12 Kasım 2015 Perşembe

AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ






AVRUPA BİRLİĞİNİN TÜRKİYE'YE ETKİLERİ

Prof Dr. Erol MANİSALI

Harp Akademileri Komutanlığınca düzenlenen "Türkiye'nin Etrafında Barış Kuşağı Nasıl oluşturulur." konulu sempozyumda Prof Dr. Erol Manisalı'nın "Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye Etkileri" başlıklı konuşmasınının tam metni.

1- Değerlendirmelerde kullanılan varsayımlar:

- AB'nin Türkiye'nin bulunduğu çoğrafyaya etkileri ele anırken, bu coğrafyanın sınırları olarak; Ege ve Balkanlar: Doğu Akdeniz, Ortadoğu, Kafkasya ve İran ile AB dışı, Karadeniz bölgesi ele alınmıştır. Bu alan Türkiye ile birlikte Arap Ortadoğusu, İsrail, İran, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Rusya, Ukrayna, Beyaz Rusya, Arnavutluk, Makedonya ve Bosna Hersek'i kapsar.

- AB'nin bu bölge ve ülkelere "etkileri" kapsamında da, siyasi, iktisadi, askeri ve kültürel" değerlendirilmiştir.

- Analizler, AB'nin bu gün devam eden bütünleşme sürecinin, yarın da aksamayacağına ve sonunda " Avrupa Birleşik Devletleri'nin federasyon ya da konfederasyon sınırları arasında gerçekleşeceği varsayımına dayandırılmıştır. AB'nin, soğuk savaş sonrası döneminde (Orta vadede) , ABD merkezli bir dünya düzenine "karşı koyabilmesi" Uzun dönemde) de Çin ağırlıklı Asya Platformu karşısında gerilememesi için, AB içindeki bütün sorunlara rağmen , Avrupa Birleşik Devletleri'ni kurma yönünde ilerlemesi, vazgeçilmez bir koşul olarak ortaya çıkmaktadır. AB bu nedenle, tek ekonomik bütünlük, tek askeri güç ve ortak bir anayasa çatışı altında bütünleşmek zorunda bulunmaktadır.
Bunun esas gerekçesi "dünya üzerinde stratejik bir güç" olarak geri kalmama (hatta ilerleme) meselesine dayanmaktadır...

- Analizlerde kabul ettiğim başka bir varsayım ise " AB'nin uzun vadede de Türkiye'yi içine tam üye olarak almayacağı (alamayacağı) " hadisesidir. Bu varsayımın gerekçelerini, "Avrupa Çıkmazı" adlı kitabımda ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. AB için Türkiye'yi içine almasının siyasi, iktisadi ve kültürel bedeli (maliyeti) olağanüstü boyutlardadır. AB, 1995 Gümrük Birliği belgesi ile, Türkiye'den almak istediği her şeyi, hem de sıfır maliyetle elde etmiş bulunmaktadır. AB'nin Türkiye'yi içeri alması durumunda, a) İş gücünün serbest dolaşımı dolayısıyla Türkiye nüfusunun AB'ye akması; b) Türkiye'ye "Zengin üyelerden fakir üyelere yardım fasıllarından" büyük parasal yardım yapma zorunluluğunda olması ; c) ileride, Türkiye'nin en yüksek nüfusa sahip ülke olarak AB'yi Almanya ile birlikte yönetir duruma gelmesi gibi AB'yi çok olumsuz etkileyecek bir bedel ödemesi durumuna getirir. 

Ayrıca AB'nin Müslüman Türkiye'yi alıp Hıristiyan Rusya'yı, Beyaz Rusya'yı dışarıda bırakması imkansızdır. Bu ülkeleri ve Türkiye'yi tam üye olarak almış bir Batı Avrupa, kendi refah seviyesini geriletmiş olur.

AB zaten Türkiye'yi içine alacak olsa, Kıbrıs, Ege, Güneydoğu, sözde Ermeni soykırımı, Avrupa Ordusu'na (AGSP) tek yanlı bağlama konularında Türkiye'yi sıkıştırmazdı.

Bütün bu konularda Türkiye'nin üzerine gelip dayatmalarda bulunması, Türkiye'yi yarın da almayacağının (alamayacağının) en açık göstergesidir.


2- AB'nin bölgeye yönelik politikaları:

a) AB bu bölgede "ikinci bir halka" oluşturmak istemektedir. İçine almadığı ülkeleri, "kendisine tek taraflı bağımlı hale" getirmek amacındadır.

- Türkiye ile yaptığı "Gümrük Birliği " Anlaşması bunun bir örneğidir. Şu anda Türkiye, AB'ye tek taraflı bağımlı durumdadır. Türkiye "AB'nin dışında olmasına rağmen, AB'nin dış ticaret politikasını uygulamakla yükümlüdür." Bu yükümlülükler Türkiye'yi AB'ye "yavaş yavaş daha bağımlı" hale getirmektedir.

- İş çevreleri, işçi sendikalarının bazıları, bazı kamu kuruluşları, üniversiteler, bazı medya kuruluşları yavaş yavaş AB'nin güdümüne girmektedirler. AB'deki çokuluslu firmaların Türkiye pazarındaki egemenlikleri hızla artmaktadır. Birçok imalat sanayii alanında firmalar el değiştirmiş ve AB firmalarının egemenliği artmıştır. Bankacılık, turizm, ulaştırma, sağlık, eğitim gibi alanlara da hızla girmektedir.

- Zaman içinde Türkiye'nin "tamamen AB'ye tek taraflı bir yapıya sahip duruma getirileceğini" ve artık "kemikleşecek" olan bu yapılanmanın, Türkiye'deki ulusalcı, çevreler tarafından hiçbir biçimde değiştirilemeyceğinin politikası içindeler. Son 12 yıl içindeki istatistiklere baktığımızda özellikle 1995 'ten itibaren ivmesi artan bir tek yanlılığın ortaya çıktığını görmekteyiz. Sanayi, ticaret, tarım, turizm, ulaştırma, bankacılık, eğitim, sağlık alanlarındaki istatistikler, "tam bir netlikle bu acı gerçeği" ortaya koymaktadır.

- AB, kendi içine almayacağı Akdeniz ülkeleri ile (Fas'tan Ürdün'e kadar) MEDA (Akdeniz İktisadi Kalkınma Programı) çerçevesinde ilişkilerini hızla geliştirmeye başlamıştır. 1990 - 1991 Körfez bunalımı sonrasında ABD ve İngiltere, Körfez'e askeri olarak yerleşip Arap Ortadoğusu'nu denetimine alınca Akdeniz, "eski sahipleri" AB'ye bırakıldı ve MEDA programı ağırlık kazandı. AB, MEDA çervesinde Fas'tan Ürdün'e kadar uzanan Arap Ülkelerini ve ('FKÖ) güneydeki "İkinci Halka" olarak AB'ye ekonomik olarak "bağımlı " kılacak bir politika izlemeye başladı.

Son yıllarda Kuzey Afrika ülkeleri ile "ikili serbest Ticaret anlaşmaları" yaparak kendisine ekonomik ve ticari yönlerden bağlama politikasını yürütegelmektedir. Bunlar "aday ülke" değillerdir.

İşin ilginç tarafı "aday ülke" olan Türkiye'de MEDA kapsamı içine alınmıştır. AB'den "Yunanistan'ın veto ettiği yardımlar" alınamamakta buna karşılık MEDA kapsamında Türkiye'ye "sembolik" yardımlar yapılmaktadır.

AB bu bağlamda, Akdeniz'i AB'nin bir iç denizi gibi görüp kendi iktisadi, siyasi ve stratejik denetimine yönelik bir politika izlemektedir. Kıbrıs politikasındaki sertlik, tek yanlılık ve AB içine almak için aceleci davranışı, "ileride Türkiye'yi AB içine almama politikasının" bir sonucudur. Türkiye'yi yarın içine alacak olsa, Kıbrıs'ta uyuşmazlığın çözümünü zamana yayar. "Türkiye'nin AB'ye girişi ile eş-zamanlı olarak" kolayca çözebilirdi.

AB'nin Türkiye politikası, Ege konusunda da kendini göstermektedir. AB parlamentosu'nun 15.12.1996 tarihli kararına göre Ege'deki ihtilaflı bölgeler konusunda, "Türkiye'nin Yunanistan'ın ve AB'nin Egedeki haklarını çiğnediğini" ifade ederek Ege'yi AB'nin bir iç denizi olarak görmekte, Türkiye'nin ileride AB'ye alınmayacağının bir göstergesi olarak ortaya koymuş bulunmaktadır.
Balkanlarda da AB, kuzey Afrika örneğine benzer bir politika izlemektedir. Arnavutluk, Bosna, Hersek, ve Mekedonya ile "ikinci halka" ilişkileri planlamaktadır. Sloven'yadan başka Yugoslavya (yeni) ve Hırvatistan da ileride AB'ye mutlaka alınacaktır.

Romanya ve Bulgaristan konusunda bazı tereddütlerin bulunduğu NIC, (nationel Intelligence Council -C.I.A.) Globbal Trend 2015 raporunda (2 Aralık 2000) da yer bulmaktadır. Yine bu rapora göre Türkiye AB'nin içine alınmayacaktır.

3- AB'nin Ortadoğu politikası, enerji ve PKK konusu:

AB derken İngiltere'yi ayırarak değerlendirmek, "Kıta Avrupası" demek daha doğru olur.

-Körfez Krizi sonrasından ABD ve İngiltere "stratejik ortaklar" olarak Ortadoğu'ya yerleşmişler ayrıca "İngiliz Toprağı sayılan" Kıbrıs'taki iki İngiliz üssü de ABD tarafından kullanıla gelmektedir.
AB'nin büyükleri Almanya ve Fransa, Akdeniz'in yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda da ABD ingiltere ikilisini "dengeleme" amacına yönelik politikalar izlemektedir. En çarpıcı olanı, bölgedeki kürtler konusunda "ABD- ingiltere ikilisi" ile "Almanya - Fransa ikilisi" arasında süregelen çekişmedir.
Bu çekişme, "Türkiye'ye ödetilerek" Türkiye'nin sırtından yürütülmektedir. En azından, izledikleri politikanın sonuçları bu yönde gelişebilemektedir.
1992 'den itibaren ABD İngiltere ikilisi K.Irak'ta kukla bir Kürt devletinin biçimsel altyapısını, "tamamen dışardan uygulayarak" yürütmüşlerdir. Bunu Başbakan Sayın B. Ecevit de kamuoyuna açıklamıştır. (Aralık 2001, Ocak 2002 çeşitli gazeteler ve TV beyanları). Ancak TSK böyle bir kukla devletin ilanını savaş nedeni sayacağını ortaya koymuştur. ABD ve İngiltere'nin K. ırak'ta yürüttükleri politikaya karşılık AB (Kıta Avrupası), PKK'yi AB güdümünde siyasallaştırarak Anadolu'dan K. Irak 'taki Amerikan- İngiliz girişimini "dengelemek" istemektedir.
ABD ve İngiltere'nin K. Irak kartına karşılık PKK'yi AB denetiminde) " Ortadoğu-Kafkasya hattında kullanabileceği bir maşa, bir köprü başı olarak" görmektedir.
PKK'nın kıta Avrupası'nda siyası destek görmesinin arkasında yatan esas neden budur. Büyük güçlerin bölgedeki "stratejik paylaşım kavgasında" kullanabilecekleri araçlardır.

Bir varsayım olarak; ABD ileride, K.Irak'ta İncirlik düzeyinde üs inşa eder ise Kafkasya ve İç Asya dengelerinde önemli değişmeler olur. Almanya, Fransa gibi ülkeler enerji politikalarında zaafa uğrarlar.

4- AB ve Karadeniz Bölgesi:

AB, Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya'yı aynen Türkiye gibi , içine almadan yoluna devam edecektir. Bu ülkeleri ekonomik, ticari ve mali olarak AB'ye "bağımlı halde tutmaya" çalışacaktır. Bu konuda Almanya önemli girişimler içindedir. Almanya ile Rusya doğalgazını, yoğun bir biçimde kullanmaktadırlar. Bu yönü ile Rusya'nın elinde de önemli kozlar bulunmaktadır.

- İlginç bir biçimde, AB ile ilişkilerinde, "Türkiye, Rusya ve Ukrayna ve beyaz Rusya aynı kaderi" paylaşmaktadırlar. Hepside AB içine alınmayacaklar "Ancak AB tarafından , AB'ye bağımlı ikinci bir halka içinde tutulmak isteyeceklerdir. Çin 'in Asya'daki ülkelerle oluşturmak istediği "Asya Platformu" gerçekleşebilirse "Asya'daki önemli bir iktisadi siyasi ve askeri güç merkezi" ortaya çıkacaktır. Bu durum, ABD'nin olduğu kadar, AB'nin de AB'nin doğu sınırındaki ülkeler ile ilişkilerini önemli ölçüde etkileyecektir.

5- AB'nin Bölge Politikası ve Türkiye

AB Türkiye'yi dışlamayacak" ancak, daha önce belirttiğim nedenlerden dolayı Avrupa Birleşik Devletlerinde Türkiye'ye yer vermeyecektir.

AB'nin esas amacı, Türkiye'yi aynen Kuzey Afrika ülkelerinde ve Rusya - Ukrayna politikasında olduğu gibi kendi etki (denetim) alanı içinde" tutma politikası gütmektir.

- 6 Mart 1995 Belgesi ile başlatılan tek yanlı ticari ve iktisadi bağımlılığı bürokrasiye, eğitime, sivil toplum örgütlerine yayarak Türk siyasetini denetim altında tutmak istemektir.

- Türkiye'nin 1999'da başlatılan adaylık sürecinin "Türkiye'nin önüne sürekli engeller konularak oyalanması" amacı güdülmektedir.

a) Kıbrıs ve Ege'nin AB vasıtasıyla Yunanistan'ın denetimine sokulması için baskı yapılmaktadır.

b) PKK'nin terör örgütü olarak kabul edilmemesi, siyasallaştırılması çabaları, AB ülkelerinden etkili destek sağlanması Türkiye - AB ilişkilerinı yarın da olumsuz etkileyecek bir politikadır.

c) Ermeni meselesinde AB, "Türkiye eğer soykırım yaptığını kabul etmez ise Türkiye - AB ilişkileri gelişemez " demektedir.

6- Avrupa Ordusu (AGSP) konusunda da Türkiye'yi dışlamaktadır.

Bütün bunlar "şimdilik" Türkiye'nin önüne konmuş engellemelerdir. Yarın bunlara daha başkaları da eklenebilir. AB'nin bu politikası, "Türkiye'yi sürekli kapının önünde tutmak, bu arada alabildiği ödünleri almak ve tek yanlı bağımlılığı kemikleştirmek" biçiminde özetlenebilir.

Sonuç; 

AB'nin Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgeye yönelik politikası, "Yukarıda ortaya konan gelişmelerin ışığında" Türkiye'nin ulusal politikaları ile birçok konuda çatışma içide bulunmaktadır. Temel sorun "AB'nin Türkiye'yi içinde alamayacağı" hadisine dayanmaktadır. Türkiye AB ile tek yanlı bağımlılığını sürdürür ise " Kıbrıs, Ege, PKK, Ermeni ve AGSP konularında, orta ve uzun vadede stratejik ödünler vermek zorunda kalacaktır." 
ABD'nin de, K. Irak, Kıbrıs, Ege, Ermeni konularında, "Türkiye'nin Ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" politikaları bulunduğu için, "AB ve ABD'yi Türkiye konusunda tamamen karşıt politikalar içinde değerlendiremiyoruz." Bu nedenle aralarında rekabet ve çekişme olsa bile, anılan konularda, "Türkiye'nin ulusal çıkarları ile bağdaşmayan" ortak bir zemin üzerinde bulundukları görülmektedir.
Türkiye kaçınılmaz olarak "AB'nin yakın bölge üzerindeki olumsuz etkilerini telafi edecek dengeleri kurmak zorundadır."
Bölge ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi ve Asya Platformu ile "ortak çıkar noktalarının geliştirilmesi" yeni denge arayışlarında en önemli unsur olacaktır. 
TSK'nin inisiyatif alarak bu konuda ilerlemeler sağlamasını, yeni denge politikaları arayışlarında olumlu bir gelişme olarak değerlendirmek gerekir".

http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/mart02_02.html


..

HALKIN ORTAK COŞKUSU...



HALKIN ORTAK COŞKUSU...






HALKIN ORTAK COŞKUSU...



Prof. Dr. Erol MANİSALI

Türkiye-AB tartışmasında gerçekler yavaş yavaş ortaya çıkıyor.

Türkiye-AB ilişkileri uzun yıllardan beri "kapalı devre" yürütülmekteydi. Mecliste, hükümetlerde, sendikalarda tartışılmıyordu. Halkımız ne olup bittiğinin farkında değildi.
Medya tarafından halka genellikle "yanlış ve eksik bilgi" veriliyordu. Siyasiler oy hesabı içinde, "doğruyu söyleme cesaretini gösteremiyorlardı."
Meseyi görüp de gerçekleri halka duyurmak isteyen uzmanların ve aydınların sesleri "özellikle kısılıyordu" Halkın gerçekleri görmesi engellenmekteydi. Türkiye'nin "demokrasiye evet sömürüye hayır" politikasına girmesi engelleniyordu.
İlişkiler sadece "Kopenhag kriterlerine odaklanmış", bu ölçülere uyulunca AB'nin Türkiye'yi tam üye yapacağı yalanı söyleniyordu. Bazı siyasilerin, bazı bürokratların, bazı büyük sermaye çevrelerinin bölücülerin İslamı siyasallaştırmak isteyenlerin bu yalanın sürdürülmesinde kendilerine göre hesapları vardı.
Bu çevrelerin "etrafına" bazı yazarlar ve öğretim görevleri çöreklenmişlerdir. Belgeli tanımı ile, "Brüksel temsilcilerine fena halde ihtiyacı olanlar da" bilinen isimlerdir...


http://www.mudafaai-hukuk.com.tr/arsiv/nisan02_03.html



PKK'nın Yol Haritası: Ya çözüm süreci kumpasına dönüş ya da iç savaşa giden ayaklanma!







  PKK'nın Yol Haritası: Ya çözüm süreci kumpasına dönüş ya da iç savaşa giden ayaklanma! 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                 
Terörle Mücadelede Verdiğimiz Şehitler 1984-2013


Terörizm ve Terörizmle Mücadele
17 Eylül 2015 Perşembe

PKK'nın Yol Haritası: Ya çözüm süreci kumpasına dönüş ya da iç savaşa giden ayaklanma!
Cahit Armağan DİLEK tarafından yazıldı.



Bu yazıda PKK terör örgütünün AKP iktidarının zafiyetlerini, zayıf yönlerini ve yumuşak karnını çok iyi tespit edip "sözde ateşkes-terör-sözde ateşkes-terör" 
kısır döngüsüne sokup tavizler kopardığını, sürekli tekrarlanan ve her seferinde uzayan sözde ateşkes ve sonrasında yoğunlaşan terör döngüsüyle birlikte alınan 
tavizlerin kapsamının ve içeriğinin de arttığını, PKK'nın terör örgütünün bir devletçiğe dönüştürüldüğünü,  böylece son aylarda tırmanan PKK terör sarmalıyla birlikte artan şehit sayılarının ve buna karı devletin yoğunlaşan operasyonlarıyla da aslında Türkiye'yi yönetenlerin ve Türk kamuoyunun içeriğini ve nihai hedefini bilmediği ama bir kumpas olduğu ortaya çıkan sözde çözüm süreci kapsamında yeniden müzakere masasına oturtulmaya çalışıldığını ya da bu olmaza T.C.'ne karşı PKK'nın büyük ayaklaması başlatacak tehdidinin yapıldığını ortaya koymaya çalışacağız.

Çözüm süreci donduruldu!

7 Haziran seçimleri öncesinde çözüm sürecinin durdurulduğu bir dönemi yaşadık. Bunun görünürdeki en büyük nedeni de 28 Şubat AKP-HDP(PKK) ortak açıklamasının seçimlerde AKP'nin oylarını olumsuz etkisi olacağını tespit eden Cumhurbaşkanın hem bu ortak mutabakatı reddetmesi hem de Kürt sorunu olmadığına dair açıklamasıydı. Çünkü Erdoğan 20 Mart'ta Ukrayna'ya gitmeden önce havaalanında yaptığı açıklamada "Çözüm süreci izleme heyetine olumlu bakmıyorum, birilerini tatmin için bu işler yapılmaz. Böyle bir şeyden doğrusu benim haberim yok. Bu olaya ben olumlu bakmıyorum" demiş, 22 Mart'ta Ukrayna dönüşünde de Dolmabahçe açıklamasını doğru bulmadığını, 10 maddeyi kabul etmediğini ve ülkede Kürt sorunu olmadığını ifade etmişti. Bununla birlikte sürecin durdurulmasının asıl sebebinin HDP eşbaşkanı  Demirtaş'ın 17 Mart'ta TBMM grubunda yaptığı "seni Başkan yaptırmayacağız" çıkışı olduğunu Başbakan Yardımcısı Akdoğan'ın 29 Temmuz'da yaptığı "Seni başkan yaptırmayacağız, sözü çözüm sürecinde gerilimi başlattı" sözlerinden anlıyoruz. Buna göre Demirtaş'ın 17 Mart'taki açıklamalarına kızan Erdoğan 20 Mart ve sonrasındaki açıklamalarında çözüm sürecinin durdurulduğunu belirten açıklamalar yaptı.Sebebi üzerinde farklı açıklamalar olsa da sürecin 28 Şubat'ta Dolmabahçe' de kaldığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Bütün bu dönemdePKK'dan AKP'ye sürecin bitirilmesini içeren tehdit ve şantaj içerikli suçlamalar daha sık ve daha sert ifadelerle gelmeye devam etti. 
Cumhurbaşkanı başta olmak üzere AKP iktidarının yetkilileri de seçimlerde milliyetçi oyları kendi lehine çekebilmek için HDP ve PKK'ya sürekli sert 
sözlere yükleniyordu. Böylesine karşılıklı sert suçlamaların yaşandığı bir dönemde ilginç bir gelişme yaşandı. Sözcü gazetesinden Saygı Öztürk'ün 10 Mayıs 2015'te köşesinde yazdığı "yalanlanmayan" habere göre 28 Nisan 2015'teki MGK toplantısında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ne son hali verildi ve hükümete gönderildi. Güncellemeye göre PKK terör örgütü siyaset belgesinin iç tehdit bölümünden çıkarılıyordu. Bunun ne anlama geldiği, aşağıdaki bölümlerde de açıklanacağı gibi, çözüm sürecinde PKK'nın nasıl hareket serbestisi kazanarak ülkeyi son 2 ayda savaş alanına çevirdiğinden anlaşılmaktadır.

Seçim sonuçları açıklandı. AKP tek başına iktidarı kaybetti. Seçim sonuçları, seçim sloganları ile özellikle çözüm sürecinin en somut meyvesi olan ve PKK'nın 
tarihindeki kazanımların en üst seviyesini gösteren 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatına göre aslında gerçekleşmesi gereken hükümet senaryosu AKP-HDP 
koalisyonuydu. Ama HDP'nin PKK'nın siyasi uzantısı olduğunun herkes tarafından bilinmesi nedeniyle AKP'nin her şeyi bu kadar da açıktan (AKP-PKK koalisyonu) 
yapması toplumun genelinden kabul görmeyecekti. Çünkü böyle bir koalisyon kurup yeni bir anayasa hazırlayarak TBMM'den geçirseler bile referandumdan geçirmeleri mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla bu seçenek hiç gündeme getirilmedi. Bu arada Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın AKP haricinde başka bir partinin, koalisyon ortağı olarak olsa bile, hükümette olmasına tahammülü olmadığı beyanatlarıyla da ortaya çıkmıştı. Böylece ipe un serilmeye başlandığını ve erken seçimin önünün açıldığını görüyoruz.

PKK terörü tırmanıyor, şehit sayısı artıyor

Türkiye önce seçim ve sonrasında hükümet senaryolarına odaklanmışken diğer taraftan sınırlarımızın hemen ötesinde özellikle güneyimizde Türkiye'nin iç 
politikasını hatta bekasını da yakından etkileyecek gelişmeler yaşanıyordu.Daha önce IŞİD tehdidinin yarattığı ortamdan istifadeyle Barzani'nin Kerkük dahil 
Irak kuzeyindeki tartışmalı toprakları işgal etmesine, Türkmenlerin Türkmeneli coğrafyasındaki yerlerinden edilmesine sessiz kalan, Musul konsolosluğu 
personelinin IŞİD tarafından rehin alınmasını çaresizce seyredip Irak coğrafyasıy la bağlarını koparan Türkiye, 22 Şubat'taki Şah Fırat operasyonuyla Suriye' deki vatan toprağı Süleyman Şah Türbesinin olduğu toprağı da terk etmesiyle Ortadoğu'dan tamamen sınırları içerisine çekilmiş, AKP iktidarının Ortadoğu politikasının iflas ettiği zaten ortaya çıkmıştı. İşte böyle bir ortamda 16 Haziran'da  Tel Abyad düştü, Suriye'nin kuzeyinde PKK'nın oluşturduğu 
iki kanton (Kobani-Cezire) coğrafi olarak da birleşti, bunun üzerine Kürt koridorunu konuşmaya başladık, CB Erdoğan 26 Haziran'daki konuşmasında  
"Suriye'nin kuzeyinde yeni bir devlet oluşumuna izin vermeyiz" dedi. Sınıra yığınak haberleri gelmeye başladı, Türkiye'nin Suriye'ye girmesinin an meselesi 
olduğu haberleri harekat planlarıyla özellikle hükümete yakın medyada yer almaya başladı. Çözüm sürecinde de süren, seçim öncesinde kıpırdamaya biraz başlayan PKK terör saldırıları Haziran'da daha da hareketlendi, basında tek tük yer bulmaya başladı.

Temmuz ayında ise PKK saldırıları daha görünür olmaya başladı. PKK 11 Temmuz'da sürecin hükümet tarafından bitirildiğini, 14 Temmuz'da da barajları ve TSK'nin Dağlıca'ya saldıran teröristlere yurt içinde operasyon yapmasını da bahane ederek sürecin bittiğini, saldırlar yapacağını ilan etti. Temmuz ayının ilk 
haftasında ABD heyeti (IŞİD koalisyonu koordinatörü emekli general başkanlığında) Türkiye'de 2 gün süren görüşmeler yaptı. 20 Temmuz 2015'te 
Suruç'ta IŞİD'li olduğu iddia edilen bir canlı bomba saldırı sonucunda 33 kişi hayatını kaybetti. 20 Temmuz Suruç saldırısı sonrasındaki Bakanlar Kurulunda (22 Temmuz) İncirlik Üssü'nün ABD'ye açılması kararı çıktı.

23 Temmuz'da PKK Suruç'un intikamı adına Ceylanpınar'da 2 polisi hunharca şehit etti. 24 Temmuz'da IŞİD hemen sınır hattı üzeride bir astsubayımızı şehit etti. 
Sonrasında TSK sınırın hemen öte tarafında adeta taş atımı mesafedeki IŞİD hedeflerini vurdu.  TSK aynı gün Irak kuzeyindeki PKK hedeflerine de kapsamlı 
hava operasyonları başlattı. Türkiye'nin IŞİD'e yönelik operasyonları bu operasyon la kalıyordu ama PKK saldırıları artarak devam edince TSK'nın PKK'ya 
karşı misilleme operasyonları da daha büyük çaplı olarak halen devam ediyor.

Çözüm süreci öncesi dönemdeki (Haziran 2011-Aralık 2012) terör sarmalı

Artık çok iyi bilinmekte ve her şey o kadar açık seçik ortadadır ki (yapılan açıklamalar ve itiraflar, yazılan makale ve kitaplar, sızan İmralı ve Oslo 
tutanakları) AKP iktidarı 2006'dan buyana PKK terör örgütüyle gizli görüşmelere başlamış, bu görüşmelerle PKK'nın özellikle seçimler öncesinde sözde ateşkesle 
terör eylemlerini minimum seviyeye indirmesi AKP'nin de bu fırsattan istifadeyle seçimleri kazanması bunun karşılığında da PKK'nın taleplerinin birer birer hayata geçirilmesi öngörülmüş ve bu çerçevede hareket edilmiştir. Bu durum"andımız"ın kaldırılması, "Ne Mutlu Türküm Diyene" yazılarının silinmesi, "T.C." ibarelerinin sökülmesi gibi idari düzenlemelerinin yanında 2011 seçimlerine kadar demokratikleşme paketleri adı altında PKK'nın taleplerine yönelik yasal 
düzenlemeler şeklinde olmuştur. Ancak her sözde ateşkes sonrasında terör saldırıları giderek artmış, yeniden sözde ateşkesler için PKK'nın taleplerinin 
seviyesi yani istenen tavizlerin sınırları da artmış ve genişlemiştir.  

Konuyla ilgili olarak Uluslararası Kriz Grubunun 2012 Eylül ayı başında açıkladığı rapora göre Haziran 2011 seçimlerinden Eylül 2012'ye kadar geçen 14 
aylık sürede 222 güvenlik görevlisi şehit edilmiş, 84 sivil hayatını kaybetmiş, bunun karşılığında 405 PKK'lı terörist öldürülmüştür. (Eylül-Aralık 2012 
döneminde ise elimizdeki haber ve raporların incelemesinden 60 güvenlik görevlisinin daha şehit edildiği, 20 civarında sivilin hayatını kaybettiği ve 
350 civarında PKK'lı teröristin daha öldürüldüğü tespit edilmiştir.). Yani 2013 başında başlayan sözde çözüm süreci öncesindeki "18 aylık" PKK terör sarmalı 
döneminde 282 şehit, 100 civarında sivil hayatını kaybetmiş, 760 civarında PKK'lı terörist öldürülmüştür.  Kriz grubunun raporuna göre bu rakamlar 
2009'daki rakamların 4 katıdır.

Bugünlere ışık tutması açısından Haziran 2011-Aralık 2012 dönemine baktığımızda PKK'nın o dönemde de mayınlı saldırılar gerçekleştirdiğini, Şemdinli-Yüksekova bölgesinde kurtarılmış bölge tesis etmeye çalıştığını, bu kapsamda özellikle 2012 yaz aylarında yoğun çatışmaların olduğunu, devletin buradaki 400 km karelik alana uzun süre giremediğini, sonrasında ise devletin buralarda büyük operasyonlar yaptığını, 2012 sonunda arazide çok zor durumda kalan, büyük kayıplar veren ve askeri anlamda tükenmek üzere olan terör örgütünün hapisteki liderinin perde arkasındaki girişimleriyle AKP hükümetini müzakere masasına çekmeyi başarabildiğini görüyoruz. 

Peki bu nasıl oldu? Yani ülkeyi bu kadar kanlı bir terör sarmalına sokan ancak bitme noktasına getirilmiş bir terör örgütüyle nasıl oldu da AKP hükümeti masaya oturabildi? Yukarıda söylediğimiz gibi her sözde ateşkesten sonraki terör sarmalı bir öncekini aratır derecede kanlı geçti. Bu nedenledir ki kamuoyuna, 
sloganlardan ibaret olan içeriğini ve nihai hedefini sadece İmralı'daki terörist başının bildiği çözüm süreci dayatıldı. Bunu yaparken de teröristlerin başı olan kişinin barışsever olduğu algısı yaratıldı ve kullanıldı. 2012 Sonbaharı'nda terör örgütü askeri anlamda çökme notasında iken 12 Eylül'de hapishanedeki PKK'lıların başlattığı açlık/ölüm oruçları başladı. Devletin, diğer kurum/kuruluş ve kişilerin girişimleri sonuç vermeyince terörist başının bir talimatıyla 18 Kasım 2012'de birden sonlandırıldı. Bu yöntemle terörist başı Kürtlerin ve PKK'nın tek lideri algısı yaratılmışken, terörist başının perde arkasında zaten devletle irtibat halinde olduğunu, 2012 başlarında MİT müsteşarı krizi yaşan AKP hükümetini bu krizden (darbe(!) tehdidinden) kendisinin kurtarabileceği iddiasıyla işbirliği önerdiğini, bunun da çözüm süreci olarak hayat bulduğunu görüyoruz. Bunu görüyoruz ama 2012'nin son aylarında PKK'lıların telsiz konuşmalarına da yansıdığı şekilde (bitiyoruz, gücümüz kalmadı, dayanamıyoruz vs) çökme noktasına gelmiş bir terör örgütünün ve ömür boyu hapse mahkum edilmiş liderinin bir hükümeti nasıl kurtarabileceğini ve iktidardaki partinin yönetiminin de buna inanarak müzakere masasına oturmayı kabul etmesini anlamak mümkün olmadığı gibi dünya tarihinde böyle bir politik-askeri örnek yoktur.

2012'nin son çeyreğinde PKK'nın terör saldırıları sürerken ve buna TSK'nın kapsamlı operasyonlarıyla cevap verilirken PKK yandaşlarından sözde ateşkes 
çağrısı geldiği gibi AKP iktidarından da PKK'ya (aynı bugünlerde olduğu gibi) silah bırak çağrıları olduğunu görüyoruz. İşte bu çağrılar üzerine Kandil'deki 
elebaşlarından M.Karayılan'ın Kasım 2012 sonundaki bir açıklaması bugünlerde olacakların da habercisi gibi. Hal böyle olunca göz göre göre, olacaklar biline 
biline AKP iktidarının çözüm süreci gibi kurguya sahip çıkmasının arkasında başka şeyler mi var şüphesi akıllara gelmektedir. 21.yy Türkiye Enstitüsü 
uzmanlarından Doç.Dr. Emruhan Yalçın'ın PKK elebaşısı Karayılan'ın açıklamalarını da içeren 10 Aralık 2012 tarihli yazısındaki ilgili bölümler: 
...PKK'nın Kandil'deki elebaşı M.Karayılan Başbakan Erdoğan'ın "Silah bırakılması halinde PKK'lıların başka ülkelere gidebileceği" açıklamasına yanıt verirken gündemlerinde silah bırakma olmadığını aksine daha fazla silahlanmak istediklerini söyledi. Karayılan "Ama Türkiye 'silahları bırakalım sorunu diyalog ile çözelim' derse biz de 'hay hay' deriz ve böyle bir çözüme var olduğumuzu belirtiriz" dedi. Kürt sitelerinde yer alan habere göre Karayılan 
"Bugün Ortadoğu çok karışık, biz niye silah bırakalım? Biz ne için silah aldık, bugün niye bırakalım? Bugün Suriye Kürtleri önceden yaşananları tahmin etmeyip, silahlanmayıp, savunma gücünü kurmasaydı perişan olurlardı. Böyle bir durumda biz niye silah bırakalım?" diye konuştu. Doç.Dr.Yalçın bu açıklamaya şöyle bir yorum eklemiş:İşte Türkiye yöneticilerinin iyi anlaması gereken bir cevap. PKK gibi terör örgütleri geldikleri noktaya silahla geldiklerini bildikleri için, hedeflerine ulaşıncaya kadar silah bırakmazlar. O halde onların anladığı dilden konuşacaksın. Yani silahlı mücadele, bu arada siyasi olarak, ekonomik olarak yapman gerekenleri de yapacaksın. 


7 Haziran seçimleri sonrasında "Terör-Sözde Ateşkes" döngüsünde son halka

Hemen bir tespit ile bu bölüme başlayalım. Ortaya çıkan bilgiler belgeler, itiraflar ve bugün yaşananlar göstermektedir ki çözüm süreci Türkiye Cumhuriyeti'ne kurulan bir kumpasmış.İşte bu kumpasla 7 Haziran seçimleri sonrasında oluşan politik durum, seçim öncesi dönemden başlayan gerginlikler ve özellikle 20 Temmuz'da Suruç'ta patlayan bombayla birlikte Türkiye yeni bir PKK terörü sarmalına sokuldu. İşte böyle bir ortamda PKK terörüyle son 2 ay içinde 
16 Eylül 2015 itibariyle 130 güvenlik görevlisi (asker, polis, köy korucusu) şehit olurken 28 sivil de hayatını kaybetti. Bazı operasyonlardan sonra öldürülen PKK'lı terörist sayısı açıklansa da bir resmi toplam rakam olmamakla birlikte medyanın genelinde isimsiz askeri kaynaklara dayandırılan değerlendirmelere göre son iki ay içinde 1.200 civarında teröristin öldürüldüğü bildirilmektedir.

Son iki aydaki bu insan kayıplarını 2011-2012'deki 18 aylık dönemle mukayese edersek;son 2 aydaki şehit sayısı 2011-12'deki 18 aylık dönemin yaklaşık 
yarısına ulaşmıştır, 2 ayda öldürülen terörist sayısı ise 2011-12'deki 18 aylık dönemin neredeyse 2 katına yaklaşmaktadır. Diğer bir kıyaslamada da şunu 
söyleyebiliriz: 2011-12 dönemindeki sayıların 2009'dakilerin yaklaşık 4 katı olduğunu yukarıda belirtmiştik.  Son 2 aydaki şehit sayısı ve öldürülen terörist 
sayısını 2011-12 döneminin 18 aylık dönemine göre "süre" açısından bir projeksiyonunu yaparak mukayese edersek en kaz 4 kat artış olduğunu görüyoruz. Yani açıkça ortaya çıkan şudur ki her sözde ateşkesten sonraki terör sarmalı katlanarak artmıştır. Tabi burada dikkat çekici olan 2015'te olanların 
2011-12'de olanlara göre daha kısa sürede daha yoğunlaşmış olarak gerçekleşiyor olmasıdır. 

"AKP-PKK çözüm sürecine dönsün" talepleri

Bu son 2 aylık dönemde PKK terörü giderek tırmanırken ve karşılığında TSK'nın operasyonları da devam ederken en sık karşılaşılan talep Türkiye'nin PKK terör 
örgütüyle müzakere masasına dönmesi çağrısıdır. İşte bu süreçte; 28 Temmuz'da Çin ziyareti öncesinde CB Erdoğan milli birliğimize, kardeşliğimize kast edenlerle bir çözüm sürecini devam ettirmek mümkün değil diyerek sürecin bitiğini ilan ediyordu ama ne olduysa 11 Ağustos'ta çözüm sürecinin buzdolabı nda olduğunu söyleyerek sürecin bitmediğini belli bir süre için dondurulduğunu açıklıyordu. CB Erdoğan'ın bu açıklaması üzerine AKP'li yetkililer de çözüm sürecini önemsediklerini çözüm sürecine yeniden dönülebileceğini belirten açıklamalar yapıyordu.  AKP iktidarının çözüm sürecine dönmeye istekli olduğunun son ipuçları CB Erdoğan'ın 16 Eylül'de yaptığı açıklamalarda yer almaktadır. CB Erdoğan açıklamasında çözüm sürecinin şu anda dolapta olduğunu belirterek, "Olumlu gelişmeleri yakaladığımız zaman kaldığı yerden niye devam etmesin. Buna mani bir hal yok" ifadelerini kullanmıştır.

Sadece AKP iktidarının temsilcileri değil Kandil ve Avrupa'daki PKK elebaşları, HDP'liler, PKK'nın hamisi Barzanigiller, bütün Batı bloku ülkeleri de AKP'nin 
PKK ile tekrar çözüm sürecine yani müzakere masasına dönmesini istiyordu. Herhalde son dönemde dünya üzerinde bir sorun üzerinde aynı görüşü 
savunan bu kadar geniş bir yelpaze ya da ittifak oluşmamıştır! Dolayısıyla konu ve sorun Türkiye'nin bekası ve geleceğiyle ilgili olduğu için bu "PKK severler 
ittifakı"ndan şüphe duymamak mümkün değildir. Bu durum Batı yani ABD ve Avrupa'nın terör örgütleriyle mücadele kapsamında Türkiye'ye iki farklı dayatma 
bulunması ikiyüzlülüklerini göstermesi açısından önemlidir. Türkiye'nin IŞİD terör örgütüne karşı operasyonlar yapmasını isteyen Batı PKK terör örgütü söz 
konusu olduğunda Türkiye'nin mutlaka terör örgütüyle müzakere masasına oturmasını istiyor. Bu baskıyı yapan ülkelerin başında kendi yasalarına göre 
terör örgütleriyle irtibat kurmak, müzakere yada pazarlık yapmak toleranssız yasak olan ABD'nin olması dikkat çekicidir. Bu farklı yaklaşım Batı dünyasının 
kağıt üzerinde öyle deseler de aslında PKK'yı bir terör örgütü olarak görmediğinin de ifşasıdır.

PKK terör örgütü ise yabancıların ve özellikle AKP iktidarının yetkililerinden gelen açıklamaları şöyle şöyle algıladı: "AKP çözüm sürecine yeniden dönmek 
istiyor. Terör saldırıları artıkça toplumun AKP hükümetine 'terör olmasın, yine çözüm sürecine dönelim' talebinde bulunacaktır. Zaten dış dünyanın da baskısı bu yönde. Öyleyse saldırıları yoğunlaştıralım. Çünkü 28 Şubat Dolmabahçe mutabakatını başka bir hükümetin kabul etmesi mümkün değil. Yeni bir hükümet kurulmadan geçici AKP hükümetini sürece dönme kararına zorlayalım.".  PKK büyük olasılıkla böyle bir mantıkla saldırılarını artırdı ve ülke geneline yaydı. 
Çünkü çözüm süreciyle öyle bir kumpas kuruldu ki çözüm sürecine dönülemese de gidişat yine PKK'nın bütün çözüm süreci boyunca yaptığı hazırlıklarını ve 
başlattığı terör sarmalını büyük ayaklanmaya dönüştürülebilecek olması nedeniyle durum yine PKK'nın hesapladığı yönde ilerleyebilecektir. Çünkü çözüm süreci ve 28 Şubat Dolmabahçe açıklamasıyla PKK hem psikolojik bir üstünlük kazandı hem de doğu / güneydoğuda PKK devletçiğinin alt yapısını oluşturdu yer yer de fiili devlet uygulamalarını hayata geçirdi. Bir de buna Suriye'deki kolu PYD / YPG'nin IŞİD'le mücadele kapsamında kazandığı uluslararası tanınırlık ve destekle meşruiyet kazanma yolunda önemli bir mesafe aldı.

PKK lehine böyle bir durum oluşurken, PKK ile gizli görüşmelerini ve çözüm sürecini seçim kazanma hesaplarıyla örtüştüren AKP hükümeti de PKK'nın bu 
tavrına karşı herhangi bir terörle mücadele stratejisi olmadan sürekli ve planlı olmasa da misilleme niteliği taşıyan sınır ötesi hava operasyonları için TSK'ya 
izin verdi. Ne de olsa AKP bu durumun da "AKP teröre taviz vermiyor PKK'ya karşı koyuyor" algısı yarattığına inanıyordu.

Yeniden çözüm sürecine dönüş nasıl olacak?

Son 2 aydaki artan terör saldırıları ve katlanarak artan şehit sayısı, yoğunlaşan askeri/polis operasyonları ve katlanarak artan öldürülen terörist 
sayısı yukarıda özetlenen "sözde ateşkes-terör" döngüsünün yeniden işlemekte olduğunun göstergesidir. Bunun nedeni de çözüm sürecinin daha önceki sözde 
ateşkeslere göre nispeten daha uzun olması ve bu dönemde terör örgütünün maalesef AKP iktidarının göz yummasıyla doğu/güneydoğuda kazandığı hareket 
serbestisiyle ağırlıklı olarak bölgede olmak üzere Türkiye geneline silah ve patlayıcıları depolaması, kendi kamu düzenini kurması, böylece büyük çaplı terör saldırılarına hazırlanmış olmasıdır. Bunun böyle olduğunu Cumhurbaşkanın dan Başbakanına, Bakanlarından diğer AKP'lilerce ve AKP'ye yakın medya mensuplarınca yapılan itiraf niteliğindeki açıklamalardır. PKK da bu gerçeği açıkça teyit etmektedir. PKK elebaşısı Bayık'ın 31 Ağustos'taki "Çözüm süreci boyunca savaş için hazırlandık, bölgede sivil görünümlü silahlı milis yapı kurduk!" açıklaması bunun en somut ifadesi, tonlarca patlayıcılarla yapılan terör saldırıları da en somut kanıtıdır. Bu açıklamayı PKK elebaşısı M.Karayılan'ın yukarıda verilen Kasım 2012 tarihi açıklamasıyla birlikte ele aldığımızda PKK'nın duruşunu ve taleplerini hiç değiştirmeden AKP iktidarını siyasi alanda masada yendiği gibi askeri alanda güvenlik güçleriyle çatışmadan onların da mağlup sayılmasını sağlayacak bir anlayışı kabul ettirdiğini görüyoruz.  

Diğer taraftan bu sefer çatışma sürecinin sıkıştırılmış bir zaman diliminde ve daha yoğun olarak yaşanmasının elbette bunun başka sebepleri de var. Bunun da Türkiye'deki siyasi gelişmeler (1 Kasım'daki erken seçim, AKP'nin yeniden tek başına iktidar olamama ihtmali nedeniyle çözüm sürecinin yeni bir muhatap 
bulamama kaygısı gibi) ve Türkiye'nin hemen güneyinde IŞİD'le mücadele kapsamındaki yeni oluşumlar (Türk üslerinin ABD liderliğindeki koalisyon 
ülkelerine açılması, Suriye'ye bölge ülkelerinin kara kuvveti gönderme ihtimali, Rusya'nın Esad rejimine yönelik artan açık askeri desteği kapsamında Rus askeri unsurlarının bölgeye konuşlanması, Suriye'de siyasi çözüm seçeneğinin daha fazla destek bulması vs)  ile bağlantılı olduğunu söylemeliyiz. Çünkü AKP iktidarının izlediği yanlış politikalar PKK terörü sorununu Suriye'nin kuzeyinde PKK'nın kolu PYD'nin özerk bölge (Kürt koridoru) oluşturma projesi nedeniyle Suriye'de savaşla irtibatlı hale de getirmiştir.  Bütün bunlar Türkiye'deki çatışmaların belli bir süre içinde sona erdirilerek çözüm sürecine yeniden dönüşü zorlayan etkenlerdir. Her ne kadar yalanlasa da ABD'nin Ankara Büyükelçisinin görüştüğü bazı Kürt kökenli siyasetçi ve STK temsilcilerine söylediği iddia edilen 
"Sabredin, bu operasyonlar 1-2 ay sonra sona erer"  ifadesi ABD başta olmak üzere Batı'nın PKK saldırıları ve karşılığında TSK'nın operasyonlarının beklenen 
bir durum olduğunu, ancak sınırlı bir süre içinde Türkiye'yi bir yerlere yönlendirmeye hizmet edeceğini düşündüklerini göstermektedir.

Peki çözüm sürecine yeniden dönüş nasıl gerçekleşecek, hangi bahane kullanılacak tetikleyici unsur ne olacak ? Tekrar edecek olursak 2012 yılının son çeyreğinde AKP iktidarına muhatabınız kim olacak sorularının sorulduğu bir dönemde Başbakan'ın Leyla Zana ile görüşmesi gerçekleşmiş, ayrıca hapishane deki KCK/PKK'lı tutuklu/hükümlülerin ölüm oruçları çatışmaların önüne geçmişti. İşte böyle bir dönemde hapisteki terörist başı "Kürtlerin tek lideri, tek muhatap" olarak sahne sürüldü ve tek bir sözüyle (ölüm oruçları hedefine ulaşmıştır, mesaj yerine ulaşmıştır, ölüm oruçlarına son verilsin) ölüm oruçlarını 
sonlandırıyordu. Zaten perde arkasından AKP iktidarıyla irtibat halinde olan teröristbaşı "Görüldüğü gibi ben tek sözümle terör örgütüne istediğimi 
yaptırırım, Ben söylersem silah da bırakırlar" algısı yaratmış ve AKP'yi masaya oturtmayı başarmıştı.

Artan terör ve şehit sayısı ve karşılığında önceki dönemlere göre katlanarak öldürülen terörist sayısının yanında "sözde ateşkes-terör" döngüsünün işlediğini 
gösterir şekilde 2011-2012 dönemi sonunda çözüm sürecine geçişi sağlayan benzer olayların bu dönemde de yaşandığını ve daha da yaşanabileceğini görüyoruz. AKP iktidarı çözüm süreciyle muhatap aldığı İmralı'daki teröristbaşını Nisan 2015'ten buyana ortaya çıkarmamakta, ama üzerinde de toz kondurmadan sanki zor günler için ayı 2012'de olduğu gibi "akan kanı, terör saldırılarını ancak o durdurabilir bir de ona soralım" ortamı için saklamaktadır. 2012'deki gibi hapishanelerde yeni bir ölüm orucu oyununu tekrar etmek pek mantıklı gözükmüyor. 

Ama PKK'nın doğu/güneydoğuda ilan ettiği özerk/kanton yönetimlerinin bazılarında (Cizre, Yüksekova, Silvan, Sur, Şemdinli vs) tam bir iç savaş ortamı yarattığını görüyoruz. Bu bağlamda Cizre tam bir laboratuar olmuştur. Cizre'de 8 gün süren sokağa çıkma yasağı dış dünyanın da dikkatini Türkiye'ye çekmiş AKP iktidarı üzerindeki baskıları artırmıştır. Bu arada bölge genelinde terör saldırılarının ve karşılığında askeri/polis operasyonlarının yoğunlaşarak devam edeceği aşikardır.

Ancak Cizre'deki olayların bir benzeri yine Cizre'de veya Yüksekova'da tekrar edebilir. Yüksekova'da Cizre benzeri bir durumun oluştuğuna dair haber ve 
raporlar medyada yer almaktadır.  Leyla Zana da yeniden rol almak üzere sahnededir. Cizre'deki olayları bahane ederek ölüm orucuna başlayacağını 
açıklamıştır. Eğer bu gerçekleşirse başkaların da Zana'ya eşlik etmesi beklenmeli dir. İşte gerek Cizre'dekine benzer gelişmeler gerekse yeniden ölüm 
oruçlarının yaygınlaşması gibi olaylar tam da teröristbaşının devreye sokulmasını yeniden kurtarıcı, barışsever rolüyle topluma pompalanması için uygun anlar olacaktır. Kandil'deki elebaşlarının HDP ve DBP temsilcileriyle yaptıkları görüşmeden sonra 15 Eylül'de yaptıkları açıklamada "tahkim edilmiş 
ateşkes çerçevesinde arabulucular gözetiminde bir müzakere ve demokratik çözüme hazır olduklarını"söylemesi yeniden çözüm sürecine dönüşün hızlandığının en son işaretleridir.

Peki her sözde ateşkesten sonra neden daha fazla terör, şehit, askeri operasyon ve öldürülen terörist?

AKP iktidarının PKK'nın terör örgütüyle başlattığı gizli görüşmelerin sahaya yansıması "sözde ateşkes-terör" döngüsüyle oldu. Bu döngünün ilk safhalarında 
göreceli olarak daha basit talepleri AKP iktidarınca idari kararlarla karşılandı. Bir süre sonra yasal değişikler yapılarak PKK'nın talepleri hayata geçiriliyordu. 
Bütün bunlar aslında PKK terörünün siyasallaşmasına da yol açıyordu. Bu döngüdeki son sözde ateşkes dönemi çözüm süreci olarak da bilinen süreçtir. 
AKP çözüm sürecine kamuoyunu ikna edebilmek için artan terör ve şehitlere atıf yaparak analar ağlamasın sloganını kullandı. Bu yaklaşım terör ne kadar artarsa şehit sayısı ne kadar yükselirse toplumu yeni bir sözde ateşkese razı etmenin de bir uygulamasıydı. Ölüm gösterilerek sıtma razı edilme durumu söz konusuydu. AKP iktidarıyla müzakere masasına oturmak PKK terör örgütü için hedeflediği ancak bu kadar kısa sürede ulaşabileceği bir hayal değildi ama oldu. 
Çözüm sürecinin sonunda ise PKK daha büyük bir başarı kazanmıştı. Sürecin dondurulup kaldığı dondurulduğu 28 Şubat Dolmabahçe AKP-HDP(PKK) ortak 
açıklaması ve açıklamanın içerdiği teröristbaşının hazırladığı 10 madde ise PKK'nın başarı belgesi ve silahla bir yere varamazsınız diyenlere inat bir terör 
örgütünün elinde silahla neler başarabileceğinin en önemli kanıtıydı maalesef.

Yukarıda açıkladığımız nedenlerle 7 Haziran seçimlerinden sonra yeni bir terör sarmalı Türkiye'yi esir aldı. Ama bu sefer 2 aylık süreçte bir önceki terör 
sarmalı döneminden kat ve kat ağır terör saldırıları, şehit sayısı ve karşılığında binlerce öldürülen terörist var. Çünkü yeniden sözde ateşkes dönemine yani sözde çözüm sürecine dönüş için daha fazla ölüm gösterilip yine sıtmaya razı etmek gerekiyordu. Daha önceki yazılarımızda da söylediğimiz gibi PKK çözüm süreci nasıl biterse bitsin elde ettikleri tavizlerden vazgeçmeyecek sürece yeniden başlarken bıraktıkları noktadan devam etmek isteyecekti. Şimdi 
yeniden çözüm sürecine dönelim dediklerinde kastettikleri başlangıç noktası 28 Şubat Dolmabahçe açıklamasıdır. Bir hükümet ve devlet için çok ağır ifadeler ve 
talepler içeren söz konusu o açıklamayı esas alacak şekilde müzakerelere dönüşü halka kabul ettirmenin maliyeti de çok yüksektir. O maliyette artan terör ve şehit sayısıdır. Hal böyleyken AKP'nin sürece dönmekte istekli tavır sergiledik çe PKK sürece dönüş için yeni şartlar da eklemektedir. Bu aşamada en 
belirgin şart 28 Şubat açıklamasındaki 10 maddeyi esas alacak müzakereleri ve çözüm sürecinin geneli yabancı bir üçüncü göz gözetiminde olsun talebidir.

Sonuç olarak;

Son 2 aylık süreçte yaşanan terör sarmalı bağlamında AKP iktidarının yetkililerinin açıklamaları, PKK'lı elebaşlarının ifadeleri Türkiye Cumhuriyeti'nin çözüm süreciyle tam bir kumpasa maruz bırakıldığını göstermektedir.Daha çözüm süreci başlamadan bile PKK'nın "bir diyalog süreci başlasa bile silah bırakmayacaklarını aksine daha fazla silahlanacaklarını" açıklamış olmasına rağmen AKP iktidarının bu süreçte bunlara göz yumduğunu artık herkes biliyor. 
Böylece PKK çözüm sürecinde kendisine karşı mücadele yürüten devlete karşı hem psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş hem de doğu/güneydoğuda 
hakimiyetini kurmuş kendi devlet yapısını oluşturmuştur. Bu kurduğu yapının kabul edilmemesi durumuna karşılık daha büyük bir ayaklanma yürütebilmek için bölgeyi cephanelik haline getirmiş, oluşturduğu sivil görünümlü milis yapısını silahlarla donatmıştır.

PKK ayrıca, IŞİD tehdidini fırsata çevirerek Suriye kolu PYD/YPG üzerinden uluslararası tanınırlığını artırmış destek yolları geliştirmiş, özgürlük/hak/hukuk arayan bir örgüt görüntüsüyle meşruiyet kazanma aşamasına gelmiştir.İşte böyle bir ortamda hem PKK'nın hedefleri hem de AKP iktidarının başındakilerinin özellikle içeride yaşadığı sorunlarının aşılması için  "sözde ateşkes-terör" döngüsünde belki de son halka olacak yeni bir sözde ateşkes (yani çözüm sürecine kaldığı yerden yeniden başlamak) zorunlu gözükmektedir. Ama bu döngüde hem de son halkasına geçişi sağlayacak kararın maliyeti de yüksek 
olacaktır. Bu maliyet ise ülkenin ekonomik maliyetinin yanısıra maalesef her seferinde katlanırcasına artan şehit sayısı ve öldürülen teröristtir.

Bu yüksek maliyete rağmen AKP iktidarı bu dönüşe kendini mecbur hissetmesine rağmen sanki böyle bir mecburiyeti yokmuş, sürece yeniden dönüş Türkiye için 
doğru bir seçenekmiş gibi algı yaratmaya çalışmaktadır. PKK ise yurt içinde her açıdan kendini tahkim edilmiş bir pozisyona getirmiş, arkasına dış desteği de 
alarak AKP iktidarını zorlamakta ve iki seçenek vermekte aslında tehdit etmektedir: Ya çözüm sürecine yeniden dönüşü kabul edersin ya da iç savaşa yol açacak şekilde ayaklanma başlatırım. Gerek içeride AKP iktidarını ve onun yetkililerini sıkıştıran iddialar ve iç politik takvim gerekse bölgemizdeki 
politik-askeri gelişmeler ile dış baskılar AKP iktidarını çözüm sürecine yeniden dönüşü kabul ettirmiş gözükmektedir. Halbuki PKK terör örgütü son dönemdeki TSK operasyonlarının da etkisiyle askeri açıdan hem Türkiye hem de Suriye kuzeyinde mücadele edebilecek güçte değildir. PKK ile terör örgütüyle nasıl mücadele edilirse o şekilde mücadele etmesi halinde bırakın PKK'nın Türkiye'ye şartlar dayatmasını PKK'nın varlığı ortadan kalkacaktır. Dolayısıyla zaten geçici bir seçim hükümetiyle iktidarda olan AKP, kişisel ve parti çıkarlarını bir taraf bırakıp Türkiye'nin çıkarlarını, geleceğini ve bekasını korumayı ana hedef 
almalı, Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik bir kumpasa dönüşmüş çözüm sürecini gündeminden çıkarmalıdır.



Uzman Hakkında
Cahit Armağan DİLEK
Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi
cadilek9011@gmail.com



Uzmanın Diğer Yazıları

  AKP İktidarından Suriye'de Büyük Geri Adım ve Keskin U Dönüşü! Şimdi Ne Olacak? 
  PKK'nın Yol Haritası: Ya çözüm süreci kumpasına dönüş ya da iç savaşa giden ayaklanma! 
  Türkiye Gözümüzün Önünde Bölünüp İşgal Edilirken... 
  Suriye'de IŞİD'e Karşı Operasyona Başlayan Türkiye'yi Bekleyen Tehditler 
  İncirlik Mutabakatının Stratejik Sonuçları 
  Suruç Saldırısının Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri 
  ABD'nin Askeri Stratejilerinde Türkiye'nin Yeri 
  AKP'nin Ortadoğu Politikasının İflası: S.Arabistan'ın Büyük Kürdistan Planı ve 
  Suriye'de Kürt Koridoru 
  Çözüm Süreci Sorunu Neden Çözemez? 
  İmralı'da Büyük Kürdistan Kuruluyor 
  Şah Fırat Operasyonunun Türkiye Açısından Stratejik Sonuçları ve Etkileri 
  ABD'nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisinin Şifreleri ve Stratejide Türkiye'nin Yeri 
  Çözüm Sürecinde Kelime Oyunları Ve Türkiye Cumhuriyeti'ne Kurulan Tuzak! 
  2015'de Türkiye ve Dünyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları, Etkileri ve Öncelikleri  
  Hükümetin Kamu Düzeni Sağlansından Kastı  
  ABD'nin IŞİD konulu "Harp Oyunu"; IŞİD'le mücadelede neler olacak?  
  ABD Düğmeye Bastı: Batı Kürdistan Kuruluyor, Öcalan Özgür Kalıyor 
  IŞİD tehdidinin "Kazananları" ve "Kaybedenleri" 
  IŞİD Eliyle Irak'ın Yeniden Dizaynı: Kerkük'ten Sonra Musul Barzani'ye Peşkeş  Mi Çekiliyor? 
  Türkiye'nin Cumhurbaşkanını Seçmek; Kim Seçilirse Ne Yapar, Hangi Kararları  Alır? 
  Başbakan'ın "Terörün Nedeni" Tanımlaması ve Türkiye'yi Bekleyen Tehlikeler 
  PKK'nın zaferini, Öcalan'ın Özgürlüğünü, Kürdistan'ın kuruluşunu, Türkiye'nin  bölünüşünü ilan eden kanun 
  TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi? 
  Üç Kollu Gemi Halatı ve Yeni MİT Yasası 
  AKP (Erdoğan) - PKK (Öcalan) Barış Anlaşması Son Virajda 
  Türk-Amerikan ilişkilerinde ABD'nin manivelaları; NATO, İncirlik, PKK ve  Cemaat 
  İki Buçuk Savaş Tehdidinden "İki Buçuk Devlet & İki Buçuk Hükümet Tehdidi"ne 
  Dönüşen Türkiye'nin Beka Sorunu 
  Amerikan İstihbaratının 2014 Yılı Küresel Tehdit Değerlendirmesi ve  Türkiye'nin Durumu 
  ABD-Romanya Stratejik Ortaklığı; ABD Artık Sürekli Karadeniz'de  
  ABD Enerji Alanında da Süper Güç Oluyor 
  Tokyo 2020; Küresel Güç Dengeleri ve Asya-Pasifik'in Yükselişi 
  Esad'ı Cezalandırmak ve Askeri Operasyonun Sürpriz Etkisi 
  Amerikan Ordusu Suriye’de Askeri Harekâta Hazır mı ve Sürdürebilir mi? 
  ABD Suriye'yi Neden Vurmalı, Neden Vurmamalı?  
  PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri 
  Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: 
  PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi 



 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.

Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.

  


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Ahlatlıbel Mah. 1825 Sokak No: 60 İncek/Çankaya/Ankara 
Tel: +90 312 489 18 01 | Belgegeçer: +90 312 489 18 02 | Elektronik Posta: 
bilgi@21yyte.org 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2015/09/17/8298/pkknin-yol-haritasi-ya-cozum-sureci-kumpasina-donus-ya-da-ic-savasa-giden-ayaklanma

....

Stratejik Derinlikten - Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü





Stratejik Derinlikten - Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü 

   

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
   Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
   27 Temmuz 2015 Pazartesi

  Stratejik Derinlikten-Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü

  Naim Babüroğlu tarafından yazıldı.


PKK terör örgütü, 27 Kasım 1978 yılında kuruldu. Örgüt lideri Abdullah Öcalan, 7 Temmuz 1979’da Suriye’ye geçti, ardından Lübnan’a giderek Suriye denetimindeki 
Bekaa Vadisi’ne yerleşti. PKK; 15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli’de ilk ses getiren eylemini yaptı. PKK terör örgütü stratejisinin son hedefi, “Bağımsız 
Birleşik Kürdistan Devleti”ni kurmaktır. Bu amaçla, dört aşamalı bir plan belirlendi. Birinci Aşama, kültürel ve sosyal bazı hakların alınması; İkinci 
Aşama, özerk veya federasyon tipi bir yönetim sisteminin oluşturulması; Üçüncü Aşama, Türkiye toprakları üzerinde bağımsız “Kuzey Kürdistan”ın kurulması; 
Dördüncü Aşama da ise, bölgede İran, Irak ve Suriye’nin bir bölümünü içine alacak şekilde “Bağımsız ve Birleşik Kürdistan Devleti”nin oluşturulmasıdır. 
1984-2008 yılları arasında, PKK terörü nedeniyle yaklaşık 40 bin kişi yaşamını kaybetmiştir. İspanya’da ayrılıkçı terör örgütü ETA (Bask Vatanı ve Özgürlük), 
1968’den 2008’e kadar 800 kişiyi; Kuzey İrlanda’da IRA (İrlanda Cumhuriyet Ordusu) terör örgütü ise 1972-2008 yıllarında 1800 kişiyi öldürmüştür.(1)

PKK, 1985 yılından itibaren köy baskınları eylemlerine ağırlık verdi ve toplu katliamlar dönemini başlattı. 1992 yılı Nevruz kutlamalarında, kent merkezi 
eylemini Cizre’de başlattı. 1993’ten itibaren siyasi faaliyetlere de ağırlık vererek yurt dışında örgütlenme çalışmalarını hızlandırdı. 1994-1999 yılları 
arasında, yurt içinde ve yurt dışında yapılan operasyonlarla, ağır kayıplar verdi ve geriledi. Örgüt, aldığı ağır darbelerden sonra 1995 yılında sözde 
ateşkes ilan etti, 1997 yılına gelindiğinde silahlı faaliyetleri minimum düzeye indi.  1998 yılında, Suriye’ye uygulanan baskı sonucunda örgüt lideri Suriye’yi 
terk etti. 1999 yılında örgütün başı Kenya’da Türkiye’ye teslim edildi.(2)

Terör örgütü ile mücadele açısından, 1999-2002 yılları arasındaki dönem “Devletin Rehavet Dönemi”dir, ancak inisiyatif devletin elindedir. AKP iktidarı 
ile birlikte, 2002-2006 yılları arasındaki dönem terörle mücadelede açısından tümüyle kaybedilmiş yıllardır. Öcalan’ın yakalanmasının ardından toparlanmak 
için eylemsizlik kararı alan terör örgütü, 2004 yılından itibaren silahlı varlığını tekrar harekete geçirmiştir. Bu dönemi iyi değerlendiren örgüt 2005, 
2006 ve 2007 yıllarında kırsalda ve şehirlerde terör eylemlerini artırmıştır.(3) 

2009 yılına gelindiğinde, AKP tarafından başlatılan “Çözüm Süreci” ile birlikte “Alan Hâkimiyeti” tamamen terör örgütünün eline geçmiştir. Askerler tarafından 
teröristlerin yerlerinin belirlenmesine ve istihbaratın teyit edilmesine rağmen, mülki makamlar operasyona izin vermemiştir. 2009-2015 dönemi, Stratejik 
hataların ve yanılgıların sürekli tekrarlandığı yıllardır. Bu yıllar, PKK terör örgütünün bazı bölgelerde kontrolü ve inisiyatifi ele geçirdiği bir dönem olarak 
tarihteki yerini alacaktır. Hükümetin, Toplumun, Ordu’nun bilgisi dışında sürdürülen ve şeffaf olmayan “Çözüm Süreci”, anahtarı İmralı’da (Öcalan) olan ve 
iktidarda kalmanın kozu durumuna gelen bir felakete sürükleniş öyküsüne dönüşmüştür. AKP hükümetinin Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında uyguladığı 
stratejik hatalarla dolu Orta Doğu ve Suriye politikası sayesinde, PKK hayal etmediği şekilde güç kazanmış, Kuzey Irak’ta Barzani toprağını genişletmiştir. 
Türkiye’nin bir zamanlar “kırmızı çizgisi” konumunda bulunan Kerkük de Barzani’nin eline geçmiştir. PKK’nın Suriye kolu olan PYD (Demokratik Birlik 
Partisi), Suriye’nin kuzeyinde Cezire, Ayn el Arap (Kobani) ve Afrin Bölgesini (Kantonu) ele geçirmiş, Tel Abyad’ı alarak Cezire ve Ayn el Arab’ı birleştirmiş, 
böylece Akdeniz’e açılan Kürt Koridoru’nu oluşturma aşamasına gelmiştir. Ayrıca, IŞİD’le mücadele ettiği gerekçesiyle PYD, ABD’nin Suriye’de en önemli aktörü ve 
müttefiki olmuştur. Şimdi, sıra Kürt Koridoru’nun Akdeniz’e açılması, sonraki adımda ise Suriye’nin kuzeyinde oluşan Kürt Bölgesi ile Güneydoğu ve Doğu 
Anadolu’dan belirli bir bölgenin koparılması aşamasıdır. Hedefine adım adım ilerleyen PKK, hükümetin yanlış politikaları sonucu 2009-2015 yılları arasında 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da bazı yerlerde inisiyatifi ele geçirmeği başarmıştır. Gelinen aşamada terör örgütü, istediği yer ve zamanda olay çıkarma 
üstünlüğüne ele geçirmiş durumdadır.

Türkiye’yi yöneten siyasi iktidarın en büyük stratejik hatası, “Bölge Lideri” olma iddiasıyla “mezhebe dayalı” ve “Müslüman Kardeşler eksenli” bir politika 
yürütmüş olmasıdır. Arap dünyasının lideri olma ve Sünni eksen oluşturma ihtirasıyla, hayalleri zorlayan macera yolculuğunda, Türkiye, Irak ve Suriye 
geri dönülmez bir faciaya sürüklenmiştir. Afganistan, geçmişin Pakistan’ını nasıl bugünün istikrarsız Pakistan'ına dönüştürdüyse, AKP tarafından Suriye’de 
ısrarla uygulanan “Müslüman Kardeşler eksenli politika” da Türkiye’yi Pakistanlaştırma eşiğine getirmiştir. İhtiraslı ve ısrarlı hatalar zinciriyle 
Türkiye bölgedeki kaosa sürüklenmiş oldu. Bu kaos, PKK/PYD, IŞİD ve diğer Cihatçı Gruplar çamurunu, Türkiye’nin üstüne, gözünü kör edercesine sıçratmaya 
başlamıştır.

Türkiye’nin bu duruma getirilmesinde en büyük pay, elbette hayalleri de aşan ihtiras dolu politika izleyen aktörlerindir. Ancak, siyasi iktidarla uyum içinde 
çalışma gerekçesiyle “biat” eksenli tavır sergileyen kritik makam sahiplerinin tarihi sorumlulukları da unutulmamalıdır. Liyakat yerine biat kültürünün geçerli 
olduğu bu dönemde, köklü kurum liderlerinin, başbakana ya da cumhurbaşkanına görevlerinin gerektirdiği önerileri, yasalar çerçevesinde yapmaları büyük önem 
taşımaktaydı. Genelkurmay eski Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök, siyasilere: “Teröristlere af konusunda, inisiyatif almaktan kaçınmayın” çağrısı yapmıştı. 
Terörle mücadele konusunda: “Hükümetle Silahlı Kuvvetlerin birlikte çalışması, tam gerektiği gibi gidiyor. Hükümet ve Silahlı Kuvvetler büyük bir hükümete 
yakışır şekilde davranıyor. Hükümetin bu davranışları diplomatik yönden başarılı olmuştur. Şu andaki süreç, diplomatik, politik ve stratejik bir başarıdır.”(4) 
demişti. Oysa Özkök’ün görev yaptığı 2002-2006 yılları, terörle mücadele açısından tümüyle kaybedilen ve PKK’nın toparlanıp, şiddet eylemlerini artırdığı 
dönemdi. “Diplomatik, politik ve stratejik bir başarı” olarak nitelendirdiği süreç ise, 2015 yılına gelindiğinde Türkiye’yi bölünme aşamasına getirecekti. 
Son dört-beş yılda, yerleşim yerlerinde hendek kazan, kışladan Türk Bayrağı’nı indiren teröristlere seyirci kalan güvenlik güçlerini ise kamuoyu üzülerek 
izledi. Öte yandan, 1991’de ABD, Birinci Körfez Savaşı’nda Irak’a saldırı için Türkiye’den cephe açmaya karar vermişti. Cumhurbaşkanı Turgut Özal, ABD Başkanı 
Bush’la anlaşmıştı. “Sıfır Sorun Politikası”, o zaman “Bir Koyup Üç Alma” siyaseti şeklinde yürütülüyordu. Türk Silahlı Kuvvetleri o dönemde buna karşı 
çıktı. 20’nci Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay, Cumhurbaşkanı Özal'ın Irak'taki maceraperestliğine direndi ve 1990'da istifa etti. Torumtay, 
1994 yılında yayımladığı anılarında: “Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Türkiye’yi plansız, hazırlıksız ve donanımsız olarak Irak topraklarına, Irak savaşına ABD 
önderliğindeki saflarda dâhil etme kararını engellemenin tek yolu olarak istifayı uygun bulduğunu” belirtmişti.(5)

Türkiye’yi yönetenlerin stratejik hatalarla dolu Suriye politikasının IŞİD’i getirdiği nokta ortada. PKK gibi IŞİD de Türkiye’nin bütünlüğünü tehdit eder 
duruma geldi. Türkiye, izlediği politika ile Irak ve Suriye’nin parçalanmasına, İsrail’in Arap ülkeleri karşısında güçlenmesine, Barzani’nin Türkiye’nin 
bütünlüğünü de tehdit edecek şekilde büyümesine, PKK terör örgütünün umulmayan şekilde güçlenmesine, Kürt Koridoru ile ikinci İsrail hayalinin gerçekleşmesine, 
Türkiye’nin de bir bölümünü içine alan bir Kürt devletinin taşlarının döşenmesine ve IŞİD terör örgütünün Türkiye’yi tehdit eden bir duruma gelmesine 
neden olmuştur. Özetle, Türkiye’yi yönetenlerin uyguladığı dış ve iç politika, en fazla İsrail’e, ABD’ye, Barzani’ye ve PKK’ya yaramış; Suriye, Irak ve Türkiye 
ise en çok kaybeden ülkeler olmuştur. Her alanda kaybeden siyasi iktidarın muharebe kazanabildiği tek cephe vardır, o da kendi ulusal güvenliğinin 
güvencesi olan Cumhuriyet Ordusu’nu mağlup etmesidir. 

Cumhuriyet tarihinde, Türkiye’nin aleyhine gelişen böylesine olumsuzbir dönem yaşanmamıştır.Osmanlı tarihinde üç büyük felaket vardır ki, bilgisizlikler, 
hatalar ve ihtiraslar serisidir. Birincisi, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nda Tuna (Balkan) vilayetinin kaybedilmesi, ikincisi 1912 Balkan Savaşı’nda Balkan 
ülkelerinin elden çıkması ve üçüncüsü Birinci Dünya Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti’nin çöküşüdür.(6) Şu anda Türkiye’nin getirildiği nokta, dördüncü milli 
felakettir.

Birinci Dünya Savaşı döneminde, Osmanlı Devletini “Üçler” (Enver, Talat, Cemal Paşa), “Üçler”i de Enver Paşa yönetiyordu.(7) İhtiras ve saplantı rüzgârlarının 
esiri olan Enver Paşa hem Osmanlı Devleti’nin çöküşünü hem de kendi sonunu hazırladı. Köklü bir geleneğe sahip, stratejik ve jeopolitik değeri yüksek olan 
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni de “tarih tekerrürdür” sözünü ispatlarcasına, bu dönemde “beşler”, “beşler”i de“tek kişi” yönetti.

“Stratejik Derinlik’ten-Bozgun”a giden “ihtiraslı yalnızlık” yolculuğunda, alınan dersler kaleme alındığında kitabın adı ne olacak? Balkan Savaşı yenilgisi 
sonrası, facianın nedenlerini kaleme alan, Sarıkamış felaketinin mimarlarından Hafız Hakkı Paşa’nın yazdığı kitabın adı:“Bozgun”du. “Hedef” Stratejinin 
anahtarıdır. Mantıklı ve tutarlı olmayan hedeflere hiçbir strateji ile ulaşılamaz.  Bu gerçeği,“beşler” anlayamadı…

(1) (2)Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2009, s.23-36.

(3) Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2009, s.54-55.

(4) Alaettin Parmaksız, PKK Gerçeği, Pozitif Yayınları, İstanbul, 2009, s.16-17.

(5) CNN TÜRK.COM, 30.7.2011, 09.57.

(6) Taha Akyol, Rumeli’ye Elveda (100.yılında Balkan Bozgunu), Doğan Kitap, İstanbul, s.12.

(7) Ali Fuad Erden, İsmet İnönü, Burhanettin Erenler Matbaası, İstanbul,1952, s.32.


Uzman Hakkında
Naim Babüroğlu
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları
Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez  
Stratejik Derinlikten-Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü 
Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir 

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. Tüm Hakları Saklıdır.
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/07/27/8255/stratejik-derinlikten-bozguna-bir-cokusun-oykusu

...