5 Temmuz 2016 Salı

PKK/KCK TERÖRÜNÜN ULUSLARARASI BOYUTU VE PYD SORUNU







PKK/KCK TERÖRÜNÜN ULUSLARARASI BOYUTU VE PYD SORUNU 



Prof. Dr. Atilla SANDIKLI ile Söyleşi 
Hazırlayan: Can ZENGİN 

















1. Terör örgütlerinin eylem tarzını değiştirerek son dönemde yoğun olarak bombalı eylemler düzenlediğini gözlemlemekteyiz. 

Artan bu saldırıları nasıl yorumlayabiliriz. 

Ülkeler arasında konvansiyonel savaş ağır maliyetler nedeniyle günümüzde nadir olarak görülmektedir. 
Bunun yerini büyük ölçüde vekâlet savaşları aldı. Büyük güçler sponsorluğunda terör örgütleri kendi ideallerine ulaşmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin, 2010-2011’lere kadar bölgenin gözde ülkelerinden biri olarak oyun kurucu rolünü üstlenmeye başlaması; Arap Baharı’nın da etkisiyle küresel ve bölgesel güçleri rahatsız edici bir unsur teşkil etti. 
O dönemde “ Yumuşak Güç” kitabımda1 bahsettiğim gibi yükselişte olan olgular; Sunni siyasal İslam, AKP hükümeti vasıtasıyla Türkiye, Müslüman Kardeşler ve Hamas’tı. Bu unsurların cazibe merkezi haline gelmesi, birbirleriyle etkileşimi ve meydan okumalar doğal olarak diğer güçler tarafından kırılmak istendi. 

Bu bağlamda, Hamas’ın günümüzde etkinliği iyice zayıflatılmıştır. Müslüman Kardeşler’in etkisi Arap Baharı’nın tersine çevrilmesiyle ortadan kaldırılmıştır. Sünni siyasal İslam ise IŞİD terörünün insanlık dışı vahşi eylemleri nedeniyle cazibe ve çekim merkezi oluşturma durumunu kaybetmiştir. 
Türkiye ise bu denklemin bağlantı noktalarından biridir. Küresel ve bölgesel güçler, Türkiye’nin kendi başına oyun kurucu rolünü gerçekleştirecek bir unsur olmasını istememektedir. Türkiye, bu güçleri karşısına alarak hareket etmesi neticesinde ise Orta Doğu’da giderek yalnızlaşmıştır. 

2. Bölgede Suudi Arabistan, Türkiye, İran ve İsrail gibi güçlerin mücadelesinde, sizce ABD’nin Türkiye’nin hamiliğinde bir dengeyi desteklemek yerine İran’a güvenmesinin sebebi nedir? 

İran süregelen yaptırımlar nedeniyle potansiyelini kullanamamış gözükmektedir. ABD veya diğer büyük güçler açısından çıkarlarına tehdit oluşturacak devlete karşı uygulanabilecek en güçlü strateji, bölgede parçalanmış yapılar oluşturmaktır. Herhangi bir bölgesel aktörün diğerleri arasından sivrilmesi halinde büyük güçler parçalı hale getirdikleri diğer gruplara destek vererek sivrilen aktörün etkinliğini zayıflatabilmektedir. Bu aşamalarda kullanılan en önemli unsur terör örgütleridir. 
Türkiye örneğinde de böyle bir sürecin ortaya çıktığını görüyoruz. Ankara’daki karar mekanizmalarının bu süreci iyi okuyamaması büyük bir sorun oluşturdu. Hem küresel hem bölgesel güçlerle iyi ilişkilerin sürdürülmesi gerekliydi. Ancak bu sağlanamadığı gibi Türkiye, bölgedeki gelişmeleri yönlendirmek yerine tepki vermek yolunu da seçince, durum terör örgütlerinin işine yaradı. “Değerli yalnızlık” olarak adlandırılan bu tutum sonucunda, bölgedeki gelişmelerin diğer 
aktörlerin kurallarına göre biçimlenmesiyle Türkiye kazanımlarını kaybetmeye başladı. Farklı terör örgütlerinin birbiriyle etkileşimi ve siyasal isteklerini küresel ve bölgesel güçlerin doğrultusunda yansıtmasıyla Türkiye’nin bölgedeki konumunun zayıflaması kaçınılmaz oldu. 

Bu bağlamda kutuplaşmanın ve “ Böl-Parçala-Yönet ” Stratejisinin birbiriyle etkileşimini göz ardı etmemek gerekir. 

1 Atilla Sandıklı, Türkiye’nin Jeopolitiği, Yumuşak Güç Savaşları ve Terörizm (İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2015). 


“Sykes-Picot” Antlaşması tam anlamıyla uygulanamayan bir anlaşma olmasına rağmen parçalanmış bir Orta Doğu hedeflemesi nedeniyle önemlidir. Ulus devlet ile başlayan sürecin bugün ulus-altı gruplara inmesi ve aktörlerin birbirlerine 
karşı kullanılması, minimum maliyetle çıkarların şekillenmesine olanak sağlamaktadır. 
Sünni siyasal İslam anlayışı Şii siyasal İslam anlayışıyla; Türkiye, İran ile dengelenmeye çalışılmaktadır. 
Son yapılan Nükleer Program anlaşması vasıtasıyla İran’ın bölgede azalan etkisi artırılmaya çalışılmaktadır. 
Devletlerin etnik, dini, mezhepsel farklılıkları nedeniyle sınırlar kısa zamanda ve kolay bir şekilde değişmese de parçalanmış yapılara dönüştürülmesi kontrolü kolaylaştırıcı bir unsurdur. Bu bağlamda Müslüman halkların da Sünni, Şii, Vehhabi gibi mezheplere ayrıştırılarak ümmet kavramında parçalanmış 
devletler veya halklar oluşturulmak istenmesi temel noktadır. Dolayısıyla İslam dünyasının birleşik bir güç haline gelmesi veya İslam dünyası içinde bir ülkenin başat aktör rolünü üstlenmesi engellenebilir. 

3. Türkiye’deki bombalı eylemlere karşılık Suriye’nin kuzeyindeki PYD’nin vurulması ne gibi bir caydırıcılık sağlayabilir? 

Türkiye bu tarz gelişmelerin neticesinde hâlihazırda yurt içindeki PKK bağlantılarını veya Kandil- Türkiye hattındaki lojistik ve ikmal sağlayan kampları vurmakta iken PYD’nin doğrudan hedef alınması söz konusu değil. PYD, IŞİD’le mücadelede ABD ve koalisyon güçlerinin öne çıkardığı ve desteklemeye devam ettiği bir unsur olduğundan Türkiye’nin şu aşamada PYD’yi vurması müttefikleriyle arasını açabilir. Ancak Menbiç operasyonu vasıtasıyla PYD’nin Fırat Nehri’nin batısına geçmesi ise Ankara’nın kırmızı çizgisinin aşılması anlamına geldiğinden, hem siyasilerin mesajlarından hem de askeri hareketlilikten dolayı Türkiye’nin teyakkuzda olduğu düşünülebilir. 
Bu da Türkiye’nin gelişen koşullara göre bir harekât yapabilme ihtimalini akıllara getirmektedir. 

4. Suriye krizi bağlamında PYD/YPG’nin en üst seviyede yardım almasının Menbiç operasyonu sonrası ne gibi sonuçları olabilir? 

Kobani bu konuda bir kırılma noktasıydı. Batılı medya kuruluşlarının propaganda sayılabilecek düzeyde olumlu haberlerinin etkisiyle ve IŞİD karşısındaki konumu abartılı biçimde işlenerek PYD’ye meşruiyet kazandırabilecek ve mit oluşturabilecek bir konjonktür hazırlandı. 
Özgür Suriye Ordusu’nun, Türkmen birliklerinin ve koalisyon güçlerinin hava harekâtının IŞİD’in geriletilmesindeki etkisi göz ardı edildi. PYD sahadaki en etkili aktör şeklinde yansıtıldı. Suriye muhalefetinin PYD’nin öne çıkarılmasına itirazları ve PYD’nin iç savaşın başlangıcından itibaren Esed rejimiyle birlikte hareket etme tercihi görmezden gelindi. Özgür Suriye Ordusu’na “eğitdonat” 
desteği de hem çok sınırlı hem de oldukça yavaş sağlandı. 

Bu nedenle ABD’nin, ÖSO’nun güçlenmesini ve sahada bir aktör haline gelmesini istemediğini, bunun yerine PYD’yi güçlendirmeyi tercih ettiğini söyleyebiliriz. Dolayısıyla ÖSO zayıflarken, PYD cephesinde sonuç alınmasının ABD’nin çıkarlarıyla daha uyumlu olduğunu ifade edebiliriz. Çünkü ÖSO’nun güçlenmesi 

Türkiye’nin nüfuzunun artmasına ve ABD’nin bölgedeki istekleriyle çelişmesine neden olacaktı. 
Aynı konuda sadece bugün için değil, gelecek için de bir planlamanın olduğunu görmekteyiz. 
Irak’ın kuzeyindeki PKK gibi Suriye’nin kuzeyine yerleşen PYD de Türkiye’nin bölgede oyun kurucu rolünü üstlenmesine karşı bir dinamiğe dönüştürülebilir. 

5. PYD/Salih Müslim-KDP/Barzani arasında bir görüş birliğinin olmadığı görülmektedir. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi gelinen aşamada Türkiye’nin müttefiki haline geldi. PYD ile ilişkilerde de bir değişim söz konusu olabilir mi? 

Öncelikle Irak’ın kuzeyindeki Kürt yapılanmasının, Türkiye’de herhangi bir amaç gütmediğinin anlaşılmasıyla ilişkilerin gelişme kaydettiğini belirtmemiz gerekiyor. Ancak aynı şekilde Suriye’nin kuzeyindeki PYD yapılanmasına bakıldığında hem Suriye’de hem de Türkiye’de uzun vadeli amaçlar olduğu ortadadır ve bu amaçlar KCK sözleşmesinde açıkça belirtilmiştir. PKK 
terör örgütü, KCK yapılanmasının Suriye ayağını PYD vasıtasıyla gerçekleştirmeye çalışmaktadır. 
PYD, Kandil’den gelen talimatlar doğrultusunda hareket etmektedir. PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde dile getirdiği “demokratik özerklik” hedefi, PKK’nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgeleri için dile getirdiği hedefle örtüşüyor. İki hedef de PKK’nın KCK yapılanmasıyla uzun vadede amaçladığı bağımsızlık hedefi doğrultusunda “taktik ara hedef” niteliğindedir. Dolayısıyla, PKK ve PYD’yi bir bütünün parçaları olarak görmek gerekiyor. Nitekim zamanında PKK saflarında yer alan militanların bugün PYD çatısı altında yer aldığı, Türkiye’de PKK’nın siyasi ve sivil bütün uzantılarıyla birlikte PYD’yi himaye etmeye çalıştığı gözlemlene bilir. Dolayısıyla PYD, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetiminden ayrı değerlendirilmesi gereken bir sorun haline geldi. Diğer taraftan Türkiye, PYD’yi zayıflatmaya yönelik politikasının Suriye Kürtlerine karşı bir tutum anlamına gelmediğini yüksek sesli bir şekilde ifade etmeli. Bu kapsamda Suriye Kürtleri içinde PYD’nin baskıcı yönetimine karşı gelişen muhalif dinamikler değerlendirilebilir. Suriye Kürtleri, PYD’nin Öcalan’ın felsefesini ve önderliğini dikte eden tektipleştirici politikasını hazmetmeyecektir. 


6. PYD’nin yurt dışı temsilcilikleri meşruiyet zemini arayışı olarak değerlendirilebilirmi?  Hatta bazı uzmanlar bu adımların ileri aşamalarda PYD’nin daha ciddi yardımlar alabilmesine imkân tanıyacağını ifade ediyor. 

PYD vasıtasıyla Suriye’nin parçalı bir yapıya ulaştırılmak istendiğini söyleyebiliriz. Ancak bölgede PKK ile PKK’yı destekleyen güçlerin hedefleri farklıdır. PKK, hedef olarak bölgedeki gelişmeleri fırsat bilerek “kıra dayalı şehir savaşı” stratejisi doğrultusunda Türkiye’de 30 meskûn mahalde kurtarılmış bölgeler tesis etmek ve halkın desteğini alarak kitlesel halk savaşı başlatmak istedi. Ancak planlamadığı tek şey halkın kendisine destek vermemesiydi. Halkı yanına almayan bu tip bir girişimin şansı yoktur. Bu aşamada PKK’ya destek veren aktörlerin hedefleri ise farklıydı. Cenevre görüşmeleri sırasında Türkiye’nin, Suriye’de sahada zemin kazanan PYD ile uğraşması ve müzakerelerde etkinliğinin kırılması istendi. İki farklı hedefin birbiriyle uyuşmamasının 
Türkiye’ye nefes aldırması ve kırmızı çizgisinden taviz vermemeye devam etmesine imkân tanıdığı değerlendirilebilir. Hatta bölgede askeri birliklerin büyük önem arz eden IŞİD elindeki 90 kilometrelik bölgeye yakın yerlerde yeniden teşkilatlandırılması ve konuşlandırılması bir işarettir. 

Türkiye’nin bölgedeki caydırıcılığını zamanında PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması esnasındaki gibi söylemde kalmaktan ziyade uygulamaya geçirmek vasıtasıyla gerçekleştirebileceği değerlendirilebilir. 

7. PYD, PKK’nın aksine Irak’taki Kürtlerle işbirliğinden uzak durmaktadır. PYD’nin bu tutumuyla Kürt milliyetçiliğini gerçek anlamda temsil ettiğini söylemek mümkün müdür? 

PKK’nın Irak’ın kuzeyinde Barzani’nin yerine kendi siyasi otoritesini teşkil etmeyi istediği aşikâr. PKK terör örgütü, Suriye’deki uzantısı PYD yapılanmasını da ilk aşamada özerk bir yönetime dönüştürmeyi istemekte. Bu bağlamda Türkiye’nin çözüm süreciyle oyalanması sırasında PKK Suriye’deki etkisini artırdı. Terör örgütü çözüm süreci sırasında Türkiye’deki çatışmasızlık ortamını istismar ederek PYD yapılanmasına ağırlık verdi. Kandil civarındaki militanların bir bölümünü Suriye’nin kuzeyine kaydırarak bu bölgedeki Kürtleri kontrol altına almaya başladı. 
Esed rejimiyle işbirliği yaparak Suriye Kürtlerinin muhalefete katılmasını engelledi. 
Bu süreçte PYD’nin Suriye’deki ilk icraatlarından biri Barzani çizgisindeki Kürt aşiretleri, siyasi partileri ve aktivistleri önce dışlamak, ardından etkisiz hale getirmek oldu. PYD 2011’de Erbil’de, 2014’te Dohuk’ta Suriye Kürt Ulusal Konseyi’yle birlikte hareket etmeyi taahhüt ettiği halde, bu taahhütlerini de yerine getirmedi. Neticede PKK, KCK yapılanmasıyla hedeflediği devletleşme projesinin Suriye ayağını PYD üzerinden uygulamaya başladı. Bunun yanı sıra küresel ve bölgesel güçlerin vasıtasıyla da hem Türkiye’de meskûn mahal çatışmasına hazırlık yapılması, hem de Suriye’nin kuzeyinden PKK’ya yardımların gelmesi sağlandı. 

8. Peki, çözüm süreci yanlış bir politika mıydı? 

Çözüm süreci doğru bir süreçti ancak gözden kaçırılan önemli detaylar bulunmaktaydı. BİLGESAM’da hazırladığımız ve 2011’de yayımladığımız “Terörle Mücadele Stratejisi” raporundabeş boyutlu bir mücadele planı geliştirdik. Bu beş boyut; siyasal, sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel, dış politika ve güvenliktir. Bu beş başlık orantılı olarak birbiriyle ilişkili ve birbirine bağlıdır. Bunlardan sadece güvenlik boyutu uygulanarak geçmişte terör örgütü 2-3 defa marjinal hale getirildi ancak diğer başlıkların uygulanmasındaki eksikliklerden dolayı terör örgütü yeniden toparlandı. Çözüm sürecinde ise bunun tam tersine güvenlik ve uluslararası ilişkiler boyutları göz ardı edildi. Güvenlik boyutunda gerekli tedbirler alınmaması nedeniyle PKK terör örgütünün dağ kadrosundaki unsurlar şehirlere inerek şehir teşkilatlanmalarını kurdu, şehirlerde yetiştirdikleri militanlara silah ve patlayıcı eğitimi verdi. 


2 Atilla Sandıklı, Terörle Mücadele Stratejisi (İstanbul: BİLGESAM Yayınları, 2011). 

Nihayetinde potansiyel çatışma ortamı derinleşti. 

Bugün güvenlik boyutu uygulansa da hala daha uluslararası ilişkiler ayağında eksiklik var. 
Uluslararası ilişkiler boyutunun dâhil edilmesi; komşu ülkeler, bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri iyileştirmeden sağlanamaz. 

Bu aşamada iki şekilde mücadeleden söz edilebilir. Birincisi herkese meydan okuyarak istediğini elde etmektir. Ancak gücünüzün yetmediği yerde bütün kazanımlarınızı da kaybedebilirsiniz. 
İkincisi ise rasyonel bir mücadele vermektir. İstenenleri parçalara ayırarak öncelikleri ve sıklet merkezini iyi belirledikten sonra akılcı ve sağlam hedeflere dayandırılarak mücadele etmektir. 
Gücü yıpratmadan ve tepki çekmeden uygulanacak politikalarla hedefe yürümek bu konuda en uygun yöntem olarak düşünülebilir. Örneğin Çin bugün hala daha kendini süper güç olarak görmeyerek dikkatleri üzerine toplamadan kalkınması na devam etmek istemektedir. 

9. 7 Haziran seçimleri öncesinde çözüm süreci devam ederken PKK tarafından kazılan hendekler, yapılan tahkimatlar ve hazırlıklar acaba Türkiye açısından bir istihbarat ve idare zafiyeti olarak değerlendirilebilir mi? 

Aslında istihbaratın elde edilmesi açısından bir zaafiyet olmasa da, alınan haberin yorumlanması bakımından stratejik bir hata yapıldığını söyleyebiliriz. Bu konuda PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın iki açıklaması önemlidir. Birincisi Nevruz’da okunan ve iyimser olarak karşılanan mektup, ikincisi ise basına sızan ve şüpheler uyandıran metindir. Biz BİLGESAM olarak çözüm 
sürecindeki iyimser atmosferle birlikte, çelişkili gelişmeleri de değerlendirerek Kandil’in olası hareket tarzına yönelik üç senaryo geliştirmiştik. İlk senaryo iyimser olarak Kandil’in, Öcalan’ın çekilme talimatını yerine getirerek silah bırakma aşamasına geçmesiydi. Karamsar bir öngörüye dayalı olarak düşündüğümüz ikinci senaryo, örgütün dağ kadrosunun Öcalan’ın çekilme talebinin iktidar baskısıyla zorla kabul ettirildiğini düşünmesi ve terörist faaliyetlere devam etmesiydi. 
Örgütün söylemde barış/eylemde şiddet eğilimini dikkate alarak geliştirdiğimiz üçüncü senaryoya göre ise Kandil, Öcalan’ın talimatlarını onaylamakla birlikte siyasi iktidarın ve Türk halkının kabul edemeyeceği talepler sürmesi, taleplerinin yerine getirilmemesi halinde süreci provoke eden eylemlerde bulunmasıydı. Süreç ilerledikçe bu üç senaryodan üçüncü senaryonun ağırlık kazanmaya 
başladığı gördük. Bizim öngörümüz de bu yöndeydi. 

Nihayetinde, PKK terör örgütünün “kıra dayalı şehir savaşı” kapsamında şehirlerde teşkilatlanması, eğitim programları uygulaması, bölgeyi silahlandırması, bölge halkına baskı uygulaması, patlayıcılar döşemesi ve ciddi lojistik destek alması istihbarat anlamında bilinen ve bu emarelere dayalı olarak söylemde barış/eylemde şiddet yönünde ilerleyen bir dönem olarak değerlendirilmeliydi. 
İhtiyatlı iyimserlik içerisinde olunması gerekirken, devletin her kademesinde bu bilgiler olmasına rağmen çözüm sürecinin feda edilmemesi adına yorumlama hatası yapılmıştır. Çözüme ve barışa bir an önce ulaşma arzusu, sorunların görmezden gelinmesine yol açtı, akılcı politikalar uygulanmasını ve bölgeyle ilgili büyük resmi görmemizi engelledi. 

Büyük resmin görülmemesi bölgedeki bölgesel ve küresel güçlerin de çıkarlarına hizmet ederek Türkiye’nin uzun vadede problemler yaşamasına neden oldu. Bu konuda süreç içerisindeki ilk kritik noktayı PKK’nın geri çekilmeyi durdurarak silah bırakmaması olarak nitelendirebiliriz. 
Bu sayede bölge halkına baskı uygulamaya devam eden PKK, paralel bir silahlı kuvvetler algısı oluşturmuştur. Bu da sürecin tıkanmasına giden en büyük ve en tehlikeli emare olmuştur. Sonrasında da PKK’nın eski stratejisi yerine “kıra dayalı şehir savaşı” konseptine dönüşü, eğitime önem vererek gençlerin örgüte kazandırılması vasıtasıyla nüfuzun artırılması diğer doğru okunamayan 
gerçeklerdir. 

10. Yurt içindeki operasyonlarda ise Şenyayla bölgesi; özellikle son dönemde terör örgütünün bomba uzmanları ve keskin nişancılarının dağınık şekilde yer aldığı bir bölge olarak önem kazanıyor. Aynı zamanda esrar tarlalarını imha etme operasyonu düzenlenmekte. Bu bağlamda Diyarbakır ve Bingöl’de kırsalda düzenlenen operasyonlardan dolayı köylerde sokağa çıkma yasağı var. Operasyonları göz önünde bulundurduğumuzda yeni bir durum ve stratejiden bahsedebilir miyiz? 

Güvenlik güçleri önceliklerini belirleyerek bölgede sıklet merkezleri oluşturmakta dır. Operasyonları “tam saha pres” olarak nitelendirebiliriz. Kandil’deki kamplardan Türkiye içindeki teröristlerin yoğunlaştığı bölgelere kadar her alanda kara ve havadan operasyonlar sürdürülmektedir. İlk olarak öncelik PKK terör örgütünün kurtarılmış bölge olarak ilan etmek istediği 30 meskûn mahale 
verildi. Bu bölgelerde halkın desteğini alamayan PKK zayıfladı ve 11 tanesinde büyük zayiatlar verdi. Bu meskûn mahal çatışmalarında güvenlik tesis edilip rehabilitasyon sürecine geçilmesiyle öncelik Diyarbakır, Muş, Elazığ ve Bingöl arasında kalan Şenyayla bölgesine kaydırıldı. Bu bölge, dağlık yapısı, birkaç şehri birbirine bağlayan noktada yer alması ve PKK’nın uyuşturucu trafiğinin kesiştiği ve üretiminin de yapıldığı bölge olması nedeniyle önemlidir. Son alınan istihbaratlarda PKK’nın bomba uzmanları ve keskin nişancılarının eğitim ve faaliyetlerinin yanı sıra, araçlı bombalama eylemlerine hazırlıkların da bu bölgede yapıldığı tespit edildi. Dolayısıyla; mühimmat, para, uyuşturucu ve lojistiğin depolandığı ve diğer yerlere dağıtımın yapıldığı merkez olarak nitelendirebiliriz. 

Bu bölgenin varlığı sadece bugün değil, çözüm süreci dâhil olmak üzere önceden de bilinmekteydi. 

Bu aşamada düzenlenen operasyonlarda en çok dikkat edilmesi gereken husus; meskûn mahalde istediğini alamayan teröristlerin küçük gruplar halinde köy ve ilçelere sızmalar yaparak halk ve güvenlik güçlerini karşı karşıya bırakma tehlikesidir. Bölge halkının mağduriyetinin önüne geçilerek teröristler ile halkın ayrımını yapabilmek adına sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini değerlendirebiliriz. Yeni durum ve strateji aslında 7 Haziran seçimlerden beri süregelmektedir. Düzenlenen operasyonların ruhunda “önleyici vuruş” stratejisi, yani terör örgütünün eylem ve faaliyetlerinin düzenlemeden vurulması mevcuttur. Bu Kandil’den başlayan, Türkiye sınırına yakın yerlerdeki kamplarda devam eden ve Türkiye’nin içinde herhangi bir yerde eylem hazırlığında bulunan tüm teröristlere yönelik yapılan operasyonlarla başarılı olabilir. Bu şekilde devam edildiği takdirde terör örgütünün etkisiz hale getirilebileceği kanaatindeyim. 

11. Sonuç olarak sizce PKK terör örgütüyle mücadelede sona gelindi mi ve Türkiye terörü tek başına bitirebilir mi? 

Diğer dönemlerde yaşananlardan farklı olarak öncelikle ilk defa bu derece yüksek siyasi kararlılığın sergilendiği değerlendirilebilir. Buna benzer bir tutumu daha önce sadece PKK terör örgütü lideri Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye iadesi döneminde yaşamıştık. İkinci farklılığın ise polis, silahlı kuvvetler, jandarma gibi unsurların; yani güvenlik güçlerinin tamamının koordineli ve kararlı biçimde kullanılması olduğunu söyleyebiliriz. Üçüncü olarak teknolojiden yüksek seviyede faydalanmamız sayılabilir. Hem alınan istihbaratlar hem de teröristlerin gerçek zamanlı görüntülerine ulaşılması, teröristlerdeki hareketliliğe anında reaksiyon verme imkânı sağlamaktadır. Bir diğer farklılık olarak hukuk kurallarına bağlılık çerçevesinde, sivil halkın zarar görmesini engelleyecek hassasiyetle operasyonların gerçekleştirilmesini ifade edebiliriz. 

Bu aşamada, siyasetin şiddetten ayrılması en kritik unsurdur. Maalesef çözüm sürecinde karşılaştığımız durum, HDP’nin siyaseti şiddetten ayırmak yerine şiddeti kullanmak suretiyle PKK’nın siyasal amaçlarına hizmet etmesiydi. Bu da ülke siyasetinde ve bölgedeki belediyelerde terör örgütünün hareket alanının çok daha etkinleşmesine neden oldu. Dolayısıyla terörle mücadelede alınması 
gereken bir diğer önlem; siyasetin, şiddetin bir aracı olarak kullanılmasının önüne geçmek olmalıdır. Bu bağlamda devletin halkın güvenliğini tesis ettikten sonra siyasal, sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik adımları atması gerekmektedir. Tarafların çeşitlendirilmesi, sivil toplumun ön plana çıkarılması, siyasetin uygulamada etkinlik kazanabilmesi; ancak ve ancak PKK terör örgütünün 
toplumun üzerindeki baskısının kırılması ile mümkün olur. Bu yüzden siyaseti hareket edemez duruma getirmenin tam tersine siyasetin şiddetten arındırılarak gerçek anlamda uygulanmasına kavuşturulması ana esastır. Bu ortam oluşunca optimal zaman sağlanmış olacak, diğer faaliyetler için uygun atmosfer oluşacaktır. 

Yıllardan beri süregelen sorun değerlendirildiğinde, bugün 90’lı yıllardan farklı yerde olduğumuz görülmektedir. Eskiden konuşulmayan birçok haklar ve özgürlükler bugün ön plandadır. Ancak bu hakların toplumun beklentisi mi yoksa KCK yapılanması altında PKK terör örgütünün siyasal amaçlarının neticesi mi olduğu iyi analiz edilmelidir. Bu konuda yapılan araştırmalar iki amacın 
örtüşmediğini ve halk ile PKK terör örgütünün isteklerinin uyuşmadığını göstermektedir. 

Nihayetinde, terörle mücadele konusunda hepimiz yanlışlar yaptık ve doğal olarak strateji değişikliklerine ihtiyacımız var. Yanlışlardan ders çıkararak bundan sonra neler yapmamız gerektiğini düşünmeliyiz. 

Sadece güvenlik odaklı bir stratejinin yeterli olmayacağı gibi, güvenlik boyutu ihmal edildiğinde de olumlu bir sonuç alınamayacağını göz önünde bulundurmalıyız. Şunu da anlamalıyız ki artık terör Türkiye’nin iç meselesi değildir, vekâlet savaşlarının bir uzantısıdır. 

Dolayısıyla sadece içerde alacağımız tedbirlerle terörle mücadele edebilmemiz mümkün değildir. Bu nedenle vekâlet savaşları dâhilinde rekabet içinde olduğumuz güçlerle de mücadele şarttır. “ Güç - Çıkar - Politika ” ilişkisi içerisinde gücümüze uygun çıkarları belirledikten sonra buna uygun politika ve söylemler geliştirmeliyiz. Dostlarımızı artırıp düşmanlarımız azaltarak teröre destek veren güçler dengelenmeli, hem içerde hem dışarda parçalanmış 
yapıların oluşumu engellenmeye çalışılmalı, ötekileşme ve kutuplaşmayı azaltmaya yönelik hoşgörülü ve bütünleştirici politikalar geliştirilmelidir. 
Son dönemde alınan tedbirler ve yapılan operasyonlar ile PKK terör örgütü büyük bir darbe vurulduğu muhakkaktır. 

Ancak terörün tamamen bittiği söylenemez. 

...

Yanlış Bir Terör ile Mücadele Tartışması, Asker mi ? Polis mi ?




Yanlış Bir Terör ile  Mücadele Tartışması 
Asker mi Polis mi? 

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ* 
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı 
Eylül ’2011 • Sayı: 33 



Son günlerde gündeme taşınan teröre karşı valilerin sevk ve komuta yetkisinde olacak polis özel harekât timlerinin kullanılması tartışması bize Türkiye’de bedeli kan ve can ile ödenmiş olan derslerin bile kolaylıkla unutulduğunu 
göstermektedir. 

AKP Hükümeti, Diyarbakır/Silvan’da 13 askerimizin Şehit edilmesinden hemen sonra PKK’nın yaptığı bu alçakça saldırının Abdullah Öcalan ile müzakere sürecinde ortaya çıkaracağı politik sonuçları değerlendireceği yerde önce kamuoyu önünde 13 askeri kayıp veren askeri birliğin sevk ve idaresinde TSK’nin hangi hataları yaptığına dair bitmek tükenmek bilmeyen bir tartışma başlatmıştır. Bu anlamsız tartışma 17 Ağustos’ta Hakkari’de 9 Şehit vermemizi engellememiştir. 

TSK’nın terör ile mücadelede baflarısız olduğu inancını toplum nezdinde artıran bu yaklaşımı, Sanki AKP 2002’den bu yana iktidarda değilmiş ve 2003’den bu yana terör coğrafyası ve teröre verilen kayıplar istikrarlı bir şekilde artmamış gibi, Temmuz 2011’de PKK ile mücadelede sanki yeni bir yöntem bulunmuş çasına polis özel harekât timlerinin yaygın kullanılmasına karar verildiği açıklanmıştır. Bu adım öyle bir şekilde sunulmuştur ki, sanki TSK’nın terör ile yeterli mücadele edemediği ortaya çıkmıştır ve artık polisi denemenin zamanı gelmiştir. 





Böylece hiç gerek yok iken bir yandan TSK’nın tekrar onuru ile oynanırken, teröre karşı omuz omuza mücadele etmesi gereken TSK ile polis özel harekât arasında daha şimdiden psikolojik bir gerilim yaratılmıştır. 

Gerçekten PKK ile mücadelede 1984’den bu yana TSK başarısız mıdır? 

Polis özel harekât timlerinin yaygın bir şekilde kullanımı terör ile mücadelede başarıyı sağlayacak mıdır? Hükümetin bu adımının detayları henüz belli olmamak ile birlikte terörle mücadelede kullanılacak birliklerin sevk ve idaresini valilere 
verecek kararlar takip etmiştir. 

Bu kısa çalışmada bu soruların/adımların cevabı aranacak, tahlili yapılacaktır.,

Bir askeri birliğin sevk ve idaresi özel bir ihtisas meselesidir. 

Askeri sevk ve idare sadece Harp Okulu’nda öğrenilen bir husus değil, subayın esasen okulda  teorik olarak öğrendiklerini birlik komutanı olarak rütbesi yükseldikçe daha  büyük birliklere komuta ederek öğrenmesi ile sürekli gelişen bir bilgi/yetenektir. 

Bir bilim olan sevk ve idare satranç gibi sadece kuralların bilinmesi ile değil ancak sürekli oynanması ile ustalaşılabilecek bir yetenektir. 

Bir subayın kolordu ve ordu düzeyinde birlikleri sevk ve idare etmesi ise ancak ikinci bir üst-eğitim olan kurmay eğitimi alması ile mümkündür. 
Bundan dolayı örneğin bir subay ne kadar başarılı olursa olsun kurmay değil ise ancak tümgenerallik seviyesine kadar yükselir. 
Belirli bir birlik sayısına kadar çok başarılı olabilen bir komutanının komuta ettiği asker sayısı arttığında aynı başarıyı gösteremediğini tarih birçok kez göstermiştir. 

Bu örneklerden birisi, Kafkasya’yı Çarlık istila ordularına karşı 40 yıl savaşarak savunan Şeyh Şamil ve onun komutanı Hacı Murat örneğinde çok somut görülür. 
Hacı Murat 500 kişilik küçük birliklerle Rus Ordusuna karşı mükemmel baskınlar yapabilmekte ancak daha büyük sayıda birliği ise yönetememektedir. 
Şeyh Şamil ise hem üst düzey komutan hem de devlet adamıdır. 


Hal böyle iken çok zor bir mücadele olan ve konvansiyonel savaş için yetişmiş askerlerin bile gerilla savaşı kursu alarak eğitimlerini tamamladıkları gerilla savaşında birliklerin sevk ve idaresini askerliğini yedek subay olarak yapmış olan valilere vermek gibi bir adımı, “ Çok büyük Hata ” kavramı karşılamamakta dır. 

İller İdaresi Yasası’nın 11. maddesinde valilere tanınan yetkiler esasen çok geniş ve kapsamlıdır. Valilerin yetkilerinin artırılması gereken alanlar meselenin daha çok siyasi-bürokratik boyutu ile ilgilidir. Daha önce bölgede kaymakamlık veya 
valilik yapmayan bir bürokrat, bu bölgede vali olarak görevlendirilmemelidir. 

Bu bölgede görev yapacak valiler, genç, dinamik ve deneyimli kişiler arasından seçilmelidir. 





 < Polis Özel Harekat birliklerinin terörle mücadelede kullanılması kararı, sanki terör AKP’nin iktidara geçtiği 2002’den bu yana tırmanmamış ve TSK da mücadelede gerçekten başarısız olmuş gibi bir hava yaratılarak duyurulmuştur.   >

Vali, göreve başlamadan önce Cumhurbaşkanı, Başbakan ve içişleri bakanı tarafından imzalanan, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve hükümetin ilde ulaşmayı hedeflediği noktaları ve izlenmesi gereken politikaları tanımlayan bir görev belgesi ile işe başlamalıdır.
Görev devri sırasında ise bir zamanlar uygulanan fakat son yıllarda uygulanama dan kaldırılan “İl Genel Durum Raporu” ile görev teslimi yapılmalıdır. Böylece, bir vali Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisine verdiği hedeflerin hangilerini ne ölçüde gerçekleştirdiğini hükümete ve kendisinden sonra gelen valiye bildirmiş olmalıdır. 
Valilerin illerdeki devlet/hükümet hedeflerine ulaşıp ulaşmadığını İçişleri Bakanlığı denetlemelidir.


Valilerin yetkileri ve imkânları artırılmalıdır. Valilik ve kaymakamlıklara karargâh olarak yardımcı olabilecek, bölge ve teknik konuların uzmanlarını bir araya getiren yapılar oluşturulmalıdır. Valiler ve kaymakamlar başta olmak üzere bölgeye atanan bütün memurlar bölgeye gitmeden önce kapsamlı bir özel eğitimden geçmelidir. Bu çerçevede bölge tarihi, il tarihi, ilçe tarihi, PKK ve öncesindeki bölücü eylemler ve potansiyel, bölücülük ve PKK ile mücadelenin tarihi, terör eylemleri ve psikolojik harekât konusunda uzmanlaşmalıdır. 
Derslerin verilmesinde Düşük Yoğunluklu Çatışma Enstitüsü’nün görevlendirilmesi çok faydalı olacaktır. 

Bölgede yeni bir dönemin başladığı eylemsel olarak ortaya konulmalı, valiler, kaymakamlar özetle devlet, sürekli hareket halinde olmalı, halkla sürekli ilişki geliştirilmelidir. Valilerin hiç uğramadığı ilçeler, kaymakamların hiç uğramadığı köyler vardır. 
Bu durumun sonlandırılması, halkla etkili bir iletişimin kurulması gerekmektedir. 

Bir bürokratın halkla ilişkilerdeki başarısının alabildiği sonuçları göstermesi açısından Hizbullah tarafından Şehit edilen Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın ortaya koyduğu sonuç ciddi bir örnektir. 
Bu örneğin incelenmesi ve ortaya çıkan sonuçların bürokratik davranışlara yol göstermesi öğretici ve faydalı olacaktır.

En uzak köy dahi yetkililer tarafından sürekli ziyaret edilmeli, girişim üstünlüğü devlette olmalıdır. PKK’nın 24 saat çalıştığı göz önünde tutulursa örgütle mücadeleyi sadece 09:00-17:00 Mesaisini ülkeye “ Hizmete ” ayıran bir anlayış gerçekleştiremez. Bu noktada terörle mücadelenin stratejisine geçebiliriz. 


Terörle Mücadelede Kırsal Alanda Mücadele Stratejisi..,


PKK’nın kırsal alanda uyguladığı mücadele yöntemi gerilla savaşıdır. 
Gerilla savaşı zayıf silahlı gücün güçlüye, çeviğin hantala, azın çoğa, ateş gücü az olanın ateş gücü fazla olana karşı uyguladığı çok etkili bir yöntemdir. 
Gerilla savaşı uygulayan için “ Çok Ucuz ” onun ile mücadele eden için ise “ Çok Pahalı ” dır. Gerilla savaşının çoğu kez amacı yenmek değil, yenilmeden yaşamak ve mücadeleyi zamana yayarak güçlü olan tarafın savaşma iradesini ortadan kaldırmaktır. 

Bu etkili yöntem ile konvansiyonel orduların yenildiği veya yenilmeye uygun hale getirildiğini de tarih birçok kez kaydetmiştir.İspanyollar, Napoleon’un ordusunu; Tito 2. Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu’nu yenmiştir. Mao’nun halk savaşı yöntemi Japon Ordusu’nu hırpalamış, Çan-kay Şek güçlerini ise yenilmeye uygun hale getirmiştir. Vietkong ise Güney Vietnam’da Amerikan Ordusu’nun  sonuç almasını engellemiştir. 

Böyle bir mücadele konseptine karşı yapılan mücadelenin anahtarı ne bu mücadeleyi ordunun ne de polis güçlerinin vermesidir. Ne asker ne polis kırsal alanda terör ile mücadele için yetiştirilmezler, asli görevleri gerilla savaşı değildir. Asker ve polisin içinden seçilmiş birliklerin gerilla savaşı için yetiştirilmeleri de tek başına başarı sağlayamaz. 

Terörle kırsal alanda başarılı mücadele ancak doğru stratejinin uygulanması ile mümkün olur. Bütün dünya ve Türkiye’de gerilla savaşının ortaya koyduğu gerçek şudur ki, devlet güçleri ancak “ 

<  “ Alan hâkimiyeti Anlayışını ” > uyguladıkları ve örgütlerin “Cephe Gerisini”   ortadan kaldırdıkları zaman terör örgütlerine karşı kırsal alanda sonuç almaktadırlar.

Gerilla savaşında teröristlerin güvenlik güçlerine karşı en önemli iki avantajı, küçük grupların sürpriz saldırılar ile güvenlik güçlerine vur-kaç yöntemiyle saldırmaları ve konvansiyonel güçlerin erişim imkânı dışında olan bir coğrafyada, bir kurtarılmış bölgede veya başka bir ülkede bulunan “ Cephe Gerisi ” denilen bölgeye sıgınma imkânlarıdır. 


1 Enis Berberoğlu, bürokratın önemini, bölgenin önde gelen işadamları ile yapılan bir toplantıda iş adamlarının Gaffar Okan’ın, Hakkari’nin yeni Valisi Ayhan Nasuhbeyoğlu’nun ve Şanlıurfa Emniyet Müdürü Kutlay Çelik’in adını verdiklerini belirterek çiziyor. Berberoğlu, Enis, “ “Cana da Cama da Değdi Sayın Vali” Hürriyet, 16 Nisan 2006



Güvenlik güçlerinin vur-kaç yöntemini ortadan kaldırmak için kullanabilecekleri en etkili yöntem alan hâkimiyeti anlayışının yaşama geçirilmesidir. Alan hâkimiyeti güvenlik güçlerinin teröristlerin coğrafyada hareket etme imkânlarını ortadan kaldıracak, “ Vur-Kaç ” saldırı yapamayacak hale getirecek şekilde konuşlanmasıdır. 

Konuşlanma sadece bir pasif yerleşme değil, yerleşilen alan üzerinde icra edilen sürekli arama-tarama faaliyetleri ile teröristlerin yerini tespit etme ve çatışmaya zorlamadır. 

Bu Şekilde konuşlanan birlikler, teröristlerin hareket alanını iyice daraltırlar. 

  < Bölgede yeni bir dönemin başladığı eylemsel olarak ortaya konulmalı, Valiler, Kaymakamlar özetle Devlet,halkla etkili ve aktif bir iletişim kurmalıdır. >

Terörist grupları, gittikçe daha fazla birlikler arasında sıkışır. Tespit edildikleri anda askeri birlikler üstün bir ateş gücü ile yan (komşu ) birlikleri de uyararak imhaya yönelirler. Veya alınan istihbarat veya tespit sonucunda yerleri belirlenen terörist gruplara karşı özel yetiştirilmiş anti-terör timleri tarafından “ Nokta Operasyonu ” denilen operasyonlar gerçekleştirilerek, teröristler imha edilir. 
Alan hâkimiyeti anlayışı ancak ordular tarafından uygulanabilir. Çünkü alan hâkimiyetini uygulayabilmek için alana yayabilecek çoğunlukta askere ihtiyaç vardır.


TSK, 1993’den itibaren alan hâkimiyeti ile PKK’nın hareket imkânını ortadan kaldırmaya başlamıştır. 
Terör örgütü ise TSK’nın bu yöntemine terör coğrafyasını genişleterek ve TSK’nın alan hâkimiyeti uygulayamayacağı boyuta çıkararak cevap vermiştir. Ancak PKK’nın terörü yayma girişiminde bulunduğu Karadeniz, Akdeniz -Toroslar ve Sivas - İç Anadolu bölgelerinde yerel destek ve istihbarattan mahrum olması, güvenlik güçlerinin ise istihbarat akışı ile teröristlerin yerini kolay tespit etmesi neticesinde bu bölgelerdeki PKK unsurlarını “ Nokta Operasyonları ” ile yok etmek mümkün olmuştur. 

Alan hâkimiyetinin tam sonuçlar› 2007 elde edilmifltir. Ancak alan hâkimiyetinin 
tek başına istenen sonucu vermesi mümkün de¤ildir. Yapılması gereken 
örgütlerin cephe gerilerinin de ortadan kaldırılmasıdır. PKK açısından cephe 
gerisi Kuzey Irak’t›r. TSK, 1995’den itibaren Kuzey Irak’ı düzenlediği büyüklü 
küçüklü yüzlerce sınır ötesi harekât ile cephe gerisi olmaktan çıkarmıştır. Bu da 
PKK’nın 1998’deki askeri yenilgisi ile sonuçlanmıştır. 

Ancak bir terör örgütünü yenmek ile bir konvansiyonel orduyu yenmek farklı şeylerdir. Konvansiyonel ordunun sahibi olan bir devlet vardır. 
Ordu yenilince yenen ordunun devleti ile yenilen ordunun devleti bir barış anlaşması imzalarlar. 
Terör örgütünü yenmek ise daha zordur. Çünkü terör örgütü için askeri yenilgi her zaman çok önem ifade etmez. 
Bir küçük grup dahi siyasi olarak yenilmediği inancı ile eyleme devam etse terör devam ediyor demektir. 

Bundan dolayı terörü yenmek iki anlama gelir. 

Birinci anlamı terörün toplumsal etkisinin azaltılması ve yaşanabilir bir hale indirgenmesidir. 
İkinci anlamı terör örgütünün çatışmaları devam ettirme iradesini ortadan kaldıracak Şekilde mücadeleyi sürdürmektir. 


TSK’nın Terörle Mücadele Deneyimi..,

Terörün başladığı 1984 yılından itibaren “ Güneş Harekatı ” kapsamında kısa süreli takviye amaçlı jandarma birliklerine destek mahiyetinde terörle mücadeleye başlayan TSK subayları teğmen oldukları günden itibaren günümüze kadar (27 yıl) çeşitli Rütbelerde ( Teğmen, Binbaşı ve Albay ) en az üç defa (toplam 10 yıl) bölgede görev yapmışlardır. 
Komando ve Özel Harekat birliklerinde görev yapanlar için bu süre 15-20 yıldır. 

Birliklerinde ilk görev aldıklarında icracı (Tk. K. Tim. K), ikinci ve üçüncü görev aldıklarında planlayıcı (Tb. Ve A. K) ve uygulayıcı komutan olarak terörle mücadelede yer almışlardır. Şüphesiz ki bu mücadele esnasında sayısız tecrübe 
edinmişlerdir. Bu tecrübelerin hayat bulacağı anı yok saymanın TSK’yı pasivize etmenin ve mücadeleyi kırsalda hiç tecrübesi olmayan Polis Özel Harekata tamamen devretmenin doğru olmayacağı açıktır. 

Üstelik bu mücadele sürecinin ana eksenini oluşturan 1984-1999 aşamasında TSK’nın terörle mücadelede başarılı olduğu genel kabul gören bir husustur. 

En son Amerikan Hava Kuvvetleri’nin sponsorluğundaki dünyanın en büyük düşünce kuruluşu olan RAND’ın yapmış olduğu araştırma bu hususu teyit etmiştir. RAND uzmanları 30 ülkede 1975-2010 arasındaki düşük yoğunluklu çatışmaları incelemişlerdir. Başarı ölçütü olarak kabul edilen 15 ölçütün 11’inin TSK tarafından gerçekleştirildiği ortaya konulmuştur. 1999-2003 arasında terörün durma noktasına gelmesi, TSK’nın sağlamış olduğu bir husustur.


Anti-terör Timleri PKK’ya Karşı Çözüm Olur mu?

<  Kişi başına 5 milyon TL Maliyetli ve toplam 23.5 ay süren bir '' Eğitimin '' ne Polis ne Jandarma özel harekâta verilmesi
mümkün değildir.  >

Yukarıda ortaya konulan çerçevede özel kuvvet birliklerinin, jandarma özel harekât ve polis özel harekât timlerinin kısaca anti-terör timlerinin terörle mücadelede nasıl bir katkısı olabilir? 

Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı A, B, ve C timleri, Jandarma Özel Harekât ve Polis özel harekât timleri özel yetiştirilmiş anti-terör birlikleridir. Dünyanın her yerinde bu birliklerin eğitimi pahalı, sayısı azdır. Bu anti-terör birlikleri arazi arama-taramasında kullanılmaz. Bu seçkin birliklerin görevi esas görevi yeri tespit edilen terörist unsurları çevrelemek ve imha etmektir. Ayrıca bu birlikler teröristlerin sayısının az olduğu bir bölgede belirli bir terörist grubunun peşine düşerek bu grubu imha edinceye kadar takip edebilirler.


Hemen hemen bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de polis özel harekât eğitiminin kökeninde ordu içinde verilen özel kuvvet e¤itimi h›zland›r›lm›fl, maliyeti ucuzlatılmış ve hızlandırılmış şekli hakimdir. 
Bu hüküm cümlesinin ne anlama geldiği ancak Türk özel kuvvetlerinin niteliği doğru bir şekilde ortaya konulabilir ise doğru anlaşılacaktır. 

Türk Özel Kuvvetleri bütün Avrasya bölgesinde kapsamlı operasyonlara imza atan bir birlik olmasının yanında PKK ile mücadelede çok önemli görevler üstlenmiş seçkin bir birliktir. Özel kuvvetlere katılmak ancak gönüllülük esasında olur. 

Bu birliğe en gözünü budaktan sakınmayan, en cesur, en milliyetçi, manevi duyguları en gelişmiş subay ve astsubaylar başvurur. 

Şahadet duygusu güçlü olmayan özel kuvvetlere giremez. 

Ancak çok ağır bir sınavla seçilmeden ve sonrasında çok ağır bir eğitimden geçirilmeden birliğe katılamazlar. 
Bir özel kuvvet mensubu olmak için 6 ay komando kursu, 6 ay gayri nizami savaş kursu, 3.5 ay paraşüt kursu, 2 ay hayatı idame kursu, 6 ay sualtı, su üstü eğitim ve kayak kursu görürler. 

Bir özel kuvvet mensubunun devlete maliyeti 5 milyon TL’dir. Bu kurstan en yüksek derece ile mezun olanlar ABD’de veya dünyanın başka ileri gelen ülkelerinde Ranger veya diğer özel kuvvet eğitimlerine katılırlar. Silahları dünyanın en iyi silahlarıdır. 

Özel kuvvet mensupları timler halinde örgütlenir. Her timde 13 subay ve astsubay vardır. 
Tim komutanı yüzbaşı veya üsteğmendir. Yardımcısı da subaydır. 
Timde 11 astsubay görev yapar. Hepsi mükemmel savaşçı olan bu astsubaylar dan birisi muhabereci, birisi istihkamcı, birisi sıhhiyeci, birisi de haritacıdır. 
Böylece bir özel kuvvet timi birbirini tamamlayan ve bir vücut gibi hareket eden insanlardan oluşur. 

PKK’da bir uyarı vardır.  
Dağa yollanan PKK’lılara Şöyle denir: 
“ Karşında sürekli  Şarjör boşaltan birisi varsa o Piyade Askeridir. 
Karşında tek tek mermi atan birisi varsa o komandodur. Çok dikkat et. Karşı tarafta birisi var ve sana hiç ateş etmiyor ise bil ki, karşında bir özel kuvvet elemanı vardır. Ve bu öldüğün anlamına gelir.” 

Türk Ordusu 1984’den bu yana PKK terörizmi ile verdiği mücadelede Ocak 2009’a kadar 4.241 subay, astsubay, erbaş ve erini ŞEHİT  Vermiştir. 
Bunların sadece 16 tanesi Özel Kuvvet mensubu subay ve astsubaylardır. 
Onlar en önde ve en uçta savaşırken öldürülen 29.639 teröristin önemli bir bölümünü etkisiz hale getirmişlerdir. 

Görüldüğü gibi kişi başına 5 milyon TL maliyetli ve Türkiye’de polis özel harekât timleri ve özel kuvvetler komutanlığında görevli ve toplam eğitimi 23.5 ay süren bir eğitimin ne polis ne jandarma özel harekâta verilmesi mümkün değildir. 

Polis özel harekâtın eğitimi de beş aydır. Bu eğitimin temellerini dünyadaki polis harekât dairelerinde olduğu gibi Türkiye’de de özel kuvvet mensubu subaylar atmışlardr. 

Özetle, seçkin asker ve polis anti-terör timlerinin terörle mücadelede etkili kullanım alanı, nokta operasyonlarıdır. 
Peki, toplumda terör ile mücadelede yeni bir aşama olarak sunulan polis özel harekât birliklerinin sayılarının 15.000’e çıkarılması terörle mücadelede önemli bir başarı sağlayacak mıdır? 
Bu soruya ne yazık ki olumlu bir cevap vermek mümkün değildir. Çünkü terörle mücadelede başarının ön şartı, “ Alan Hakimiyeti ” ve “ Cephe-gerisinin cepheleştirilmesi ” diyebilece¤imiz Kuzey Irak’taki PKK kamplar›na yönelik sürekli operasyonlardır. 

Oysa Türkiye’de uzunca bir süreden bu yana alan hâkimiyeti konsepti tamamen terk edilmiştir. Jandarma ve ordu karakol ve kışlalara çekilmiştir. 

Öyle ki 26 Temmuz’da Mardin/Ömerli’de Şehit edilen üç asker jandarma karakoluna 300 metre yaklaşan teröristler tarafından tuzağa düşürülmüştür. Artık karakolların yakın emniyetinin bile etkili bir şekilde sağlandığını söylemek mümkün değildir. Bir süreden buyana arama-tarama operasyonları durdurulmuş tur. Kuzey Irak’a operasyonlar ise 2007 kışında düzenlenen kısa süreli operasyon haricinde 2003’den buyana düzenlenmemektedir. 

Arama-tarama operasyonlarının durması ile alan PKK’nın inisiyatifine geçmiştir. 
Güvenlik güçlerinin önemli istihbarat kaynağı kesilirken, kırsal yerleşim yerleri üzerinde PKK’nın psikolojik baskısı doğal olarak artmıştır. Böyle bir ortamda nokta operasyonu yapması gereken polis özel harekât timleri sadece
Heronların vereceği istihbarata mahkûm kalacaklardır. Polisin kullanacağı insansız uçuş araçları ise sadece taktik boyutta kullanılabilen araçlardır,faydaları çatışma bölgesi ile sınırlıdır.

 <   Polis özel harekât timleri, yetersiz istihbarat nedeniyle güneydoğu Anadolu’da önemli bir sonuç elde edemeyebilir ancak
Karadeniz bölgesindeki PKK unsurlarına karşı ısrarlı takip yapmaları başarı getirecektir. >


Bu noktada kısaca cevaplanması gereken bir soru da polis özel hareket timlerinin 1990’larda PKK’ya karşı verilen mücadele de başarılı olup olmadıklarıdır. 

Polis özel harekât birlikleri genel hatları ile PKK’ya karşı kırsal alanda başarılı bir mücadele vermişlerdir. 
Özellikle ilk dönem kurslardan mezun olan polis özel harekât mensupları ortaya üstün bir performans koymuşlardır. 

Özel harekât sayısının artması ve sayı artışı sürecindeki bazı disiplinsizlikleri özel harekâtı psikolojik savaş hedefi haline getirmiş olan PKK tarafından sistemli bir şekilde istismar edilmiştir. Ne yazık ki bir kısım basın da özel harekâtın yıpratılmasının parçası olmuştur. 

Öte yandan Özel Harekâtçı polisler yerleşim merkezlerinde kullanılmaya çalışıldığında ortaya başarılı bir fotoğraf çıkmamıştır. 
Bu onların hatası olmaktan  çok eğitilmedikleri bir alan olan toplumsal olayların bastırılmasında kullanılmak istenmelerinden kaynaklanmıştır. 

Özetle, Özel Harekât polisleri terör ile mücadele de üzerine düşeni büyük ölçüde yapmıştır. 
Ancak bu başarı alan hakimiyeti ve cephe gerisini cepheleştirme stratejisinin bir parçadır. 


SONUÇ;


Türkiye terör ile mücadele stratejisini 2003’de durdurmuş, 2009’da tamamen terk etmiştir. 
AKP Hükümetinin tekrar terörle mücadele stratejisine dönmesi söz konusu değildir. 
Terörle müzakere süreci Silvan saldırısının ateşi hafifledikten ve Öcalan/PKK ikilisi ile bazı örtülü düzenlemeler yapıldıktan sonra tekrar başlayacaktır. Yeni Anayasa süreci ile terörle müzakere süreçleri ulaşılan noktada kaçınılmaz olarak iç içe geçmiştir. Bundan dolayı, Asker mi daha iyi terör ile mücadele eder, Polis özel harekât mı daha iyi terör ile savaşır.., Şeklindeki tartışma içi boş bir tartışmadır. 

Öcalan ile yapılan müzakerelerde belirli bir uzlaşma noktasına varılmışken PKK’nın terörü tırmandırmasının nedeni çok büyük bir ihtimalle Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaşması ve Türkiye’ye sarkması ihtimalini örgüt lehine değerlendirmek tir. 
PKK, Suriye’de çıkacak bir iç savaşın Suriye Kürtlerine büyük dinamizm vereceğini, Suriye’deki gelişmelerin Güneydoğu Anadolu’da kitlesel destek üreteceğini öngörmektedir. 

Böyle bir süreç Güneydoğu Anadolu’da inisiyatifi ele geçirmiş olduğunu düşünen örgütü, Öcalan’ı yeni Şartlarda Hükümet ile masaya oturtacak bir yeni süreci başlatmaya itmiştir. 

Örgüt, bu amaçla bir yandan güvenlik güçlerine karşı kitlesel imha amaçlı saldırılar gerçekleştirirken öte yandan demokratik özerk Kürdistan projesi ile siyasal bir atılım içine de girmiştir. 
Uzun bir süreden bu yana örgütün üzerinde çalıştığı, olgunlaştırdığı ve demokratik özerkliğin yaşama geçirilmesi amacı ile pilot bölge olarak seçilen Hakkari’de polisin karakoldan askerin kışladan çıkmasını engellemeyi hedefleyen bir baskı oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Örgüt, hükümetin PKK’nın terörü tırmandırma stratejisine bir süre sert önlemler ile cevap vereceğini ancak daha sonra tekrar Öcalan ile müzakere zemininin oluşacağı öngörüsünde bulunmaktadır. 
Bu süreçte PKK kayıp verecek ancak kitlesi üzerindeki hakimiyetini güçlendirecektir. 
Öcalan, PKK’nın hazırladığı yeni koşullarda müzakerelere tekrar başladığında eli daha güçlü olacaktır. 

Hükümetin PKK’nın bu stratejisine karşı ortaya koyması gereken karşı strateji, tekrar müzakereler başladığı zaman PKK’nın bugün olduğundan daha kötü bir noktadan başlayacağının gösterilmesi üzerine kurulu olmalıdır. 

Bu ise örgütün askeri gücünün kırılması ile yakından ilgilidir. 
PKK, 2003’den bu yana ağır bedel ödemeden Türkiye’ye darbeler vurmaktadır. 

Bu durumun değişmesi ise yukarıda tartıştığımız stratejinin uygulanıp uygulanmaması  ile yakından ilgilidir. 

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ* 
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı 
Eylül ’2011 • Sayı: 33 


..

3 Temmuz 2016 Pazar

Suriye İle Savaşa Karşı Olmak ve Suriye’den Hesap Sormak



Suriye İle Savaşa Karşı Olmak ve Suriye’den Hesap Sormak



Yazar: Ümit Özdağ
23 HAZİRAN 2012 CUMARTESİ


Suriye'nin İskenderun Körfezinde eğitim uçuşu yapan RF-4 Fantom Foto Keşif Filosuna ait havadan gözleme uçağı (kendisi de eski hava kuvvetleri mensubu olan gazeteci Metehan Demir tarafından Malatya'daki üs ile yaptığı konuşmaya dayanılarak yapılan açıklama,NTV 23 Haziran 2012) bir silahsız bir Türk savaş uçağını uluslar arası kuralları çiğneyerek vurması sonrasında Şam'a karşı alınması gereken önlemler kamuoyunda tartışılmaya başlandı.
Suriye bu adımı ile hem kendi kamuoyuna büyük bir moral destek vermiş ve "bakmayın Ankara'nın çıkışına bir şey yapamazlar" mesajını iletmiş hem de AKP Hükümetine Türk kamuoyuna "fazla üzerimize gelmeyin" mesajını iletmiştir. Böylece Suriye, Hatay hava sahamıza girip bir Türk zirai ilaçlama uçağını düşürdüğünden Türkiye'ye karşı buyana havada ikinci büyük saldırısını gerçekleştirmiştir.

AKP Hükümetinin Suriye politikasını haklı olarak eleştirenler ve Türkiye'nin Suriye'de iç çatışmaya bu ölçüde müdahil olmasını yanlış bulanlar Türkiye'nin Suriye ile savaşa sürüklenmesinden korkularını dile getiriyorlar. Hatta uçağımızın vurulmasını bir uluslar arası komploya bağlayanların sayısı az değil. Suriye " Türk uçağını ben vurdum " açıklamasını yapmasına rağmen, " Bu bir Amerikan komplosu " tepkisini gösteren az değil.

AKP Hükümetinin Suriye politikasını destekleyen çevreler ise büyük bir sessizlik içinde desteklemek için hükümetin yapacağı açıklamayı bekliyorlar. Daha önce bir açıklama yaparak Hükümet ile ters düşmek istemiyorlar. Bu durumda Hükümetin destekleyen çevrelerin ne yazık ki büyük bir entelektüel zaaf içinde olduğunu gösteriyor.

Türkiye, önümüzdeki günlerde bu iki tutum, (aslında bir tutumun) kıskacına düşmeden Suriye'ye verilecek cevabı geliştirmelidir. AKP Hükümetinin Suriye politikasını yanlış bulan ve Suriye'de Esad rejiminin zorla devrilmesinin Suriye-Irak ve Lübnan'ı kapsayacak bir bölgesel iç savaşa neden olacağını aylardan buyana yazılı ve sözlü ifade eden bir araştırmacı olarak bugün de Suriye'de isyancıların desteklenmesinin yanlış olduğuna inanıyorum. Bölgesel bir iç savaştan en fazla zarar görecek ülkelerin başında Türkiye gelmektedir. Suriye halkı demokrasiyi hak etmektedir. Ancak bunun yolu bugün Suriye'de iç savaşı tahrik eden yol değildir.
Öte yandan Suriye Ordusu'nun kava sahasını 1 kilometre ihlal ettiği iddiası ile ki, bu ihlal ancak 2-3 saniye sürmüş olabilir, Türk eğitim uçağına uyarmadan, karşı uçak kaldırmadan saldırması Türkiye'nin kabul edebileceği bir husus değildir. Özür ve tazminat ile bu konunun kapatılması Türkiye'nin caydırıcılığına son verecektir.

Türkiye Suriye'nin bu saldırısına savaş açarak mı cevap vermelidir. 

Tabii ki, Hayır. Öte yandan sınırlı bir hava operasyonu ile Suriye'nin Türk uçağını düşüren bataryaların vurulması ve imha edilmesi içinden geçtiğimiz süreçte Suriye'nin savaş ilanı ile cevap vereceği bir adım olmayacaktır. Suriye rejimi Türk saldırısını büyütmeden kapatacaktır. Suriye'ye destek veren Rusya ve İran'da konunun büyümesinden bir çıkar sahibi olmayacaklardır.


Bazı çevreler, Suriye hava sahasına yapılacak bir NATO saldırısına karşı etkin bir hava savunma sistemi olduğunu gösterdi değerlendirmesini yapmaktadır. Hatta bazı çevreler Rus gemilerinin hava savunmasının da Türk uçağını vurmuş olabileceğini açıklamaktadır. Suriye hava savunma sisteminin Libya hava savunma sisteminden çok daha iyi olduğu kesindir.

Öte yandan Suriye hava savunma sistemi onlarca yıldan buyana zaafları ile bilinen bir sistemdir. Son birkaç yılda yapılan takviyelerin ne kadar etkisiz olduğu AKP Hükümetinin izni ile İsrail Hava Kuvvetlerinin 6 Eylül 2007'de Orchard Operasyonu diye adlandırılan operasyonda Hatay Reyhanlı ve Gaziantep üzerinden Suriye hava sahasına girip Suriye'nin inşa halindeki nükleer tesislerini vurması sırasında bir kez daha ortaya çıkmıştır.

Ağustos 2003'de İsrail Hava Kuvvetleri Filistinlilere verdiği kesmesi için Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad'ın Lazkiye'deki yazlık sarayının üzerinde gece alçaktan uçuş yapan İsrail savaş uçakları sarayın camlarının kırılmasına neden olmuşlardı. Haziran 2006'da bir İsrail askerinin Hamas tarafından kaçırılması üzerine Esad'ın kalmakta olduğu Lazkiye'deki yazlık savaşın üzerinden dört İsrail savaş uçağı tekrar uçmuştur. Yine sarayın camları kırılmıştır.

Özetle, Suriye hava savunma sistemleri ürkülecek sistemler değildir. Türk Hava Kuvvetlerinin üstesinden rahatlıkla geleceği bir sistemdir. Türkiye'nin hesap sormak için ne NATO'ya ihtiyacı vardır ne de bir başka ülkenin desteğine. Bu cezalandırma operasyonundan sonra Ankara mevcut Suriye politikasını Türkiye'nin menfaatleri gereği gözden geçirmeli ve iç savaşı tahrik etmek yerine muhalefet ile iktidarı barışmaya ve demokratikleşmeye zorlamalıdır.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2012/06/23/6649/suriye-ile-savasa-karsi-olmak-ve-suriyeden-hesap-sormak

..


Suriye Politikasında Yanlış Hesap



Yazar: Armağan Kuloğlu
18 OCAK 2014 CUMARTESİ

Arap Baharı, Suriye dışında yaşanan ülkelerde beklenen sonuçlara ulaşamamış, Suriye’de ise üç yıldır devam eden iç savaşa neden olmuştur. Bu iç savaşta Esad rejimine karşı savaşan muhalefet parçalara bölünmeye devam ederken, cihatçı grupların yarattığı kargaşa gittikçe artmaktadır. 

Esad güçlerine karşı mücadele için kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO), şimdilerde El Kaide bağlantılı Irak-Şam İslam Devleti’yle (IŞİD)çatışmaktadır. Diğer bir silahlı muhalefet olan İslami Cephe de, IŞİD ile ters düşmüş ve bu örgüt de IŞİD’e karşı savaşmaya başlamıştır. Aralarında yabancı ülkelerden gelen radikal İslamcıların da bulunduğu grupların, daha önce beraber oldukları ÖSO’ya karşı savaşması, mücadelenin hangi boyuta geldiğini göstermektedir.  Gelinen aşamada IŞİD gittikçe başarı sağlamış ve birçok bölgede kontrolü ele geçirmiştir. İŞİD sadece Suriye’de değil aynı zamanda Irak’ta da mücadele etmekte ve başarı da sağlamaktadır. İŞİD, Irak ve Suriye’yi ortak bir savaş alanı olarak nitelendirmekte ve her iki cephede de eşgüdümlü olarak çarpışmaktadır. 


***
Görüldüğü üzere El Kaide, ortaya çıkan her boşluğu değerlendirmektedir. Önce Afganistan ve Pakistan, ABD işgalinin sona ermesinden sonra Irak ve son olarak da Suriye’de otorite boşluğundan yararlanmaktadır. Amaç, bölgede katı şeriat kurallarına uygun bir devlet yaratmaktır. Artık bölgedeki bütün iç ve dış güçler bu tehdidi bertaraf edebilmek için uğraş vermektedir.

Irak merkezi yönetimi, bir taraftan Irak’ın kuzeyindeki yönetimin davranışlarını denetim altına almaya, diğer taraftan da IŞİD’le savaşarak onların kontrolüne geçen bölgeleri geri almaya çalışmaktadır. Bu durumdan istifade etmeye çalışan Irak’ın güneyindeki Basra, Misan ve Zigar illeri ise federal yapıya geçiş için ortak protokol imzalamışlardır. Musul’u da içine alan Sünni çoğunluğun yaşadığı Ninnova bölgesi de merkezi hükümete bağımsızlık resti çekmiş durumdadır.


Suriye’de Esad’ı devirme mücadelesi başarıya ulaşamamış, uzayan iç savaş El Kaide’ye fırsat yaratmış, iç ve dış güçler El Kaide’yle mücadeleye odaklanmışken ortaya çıkan boşluk, Suriye’nin yanında Irak’ta da parçalanma tehlikesi oluşturmuştur. ABD ve Batı, Esad’ı devirme mücadelesinden oldukça geriye çekilmiştir. El Kaide destekli IŞİD’in bazı bölgelerde sağlamış olduğu kontrol ve İslami terörist grupların iktidara gelme olasılığı, yalnız Batı’nın değil, aynı zamanda Rusya’nın da endişesi haline gelmiştir. Kimyasal silahların denetimi yaklaşımı, Batı ve Rusya’nın ortak tutum göstermesine vesile teşkil etmiştir. Hatta radikal İslami terör örgütleriyle mücadelede Batı istihbaratının, Esad’la işbirliği yaptığına ilişkin bilgiler bulunmaktadır.


***

Türkiye’nin başlangıçta Esad rejiminin çabuk gideceği yönündeki değerlendirmesi, ÖSO’ya aşırı destek vermesine, hatta Suriye’ye doğrudan müdahalenin öncüsü olarak hareket etmesine sebep olmuştur. Türkiye’nin bu şekilde hareket etmesini, insani olmanın yanında Sünni bir politika izlemesine ve gelecek yönetimle ekonomik ve politik ilişki kurmada ön alma arzusuna bağlamak mümkündür. Ancak bu yanlış politikanın sonucu takındığı tutum ve sergilediği davranışların, 1.000.000 mülteciyle karşı karşıya kalmamızda ve çatışmaların uzamasında rol oynadığı kıymetlendirilmektedir. 

Suriye’ye gidiş gelişlerin kontrolden çıktığı, gelenlerin sınır şehirlerimizde huzursuzluk yarattığı, mültecilerin artık yurt sathına yayıldığı ve polisiye hadiselerin arttığı, uluslararası kamuoyunda devletimize ilişkin teröristlere destek verdiği algısının oluştuğu, neticede yanlış olduğu değerlendirilen uygulamaların ülkemize zarar verdiği düşünülmektedir. Şimdi durumun farkına varıldığı, El Kaide terörünün yurt içinde tehdit olabileceği düşüncesiyle bazı yerlere baskınlar düzenlendiği görülmektedir. Yanlış hesap Bağdat’tan da Şam’dan da dönmüş durumdadır. 

22 Ocak 2014 “Cenevre II” bir ümit olabilir. 

İyi değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. 
Ancak, artık Batı’nı çoktan vazgeçtiği Esad inadından bizim de vazgeçmemiz gerekir.


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2014/01/18/7386/suriye-politikasinda-yanlis-hesap

..

Suriye, Türkiye ve Diplomatik Dedikodular

Suriye, Türkiye ve Diplomatik Dedikodular,





Yazar: Ümit Özdağ
21 NİSAN  2012

Suriye'de yaşanan süreç ve yaşananlara Türkiye başta olmak üzere Ortadoğu ülkelerinden gelen farklı tepkiler, Ortadoğu'da neler olduğu, kimlerin hangi konularda ne gibi ve neden hangi tepkileri gösterdiği konusunda da farklı izahlar, teoriler bazen de dedikoduların üretilmesine neden oluyor. Zaten dedikodusu ve komplo teorisi bol olan Ortadoğu gibi bir bölge son yaşanan süreçte bu anlamda yeni bir doyum noktasına ulaşıyor. Bugün bu dedikodular ve teorilerden bazılarını kısaca ele alacağız. Bunlara dedikodu veya teori dememiz gerçek olmadıkları anlamına gelmiyor. Aslında bazılarının gerçek olma ihtimali hiçte küçümsenmeyecek ölçüde fazla.
















Örneğin İsrail istihbaratına yakın Debka sitesi 17 Mart tarihinde Suudi Arabistan'ın "Türkiye'nin çok konuşan ancak hareket etmeyen" tavrına çok kızgın olduğunu kaydeden bir haber geçti. Ancak Suudi Arabistan Suriye ve Türkiye üçgeni ile ilgili haberler sadece bununla sınırlı değil. İddialara göre, Türkiye'nin Merkez Bankası'nda Net hata Noksan kaleminde yani kaynağı belirsiz para kaleminde görülen paraların büyük bölümü Suudi Arabistan ve Katar'dan geliyor ve son dönemde geliş nedeni, bu iki ülkenin Türkiye'nin Suriye'ye girmesinin karşılığı olarak yollanmış. Ancak AKP Hükümeti, bu paraları almasına ve Suriye'ye girecek bir hava vermiş olmasına rağmen yüksek sesle konuşmaktan başla bir şey yapmıyor. İşte Riyad buna çok kızıyormuş.

Öte yandan Ortadoğu'da konuşulan bir başka teori ABD'nin esas sorununun Suriye değil İran daha da doğrusu İran'ın nükleer silah yapma kapasitesine doğru hızla ilerlemesi. Tahran'da bunun farkında. Ve İran için Suriye'nin çok büyük bir stratejik önemi var. Hatta bu stratejik önem kısa ve orta vadede nükleer güç ve nükleer silahtan daha önemli olabilir Tahran için. Çünkü İran Suriye'yi kaybeder ise bir daha geri alması mümkün görünmüyor. Ayrıca Suriye-İran ekseninin kırılması, İran'ın Hizbullah ile olan ilişkilerine de ağır darbe vuracak. Hizbullah bir yanda İsrail öte yanda sunni Araplar tarafından kuşatılmış olacak.

Bundan dolayı İran nükleer güç karşılığı Suriye gibi bir denklemi ABD'nin önüne koymuş. ABD ile İran arasında arka kanallardan bu konuda görüşmeler yapılıyormuş. ABD'nin Suriye konusunda işi ağırdan almasının nedeni İran ile sürdürülen bu pazarlıkmış. ABD eğer İran nükleer enerji ve silah sürecinidurdurur ise İsrail'inİran'a saldırmayacağını, böylece Ortadoğu'dayeni ve büyük bir karışıklığın çıkmayacağını ve ABD'nin dikkatini Pasifik bölgesi ve Çin'den Ortadoğu'ya döndürmek zorunda kalmayacağınınhesabını yapıyormuş.

İran ise Suriye üzerinde baskının kalkması sonrasında nükleer güç ve silah konusunda gereken bilgi donanımına sahip olduğu için bir başka zaman diliminde tekrar nükleer silah üretimine odaklanabileceği analizini yapıyormuş. Eğer bu dedikodu doğru ise Türkiye'nin önümüzdeki süreçte işi çok zor. Çünkü Suriye'de rejim yerinde kaldığı takdirde Türkiye'nin güneyinden üç düşmanca güç olacak: İran, Suriye, ve Maliki'nin şii Irak'ı. Bunun olmasını sağlayan ise AKP Hükümetinin izlediği dış politikadır.


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/6576

..