15 Ocak 2016 Cuma

Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 1



Platon’un Demokrasi Paradoksu, Popper’ın Yorumları ve  Türkiye’de Demokrasi Tartışmaları BÖLÜM 1 


Ali TAŞKIN* 
Doç. Dr. Cumhuriyet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü. 

Özet 

Demokrasi konusunda Platon ve Popper genel olarak farklı düşünür. Örneğin Platon, egemenliğin, bilgisi yetersiz kitlelerin elinde olduğu yerlerde Demokrasi yi kötü bir yönetim biçimi olarak düşünür. Tam aksine, Popper ise Demokrasiyi yönetim biçimlerinin en iyi türü olarak tanır ve demokratik yönetimin toplumun  en iyi yaşam biçimine ulaşması yolunu açar. Bu makaledeki amacım, Platon’un Demokrasi paradoksları ve Popper’ın yorumlarının çözümlenmesine ek olarak, siyasal katılım, egemenlik ve özgürlük vb. bağlamında, Türk demokrasisinin benzer yönlerini tartışmaktır. 


“…İnsanın Eleştirme yetilerini serbest bırakan ‘ Açık topluma ’ geçiş…” 

K. R. Popper 

Yunanca Demos (halk) ve Kratos (iktidar, erk) sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle oluşan, halkın gücü ya da iktidarı anlamında kullanılan Demokrasi (TDK, 1998; 52) (d.mokratia), ilk kullanımından beri felsefesinin temel sorunlarından birisi olmuştur. Terimin kökeninden başlayarak, yüklenen anlamlar, geçirdiği evreler, teori ve pratik açısından ele alınışında ve toplumların uygulamalarında görülen farklılıklar, olumlu-olumsuz yönleriyle felsefi bir temel üzerinde sürekli tartışılmıştır. 

On dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılda, Demokrasi ve bu bağlamda yer alan her tür tartışmanın, “ Siyaset biliminin ” (!) konusunu oluşturduğu savıyla medyada, (1)  çoğunlukla siyaset bilimciler tarafından güncel ve yüzeysel, bir magazin kültürü çerçevesinde tartışılıyor ve felsefi derinliğe bir türlü inilmiyor olması, demokrasinin felsefi bir temelde çözümlenmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. 

Kimi zaman içi boş bir dogma niteliğinde, siyasal mülahazalarla ortaya atılan, ama ne tarihsel ne de tutarlılık açısından anlaşılması olanaklı olmayan, demokrasinin en mükemmel yönetim biçimi olduğu iddiasının, onu kendi çıkarına hizmet edenlerin bir araç, bir slogan olarak kullanmalarından başka bir anlam ifade etmediği zamanla anlaşılmıştır. Demokrasi söyleminin, halkı kategorik sınıflara bölerek dışlayan baskıcı yönetimleri eleştirmek, demokrasiyi de güçlendirmek adına kimi zaman iyi niyetle ve haklı gerekçelerle dile getirilen, ancak, kimi zaman da, karşıtı olduğu varsayılan kesimleri susturma ya da aşağılama amacı güden bir retorik olduğu da yakın geçmişte sıkça görülmüştür. Eskiden geliştirilen bu “retoriğin” arkasında durmayan, “ Devletin bekası” gibi, sıradanlaştırılan, basmakalıp ifadelerle “ Gerekirse vazgeçebileceğimiz ” demokrasimizin “ Demokrasinin beşiği ” ilan edilen ülkelerde bile tam olarak uygulanmadığı dile getirilerek, “ Halklara özgürlük ” parolasıyla uygulamaya konulan bu “ Sihirli ” yönetim biçiminin bir tür “halk despotizmine dönüşme” tehlikesi vurgulanmıştır. Platon’un yüzyıllarca önce dikkat çektiği bu eleştiriden 
başta habersiz olan “demokrasi tutkunları”(!), Demokrasinin artık çıkarlarına hizmet etmediğini gördüklerinden midir, yoksa başka nedenlerle mi bilinmez, onunkine paralel görüşleri güncelleştirmeye başlamışlardır. 

Demokrasi tartışmalarının tarihsel arka planına bakıldığında, Avrupa demokrasisinin, Platon’un öne sürdüğü, egemenlik, özgürlük ve hoşgörü paradoksları ve Aristoteles’in de benzer yorumları ekseninde oluşturulmuş bir demokrasi kültürü çerçevesinde geliştiği görülür. Dünyanın sınırlı sayıda ülkesinde uygulanan bu yönetim şeklinin, Batıda da Doğuda da gerek ilkesel olarak gerekse uygulamadaki güçlükler açısından büyük sorunları da beraberinde getirdiği bilinmektedir. Her ne kadar, demokrasinin Avrupa merkezli, dolayısıyla Avrupalılar için uygun bir rejim olduğu biçiminde yorumlar varsa da, bütün insanlar ve toplumlar için olumlu yönleri ağır basan 
bir rejim olacağına ilişkin kanaatler daha çoktur. Bu bütünlük içerisinde ülkemizin demokrasi geçmişi ve geleceğine ilişkin kimi tartışmaların Avrupa’dakilerle paralellik göstermesini hesaba katarak, yirminci yüzyılın önemli filozoflarından biri olan Karl Popper’ın Batı Demokrasisi üzerine yaptığı çözümlemelerde yer alan kimi tespitlerinden de yola çıkarak, Türkiye’deki demokrasi tartışmaları ve sorunlarına bir başka açıdan bakmayı deneyeceğiz. 

1- Burada, ekran değişse de, (malumu ilam etmekle görevli) konukların değişmediği tartışma (!) programları kastedilmektedir. 


İlk çağlardan yirminci yüzyıla kadar, çetin hesaplaşmalar ve savaşlarla bugünkü duruma gelen Demokrasinin, yıkmaya yönelen tehdidin türüne göre, kendini koruma hakkına sahip olmasının demokratik olup-olmayacağı tartışılmıştır. Demokrasinin özüne uygun düşmeyen, kimi zaman askıya alınmasına kimi zaman da tamamen ortadan kaldırılmasına yol açan bu paradoksal savunma mekanizmalarının demokrasi çerçevesinde nasıl işletileceği önemli bir sorun olarak gözükmektedir. Bu makale, demokratik yollarla “gizli gündemlerini” gerçekleştirmeye çalışan “ Demokrasi karşıtlarına ” karşı mücadele etmenin de Demokrasi içerisinde olduğunu savunan Platon ve Popper’ın görüşlerinden yola çıkarak, günümüze yansımalarını ele almak amacıyla yazıldı. Bu çerçevede, demokratik yöntemlerle Demokrasinin yok edilmesi tehlikesine karşı geliştirilmesi gerekli önlemlerin, egemenlik, özgürlük, hoşgörü gibi demokratik değerler açısından yerinde liği üzerine de değerlendirmelere yer verilecektir. 
Gerekçeleri farklı olmakla birlikte, Platon ve Popper’ın, kendisini korumak için çeşitli önlemler alan her sistem gibi, Demokrasinin de özgürlüklere sınır çizmesini meşru görmeleri, Demokrasinin olanağı sorunu düzleminde bir çok tartışmayı da birlikte getirmektedir. Demokratik düzenin sürdürülmesi için ana ilkelerden vazgeçmeksizin neler yapılabilir? Demokrasi çerçevesinde kalarak hangi değer ne ölçüde sınırlanabilir? 

Bu sınırlamaların Demokrasinin “en iyi yönetim biçimi” olmasına engel olupolmayacağı ya da ne ölçüde demokratik sayılacağı Popper’ın yorumları çerçevesinde tartışılacaktır. 

Demokrasinin Kökeni ve Tartışmalar 

Yönetim biçimleri, başta, Platon’un Devlet ve Yasalar’ı, sonra da Aristoteles’in Politika’sı olmak üzere, tarihsel süreç içerisinde çok sayıda filozof ve entelektü elin yapıtlarında çeşitli yönleriyle irdelenmiştir. Bu yönetim biçimleri içerisinde, üzerinde en çok tartışılanlardan birisi, hiç kuşkusuz Demokrasidir. Tarihsel olarak bakıldığında, doğal olarak, bugünkü Demokrasinin ne Platon ne de Aristoteles tarafından tanımlanan demokrasi olmadığı bilinse de Demokrasinin temellerinin Antik Yunan’da atıldığı inancı yüksektir. 

Aristoteles’e göre Atina Demokrasisi’nin kurucusu, ünlü yasa koyucu Solon (640-559)’dur. Solon’un, mutlak oligarşiyi yıkıp halkın köleleştirilmesine son 
vermesi, Areios Pagos Kurulu gibi aristokratik ögeleri sürdürse de, bütünüyle halkın seçtiği üyelerden oluşan bir yargı sistemi kurmasıyla sonraki demokratik 
yönetimlere ilham verdiği söylenir (Aristoteles, 2005, 65). Solon’un, bu sisteme öncülük etmesine Fenikelilerin kurmuş oldukları şehircilik tipleri, Hammurabi ile Musa’nın, insanları borçlarından kurtaran yasalar çıkarmaları etkili olmuştur. 
Solon’un demokrasi anlayışı, Batı’nın demokratik yaşamının başlangıcı kabul edilir (Ruben, 1947, 27). 

Demokrasi de içerisinde olmak üzere, insanın toplum halinde yaşamasının zorunlu sonucu olarak, insan doğası temelinde salt felsefi bir sorun olarak da 
sosyokültürel yönleriyle de yönetim biçimleri üzerinde çok tartışma yapılmıştır. En uygun olanı bulma yolunda çok çaba harcanmış olmasına karşın, her zaman ve koşulda her topluma uygun bir yönetim biçimi bulunamamıştır (Kempski, 2001, 478). Böyle bir arayışın yerindeliği sorgulanabilir; çünkü her yönetim tarzı uygulama alanı bulduğu yerin koşullarına göre biçimlenir. Demokrasi geleneği açısından daha kıdemli sayılan 

Batı toplumlarında bugün bile farklı yönetim biçimleri ve bakış açıları bulunması buna örnektir. Söz konusu çeşitliliğin temelinde de felsefi çözümlemelerdeki farklılıklar bulunmaktadır. Bir yanda, doğası itibariyle insanın dizginlenmesi gereken bencil ve saldırgan özelliklere sahip olduğunu öne süren ve totaliter bir yönetimi savunan Hobbes’un başını çektiği, Rousseau’nun da kısmen katıldığı gelenek varken, diğer yanda da, yarar ilkesini temele koyan, insanın iyi özelliklerinin daha ağır bastığını öne sürüp daha liberal bir yönetime layık olduğunu savunan Shaftesbury’nin başını çektiği Hutcheson, Hume, A. Smith gibi düşünürlerin yer aldığı gelenek vardır. Sözü çok uzatmadan söylemek gerekirse, uygulamaları örnek gösterilen batı ülkelerinde de Demokrasi üzerinde bir uzlaşma, Demokrasinin her toplum için ideal bir yönetim biçimi olduğuna  dair genel bir kanı yoktur. Şu abartılı yorum buna güzel bir örnektir: “Siyaset felsefesi açısından en büyük tehlike, özellikle günümüzde, Batı dünyasının geliştirmiş olduğu bir ‘demokrasi’ tipinden yola çıkarak, bu Batıya özgü ‘yaşam biçimini’ insanlığın geri kalan bölümü için de ideal olarak görmek şeklinde Batıda yaygın olan bir tehlikedir. Ama aynı tehlike, Doğu bloğunun totalitarizminde de söz konusudur. 

Burada da Batının demokrasi idealine karşıt bir idealin insanlığın geri kalan bölümü için geçerli kılınmaya çalışıldığı görülür”(Kempski, 478). Doğu’daki halkın Demokrasiye hakkı yok, Batı’dakiler de Totalitarizme layık değil, anlamına gelebilecek bu tutucu yorum kabul edilemez ama her toplumun demokratik bir yönetime uygun olduğunu, her toplumun Demokrasiyi içselleştirebileceğini öne sürmek ve hangi devlet olursa olsun orada Demokrasiyi “ideal” biçimiyle uygulamanın olanaklı olduğunu savunmak doğru da değildir. 

Platon’un Demokrasi Paradoksları 

Esasında, ifade “demokrasi paradoksu” biçiminde ve aşağıda sayacağımız paradoksları birbirinden ayırmadan ele alınmalıdır. Ancak, Platon, demokratik 
yönetimle birlikte ortaya çıkma olasılığı bulunan kimi kavram ve kurumların birbirine yakın ve bağlantılı olması nedeniyle her biri ayrı öneme sahip olan Egemenlik, Özgürlük ve Hoşgörü gibi öncelikli konuları birlikte ele almaktadır. Platon, kullandığı bu yöntemle, başta olumlu ve insanı mutlu eden bu kavramların, sınırlandırılmadığı zaman nasıl kendi kendisini yok edeceğini, yok etmekle kalmayıp, nasıl tam karşıtı olan sonuçlara dönüşebileceğini açıklamaktadır. 

Erk, Hoşgörü ve Özgürlük Paradoksları 

Platon, Devlet adlı yapıtında, güç kimde olmalıdır, sorusunu sorar ve Demokrasinin “zorbalığın sonucu olarak doğduğu” savını kanıtlamaya çalışır. Ona göre Oligarşiden Zorbalığa, oradan da Demokrasiye geçiş nasıl olmuşsa, tersine bir süreç yaşanacak, Demokrasiden Zorbalığa oradan da Oligarşiye geçiş olacaktır (Platon, 1992, 562/a, 246). 

Demokrasinin en belirgin vasfı sayılan “özgürlük”, onu ölçüsüz kullananlarca amacından saptırılarak bir nihilizme ve otoritede sınır tanımazlığa yol açacak duruma sokulur. Bu özgürlük karşıtı gibi görünme tavrına tepki gösteren Popper, Platon’u “ Totaliter ” olmakla suçlar (Popper, 1994, I/264). Platon’un bu tavrının, Sofistlerin anarşizme yol açan, devlet dahil hiçbir otoriteyi tanımayan görüşlerini mahkum etmek amacı taşıdığı düşünülebilir. Yunanistan’ın o dönem için iyi yönetilmediğini bilen Filozof, özgürlük talepleriyle başlayan bu tavırların varacağı noktayı şu sözlerle açıklar: 

“…Üstlerinde herhangi bir çeşidinden despot bulunmasını istemedikleri için, artık yazılı olsun yazısız olsun yasalara aldırış etmez olurlar. O halde bu tiranlığın çıktığı kaynaktır”(Popper, 1994, I/264). Platon’un konuyla ilgili diyalektiği Devlet’te yer alan şu diyalogla sürmektedir: 

- “Oligarşiyi kuran ne olmuştu? Aşırı zenginlik kaygısı değil mi? 

- Evet. 

- Oligarşiyi yıkan da gene bu doymak bilmeyen, zenginlikten başka şeye değer vermeyen tutku olmuştu. 

- Doğru. 

- Onun gibi, Demokrasiyi yıkan da, onun en büyük değer saydığı, doymadan arzuladığı şey oldu. 

- Nedir o? 

- Özgürlük. Bir demokrasi devletinde herkesin en güzel dediği şey odur. Özgür doğan bir insan yalnız böyle bir devlette yaşayabilir derler, duymuşsundur.” 

Gücü eline alanın bunu kolay kaybetmek istememesi sık rastlanan bir durumdur. Eski Yunan toplumunda da iktidarı ele geçiren herhangi bir güç kendisinden başka yetke tanımaz noktaya geliyordu. Bu sınırsız güç kullanımının tiranlığa yol açtığını Platon şu ifadelerde açıklıyor: “…Tiranlığı başa geçirenin Demokrasiden başka bir yönetim biçimi olmadığını varsaymak akla yakındır” (Platon, 564/a). Platon’un, Tiranlığa Demokrasinin neden olduğunu söyledikten sonra, bizde de güncel tartışma konularından birisi olan “sivil vesayet” ya da “sivil diktatörlük” gibi yorumlara neden olan hususlara ışık tutacak iddialarda bulunduğu görülüyor; şöyle diyor filozof: “ Alelade insanlar da, bir insanı tutarak kendi gözdeleri ya da parti önderleri yapmaya ve onun yerini yükseltip büyütmeye alışkın değiller midir?”  
 _ “Alışkındırlar” 
 –  Öyleyse, apaçık görünüyor ki, nerede bir tiranlık türerse, kaynağı bu demokratik parti önderliği dir.”2 Platon’un “ Alelade ” dediği insanları, günümüzde kullanılan “ Halk ” terimi ile bir tutarsak, benzer tutumun bugün de sürdüğünü söyleyebiliriz. Platon’un “alelade insanları” ile bugünün “bidon kafalıları” “aptal” ya da “cahil kitle” denilen halk yığınları arasında ilkece bir fark görmeyen seçkinci anlayış açısından değişen pek bir şey yok gibidir. Bu tip değerlendirmeleri haklı çıkaracak deneyimler yaşansa da, ne tarihsel olarak ne de demokrasi anlayışı ve kültürü açısından bu benzetme ve nitelendirmeler uygun değildir. Demokratik anlayışın ve anayasal kurumların köklü bir 
biçimde yerleştiği ülkelerde gerek siyasal kurumların özerk yönetimlerinde gerekse iktidar olma fırsatı bulan partilerde başarısızlık ya da ayrılmayı gerektiren durumlarda değişim kolayca gerçekleşebilmektedir. 

2 Bu alıntılar Popper’ın Açık Toplum ve Düşmanları, adlı eserinden aktarılmıştır. (Devlet, 564a, 565c); Popper, a.g.e. s. 265. 



Avrupa’nın demokratik geleneğinde Locke’la başlayıp Montesquieu ile tamamlanan “güçler ayrılığı ilkesi” ile sistemi güçlendiren uygulamayı bu konuda atılmış önemli bir adım olarak görmek gerekir. 

Platon’un kaygı duyduğu tehdit tamamen ortadan kalkmış olmasa da, tek yanlı yetki, egemenliğin yasama, yürütme ve yargı olarak kontrollü biçimde dağıtılmasıyla her kurum kendi sınırları içerisinde, kimi zaman da birbirlerini kontrol mekanizması olarak kullanılmasıyla büyük ölçüde azalmıştır. Popper’ın şu ifadeleri bu bağlamda değerlendirilebilir: “Özgürlüğü ortadan kaldırma yönündeki tehlikeleri en aza indirmenin en iyi yolu, yönetilenlerin devlet erkini elinde tutanları değiştirmeleri ve yerlerine farklı politikaları olan başka kişileri getirmelerini olanaklı kılan anayasal düzenlemeleri en önemli kurumlar olarak korumaktır” (Magee, 1990, 74). Sözü edilen anayasal kurumların da zaman zaman “anayasal” sınırları zorlayarak “ Güç Gösterisinde ” bulunmaları onlarla ilgili kaygıları arttırmaktadır. Konuyla ilgili tartışmalar aşağıda ele alınacaktır. 

Hoşgörünün de özgürlük gibi kendisini yok edeceğini öne süren Platon, bu konuda da, Demokrasinin ortadan kaldırılmasına yol açtığını öne sürdüğü gerekçeleri sıralar. Popper’a göre hoşgörüyü yok eden “hoşgörüsüz felsefeleri” ortadan kaldırmak yerine, akılcı kanıtlarla onlara karşı çıkılması gerekir. Hoşgörüsüzlüğe alışmış olanların, yandaşlarını bu akılcı kanıtları dinlememe yönünde, hatta onları fiziki müdahalelerle engellemeye çalışmaları durumunda onların bu hoşgörüsüzlüğünü de fiziksel güçle engellemek haklı bir nedene dayanmış olur (Magee, 72). 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..


...

14 Ocak 2016 Perşembe



TÜRKİYE NABUCCO  DAN ÇEKİLİRMİ


Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Birliği (AB)  üyelik sürecinde kritik öneme sahip 2009 yılında AB perspektifinin güçlendirilmesi amacıyla 4 yıl aradan sonra  Brüksel’e bir ziyarette bulunmuştur. Ziyaret Türkiye’nin 2009 yılında AB sürecine vime kazandırma yönünde atılmış bir adım olarak görülmektedir. Ancak ziyaret sırasında  yapılan Nabucco projesine dair açıklamalar, görüşmelerde ön plana çıkmıştır.

Son dönemde Türkiye’nin AB üyelik sürecinin ve reformlarının sekteye uğradığına dair eleştiriler giderek artmaktadır. AB nezdinde Türkiye’nin özellikle “ Askeri Darbe  tehditleri, cinayetler ile liberaller, yazarlar ve gazeteciler hakkındaki davalar ve Kürt azınlığın baskılar ile sarsıldığına” dair bir kanaat oluşmuştur. Bu kanaat ve eleştirilere cevaben Türkiye Cumhuriyeti AB üyeliği müzakerelerine ivme kazandırmak amacıyla 2009 yılında daha aktif bir müzakere süreci yürütülmesini amaçlamaktadır. 

Nitekim Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin üyeliği konusunda ayrılıklar yaşanmaktadır. Fransa ve Almanya gibi başat ülkeler de dâhil olmak üzere Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların sesi giderek yükselmektedir. Burada temel hassasiyet, Türkiye’de 2000’li yıllardan bu yana süren radikal reformların durduğu, hatta geriye dönüşün yaşandığına yönelik eleştirilerde hissedilmektedir. Türk dış politikasında AB ile ilişkilerin yoğunluğunda bir azalmanın yaşandığı aşikârdır. Ancak bu karşılıklı bir süreçtir. 

Türkiye’nin dış politika öncelikleri, coğrafi olarak konumlandığı bölgedeki krizler ve bunlara verilen tepkiler temelinde AB’den farklılaşmaktadır. Bu durum, AB üyelik 
sürecinde yaşanan bazı sıkıntılarda kendisini göstermektedir.

Benzer sıkıntılar AB nezdinde Türkiye’ye bakış açısı ve AB içi sorunlarda da görülebilir. AB, özellikle Ağustos ayındaki Kafkasya krizi ve ardından Rusya-Ukrayna enerji krizinden ciddi biçimde etkilenmiştir. Temel hassasiyet, daha agresif bir Rusya’nın, AB sınırlarında yeniden ortaya çıkmasıdır. Bunun en ciddi hissedildiği alan ise enerji güvenliği olmuştur.

Böyle bir dönemde Başbakan Erdoğan’ın AB ile müzakere sürecinde yaşanan sıkıntıları, AB enerji güvenliği ve Nabucco projesi ile ilişkilendiren açıklamaları, AB tarafından tepki ile karşılansa da kritik bazı sorunların varlığına da işaret etmektedir. Gerçekten de Türkiye’nin Nabucco projesine verdiği desteği, bugüne kadar bu projeye Türkiye’den daha çok ihtiyacı bulunan AB ülkeleri dahi gösterememiştir. Ancak proje halen AB ve Türkiye için büyük öneme sahiptir.

Nabucco Projesi

Nabucco projesinin hazırlıklarına ilke defa 2002 yılında BOTAŞ ve Avusturya’nın en büyük enerji şirketi OMV arasında yapılan görüşmeler ile başlanmıştır. Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’nin ortaklığında yürütülen Nabucco müzakereleri, 2005 yılında Ortaklık Anlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmış, 2008 yılında Alman RWE şirketinin de katılımıyla proje büyük ivme kazanmıştır. 11 Haziran’da Nabucco projesi kapsamında Azeri doğal gazının Bulgaristan’a satılması ile ilgili ilk anlaşma yapılmıştır.

Projenin başlangıç noktası Erzurum olarak belirlenmiştir. 3300 kilometre uzunluğunda ve 45 milyar metreküp kapasiteye sahip olması planlanan boru hattı, Tebriz-Erzurum boru hattı, Güney Kafkasya boru hattı ve gelecekte yapılması planlanan Trans-Hazar boru hattını birleştirmeyi öngörmektedir. Böylece Orta Asya ve Hazar kaynakları ile İran doğal gazının da Nabucco projesi için kaynak bölgeler olarak belirlenmiştir. Gelecekte Irak doğal gazının da projeye eklemlenmesi gündemdedir.

Nabucco projesi, tamamlanması halinde Avrupa Birliği enerji güvenliği için önemli enerji koridorlarından birisini oluşturacaktır. Rusya’ya bağımlılığın kırılabilmesi için alternatif kaynak ve geçiş yollarından istifade edilmesi büyük önem taşımaktadır. AB’nin yakın zamanda Rusya kaynaklı enerji kesintileri ile karşı karşıya kalması sonucunda Nabucco projesi hem AB enerji güvenliği hem de Türkiye’nin AB nezdinde stratejik önemi açısından kritik bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Başbakan’ın Açıklaması ve Nabucco’nun Geleceği Erdoğan’ın ziyareti Avrupa basınında büyük yankı bulmuştur. Başbakan’ın Avrupa Politika Merkezi’ndeki konuşmasında Nabucco projesine yönelik açıklaması ise farklı tepkiler almıştır. Bir soru üzerine Başbakan Erdoğan, AB ile müzakerelerde enerji başlığının açılmaması halinde Türkiye’nin Nabucco’daki rolünü gözden geçirebileceğinin 
sinyallerini vermiştir. Erdoğan’ın açıklaması, 27 Ocak tarihinde Budapeşte’de yapılacak olan Nabucco zirvesi öncesinde AB yetkililerine müzakere sürecindeki sorunlara ilişkin verilmiş bir mesaj niteliğindedir.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile görüştü. Barroso, enerji güvenliği konusunun AB-Türkiye müzakerelerinin belirli başlıklarına bağlanamayacak kadar önemli bir konu olduğunu açıklamıştır. Komisyon’un enerji başlığındaki tıkanmanın giderilmesi için elinden geleni yapacağını ifade etmiştir. Barroso ayrıca Nabucco projesinin çok önemli olduğunu ve AB’nin sorumluluklarının farkında olduğunu da belirtmiştir.

Başbakan Erdoğan, Ankara’ya dönüşünde Nabucco projesine tam ve tutarlı destek verildiğini açıklamıştır. Bu açıklama Batılı yorumcular tarafından önceki açıklamalardan bir dönüş olarak görülmektedir. Fakat asıl vurgulanması gereken nokta, yapılan açıklamanın AB ile müzakere sürecinde karşılaşılan sorunlar ve Türkiye’nin bu süreçten beklentileri ile ilgili olmasıdır. Türkiye, AB tarafından ve siyasi çekişmeler yüzünden tıkanmış bir müzakere sürecine sıcak bakmamakta dır. Özellikle Kıbrıs konusundaki hassasiyet, AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye siyasi dayatmalar yapabilmek için AB’yi bir araç olarak kullanmaya çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Brüksel’deki görüşmelerde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, AB-Türkiye müzakere sürecine yaptığı bu türden bir müdahale en kritik konulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY) Şubat 2003 tarihinde Mısır, Ocak 2007 tarihinde ise Lübnan ile Doğu Akdeniz’de ‘deniz yetki alanlarının sınırlandırılması’ anlaşmaları yapması ve ardından 15 Şubat 2007 tarihinde bu anlaşmalarla belirlediği alanlarda uluslararası hidrokarbon arama ve işletme ihalesi açmasıyla, Doğu Akdeniz’de petrol krizi gündeme gelmişti. Türkiye bu anlaşmalara tepki göstermiş, yapılan arama çalışmalarını bloke etmiş ve Türk Petrol Anonim Ortaklığı’na arama izni verilmiştir. Kriz, AB üyesi olan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği nezdinde Türkiye aleyhine girişimlerde bulunması ve enerji başlığının bloke edilmesi ile sonuçlanmıştır. Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan bu tepkinin temelinde Kıbrıs Rum Yönetimi’nin müzakereleri sekteye uğratma girişimi bulunmaktadır.

Türkiye ise AB’nin Rum Yönetimi’nin bu siyasi tavrı sebebiyle müzakerelerde bir tıkanma yaşanmasını hoş karşılamamaktadır. Nitekim, özellikle enerji başlığının 
görüşüldüğü müzakere sürecinde yaşanan bir tıkanma, Türkiye’nin kabul edemeyeceği bir durumdur. Türkiye, Nabucco projesinin hayata geçirilmesi için büyük çaba harcamaktadır. Türkiye’nin de proje kapsamında bazı özel talepleri bulunmakta, hem daha çok etkinlik hem de daha çok kar istemektedir. Ancak AB ülkeleri Nabucco’nun önemine dikkat çekerken, Türkiye’nin bu projeye verdiği desteği AB üyeliği yolunda bir çaba olarak da görmektedirler. Türkiye Avrupa enerji güvenliğine katkıda bulunacak böyle bir projenin öncülüğünü yaparken AB içerisinde ne Türkiye’nin rolü, ne Nabucco’nun AB enerji güvenliğine etkisi konusunda bir perspektif geliştirilememiş olup, çelişkili bir tavır ortaya konmaktadır.

AB-Türkiye ilişkilerinde enerji güvenliği konusu Türkiye’nin müzakere gücünü arttıran bir konu olmuştur. Bu konuda AB’nin çelişkili bir tavır ortaya koyması, AB üyesi ülkelerin Türkiye ile müzakerelerde Türkiye’nin bu rolüne karşın müdahalelerde bulunması, Erdoğan’ın açıklamasına zemin oluşturmuştur. 

Türkiye’nin projeden desteğini çekme gibi bir niyeti yoktur. Ancak bu konunun önemi ortadayken Türkiye’nin karşısına çıkarılmak istenen sorunlar karşısında da tepki gösterilmektedir.

Sonuç Yerine: Kısır Döngü ve Türkiye’nin TavrıBu döngü tekrarlanacaktır. Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye ile müzakerelere müdahil olmaya çalışacak, Türkiye ise AB ile ilişkilerde Rumların ortaya çıkardığı engellere cevap vermek durumunda kalacaktır. Burada önemli olan Türkiye’nin buna vereceği cevabın stratejisi ve prensibinin ortaya konmasının gerekliliğidir. Türkiye müzakereler 
boyunca Rum yönetimi ya da herhangi bir AB ülkesi karşısında stratejik konumuna vurgu mu yapacaktır? Bu yöntem, Rum Yönetimi ve Türkiye karşıtı grupların, müzakere sürecinin siyasi baskı aracı haline getirilmesi ile aynı değil midir? Böylece müzakere süreci başlıkların açılıp kapanması sürecinde Türkiye ile Türkiye-karşıtı gruplar arasındaki siyasi mücadeleye zemin oluşturacak, her siyasi sorunda tıkanma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye’nin tutumu, Rum Yönetimi’nin haklı çıkarılmasını değil, AB içerisinde yalnızlaştırılmasını amaçlamaktadır. Bu ise Rum Yönetimi’nin veya AB ülkelerinin Türkiye karşıtı tutumlarını doğru çıkartacak söylemler ile değil, tam tersine AB sürecine bağlı kalarak, diplomasinin hareket geçirilmesi, stratejik konum ve Türkiye’yi avantajlı konuma getirebilecek diğer özelliklere sahip çıkılarak yapılabilecektir. 

Nabucco projesi Türkiye’nin inisiyatifiyle harekete geçirilmiş önemli bir projedir. Türkiye’nin bu projedeki öncü konumunu veya desteğine şüphe düşürecek söylemlerden kaçınılması, bizi AB üyelik sürecinde güçlendirecektir.


http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=22


..

BEDELLİ’NİN BEDELİNİ KİM ÖDEYECEK?





BEDELLİ’NİN BEDELİNİ KİM ÖDEYECEK?


Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddi, manevi fedakârlığı göze aldırmayan bir millet esaret zincirini kendi eliyle boynuna geçirir.(Gazi Mustafa Kemal Atatürk – 1930) 

Başbakan Erdoğan 22 Kasım 2011’de TBMM’de yaptığı grup toplantısında “Bedelli Askerlik” konusunda son noktayı koydu. 30 yaşından gün almış olanların 30.000 TL. bedel karşılığında askerlik hizmetinden muaf tutulacaklarını açıkladı.
Oysa sayın başbakan 16 Mart 2011’de Rusya dönüşünde Esenboğa Havalimanı’nda gazetecilerin CHP’nin bedelli askerlikle ilgili yasa teklifinin sorulması üzerine; “Bunun neresi proje, böyle proje mi olur? Ayaküstü yolda giderken proje açıklanır mı? Bedelli askerlik ne getirir, götürür, halkın tavrı nedir, ne değildir, parası olan var, olmayan var. Parası olana bedelli buyur kullan diyeceksin, bu da gitsin yapsın diyeceksin. Benim vatandaşımın belli kesimi mağdur etmeyeceğine inansaydık bunu hallederdik.” diye konuşmuştu.
Daha sekiz ay önce gerçek bir devlet adamına yakışır bu ifadelerden sonra ne oldu da birdenbire kamuoyunda üzüntüye yer açan böyle bir karar almak zorunda kalındı. Bu konuda kamuoyunun yetkili ağızlardan bilgilendirilmesine acilen ihtiyaç vardır.
Milli Savunma Bakanı İsmet Yılmaz, uygulamadan 460 bin kişinin yararlanabileceğini belirtti. “Ön gördüğümüz yaş sınırıyla, askerlik ve güvenlik hizmetlerinin aksamasına asla izin vermiyoruz. Yeni düzenlemeyle asker kaçakları da askerlik yapmaktan kurtulacak” dedi. Ama bu uygulama ile bundan sonra askerden kaçmanın önünü sonuna kadar açtıklarından bahsetmedi. Yine bu kararın Ordu-milleti temsil eden Mehmetçik kavramına vereceği zarardan hiç söz etmedi.
Yeni uygulama ile oturma ve çalışma iznine sahip olarak, işçi, işveren sıfatıyla toplam en az 3 yıl süreyle fiilen yabancı ülkelerde bulunanlara 38 yaş sınırı gözetilmeksizin 10 bin Euro bedelle askerlik hizmetini yapma hakkını getiriliyor. Ayrıca bunların aldıkları 21 günlük temel eğitim de kaldırılıyor.
Bilindiği gibi dövizli askerlik hizmeti 1981 yılında başlatılmıştır. O zaman 15.000 Mark ödeyenler Burdur’da iki aylık süre askerlik hizmetini tamamlıyorlardı. Bu şekilde bulundukları ülkelerdeki işlerini kaybetmiyorlar, anavatanlarını yakından tanıyorlar hem de çok arzu ettikleri Mehmetçik olabilme imkânı ile onurlandırılıyorlardı.
Dövizli askerlik uygulamasının ülkemize kazandırdığı sadece döviz değildir. Buradaki asıl kazanç yabancı kültürler arasında asimile olma tehlikesi altındaki gençlere kısa süre içinde yoğun milli kültür ve şuurlaşma eğitimi verilerek vatana, millete ve devlete bağlılıklarını pekiştirmiş yurttaş olmalarını sağlamak idi. Ayrıca asker ocağında edinilen arkadaşlık ve yaratılan dayanışma ruhu ile bulundukları yabancı ülkelerde de kaynaşmış toplum halinde yaşamaları sağlanıyordu.
Yeni getirilen dövizli askerlik uygulaması ile 21 günlük askerlik hizmetinden de muaf tutulmaları sonucu 30 yıldır başarı ile sürdürülen yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın vatandaşlık bilgileriyle yetiştirilme ve Türklük milli kültürüyle şuurlandırma işlevi de son bulmuş olacaktır. Bir bakıma yurt dışındaki Türkler 1981 öncesinde olduğu gibi kendi kaderleri ile baş başa bırakılmış ve asimilasyona açık hale dönmüş olacaklardır.
Medyada Genelkurmay’ın bedelli ve dövizli askerlik konusunda hükümetle anlaştığına dair haberler yer almaktadır. Bu haberler yanlış bilgiden kaynaklanmaktadır. Çünkü asker alma hizmetlerinin Genelkurmay ile hiçbir ilgisi yoktur. Asker alma hizmeti tamamen siyasi iradenin tasarrufudur ve başında hükümetin bir bakanının bulunduğu MSB’ lığının Asker Alma Dairesi tarafından yürütülmektedir. Genelkurmayın askerler ile olan görev, sorumluluk ve yetkileri askere sevk edilenlerin kışla kapısından girdiği an başlamakta ve terhisleri ile birlikte sona ermektedir.
Bedelli askerlik uygulaması, yani her Türk gencinin yapmakla yükümlü olduğu vatan hizmetinin para ile satın alınması hususu etik olarak yanlış olması yanında anayasamızın eşitlik ilkesine de aykırıdır.
Eşitlik ilkesi 1982 Anayasasının 10’uncu maddesinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: “Herkes dil ırk renk cinsiyet siyasi düşünce felsefi inanç din mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye aileye zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.”
Anayasanın bu temel maddesi halen yürürlükte iken ayni şartlardaki yükümlülerden bazılarını “sadece parası var” diyerek askerlik hizmetinden muaf tutmanın hukuki dayanağının bulunmadığı değerlendirilmektedir.
Bedelli askerlik konusu kamuoyu gündeminde halen tartışılmaya devam edilmektedir. Ak Partinin meclis çoğunluğunu göz önüne alarak başbakanın açıklamalarının mutlaka kanunlaşacağını düşünen bankalarımız en iyi şartlarda bedelli kredisi vermek için sınırlarını zorlayarak birbirleriyle yarışmaktadırlar. Ayrıca magazin gazetecileri de askerlikten yırtan ünlülerin isim ve resimlerini yayınlamaya başlamışladır.
Bedelli askerlik uygulamasını savunanlara karşı halkımızın askerlik konusundaki duygularını en iyi şekilde anlatan bir haber 23 Kasım tarihli gazetelerde yer almıştır. 74 milyonun hislerine tercüman olan ibret verici haber aynen şöyledir;
“Bingöl’de iki ay önce şehit olan Muhammet Aygör’ün Konya’da yaşayan annesi Cemile Aygör, askerlik yapmama hakkı bulunmasına rağmen oğlu Sinan’ı verdiği dilekçe ile asker ocağına göndermeğe hazırlanıyor. Askere gönderdiği dört oğlunun vatani görevlerini tamamlayarak evlerine döndüğünü, iki ay önce oğlu Muhammet’in şehit olduğunu hatırlatan Cemile Aygör; Şehit annesi olarak çok gururluyum. Sağlıklı olan oğlumun da her Türk evladı gibi davul- zurna ile askere uğurlamak istiyorum. Oğlumun birini vatan için şehit verdim. Şimdi küçük oğlumu da vatana ve devlete emanet ediyorum.”
“ Biz profesyonel askerliği getireceğiz. Sözleşmeli askerlerle şehit kanı ile vatanlaşmış topraklarımızı 3 ay eğitim almış tecrübesiz Mehmetçik’ten daha iyi koruruz” diyenler sadece kendilerini değil, milleti de yanlış yönlendirmektedirler. Çünkü vatan toprakları binlerce yıldır olduğu gibi ancak ordu-milletin ruhunu taşıyan Mehmetçik ile korunabilir.
Kendimi biran yeniden birlik komutanı olarak görüyorum. Parasını verenlerin vatan hizmetinden muaf tutulduğunu emrimdeki vatan uğrunda ölmeğe hazır askerlerime nasıl anlatabilirim diye düşünüyorum. Ama bunun yöntemini bulamıyorum. Sanırım şu anda Türk ordusunun bütün kışlalarında bu konu komuta kademesindeki sıralı askerlerin öncelikli sorunudur. Komutanların bundan sonra askerlerini vatan uğruna ölmeleri için kolayca motive edebilecekleri konusunda şüphelerim vardır. Bu devirde görev yapan muvazzaf subaylarımıza Allah kolaylık versin diyorum.
O görünüşü basit, saf ve temiz bakışlı ama içinde bir patlamaya hazır atom bombası gücünde milli ruh taşıyan Mehmetçikler kolay yetişmemektedir. Onlar binlerce yıllık şanlı bir geçmişin tecrübelerinin bir kişide hayat bulmasıyla oluşmuş devlerdir. Bir kalemde kaldırdım denilerek asla yok edilemezler. TBMM’nin bu konuda tarihi gerçekleri göz önüne alacağını ve milletvekillerimizin Mehmetçik kavramının para karşılığında yok edilmesini önleyeceğini değerlendiriyorum.
Muhalefet partilerinin iktidarın bedelli kararına şiddetle karşı koyarak 74 milyonun isteklerini sahipleneceklerine inanmak istiyorum. Ak Partinin meclis aritmetiği karşısında muhalefet partilerinin başarılı olması şu anda mümkün görülmemektedir. Fakat müteakip seçimlerde “Mehmetçiğin sahiplenilmesi” konusunun seçim sloganı olarak muhalefetin elinde çok kuvvetli argüman olarak kullanılmaya hazır olacağını değerlendiriyorum. 74 milyonun karşısına “Bedellinin bedellerini geri verip onları mutlaka askere alacağız. Kaybedilmeğe çalışılan Mehmetçik kavramını yeniden geri getireceğiz” hedefi ile yola çıkmanın onlara başarı getireceğine inanıyorum.
Sonuç olarak;
Bedelli askerlik ve profesyonel ordu uygulamalarının yok edeceği güç Türk Ordusudur. Ulaşılmak istenilen hedef milletiyle bağları koparak profesyonelleşmiş, yani aldığı maaş karşılığında askerlik yapan bir Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaratılmasıdır. Bu durum ordu-millet kavramını yok eder ve silahlı kuvvetleri milletin ordusu olmaktan çıkarır.
Türk erkeği, asker olarak doğar ve asker olarak ölür. Bu husus Türk toplumunda binlerce yıldır değişmeyen bir değer yargısıdır. Türk milletinin tarihi karakterini vurgulayan ordu-millet kavramı, dünyanın en zor coğrafyasında hür ve bağımsız yaşamamızın gözle görülmeyen ama bilinen tek gerçeğidir. Çünkü Türk toplumunun temelini teşkil eden aile yapımız bu vasfımızın bütün unsurlarını taşımaktadır.
Her Türk erkeği, Türk toplumunda yaşayabilmek için vatan borcu olarak bilinen kutsal askerlik görevini yapmak zorundadır. Bu tarihi, kültürel ve toplumun isteyerek kabul ettiği bir zorunluluktur. Makam, mevki, tahsil ve tecrübesi ne olursa olsun sağlıklı her Türk erkeği askerlik sistemi içinden geçmedi ise ona toplum adam gözü ile bakmaz. Ona değer vermez ve dışlar. Bu gerçek binlerce yıldan gelerek bir toplumsal zorunluluk haline gelmiş ve bilahare yasalarla perçinlenerek şimdiye kadar aksamadan uygulanmıştır.
Bedel ödeyerek askerlik hizmetini yerine getirmekten muaf tutulacak kişilerin toplum içindeki değeri düşünüldüğünde bunların vatan borcunu yapamamış olmalarının ezikliğini bir ömür boyu yük olarak taşıyacağı açıktır.
İnsanlarımızı bu vebalin altına sokmaktan kurtarmak değerli TBMM üyelerinin vatan borcu olmalıdır..
Dr. Tahir Tamer Kumkale
25 Kasım 2011 Cuma

TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ ve PUTİN’İN RUSYASI




TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ ve PUTİN’İN RUSYASI 


/ PUTİNLAND KİTAPLARI

CIMG2954





























  Sovyet Rusya ile daima iyi komşu olmaya gayret etmeliyiz. Fakat ne haklarımızdan en küçük bir şey feda etmeliyiz. Ve ne de oyunlarına kapılmalıyız. (Gazi Mustafa Kemal Atatürk-1922)

41jhzpzdOWL._SX331_BO1,204,203,200_














Rusya Federasyonu; mevcut potansiyeli, altyapısı ve milli güç unsurları ile Türkiye için bugün ve yakın gelecekte de önemsenmesi gereken bir dünya gücüdür. Putin ile birlikte dünya siyasetinde tekrar belirleyici aktör olmaya başlayan Rusya ile ilişkilerimiz önem kazanmış ve karşılıklı çıkarlarımız üzerinde önemle durulmasını gerektiren yeni boyutlara erişmiştir..
Bugün Rusya Federasyonu’nun önderliğinde oluşan Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ile Türkiye’nin ilişkileri her alanda artış göstermektedir ve bu husus bölge jeopolitiğinin kaçınılmaz sonucudur. İlişkilerin konu ve kapsamını belirleyecek ana esasların bilinmesi ülkeler arasındaki faaliyetlerin yönlendirilmesine ışık tutacaktır.
Türk çocukları atalarının acımasız, zalim ve ezeli düşman olarak görüp MOSKOF olarak adlandırdıkları Ruslar ile Rusya’yı mutlaka tanımalıdır. Bugün beş milyon Rus ailesi her yıl ülkemizi ziyaret edip iki ülke halkının kültür benzerliği ile dostluğuna şahit olmaktadır. Milletlerimiz arasındaki kaynaşma ve yakınlaşma artarak devam etmektedir.
Eğer Türkiye güçlü bir bölge ülkesi olarak söz sahibi olmak istiyor ise Rusya ile ilişkilerini en üst düzeyde tutmak ve gerekirse stratejik ortaklık seviyesinde bu ilişkiyi güçlendirmek durumundadır.
Bu birlikteliğe Türkiye kadar Rusya’nın da ihtiyacı vardır. Çünkü bölgemizde paylaşacağımız pek çok ortak yönümüz mevcuttur. Rusya’nın bölgedeki ve dünyadaki milli çıkarları Türkiye’yi kendine rakip bir devlet olarak değerlendirmeye zorlamaktadır.
Türkiye’nin bölgedeki çıkarları da Rusya ile örtüşmektedir. Yöneticilerimiz Rusya ile dayanışma içinde bulunulmasında pek çok fayda olduğunu bilmeli ve dış ilişkilerimizde Rusya’ya ağırlıklı olarak yer vermelidir.
SSCB’nin işlevini devralan Rusya Federasyonu’ nun Türkiye’yi geçen 520 yıllık tarihi, siyasi, kültürel, sosyal, ekonomik ve askeri ilişkilerimizin engin tecrübesi ile kendi milli çıkar ve amaçları doğrultusunda değerlendirmek zorundadır. Fakat Rus eğitim ve kültür kurumlarına yerleşmiş “Panislavizm” den yani “Panrusizm” den vazgeçmeleri de asla mümkün değildir.
Türkiye; bu hususu bilmeli ve buna uygun uzun vadeli, gerçekçi, akılcı ve uygulanabilir milli politikalar geliştirmeli; bu politikaları milletine mal etmeli; iç ve dış kamuoyunu bu doğrultuda bilinçlendirmeli; refah dolu geleceğin bu şekilde gerçekleşeceğine inanmalıdır.
2000’den başlayarak Rusya’yı 2008’e kadar cumhurbaşkanı, 2012’e kadar başbakan olarak yöneten Putin, 2024 yılına kadar cumhurbaşkanı olarak Rusyayı yönetecektir. SSCB’nin küllerinden yeniden bir dünya devi haline dönüşen Rusya’yı yaratan Putin, asrımıza damgasını vuran bir liderdir. Bugün vazgeçilmez sanılan diktatörler tarihe gömülürken Rusya’da Putin ile demokrasi içinde yeni bir diktatör tipi oluşmuştur. Putin’in popülaritesi Rusya’nın önündedir ve bu ülkeye PUTİNLAND denilmesi boşuna değildir.
Özetleyecek olursak, 520 yılı aşan Türk-Rus ilişkileri sonunda varılan sonuç şudur; Türkiye’nin ve Rusya’nın bölgedeki milli çıkarları içinde birbiri ile örtüşen pek çok nokta vardır.
Tarih ilmi bize Rusya ile düşman değil, dost olmamızı dikte ettirmektedir. Fakat bu dostluğun karşılıklı çıkar ilişkisi içinde koordineli ve kontrollü olarak sürdürülme zorunluluğu vardır.
Rusya ile Türkiye arasındaki muhtemel bir çatışma ortamının ABD ve Batılı emperyalist ülkelerin yararına olduğu hususu asla unutulmamalıdır.
TARİHTEN GÜNÜMÜZE TÜRK-RUS İLİŞKİLERİ

kitabım ile PUTİN’İN RUSYA’SI/PUTİNLAND

kitabım dünyada ağırlığı her geçen gün artan Rusya’yı daha iyi tanımak, tarihi gelişimi içinde Türk- Rus ilişkileri hakkında bilgi elde etmek, son günlerdeki Türk-Rus ilişkilerindeki tehlikeli gelişmeleri doğru anlayıp algılayabilmek için bir bilgilendirme dokümanı ve başucu kitabı olarak kabul edilmelidir.
Günümüz Türk ve Rus liderlerine tarihi ilişkilerdeki rollerini hatırlatıyorum. Fevri davranışlardan kaçınmalarını ve teenni ile hareket etmelerini tavsiye ediyorum.
..