26 Temmuz 2016 Salı

15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi




15 Temmuz 2016 “ Ters Darbe ”si: AKP-Cemaat Kavgası, “ Parti Devleti ” ve Demokrasi


Yazar: Bülent Şener

15 Temmuz’u 16 Temmuz’a bağlayan gece Türkiye Cumhuriyeti’nin en uzun gecesi oldu belki de. Atatürk devrimlerini ve bu devrimlerin üzerinde yükselen Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak üzere 1950’lerde harekete geçen siyasal İslamcı karşı devrimin 1970’lerden itibaren devletin tüm kademelerine (özellikle yargı, emniyet, istihbarat ve ordu) sızma ve etkinlik kazanma girişiminin 2016 yılı Temmuz’unda ulaştığı radde bir “ters darbe” olarak ortaya çıktı ve çok şükür ki başarısızlığa uğradı.

Aynı anda hem TSK yönetimini ve merkezlerini (Genelkurmay Başkanlığı, 1. Ordu Komutanlığı, Özel Kuvvetler Komutanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Akıncılar Üssü) hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin başını ele geçirmek amacıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nin içindeki siyasal İslamcıların Fethullahçı Terör Örgütü kanadının emir-komuta zincirinin dışında gerçekleştirdiği bu “ters darbe”ye karşı, gerek darbenin erken deşifre edilmesi gerekse Türk milletinin ve devletin ilgili tüm kurumlarının gösterdiği mukavemetle açıkçası Türkiye Cumhuriyeti bir uçurumun eşiğinden döndü. Bu gözü dönmüş cuntanın giriştiği bu darbenin en trajik yönü hiç kuşkusuz verilen şehit ve yaralılarla birlikte Gazi TBMM’nin tarihinde ilk defa bombalanması oldu. Bu, liyakatle ve vatan sevgisiyle bulunduğu göreve gelmiş hiçbir TSK mensubu ve unsurunun bir an bile aklından geçiremeyeceği bir şeydi.

Şimdi soru şu: Türkiye Cumhuriyeti devleti bu durumlara nasıl düştü? Bir devlet kendi içerisinde bu derece ağır bir güvenlik zafiyeti içerisine bir anda düşebilir mi? Bu sorunun cevabı aklını, vicdanını ve iradesini köreltenler için basittir: Evet… “Evet” cevabı verenlerin büyük bir kısmı şüphesiz 2010 anayasa değişikliği referandumunda da “evetçi”ydiler, Çözü(l)m(e) Süreci’nde de “evet”çiydiler, Ergenekon, Balyoz vs. davalarda da “evet”çiydiler. Bir bilim insanı olarak ben hiçbir zaman bu süreçlerde “evetçi” olmadım, olma kolaycılığına düşmedim. “ Evetçi ” tavra salt AKP iktidarının politikalarını beğenmediğim ve eleştirdiğim için değil, siyasal İslamcıların bu ülkeyle ilgili emellerini az ya da çok kestirebildiğim için onay vermedim. Askeri darbelere ve vesayetçi kurumlara karşı olmak ayrı bir şeydi, bunları bahane ederek devlet içinde yeni vesayetçi klikler ve yapılar oluşturmak ayrı bir şeydi.

Zamanın hükmünü icra etmesi sonucu, AKP-Cemaat ittifakının şaşaalı günlerinde hakikati savunduğunu sananlar nasıl bir yanılgı içinde olduklarını bir kez daha gördüler. 2011’lere kadar devam eden AKP-Cemaat ortaklığının devletin başına açtığı işlerin en kötüsü belki de bu darbe girişimi ve bu süreçlerde TSK’nın yıpranan imajı ve bozulan motivasyonu oldu. Daha önceki yazılarımda da defaatle söylediğim gibi, AKP iktidarının devletin temel kurumlarında, işleyişinde ve teamüllerinde yarattığı deformasyonlar, kırılmalar özellikle “17-25 Aralık Süreci”, Arap Baharı ve Çözü(l)m(e) Süreci’nde tam anlamıyla bir güvenlik zafiyetine dönüştü ve ne yazık ki bunun ağır bedelleri ödenmeye devam ediliyor. AKP-Cemaat ortaklığı sırasında kimse Cemaatin yargıda, emniyette, istihbaratta ve orduda palazlanmadığını söyleyebilir mi? Şu an 6 bine yakın askeri ve sivil (özellikle hakim ve savcı) personel gözaltına alınmış durumda ve belki bunun iki üç katı kadar daha gözaltı ve tutuklamalar olacak, futbol stadyumları bile belki gözaltılar için kullanılacak. Peki bu insanlar bu noktalara liyakatle mi geldiler? “Ne istediler de vermedik”diyen kimdi? Ergenekon Davası için “Ben bu davanın savcısıyım” diyen kimdi? Bu davalarda “bizi ne için feda ettiğinizin farkında mısınız? Bizim yerlerimize kimler yerleştiriliyor farkında mısınız?” diyenlere kulak vermeyenler kimlerdi? TSK’nın elindeki bütün istihbarat yeteneğini alıp TSK’yı elektronik harp ve istihbarat açısından kör bir ordu haline getiren kimdi? TSK’nın YAŞ’taki kararlarına muhalefet şerhi koyanlar kimlerdi? Bu sorulara makul ve “ama”sız bir cevabınız olmalı.

Gülen cemaatinin son kırk yılda, siyasal iktidarlarla kurduğu ortaklıklardan istifade ederek hem sivil toplumda örgütlenmesi hem de devlet bürokrasisinin çok önemli kademelerine nitelik ve nicelik olarak yerleşmesi, AKP iktidarıyla birlikte artık olağan kabul edilen bir durum oluşturdu Şubat 2012’deki MİT krizine kadar. Çevreden gelen AKP Türkiye’de tek başına iktidar olsa da bürokraside zayıftı ve üstelik taşıdığı siyasal kodlar ve geldiği gelenek şu ya da bu ölçüde Cumhuriyet’in değerleri ve kurumlarıyla problemliydi. İşte böylesi bir ortamda, Gülen cemaatinin iyi eğitim görmüş, modern hayat tarzını benimsemiş gözüken ve daha da önemlisi (darbecilerin kendilerini “Yurtta Sulh Konseyi” olarak adlandırmasında ve darbe bildirisinde de görüldüğü gibi) adeta bir bukalemun gibi her türlü siyasal/ideolojik ortama uyum sağlama yeteneğine sahip beşeri sermayesi, Cumhuriyet’i yeni bir siyasi ve ideolojik temelde dönüştürmek noktasında AKP’ye aradığı fırsatı verdi. Hiç şüphesiz bu fırsatın oluşmasına ordunun ve laik kesimlerin AKP’ye karşı aldığı tutumlar da bir katalizör olarak işlev gördü. İşte bütün bu gelişmeler Gülen cemaatinin devleti tamamen ele geçirmek noktasında uzun zamandır beklediği fırsat kapısını aralamış oluyordu. AKP’nin ordunun siyasal hayattaki etkisini kırabilmek ve bürokratik yapıyı dönüştürebilmek için Gülen cemaatiyle yaptığı tarihsel ittifakla birlikte Cemaat on yıl içerisinde önceki dönemlerle kıyaslanamayacak bir ivmeyle devletin her kademesinde palazlandı. Bu palazlanmanın yapısal anlamda Gülen cemaatine sağladığı en büyük kazanımlardan biri, 2010 Eylül’ündeki anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı büyük ölçüde eline geçirmesi, diğeri ise Ergenekon, Balyoz vs. kumpas dava süreçleriyle TSK’nın yapısının, geleneklerinin, motivasyonunun ve toplum nazarındaki itibarının deformasyona uğratılması oldu. İşte bu noktadan itibaren takvimler Haziran 2011 genel seçimlerini gösterdiğinde, Gülen cemaati iktidarda gerçek anlamıyla görünür ve tek yöneten olmak için AKP’yle seçim öncesinde ve sonrasında önce pazarlığa, sonra mücadeleye ve nihayet savaşa girişti. Böylece, 7 Şubat 2012’deki MİT kriziyle birlikte AKP-Cemaat tarihsel ortaklığı son buldu. Bu kriz aslında Türk devlet hayatındaki yaşanacak büyük depremin öncü sarsıntısıydı. Bunun ardından yaşanan “17-25 Aralık Süreci” AKP açısından çok daha uyarıcı oldu ve nihayet 15 Temmuz 2016 gecesinde Gülen cemaatinin TSK içindeki terör kanadı AKP’ye ve daha da önemlisi Türkiye Cumhuriyeti devletine karşı açık bir savaşa girişti ve bu savaşta Erdoğan ya da AKP karşıtlığının/otoriterliğinin ordudaki diğer kesimler açısından kendine avantaj sağlayacağı şeklinde büyük bir yanılgı içerisine düştüler.

Şimdi karşımızda devlet ve toplum güvenliği açısından gerçekten korkutucu bir manzara var. Bu başarısız darbe girişimin siyasal, sosyal, ekonomik açıdan hasar raporu ilerleyen zaman dilimlerinde çok daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. Fakat görünen o ki, “Çözü(l)m(e) Süreci” ve “Arap Baharı” sırasında izlenen hatalı politikaların yaratmış olduğu güvenlik zafiyetleri, bu darbe girişimiyle birlikte çok daha büyük bir risk düzeyine taşınmış durumda. Robert Fisk’in de dikkat çektiği gibi, 15 Temmuz gecesi yaşananlar istisnai bir Türkiye gerçeği değil, tam aksine Ortadoğu’daki sınırların ve devletlerin çökmesi ile yakından bağlantılı bir duruma işaret ediyor.[1] Türkiye’nin Ortadoğu’da yaşananlardan kendisini soyutlayamayacağı gerçeği bir yana, gerçekten de son 6 yıl içinde AKP iktidarının da katkısıyla (ki bu katkı hala devam ediyor, örneğin, Suriyelilere vatandaşlık verilmesine yönelik adımlar) Türkiye gerçek anlamıyla bir Ortadoğu ülkesi haline döndü. Bunun Türkiye için en net ifadesi “istikrarsızlık”, “iç çatışma”, “ulus-devletinde zayıflama” ve “çözülme”dir. Bu yalın gerçeklik karşısında meydanlarda bu darbenin atlatılmış olmasından dolayı sürdürülen kutlamalar duygusallıktan öte hiçbir anlam taşımıyor aslında. Çünkü Türkiye’de darbe tehlikesi ortadan kalkmadı. Robert Fisk’e göre darbe bir sonraki darbeye kadar engellendi ve önümüzdeki birkaç yıl içinde yeni bir darbeye hazır olunması gerekiyor. Dolayısıyla, salt “paralel devlet yapılanması” noktasından meseleye bakılıp, devletin ve kurumlarının temel ilke ve esaslarının, işleyiş mekanizmasının, yerleşik değerlerinin, teamüllerinin “parti devleti” anlayışıyla deformasyona uğratılmasının yarattığı zafiyetler AKP iktidarı tarafından bir kapsamlı özeleştiriye tabi tutulmadığı sürece, “istikrarsızlık”[ğ]ın, “iç çatışma”nın, “ulus-devletin zayıflama”sının, “çözülme”sinin ve en nihayetinde “darbe”nin bütün sosyolojik ve siyasal nedenleri var olmaya devam edecektir Türkiye’de.


Sonuç: Türkiye Kırılgan Bir Devlet Olma Yolunda (mı?)

Belli bir toprak parçası üzerinde bağımsızlığa ve münhasır bir egemenliğe sahip olmak, devlet olmanın temel koşullarından biridir. Diğer taraftan, devlet olmak, sınırları içerisinde yaşayan bireylerin temel ihtiyaçlarını (eğitim, sağlık, barınma, adalet vb.) karşılayabilmeyi, huzur ve asayişi sağlayabilmeyi ve gerek sınırlar içinden gerekse sınırlar dışından yönelebilecek her türlü tehdit ve saldırıyı ve muhtemel zararlarını minimum düzeye çekebilmeyi gerektirmektedir. Bunları tam olarak sağlayamayan devletler genellikle “kırılgan devlet” (fragile state) olarak adlandırılmaktadır. OECD’nin genel kabul gören tanımına göre “kırılganlık” devletin güvenlik, eğitim, sağlık, adalet gibi temel kamu hizmetleri sunmakta acziyet içinde olması durumudur.[2] Bunun bir adım ötesi ise “başarısız devlet”tir ki (failed state), bu noktada kontrol, idare ve eylem yeteneklerini çekirdek alanlarda kaybetmiş ve toplumsal sözleşmesi bozulmuş çökmekte olan bir devlet vardır artık (Bkz. Tablo 1).




1990’lı yıllarla birlikte birçok akademik kuruluşun ve uluslararası örgütün, devletlerin kırılganlığına ilişkin endeksler oluşturmaya başladığı görülmektedir. Bunlardan biri de ABD merkezli “Fund For Peace” (FFP) adlı düşünce kuruluşu ile “Foreign Policy Dergisi”nin işbirliğiyle 2005 yılından bu yana yayınlanan “Başarısız Devletler Endeksi”dir ki (Failed States Index), Haziran 2014’te onuncusu yayınlanan ve adı “Kırılgan Devletler Endeksi” (Fragile States Index)[3] olarak güncellenen bugün için son endeks Türkiye’nin kırılganlığı açısından oldukça olumsuz bir veri setini ortaya koymaktadır. Türkiye, söz konusu endekste 178 ülke arasında 74,1 puanla (puan ne kadar yüksekse kırılganlık o kadar fazladır)[4] 94. sırada yer alarak yüksek riskli (high warning) ülkeler arasında yer almaktadır ki (bkz. Tablo 2), bu durum tüm AB ve OECD üyesi ülkeler içinde Türkiye’yi kırılganlık açısından 1. sıraya taşımaktadır.





Endekste, Türkiye’nin en yüksek puan aldığı, yani en büyük kırılganlık sergilediği alanlar “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi ve “güvenlik aygıtı” göstergesidir. Söz konusu göstergelerin birincisinde Türkiye’nin 2014 puanı 9,0 iken, ikincisinde ise 7,4’tür (Bu iki göstergenin 2007-2014 arasında izlemiş olduğu trendlerin ortalaması ise sırasıyla 8,2 puan ve 7,3 puandır). Gerek “etnik/dini gruplar arası çatışma” göstergesi gerekse “güvenlik aygıtı” göstergesi her iki alanda da Türkiye’nin taşımakta olduğu aşırı risk potansiyelini ortaya koymaktadır. Bu riskler dışında “mülteciler” göstergesindeki yükseliş de (Suriyeli sığınmacıların ‘vatandaşlığa’ geçirilmesi başta olmak üzere) Türkiye için daha olumsuz bir tablo yaratmaktadır (Bkz. Tablo 3).






Bütün bu gerçeklikler karşısında, darbe girişiminin başarısızlığa uğratılmış olması Türkiye’de demokrasinin daha iyi işleyeceği anlamına gelen doğrudan bir siyasal sonuca işaret etmiyor maalesef ortada böylesine çok ciddi bir güvenlik ve beka sorunu varken. Bu güvenlik ve beka sorunu, Türkiye’nin otoriter ve son kertede totaliter bir “parti devleti” modeline sürüklenme riskiyle birlikte ele alındığında, bu başarısız darbe girişiminin yarattığı/yaratacağı etkiler, bu modele gidişteki bütün toplumsal ve siyasal itirazların çoğunluk nezdinde “gayri meşru” ilan edilmesi için elverişli bir durum da ortaya çıkarabilir. Diğer bir deyişle, “paralel devlet yapılanması”na karşı sürdürülen mücadelenin zamanı geldiğinde muhalefete kadar uzanması ve bunun da çoğunluk tarafından (gerektiğinde sokaklara çıkarak) desteklenmesi söz konusu olabileceği gibi, devlet güvenliği açısından zorunlu olarak tasfiye edilmesi gereken kadroların yerine partiye yakın isimlerin yerleştirilmesi de söz konusu olabilir. Darbenin olası artçı etkileri de (siyasal suikastler ve iç çatışma) düşünüldüğünde, bu senaryoların başka hangi endişe verici senaryolara yol açabileceğini tahmin etmek zor değildir.
Sonuç olarak, darbe girişimi sonrasında Türkiye’nin “ulus-devlet”ini muhafaza ederek evrensel standartları yakalamış demokratik bir hukuk devletine ulaşma hedefine yaklaştığını söyleyebilmek düne göre artık daha da zor görünmektedir. 7 Haziran 2015 genel seçimlerinden bu yana defaatle işaret ettiğim gibi, Türkiye içerisine düşürüldüğü güvenlik zafiyetleri ve siyasal/ideolojik bölünmüşlük/kutuplaşma nedeniyle bir “Katastrof Çağı”nın içinden geçiyor ve belki de bunun henüz daha başlangıcındayız. Umarım tarih ve olaylar beni yanıltır…

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü internet sitesinde yer alan yazılar, sadece yazarlarının görüş ve değerlendirmelerini yansıtmakta olup, bunların sitemizde yayınlanması, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü tarafından tümüyle veya kısmen benimsendikleri veya ‘Enstitünün’ kurumsal görüşünü yansıttıkları şeklinde alınamaz.

KAYNAKÇA;

[1]Bkz. Robert Fisk, “Turkey’s Coup May Have Failed – But History Shows It Won’t Be Long Before Another One Succeeds”, Independent, 16 July, 2016, http://www.independent.co.uk/voices/turkey-coup-erdogan-ankara-istanbul-military-army-turkey-s-coup-may-have-failed-but-history-shows-a7140521.html
[2]Bkz. OECD, “Principles for Good International Engagement in Fragile States & Situations: Principles”, April 2007, http://www.oecd.org/development/incaf/38368714.pdf.
[3]“Kırılgan Devletler Endeksi”nde devletler, 12 ayrı sosyal, ekonomik, siyasi ve askeri göstergeye dayanılarak, her bir gösterge için (0 ile 10 arasında bir rakamla (toplam 120 puan üzerinden) değerlendirilmekte, en yüksek puanı olan devletin en kırılgan olduğu tespiti yapılmaktadır. 178 ülkenin sıralandığı 2014 endeksinde en kırılgan devletlerin Afrika ve Ortadoğu’da, en az kırılgan devletlerin ise Kuzey Avrupa’da yer aldığı görülmektedir. Bkz. Fund for Peace, Fragile States Index 2014, Washington D. C., 2014,
http://library.fundforpeace.org/library/cfsir1423-fragilestatesindex2014-06d.pdf  
[4]Endeksin kriterleri konusunda daha geniş bilgi için bkz. Konur Alp Koçak, “Türkiye Ne Kadar Kırılgan”, 2023 Dergisi, Sayı: 160 (Ağustos 2014), ss. 58-64, http://tasav.org/usr_img/2023_dergisi_160._sayi_konur_alp_koCak.pdf


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2016/07/20/8476/15-temmuz-2016-ters-darbesi-akp-cemaat-kavgasi-parti-devleti-ve-demokrasi



..

25 Temmuz 2016 Pazartesi

28 Şubat Darbesinin Panoraması




28 Şubat Darbesinin Panoraması 


















Kitap 
DAMLA KAYAYERLİ
28 Şubat Darbesinin Panoraması


28 Şubat 1997 darbesinin bu yıl 19. yılı. Bugüne kadar yayımlanan birçok kitap 
28 Şubat'ın farklı yönlerini ele aldı. Kimi başörtülü kadınların yaşadığı 
işkencenin dünyasına götürdü, kimi de cezaevlerinde yaşanan dramı yansıttı. İşte her yönüyle, yıl dönümünde, kitaplar ışığında 28 Şubat darbesinin panoraması

Televizyon kanallarının ve gazetelerin silah olarak kullanıldığı, yapılan 
haberlerin de kurşun yerine geçtiği günlerdi. Askerinden aydınına, iş adamından 
medya patronuna, gazetecisinden sivil toplum kuruluşlarına, rektöründen 
yargısına kadar devletin ve toplumun içerisinde egemen gücü elinde bulunduran 
küçük azınlık, topyekûn darbe çığırtkanlığı yapıyor, büyük bir savaş başlatıyor du. Siyasi, sosyal ve ekonomik boyutlarını da içinde barındıran, 
postmodern darbe olarak adlandırılan 1997'deki 28 Şubat darbesi, bu ülkenin 
değerlerine ve halkına karşı yapılmış bir saldırıydı. Peki 28 Şubat darbesinde 
neler yaşanmıştı? Askerler tarafından irtica bahanesi öne sürülmüş, halkın 
seçtiği Refahyol hükümeti askeri müdahaleyle devrilmiş, dini bütün milyonlarca 
insan fişlenmiş, başörtülü kadınların okuması, çalışması engellenmiş, insanlar 
işlerinden edilmiş ya da sürgüne tabi tutulmuş, mağdur edilmişti. Kısacası 
toplumun her alanında yer alan, kadın, erkek, çocuk ayrımı yapılmadan eften 
püften bahanelerle gözaltına alınanlar, cezaevine konulanlar, inançlarından 
dolayı idamla yargılananlar, işkenceye maruz bırakılanların yanı sıra 'vatansız 
akılsızlar' olarak görülen dindar bireylerin cadı avına başlanmıştı. Fiziki, 
psikolojik şiddetin her yöntemi kullanılmıştı. Darbenin başarıya ulaşması için 
Sincan'da tanklar da yürütülmüş, psikolojik harp taktikleri uygulanmış, yargı, 
medya ve sivil toplum kuruluşları da 28 Şubat darbesinin silahları olarak 
görevlerini yerine getirmişti. Anadolu insanının tasfiyesinin hedeflendiği darbe 
için bir paşa "28 Şubat bin yıl sürecek" dese de 28 Şubat darbesi bin yıl 
sürmedi ama insan hak ve özgürlüklerin hiçe sayıldığı 28 Şubat darbesi toplumun her alanındaki milyonlarca insanda derin izler bıraktı, hâlâ da travmatik etkisini sürdürüyor. 

28 Şubat'ın ardından da çok yazıldı çizildi. Bugüne kadar yayımlanan birçok kitap da 28 Şubat'ın farklı yönlerini ele alıyor; kimi kitap başörtülü kadınların yaşadığı işkencenin dünyasına götürüyor, kimi kitap cezaevlerinde yaşanan dramı aktarıyor. Sosyal, siyasal, askeri ve ekonomik yönden 28 Şubat darbesinin analizini yapan kitaplar da var. Ancak 28 Şubat darbesinin siyasi etkilerinin analiz edildiği kitaplar çoğunluktayken, romanlar ve hikâyelerin eksikliği görülüyor. Şiiri ise yok denecek kadar az. Türkiye yayın dünyasında, edebiyatında 28 Şubat darbesini konu alan kitaplara daha fazla ihtiyaç olduğu anlaşılıyor. İşte 28 Şubat'ın 19. yılında seçtiğimiz kitaplar 
ışığında darbenin panoraması... 

AKIL HASTANESİNE YATANLAR OLDU,

28 Şubat darbecilerinin insan hak ve özgürlüklerine aykırı olarak uyguladığı 
başörtüsü yasağı başörtülü kadınlarda derin izler bıraktı. Gazeteciyazar Sibel 
Eraslan'ın 1989 ile 2003 yılları arasındaki başörtüsü mücadelesini ve 28 Şubat 
uygulamalarını konu alan Saklı Kitap da bir dönem romanı. Timaş Yayınları'ndan 
çıkan romandaki olaylar, kişiler de tamamen gerçek. Romanda 28 Şubat sürecinde üniversite kampüslerinde kurulan ikna odalarının açtığı derin yaralar, yaşadığı zulmün ardından akıl hastanesine yatanlar, hapis yatıp kanser olan ve ölenlerin hikayeleri Eraslan'ın tanıklığıyla anlatılıyor. Yazar kesik saçlı kızlar çetesi olarak adlandırdığı, saçını usturayla kazıtan başörtülü kadınların başörtüsü yasağına karşı tepkilerini, 28 Şubat darbesinin ferdi dünyalardaki tahribatını edebi bir dille sunuyor.

SOSYOLOJİK, SİYASİ VE ASKERİ YÖNÜ,

Gazeteci-yazar Ali Bayramoğlu, 28 Şubat Bir Müdahalenin Güncesi kitabını 28 
Şubat darbesinin 10. yılında İletişim Yayınları'ndan çıkardı. Bayramoğlu kitabın 
girizgahında 28 Şubat sürecini sosyolojik, siyasi ve askeri boyutlarıyla 
değerlendirmenin, Türkiye'nin dününü değil aslında bugününü ve geleceğini 
tartışmak anlamına geldiğini söylüyor. 1995 - 1998 yılları arasında olayların 
içinden ve sıcağı sıcağına kaleme alınan yazıların döneme ışık tuttuğunu ve bir 
dönemi anlamak isteyenler için tazeliğini koruğunu belirtiyor.

MİZAHI BİR DİLLE 10 YILLIK MACERA,

Sebahattin Arslan'ın Sıradışı Bir 28 Şubat Hikâyesi Trajikomik İşkence ve Zindan Hatıraları kitabında ne 28 Şubat'ın kuru tarihi anlatılıyor, ne zulüm edebiyatı yapılıyor, ne de bu dönemin ideolojik, hukuki, siyasi analizi. Çarpıcı Kitap'tan çıkan kitapta Arslan, 28 Şubat sürecinde başından geçenleri ironik bir dille aktarırken, bu süreçte İBDA bağlantılı bir gencin sokaklarda başlayıp önce 
karakola, sonra işkencehanelere, tutuklandıktan sonra F Tipi hücrelere, hatta 
cezaevinde yaralanıp hastanelere uzanan 10 yıllık macerasını mizahi bir dille 
hikaye ediyor.

MEDYA NE YAPTI?,

" Topyekûn savaş ", "Birinci tehlike", "Metastas yapmış habis urlar", " Yarasalar ", " Vatansız akılsızlar "... Bu cümleler 28 Şubat'ta basının attığı başlıklar. 28 
Şubat'ta medyanın rolünün konu edinildiği, analizlere yer verilen kitaplar ise 
neredeyse yok. Nuraydın Arikan'ın okurkitaplığı'ndan çıkan 28 Şubat Sürecinde 
Medya Arena Programı ve Medyanın Siyasal Sürece Etkileri kitabı bu noktada 
önemli. Aslında bir yüksek lisans tezi bu kitap. Uğur Dündar'ın Arena 
programında 1996-2000 yılları arasında çalışan Nuraydın Arikan, örneklem olarak Arena programı üzerinden 28 Şubat dönemini analiz ediliyor. Yazar, dönemin çeşitli gazeteleri ve televizyon kanallarının olayları haberleştirme şekillerine ara ara göndermeler yapıyor, objektif bir şekilde konuyu ele alıyor. 28 Şubat medyasına genel bir bakış açısı sunuyor. 1996-1997 yıllarında Arena programında kullanılan dilin analiz edildiği çalışmada resmi ideoloji yanlısı bir tutum gösterildiği tespit ediliyor.

SÜRECİN ÇOCUK MAHKÛMU,

28 Şubat çocukları da es geçmedi. Onlardan biri de Antalya İmam Hatip Lisesi'nde öğrenci olan 14 yaşındaki Yakup Köse'ydi. 1996'da Antalya'da Refah Partisi'nin düzenlediği Çeçenistan ile ilgili mitinge katıldığı için gece evinde gözaltına alınıp IBDA-C örgütüne üye olduğu suçlamasıyla tutuklandı. Yaşının küçüklüğünden dolayı idam cezası 18 yıl 8 aya indirildi. 10 yıl cezaevinde kaldıktan sonra tahliye olan Köse, Kökler Derneği Yayınları'ndan çıkan Bir Çocuğun Gözünden 28 Şubat-Cezaevi Notları kitabında anılarını kaleme aldı. Kitabının ismini Bir Çocuğun Gözünden olarak isimlendirerek 28 Şubat darbesinde büyük rol oynayan Batı Çalışma Grubu'na gönderme yapmayı ihmal etmedi. Kitapta yaşadığı süreci aktaran Köse, 28 Şubat sürecinde başından geçenleri, Terörle Mücadele Şubesi'nde yaşadığı işkenceleri, üç ayda idam cezası verildiğinde neler hissettiğini, cezaevi sürecini, tahliye olduktan sonraki hislerini aktarıyor. Hakkındaki köşe yazıları da kitapta yer alıyor.

SÜLEYMAN DEMİREL'İN ROLÜ,

Nezih Yıldırım Anılarla 28 Şubat isimli kitabında sadece 28 Şubat darbesini konu 
edinmiyor. Türkiye'nin darbe geçmişine de ışık tutuyor. Akademisyen 
Kitabevi'nden çıkan kitapta çok partili hayat denemesi, Demokrat Parti ve 27 
Mayıs darbesi, 1971 muhtırası, 12 Eylül 1980 darbesinin yanı sıra Yıldırım'ın 
anıları, siyasete girişi ve Refahyol hükümeti ve 28 Şubat darbesi ile 27 Mayıs 
darbesinin örneklemi aktarılıyor. Ayrıca Süleyman Demirel'in 28 Şubat'taki rolü 
irdeleniyor.

SİYASETÇİ GÖZÜNDEN POSTMODERN DARBE,

Necati Çelik, 1995 milletvekili seçimlerinde Kocaeli'nden Refah Partisi 
milletvekili seçilerek parlamentoya girdi. Refahyol hükümetinde de Çalışma ve 
Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapmış bir isim. Sinemis Yayınları'ndan çıkan 28 Şubat ve İrtica Tehdidi kitabında da 1995 seçimleri öncesi durumu, 1995 seçimlerini, koalisyon çalışmalarını Anayol hükümetinin düşürülmesi olayını, Refahyol koalisyon çalışmalarını, Refahyol hükümetini, 28 Şubat postmodern darbeyi ve sonuçlarını içeriden tanıklığıyla aktarıyor.

SİNCAN'DA TANKLAR YÜRÜTÜLDÜ,

Şamil Tayyar, Kıt'a Dur 28 Şubat'tan 27 Nisan'a İktidar Kavgası kitabında 28 
Şubat darbesini çeşitli anekdotlar ve belgelerle aktarılıyor. Timaş Yayınları'ndan çıkan kitapta Hürriyet gazetesi 28 Şubat'ta Sincan'da yürütülen tankların fotoğrafını çekemediği için tankların ikinci kez yürütülmesi vakası anlatılırken, Mesut Yılmaz ile Necmettin Erbakan koalisyon için anlaştıklarında dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı'nın devreye girip Tansu Çiller 
ile Mesut Yılmaz'ı koalisyon kurmaya nasıl zorladığı da açıklanıyor. Refahyol 
hükümetinin Batı Çalışma Grubu aracılığıyla yapratılması ve insanların 
fişlenmeleri ayrıntılandırılıyor. O dönem Sırrı Sakık'ın ifadelerinin Çevik Bir 
ve ekibi tarafından çarpıtılarak gazetecilerin andıçlanması da kitapta konu 
ediniyor. Kısacası Anayol hükümetinden başlayıp 27 Nisan'a kadar olan süreç 
analiz ediliyor.

ANKARA'DA GEÇEN BİR MAHALLE KOMEDİSİ,

Ankara Sincan'da doğan bir çocuğun, çocukluk hallerini mizahi bir dille aktaran 
bir roman Ortancamız Babam. Sencer Gültuna tam anlamıyla bir 28 Şubat romanı yazmasa da kitapta 28 Şubat postmodern darbesine göndermeleri var. Sokak Kitapları Yayınları'ndan çıkan romanda sokakta son top oynayan neslin hikayesi yani kısacası bir mahalle hikayesi yer alıyor. 28 Şubat'ta Sincan'da geçen mahalle komedisi olarak tanımlanan romanın sonunda 28 Şubat'ta Sincan'da tankların yürütülmesi olayına tanıklık eden küçük çocukların ruh halleri mizahi bir uslupla aktarılıyor.

28 ŞUBAT'A FARKLI BAKIŞ AÇILARI,

28 Şubat Postmodern Bir Darbenin Sosyal ve Siyasal Analizi Birey Yayınları'nın 
kolektif bir çalışması. Kitapta Ali Bayramoğlu, Sibel Eraslan, Emre Aköz, Prof. 
Dr. Nevzat Tarhan, Abdurrahman Dilipak, Cihan Aktaş, Fikri Akyüz gibi yazar ve 
gazetecilerin yazıları bir araya getirilmiş. Farklı açılardan 28 Şubat'ın analizleri yapılırken, postmodern darbenin adım adım gelişi kronolojik bilgiler eşliğinde sunuluyor.

KADINLAR İKNA ODALARINDA,

28 Şubat darbesi sonrası başörtülü kadınların başlarını açmaları için 
üniversitelerde kurulan ikna odaları da insan hak ve hürriyetlerinden nasibini 
almamış, faşist zihniyetin icatlarındandı ve psikolojik şiddet örnekleri ikna 
odalarında yaşanıyordu. İkna odaları başörtülü kadının onurunu yere seren, 
geleceğe dair kurduğu bütün düşleri imha eden bir uygulamaydı. Kapı 
Yayınları'ndan çıkan İkna Odası romanında da Yıldız Ramazanoğlu, üniversiteyi 
kazanmış yüzlerce başörtülü genç kadının hayatın her alanında ve ikna odalarında yaşadıkları travmayı Nermin, Nuray ve Seher karakterlerinin öyküsü üzerinden aktarıyor. Travmatik ve hırpalayıcı yaşam hikayelerine sahip bu üç genç kadının bu durumla farklı yollarla baş etme serüvenlerini insani bir dille sunuyor.

ŞEMDİNLİ, DERİN ÇETELER, 28 ŞUBAT,

Gazeteci yazar Ömer Lütfi Mete ile Cem Küçük'ün yaptığı söyleşilerin yer aldığı 
28 Şubat'tan Şemdinli'ye Derin Çeteler kitabında 28 Şubat sürecinin arka planı, 
bu sürecin kime yaradığı konularına değiniliyor. Profil Yayınları'ndan çıkan 
kitapta 28 Şubat'ı doğuran sebepleri, sürecin aktörleri ele alınırken Türkiye 
tarihinin en büyük banka vurgunlarının 28 Şubat döneminde nasıl yapıldığı da 
konu ediliyor. Yakın tarihin siyasi analizinin yapıldığı kitapta 28 Şubat'taki 
medya ve sivil toplum kuruluşlarının rolü, Şemdinli olayı, danıştay saldırısı, 
gazeteci Hrant Dink'in katledilmesi, 2007 genel seçimleri ele alınıyor.

GAZETECİLER ANDIÇLANDI, İŞTEN ATILDI,

Son Darbe: 28 Şubat kitabı gazeteci-yazar Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız'ın ortak çalışması. Yakın zamanda aramızdan ayrılan Mehmet Ali Birand, Türkiye demokrasi tarihinin kırılma noktaları olan 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül 
darbeleriyle ilgili belgesel çalışmalarının ardından, 28 Şubat postmodern 
darbesinin de belgeselini çekmişti. Birand, 28 Şubat'ın sadece tanığı değil 28 
Şubat'ta gazetecilere yönelik psikolojik harekatın nasıl uygulanacağı konusunda 
andıçlanan gazetecilerden biri olarak mağduru ve sanığı olmuştu. 28 Şubat 
belgeselinde sürenin kısıtlılığından dolayı yer verilemeyen bilgi ve görüşmeler 
de Doğan Kitap'tan çıkan kitabında yer veriliyor.

BAŞÖRTÜLÜ ÖĞRETMENLERİN YAŞADIKLARI,

Hatice Çelik Güler'in hazırladığı Kadınların Diliyle 28 Şubat Öyküleri 28 Şubat 
mağdurlarına ithaf edilmiş bir kitap. Çıra Yayınları'ndan çıkan kitapta 
başörtülü öğretmenlerin yaşadıkları anlatılıyor. Güler, 28 Şubat sürecinde kılık 
kıyafet soruşturması sonucu devlet memurluğundan çıkarılan, başını açarak veya peruk takarak görevine devam edip başörtüsünü tamamiyle çıkarmak zorunda kalan başörtüsü mağduru 30 öğretmenle söyleşiler yapmış. Başörtüsünü açmadığı için gözdağı verilen öğretmenler, soruşturmaya uğrayanlar, sürgün edilenler, öğretmenlikten ihraç edilenler, başlarını açmak zorunda kalanlar, onuru kırılanlar... Kitapta başörtülü öğretmenlerin 28 Şubat'ta yaşadığı ruh haline mercek tutuluyor.

VESAYETİN ANLAŞILMASINA KATKI,

Ezgi Gürses'in 28 Şubat Demokrasi Ters Şeritte isimli kitabı bir tez 
çalışmasının ürünü. Yazar 28 Şubat süreci, 28 Şubat kararlarının nedenleri, 
sonuçları ve etkilerini okuyucuyla paylaşıyor. Şule Yayınları'ndan çıkan kitap, 
1995'teki genel seçimlerden Anayol ve Refahyol hükümetine kadar geçen süre 
irdelenirken, Refahyol hükümetinin ilk icraatları, Susurluk skandalı, dış 
ilişkiler, laiklik uyarıları, 28 Şubat'ın gizli gücü Batı Çalışma Grubu ve Batı 
Harekât konsepti, hükümete karşı eylemler konu ediniliyor. MGK toplantısı, 
Refahyol hükümetini istifaya sürükleyen süreç analiz ediliyor. Eleştirenlere 
göre ve haklı bulanlara göre 28 Şubat'ın anlamı da kitabın son bölümünde ele 
alınıyor. Türkiye demokrasindeki büroktarik vesayetin anlaşılması açısından 
faydalı bir çalışma.

AKADEMİDE YAŞANAN BUHRANA İÇTEN BİR BAKIŞ,

Mehmet Kara Düşte Kördüğüm romanınıyla okuyucuyu 28 Şubat'ta üniversitelerdeki akademisyenlerin yaşadığı zorlu döneme götürüyor. Kendisi de bir akademisyen olan Kara, bilim insanlarının yaşadıklarını içten bir bakışla sunuyor. Nesil Yayınları'ndan çıkan romanında akademisyenlerin yaşadığı buhranı, inancından dolayı uğradığı kıyım sonrasındaki travma halini kaleme alıyor. Hatta intiharın eşiğine kadar gelen gerçek olayları hikayeleştirdiği romanında Kara, 28 Şubat kurbanı Sami Pakalın'a da yer veriyor. Haksız yere üniversitedeki asistanlık görevine son verilen Pakalın'ın Gülveren Tren İstasyonu'nda banliyö treninin altında kalarak hayatını kaybetmesini de paylaşıyor.

DİN EĞİTİMİ VE İRTİCA PARONOYASI,

Mustafa Kara, 28 Şubat Öncesi ve Sonrası Türkiye'de Dinî Hayat'ta Türkiye'de 
dini hayatı ve din eğitimini yakın tarihle birlikte ele alıyor. 28 Şubat 1997 
MGK kararlarının yakın tarihimizin dönüm noktalarından biri olduğunu vurgulayan yazar, söz konusu kararların daha çok din eğitimi ve dini hayatı ilgilendirdiği için konuyla alakalı olarak kaleme aldığı yazıları bir araya getirdiğini belirtiyor. Emin Yayınları'ndan çıkan kitapta ilk olarak son yüzyılın özeti aktarılıyor. Darbelerin, siyasi olayların analizi din eğitimi ve dini hayat 
üzerinden ele alınırken, irtica paranoyasının yakın tarihte nasıl körüklendiğine 
değiniliyor. Dini eğitim veren kurumların geçmişi, mezhep ve tarikatların 
rolleri de kitapta yer buluyor.

http://www.sabah.com.tr/kitap/2016/03/04/28-subat-darbesinin-panoramasi

***

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Kanlı mı Gidecek Kansız mı?




Kanlı mı Gidecek Kansız mı?


Gökçe Fırat
gokcefirat@turksolu.com.tr
www.facebook.com/tc.gokce.firat
www.twitter.com/gokcefirat
Kanlı mı Gidecek Kansız mı?
Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.
Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.
Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.
Kaddafi’nin linç edilişi
25 Aralık 1989’da kurşuna dizilen
Nikolay ve Elena Çavuşesku
Yanukoviç’in Kiev’den kaçışı
Seve seve gitme şansını kaçırdı
Mesele artık Tayyip Erdoğan’ın gidip gitmeyeceği değil; nasıl gideceği?
Tayyip Erdoğan, bu gerçeği en iyi bilen isim olmalı. Sonuçta, iktidara nasıl bir anda getirildi ise, aynı şekilde bir anda götürülebileceğini görüyordur.
Hâlâ içinde ufak bir umut, bir beklenti, bir hayal olabilir; işleri batmak üzere olan bir esnafın zengin olma düşleri kurması gibi bir durum ya da 5 zayıfı olan öğrencinin sınıf geçmesi bile imkansızken üniversiteyi hem de Boğaziçi’ni kazanmayı beklemesi gibi bir durum.
Yani geçici bir hayal kurma anı…
Ama gerçekler son derece net!
Dünyanın egemenleri ile kavgalı bir iktidar. Hem AB ile, hem ABD ile, hem de İsrail ile aynı anda çatışma halinde.
Çevresindeki tüm komşularla kavgalı bir iktidar. İran’la, Suriye ile, Irak merkezi yönetimi ile çatışma halinde.
Ülke içindeki tüm müttefikleri ile kavgalı bir iktidar. Cemaat’le çatışması, Anadolu sermayesi ile kavgası.
Ülke içindeki tüm muhalifleri ile kavgalı bir iktidar. Ülkenin %50’sinin oyunu almış olsa bile, kalan %50’nin nefretini kazanmış.
Şimdi bu iktidarın ayakta kalabilmesine imkan var mıdır?
Çok net bir tespitte bulunalım: Tüm bu yolsuzluk kasetleri olmasaydı bile bu iktidar ayakta kalamazdı.
Ama her gün çıkan yeni bir kasetle, aşınan, çöken bir iktidarla karşı karşıyayız.
Elbette Tayyip Erdoğan, şu anda bu yenilgiyi hazmedemeyecek ve kabullenemeyecek. Savaşı kendi çapında sürdürmeye çalışacak.
Ama Nafile: Gidecek!
Eskiden seve seve gidecek diyorduk.
Ama artık o şansını da kaçırmış oldu.
Tayyip’siz AKP seçeneği
Peki nasıl mı gidecek?
Uluslararası konjonktür açısından Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’la yola devam edebilmesi gibi bir seçenek bulunmuyor.
Doğru, Türkiye Batı’nın bir müttefiki ama Tayyip Erdoğan bu ittifak anlaşmasını bozdu, oyunun kuralını çiğnedi. O nedenle bir kırmızı kartla oyun dışı kalacak.
Ama Batı açısından Türkiye, radikal İslamcılığı teslim edilemeyecek kadar önemli bir ülke olduğu gibi, sol bir iktidara da, hatta daha tehlikeli bir şekilde ulusalcı ya da milliyetçi bir iktidara da teslim edilemeyecek kadar değerli bir ülke.
O zaman birinci seçenek, AKP ile yola devamdır ama elbette Tayyip’siz bir AKP ile.
O nedenle öncelikle Tayyip’siz bir AKP’nin mümkün olup olmadığını cevaplamamız gerekir.
Bu teorik olarak mümkündür ama pratikte bu işi üstlenecek lider aktörler açısından durum tereddütlüdür. Tayyip sonrası AKP’yi toparlayacak bir lider adayı olarak görülen Abdullah Gül, son noterlik hizmeti ile sanki Tayyip’le anlaşmış gibidir.
Ancak bu davranışın altında asıl sonuç verici taktiğin gizlendiğini görmemiz gerek. Eğer Abdullah Gül, 30 Mart’tan önce Tayyip’e karşı bayrak çekseydi, doğru belki Tayyip’i yıkardı ama Tayyip’le birlikte AKP de yıkılırdı.
Böylelikle Abdullah Gül’ün başına geçebileceği bir AKP de bitirilmiş olurdu!
AKP seçeneğinin yaşatılması, tabanının ve oy veren kitlenin tümüyle dağıtılmaması esas hedeftir. Son kertede %30’larda tutunacak bir kitle kalmalıdır. Ve o kitleye Abdullah Gül şu mesajı verebilmelidir: “Ben AKP’nin ayakta kalması için Tayyip Erdoğan’a karşı çıkmadım ama görüyorsunuz Tayyip Erdoğan partiyi eritti şimdi bu partiyi kurtarmamız gerek.”
Eğer standart bir AKP muhalifi bakış açısı ile olaya bakarsanız, AKP’ye oy veren kitlenin birden bire AKP’den yüz çevireceğini düşünebilirsiniz. Ama durum bu kadar basit değildir. On yıldır AKP ile var olan bir kitleden söz ediyoruz. Bu kitlenin AKP’de tutunabilmesi gerekmektedir. Şu an Tayyip Erdoğan’ın yanında gözüken Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimler de bunu sağlamaktadır.
30 Mart sonrası AKP’de büyük isyan başlayacaktır. Ve o zaman isyan bayrağını açanlar, AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı yıpratmamış isimler olarak, vefalı isimler olarak, AKP kitlesi tarafından kabullenilecektir.
Tayyip Çetesi
Şu anda Tayyip Erdoğan yalnızdır ama onun AKP içinde bile tecrit edilmesi gerekmektedir. Ki bu da adım adım gerçekleşmektedir.
Bülent Arınç’ın parasal ilişkilerle ilgili yakınmaları manidardır. AKP içinde gerçekten de yolsuzluk ve hırsızlık işlerine hiç bulaşmamış isimler vardır. Bu isimler açısından AKP lideri Tayyip çevresinde oluşturulan yolsuzluk çetesinin varlığı kabul edilemezdir. Sonuçta pek çok isim AKP’ye bir ideal uğruna girmiştir, rant için değil. Ve şimdi en ulvi ideallerinin rant için yok edildiğini görmektedirler.
Aslında burada tablo çok açık.
Tayyip Erdoğan, karısı, iki kızı, iki oğlu, damadı, toplasanız on kişilik bir aile ve o aile ile bütünleşmiş Reza Zarrab, Yasin El Kadı, gibi tetikçilerden oluşan bir 20 kişilik suç örgütü vardır karşımızda.
Bu 20 kişilik çete ile mali açıdan işbirliği yapan yaklaşık 20 tane büyük çaplı işadamı vardır.
Bakanlıkta, bürokraside toplasanız bir 20 üst düzey uygulayıcı vardır.
Aslında, toplam sayısı 100’ü geçmeyecek bir yolsuzluk çetesi ile karşı karşıyayız.
Elbette bu çetenin emrettiği görevleri yapan, bu çete ile işbirliği yapan, bu çeteden nemalanan geniş bir kesim de vardır. Ama bir suç örgütü üyesi olarak değerlendirilebilecek insan sayısı 100 kadardır.
Şu anda AKP açısından bu 100 kişi ile yolları ayırmak ve elbette bunları yargıya teslim etmekten başka çıkar yol kalmamıştır. Bu yapılmazsa AKP’nin tüm milletvekilleri, parti yöneticileri, belediye başkanları, bürokratlar, iş adamlarından oluşan sayısı en az 10 bini bulacak bir suç örgütü konumuna düşülecektir.
AKP içinde yargılanmak istemeyenler ve elbette AKP’yi sürdürüp düzenini devam ettirmek isteyenlerden, böylesi bir hamle 30 Mart sonrası gelecektir.
Bu kKnsız Senaryodur.
Kanlı senaryo..,
Ama eğer bu seçenek gerçekleşmezse kanlı bir senaryo da hazırdır. Daha doğrusu AKP, kendi içinde bu sorunu kansız bir şekilde çözemez ise, kanlı senaryoda tüm AKP yok olacaktır.
Ukrayna’daki gelişmeler kanlı senaryonun bir örneğidir ama bu örnek Türkiye için fazlasıyla kansızdır.
Eğer AKP iktidarı daha doğrusu Tayyip Erdoğan yıkılmaz ise, Tayyip Erdoğan bir halk isyanı ile devrilecektir. Gezi’de yaşananlar, bunun tüm şartlarının elverişli olduğunu ortaya koymuştur.
İktidarın polisiye tedbirlere başvurması, MİT yasası ve diğer hukuki zorlamaları boşunadır. Halk ayaklanacaksa, ne yasa takar, ne MİT, ne de polis.
Ve halkı hiç kimse de durduramaz.
Hatta ordu gelse durduramaz.
Ukrayna’da diz çöken polislerin isyancılara nasıl teslim olduğunu tüm Türkiye gördü, polisler de gördü, ordu da gördü.
Yanukoviç’in kaçacak bir Rusya’sı vardı ama Tayyip’in kaçacak yeri yoktur. Hatta onu toprak bile kabul etmeyecektir!
Bir halk ayaklanmasında, Tayyip Erdoğan’ı kazığa oturturlarsa buna şaşırmamak gerekir.
Kaddafi’nin nasıl linç edildiğini hep birlikte izledik.
Çavuşesku’ların, karı-koca nasıl kurşuna dizildiklerini de!
Tayyip için Saddam gibi ipe çekilmek bile büyük bir şans olur doğrusu.
Hırsızı yargılamak
Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.
Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.
Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.
Bu adamların Menemen’deki yobazları, Şeyh Sait gibi itoğlu itleri bile nasıl kahraman gibi gördüklerini biliyoruz.
O şansı bile Tayyip’e bırakmamak gerekir.
Sıradan bir hırsız olarak mahkeme karşısına çıkarılmalıdır.
Elbette sıradan bir hırsız değildir ama sadece çaldığı miktar bakımından.
Yoksa yaptığı şey aynıdır, hırsızlıktır.
Hırsızlıktan yargılamak ve en sonunda da ona şu soruyu sormak isterdim: Medeni Kanun’a göre mi cezanı verelim Şeriat’a göre mi?
O zaman dinle imanla İslam’la da hiç ama hiç işi olmayan gerçekten adi ve basit bir hırsız olduğunu tüm Türkiye görmüş olurdu…

Kaset yayınlamak etik mi değil mi?
Siyaset arenasında ve basında bir yakınma var: Kasetler siyaseti kirletiyormuş!
Yani hırsızlık kirletmiyor siyaseti…
Yolsuzluk kirletmiyor siyaseti…
Kanunsuzluk kirletmiyor siyaseti…
Ama tüm bunların kasetlerinin yayınlanması kirletiyor! Pes doğrusu!
Dinlemeler, izlemeler ve yayınlar yasadışıymış…
Kargalar bile güler buna, tabii yasadışı yapılacak, sanki Başbakan’ı yasal yoldan izleyebilirsiniz de!
Şöyle düşünün:
Elinizde bir kameralı telefon var, kapınızın önünde bir hırsız bir kadının çantasını kapıp kaçıyor ve siz de o sırada kaydediyorsunuz. Hırsız yakalanıyor ve tek kanıt sizin çekiminiz. Ama pişkin hırsız diyor ki mahkemede, efendim bu kayıt yasadışıdır!
Ulan adi hırsız.
Sanki sen çok yasal bir iş yapıyorsun da yasallık bekliyorsun.
(Hemen bir ara hatırlatma, suçu ispat eden kayıtlar, Yargıtay tarafından, yasadışı olsa bile kabul edilmektedir!)
İkinci bir örnek bir işyerinden. Bir döviz bürosunu düşünün. Bir banka veznesini. Kamera her an kayıttadır ve hiçbir çalışan da bu yasadışı bir kanıt demez.
Çünkü parayı emanet ettiğinizi izlemek, kaydetmek hakkınızdır!
O zaman ülke bütçesini teslim ettiğimiz insanları izlemek, kaydetmekten büyük bir hakkımız da olamaz!
Çalmasın, kasedi çıkmaz!
Hatta benim önerim, milletvekili ve bakan olacakların, 24 saat kayda alınmasını kabul edecek bir yasa çıkartmak. Bunu kabul eden, yani niyeti hırsızlık değil de gerçekten vatana hizmet olan varsa, buyursun kayda alınmayı kabul etsin!
Olur mu böyle şey demeyin.
AKP’nin getirdiği veya getirmeye çalıştığı bir yasa var. Trafik polislerine bir kamera bağlayacaklar ki rüşvet alamasınlar.
İyi de bu ülkede rüşvetin alasını alan bir Başbakan var!
Biz niye kamera bağlamayalım.
Evet ben kasetlerin devamını bekliyorum. Görelim kim çalmış kim çalmamış.
Ama etik değil diye bu kasetleri yayınlamaktan kaçınanların Tayyip’ten korktuklarını da düşünmüyorum.
Bakın:
Kılıçdaroğlu nasıl korkusuz!
Bahçeli korkusuz!
Çünkü bu iki isim de kendilerinin bu tür hırsızlık kasetlerinin çıkamayacağından eminler.
Yani namuslular!
Ama ben kaset yayınlamam diyenler, kimbilir ne tür kirli siyasi ve ticari ilişkilere girmişlerdir!
Korktukları Tayyip değil kendi kasetleri.
Basın ahlakıymış… Geçin onu bir kalemde!

...

Büyük Güçlerin Kürt Kartı..,



Büyük Güçlerin Kürt Kartı..,









Büyük Güçlerin Kürt Kartı..,

Her ayrılıkçı hareketin arkasında bir yabancı güç vardır. Yerine göre bir akraba devlet, yerine göre de herhangi bir komşu devlet. Etnopolitik (akrabalık) veya reelpolitik (çıkar) nedenlerle öncelikle bu aktörler, bu tip hareketleri desteklerler. Ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini sürdürebilmeleri de ancak böyle bir sınır ötesi bağ ile mümkündür. Aksi halde bu hareketler uzun ömürlü olamazlar.
Öte yandan, her ne kadar büyük güçler ilkesel olarak ayrılıkçılığın karşısında ve devletlerin yanında yer alsalar da, bölgesel ve uluslararası dengeler, dolayısıyla kendi çıkarları gereği, nadiren de normatif nedenlerle (uluslararası hukuk) daima bu tip ayrılıkçı hareketlere duyarlıdırlar. Bu duyarlılık kendini çok farklı biçimlerde gösterse de, büyük güçler bu tip hareketleri genelde kendi çıkarları doğrultusunda bir dış politika aracına dönüştürme ve kullanma, nadiren de belli bir süre uzaktan izleme ve göz önünde tutma eğiliminde olurlar.
Ayrılıkçı hareketler açısındansa küresel güçlerden destek almak hayati bir konudur. Bu hareketler, seslerini uluslararası platformlarda duyurmanın ötesinde ideallerini gerçekleştirebilmek için mutlak surette büyük güçlerin desteğine ihtiyaç duyarlar. Bu destek ayrılıkçı hareketlerin varlıklarını ve etkinliklerini devam ettirebilmeleri için gerekli olmanın ötesinde bağımsızlık ideallerini gerçekleştirebilmeleri ve meşrulaştırabilmeleri için olmazsa olmazdır. Böyle bir dış destek olmadan hiçbir etnik hareket bağımsızlık amacına ulaşamaz.
Tüm bu sözünü ettiğimiz çerçeveye uygun olarak, Kürt hareketi de yüzyıllık geçmişi boyunca bölgesel güçlerin yanı sıra büyük güçlerle, kullanılma ve yüzüstü bırakılma pahasına, oldukça esnek ve pragmatik ilişkiler geliştirmiştir. Kurulan bu ilişki sayesinde Kürtler her dönemde büyük güçlerin farklı biçim ve düzeylerde ilgisine ve desteğine mazhar olmuştur. Fakat büyük beklentilerle kurulan bu ilişkilerin ve bu çerçevede elde edilen dış desteğin Kürtler için genelde büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlandığı görülmektedir. Kürtlerin yüzyıllık tarihi, bu acı gerçeği sürekli teyit etmektedir.
Bununla birlikte Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi ve bir biçimde kullanılmış olması, Kürt sorununun zaten “büyük güçler” tarafından çıkartıldığını iddia eden komplocu düşünceleri haklı çıkartmaz. Amacımız da zaten bu değil. Aksine gerçek şu ki, hiçbir yabancı güç yeterince güçlü bir iç dinamiğe dayanmayan bir sorunu bu denli suiistimal edemez. Bu tip hareketler de sadece dış dinamikle var olamaz. Burada vurgulanan husus, esasen kurulan bu ilişkinin doğasının kaçınılmaz olarak Kürtlerin araçsallaşmasına, kullanılmasına ve sonunda hayal kırıklıkları yaşamasına yol açtığıdır. O nedenle belki de öncelikle bu ilişkinin doğasını iyi anlamalıyız.
Büyük güçlerle kurulan ilişkinin doğasını anlamak
Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin dinamiğini, elbette reelpolitik çıkar algılamaları oluşturmaktadır. Birden çok devlet çatısı altında, jeostratejik açıdan sorunlu bir bölgede ve her devlette belli oranda sorunlu olarak yaşamaları nedeniyle büyük güçler Kürtlere her zaman ilgi duymuştur. Kürtlerin Orta Doğu’da çoğunluk oluşturan Arap, Türk ve İran halklarından etnokültürel açıdan farklılık arz etmesi, büyük güçlere hemen her dönemde bu eksende politika üretme fırsatı tanımış, bu sayede Kürtlerin, yaşadıkları ülkelere yönelik bir baskı aracı olarak kullanılması mümkün olabilmiştir.
Ayrıca Kürtlerin beklenti ve taleplerinin yaşadıkları ülkelerce tatmin edilmemiş olması nedeniyle uluslararası toplumun çekingen de olsa Kürtleri haklı görmesi ve bu çerçevede Kürtlerce yürütülen mağduriyete dayalı uluslararası etkinlikler dünya kamuoyunda bu topluma karşı genel bir sempatinin doğmasına da yol açmış, böylece reelpolitik ilgi ve destek, moral bir anlam da kazanmıştır.
Bu temel dinamik çerçevesinde kurulan bu ilişkinin doğasına dair tespit etmemiz gereken ilk önemli unsur, bu ilişkinin büyük güçlerin Orta Doğu politikası ve Kürt nüfuslu devletlerle kurduğu ilişkiye bağlı bir değişken olduğudur. Bu ilişki ancak büyük güçlerin ilgili devletlerle ilişkileri bağlamında kendine bir yaşam alanı bulabilmekte, bu ilişkinin seyrine bağlı olarak desteklenmekte ya da desteğini kaybetmektedir.
Büyük güçlerin Kürtlerle kurdukları ilişkinin doğasına dair bir diğer husus, bu ilişkideki aktörlerin yapı, konum ve statüsü açısından asimetrik güç ilişkilerine dayanıyor olmasıdır. Bu ilişki herhangi bir devlet-devlet ilişkisinden çok farklı olarak, uluslararası sistemi kontrol eden güçlerle, hukuken uluslararası kişiliği bile olmayan ulusaltı aktörler arasında kurulan bir ilişkidir. Kürtlerin tarihine bakıldığında da görülebileceği üzere, genelde bu durum, güçlünün zayıfı kullanması biçiminde kendini göstermektedir. Ayrıca bu asimetrik durum, kurulan ilişkinin belli oranda bir karşılıklı bağımlılık yerine tek taraflı bağımlılık doğmasına yol açmaktadır. Bu bağımlılık zayıf olan aktör açısından zamanla varoluşsal bir nitelik de kazanabilmektedir. Bu da bize neden Kürt hareketinin kolayca büyük devletlerin dış politika aracına dönüştüklerini açıklamaktadır.
Bu ilişkinin Kürtler aleyhine işleyen bu doğasına ve tüm olumsuz deneyimlerine rağmen Kürt liderlerin büyük güçlere olan inancını kaybetmemeleri ve her dönemde bunlara neredeyse koşulsuz ve sıkı bağlılık göstermeleri şaşırtıcıdır. Gerçekten de politik bir araç olarak kullanıldıklarını gördükleri halde, Kürt liderler hiçbir zaman bu destekten ve büyük güçlere dayanmaktan vazgeçmemişlerdir. Bunun temel nedeni, bu desteğin Kürt hareketleri için hemen her dönemde hayati bir rol oynamasıdır. Kürt hareketi 20. Yüzyıl boyunca bu dış destek sayesinde varlığını ve mücadelesini sürdürebilmiş, yine bu destek sayesinde büyük ayaklanmalara ve eylemelere girişebilmiştir. Dolayısıyla denilebilir ki, Kürt hareketinin etkinliği açısından dış destek reelpolitik bir zorunluluktur.
Kaldı ki, bu desteğin reelpolitik bir zorunluluk olması sadece mücadelenin etkin biçimde sürdürülebilmesinden de kaynaklanmamaktadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, büyük güçlerin diplomatik ve siyasal desteğinin alınması, (i) uluslararası alanda meşrulaşmanın ve (ii) uzun vadede olası bir ayrılma halinde tanınmanın sağlanması açısından da zorunlu görülmektedir.
Kürtler büyük devletlerden sağlanan desteğin kalıcı olacağı zannıyla bu desteği bir himaye altına alınma olarak yorumlamışlardır. Bu bağlamda Kürt liderler büyük devletlere aşırı güven duyarak adeta duygusal bir bağ ile bağlanmışlardır. İkinci önemli yanlış ise, Kürt liderler büyük devletlerden sağlanan dış desteği, iç dinamikteki zaafları nedeniyle, mücadelelerinin temel dayanağı haline getirmişlerdir. Büyük devlet desteğinin kesilmesiyle Kürt hareketinin etkisini yitirmesi bunun açık göstergesidir.
Sonuçta büyük güçlere olan güven ve bağımlılıkları nedeniyle Kürtler, bölgesel dengelerden uzak, bazen de maceraperest politikalar izleyerek bölgede istikrarsızlık unsuru haline gelmişler; bu ise her şeyden önce Kürtlerin bölge devletleri açısından “tehdit” olarak algılanmasına, her türlü talebinin kuşkuyla karşılanmasına ve nihayet baskı altına alınmasına yol açmıştır. Kısacası, Kürtlerin büyük güçlerle kurdukları ilişki, bugüne değin onlara belli dönemlerde güçlenme imkanı sunmuşsa da, aslında gerek bulundukları devlet içinde gerekse Orta Doğu’da yalnızlaşmalarına neden olmuştur. Tüm bunların sonucu ise Kürtlerin büyük umutlara kapılması, sonunda da büyük hayal kırıklıkları ve büyük acılar yaşamaları olmuştur. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde Kürtlerin dramatik bir tarihi vardır.
Önce İngilizler vardı…
Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkilerin geçmişi 19. Yüzyıla değin gitmektedir. Bu dönemde Osmanlı’daki merkezileşme çabalarından rahatsızlık duyan Kürt liderler yerleşik bulundukları topraklar üzerinde cereyan eden İngiliz-Rus nüfuz mücadelesinden yararlanmak için çaba harcamışlar, bu çerçevede planladıkları ayaklanmalara destek alabilmek için hem Rusların hem de İngilizlerin kapısını çalmışlardır. Fakat dönemin büyük devletlerinin çıkarları bu sıralarda Kürtlerden yana değildi. Bu dönemde hem İngilizlerin hem de Rusların bu bölgeye yönelik politikasının asli unsurunu Kürtler değil Ermeniler oluşturuyordu. O nedenle ne İngilizler ne de Ruslar, Şeyh Ubeydullah ve Abdurrezzak Bedirhan gibi Kürt liderlerin ayaklanmaya destek konusunda ısrarlı çabalarına karşılık vermişlerdir. Büyük güçlerin bu tutumu 1. Dünya Savaşı sonuna değin sürmüştür.
1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlının mağlup sayılması ve İngilizlerin Mezopotamya’ya yönelik yeni çıkar tanımlamaları, kaçınılmaz olarak Kürtlerle yollarının kesişmesine yol açtı. Bölgeyi karış karış dolaşan ve araştıran İngiltere, Türklere karşı bir yandan Anadolu’daki ulusal kurtuluş mücadelesini zayıflatmak, öte yandan Musul Vilayetini yeni kuracağı Irak’ın parçası haline getirmek için Kürtlerden yararlanabileceğini keşfetti. Fakat keşfettiği bir gerçek de, Kürtlerin bir aşiret toplumu olarak bütüncül bir halk ve coğrafya özelliği göstermediğiydi. Bu, İngiltere’ye bir birinden bağımsız iki ayrı Kürt politikası geliştirme imkanı verdi: Kuzeydeki Kürtlerle güneydeki Kürtlere farklı bir yaklaşım sergilenecekti. Bu ikili politika sayesinde Kürtlerden hem Ankara hem Musul sorunu bağlamında farklı amaçlar çerçevesinde yararlanabilecekti.
Musul’da petrol vardı ve burası İngiliz mandası olarak tasarlanan Irak’ın parçası yapılmak isteniyordu. O nedenle Musul Vilayetindeki Kürtlerin kontrol altında tutulması gerekiyordu. Kuzeyde ise petrol yoktu, ama Anadolu’da başlayan ulusal kurtuluş mücadelesi ve onun benimsediği Misak-ı Milli hedefinin içinde Musul vardı. Ankara Hükümetinin sınırlandırılması ve Musul’la bağının koparılması için kuzeydeki Kürtler kullanılabilirdi. Kısacası, İngilizlerin tek derdi, petrolün olduğu Musul’u Irak’ın parçası yaparak kendi kontrolü altına almaktı. Bu amaçla Kürtlerin muğlak vaatlerle bir süre oyalanması gerekiyordu.
Bunun için 1918’de kuzeydeki Kürtler adına hareket eden Kürdistan Teali Cemiyeti ve onun lideri Seyit Abdülkadir ile temas sağlanırken, güneydeki Kürtlerle de 1917’de bölgenin etkin ismi Şeyh Mahmut Berzenci üzerinden temas sağlandı. Bu temaslarda başka isimlerin yanı sıra özellikle Binbaşı Noel’e Lawrence’in Araplarla kurduğu ilişkideki rolüne benzer özel bir misyon yüklendi. Noel, Kürtleri birtakım vaatlerle oyalayacaktı. Temaslar sonucu İngilizler kuzeydeki Kürtlere “Kürdistan” kurmayı vaat ederken, Şeyh Mahmut Berzenci İngilizlerin çoktan kendisine bir krallık verdiğine ikna olmuş ve 1919’da bir Kürt krallığı ilan etmişti bile. Ama İngilizler kendi iradeleri dışında gelişen bu girişime karşı çıkarak Berzenci’yi yargılayıp hapis ve Hindistan’a sürgün cezasına çarptırdılar.
İlk etapta sonuç, kuzeydeki Kürtler için 1920’de Sevr Antlaşmasıyla statüsü ve sınırları, kısacası ne olduğu belirsiz bir “Kürdistan” vaadi olarak kayda geçerken, güneyde Musul sorunu bağlamında Berzenci devlet kurma vaatleriyle bir süre daha oyalandı. 1921’de İngilizler, güneyde Sünni Arap egemenliğinde Irak’ı kurarken, Musul meselesinden dolayı Türk propagandasını etkisizleştirmek için Berzenci’yi serbest bıraktılar. Fakat Berzenci İngilizlerin kendine çizdiği sınırları aşarak ayrı bir krallık kurmakta ısrar ederek ayaklanmayı sürdürdü. Musul’un Irak’a bırakılmasını öngören 1925 tarihli MC kararı ve buna uygun olarak 1926’da Ankara ile yapılan anlaşma ile Musul’un nihai statüsü ortaya çıkınca, güneydeki Kürtlerin ayrı devlet kurma hayalleri de son buldu. Kuzeyde ise, ulusal kurtuluş mücadelesini kazanan TBMM ile 1923’te Lozan Antlaşması yapılarak Sevr’deki Kürdistan rafa kaldırıldı. İngilizler birkaç yıl içinde hem güneydeki hem de kuzeydeki Kürtleri ve vadettiği Kürdistanı unutuverdi.
Kısacası Kürtler, kendilerini muğlak vaatlerle oyalayan İngilizlerin kurduğu yeni dünya düzeninde kendilerine yer bulamadılar. Bu Kürtlerin ilk aldanışı ve ilk büyük hayal kırıklığı oldu. Bundan sonra, dünya Kürtlere kulaklarını kapatarak, Türkiye’de ve Irak’ta 1932’ye değin süren onca isyana karşın hiç sesini çıkartmadı. Hatta 1925’teki Şeyh Sait İsyanında bile tüm iddialara rağmen esasen İngilizlerin bir dahli olmadı. Tabii İngilizler bundan yararlanarak (Kürtlerin Türklerle birlikte yaşamak istemediği düşüncesi) Musul’un Irak’ta kalmasını sağladılar. Sonuçta, daha önce dediğimiz gibi, Kürtlerin büyük güçlerle ilişkisi onların çıkarlarına ve onların çıkarları da bölgedeki devletlerle olan ilişkisine bağlıydı. Şimdi Türkiye ve Irak üzerinden İngiltere’nin iradesiyle bir statüko kurulduğuna göre Kürtlerle temas kesilmeliydi. Öyle de yapıldı.
Sonra Ruslar geldi
Fakat Kürtler büyük güçlerden umudunu yine de kesmedi. Sonraki yıllarda bir yandan isyanlarını sürdürürken, öte yandan büyük güçlerden yardım talep etmeye devam ettiler. Ama bu talepler uzunca bir süre karşılık bulamadı. Ta ki, 2. Dünya Savaşına değin. 1941’de İngiltere ile SSCB İran’ın işgali konusunda anlaşınca, Rusya buradaki varlığını tahkim etmek için işgal bölgesindeki Mehabat’ta bölgesel bir Kürt yönetimi oluşturdu. Savaşın hemen sonunda da, Ocak 1946’da Mehabat Kürt Cumhuriyeti ilan edildi. Fakat uluslararası güç dengeleri gereği Sovyet birlikleri İran’dan çıkınca, Mehabat ve Kürtlere verilen destek de kesildi. 1946 sonunda İran ordusu Mehabat’a girerek devlet başkanı Kadı Muhammed’i ve Kürt ileri gelenlerini idam ederken SSCB hiç sesini çıkarmadı. Kürtlerin bir büyük güce dayanarak giriştikleri bu ilk devlet deneyimi, dış desteğin sona ermesiyle hüsranla sonuçlandı. Böylece Kürtler ikinci kez büyük devletler tarafından aldatılmanın şokunu yaşamış oldu.
Buna rağmen Mehabat’ın genelkurmay başkanlığını yapan Irak Kürtlerinin lideri Molla Mustafa Barzani’nin ülkesine döndüğünde karşılaştığı baskı nedeniyle SSCB’ye iltica etmesi, Kürtlerin büyük devlet desteğine olan inancını kaybetmediklerini göstermektedir. 12 yıl SSCB’de sürgün kalan Barzani, SSCB çıkarlarının Kürt çıkarlarıyla örtüşeceği günü sabırla bekledi. Ancak 1958’de Irak’ta yapılan darbe sonucunda ülkesine dönen Barzani’ye Sovyetler sadece Irak’la ilgili değil, Batı blokunda yer alan Türkiye ve İran’la ilgili de bir misyon yüklemişti: Onun tüm Kürtler nezdindeki saygınlığından yararlanarak tüm bu ülkelerdeki Kürt hareketlerini canlandırmak. Gerçekten öyle de oldu ve özellikle Türkiye’de 1930’lardan bu yana etkisini neredeyse tamamen kaybetmiş olan Kürt hareketi 1958’den itibaren yeniden canlandı. Irak’ta ise mevcut Bağdat yönetimiyle anlaşamayan Barzani 1960 sonlarına değin SSCB desteğiyle çeşitli ayaklanmalar çıkartsa da, SSCB esasen Irak’la anlaşmanın yollarını aramaktaydı. Nihayet 1972’de SSCB Irak’la “Dostluk ve İşbirliği Anlaşması”nı imzalayınca Kürtleri bir kere daha unutuverdi. Böylece Kürtler bir büyük hayal kırıklığı daha yaşadı ve SSCB’den umutlarını kestiler.
Daha sonra Amerikalılar ortaya çıktı
Ama Kürtlerin iki kutuplu sistem mantığına uygun olarak destek alabileceği bir başka büyük güç daha vardı: ABD. Barzani hiç vakit kaybetmeden, son derece pragmatik bir manevrayla bu sefer de ABD’nin desteğini almaya çalıştı. ABD ise Sovyet yörüngesine oturmuş olan Irak’ı sıkıştırmak ve belki de cezalandırmak için Barzani’nin yardım talebine olumlu yaklaştı. ABD’nin bölgedeki sadık müttefikleri İran (Şatt-ül Arap sorunu nedeniyle) ve İsrail de (Arap devletlerini zayıflatma politikası) Irak’a karşı Kürtleri desteklemeye istekliydiler. Böylece İsrail-İran-ABD desteğini arkasında bulan Barzani Irak’ta 1974’te büyük bir Kürt ayaklanması başlattı. Fakat kısa süre içinde bölge politikasının öznesi olan devletler arasında anlaşma sağlanınca (1975’te İran ve Irak arasında Cezayir Anlaşması yapıldı), yine bölge politikasının nesneleri/araçları olan Kürtler yüzüstü bırakıldılar. Böylece Kürtler, bir kere daha dış desteğin çekilmesiyle başarısızlığa mahkum olurken, 1975’te bir CIA yetkilisine ABD’nin 51. Eyaleti olabileceklerini bile belirten Barzani, daha sonra Amerikan Başkanına yazdığı 2 mektupta hayal kırıklığını dile getirdi ve sitemkar duygular içinde 1979’da Amerika’da hayatını kaybetti. Bir kere daha aldatılan Kürtlerin payına yine hayal kırıklığı ve hüsran düşmüştü.
Bu olaydan sonra bir süreliğine büyük güçler tarafından unutulan Kürtleri, SSCB 1980’de “yeni Soğuk Savaş”ın başlamasıyla yeniden hatırladı. Bu sefer temas kurulan Kürtler, ideolojik olarak kendine yakın duran Türkiye’dekiler oldu. PKK’nın 1980’de SSCB’nin Ortadoğu’daki müttefiki Suriye’ye yerleşmesi ve Bekaa’daki kamplarda askeri eğitime başlaması elbette bir rastlantı değildi. SSCB yeri geldiğinde Türkiye’ye karşı kullanabileceği bir aracı elinde tutmak istiyordu. 1984-91 arası SSCB’nin Suriye üzerinden süren dolaylı desteğiyle PKK, NATO üyesi Türkiye’ye karşı uzun süreli ve yıpratıcı terör eylemlerine girişti.
Söz konusu süreç 1991’de SSCB’nin dağılması ve ABD’nin Irak müdahalesiyle farklı bir boyut kazandı. Şimdi PKK, hem ABD hem de Rusya için bölge politikalarının kullanışlı bir aracına dönüşmüştü. 1992-96 arası ABD ve Rusya’nın desteğini arkasına alan PKK’nın eylemleri gözle görünür biçimde arttı. ABD, Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle Türkiye’nin kendi ekseninden çıkmasını engellemeye ve bölgedeki nüfuzunu sürdürmeye dönük bir araç olarak PKK’dan yararlanırken (PKK ABD’nin Çekiç Güç’le koruduğu Kuzey Irak’ta varlığını tahkim etti ve eylemlerini artırdı), Rusya da Türkiye’nin Çeçenistan’a dolaylı destek politikasını engellemek ve dengelemek için PKK’ya desteğini artırdı. Bir Kürt hareketi ilk kez bu kadar açık biçimde iki büyük gücün desteğini aynı anda elde etmişti. Sonuçta, PKK bölgenin en güçlü ve dinamik aktörlerinden biri haline geldi.
Fakat bir süre sonra büyük güç reelpolitiği ve onunla kurulan ilişkinin doğası bir kere daha kendini gösterdi ve ABD, Rusya ve Türkiye arasında gelişen yeni ilişki biçimi PKK’ya olan bu desteği sona erdirdi. Bunun Kürtlere maliyeti ise, 1999’da Öcalan’ın Türkiye’nin eline geçmesi ve ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılması oldu. Kürtler bir kere daha büyük devlet politikalarının soğuk yüzünü gördüler.
Öte yandan, 1975’ten sonra Kürtleri unutan ABD, 1991’de onları yeniden hatırladı. 1980-88 arasında Irak’ın, ABD’nin bölgedeki en büyük düşmanı haline gelen İran’la savaşması, Kürtlerden uzak durması için yeterli bir neden olmuş, ama aynı güdülerle bu kez İran, Iraklı Kürt grupları desteklemişti. İran-Irak Savaşı sona erince Iraklı Kürtler Saddam’ın başlattığı Enfal Operasyonuyla büyük bir dram yaşarken, savaş boyunca Saddam’ı destekleyen Batılı büyük güçler bu dram karşısında sessiz kaldılar.
1991’de Kuveyt’in kurtarılması için Irak’a müdahalesiyle başlayan süreçte ABD’nin Kürtlerle bir kere daha yolu kesişti. Müdahale sırasında Amerikan’ın Sesi radyosunun yaptığı yayınların da etkisiyle ayaklanan Kürtler, ilginç bir biçimde ABD’nin Saddam’la vardığı mutabakat sonucu yine Irak ordusunun operasyonuna maruz kaldılar. Sonuç, bir milyonu aşkın Kürtün Türkiye ve İran sınırlarına hücum etmesi oldu.
Bunun ardından ABD Kuzey Irak’ı uçuşa yasak bölge haline getirerek Çekiç Güçle koruma altına alsa da, 1998’e değin süren Barzani-Talabani çatışmalarına hiç sesini çıkarmadı. Vakti geldiğinde de tarafları Washington’da bir araya getirerek çatışmaları sona erdirme ve ABD desteğinde bölgede istikrarlı bir yapı kurma konusunda anlaşmaya zorladı. Böylece ABD kendi himayesinde ve kendine müzahir bir Kürt bölgesi kurmuş ve Saddam’a son darbeyi vurmak için Irak Kürt hareketini kendi eksenine katmıştı. Kürtler açısındansa en azından şimdilik bir hayal kırıklığı ve hüsran yoktu. Yoksa Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu? O halde büyük güçlerle ilişki bu minval üzere devam etmeliydi.
Nitekim öyle de oldu. Kürtlerle ABD’nin yolları 2003’te bir kere daha kesiştiğinde aslında ABD için 1991’den beri ekilen tohumların hasat zamanı gelmişti. Kürtler Saddam’ı devirmek için yapılacak müdahale ve sonrasında ABD’nin en sadık müttefiki oldular ve 2003’te fiilen ABD’yle birlikte hareket ederek Saddam rejiminin devrilmesinde kilit rol oynadılar. Buna karşılık bağımsızlık elde edemeseler de, güçlü bir biçimde desteklendiler ve Irak’ta kurulan yeni düzende çok önemli kazanımlar elde ettiler. Bu kazanımlar bağımsızlık yolundaki umutları artırdığı gibi, büyük devlet desteğine inancı da pekiştirdi. Gerçekten yoksa bu ilişki bakımından Kürtlerin makus kaderi değişiyor muydu?
Nihayet bütün dünya kürtlerin arkasında…
2011 sonrası Kürtlerle büyük güçler arasındaki ilişkide yeni bir döneme girildiği kuşkusuz. Özellikle de 2015’ten itibaren Kürtler nihayet tüm büyük güçlerin desteğini arkasına almış görünüyorlar. Bu sefer neredeyse tüm büyük güçler, neredeyse tüm Kürt hareketlerine yönelik güçlü desteklerini izhar ediyorlar. Bu ilk kez ortaya çıkan bir durum.
Kürtlerin bu denli büyük güç desteğine mazhar olmasında kuşkusuz Irak’taki istikrarsız durumun, Suriye’deki iç savaşın ve IŞID faktörünün etkisi çok büyük. Halihazırda büyük güçler benzer korku ve beklentilerle bölge politikalarında Kürtleri temel dayanaklarından biri yapmış durumdalar. ABD, Rusya ve Avrupa’nın önemli devletleri Irak’ta ve Suriye’de IŞID’e karşı durabilecek tek gücün Kürtler olduğunu düşünüyorlar. Bunun için terör örgütü ilan ettikleri PKK ile bağlantısı kuşkusuz olan PYD’ye, Türkiye’yi küstürme pahasına her türlü desteği sağlamada hiçbir sakınca görmüyorlar. Rusya’nın PYD ve PKK’ya olan desteği ayrıca Uçak Krizi nedeniyle Türkiye’ye karşı intikam hırsından da besleniyor. ABD ise Irak’ta tek istikrarlı yerin Kürt bölgesi olduğu ve Iraklı Kürtlerin 1991’den beri verdiği mücadele ve gösterdiği sadakatle bir devlet olmayı hak ettiğini düşünüyor.
Tüm bunları alt alta sıraladığımızda, yıllar boyunca büyük devletleri kendisi için mesih gibi gören Kürtler, şimdi bu çalkantılı dönemde dünya tarafından Ortadoğu’nun kurtarıcı mesihi olmuş gibi görünüyorlar. Bu çerçevede ABD ve Rusya Kürtleri kendi eksenine katma mücadelesi içinde onlara her türlü desteği sunmada son derece cömert davranıyorlar. Bununla birlikte bu devletler Kürtleri birbirine kaptırma endişesi ile müttefiklerini kaybetme endişesi arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu çelişki nedeniyle şimdilik temkinli bir Kürt politikası izleyerek ne Kürtleri ne de müttefiklerini küstürmemeye çalışıyorlar.
Bu politika ne kadar devam eder bilinmez ama Kürtlerin bunu tarihi bir fırsat olarak gördükleri kuşkusuz. Madem ki Ortadoğu’da yüzyıllık statüko alt üst oluyor, o halde Kürtler, yüzyıl önce başlayan makus kaderlerini değiştirmek ve yeni düzende kendilerine güçlü bir yer bulmayı umuyorlar. Büyük güçlerle son yirmi yıldır süren kesintisiz ilişkinin artık meyvesini almayı bekleyen Kürtler, bir kere daha büyük güçlerin açtığı yolda hayallerini gerçekleştirebilmenin eşiğine gelmiş bulunuyorlar. Bu eksende bulundukları ülkelerde statülerini bir üst aşamaya taşımak için (Türkiye ve Suriye’de özerklik, Irak’ta bağımsızlık) var güçleriyle mücadele ediyorlar. Bu yolun sonu nereye çıkar, tarihsel kısırdöngülerini kırabilir mi, bilmiyoruz. Ama Kürtlerin şimdi büyük güçlerle bir balayı dönemi yaşadığı kuşkusuz.
Peki ya sonra…
Kürtlerin makus tarihleri bu beklentilere fazla güvenilemeyeceğini söylese de, elbette tarihsel akıl da yanılabilir. Ama her durumda, başta dile getirdiğimiz şu gerçeği kulak ardı etmemek gerekir: Büyük devletlerin Kürtlerle kurduğu ilişkinin çerçevesini kendi çıkarları belirler ve her durumda sonucu belirleyecek olan Kürtlerin idealleri değil, küresel ve bölgesel güçler arasındaki ilişki ve dengelerdir.
O nedenle büyük devletler ancak bölgesel ve uluslararası dengeler doğrultusunda çıkarları elverirse Kürtlerin hayallerini gerçekleştirmelerine izin vereceklerdir. Böyle bir izne karşılık da herhalde kendilerine bir biçimde sadakat duymalarını bekleyeceklerdir. Bu sadakatse, Kürtleri yine bölgesel politikanın nesnesi/aracı yapabilir. Ama böyle bir durumda daha kötüsü Kürtler, İsrail gibi bölgede düşman nazarıyla bakılan, yapayalnız bir aktöre dönüşebilir. Tabii tüm bunların dışında, tarihin tekerrürü de mümkün: Ya büyük güçler, geçmişte olduğu gibi, çıkarlar ve dengeler gereği Kürtleri yüzüstü bırakırlarsa…
Nitekim buna dair güçlü emareler de var. Örneğin, Türkiye’de PKK terörüyle mücadele kapsamında yapılan operasyonlara dünyadan tek bir ses çıkmaması Kürtler için bir işaret olmalı. Benzer biçimde büyük güçlerin İran’la ilişkilerini konsolide ettiği bir dönemde İran’ın da Kürt ideallerine sıcak bakmayacağı aşikar. Bu durumda büyük güçler belki şimdilik Suriye ve Irak ekseninde Kürtlere güçlü destek veriyor olsalar da, bu Irak ve Suriye’deki statükoyu gözden çıkardıkları için şimdilik böyle. Ama Türkiye ve İran için aynı şey söylenemez. Biri ABD’nin öteki Rusya’nın müttefiki olan Türkiye ve İran büyük güçler açısından gözden çıkarılmaları mümkün değil. Bu ülkelerinse Kürt ideallerinin karşısında olduğu ise kuşkusuz. O halde soru şu: Büyük güçler Türkiye ve İran’a rağmen Kürt ideallerini gerçekten sonuna kadar desteklerler mi?
YORUMLAR ;
Emrah Sekerli
Kürtler için en iyi ihtimal bir devlet kurmaları. Peki ya tüm komşuları ile düşman olacak bir devleti kurmak kürtlere ne sağlayacak? Hangi kürt böyle bir devlette yaşamak ister?
Diğer ihtimaller ise bu analizde anlatıldığı gibi yanaştıkları tüm güçler tarafında zamanı gelince kullanılıp atılmaları olacaktır ki tek kelime ile yazık, böyle giderse daha çook türkü yaparlar.
****
demirciy7
Kürtlerin artık gözlerini açmaları lazım. Kendi devletlerini kurma hayaliyle daha birkaç yüzyıl daha kullanılırlar. Onun yerine Türkiye'de veya Irak, Suriye gibi kürt çoğunluğun bulunduğu ülkelerde kendilerini geliştirip saygınlık kazanabilirler. Nitekim Türkiye'nin kürtlere verdiği kürtçe eğitim, kürt haklarında geliştirme gibi ayrıcalıklar Türkiye'de bu kapının her zaman açık olduğunu gösteriyor. Zaman beraber yaşama zamanı.
****
Cemcem92
Nitekim Türkiye'nin kürtlere verdiği kürtçe eğitim, kürt haklarında geliştirme gibi ayrıcalıklar"ne demek istediğinizi anlayan varsa beri gelsin.Dedikleriniz keşke olsa da birlikte yaşama umudu kaybolmasa.
 
Büyük güçlerin Kürtleri kendi amaçları için hangi şartlarda nasıl kullandıklarını ve Kürtlerin bu güçlerin elinde yaşadığı hayal kırıklıklarını Prof. Erol Kurubaş, Al Jazeera için yazdı.

ALJAZEERA.COM.TR