3 Ocak 2016 Pazar

KUZEY IRAKTAKİ BAŞKANLIK KRİZİ.., İŞİD ve İRAN., BÖLÜM 2



      

          KUZEY IRAKTAKİ  BAŞKANLIK  KRİZİ.., 
                            İŞİD ve İRAN., BÖLÜM 2

Barzani’nin görev süresinin uzatılması hususundaki tartışmaların Kuzey Irak’taki Kürt kamuoyunda fazla dikkate alınmadığı da görülmektedir. 
Çünkü IŞİD faktörünün Erbil’in güvenliğini tehdit etmesi, Bağdat-Erbil arasındaki bütçe sorunu, elektrik-su problemi ve temel hizmetlerde yaşanan eksikliklerden, 
aksamalardan dolayı Kürt kamuoyunun Barzani’nin başkanlık süresini tartışacak durumda olmadığını belirtmek mümkündür. Bunlara ilaveten bütçe krizinden 
ötürü Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlı bölgelerdeki (Erbil, Süleymaniye ve Dohuk) 2930 projeden 2700’ü durdurulmuş, Süleymaniye’deki 200 ve Erbil’deki 50 şirket ise iflas etmiştir.5 

Dolayısıyla ekonomik krizin yaşandığı Kuzey Irak’ta kamuoyunun başkanlık seçimiyle veya süresiyle fazla ilgilenmediği gözlemlenmektedir. Başkanlık seçimine ilişkin tartışmalar genellikle siyasi partiler arasında cereyan etmektedir. Barzani’nin başkanlık görev süresiyle ilgili Kuzey Irak Kürt partileri arasındaki uzlaşma arayışının olumlu sonuç verebilmesi için üç farklı senaryodan bahsedilebilir. Bunlardan birincisi, Kuzey Irak’ta var olan siyasal sistemin yarı başkanlık sistemi olarak nitelenmesi esasına dayanır. 



5 Kuzey Irak krizde, Türk şirketleri zorda,
http://www.ekonomist.com.tr/News/Detail.aspx?NewID=7874,
( Erişim: 10.07.2015 )


Bu bağlamda Kuzey Irak’taki siyasi yapının parlamenter sisteme dönüştürülmesi gerekir ki bölge hükümetinde bulunan dört Kürt parti (KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum) tarafından da bu karar desteklenmektedir. İkincisi, bölge başkanının yetkilerinin kısıtlandırılması suretiyle (Protokol Başkanı olması) parlamento tarafından başkanın seçilmesi üzerinedir. Bir diğeri ise, bölge başkan yardımcısının yetkilerinin arttırılmasıdır. Şu hususa dikkat çekmekte 
yarar vardır ki hükümet içindeki sayısal ağırlığı ve seçimlerde birinci parti olmasından dolayı KDP başbakanlık görevini almıştır. Kurulan koalisyon hükümetine rağmen KDP’nin dış politikada, iktisadi, askeri ve bölgesel konularda tek partiymiş gibi hareket etmesi nedeniyle Barzani’nin görev süresi gibi çeşitli konularda diğer siyasi partiler ile ilişkilerde sorunlar yaşanmaya devam etmektedir. Hatta Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılması hususundaki kriz, diğer Kürt partileri tarafından bölgedeki KDP hegemonyasının azalması yönünde bir fırsat olarak da değerlendirilmektedir. Bu sebeple KDP ile diğer Kürt partiler arasındaki Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasına dair pazarlık konularının başında parlamenter sistemle yönetim meselesi gelmektedir. Başka bir tabirle başkanlık tartışmalarına ve Barzani’nin kişiliğine ilişkin ifadelere dikkatlice bakıldığında siyasal sistem sorununun çözümü için arayışlara başlandığı görülecektir. Çünkü KYB, Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum yetkilileri tarafından yapılan açıklamalar Barzani’ye karşı bir tavrı yansıtmamaktadır. Yalnızca sistemin parlamenter olması ve bölge başkanının yetkilerinin kısıtlanması gerektiği dillendirilmektedir. 

Kuzey Irak Kürt partileri arasında halen devam eden Barzani’nin görev süresinin uzatılmasına yönelik tartışmalara rağmen başkanlık için hiçbir parti herhangi bir aday belirlememiştir. 

“ KDP ile diğer Kürt partiler arasındaki Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasına dair pazarlık konularının başında parlamenter sistemle yönetim meselesi gelmektedir. ”

Bu tablo Kürt partilerinin, Barzani’nin yeniden başkan olmasıyla bir sorunlarının olmadığını da göstermektedir. 


İran Etkeni


ABD işgalinin ardından İran’ın Irak’taki nüfuzunun her geçen gün arttığı aşikârdır. IŞİD sonrası Irak’ta, terörle mücadele adı altında Şii milis gücü olan Haşed el-Şaabi oluşumuna İran tarafından ciddi silah ve eğitim-danışmanlık desteği verilmektedir. İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım el-Süleymani Irak’ta IŞİD’e karşı savaşılan cephede bizzat yer almaktadır. İran’ın Irak’taki nüfuzunun IŞİD tarafından doğrudan yansıtıldığını ifade etmek mümkündür. Dolayısıyla İran’ın yalnızca Irak’taki Şiilerin üzerinde etkisi bulunmamaktadır, aynı zamanda Kuzey Irak’taki Kürt partileriyle de güçlü ilişkileri vardır. Özellikle de KYB ve Goran Hareketi ile ciddi ilişkilerinin olduğu bilinmektedir. Öte yandan 23 Haziran’daki Başkanlık Yasasına yönelik görüşmelerde Kürt Parlamentosu Başkanı (Goran Hareketi Yetkilisi) Yusuf Muhammed, Erbil’de bulunan konsoloslukların temsilcilerini davet etmişti. Parlamento toplantısına yalnızca İran Erbil Başkonsolosluğu Birinci Temsilcisi Muhsin Bafevayi katılmış, ABD, Mısır ve Almanya konsolosluklarından alt düzeyde temsilci gönderilmişti. Kürt Parlamentosu Başkanı Muhammed’in yabancı temsilcileri davet etmesi bölgedeki başkanlık sorununun iç meselelerin dışında olduğu mesajını vermektedir. 

Bu bağlamda, İran konsolosluğundan üst düzey bir temsilcinin katılımının, Barzani karşısındaki cepheye destek mahiyetinde olduğu söylemek mümkündür. 
İran’ın KYB ve Goran Hareketi’nin başkanlık kriziyle ilgili yakınlaşmasında etkin rolü olduğu da unutulmamalıdır. Hatta orta vadede Kuzey Irak’ta KYB-Goran 
ittifakı kuvvetli bir ihtimaldir. İran’ın uzun bir süredir hem KYB içerisindeki iç çekişmenin giderilmesi konusunda hem de KYB-Goran ittifakının hayata geçirilmesi için girişimlerinin olduğu görülmektedir. İki parti arasında karşılıklı ziyaretlerin artması ve parlamenter sistemle yönetim konusunda hemfikir olmaları yukarıdaki tespiti doğrulamaktadır. 


İran’ın, Barzani’nin başkanlık süresinin uzatılmasıyla ilgili izlediği stratejinin temel nedenleri şu şekilde sıralanabilir:

1. ABD’nin Irak’tan askerlerini geri çekmesiyle birlikte Barzani’nin Tahran’ın destek verdiği Nuri el-Maliki ile ciddi bir kriz yaşamıştır. Barzani’nin Maliki ile yaşadığı kriz sebebiyle, 2003 yılı sonrasında kurulan Kürt-Şii ittifakının bozulmaması için KYB lideri Celal Talabani ve partisindeki yetkililer ciddi çaba harcamıştır. 

2. Barzani’nin Bağdat’taki Şii yönetimden ve IŞİD’den kaçan Sünni Araplara Erbil’in kapısını açması önemli bir etkendir. Özellikle Baas partisini destekleyen bazı Sünni Arap aşiret liderlerinin ve Bağdat’taki yetkililerinin Kuzey Irak’ta ikamet etmesini sağlaması ve Sünni Arapların rahat bir biçimde Erbil’de konferanslar düzenlemesine izin vermesinin İran’ı rahatsız etmesi mümkündür. Barzani’nin Sünni Araplara verdiği bu desteğin esas sebeplerinden birisi Kuzey Irak’ın coğrafi olarak Sünni Arap bölgeleriyle sınıra sahip olmasıdır. Çünkü Barzani, olası bir bağımsız Kürdistan kurulduğunda Sünni Araplara yönelik izlediği politika neticesinde uzun vadede Kürt-Arap çatışmasının önüne geçmeyi hedeflemektedir. Dolayısıyla İran da, KYB-Goran Hareketi’ne destek vererek KDP’nin (Barzani’nin) bölgedeki gücünü zayıflatma amacı taşımaktadır.


3. Barzani’nin bölgesel anlamda dış politikasını, başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleriyle güçlendirmesi ve ekonomik ilişkilerini artırması Tahran’ı rahatsız etmektedir. Bununla birlikte petrol satışlarını/politikalarını tamamen Ankara üzerinden yapması da İran ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir. Bu durum en önemli örneklerinden birisi IŞİD ile mücadele eden KDP’li Peşmergelerin kontrolündeki bölgelerde İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’nin Peşmergeye destek vermemesidir. Süleymani, IŞİD ile mücadele eden KYB’ye bağlı Peşmergeler’in bulunduğu Diyale, Hamrin ve Selahaddin gibi bölgelerde faaliyetlerini sürdürmektedir.

Bu perspektiften bakıldığında Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin Suriye politikası, Tahran Barzani ilişkilerini olumsuz etkilemektedir. Bilhassa Barzani’nin (KDP’nin) Esed rejimine karşıt olan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin tesis edilmesindeki rolü ve PKK/PYD’nın ülkenin kuzeyinde kurduğu ve PKK terör örgütünün 
Şengal Dağı’nda ilan ettiği kantonlara tepki göstermesinin İran’la olan ilişkileri daha da gerginleştirdiğinden bahsedilebilir. Bu bağlamda İran’ın KDP’ye karşı olan dörtlü Kürt bloğuna (KYB, Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum) desteğini sürdürmesi kuvvetle muhtemeldir. Yukarıda sözü edilen gelişmelerin ışığında İran’ın önümüzdeki süreçte IŞİD ile mücadele adı altında Irak-Suriye hattında KYB-Goran ve PKK/PYD ittifakının kurulmasını sağlayabilir. Böylesi bir ittifakın hayata geçirilmesiyle beraber hem KDP’nin (Barzani’nin) bölgedeki etkinliği 
kırılabilir hem de Esed rejimi Suriye’deki rejim karşıtı muhalefete karşı güç kazanabilir. 


Sonuç:


Irak’ta ve Suriye’de IŞİD’in ilerleyişi sadece güvenlik sorunlarının artması anlamını taşımamaktadır, aynı zamanda Orta Doğu’daki bölgesel ve küresel rekabeti artırmaktadır. Bu nedenle IŞİD’in Irak’taki ilerleyişiyle birlikte Erbil’in güvenliğini de tehdit ettiği söylenebilir. Kuzey Irak her ne kadar güvenli bir bölge olarak kabul edilse de örgüte katılan Kürt gençlerinin sayısı her geçen gün artmaktadır. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki 2014 yılının Haziran ayından 2015 yılının Temmuz ayına kadar Kuzey Irak’tan IŞİD ‘e katılanların sayısı tahminen 650 kişidir. IŞİD’in Kürtlerin nezdinde popülitesi artsa da ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi olduğu unutulmamalıdır. Bu sebeple Irak’ta Kerkük, Selahaddin, Diyale ve Musul’e bağlı belli bölgeler Kürtlerin kontrolünde olsa da bunun IŞİD’den dolayı uzun vadeli bir kazanım olmadığı düşünülebilir. 

Bu çerçeveden bakıldığında Kuzey Irak Kürt yönetiminin IŞİD ile mücadele ederken ve ciddi bir riskle karşı karşıya kalırken, Barzani’nin başkanlık dönemi sorunu ve iç siyasetteki rekabetin kızışması bölgenin geleceğini tehlikeye atmaktadır.


“ Barzani’nin bölgesel anlamda dış politikasını, başta Türkiye olmak üzere Körfez ülkeleriyle güçlendirmesi ve ekonomik ilişkilerini artırması Tahran’ı rahatsız etmektedir. Bununla birlikte petrol satışlarını/politikalarını tamamen Ankara üzerinden yapması da İran ile ilişkilerini olumsuz yönde etkilemektedir.”


Bu bakımdan Barzani’nin başkanlık süresine ilişkin Kürt siyasi partileri arasındaki tartışmaların ve çekişmelerin sonlandırılması gerekmektedir. Barzani’nin başkanlık süresinin iki yıl daha temdit edilmesinin Kürtlerin çıkarına olacağı ifade edilebilir. Dahası Kürt parlamentosunun önünde iki mühim seçenek vardır. 

Bunlardan birincisi, iki yıl daha Barzani’nin görev süresinin uzatılması ve bu iki yıl süresince bölge başkanlığı yasası üzerinde çalışmalarına devam etmesidir. Diğeri ise, 2005 yılında yürürlüğe konulan başkanlık yasasının 3. maddesini değiştirerek Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı’nın görev süresini üç döneme çıkarmasıdır. Aslında en doğru seçenek başkanın görevi süresinin iki dönem olmasıdır. Ancak Kuzey Irak’taki konjonktürel durum ve Kürt partileri arasındaki rekabet Barzani’nin görev süresini sınırlandırmasına müsaade etmemektedir. 

Ayrıca Kuzey Irak’taki Kürt partilerinin (KDP dâhil) bölgesel ve uluslararası arenada tanınan ve iyi ilişkileri kurabilen yeni şahsiyetler ortaya çıkarmasında fayda vardır. Orta Doğu’daki gelişmeler, Kuzey Irak’ta muhalefet edebilecek partilerin sayılarının artması (Goran Hareketi gibi) ve yeni neslin talepleri dikkate alındığında bölge başkanlığını babadan oğla veya herhangi 
bir aile ferdine geçmesi mümkün görünmemektedir. 

Netice itibariyle özetlemek gerekirse, Kuzey Irak siyasi partilerin uzlaşmasıyla birlikte Barzani’nin başkanlık süresi büyük olasılıkla iki yıl daha uzatılacaktır. Yukarıda da ifade edildiği gibi başta KYB olmak üzere Goran, İslami Birlik ve İslami Toplum’u Barzani’nin görev süresini tartışmaktan ziyade bölgedeki siyasal sistemin parlamenter olmasını talep etmektedirler. Burada KDP’nin Barzani’nin başkanlık süresi konusunda Kürt partileri arasında konsensüs sağlanması için parlamenter sistemin tesisi veya başkanın bazı yetkilerinin kısıtlaması gibi meselelerde anlaşması gerekmektedir.


BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 

BİLGESAM, 

Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 

www.bilgesam.org 

www.bilgestrateji.com 

bilgesam@bilgesam.org 

Tel: 0212 217 65 91 - Fax: 0 212 217 65 93
www.bilgesam.org

Yazar Hakkında

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..

..

KUZEY IRAKTAKİ BAŞKANLIK KRİZİ.., İŞİD ve İRAN BÖLÜM 1




KUZEY IRAKTAKİ  BAŞKANLIK  KRİZİ.., İŞİD ve İRAN., BÖLÜM 1




Kuzey Irak’taki Başkanlık Krizi, IŞİD ve İran
Ali SEMİN

IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) 2014 yılının Haziran ayında Musul’u kontrol etmesiyle birlikte Irak’taki iç dinamiklerinde yaşanan değişimler, Kuzey Irak Kürt yönetimindeki siyasi denkleme de yansımıştır. Bir terör örgütü olarak yapısal konumuna ve eylemlerine bakıldığında IŞİD sıra dışı bir oluşumdur. 

Çünkü IŞİD’in aldığı desteğin ve sahip olduğu gücün kaynağına ne bölgesel güçler ne de istihbarat teşkilatları tam manasıyla erişebilmiştir. IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında ilerleme sağlaması ve ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyonun örgüte karşı düzenlediği hava operasyonlarından somut bir netice alınamaması, Kuzey Irak Kürt siyasetindeki güç rekabetini de yakından etkilemektedir. Bir tarafta Kuzey Irak Kürt yönetiminde yer alan Kürt partiler; 
KDP (Kürdistan Demokratik Partisi), KYB (Kürdistan Yurtseverler Birliği), Goran Hareketi (Değişim), Yekgirtuy İslami Kurdistan (Kürdistan İslami Birliği), 
Komal İslami Kurdistan (Kürdistan İslami Toplum) arasındaki politik denklem değişirken, diğer taraftan da Bağdat-Erbil ilişkilerindeki petrol ve bütçe krizi devam etmektedir. Bilinenin aksine IŞİD ile mücadele kapsamında Irak’taki Kürt siyasi partileri birlikte hareket ediyormuş gibi görünse bile kendi aralarındaki 
rekabetinin ve anlaşmazlıkların derinleştiğini söylemek mümkündür. Özellikle Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin başkanlık görevi süresinin 19 Ağustos 2015 tarihinde sona ermesi ve kendisini yeniden aday göstermesi ciddi tartışmaları beraberinde getirmektedir. 

Buna karşılık Mesud Barzani’nin lideri olduğu KDP’ye karşı bölgedeki siyasi partiler yeni ittifak arayışları içerisine girmişlerdir. Bu yazıda, Kuzey Irak’taki başkanlık sorununun çözümü, bölgedeki siyasi ittifaklar ve Kürtlerin IŞİD ile mücadelesi analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca İran’ın Kuzey Irak’taki Kürt partileri arasındaki etkinliği ve başkanlık krizindeki tutumu tartışılacaktır. 


IŞİD ile Mücadele ve Kuzey Irak’taki İç Dinamikler

IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından, Kuzey Irak Kürt yönetiminin Peşmerge güçleri aracılığıyla Irak Anayasası’nın 140. maddesini kapsayan tartışmalı bölgelerde güvenli bir ortam temin edebilmesi Kürtler açısından önemli bir kazanım olarak değerlendirilebilir. 

Özellikle 12 Haziran 2014 tarihinde Irak ordusunun Kerkük’ten çekilmesi ile doğan güvenlik boşluğunu Peşmerge güçlerinin doldurması oldukça önemli bir gelişmedir. IŞİD’in Irak ve Suriye topraklarında ilerlemesi ve gün geçtikçe gücü açısından istikrarsız bir görüntü vermesi ile Kürtlerin nüfuz alanlarını ister istemez genişletebilmiş oldukları ifade edilebilir. Bunun yanısıra IŞİD’in Irak’ta güç kazanması ve Kürt yönetiminin kendi bölgesi olarak tanımladığı alanlara doğru ilerlemesi, Kürt partileri arasındaki nüfuz mücadelesini de tetiklemektedir. ABD öncülüğünde kurulan uluslararası koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadele edilebilmesi için Peşmerge’ye  askeri eğitim, silah ve lojistik destek sunması, Kürtlerin küresel aktörler arasındaki popülaritesini arttırabilmesini sağlamıştır. 

Peşmerge güçlerinin Kerkük, Diyale, Selahaddin ve Musul’a bağlı Gueyir, Mahmur ve Sincar’da (Şengal) uluslararası koalisyon tarafından düzenlenen hava operasyonlarının desteğiyle IŞİD’e karşı mücadelede başarı sağlaması Kürtler bakımından büyük bir kazanımdır. Hatta Ekim 2014’te IŞİD ile savaşılması amacıyla Peşmerge güçlerinin Kobani’ye gönderilmesi; terörle mücadele açısından Kuzey Irak’ın önemli bir rol elde etmesine imkan vermiştir. Çünkü resmi rakamlara göre 2014 yılının Haziran ayından 2015 yılının Haziran ayına kadarki süre diliminde 1300 Peşmerge, IŞİD ile mücadele sürecinde 
hayatını kaybetmiştir ve 5000 civarında Peşmerge ise yaralanmıştır.1 


IŞİD’in Irak’taki ilerleyişine bağlı olarak Kürt yönetiminin iç ve dış politikasında çeşitli değişikliklerin meydana gelmiş olduğunu ifade etmek mümkündür. 


1 http://www.alraipress.com/news10936.html, 
(Erişim:27.07.2015).
Kürt yönetiminin IŞİD sonrasındaki bir Irak’ta artık işbirliği ve uzlaşı olgularını terk ettikleri ve yeniden bir nevi güç mücadelesi başlattıkları görülmektedir.
Kuzey Irak’ın ve bölgesel  Kuzey Irak’ta değişen dengeler şu şekilde sıralanabilir: 



1. Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin lideri olduğu KDP’nin KYB, Goran Hareketi ve diğer Kürt partileriyle mücadele etmesinin yanı sıra PKK/PYD ile de hem Suriye’nin kuzeyinde hem de Şengal bölgesinde mücadele etmek zorunda kaldığı söylenebilir. Başka bir ifadeyle IŞİD ile beraber Iraklı Kürtlerin elde ettikleri kazanımları takiben, Kürtler arasındaki anlaşmazlıklar da bu güç mücadelesi neticesinde derinleşmiştir. 

2. 21 Eylül 2013 tarihinde Kuzey Irak’ta yapılan parlamento seçimlerinde Novşirvan Mustafa liderliğindeki Goran Hareketi KDP’den sonraki ikinci siyasi parti olmuştu. KDP ile uzlaşarak Erbil hükümetine katılan Goran Hareketi’nin, IŞİD’in Irak topraklarındaki ilerleyişinin ardından KYB ile bir ittifak kurma arayışı içerisinde olduğu ifade edilebilir. Bilhassa PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD’nin ülkenin kuzeyinde kurduğu kanton bölgelerine (Kobani, Afrin ve el-Cezire) KDP’nin karşı çıkması, KYB ile Goran Hareketi’ni birbirlerine yaklaştıran nedenlerin başında gelmektedir. Böylelikle Kuzey Irak’ın iç siyasetinde Goran Hareketi’nin “ PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD’nin ülkenin kuzeyinde kurduğu kanton bölgelerine (Kobani, Afrin ve el-Cezire) KDP’nin karşı çıkması, KYB ile Goran Hareketi’ni birbirlerine yaklaştıran nedenlerin başında gelmektedir.”

KDP’ye yeni bir rakip olduğu -KYB gibi- kabul edilebilir. Bunun yanısıra Kuzey Irak’ın iç siyasetindeki iki güçlü parti olan KDP ve KYB’nin Goran Hareketi üzerinden birbirlerini dengeleyebilme noktasında çabalamaları ise önemli bir gelişmedir. Bu durum, 2006 yılında KDP-KYB arasında imzalanan stratejik ortaklık anlaşması muhtevasıyla ters düşmektedir. Çünkü iki parti arasındaki söz konusu anlaşma, birlikte hareket etmeyi vurgulamaktadır. 

Fakat 21 Eylül 2013 tarihindeki Kuzey Irak parlamento seçimlerinde ve 30 Nisan 2014 tarihindeki Irak genel seçimlerinde KDP ve KYB’nin kendi bayraklarının 
rengi olan Sarı ve Yeşil şeklinde iki ayrı listeyle seçimlere katılması, 2006 yılından günümüze dek iki partinin ilişkilerinde ciddi bir kırılma yaşandığını 
da göstermektedir. 

3. Musul’un kontrolünün IŞİD’e geçmesiyle birlikte Kürt Yönetimi Başkanı Barzani’nin bağımsızlık söylemine bölgedeki Kürt partilerinden (KYB, Goran ve İslami partileri) tam anlamıyla bir destek gelmemesi Kuzey Irak’ın politik denklemindeki rekabet üzerinde oldukça etkili olmuştur. Şu noktayı vurgulamak gerekir ki KDP-KYB arasında imzalanan stratejik ortaklık ittifakından sonra Kürt yönetimi birleşik bir görüntü verse dahi bu durum hali kamu kurumları üzerinde tam olarak hissedilememektedir. 
Örneğin, Kuzey Irak’taki Peşmerge Bakanlığı Peşmerge gücünü KDP-KYB arasındaki stratejik anlaşmaya rağmen tek bir yapıda birleştirememiştir. 

Kuzey Irak’ta nizami bir Kürt ordusunun kurulamaması durumu, başta KDP-KYB olmak üzere Kürt partileri arasındaki güç mücadelesinden kaynaklanmaktadır. 

IŞİD’in Irak’taki ilerleyişinin ardından PKK terör örgütünün de Kuzey Irak’ın siyasi denklemindeki güç rekabetine katıldığı düşünülebilir. 

IŞİD’e karşı Şengal’de mücadele eden ve Şengal dağında Kanton bölge kuran PKK bu sayede, KDP ile Musul çevresindeki nüfuzunu genişleterek Suriye ile Irak sınır hattını kontrol etmeyi amaçlamaktadır. Öte yandan IŞİD sonrasındaki Irak’ta Bağdat-Erbil ikili ilişkilerinde yaşanan petrol ve bütçe sorunu -iki tarafın çözüm hususunda Kasım 2014’te vardığı anlaşmaya rağmen- halen devam etmektedir. Bağdat merkezi hükümeti, IŞİD ile verdiği mücadelenin ağır maliyetinden ve petrol fiyatlarındaki düşüşten dolayı nakit para sıkıntısı yaşamaktadır. Bu nedenle Kuzey Irak’a göndermesi gereken bütçeyi gönderememektedir. Kuzey Irak’ın iç dengelerindeki sorunlardan ötürü Erbil yönetimi, Bağdat hükümeti ile yaşadığı krizi eski döneme nazaran gündemde daha az tutmakta dır. 

Kuzey Irak’ta Başkanlık Seçimi Tartışmaları Kuzey Irak’taki Kürt siyasi partileri arasında tartışılmakta olan en önemli konuların başında 19 Ağustos 2015 tarihinde görev süresi bitecek olan Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani gelmektedir. 

Kürt yönetiminin önünde üç önemli kriz dosyası bulunmaktadır. Bunlar: Barzani’nin görev süresi ve yetkileri, anayasasının yazılımı süreci ve bölgede kurulacak olan yönetimsel sistem (Başkanlık, yarı başkanlık ve parlamenter sistem) sorunu üzerinedir. Bu üç önemli konu Kürt siyasi partiler arasındaki tartışmaları ve güç mücadelesini derinleştirmektedir. 2005 yılında yürürlüğe konulan 1 no’lu Başkanlık Yasası, Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı’nın görev süresi, yetkisi ve konumu ile ilgilidir. Söz konusu yasanın 3. maddesine göre başkanın görev süresi 4 yıldır ve iki kez seçilme hakkı bulunmaktadır.2 Bu yasanın 17.maddesine dayanarak 

Kürt Yönetimi Başkanı Barzani 2005 yılında ilk kez parlamento tarafından seçilmişti. Çünkü 17. maddede Kürt Yönetimi Başkanı’nın birinci dönem 
için parlamentodan seçilmesi öngörülmektedir. 

Kürt Yönetimi Başkanı Barzani 2009 yılında ikinci dönem başkanlık için yüzde 69 oranında oy elde ederek doğrudan halk tarafından seçilmişti.3 

2013 yılında başkanlık süresi dolan Barzani için 19 no’lu görev uzatma yasası çıkartılmıştı. 19 no’lu yasa ile bir defaya mahsus olmak üzere Barzani’nin başkanlık görev süresi 19 Ağustos 2013 tarihinden 19 Ağustos 2015 tarihine kadar Kürt Parlamentosu tarafından uzatılmıştı.4 

Aslında Kuzey Irak’taki Kürt partileri arasında devam eden tartışmaların temeli Barzani’nin görev süresinden ziyade yetkilerine dayanmaktadır. 
Barzani’nin yetkileri, 2005 başkanlık yasasının 10. maddesinde toplanmaktadır. 10. maddenin 2. fıkrasına göre başkan, parlamento seçimleri için karar verebilir. 
4. fıkrada ise başkanın parlamentoyu feshetme yetkisine sahip olduğu ifade edilmektedir. Aynı maddenin 8. fıkrasına göre başkan özel bir kanunla olağanüstü hal ilan edebilir. Yasanın 13. maddesinde ise, bölge başkanının Peşmerge Gücünün Başkomutanı sıfatını taşıdığı belirtilmektedir.


Kürt Bölgesi Parlamentosu 23 Haziran 2015 tarihinde başkanlık yasa tasarısı gündemiyle toplanmıştı. KDP’li milletvekillerinin yanı sıra başkanlık yasası oturumuna 57 üye katılmıştı. 


2 http://www.newsabah.com/wp/newspaper/40884 (Erişim:28.07.2015).

3 http://cabinet.gov.krd/a/d.aspx?a=3633&l=14,(Erişim:25.07.2015)

4 http://elaph.com/Web/news/2013/6/821066.html,(Erişim:25.07.2015)


KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum bölge başkanının parlamento tarafından seçilmesine ilişkin dört yasa tasarısı sunmuştu.

Öte yandan 28 Temmuz’da KDP tarafından yapılan açıklamada, Kuzey Irak bölgesindeki güvenlik tehdidi ve istisnai durumdan dolayı Barzani’nin iki yıl daha (2017 yılına kadar) uzatılmasını talep etmiştir.

KDP’nin Bölge Parlamento’sunda 38 milletvekili bulunsa da karşısında yeni bir blok olarak KYB, Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum’dan oluşan 57 milletvekili yer almaktadır. Barzani’nin başkanlık görev süresi konusundaki tartışmalarla birlikte Kuzey Irak’ta iki cepheli bir yapının meydana geldiği dile getirilebilir. 

KDP’nin stratejik ortaklık anlaşması imzaladığı KYB ile Mesud Barzani’nin görev süresinin uzatılması konusunda herhangi bir uzlaşı sağlayamaması, KDP’nin Kuzey Irak’taki Eylül 2013 tarihli Parlamento ve Nisan 2014 tarihli yerel seçimlere ilişkin tutumundan kaynaklanmaktadır. KDP’nin her iki seçimdeki stratejisi de Goran Hareketi’nin Erbil hükümetine katılmasını sağlayarak KYB’nin Celal Talabani’nin sağlık durumundan ve parti içerisindeki iç çekişmelerden 
de yararlanılarak daha çok zayıflatılması amacına yöneliktir. Fakat KDP’nin bu stratejisi başkanlık süresinin uzatılması meselesinde yetersiz kalmıştır. 
Ayrıca, hem Kürt kamuoyunda hem de Kürt siyasi oluşumları arasında konjonktürel olarak dengeler önemli ölçüde değişmiştir. Bu durumun ana sebeplerinden biri Kuzey Irak’ın siyasal yapısındaki güç dağılımının artık KDP-KYB arasındaki ilişki ve anlaşmalara bağlı olarak uygulanmamasıdır. KDP ve KYB’nin yanısıra 2009 yılından beri bölgenin siyasi denklemine Goran Hareketi, İslami Birlik ve İslami Toplum’un da etkin bir şekilde katılımı söz konusudur. 

2.Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..

..

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI, BÖLÜM 2






TÜRKİYE VE ARAP BAHARI, BÖLÜM 2






Demokrasinin daha fazla altının çizilmesi, 

İkinci süreç bölgede giderek belirginleşen demokrasi kavramı ve Türkiye’nin dış politikasındaki retorik araç kiti görüntüsüdür. Arap Baharı olgusuna getirilen farklı açıklamalar bulunmaktadır, ancak bunların birçoğu ayaklanmaların temel itici gücü olarak daha iyi yönetime yönelik popüler talebe vurgu yapmaktadır.

Söz konusu talepler bazı ülkelerde rejime neden olmuş ve bazılarında kısmi reformları tetiklemiş olsa da, Suriye’de bu sürecin bir iç savaşa dönüşme riski
bulunmaktadır.

Türk hükümeti Orta Doğu’daki gelişmeleri Arap halkının demokrasi ve daha iyi yönetim konusunda gerçek ve aşağıdan yukarı yönlü talebinin bir yansıması olarak ele almıştır. Türkiye, bölge halklarının yöneticilerinden demokrasi ve eşit muamele talep ettikleri için desteklenmeleri gerektiğini, çünkü bunların tüm milletlerin herhangi bir engel olmaksızın hak ettiği evrensel normlar olduğunu savunan bir pozisyon almıştır. 

Burada Türkiye, Türk halkının kendi ülkesinde demokratik haklardan istifa ettiğini ve Türk hükümetinin yerel olarak bu talepleri karşıladığını, bu nedenle Türk hükümetinin kendi ülkelerinde aynı haklar için ayaklanan bölge halklarının arkasında duracağını belirtmesiyle oldukça stratejik bir karar almıştır. 

Türkiye’nin geleneksel olarak demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikası olmadığı hatırlanacak olursa, bu Türkiye için devrim niteliğinde bir
adımdır. Türkiye’nin demokratik nitelikleri Batı tarafından sorgulanmıştır  ve şu anda da belirli bir seviyede sorgulanmaya devam etmektedir ve Türkiye resmi olarak
yurtdışında demokrasinin desteklenmesi yönünde bir politikadan kaçınmıştır.
Ancak Arap Baharıyla birlikte Türkiye’nin kendisini demokratik hareketleri destekleyen bir aktör olarak ön plana çıkardığını görüyoruz. Türk bakış
açısındaki bu önemli dönüşümün yabancı politika oryantasyonu konusunda da yansımaları bulunmaktadır. Sürdürülecek belirli politikalar konusunda yaşanan
anlaşmazlıklara rağmen, Avrupalı aktörler ve ABD de, Libya ve Suriye’de halkın demokrasi talebini destekleme kararı alarak ve rejim değişikliği konusunda baskı
yaparak benzer bir pozisyon almışlardır.

Söz konusu destek geç gelmiş de olsa, onlar da Türkiye gibi rejimlerin değil hakların tarafında olmayı tercih etmişlerdir. Arap halkının Orta Doğu’da demokratik taleplerine verdikleri tepkilerin altında yatan benzerlik, Türkiye’nin yurtdışı politikasının Orta Doğu’daki Batıya ait liberal tabancı politika anlayışına ne derece  benzerlik gösterdiğinin altını çizmektedir. 

Özellikle Türkiye’nin Suriye ayaklanmalarında olduğu gibi egemenlik fikrini bir sorumluluk olarak benimsemesi, Batı liberal yabancı politika kültürünü ve
aynı zamanda egemenliğin dokunulmazlığı fikrinin savunan Çin veya Brezilya gibi diğer yükselen güçlerden farkını vurgulamaktadır.

Demokrasiyi savunan bu yeni yabancı politika ülkeyi İran ve belirli bir seviyeye kadar Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri ve aynı zamanda jeopolitik açıdan
Rusya gibi aktörlerle anlaşmazlığa veya potansiyel ihtilafa sokmaktadır. Rusya Orta Doğu’daki gelişmeler konusunda oldukça kuşkucu bir bakış açısı geliştirmiştir.
Özellikle Libya’daki acı deneyimleri sonrasında, Rusların kafasında Suriye ayaklanması konusunda bir takım soru işaretleri bulunmaktadır. Türkiye’nin
olayları prodemokratik bir talep olarak yorumlamasının aksine, Rusya gerçek bir demokratik hareket veya aşağıdan yukarıya doğru bir süreç gözlemleme mektedir.

Sonuç olarak 

Türkiye, Rusya ve İran’la karşılaştırıldığında denklemin farklı taraflarında yer almıştır. 

Demokratik değerlere vurgu yapılması 

 ( '' Orta Doğu’nun güvenli  ortamını çevreleyen riskler ve  belirsizlikler Türkiye için de  önemli sorunlara yol açmaktadır. '' )


Türkiye’nin yalnızca dış politikaların da değil aynı zamanda iç politikalarında da benzersiz zorluklara neden olmuştur. Türk hükumeti Orta Doğu’daki demokratik hareketleri kesin suretle destekleme kararı almıştır, ama bu politika bu denli kolaybir lokma değildir. Muhalefet partilerinin özellikle Suriye politikasında yaptığı güçlü eleştirilerle birlikte, hükumet söz konusu politikayı iç siyasette açıklamakta zorluklarla karşılaşmıştır. Türk halkının bazı kesimleri ise Arap Baharının ardındaki güçler konusunda çeşitli şüphelere sahiptir ve hükumetin pozisyonunu tam olarak desteklememektedir.


'' Şii ve Sünni Gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiye için diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır. “


Tehditlerin değişen yapısı 

Orta Doğu’da gerçekleşmekte olan üçüncü büyük süreç ise Orta Doğu’daki tehditlerin değişen yapısıdır. Arap Baharı öncesinde Orta Doğu’nun sakin sayılabilecek ortamında,  Türkiye pro aktif Orta Doğu politikası ile paralel olarak ilgili rejimlerle birlikte çalışmıştır. O tarihlerde, bu ülkelerle meşruiyet ve otoritenin sağlanmış olduğuna ve anlaşmanın üzerlerine düşen bölümünü yerine getireceklerine inanarak işbirliği kurmuştur. Ancak Orta Doğu’daki dönüşüm süreci sırasında, uygun muhatapları belirlemek ve kenditaahhütlerini 
yerine getirmek üzere otorite ve kaynakları kumanda edip etmediklerini tespit etmek zor hale gelmiştir. Türkiye gibi dış  aktörler için ortaya çıkan zorluk Orta Doğu’ya yönelik uzun vadeli stratejik bir vizyon sahibi olmaları durumunda, geçiş ülkelerindeki yetkin muhatapların tespit edilmesidir. 

Devam eden geçiş sürecinde tahmin edilemezlik ve belirsizlik hakimdir ve bu durum tüm bölgeyi emniyetsiz, hassas ve risklere açık hale getirmektedir. 

Orta Doğu’nun güvenli ortamını çevreleyen riskler ve belirsizlikler Türkiye için de önemli sorunlara yol açmaktadır. Örneğin, Suriye’deki durum Türkiye için 
doğrudan bir güvenlik problemi oluşturmaktadır, çünkü sınır hattına patlak veren iç savaşla ilgilenmesi gerekmektedir ve söz konusu durum hali hazırda mültecilerin Türkiye’ye akın etmesi ve sınırda silahlı çatışmaların yaşanmasıyla sonuçlanmıştır. Ancak bölgede etkileri dolaylı olarak hissedilebilecek diğer risklerde bulunmaktadır. 
Bu risklerden biri devletlerin mevcut sınırları ve bölgesel bütünlüklerinin bölgesel kargaşa sırasındaki zayıflık halinde tartışmaya açılabilecek olmasıdır, bu durum yalnızca Türkiye için değil aynı zamanda diğer aktörler içinde benzersiz sorunlar teşkil etmektedir.Örneğin, mevcut ihtilaf derinleştikçe,

Suriye’nin birleşik bir ülke olarak kalacağı veya dini veya etnik gruplar arasında bölüşüleceği sorusu da giderek artan bir şekilde ön plana çıkmaktadır. Diğer bir problem ise  MENA’da ademi müdahale kuralını ilgilendirmektedir. Birleşmiş  suriye, ırak, iran, petrol,Milletler komutası altında Libya’da Batının gerçekleştirdiği müdahale sonrasında,

Batı ülkelerinin insani gerekçeler sunarak müdahalede bulunuyor olması da bölgesel jeopolitik dengeleri karıştırabilir. Bu durum Çin ve Rusya tarafından da dile getirilen bir endişedir.

Şii ve Sünni gruplar gibi dini kimliklerin siyasallaşması Orta Doğu’da Türkiyeiçin diğer bir güvenlik sorununu oluşturmaktadır. Dini kimlikler siyasalçatışmalara dahil oldukça, daha ayırıcı nitelikte sonuçlara neden olabilmektedir.
Buradaki risk Şii ve Sünni eyaletler ve gruplar söz konusu dini faktörler etrafında mobilize oldukça bölgedeki çatışmaların daha da büyümesine neden olabilecekleridir.
Türkiye için bu gelişme benzersiz bir sorun teşkil etmektedir, çünkü Türkiye büyük çoğunluğu Sünni bir ülke olsa da Sünni kimliğini temel olan bir dış politika izlememektedir. 

Türkiye kendisini nötr bir güç olarak temsil etmeyi arzulamakta ve bu dini kimlik sınırlamalarının arasında sıkışmayı istememektedir. Bazen İran ve Suudi Arabistan veya Körfez ülkeleri Orta Doğu’daki dini gündemleri destekleyen iki güç olarak görülmektedir. Suriyeçatışması dini dinamiklerin dikkatlerinTürkiye’ye yoğunlaşmasına neden olan en bariz vaka dır. 
Ancak Türkiye kendi adına,Suriye ayaklanmasını desteklese dahi, bu desteğinin dini yakınlığın bir sonucu olarak algılanmasını istememektedir. 
Türkiye’nin yabancı politikasını Arap Baharının karşısında kati evrensel ilkeler temelinde savunması ve aynı zamanda dini tuzağa düşmemeyi başarması görülmemiş bir  zorluk oluşturacaktır. 

Orta Doğu’da ortaya çıkan diğer bir güvenlik riski ise etnik kimliklerin giderek
siyasallaşmasıdır. Dini kimliklere benzer şekilde etnik ayrışmalar da giderek artan bir şekilde ön plana çıkmakta ve vurgulanmaktadır. Örneğin, Suriye’de Kürt kesimi giderek daha önemli bir unsur haline gelmekte ve İran’daki gelişmelerle birlikte ele alındığında, bölgedeki etnik siyaset güvenlik ortamını tehlike altına sokmaktadır. Söz konusu yeni zorluklar ortaya çıktıkça, İran nükleer programı da Orta Doğu’daki diğer bir risk unsuru olmaya devam etmektedir. Söz konusu risk bir süredir ortadadır, ancak Suriye 
ayaklanmasıyla birlikte, İran nükleer probleminin getirdiği diplomatik gerilimin daha da arttığı ve Türkiye’yi ilgilendiren riskleri de güçlendirdiği görülmektedir.

Türkiye’nin Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması 

Türkiye’yi etkileyen dördüncü ve son süreç ise Türkiye’nin Batıyla ve özellikle ABDile olan bağlarını yeniden tanımlamasıdır.
Bu süreç bölgesel jeopolitik ada bir takım etkilere sahip olmanın yanı sıra, Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik vizyonunu da değiştirmektedir. Daha önce de vurgulandığı üzere, Türkiye Orta Doğu ile yakın entegrasyon aracılığıyla bölgesel bir düzen geliştirmeye çalışmıştır. İki yıl öncede Arap ayaklanmaları başladığında, ideal olarak Türkiye’nin Türkiye, İran, Suudi Arabistan veya Mısır gibi bölgesel güçlerin Libya, Suriye ve diğer çatışmaları ele almak üzere bir araya geldiğini görmekten memnun kalacağı beklenebilirdi. Ancak bu son iki yılda bunun mümkün olmadığı barizbir şekilde ortaya çıkmıştır çünkü bölgesel ülkeler bölgesel sorunlara çözüm getirme konusunda birlikte çalışmalarını sağlayacak araçlar, mekanizmalar ve teşviklere sahip değildir. 


(  '' Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı  zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin  de Orta Doğu’daki gelişmeleri ele almada yetersiz kaldığına dikkat edilmelidir. ''  )


Şu anda Orta Doğu daha değişken bir hale geldikçe, Türkiye de kendi menfaatleri ve güvenliğini korumakla ilgilenmek zorunda kalmaktadır. ABD’nin Türkiye’nin ihtiyaçlarını karşılayacak araçlara sahip olmasından ötürü Ankara Washington ile işbirliğine yönelmiştir.

Asya ekseninin ABD menfaatlerinin bölgeden çekilmesine neden olacağı konusunda hala çözüme kavuşturulmamış bir anlaşmazlık bulunmasına rağmen, ABD hala bölgesel siyasi gelişmeler üzerinde karar verici bir etki yaratabilecek güçtedir.

Arap Baharından önce Türk-Amerika karşılıklı ilişkisinde daha büyük farklılık bulunmaktaydı. Örnek olarak, İran’ın nükleer problemi konusunda TürkiyeABD tarafından desteklenen BM Güvenlik Konseyi kararına muhalif oy vermişti.
Ancak bugün Türkiye İran ve Suriye konusunda ABD ile giderek artan bir beraberlik içerisinde hareket etmektedir. 

Son Tespitler 

Arap Baharı, Türkiye’nin güney sınırlarında istikrar ve refah kuşağı görevini görecek bir bölgesel düzen yaratma hedefini temel alan Orta Doğu politikası için önemli bir imtihan olmuştur. Türkiye ekonomik karşılıklı bağımlılık, yumuşak güç, diploması, aracılık ve taahhüt politikaları gibi çeşitli liberal araçlar kullanarak Orta Doğu’ya nüfuz etme yönünde proaktif bir yabancı politika takip etmiştir. Özellikle bölgesel aktörlerin bir araya gelerek kendi sorunlarına çözümler üretebilecekleri bölgesel tasarruf fikrini güçlendirmeyi hedeflemiştir. 

Son iki yılda Türkiye’nin bölgesel politikalarında meydana gelen değişiklikler, risklere karşı daha eğilimli olan ve Türkiye için yeni güvenlik riskleri oluşturan yeni bölgesel güvenlik ortamı ele alındığında daha kolay anlaşılabilir. 
Buna yanıt olarak Türkiye meydana gelen olayları bölgedeki güvenlik ve menfaatlerine fayda sağlayacak şekilde şekillendirebilme ümidiyle aynı proaktif yurt dışı politika yaklaşımını sürdürmüştür. Özellikle Türkiye’nin demokrasiyi savunduğunu ifade etmesi oldukça önemlidir, çünkü demokratik rejimlerin daha meşru ve dayanıklı hükumetler oluşturulmasına yardımcı olarak bölgesel düzenin istikrarı için en etkili çözüm olacağına inanmıştır. 

Bu süreçte Türkiye aynı zaman da özerk politikalar geliştirme becerileri konusundaki sınırlarını ve bölgesel temelli çözümler oluşturulması için bölgesel mekanizmaların zayıflıklarını da kavramıştır. Bunun bir sonucu olarak Türkiye Batı politikasını yeniden düzenlemiştir, ancak Batı ile koordinasyondan elde edilen bu süreç de Türkiye için yeni zorluklar barındırmaktadır, çünkü ABD ile birlikte hareket ettiği ölçüde söz konusu iş birliği de komşularıyla muhtemel gerilimler içerinde olmasına neden olacaktır. Bunun aksine, Washington ile yakın işbirliği Türkiye’nin yurt dışındaki algılanış şeklini değiştirmiştir. Batıyla olan ilişkilerin yeniden kalibre edilmesi eksen kayması konusundaki tartışmaları etkili bir şekildesonlandırmıştır. 

Ancak yalnızca Türkiye’nin değil aynı zamanda AB ve diğer Avrupa ülkelerinin de Orta Doğu’daki gelişmeleri göz önünde bulundurulduğunda yetersiz kaldığına dikkat edilmelidir. Hepsi bir arada göz önünde bulundurulduğunda, gelişmelerin ele alınması yönündeki Avrupa katılımı veya stratejik düşüncesi çok düşük seviyededir.

ABD’yi bölgeye karşı gösterdiği nispi ilgisizlik bir iktidar boşluğu oluşturmaktadır ve Türkiye bölgesel bir aktör olarak bu boşluğu doldurmaya çabalasa da bu hedefini henüz gerçekleştirememiştir. 

Bununla birlikte Türkiye’nin Arap Baharı öncesindeki liberal araçlar yönündeki tercihi de önemli bir testten geçmektedir.
Bu yeni ortamda, özellikle Suriye çatışmasına bağlı olarak, zorlu güvenlik sorunları, mecburi araçlar ve izolasyon politikaları da giderek artan bir şekilde Türkiye’nin dış politika gündeminde yerini almaktadır.

Bölgedeki güvenlik ortamının risklere karşı açık olduğu düşünüldüğünde, 

Türkiye doğal olarak sert güç varlıklarını daha ciddi olarak düşünmektedir, ancak Türk diplomasisinin önümüzdeki günlerde sert ve yumuşak güç becerileri arasındaki hassas dengeyi sağlaması da önemli bir zorluk teşkil edecektir.



..

TÜRKİYE VE ARAP BAHARI, BÖLÜM 1





TÜRKİYE VE ARAP BAHARI, BÖLÜM 1



TÜRKİYE’NİN ORTA DOĞU  POLİTİKASINDAKİ DEĞİŞİKLİKLER 

Doç. Dr. Şaban Kardaş, TOBB Üniversitesi Öğretim Üyesi, HASEN Bilim ve Uzmanlar Kurulu Üyesi 




Orta Doğu geçtiğimiz iki yıl boyunca bir dönüşüm sürecine girmiş ve bölgesel   aktörleri yurt dışı politikalarını yeniden tanımlamaya zorlamıştır. 2010 yılının sonlarındaki olayların başlangıcından buyana ise Türk hükumeti Arap Baharı’nı pozitif yönde kavramsallaştırmıştır.Genel bakış açısı, çeşitli gösteriler ve ayaklanmaların bölgede dönüşüm için aşağıdan yukarıya doğru bir talep olduğu yönünde olmuştur. Bu, sıradan Arap halkının gerçek  arzusudur ve Türkiye’nin desteğini hak etmiştir.
Açıkça görülmektedir ki Tunus, Mısır veya Libya gibi bölgedeki demokratik rejimlerin nihai yükselişi Türkiye için memnun edici gelişmelerdir ve Türkiye’nin
Orta Doğu politikalarında uzun vadede pozitif sonuçlar üretmesi muhtemeldir.

Ancak demokratik rejimlerin geçiş süreçleri ve konsolidasyonunun zorlayıcı olacağı ve Türkiye için çeşitli güvenlik riskleri doğuracağına dikkat edilmesi gerekmektedir. 
Suriye’deki ayaklanma ve akabinde meydana gelen çatışma şimdidenTürkiye’nin bölgesel menfaatleri açısından doğrudan problem oluşturmaya başlamıştır,
ancak Arap Baharının etkileri doğrudan oluşan güvenlik risklerinden çok daha derine gitmektedir. 


 ( '' Bölgesel dönüşüm kaçınılmaz bir şekilde Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolünün gözden geçirilmesini gerektirmektedir ve Ankara Şimdiden bölgesel politikalarında önemli değişiklikler başlatmıştır.'' )



Bu yazıda, dört tamamlayıcı sürece odaklanarak söz konusu dönüşümleri analiz edeceğim:
Türkiye’nin Orta Doğu jeopolitik hesaplamalarına yönelik eğilimi, demokrasi konusunun giderek artan bir şekilde altının çizilmesi, tehditlerin değişen doğası ve Türkiye’nin  Batıyla olan bağlarını yeniden tanımlaması. Söz konusu dönüşümleri birbağlam içerisine oturtmak için Türkiye’ninArap Baharı öncesinde Orta Doğu’dakigörevini nasıl  kavramsallaştırabileceğimiz konusunda kısa bir açıklamayla başlayacağım. 

Bölgesel bir güç olarak Türkiye 

Arap Baharı’nın Türkiye’nin bölgesel politikaları üzerindeki etkilerini kavrayabilmek için Türkiye’nin Orta Doğu’da üstlendiği rol hakkındaki algılamaların kısa kavramsal açıklamalarıyla başlamak faydalı olacaktır. Arap Baharı öncesinde, özellikle 2008-2010 yıllarında Türkiye’nin dış politikası konusundaki görüşler proaktivizm terimine odaklanmış durumdaydı.

Yalnızca Türkiye’de değil aynı zamanda Batı ve Orta Doğu ülkelerinde de proaktif Türk dış politikasının anlaşılması için uygun bir etiket bulunmaya çalışılıyordu.

Çok sayıda araştırmacı Türkiye’nin dış politikasını tanımlayabilmek amacıyla“neo-Ottomanizm” veya “sıfır sorunlu dış politika” gibi farklı isimler kullanıyordu. Benim bakış açıma göre “ Bölgesel Güç ” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim. Aslında Türkiye’nin Orta Doğu’daki rolü, yürütülen eylemleri Türkiye etrafında merkezleşmesi ümit edilen bir bölgesel düzen oluşturma ve Orta Doğu’da bölgesel  entegrasyon sürecini tetikleme çabaları olarak gördüğümüzde daha iyi anlaşılabilecektir. 

Arap Baharından önceki birkaç yılda, Türkiye Güneydeki komşularıyla bağlarını güçlendirmiş ve bu ülkelerle daha iyi ekonomik ve siyasal ilişkiler kurmak için çaba sarf etmiştir. Batıdaki çoğu insan, özellikle Amerikalı beyin takımı Türkiye’nin Batıdan uzaklaştığını, Avrupa’ya yüz çevirdiğini ve Orta Doğuya doğru eğilim gösterdiğini ileri sürmüştür. Ancak bu Türkiye’nin hedeflerinin doğru bir ifadesi değildir. Türkiye’nin eylemleri daha çok bölgesel aktörlerle yakın işbirliği sayesinde bölgesel entegrasyonu tetikleme   çabası şeklinde gerçekleşmiştir. Türkiye’nin bölgesel entegrasyon çabaları dünyanın diğer bölgelerindeki süreçlere benzerdir. Türkiye içinde bulunduğu bölgede hem ekonomik hem de siyasi alanda bölgesel mekanizmaları başlatmak için büyük çaba sarf etmektedir. 




Türkiye’nin Arap Baharı öncesindeki Orta Doğu Politikası Türkiye’nin bölgesel entegrasyon sürecinin merkezinde olmasını ve bölgedeki olayların gidişatını şekillendirecek şekilde özerk ve bağımsız politikalar geliştirecek bir pozisyonda yer almasını öngörüyordu. 

(  “Benim bakış açıma göre “ Bölgesel Güç ” terimi Türkiye’nin bölgede oynamak istediği rolü en iyi tanımlayan terim.  “  )


Arap Baharıyla ilişkili gelişmeler Türkiye’nin bölgesel politikaları ve Orta Doğu’da entegrasyon girişimleri karşısında eşsiz bir imtihan oluşturmuştur.
Geçtiğimiz iki yıl içerisinde meydana gelen olaylar Orta Doğu’daki bölgesel düzenin zayıflıklarını ve sınırlarını gözler önüne sermiş ve Türkiye’nin burada bölgesel seviyede çözümler başlatma yönündeki beceri ve kapasitesini daha iyi değerlendirmek üzere bir imtihan haline gelmiştir. 

Türkiye ve Arap Baharı: Türkiye’nin Orta Doğu Politikasındaki Değişiklikler

Orta Doğu düzeninin dönüşümü ve Türkiye’nin güvenliği konusundaki sorunlar Orta Doğu’da MENA ve dolayısıyla Türkiye’nin dış politikasını dönüştüren en az dört adet  önemli süreç bulunmaktadır. 

Orta Doğu jeopolitik hesaplamalara eğilim 

İlk olarak, Türkiye giderek artan bir şekilde Orta Doğru jeopolitik hesaplamaları na ve sürekli değişen güç dengelerine yönelmektedir. Orta Doğu’daki sorunlar ve hesaplar  Türkiye’nin yabancı politikasında giderek daha fazla telaffuz edilmekte dir.

Türkiye’nin bölgeyle daha fazla ilgilenmeye başlamasının Batıyla olan iletişimi üzerindeki etkilerinin doğru şekilde açıklanması gerekmektedir. Türkiye’nin yabancı politikasının Orta Doğu’daki gelişmelerle meşgul olduğu ölçüde,


Batıda Türkiye’nin AB’ye gösterdiği ilgi ve menfaatlerinin azaldığı yönünde bir algılayış meydana gelmektedir. Örneğin, özellikle Avrupa Komisyonu’nun
Türkiye’nin AB üyelik sürecindeki gelişmeleri hakkında yayınlandığı son rapordan sonra, Avrupa merkezlerinde Türkiye Avrupa entegrasyonunu sürdürme konusundaki ilgisi ve kararlılığını kaybetmiş bir ülke olarak öne çıkmaktadır.

Orta Doğu’ya yönelik eğilim ve Avrupa entegrasyonu konusundaki gecikmeler arasında rastlantısal bir bağ veya bir sebep sonuç ilişkisi olup olmadığı analitik bir bakış açısıyla ele alınabilir, ancak politika açısından bakıldığında, söz konusu algılayış şekli Türkiye’nin Batıda ele alması gereken bir konudur.

Orta Doğu bağlamında ele alındığında, Türkiye politikalarını hızlı şekilde değişen yerel dinamikler ve ittifaklara göre yeniden düzenlemektedir. 
Türkiye gerçekleşen olaylar nedeniyle Irak, İran veya Suriye gibi yerlerde de olduğu gibi, pozisyonunu kısa aralıklarla düzenlemek zorunda kalmaktadır. 
Bu değişen pozisyonlar Türkiye için önemli maliyetler oluşturmaktadır, çünkü Türkiye’nin sürdürdüğü yeni politikalardan bazıları komşularıyla ihtilaf
içerisinde olmasına neden olmuştur. Örneğin, Irak, İran ve Suriye ile karşılıklı olarak sürdürdüğü politikalar Irak ve İran hükümetleri İle anlaşmazlığa neden olmuş,  Suriye ile diplomatik ilişkilerin kırılmasıyla sonuçlanmıştır. Örnek olarak, bundan iki yıl önce İran ile iyi ilişkiler içerisinde olmasına rağmen, bugün Türkiye-İran ilişkilerinin yeni bir ihtilaf aşamasına girdiğini görüyoruz. 

Orta Doğu’da değişen dinamikler Türk diplomasisini de değiştirmesi dolayısıyla, Türkiye’nin bölgedeki yeni yabancı politikası için daha iyi açıklamalar öne sürmesi  gerekmektedir.

2 Cİ  BÖLÜMLE DEVAM EDECEK..

..

Türkiye Nabucco’dan Çekilir mi?

               Türkiye Nabucco’dan Çekilir mi?

aslanyavuzsir@orsam.org.tr














Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Avrupa Birliği (AB)  üyelik sürecinde kritik öneme sahip 2009 yılında AB perspektifinin güçlendirilmesi amacıyla 4 yıl aradan sonra 
Brüksel’e bir ziyarette bulunmuştur. Ziyaret Türkiye’nin 2009 yılında AB sürecine vime kazandırma yönünde atılmış bir adım olarak görülmektedir. Ancak ziyaret sırasında yapılan Nabucco projesine dair açıklamalar, görüşmelerde ön plana çıkmıştır.

Son dönemde Türkiye’nin AB üyelik sürecinin ve reformlarının sekteye uğradığına dair eleştiriler giderek artmaktadır. AB nezdinde Türkiye’nin özellikle “askeri darbe tehditleri, cinayetler ile liberaller, yazarlar ve gazeteciler hakkındaki davalar ve Kürt azınlığın baskılar ile sarsıldığına” dair bir kanaat oluşmuştur. Bu kanaat ve eleştirilere cevaben Türkiye Cumhuriyeti AB üyeliği müzakerelerine ivme kazandırmak amacıyla 2009 yılında daha aktif bir müzakere süreci yürütülmesini amaçlamaktadır. 
Nitekim Avrupa Birliği içerisinde Türkiye’nin üyeliği konusunda ayrılıklar yaşanmaktadır. Fransa ve Almanya gibi başat ülkeler de dâhil olmak üzere Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkanların sesi giderek yükselmektedir. Burada temel hassasiyet, Türkiye’de 2000’li yıllardan bu yana süren radikal reformların durduğu, hatta geriye dönüşün yaşandığına yönelik eleştirilerde hissedilmekte dir. Türk dış politikasında AB ile ilişkilerin yoğunluğunda bir azalmanın yaşandığı aşikârdır. Ancak bu karşılıklı bir süreçtir. 

Türkiye’nin dış politika öncelikleri, coğrafi olarak konumlandığı bölgedeki krizler ve bunlara verilen tepkiler temelinde AB’den farklılaşmaktadır. Bu durum, AB üyelik sürecinde yaşanan bazı sıkıntılarda kendisini göstermektedir.

Benzer sıkıntılar AB nezdinde Türkiye’ye bakış açısı ve AB içi sorunlarda da görülebilir. AB, özellikle Ağustos ayındaki Kafkasya krizi ve ardından Rusya-Ukrayna enerji krizinden ciddi biçimde etkilenmiştir. Temel hassasiyet, daha agresif bir Rusya’nın, AB sınırlarında yeniden ortaya çıkmasıdır. Bunun en ciddi hissedildiği alan ise enerji güvenliği olmuştur.

Böyle bir dönemde Başbakan Erdoğan’ın AB ile müzakere sürecinde yaşanan sıkıntıları, AB enerji güvenliği ve Nabucco projesi ile ilişkilendiren açıklamaları, AB tarafından tepki ile karşılansa da kritik bazı sorunların varlığına da işaret etmektedir. Gerçekten de Türkiye’nin Nabucco projesine verdiği desteği, bugüne kadar bu projeye Türkiye’den daha çok ihtiyacı bulunan AB ülkeleri dahi gösterememiştir. Ancak proje halen AB ve Türkiye için büyük öneme sahiptir.

Nabucco Projesi

Nabucco projesinin hazırlıklarına ilke defa 2002 yılında BOTAŞ ve Avusturya’nın en büyük enerji şirketi OMV arasında yapılan görüşmeler ile başlanmıştır. Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Türkiye’nin ortaklığında yürütülen Nabucco müzakereleri, 2005 yılında Ortaklık Anlaşması’nın imzalanması ile sonuçlanmış, 2008 yılında Alman RWE şirketinin de katılımıyla proje büyük ivme kazanmıştır. 11 Haziran’da Nabucco projesi kapsamında Azeri doğal gazının Bulgaristan’a satılması ile ilgili ilk anlaşma yapılmıştır.

Projenin başlangıç noktası Erzurum olarak belirlenmiştir. 3300 kilometre uzunluğunda ve 45 milyar metreküp kapasiteye sahip olması planlanan boru hattı, Tebriz-Erzurum boru hattı, Güney Kafkasya boru hattı ve gelecekte yapılması planlanan Trans-Hazar boru hattını birleştirmeyi öngörmektedir. Böylece Orta Asya ve Hazar kaynakları ile İran doğal gazının da Nabucco projesi için kaynak bölgeler olarak belirlenmiştir. Gelecekte Irak doğal gazının da projeye eklemlenmesi gündemdedir.

Nabucco projesi, tamamlanması halinde Avrupa Birliği enerji güvenliği için önemli enerji koridorlarından birisini oluşturacaktır. Rusya’ya bağımlılığın kırılabilmesi için alternatif kaynak ve geçiş yollarından istifade edilmesi büyük önem taşımaktadır. AB’nin yakın zamanda Rusya kaynaklı enerji kesintileri ile karşı karşıya kalması sonucunda Nabucco projesi hem AB enerji güvenliği hem de Türkiye’nin AB nezdinde stratejik önemi açısından kritik bir proje olarak karşımıza çıkmaktadır.  

Başbakan’ın Açıklaması ve Nabucco’nun Geleceği

Erdoğan’ın ziyareti Avrupa basınında büyük yankı bulmuştur. Başbakan’ın Avrupa Politika Merkezi’ndeki konuşmasında Nabucco projesine yönelik açıklaması ise farklı tepkiler almıştır. Bir soru üzerine Başbakan Erdoğan, AB ile müzakerelerde enerji başlığının açılmaması halinde Türkiye’nin Nabucco’daki rolünü gözden geçirebileceğinin sinyallerini vermiştir. Erdoğan’ın açıklaması, 27 Ocak tarihinde Budapeşte’de yapılacak olan Nabucco zirvesi öncesinde AB yetkililerine müzakere sürecindeki sorunlara ilişkin verilmiş bir mesaj niteliğindedir.

Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barroso ile görüştü. Barroso, enerji güvenliği konusunun AB-Türkiye müzakerelerinin belirli başlıklarına bağlanamayacak kadar önemli bir konu olduğunu açıklamıştır. Komisyon’un enerji başlığındaki tıkanmanın giderilmesi için elinden geleni yapacağını ifade etmiştir. Barroso ayrıca Nabucco projesinin çok önemli olduğunu ve AB’nin sorumluluklarının farkında olduğunu da belirtmiştir.

Başbakan Erdoğan, Ankara’ya dönüşünde Nabucco projesine tam ve tutarlı destek verildiğini açıklamıştır. Bu açıklama Batılı yorumcular tarafından önceki açıklamalardan bir dönüş olarak görülmektedir. Fakat asıl vurgulanması gereken nokta, yapılan açıklamanın AB ile müzakere sürecinde karşılaşılan sorunlar ve Türkiye’nin bu süreçten beklentileri ile ilgili olmasıdır. Türkiye, AB tarafından ve siyasi çekişmeler yüzünden tıkanmış bir müzakere sürecine sıcak bakmamakta dır. Özellikle Kıbrıs konusundaki hassasiyet, AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye siyasi dayatmalar yapabilmek için AB’yi bir araç olarak kullanmaya çalışmalarından kaynaklanmaktadır.

Brüksel’deki görüşmelerde Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin, AB-Türkiye müzakere sürecine yaptığı bu türden bir müdahale en kritik konulardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY) Şubat 2003 tarihinde Mısır, Ocak 2007 tarihinde ise Lübnan ile Doğu Akdeniz’de ‘deniz yetki alanlarının sınırlandırılması’ anlaşmaları yapması ve ardından 15 Şubat 2007 tarihinde bu anlaşmalarla belirlediği alanlarda uluslararası hidrokarbon arama ve işletme ihalesi açmasıyla, Doğu Akdeniz’de petrol krizi gündeme gelmişti. Türkiye bu anlaşmalara tepki göstermiş, yapılan arama çalışmalarını bloke etmiş ve Türk Petrol Anonim Ortaklığı’na arama izni verilmiştir. Kriz, AB üyesi olan Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Avrupa Birliği nezdinde Türkiye aleyhine girişimlerde bulunması ve enerji başlığının bloke edilmesi ile sonuçlanmıştır. Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında öne çıkan bu tepkinin temelinde Kıbrıs Rum Yönetimi’nin müzakereleri sekteye uğratma girişimi bulunmaktadır.

Türkiye ise AB’nin Rum Yönetimi’nin bu siyasi tavrı sebebiyle müzakerelerde bir tıkanma yaşanmasını hoş karşılamamaktadır. Nitekim, özellikle enerji başlığının 
görüşüldüğü müzakere sürecinde yaşanan bir tıkanma, Türkiye’nin kabul edemeyeceği bir durumdur. Türkiye, Nabucco projesinin hayata geçirilmesi için büyük çaba harcamaktadır. Türkiye’nin de proje kapsamında bazı özel talepleri bulunmakta, hem daha çok etkinlik hem de daha çok kar istemektedir. Ancak AB ülkeleri Nabucco’nun önemine dikkat çekerken, Türkiye’nin bu projeye verdiği desteği AB üyeliği yolunda bir çaba olarak da görmektedirler. Türkiye Avrupa enerji güvenliğine katkıda bulunacak böyle bir projenin öncülüğünü yaparken AB içerisinde ne Türkiye’nin rolü, ne Nabucco’nun AB enerji güvenliğine etkisi konusunda bir perspektif geliştirilememiş olup, çelişkili bir tavır ortaya konmaktadır.

AB-Türkiye ilişkilerinde enerji güvenliği konusu Türkiye’nin müzakere gücünü arttıran bir konu olmuştur. Bu konuda AB’nin çelişkili bir tavır ortaya koyması, AB üyesi ülkelerin Türkiye ile müzakerelerde Türkiye’nin bu rolüne karşın müdahalelerde bulunması, Erdoğan’ın açıklamasına zemin oluşturmuştur. Türkiye’nin projeden desteğini çekme gibi bir niyeti yoktur. Ancak bu konunun önemi ortadayken Türkiye’nin karşısına çıkarılmak istenen sorunlar karşısında da tepki gösterilmektedir.

Sonuç Yerine: 

Kısır Döngü ve Türkiye’nin Tavrı Bu döngü tekrarlanacaktır. Kıbrıs Rum Yönetimi Türkiye ile müzakerelere müdahil olmaya çalışacak, Türkiye ise AB ile ilişkilerde Rumların ortaya çıkardığı engellere cevap vermek durumunda kalacaktır. Burada önemli olan Türkiye’nin buna vereceği cevabın stratejisi ve prensibinin ortaya konmasının gerekliliğidir. Türkiye müzakereler boyunca Rum yönetimi ya da herhangi bir AB ülkesi karşısında stratejik konumuna vurgu mu yapacaktır? Bu yöntem, Rum Yönetimi ve Türkiye karşıtı grupların, müzakere 
sürecinin siyasi baskı aracı haline getirilmesi ile aynı değil midir? Böylece müzakere süreci başlıkların açılıp kapanması sürecinde Türkiye ile Türkiye-karşıtı gruplar arasındaki siyasi mücadeleye zemin oluşturacak, her siyasi sorunda tıkanma riski ile karşı karşıya kalacaktır. Türkiye’nin tutumu, Rum Yönetimi’nin haklı çıkarılmasını değil,

 AB içerisinde yalnızlaştırılmasını amaçlamaktadır. Bu ise Rum Yönetimi’nin veya AB ülkelerinin Türkiye karşıtı tutumlarını doğru çıkartacak söylemler ile değil, 
tam tersine AB sürecine bağlı kalarak, diplomasinin hareket geçirilmesi, stratejik konum ve Türkiye’yi avantajlı konuma getirebilecek diğer özelliklere sahip çıkılarak yapılabilecektir. Nabucco projesi Türkiye’nin inisiyatifiyle harekete geçirilmiş önemli bir projedir. Türkiye’nin bu projedeki öncü konumunu veya desteğine şüphe düşürecek söylemlerden kaçınılması, bizi AB üyelik sürecinde güçlendirecektir.


http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=22


..

YIKAMACAKLAR, YIKAMAZLAR, YIKILMAYACAĞIZ

YIKAMACAKLAR,  YIKAMAZLAR,  YIKILMAYACAĞIZ




Ve bugün Ankara Valisi Alaaddin Yüksel'den Cumhuriyet Bayramı Mesajı geldi.


Yüksel, “Asırlar boyunca dünya tarihinde şanlı sahifeler açmış olan Yüce Türk Milleti ve onun ayrılmaz parçası Ankara ve Ankaralılar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 90. yılını kutlamanın coşkusu ve engin sevinci içerisindedir” ifadelerini kullandı.

Yüksel mesajında "Cumhuriyet, Türk Milletinin tarih sahnesinde yeniden dirilişinin adıdır” dedi.

Yüksel'in Başbakan'ın yasakladığı " Türk Milleti " kavramını ertesi gün altını çizerek kullanması dikkat çekti.