİT'in dediği doğrudur, endişesinde haklıdır. TÜRKİYE'nin en büyük muhtemel tehlikesi de, bazı mihrakların ülkemizi sıcak savaşın içinde görmek istemeleridir. Bu mihraklar aşırı bir çaba içinde gözüküyor. Bu çaba, TÜRKİYE için çok büyük bir tehlike. Asırlarca bu vebalin vs bu yükün altından kalkılamayacak bir ateşin içine TÜRKİYE itilmektedir. Bazı kişi ve bazı mihraklar tarafından bu baskı yapılmaktadır. Dolayısıyla demokrasinin henüz tam manasıyla oturmamış olmasından kaynaklanan bir davranış bulunmaktadır. Bunu önlemek belki zaman içerisinde mümkün olabilir. Fakat gidişin TÜRKİYE için çok tehlikeli olduğu bilinmelidir. Bu gidişin önlenmesi için herkes, her güç elinden ne geliyorsa çaba sarf etmelidir. Hem bugünkü ısmarlama savaşlarda TÜRKİYE'nin akıtılacak kanı yoktur. Menfaati yoktur, çıkarı yoktur. 

Şimdi bazı kişiler kendi reklâmı için bütün ülkenin İmkânlarını kullanamazlar ve kullanılmaması lazımdır. Şimdi bunun tarihte çok müşahhas bir misali var. Yaşar KUTLUAY diye bir zatın "Sevr ve TÜRKİYE” adlı kitabı var. O kitapta enteresan bir pasaj var. 1905 yılında bugünkü İSRAİL'in kurucusu Thedor HERZL İSTANBUL'a geliyor ve o zamanki Osmanlı Padişahı ABDÜLHAMİT'le bir görüşme yapıyor. ABDÜLHAMİT'le görüşmesi esnasında, padişahtan FİLİSTİN'in para karşılığı Yahudilere satılmasını teklif ediyor. Bütün bunlar Yaşar KUTLUAY'ın ifadesi. ABDÜLHAMİT bu teklifi kabul etmiyor. Vatan toprağı satılmaz di­yor. Benim anlatmak istediğim bu değil. Ben ikinci bölümü anlatacağım… 

Bu defa Thedor HERZL ikinci teklifini yapıyor, “bir yıl dünya basınında size destek verelim” diyor. Yani demek ki bir asır evvel, 88 yıl evvel Thedor HERZL, ABDÜLHAMİT'e bütün dünya ba­sınında bir yıl destek verecek kadar basına hakim. Şimdi aradan 85 yıl geçmiş dünya basını o mihrakların 10 misli daha kontrolüne girmiş vaziyette... Basın imparatorlarının menşelerine baktığımız vakit bu olgunun çok büyük ölçüde egemen olduğunu görüyoruz. 

Şimdi, biz eğer burada iktidarın üst kademesinde kişiler dünya basınından destek görüyorsa, bundan İftihar etmek yerine, kuşku duymak gerektiğine İnanıyorum. Oysaki bir tiyatro sahnesi gibi TÜRKİYE'de halkına çorap örüldüğü görülüyor ve buna seyirci kalınıyor. 

Meselenin bir başka boyutu daha var. Acaba milliyetçi, mukaddesatçı olduğunu iddia eden bir iktidar bir Haçlı seferi zihniyetine hizmet etmek gibi bir çaba içinde midir, değil midir? Buna da bakmak lazım. 

Yunan Dışişleri Bakanı SAMARAS'ın ilginç bir beyanatı var: Kriz sırasında Avrupalılar gemilerini ABD ile savaş uçaklarını, GİRİT Adasında gösterilen kulakları sayesinde Doğu Akdeniz'e gönderebilmişlerdir. Yunanistan bu şekilde Batı savunmasına önemli katkıda bulunmuştur. Ayrıca İslâmiyet politik güç olarak faaliyeti artırdıkça YUNANİSTAN'ın stratejik önemi de o kadar değer kazanmaktadır. 

Demek ki YUNANİSTAN İslamiyet’e karşı açılan bir cephede kendisinin yer aldığını İddia ediyor. Eğer bu anlayış diğer ülkeler İçin de yaygınsa hadise daha vahimdir. Herkes Körfez krizinin ekonomik yönünü görüyor. Hâlbuki Körfez krizinin İdeolojik yönü daha önemlidir. Bugüne kadar Batı kendisine İdeolojik düşman olarak Komünizmi seçmişti. Bundan vazgeçildi. Şimdi bir düşmana ihtiyaç var. Bu düşman benimde kanaatim bu istikamette İslâm radikalizmidir. İslâm radikalizmi neyi tehdit ediyor? Ortadoğu'daki petrol yataklarını tehdit ediyor. Evet, İslâm radikalizmi gerçekleşse, o zaman Ortadoğu'daki petrol yatakları Batı Emperyalistlerinin güdümünden çıkar. Zaten tehlikede burada görülüyor. Batı açısından esas tehlike buradadır. Bu tehlikenin büyüklüğü ölçüsünde de Batı'nın bu hadiseye eğilmesi de o çapta oluyor. Şimdi bu değerlendirmeler içerisinde TÜRKİYE, yani SAMARAS'ın dediği gibi “Haçlı Seferi zihniyeti” egemen ise, gündeme gelmişse. Haçlı seferi zihniyeti tekrar dirilmişse o zaman TÜRKİYE'nin Hıristiyanlarla birlikte Müslümanlara karşı bir tavır içinde bulunması milliyetçi ve muhafazakâr olduğunu iddia edenler açısından izahı güç olur.


—Tahir AKA: Efendim zaten bizim bugünkü gazetenin manşeti bu tavıra tepki olarak “Müslüman kanı dökeceğiz” şeklinde. (6 EYLÜL 1990) TBMM, hükümete Müslüman kanı dökmek İçin asker gönderme ve yabancı ülkelerin askerlerini kabul etme salâhiyetini verdi. TÜRKİYE, Müslümanlara karşı Hıristiyanların yanında yer alacak. Mehmetçik, IRAK'taki, MUSUL - KERKÜK'teki dindaşına, soydaşına kurşun sıkabilir mi?
Talat TURHAN: Demin dikkat çektim; TÜRKİYE gibi azgelişmiş ülkelerde iktidarın en mühim noktalarında bulunan kişiler, dıştan aldığı destekler sayesinde kendilerini çok güçlü hissedebilirler ama bu destek kalıcı değildir. Ama kumarcı yapıda olan kişiler kumar oynamaya devam ederler. Ama her kumarında, kumarcının da karşı karşıya geleceği risk vardır. Bu risk kişinin riski ise, kişi kumarını oynasın, o riski göze alsın. O risk millete aksedecekse, kimsenin buna hakkı yoktur.
—Tahir AKA: Yani devlet kumar mı oynu­yor?
Talat TURHAN: Evet, bu kumara, karşı çıkacak güçler bulunabilir diyorum. Bu her zaman olmuştur ve olabilir."
—Tahir AKA: Zaten Talat TURHAN ile yaptığımız sohbetten sonra 16 EYLÜL 1990 tarihli Panorama Dergisinin kapak karikatüründe Cihat HAZARDAĞLI, bir tavla masasının başında ABD Başkanı BUSH'un koluna giren Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL elinde İki tane zar atarken. İngiltere Başbakanı Margret THATCHER, Fransa Başbakanı MİTTERAND ve SSCB Lideri GORBAÇOV'un "şeş mi, yok beş mi" çıkacağını merakla baktığını bir kompozisyon olarak çok güzel İfade ediyordu.

Ayrıca Talat TURHAN'ın anlattığı, ajan şebekelerinin işleri tam manasıyla esrarengiz. Esrarengiz olduğu kadarda karmaşık Tezatlar ve ikili, üçlü, beşli münasebetler yumağı. Masum insanların bu ağdan kurtulmaları hemen hemen imkânsız. Sahte operasyonlar, kışkırtıcı ajanlar ve provokasyonlar. Örgütler ve örgüt İçindeki ajanlar. Sahte belgeler, sahte İtiraflar ve suçu kabullenme. Demokrasi, insan haklan, savunma hakkı, hak, hukuk hepsi hak getirse! Bu birinci, ikinci, üçüncü sınıf, gelişmiş, az gelişmiş veyahut ta gelişmekte olan ülkelerde olduğu gi­bi, demokrasinin beşiği, insan Haklan kahramanları, aynı mekanizma işliyor. Hakim güçler herkesi, her şeyi kontrolleri altında tutuyor. Bu kontrol neferden, sade vatandaştan başlıyor devletin tepesinde oturana kadar devam ediyor. Devletin başındaki ajan olabiliyor veyahut ta ajan gibi kullanılabiliyor. CIA, KGB, MOSSAD ve diğer birçok İstihbarat örgütleri ortak içli dışlı çalışıyor, ortak iş yapıyorlar, operasyon tertipliyor, lider çıkarıyor, lider indiriyor. Darbe yapıyor, darbe yaptırıyor, iktidara getiriyor, iktidardan indiriyor. Bu mekanizma insafsız bir şekilde işliyor ve işlettiriyor. Yine bu mekanizma iktidarların değişmesiyle değişmiyor, iktidarların değişmesi bu süper güç sahipleri için fark etmiyor. Zira onlar her zaman iktidardalar ve hakim güç konumundalar. Devlet içinde devlet, devlet üstünde devlet.