23 Mart 2016 Çarşamba

27 MAYIS İÇİN - M.B.K. NIN " AZAMETİ VE İNHİTATI " ( ULULUĞU ve ÖLÜLÜĞÜ )



(27 MAYIS İÇİN) M.B.K. NIN " AZAMETİ VE İNHİTATI " ( ULULUĞU ve ÖLÜLÜĞÜ )


M.B.K. NIN " AZAMETİ VE İNHİTATI " (ULULUĞU ve ÖLÜLÜĞÜ)

DR. HİKMET KIVILCIMLI: 

         27 Mayıs yaşıyor. Millî Birlik Komitesi öldü. MBK'nin başlıca AZAMETİ: ULULUĞU; 27 Mayıs'ın yaşamasındadır. Ancak, MBK'nin bir de "İNHİTAT": ÖLÜLÜĞU" vardır: MBK yaşamamaktadır. Bu yaşamayış, "Her şey gelir, geçer" felsefesinin normal uygulanışı sayılamaz. Üzerinde gereği gibi durulacak şeydir. Onun için biz, MBK'nin ululuğundan (azametinden) çok, ölülüğü (inhitatı) üzerinde durmalıyız. 
         Bununla birlikte MBK'ni iki yanıyla, ululuğu ve ölülüğü ile ele almadıkça, anlayışa varamayız. Son günlerde, özellikle sol cepheyi bulandıran, her türlü ayıklığı önliyen bütün o sosyal ve politik düşünce ve davranış yönsüzlükleri, sözde tartışma bocalayışları hep o en yakın pratiğimiz 27 Mayıs ve MBK olaylarını kavramakta gösterdiğimiz küçük burjuva kendini beğenmiş vurdum duymazlıklarımızdan ileri geliyor. 
         Bu sütunlarda, MBK'nin ululuğıı ve ölülüğü üzerine, hem birbirinden ayrı, hem birbirini bütünleyici sıra sıra yazılardan ilkine başlıyoruz. 
         
         BİRİNCİ BÖLÜM 

         MİLLİ BİRLİK KOMİTESİNİN ULULUĞU 

         Millî Birlik Komitesi'nin ululuğu herkesin gözü önündedir. Aşın söze hacet yok, gibi gelir. Gene de, bu ululuğun üç karakteristliğine değmeden geçemeyiz. 
         
I - MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK anlamına gelir: 27 Mayıs'ı yapanlar hemen hiçbir sosyal prensipte anlaşmış değillerdir. Bu yüzden içlerine giren müthiş dağınıklıklar, hareketi 27 Mayıs olmaktan çıkaramamıştır. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlıyan birinci belge budur. 
        
II - MENDERES neden ASILDI? Bu konuda şimdiye dek yapılmadık açıklama bırakılmadı. Kimi yanlışlıklar, kimi kişi kinleri, kimi haklı, kimi haksız yığınla nedenleri öne sürüldü. Hep bir şey unutuldu: Menderes son deminde (ister pazarlık için, ister içten inanışla) antiemperyalist tutuma kaymıştı. Ona rağmen Menderes'in ölümünde emperyalizmin büyük kumarı tutmadı. 27 Mayıs'ın Ululuğunu ispatlıyan ikinci diyalektik belge budur. 
         
III - 27 MAYIS HALKIN ESERİDİR: Türk Silâhlı Kuvvetleri finans-kapitalin DP iktidarını devirdikleri gece, halk evinden dışarı uğratılmadı. Ama, bütün Yassıada'ya gönderilenleri, hep o "sokağa çıkma yasağına" uğratılmış halkı birer birer tevkif ettirdi. 27 Mayıs'ın ululuğunu ispatlıyan üçüncü diyalektik belge budur. 
        
  Bu üç diyalektik ululuk belgesine gelecek sayıdan itibaren kısaca dokunacağız. 

          1- MBK'nin BİRLİK deyimi DAĞINIKLIK demekti: 

          Türkiye'de "BİRLİK BERABERLİK" sözü, oldu olası her ağızın pelesengidir. 27 Mayıs bile "MİLLÎ BİRLİK" adıyla, yarı Türkiye nüfusunu peşine takmış DEMOKRAT PARTİ iktidarını devirdi. Devirmeseydi; ihtilâlciler "millî birliğimize karşı en büyük suikasti yapmış" kişiler olarak çarmıha gerileceklerdi. Devirdiler: "millî birliğimizin en büyük sembolü" oldular. Demokrat Parti'ye oy vermiş olan yarı nüfusumuzdan çıt çıkmadı. Sahiden bir MİLLET BİRLİĞİ havası bile doğdu. 

          a) 14'lerin temizlenmesi (Sosyalizme vuruş) 
         
 Millî Birlik Komitesi, kendi içinde birlik miydi? Daha 27 Mayıs başarı kazanır kazanmaz, en başta 38 kişilik MBK içinden 38 parça gibi göründü. Altı ay geçmedi. Milli Birlikçiler ikiye bölündüler. M.B.K.'de yarıya yakın (kimine göre sekizde yedi) "muhalif" üyelerden 14 birlikçi baskınla ayrılıp sınır dışına atıldı. 
          Atılan 14'ler birlik miydiler? Hayır. Sonradan anlaşıldığına göre, 4'ü Türkeş çevresinde faşizan (kafatasçılığa eğgin), 10'u Kabibay'la Erkanlı arasında ikircikli, halkçı göründüler. Ama, rahmetlik Cemal Gürsel Paşa, o zaman M.B.K. Başkanı, Devlet Başkanı, Silahlı Kuvvetler Başkanı sıfatiyle verdiği demeçte, bunların atılma sebebi açısından şöyle dedi: "İnsanı gayrısamimi 
beyanda bulunmak zorunda bırakıyorlardı!". Rahmetli Gürsel Paşa, basına şöyle bir bildiri vermişti: "Türkiye'de Komünistlerin başarı kazanabileceklerini sanmıyorum. Ama, Türkiye için bir sosyalist partinin lüzumlu olduğuna inanıyorum." 
         MBK başkanının bu "beyanları" mı "gayrı-samimi" idi? Anlaşılmadı. Yalnız, çok geçmeden, Türkiye'de sosyalistim diyeni haysiyet divanına verdiği halde, bir gün sosyalistliği kimseye bırakrmıyacak olan bir İşçi Partisi kuruldu. Ve rahmetlik Gürsel Paşa, Amerika'da komaya götürülmeden bir hafta önce, bir kuğu çığlığı gibi, ansızın: "Türkiye'de bir komünist partisinin kurulmasına lüzum vardır" haykırışını yaptı. Ve uçakla Amerika'ya apar topar götürüldüğü günün akşamı, kendi cumhurbaşkanları Kennedy'yi kim vurduya getiren Amerika uzmanlarının hazakati sayesinde; bir daha kalkamıyacağı komaya daldı. Öldü gitti. 
         Ötede 14'ler, 2 yıl, 5'er bin lira maaşlı elçi danışmanlığı ile yurt dışında tecrübeye tâbi tutuldular. Sansasyonel yasak buluşmalar yaptılar. İçeriden, dışarıdan birleşme denemelerine kalkıştırıldılar. Öngörüp birleşemediler. Yurda dönüşlerinde hepsinin ayakları suya erdi. Sosyal ve siyasi yönsüz hiç bir iş yapılamıyacağını anladılar. Faşizmsi düşünenler CKMP'ye halkçımsı düşünenler CHP'ye, sosyalistimsi düşünenler TİP'e girdiler. 

         b) Madanoğlu'nun temizlenmesi (Finans-kapital'e vuruş) 
         
14'lerden geri kalan MBK üyeleri "BİRLİK" miydiler? Doğrusu, yalnız 14'ler değil, hepsi: MBK üyelerine kimsenin dokunamıyacağı andıyla, kendilerini "millete adamış" idiler. 14'lerin atılmasiyle, herkes sözünden dönmüş, yahut birlik olmaktan çıkmıştı. Bu çözülüşten en çok yararlanmak isteyenler, fırsatı kaçırmayacaklardı.14'lerin sınır dışı edildikleri gün, Madanoğlu grubu, öteki MBK üyelerini ortadan kaldırma yoluna girdiler. Kimdi bu Madanoğlu'cular? 14'lerin başında yurtdışı edilen Kabibay'ın sonradan harekete sokulan kişiler olmaları, yeterli tanımlama değildir. Millet Meclisi seçimlerinde İstanbul caddelerine, hele Beyoğlu caddesine çıkanlar, banknot yağar gibi Madanoğlu propaganda kağıtları yağmış olduğunu görüp şaştılar, kafıle kafıle otomobillerle Madanoğlu'nun ültimatom çaşnılı ünlendirilişi ile karşılaştılar. Madanoğlu'nun ardında finans-kapitalin gölgesi güçlükle saklanabiliyordu. 
         Madanoğlu'nun temizleyecekleri: Gürsel çerçevesine pek sığmayan albay cuntalanydı. Albay cuntaları devletçiliğimizin büyük çoğunluğu alt-kâdeme silahlı kuvvetlerdi. Henüz diriydiler. Kimin adına diktatörlüğe adaylığını koyduğu açıklanmayan Madanoğlu grubunu daha tez davranıp temizlediler. 

         MENDERES NEDEN ASILDI? 

         27 Mayıs patladığı gün sarsıntısından herkes yere kapaklandı. Silahlı kuvvetler gibi yüzde yüz iktidarın emrinde, tek meziyeti İTAAT disiplini olan bir örgüt geri tepsin? Buna kimse inanmadı. Silahlı kuvvetlerin şahdamarı içinde "NATO" kılığı ile yerleşip başkomutan olmuş bulunan Amerikan sermayesi Menderes'i tüketmişti. Yeni kartlarla oynamak istiyordu. Bunu Menderes de sezmişti. Amerika'ya nispet, Kruşçofu Ankara'ya çağırmıştı ve kendisi de Moskova'ya gidecekti. DP'nin kazandığı 1957 seçimlerinde, Menderes açıkça şöyle bağırmıştı: 
         "İçte ve dıştaki siyaset bezirganları... İktisadi ve dolayısıyla siyasi istiklâlinden Türk milletini saptırmak istemektedir."(9 Ağustos 1957, İnebolu). 
         Menderes'e bir şeyler olmuştu. İktidara geldiği günden beri bir daha ağzına almadığı sözleri, yeniden ve ansızın öne sürüyordu "Demokrat Parti köylünün ve halkın menfaatlerini koruyan partidir" diyordu. "Ağır Sanayi İşçileri Sendikası Başkanı" oluyordu. İnebolululara: "Onlar size yaptıklarımızı çok görüyorlar, çünkü onlar, sizin nafakanıza göz dikmişlerdir" diyordu. "onlar" dedikleri kimlerdi? 

         "Dışta" dedikleri, içimize kendi elceğizleriyle soktuğu Amerikan kılıklı FİNANS KAPİTAL'di. "İçte" dedikleri, yabancı kapitalin, Türkiye'deki bânkalar ve şirketler kanalıyle kullandığı tefeci hacıağalar ile, acente bezirganlardı. DP bunların Türkiye'de örgütledikleri parti, Menderes gene onların bir anda kahraman ettikleri lider idi. Şimdi: "İçteki ve dıştaki bezirgânlar" diye damgaladığı velinimetlerine karşı gelen Menderes Demokrat Partiyi nereye götürüyordu? Demokrat Parti programını, içlerinde Ahmet Emin Yalman'ın da bulunduğu, Amerikalı uzmanın akıl hocalığı ettiği Menderes Bayar grubu yapmamış mıydı? Şimdi bu "küfrân'ı niymet" kimeydi? 

         Menderes sanayi kurmak, Türkiye fabrikalarından çıkacak mallarla silâhlı kuvvetlerimizi donatmak istiyordu. Bu işin parasını da, utanmadan Amerika'ya ödetmiye kalkışıyordu: 300 milyon dolar diye tutturmuştu. Amerika, kendi lâstik tekerlekleri için gerekli asfalt yolların yapımına para, malzeme ve hele bolbol "uzman" yollamıştı. Amerika, kendisinin kullanmadığı silâh ve makineleri Türkiye'ye satıp hibe etmişti. Bunları bozulunca onaracak tamirhaneleri Türkiye'de yaptırmak üzere seımaye ortaklıklarına elverişli "Sınaî Kalkınma Bankası"nı dahi kurdurmuştu. Türkiye'nin dışarıdan aldığı her mal için Türk parası yerine Amerikan doları ödemesini de sağlamıştı. Gelmiş, Türkiye'yi sevâbına savunmak,için, dört bucağımıza silâhlı üsleri de yerleştirmişti devletin sivil-asker bütün subaşlarını "UZMAN"larıyle kesmişti. Daha ne isteniyordu? 
         Bütün bu "Amerikan yardımlarını" Menderes'in sonradan "açık bir istismar" sayması nankörlüktü. Hele "istiklâlimizi tazyiklere maruz bırakmak istikametinde içli, dışlı çalışmaları, Türk milleti mutlaka mağlup edecektir" tehdidini savurması cinayetti. Bu cinayeti işliyenin cezası verilmeliydi. Bu ceza usulünü Amerika çok denemişti. Geri ülkelerde silahlı kuvvetler, sivil hükümetleri kabak çekirdeği gibi çıtırçıtır yiyordu. Çünkü dar gelirli silâhlı kuvvetler hergün artan pahalılık yüzünden yoksul halktan daha az hoşnuzsuz değildi. Bu hoşnutsuzluğun patlaması için, ordu tetiğine en ufak bir parmağın dokunması yeterdi. Böyle parmakları Amerika'dan ithal etmiye hiç lüzum yoktu. Silâhlı kuvvetler otomatik işlerdi. 
         Finans-kapital daha da ileri gitti. 27 Mayıs'tan önce bir Amerikan ajanı, yapılacak ihtilâli Menderes'e haber verdi. Bir taşla iki kuş vurulacaktı. "Mart ayında imzalanıp Mayıs başında Büyük Millet Meclisince kabul edilen anlaşmıya göre: "Türkiye'ye doğrudan doğruya veya bilvasıta bir tecavüz vukuunda kuvvetlerini kullanmak dahil olmak üzere gerekli her türlü harekâta geçmeyi" teahhüt etmişti." (Milliyet, 28 Şubat 1960, s. 5)... Merıderes, dilerse Amerika'nın "her türlü harekât"ının kucağına düşüp teslim olurdu, dilerse, boynunu Yassıada'ya teslim ederdi. Emperyalizm için, pek fark etmezdi. 
         "Tecavüz" olup olmadığını kim tayin edecekti? Amerika. Kore'de o tayin etmişti, Vietnam'da tayin ediyor: Yarım milyon Amerikan askerine napalm bombaları, zehirli gazlar ile bir milleti boğduran emperyalizm, "tecavüz"ü önlediğini öne sürebiliyor. Ortada emperyalizmin kendisinden başka bir "tecavüzcü" görünmediği zaman ise; casus kışkırtmalarıyle bir "VASITA" icat etmekte emperyalizmden usta provokatör mü bulunurdu?.. 
         Böyle iddialar belgelere mi dayandırılmalıdır? Bizim ülke bir yandan: "Karda gezip, izini belli etmiyenler" toprağıdır; öte yandan belgeleri sokağa döküp işporta malı ederek "belge"likten çıkarır. Hoşnutsuzlukla kaynıyan üniversitenin en saygı değer kürsüsüne oturmuş Amerikan istihbarat bilgininin itsel açık artırmayla adam satın alması önünde pek içerliyen ateşli bir "aşırı" genç şöyle bağırmıştı: "Ama, Amerika'nın satın alamayacağı insanlar da vardır Türkiyede!" Bilgin istilibaratçı, yüzlerce tanık önünde, sigarasının külünü silkerce rahat bir gülümseyişle şu karşılığı verdi: "- Siz kendinizi vitrine koymıya bakın. U.S. Amerika hükümeti her zaman sizi satın alacak zenginliktedir!" 
          Böyle "açık rejim" çalışması yapan bir gizli güç Tunçkanat'ların aslını ele geçirdikleri belgeleri bile Türkiye hükûmetinin başkanı ile yalanlamanın kolayını elbet bulacaktır. Böylesine bütün suların başını kesmiş bir gücün kışkırtacağı olaylar ortasında, en samimi aktör bile rejisöriin kendisi olduğuna inanabilir. Nelerini gördük, görüyoruz, göreceğiz. İşte, DP çağının en kültür "zehir hafiye"lerinden Bay Mithat Perin'in bile "hâlâ bir cevap" aradığı harcıâlem belge olaylardan tâze bitmiş birtanesi (27 Mayıs'ı anlatıyor.) 
          "Bir başka ihtar daha olmuştu o gece. Türk emniyeti ile zaman zaman işbirliği yapan bir Amerikalı albay vardı o zaman. Aygün'ün onunla randevusu vardı. Bu teması yapmak için Yeşilköy'e gidecek, fakat Amerikalı albayı bulamıyacak ve maalesef konuşamıyacaktı. Oysa Amerikalılar bu gibi hallerde özür dilemek için telefon ederlerdi. 
         "Aygün'ün Yeşilköy'e gidişi saat 21'e rastlıyordu. İhtilâlden sonra ise, Aygün'ün bu gezisi gazetelerde: "Kemal Aygün kaçmak üzere iken Yeşilköy yolunda yakalandı." şeklinde yorumlanmıştı. 
         "Amerikalı albay, neden acaba bu randevuya sadık kalmamıştı? Kemal Aygün de bu soruya hâlâ bir cevap bulamamaktadır." Mithat Perin: Haber 31/1/1967) 
         Neden mi? Neden ha?.. Demek bunu "hâlâ" bilmiyoıuz. 27 Mayıs gecesi, İstanbul'u (Türkiye'nin yarısını) güden DP büyüğü Aygün, "mesâi saati" dışında, bir Amerikan casusu ile, başka hiç bir yer bulamıyor, hava alanına bitişik Yeşilköy'de, nedenini bilmediği bir "randevu" ya gidiyor, gidebiliyor. Ve çapkın Amerikan albayı o siyasi "randevu evine" uğramayıveriyor! İşte biz böyleyiz Türkiye'de... 
         Ona rağmen neler oldu? 27 Mayıs oldu. Anayasa'ya "sosyal devlet" formülü geçti. "Bu sendikacı bir ajandır" diye yeni yeni teşhir edilen kişinin "kurucu" olduğu "sosyalist" işçi partileri kuruldu. Bu partinin genel başkanlığına "getirilen" Aybar Bey, o partiye girme hevesine kalkacak "eski"lerin "hevesleri kursaklarında kalacaktır" buyurdu. Boran Hanım, sosyalizmin "Beyazıt ve Kızılay meydanlarından" geçemeyeceğine ferman verdi. Altan Bey "Uç bahtsız halka oynanan oyunlar" fıkrasını yazdı. 
         Gene de köprünün altından epey sular geçti. Sayın İsmet İnönü bile "solcuyum!" diye bağırmak zorunda kaldı. Bütün bunlar bir şeyi ispatladı. Evdeki pazar çarşıya uymuyordu. 
         27 Mayıs: Kore'de, Kongo'da, Lâtin Amerika'da, Vietnam'da her gün oynanan kanlı emperyalist oyununun Türkiye'de kolayca uygulanamadığını gösterdi. 
         27 Mayıs'ın birinci kuvveti bu oldu. Bu kuvvet nereden ve nasıl geliyordu? 

         27 Mayıs'ta Halkın Rolü 

         Finans-kapital ülkenin temel ekonomisini ve devlet üstyapısını elinde tutuyor. Finans-kapital dünya ölçüsünde enternasyonalcı kesilmiş emperyalizmin şartsız kayıtsız egemenliğini Türkiye'ye sokup kendisine destek yapıyor. Böyle bir sosyal ve politik güce karşı 27 Mayıs'ın kuvveti ne idi? 27 Mayıs'çıların kendilerine ortak bulunan kanı: Aldıkları sonuç üzerinde herkesten çok kendilerinin şaşa kaldıklarını gösteriyor. Çıkmış anılar 27 Mayıs'ı yapanları, Molyer'in "Zoraki Tabip" piyesindeki hekim rolünde gösteriyor. Bu hatıralardan gelişi güzel birine bakalım. Alb. Kocaş gibi Gn. Madanoğlu da, işe nasıl başlandığını şöyle anlatıyor: 

         "Biz buna (İhtilâle) karar verdiğimiz zaman fazla kalabalık değil 4-5 kişi idik. Kararımızı Gürsel Paşa'ya açalım dedik. Yanına gidip, meseleyi açtığımızda: 
         "- Tamam!.. dedi, kabul ederim. Tek şartla... Üç ay zarfında seçime gidilecek"..."Planları hazırlıyorduk. Bir gün Gürsel bizi çağırdı: 
         "- Beni buradan (kara orduları kumandanlığından) alıyorlar, dedi: Fakat gitmek istemiyorum. Ne yapacaksak, hemen yapalım. Sonra fırsat kalmıyacak." 
         (C. Madanoğlu: İfsa ediyor. Adalet 25 Aralık 1961.) 
         27 Mayısın başı bu... 27 Mayıs gecesi bir mahşer: 
         "Harp okuluna girdiğim zaman ne göreyim? Her taraf aydınlık, sanki bir bayram var. Derhal ışıkların bir kısmını söndürttüm. Milli Birlik Komitesi'ne: "Esasen önüne gelen giriyordu. İstiyen içeride kalıyor, istiyen çıkıyordu. O ara başkaları da kapı aralığından sızsa, onlar da girip bizimle çalışabileceklerdi. Asıl alınması gerekenler değil, rastgele bir komite üyeleri listesi yapılmış. Bu komitenin fazla bir iş görmiyeceğini düşünerek... Peki, teşkil etsinler de, kimden ederlerse etsinler, şeklinde düşündü." (Keza, s. 4) 
         Böylesine başsız, dağınık, yönsüz bir davranış nasıl oldu da 27 Mayıs ihtilâli olarak şehrâyinleşti? Yapanlar da ona hâlâ şaşıyorlar. Yalnız, gözlerine çarpıp da ağızlarından kaçmış tek tük olaylar, işin içyüzünü farkına varmaksızın açıklıyordu. 27 Mayıs'ı, silâhlı çocukların bir kolcu-kaçakçı oyunu gibi anlatan Madanoğlu gördüklerinden şöylesini de saklıyamıyor: 

         " Harp Okulu talebeleri şehre yayıldıktan sonra, Harp Okulu'na yüzlerce kişinin getirildiğini haber aldım. Bizim kararımız, kabine üyeleri ile mâhut Takrir'e imza koymuş olan 4 mepus dışında başka kimseyi tevkif etmemekti. Fakat HALK büyüğü, küçüğü, hatta kedisi, köpeği ile, bu hareketi o kadar candan bekliyormuş ki, penceresini açan, eline telefon rehberini almış: 

         "- Şu evde falanca var... Onu da götürün... 
         "- Bu adam da onlardandır, milyonlar yutmuştur... 

         "Şeklinde, hemen bütün mebusları ve yakınlarını toplatmışlar. Baktım durum büyüyor. Derhal Harp Okulu'na gittim. Ortalık ana baba günü idi. Siviller dolmuştu." (Cemal Madanoğlu: keza). 

         Yâni paşalar, kendilerini işten atanlara karşı 4-5 kişilik bir saray ihtilâli yapmakla yetinmeyi plânlamışlardı. Ok yaydan çıkınca, "kedisi köpeği ile" HALK, bütün " Milyonları yutmuşlar "ı, paşalara rağmen nasıl etmiş, etmiş "TOPLATMIŞ"tı! Ve Mizancı Murat Beyin dediği gibi: " avânın hükmü istinafsız " olmuştu. 
         Bir avuç fınans kapitalistin yerli tefeci-bezirgânları dümen suyuna alarak memleketi soyup soğana çevirmesi, başta dargelirli silâhlı kuvvetler gelmek üzere tümüyle halkı öyle çileden çıkarmıştı ki, 27 Mayıs dinamit fıçısının içine atılmış bir kıvılcım olmuştu. Yığılan hoşnutsuzluk, yalnız silâhlı kuvvetler bendi ile tutulabiliyordu. O bendin, en beklenilmedik yerinde açılan bir çatlak, bütününü sebâ sellerine kaptırıp sürüklemişti. 
         27 MAYIS'ın asıl gücü, bütün ULULUĞU buradan geliyordu. 

http://kutuphane.halkcephesi.net/Sosyalist_Gazete%20yayinlari/sosya04.html


..

Tayyip'in Büyük Şansı: MHP ve CHP'nin Beceriksiz Muhalefeti



Tayyip'in Büyük Şansı: MHP ve CHP'nin Beceriksiz Muhalefeti




Özgür Erdem
Tayyip'in en Büyük Şansı: Muhalefet Yapamayan Muhalefet


12 Haziran akşamı televizyonların başında tüm Türkiye, tüm Türkiye olmasa bile Tayyip'e oy vermeyen %50, "Nereye gidiyoruz" sorusunu kendisine sorarken, gidişatın farkında olmayan tek insan televizyon ekranlarında görünüvermişti: Kemal Kılıçdaroğlu!
Milletvekili sayısını artıran tek partinin CHP olduğunu anlatmış, çok kısa sürede partisinin oy oranını yükselttiğini söylemiş ve büyümekte olan CHP'den bahsetmişti...

İşin ilginci, iktidar partisinin yarısı kadar oy almış bir ana muhalefet partisi lideri bunları söylerken, CHP Genel Merkezi önünde toplanmış kalabalık da "Başbakan Kemal" sloganları atmaktaydı.

Bu bir inanmışlık mıydı, yoksa körlük mü?
Anlama Zaafiyeti miydi, yoksa kararlılık mı?

Siyasi kabızlığın bir örneği miydi, yoksa umudun mu?
12 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte pek çok siyasi tespit yapılabilir. Ancak, nedense üzerinde durulmayan bir gerçek var: Tayyip'in ve AKP'nin en büyük şansı, MHP ve CHP gibi muhalefet partilerinin olmasıdır. 9 yıllık iktidarına rağmen AKP'nin hiç yıpranmamış, aksine güçlenerek iktidarını devam ettirmiş olması AKP'nin başarısının değil, CHP ve MHP'nin başarısızlığının bir sonucudur.

AKP son iki yılda oylarını üçte bir oranında artırdı


2007
2009
2011
AKP
% 47
% 39
% 50
CHP
% 21
% 23
% 26
MHP
% 14
% 16
% 13
DP
% 5.4
% 3.7
% 0.6

Peki neydi muhalefeti başarısız kılan şey?

Muhalefet partileri sesini duyuramadı mı?

Hayır. CHP lideri Kılıçdaroğlu 81 ilde Miting yaptı. 
Bahçeli ise Diyarbakır'a bile gitti.

İki partinin de reklamları sürekli televizyonlarda döndü, gazetelerde yayınlandı, reklam panolarında yer buldu.
Yani, CHP de MHP de Türk insanına ulaşma konusunda bir sıkıntı yaşamadı.
Ulaştılar ulaşmasına da, demek ki doğru şeyler söylemediler ki, oy alamadılar.
Peki nerede hata yaptılar?
AKP'ye yanlış yerden yüklendiler. MHP de CHP de seçim süresince bir yoksulluk edebiyatı yapıp durdu. CHP'nin en büyük seçim vaadi "Aile Sigortası"ydı. Kılıçdaroğlu her eve 600 TL maaş bağlayacakları vaadinde bulundu. MHP'nin en yaygın söylemi de asgari ücreti 825 TL'ye çıkaracaklarıydı.
Ancak bu vaatlerle oy toplayamadılar. MHP'nin oy oranı düştü. CHP ise 2009 İl Genel Meclisi sonuçlarına çok yakın oy alabildi. İki muhalefet partisinin toplamda %39 oy aldığını görüyoruz. Tabloda da görülebileceği gibi, 2009'dan beri CHP ve MHP'nin oy toplamında bir değişiklik olmamış: %39. Üstelik bu seçimlerde eriyen Demokrat Parti'nin oyu da eklenirse, 2009 sonuçlarına göre muhalefet partileri %3 oyu AKP'ye kaptırmış.
Kısacası AKP, 9 yıldır iktidarda olmanın getirdiği kaçınılmaz yıpranmaya karşın, oylarını %38'den %50'ye artırmayı başarmış. Anlaşılan AKP, son iki yılda öyle bir atak yapmış ki, 2007-2009 yılları arasında %47'den %38'e kadar gerileyen oy oranını tekrar yükseltmeyi başarmış, üçte bir oranında artırabilmiş. Öyleyse 2011 seçimlerinin sonuçlarını gerçekçi bir şekilde analiz etmek istiyorsak, son 4 yılı ikişer yıllık zaman diliminde incelemek ve 2007-2009 ile 2009-2011 arasındaki farkı görmek durumundayız. Bu analizi yaptığımızda AKP'nin zayıf noktası da ortaya çıkacaktır.

AKP'nin " Bayrak Siyaseti "

2007-2009 döneminde AKP'nin oy kaybetmesine neden olan temel sorun artan PKK terörüydü. Peki, 2011 seçimlerine gelindiğinde PKK tehlikesi azaldı mı?
Hayır, aksine arttı. PKK 2009'a göre çok daha güçlü durumda. Artık İstanbul'un göbeğinde bile saldırılar düzenleyen, Doğu ve Güneydoğu'da güvenlik güçlerine göz açtırmayan bir terör örgütü konumunda.

Fakat 2009'da PKK terörünün artmasından AKP'yi sorumlu tutan Türk insanı, 2011 yılında bu algısını değiştirmiş.

Bunda da Tayyip'in 2011 seçimleri boyuncu yürüttüğü çok akıllı seçim kampanyası rol oynadı. Tayyip, bütün kampanya boyunca kendi deyimiyle " Bayrak siyaseti " yaptı. Sürekli PKK'ya ve BDP'ye vurdu. CHP'nin Hakkari'de tek bir Türk bayrağı bile açmadan düzenlediği mitingi eleştirdi. PKK'yla mücadele edeceğini sürekli vurguladı. Üstelik CHP kendi mitinglerinde Türk bayrağı açmazken, AKP mitinglerinde sürekli Türk bayrakları dalgalandırıldı.
Hatta, seçime birkaç gün kalmışken Tayyip, " Apo yakalandığında iktidarda olsaydık asardık "diyerek Türk insanını, tabiri caizse, " Can Evi "nden vurdu.
Halbuki, AKP değil miydi Kürt açılımını başlatıp şehit analarının yüreğine taş bağlayan?

AKP değil miydi, " Taş Atan Çocuklar Yasası "nı çıkarıp Serap Eser'in katillerinin serbest kalmasına neden olan?
AKP değil miydi, Habur'da teröristlerin serbest kalması için ayaklarına kadar mahkeme götüren, PKK'lıların Habur'da adeta bayram kutlaması yapmasına göz yuman?
AKP değil miydi, " Genel af " fı tartışmaya açan?
AKP değil miydi, " Kürtçe TV "yi bir devlet kanalı olarak kuran?
Sorular artırılabilir.
Ancak 2011 seçimlerinde temel mesele de buydu zaten. MHP ve CHP tarafından Türk insanına şu sorular sorulabilmiş olsaydı, seçim sonuçları bambaşka olurdu.
Ama maalesef sorulamadı.

Muhalefet AKP'den de Kürtçü olursa...




12 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte pek çok siyasi tespit yapılabilir. Ancak, nedense üzerinde durulmayan bir gerçek var: Tayyip'in ve AKP'nin en büyük şansı, MHP ve CHP gibi muhalefet partilerinin olmasıdır. 9 yıllık iktidarına 

rağmen AKP'nin hiç yıpranmamış olması, aksine güçlenerek iktidarını devam ettirmiş olması AKP'nin başarısının değil, CHP ve MHP'nin başarısızlığının bir sonucudur.

















Peki Türk insanı " Hafızası Zayıf " olduğu için mi bütün Kürt açılımına karşın AKP'ye yöneldi? Hayır. Türk insanını suçlamak büyük kolaycılık olur.
Bu noktada asıl sorumlu muhalefet partileridir. Türk insanına belli şeyleri hatırlatmadıkları için değil, Kürtçülük yarışında AKP'den geri kalmadıkları için.
CHP ve MHP, bütün seçim süreci boyunca AKP'nin Kürtçülüğünü hatırlatmak ve Habur sürecinin hesabını sormak yerine kendileri de Kürt açılımı yapıp durdular.
CHP Hakkari'de BDP'lilerle birlikte bir miting düzenledi. Ve özerklik vaadinde bulundu.
MHP ise Diyarbakır'da miting yaptı ve "Türk-Kürt kardeşliği"nden dem vurdu.
Hatta şu soruyu sormak lazım: AKP'nin en zayıf noktası olan Kürt Açılımı sürecinde yaşananların hangi birisini iktidar olsa CHP ya da MHP yapmazdı? Seçim sürecinde iki partinin de söylemlerini hatırlayıp yanıtlayalım.
"Taş Atan Çocuklar Yasası"nı mı çıkarmayacaklardı?
Kürtçe TV'yi mi kurmayacaklardı?
"Genel af"fa karşı mı çıkacaklardı?
Habur'da teröristleri mi tutuklayacaklardı?
Tabii ki hayır.
Bugün Habur'daki PKK'lıların avukatlığını yapmış olan Sezgin Tanrıkulu'nun genel başkan yardımcısı olduğu bir CHP mi bunları yapacaktı? Apo'yu asamamış olan MHP mi?
AKP, Türk insanına bu konuyu çok iyi anlattı.
Halbuki muhalefet AKP'nin Kürtçülüğüne vursa, AKP 2009'dan da düşük bir oy oranı alırdı. Sonuçta 2009'da AKP'yi zayıflatan Kürt Açılımı, asıl yerel seçimlerden sonra hızlanmıştı. Örneğin, Habur olayı Mart 2009'daki yerel seçimlerden sonra, Ekim 2009'da gerçekleşmişti. Ancak muhalefetin kendisi de en az AKP kadar Kürtçü olduğu için böyle bir yönelime giremedi.
Yoksulluk edebiyatının sonu: Oy yoksunu muhalefet
Peki ne yaptı muhalefet seçim sürecinde?
Kılıçdaroğlu 81 ile gidip ne anlattı?
Bahçeli seçim meydanlarında ne söyledi?
Bir yoksulluk edebiyatıdır tutturdular. Örneğin Bahçeli'ye tüm Türkiye'nin gülmesine neden olan "püskevit" gafını komik yapan şey de buydu. Mesele Bahçeli'nin bisküvi diyememesi değildi. Mesele, 60'lı yıllarda kalmış bir yoksulluk edebiyatına devam etmesiydi. Bugün bisküvi bile alamayan kaç çocuk var ki Allah aşkına? Siz nasıl bir dünyada, nasıl bir Türkiye'de yaşıyorsunuz?
MHP'nin bu ucuz yoksulluk edebiyatı haliyle bir etki yaratamadı. Aksine MHP'nin inanılırlığını, güvenilirliğini zedeledi. AKP'yi PKK üzerinden vurması beklenen Bahçeli "püskevit" edebiyatı yaparak komik duruma düştü.
CHP de aynı şekilde, seçim boyu yoksulluk ve yolsuzluk edebiyatından başka bir şey yapmadı. Kılıçdaroğlu'nun ağzından "Atatürk" sözü hiç çıkmadı. 2. Cumhuriyetçi yazarların yıllardır yaptığı"CHP Atatürkçülüğü bıraksın, yoksulların partisi olsun. Böylece çağdaş sosyal demokrat parti olsun." söylemi resmen gerçek oldu. CHP'nin yıllardır iktidar olmamasının nedeni sanki Atatürkçülüğüymüş gibi, Kılıçdaroğlu, Atatürk'ün adını ağzına almazken, aç yatan çocuklardan, aile sigortasından, emeklilerin haklarından bahsetti durdu.
Ancak bu yaptığıyla da inandırıcı olmadı.
Çünkü Türkiye'de kimse AKP iktidarı döneminde yoksullaştığını düşünmüyor.
Türkiye'nin yoksul bir ülke olduğu doğru. Ancak yoksulluğumuzun nedeni yapısal. Emperyalist-kapitalist sisteme bağlı ezilen bir ülke olmamızdan kaynaklanan bir yoksulluk yaşıyoruz. Türkiye'yi bir ABD'yle, Almanya'yla karşılaştırsanız, emperyalist ülkelerin neden bu kadar zengin, bizim de onların yanında neden bu kadar yoksul olduğumuzu sorsanız Türk insanından oy alabilirsiniz.
Ancak CHP ve MHP bunu tabii ki yapamadılar. Sistem dışı bir ekonomik alternatif yaratamadıkları için insanlardan 2002 Türkiyesiyle 2011 Türkiyesini karşılaştırarak oy istediler. En büyük hatayı da burada yaptılar. Çünkü bilindiği gibi AKP 2001 ekonomik krizinin hemen ardından iktidara gelmişti. Ve Türk insanı AKP öncesi Türk ekonomisi dendiğinde krizden başka bir şey hatırlamıyor. Muhalefet o krizi doğru bir şekilde anlatabilse, krizin ABD'nin Irak saldırısını ve Kürt devletinin kuruluşunu destekleyebilecek AKP gibi bir işbirlikçi parti iktidara gelebilsin diye çıktığını vurgulayabilse, işte o zaman yoksulluk propagandası tutabilirdi.
Ancak ABD'nin Ortadoğu projesinde rol almak isteyen bir CHP'nin, bir MHP'nin böyle bir söylem geliştirmesi de tabii ki mümkün değil.
Sonuç olarak CHP ve MHP'nin yoksulluk edebiyatı tutmamıştır. AKP'yi yanlış yerden vurmuş, daha da güçlenmesine neden olmuşlardır.
Bunun da en büyük nedeni, siyasi körlükleri değil, bunları söyleyemeyecek yapıda olmalarıdır. AKP'nin en zayıf noktası Amerikancı ve Kürtçü olmasıdır. Ancak en az AKP kadar Amerikancı bir MHP'nin, en az AKP kadar Amerikancı bir CHP'nin bu gerçeği dillendirmesi beklenilmemeli...
Bu açıdan CHP ve MHP'den oluşan bir muhalefet bugün Tayyip'in en büyük şansıdır. Türkiye'deki Amerikancı siyasi ve ekonomik sistem sürdüğü sürece AKP iktidarı da güçlenmeye devam edecektir. AKP'yi devirmenin tek yolu Amerikancı sistemi yıkacak bir muhalefet yürütmektir.
Böyle bir muhalefeti CHP ve MHP'nin asla yürütemeyeceği de ortadadır. Amerikancı sistemin dışında konumlanan bütün ulusalcıların umutsuzluğa hiç kapılmadan AKP'nin Amerikancılığına ve Kürtçülüğüne karşı muhalefeti daha da bir gür sesle dillendirmeleri Türk insanını AKP'den kurtaracak tek reçetedir.
Görev bizdedir.


PKK Affı Suriye'den - Habur Rezaleti ve Etkin Pişmanlık Yasası




PKK Affı Suriye'den Habur Rezaleti ve Etkin Pişmanlık Yasası




Tevfik Kaymaz






Sanırım önemli bir kısmımız her ne kadar AKP'ye oy vermiş olsa da Habur sınır kapısından giriş yapan "Abdullah Öcalan'ın tarihi çağrısıyla" gelip teslim olduklarını, 221. Madde'den yararlanmak amacıyla gelmediklerini açıkça TV ekranından ellerindeki yazılı metne bakarak okuyan "barış grubu"nu hatırlıyoruzdur. Bunların da çadır mahkemelerinde zorla etkin şekilde pişman ettirilerek salıverildiğini biliyoruz.

Buyurun bu bilgilerimize eklememiz için 5237 sayılı Türk ceza kanununun 221. Maddesi:













Mevcut koşullar altında gerekli diğer düzenlemeler, yani "etkin pişmanlık ve 221 ile doğan durumlar halkımızın ruhu bile duymadan kitabına uydurma yöntemiyle gerçekleştirilirken; Türk vatandaşı olduğu tespit edilen bazı kişilerin (Suriye üzerinden gelen PKK'lıların) Suriye'de işledikleri suçlardan dolayı Türkiye'de infazlarının sürdüğü ve Suriye'de çıkan aftan dolayı bunların serbest bırakılması zorunluluğu 

olduğu gibi bir savunma mekanizması kurulacaktır. Türkiye'deki tüm siyasiler, partiler, bir kez daha Habur rezaleti gibi bir durumun altında kalmaktan kendilerini kurtarmış olacaklar, ayrıca büyük ölçüde kamuoyu olanların farkına bile varmayacaktır. Belki de bu öngördüğümüz süreç; biz seçimle, küfürbaz ve üç kağıtçılarla meşgul iken, Suriye'deki son gelişmeler ile birlikte işlemeye başlamış hatta ve hatta atı alan da almayan da Suriye sınırını aşmış olabilir.



Etkin pişmanlık

Madde 221- 

(1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasını sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.

(2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

(3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

(4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden dörtte üçe kadar indirim yapılır. (Not: Bu fıkrada geçen "örgüte üye olan"ibaresinden sonra gelmek üzere, 29/6/2005 tarihli ve 5377 sayılı Kanunun 26. maddesiyle "ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden"ibaresi eklenmiştir.)

(5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında bir yıl süreyle denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli serbestlik tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir.

(6) (Ek: 6/12/2006 - 5560/8 md.)Kişi hakkında, bu maddedeki etkin pişmanlık hükümleri birden fazla uygulanmaz.

Tamam kabul edelim, çok fazla iyi niyetli bir pişmanlık yasası bu ve hatta hatta 2. kısımda belirtilen "Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını" kavunlara uygulanan kalite kontrol testleri örgüt üyelerine uygulanarak belirlendi diyelim ki. (Dikkat : Kanun maddesine bunu koymak "Dağdan Mehmetçiğe atılan her kurşunun, kim tarafından atıldığının ya da kimin Mehmetçiğe hiç kurşun atmamış olduğunun Türk devleti tarafından kesin olarak biliniyor ya da bilinebilir" olması demektir. Burada karara kaynak oluşturacak bilgiler, referanslar nereden bulunacaktır? Bu kadar güçlü istihbaratımız var ise bu halimiz nedir?)
Haydi yine kabul. Bu iş bitecek. İyi niyet ötesi bir yerdeyiz. Gerekirse 221 - (2)'ye uyanı da uymayanı da karışık affedeceğiz.

Peki o zaman bu havai fişekli kutlamalar neydi? PKK zafer mi kazanmıştı?
Aslında hayır öyle de değildi. Terör örgütü üyeleri önce pişman olacaklar, sonra teslim olacaklar ve sonra da affedilecek hatta bir ila üç yıl şartlı gezeceklerdi.
Daha sonraları bu kanun içerisinde geçen "pişmanlık"kelimesinin çıkartılması için bir takım girişimler de oldu. Kanunun bu veya başka şekilde değişikliğe uğramış hali varsa henüz bilgimiz yoktur. Daha fazla bilgiye gerek de yoktur.
Bu olayın hemen arkasından yurdun dört bir yanında tamamen kendiliğinden şekilde başlayan halk hareketlerini de sanırım unutmamışızdır. Sanırım şeref madalyonlarını, protez bacaklarını devletin resmi makamları önünde çıkartıp fırlatan gazi gençlerimizi de unutmamışızdır.
Suriye ile yapılan "Hükümlülerin Nakline Dair" anlaşma

Şimdi; aşağıdaki cümle size ne ifade ediyor.

6043 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti Arasında Hükümlülerin Nakline Dair Anlaşmanın Onaylanmasının Uygun Bulunduğu Hakkında Kanun."
Bu 2010 yılında Sayın Cumhurbaşkanının onayladığı bir kanundur.

MİLLETLER ARASI ANDLAŞMA

Karar Sayısı : 2011/1793
9 Nisan 2009 tarihindeŞam'da imzalanan ve 3/11/2010 tarihli ve 6043 sayılı kanunla onaylanması uygun bulunan ekli "Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti Arasında Hükümlüleri Nakline Dair Anlaşma'nın onaylanması; Dışişleri Bakanlığının 12/4/2011 tarihli ve HUMŞ/5367955 sayılı yazısı üzerine 31/5/1963 tarihli ve 244 sayılı kanunun 3 üncü maddesine göre Bakanlar Kurulu'nca 26/4/2011 tarihinde kararlaştırılmıştır.


Abdullah GÜL
CUMHURBAŞKANI
Recep Tayip ERDOĞAN
Başbakan


Ve bakanlar kurulu imzaları açılı..

Peki bu Milletler arası "Andlaşma" nedir?

9 Nisan 2009'da Türkiye Cumhuriyeti adına Mehmet Ali Şahin ve Suriye adına Muhammed El Gafri tarafından imzalanan Türkiye Cumhuriyeti ve Suriye Arap Cumhuriyeti arasında hükümlülerin nakline dair anlaşmadan söz ediyoruz. Bu anlaşma 221. madde ve Ekim 2009 Habur sınır kapısı rezaleti uygulaması için adeta bir "B planı" niteliğinde içeriğe sahiptir.
Bu son süreçte Suriye ile içlerinde "Su kaynaklarının verimli kullanımı ve kuraklıkla mücadele" vs. gibi her bir kelimesi, imlası çok önemli bazı anlaşmalar imzalandı. Bu yazının konusu ise sadece "Hükümlülerin nakline dair" konulardaki anlaşma.
Bu anlaşmanın tümünü yazımıza aktaracak durumda değiliz. Sadece ilgimizi çeken ve okurların değerlendirmelerine sunmak istediğimiz bölümlere değinmek yeterli olacak sanırım. Tam metni resmi gazetede mevcuttur.

Önemli bir nokta anlaşmanın " Madde 1 Tanımlar" da c) ve d) şıkkında bahsedilen "Hüküm devleti" ve Yerine getiren devlet" tanımıdır.

c) " Hüküm Devleti " nakledilen kişi hakkında hükmün verildiği devlet anlamındadır.
d) " Yerine Getiren Devlet " mahkûm edilen kişinin, mahkûmiyetinin infazı için nakledileceği veya nakledildiği Devlet anlamındadır.

Bu kavramların geçtiği maddelerden üçü çok önemli.

Madde 11 ) Özel Af, Genel Af, Cezanın Hafifletilmesi: Her devlet kendi kanunu veya diğer mevzuatına uygun olarak genel ve özel af çıkartabilir veya hükmedilen cezayı azaltabilir.

Madde 12 ) Hükmün yeniden incelenmesi: Yalnızca Hüküm Devleti hükmün yeniden incelenmesi için yapılacak herhangi bir başvuru hakkında karar verme yetkisine sahip olacaktır.

Madde 13 ) İnfazın Sona Erdirilmesi: Yerine getiren Devlet, hüküm Devleti tarafından hükmün uygulanır olmadığı ya da cezanın indirilmesi sonucunu doğurabilecek herhangi bir karar veya tedbiri bildirir bildirmez, hükmün infazını sona erdirecektir.

Suriye'nin affettiği PKK'lıları Türkiye de affedecek,

Bütün bunlar ne anlama gelmektedir?


Suriye kendi sınırları içinde bulunan, faaliyet gösteren veya yakaladığı tüm PKK'lı teröristlerin içinden, Türk vatandaşı olanları istem bildirilmesi ya da kendileri talep etmeleri durumunda Türkiye'ye nakledebilecek ve bunlarla ilgili hüküm hakkı Suriye için devam edecektir. Suriye bir af ilan ettiğinde ya da bir nedenle infazı sona erdirmesi halinde ise Türk hükümetine bu karar veya tedbir bildirilir bildirilmez hükmün infazını sona erdirecektir.

Bu ne demek?

Tüm PKK'lı teröristler kolaylıkla Suriye, Irak, İran, Türkiye sınırları içinde dolaşabilmekteler. Dolayısıyla Habur'da açılamayan açılım, önce Suriye'de kısmen paketlenip Türkiye'ye verilecek ve daha sonra da yine Türkiye'deki paket Suriye tarafından daha önceki Kürt açılımı paketinin yerine açılabilecektir. Bütün bu olgularla yine AKP döneminde imzalanan bir uluslararası anlaşmadan dolayı zorunlu olarak mayınlardan temizlenmeye başlanan Suriye sınırı konusunu da birleştirelim mi? Bunu birleştirmeyi okura bırakıyorum.
Mevcut koşullar altında gerekli diğer düzenlemeler, yani "etkin pişmanlık ve 221 ile doğan durumlar halkımızın ruhu bile duymadan kitabına uydurma yöntemiyle gerçekleştirilirken; Türk vatandaşı olduğu tespit edilen bazı kişilerin (Suriye üzerinden gelen PKK'lıların) Suriye'de işledikleri suçlardan dolayı Türkiye'de infazlarının sürdüğü ve Suriye'de çıkan aftan dolayı bunların serbest bırakılması zorunluluğu olduğu gibi bir savunma mekanizması kurulacaktır. Türkiye'deki tüm siyasiler, partiler, bir kez daha Habur rezaleti gibi bir durumun altında kalmaktan kendilerini kurtarmış olacaklar, ayrıca büyük ölçüde kamuoyu olanların farkına bile varmayacaktır. Belki de bu öngördüğümüz süreç; biz seçimle, küfürbaz ve üç kağıtçılarla meşgul iken, Suriye'deki son gelişmeler ile birlikte işlemeye başlamış hatta ve hatta atı alan da almayan da Suriye sınırını aşmış olabilir.

Bölücüler hayallerinden vazgeçmeden Türkiye'ye barış gelmez

Peki ya son söz;

Her kim, nasıl yöntemlere başvurursa başvursun, hangi hileleri kullanarak Türk milletini kandırırsa kandırsın;
Yer üstündekilerin % 100'ü razı olsa da yerin altında yatan şehitlerimizin rızası ve helalliği olmadan bu süreç asla tamamlanamayacaktır.
Onlar Tek Ulus, Tek bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet için, Türkiye için Şehit düştüler.
Bu demek oluyor ki barışın da demokrasinin de olmazsa olmaz koşulu şehitlerimizin can verme sebepleridir.
Ülkemizin adının, tarihinin, dilinin, sınırlarının değiştirmesini hazmedenler ve hayal edenler, bu hayallerinden vazgeçmedikçe ve devlet işlerinin başından çekilmedikçe gerçek barış da gerçek demokrasi de maalesef mümkün olamayacaktır.


..


20 Mart 2016 Pazar

“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI



“ MÜSLÜMANLARIN MASUMİYETİ ” FİLMİ VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SINIRLARI


YAZAN 
Özdem SANBERK
2012 Ekim



Amerika’da Mısırlı bir Hristiyan tarafından yapılan İslam karşıtı bir film, dünyanın çeşitli ülkelerindeki Müslüman kitlelerde kan dökülmesine sebep olan şiddetli tepkiler yarattı. İslam’a karşı korku ve hakaret içeren bu filmin, Arap toplumlarının içinde bulunduğu istikrarsızlık sürecinde ve Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında esasen gerginliklerin canlı olduğu bir uluslararası ortamda açık bir tahrik amacı taşıdığına şüphe yok.

İlk defa olmayan bu tür tahriklere gösterilen ölümcül tepkilerin olumsuz sonuçlarından birini de Müslümanların şiddetle özdeşleştirilmesi ve Batı dünyasında İslam’a karşı mevcut peşin hükümlerin ve husumet duygularının pekiştirilmesi oluşturuyor. Buna, Müslümanların İslami kuralları Müslüman olmayan toplumlara zorla kabul ettirmeye teşebbüs eden insanlar oldukları yolunda algıların yaygınlaştırılması amacını da ilave edebiliriz. Esasen bu amaç, söz konusu filmin yapıcılarının da nihai amaçlarını oluşturduğu için bu durum son gösterileri yapanlarla onları yönlendirenlerin içine düştükleri tuzağı da ortaya koyuyor.

Bu film İslamofobi, nefret söylemleri, ırkçılık ve ifade özgürlüğü gibi kavramları dünyanın gündemine bir kere daha tüm sıcaklığı ile taşıdı. Batı medyası, yine daha önceki olaylardaki gibi, söz konusu filmin aslında ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gerektiği yolundaki görüşlerini tekrarladı.

Özgürlüğün sınırları,

İfade özgürlüğüne herhangi bir sınırlama getirilmeli mi? Bu konudaki tartışmalar uzun yıllardır sürüyor. Kuşaklar değiştikçe bu konudaki görüşler de değişiyor. Ne var ki bu özgürlük her hâlükârda bazı kurallara saygı çerçevesinde kullanılmadığı takdirde, farklı etnik ve dini topluluklar arasında barış içinde bir arada yaşama olanağının ortadan kalktığı da bir gerçek. İfade özgürlüğünü bir film, resim, bir edebiyat veya sanat eseri kisvesi altında bir inancı veya bir toplumun kutsal addettiği değerleri alaya alacak şekilde kullanmak aslında ırkçı bir davranıştan başka bir şey değil. Temel mesele dönüp dolaşıp bir Fransız düşünürünün sorduğu şu soruda düğümleniyor: Mutlak ifade özgürlüğü mümkün mü? Yani bir bireyin şiddet içermeyen tüm davranışları için “neden olmasın” diyebilir miyiz? Şiddet içermeyen her türlü davranışı, her türlü yasaklardan ve her türlü sınırlamalardan geri tutabilir miyiz? Örneğin ensest ilişki için “olabilir” denilebilir mi? Bu konuda çizilecek bir alt çizgi yok mu?
Demokratik bir toplumun uygarca ve ahenkli yaşamasının ancak o topluma mensup bireylerin temel haklarını makul sorumluluk duygusuyla kullanmaları halinde mümkün olabileceği açık. Ama sorun bu sorumluluk duygusunun bir müeyyideye bağlanıp bağlanmamasında. Bu sorunun yanıtı her ne kadar tartışma kaldırır nitelikte görünse de burada tayin edici faktör, sorumluluk gösterilmediği takdirde ödenecek bedelin ağırlığı olacaktır. Eğer bütün hukuki ve demokratik mülahazaların merkezine insanı yerleştirecek olursak, şiddet içermese de ifade özgürlüğünün sorumsuzca kullanılması insan hayatını tehlikeye atacaksa, bu özgürlüğün kullanılmasının bazı kurallara bağlanması da hukuk ve demokrasi ile çelişmeyecektir.

Radikalleşen dini refleksler,

Tabii meselenin bir de şiddet yoluyla tepki gösteren kitlesel hareketler yönü var. Olivier Roy, bugün yaşadığımız dünyada küreselleşmenin ve yaygınlaşan sekülerleşmenin bir yandan kültürleri standartlaştırırken bir yandan da dinleri kültürel köklerinden süratle ayırdığını ve kendi içine kapattığını söylüyor. Kültürel ortamlarından uzaklaşan dinler içinde radikal akımlar keskinleşiyor, kitlesel tepkiler güç kazanıyor. Kültürel boyutunu kaybeden inançlar kolayca şiddete dönüşüyor. Bu suretle tahriklere açık hale geliyor.
İşte bir tarafta insanları şiddet dışı bütün yasaklardan ve sınırlamalardan azade tutmak isteyen aşırı liberal görüşler, öte taraftan dinler içinde küreselleşmenin kültürel ortamından koparttığı ve militanlaştırdığı radikal akımlar, farklı toplumlar arasındaki barış köprülerini berhava ediyor ve çatışma ortamını tehlikeli bir şekilde besliyor.

Doğu-Batı veya İslam-Hıristiyan çatışmasının bir nevi öncülü niteliğindeki bu çatışmanın fay hattı, alt kıtadan ve Afganistan’dan geçiyor. 20 yıl kadar önce Salman Rüştü olayının da merkezinde olan bu devasa bölge, geleneksel olarak dini konularda şiddetin ve kitlesel hareketlerin, çatışmaların ve ölümlerin vuku bulduğu yer. Bu bölgedeki bir ülkenin bir bakanı, biri büyükelçi 20 kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan son şiddet olaylarından sonra bir başka ülkenin vatandaş ının başına ödül koyabiliyor. Uygarlıklar ve kültürler arası ilişkilerin bu bölgeden yönlendirilmesine göz yumulabilir mi?

Doğuyla Batı ve Müslüman ülkelerle Hıristiyan ülkeler arasında büyüyen ihtilaf, artan gerilim uluslararası barış ve güvenliği ilgilendirmekte ve her iki taraf için de pahalıya mâl olacak bir mecraya doğru savrulmakta. Bu gerginliklerin Huntington’ın öngörülerini doğrulayan yöne doğru evrilmesi ise özellikle en az gelişmiş Pakistan, Bangladeş, Afganistan ve bazı Ortadoğu ve birçok Afrika ülkesini uzun süreli yalnızlığa ve yoksulluğa mahkum edebilir. Ancak Müslüman dünyasının büyük çoğunluğunu oluşturan halklar bunu istemiyor. Ne var ki uluslararası kamuoyunun dikkatini mutedil çoğunluk değil, azınlıkta da olsa şiddet taraftarı aşırı gruplar çekiyor, bu gruplar da İslam’ın imajını lekeliyor.
İnsanlık, dünyaya hâkim olmaya başlayan bu karamsar tabloyu değiştirebilecek mi? Bu sorunun yanıtını şüphesiz ancak gelecekteki tarihçiler verecek.

Bize düşen görev...

Muhakkak ki bu ülkelerdeki dini liderlere ve ulemaya bu konular üzerinde düşünmek ve mahrum ve mazlum kitlelere doğru mesajlar vermek ve onları itidal ve sağduyuya yönlendirmek konusunda büyük sorumluluklar düşüyor. İslam’ın bir barış ve yüksek moral değerler taşıyan bir inanç olduğunu dünyaya anlatabilmenin yolu, kışkırtmalara teslim olmaktan değil bunları boşa çıkartmaktan geçiyor.

Ancak muhakkak olan bir şey varsa o da bizim, kendi ülkemizde, en azından bu son olayda şiddet içeren kitlesel tepkilere tanık olmamamız. Sebebi ne olursa olsun, bu gözlemin dikkat çekici bir gelişme olduğu açık. Ama bu durumdan bir rehavet çıkarımı yapılmasının bir gaflet olacağı da açık.
Tam tersine, Türkiye’nin bu iklimden yararlanarak, en başta kendi mevzuatında ve tatbikatında vatandaşları arasında ötekileştirmelere yol açacak uygulamalara izin vermemesi ve insanlara etnik aidiyetlerinden, dinlerinden, mezheplerinden ve inançlarından veya inançsızlıklarından ötürü nefret söylemini yeni Anayasasında sarih ifadelerle temel hakların ihlali kapsamına alması ve uluslararası hukukta da, İslamofobinin aynen anti-semitizm gibi din ve ırk ayırımcılığına dâhil edilmesi için Medeniyetler Buluşması projesi faaliyetlerinin ötesinde, uluslararası alanda diplomatik atılımlar yapması insanlığa hizmet olacaktır.


http://www.analistdergisi.com/sayi/2012/10/-muslumanlarin-masumiyeti-filmi-ve-ifade-ozgurlugunun-sinirlari


.