8 Kasım 2015 Pazar

Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir





Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        

Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir
21 YY DERGİSİ; Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi
Naim Babüroğlu 
Tarafından yazıldı.


Batı ülkeleri, Türkiye ve milliyetçiliğe yönelen Arap ülkelerine karşı, sürekli Kürtleri kullanmışlardır. Anadolu’da, 1918-1938 yılları arasında 12 Kürtçü-bölücü ayaklanma çıkarken, Kurtuluş Savaşı sırasında dış kaynaklı ve din motifli 60 gerici ayaklanma olmuştur. Batılılar, Türkiye sınırları dışında kalan Kürtler üzerinde de çeşitli oyunlar oynamışlardır. Irak, Türkiye’den koparıldıktan sonra, İngiltere her sıkıştığında, Bağdat’taki Arap yöneticilere karşı Iraklı Kürt Lider Şeyh Mahmut Berzenci’yi kullanarak Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerde ayaklanma başlatırdı. Dün Irak’ta Berzenci, Türkiye’de Şeyh Sait nasıl kullanıldıysa, bugün, Barzani, PKK ve diğer örgütler öyle kullanılmaktadır.

Batı ülkeleri, günümüzde Kürtler ve Siyasi İslam üzerine şekillendirdikleri Ortadoğu politikalarını, Mustafa Kemal Paşa’ya karşı da uygulamışlardı. 
İstanbul’daki İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Sir A. Calthorpe, 1919’da Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği gizli raporda şöyle yazıyordu: “Binbaşı Noel 
(İngiliz ajan), Kürt şefleriyle görüş birliğine varırsa, bundan büyük faydalar sağlayacağını söylüyor… Kürtler henüz Mustafa Kemal’e karşı ayaklanmadılar ama Noel bunu başaracağından emin.”İngiliz Ajanı Noel, Elazığ Valisi Ali Galip ile birlikte Sivas Kongresi’ni basmayı bile düşündü. Ancak, bunu başaramadı. Mustafa Kemal Paşa, 1919’da Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “İngilizlerin amacı, para ile ülkemizde propaganda yapmak ve Kürtlere Kürdistan kurma sözü vererek onları aleyhimize ve bize karşı suikast düzenlemeye yöneltmek olduğu anlaşılmış, karşı önlemler alınmıştır.”  İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliğinde görevli Türkiye uzmanı Ryan, 23 Eylül 1920 tarihli gizli raporunda: “Millicileri ezmek için iç ayaklanmalara güvenilmesi gerektiğini” yazıyordu.

1925 yılında, Bağdat’taki Fransız Yüksek Komiserliği'nin, Paris’e gönderdiği gizli raporda Şeyh Sait isyanı ile ilgili şunlar yer almıştır: “Şeyh Sait 
ayaklanması kendiliğinden birdenbire ortaya çıkmadı. Kürdistan dağları yabancıların kışkırtması ve desteği ile ayaklandı. Bu bölgede ortaya çıkan 
olaylar, İngilizlerin uğradıkları yenilgiden sonra hiç affetmedikleri Mustafa Kemal’e karşı yürüttükleri siyasetin bir parçasıdır. Kürt ayaklanması bundan 
daha iyi koşullarda patlak veremezdi. Ayaklanma, Türklerin Musul üzerindeki iddialarını araştıran komisyonda, Türklerin kendi topraklarındaki Kürtler 
arasında bile huzuru sağlayamayacağını gösterecekti.” International Press’in Londra muhabiri, 5 Ağustos 1930 tarihli gazetede şöyle yazmıştır: “Irak’taki 
Kürtler, Musul petrol bölgesinde yaşamaktadırlar… İngilizler, bu bölgeleri gerektiğinden fazla güçlük çıkmadan Irak’tan koparmak için, buralarda bir çeşit 
‘Kürt Özerkliği’ oluşturmuşlardır. Amaç, İngilizlerin bu özerk Kürdistan ile Türkiye, Suriye ve İran Kürtleri özerinde çalışma yapabilecekleri bir merkez 
oluşturmaktır.” 

ABD Savunma Bakanı Mc Namara,1967 yılında Temsilciler Meclisi Dış İşler Komitesi’nde şöyle diyordu: “Ortadoğu taşıdığı önem nedeniyle, ABD açısından 
önemlidir. Bu bölge siyasi, askeri ve ekonomik çıkarlarımızın birleştiği kavşaktır ve Ortadoğu petrolü, Batı için yaşamsal önemdedir.” ABD’nin Ortadoğu’ya vermek istedikleri yeni biçimi, ABD’li Profesör Noam Chomsky,1983’te yayımlanan “Kader Üçgeni” adlı kitabında kaleme aldı. Kitapta, Kudüs Amerikan 
Girişimcilik Enstitüsünün raporuna yer verdi. Bu raporda şu bilgiler vardı: “Ortadoğu’da ulusalcılık ve ulusal kimlik yok edilmeli, bunun için de Ortadoğu 
Osmanlılaştırılmalıdır. Böylece bölgede Batı çıkarlarına karşı çıkacak ulusal güç ve direnç kalmayacak, sistemlerin çarkları rahatlıkla işleyecektir. ABD için 
en tehlikeli düşman ve tehdit, bağımsızlık tehdididir…”[i]

ABD Merkezi Haber Alma Örgütü (CIA) eski Ortadoğu Direktörü Graham Fuller, 1990’da şunları söyledi: “Kemalizm bitti. Dünyadaki bütün liderler gibi o da 
sonsuza dek yaşayacak bir ürün veremedi. Oysa İncil ve Kur’an hala veriyor. Bu nedenle, kendisine entelektüel güven duyan Türkiye, İslam’ın günlük yaşamdaki 
yerini almasını yeniden düşünmelidir.”ABD Dışişleri eski Bakanı Condoleezza Rice, daha Ulusal Güvenlik Danışmanı iken 7 Ağustos 2003’te Büyük Ortadoğu 
Projesi (BOP) kapsamında, 22 ülkenin rejimi ile sınırlarının değişeceğini belirtti.

ABD’nin ünlü gazetecisi Seymour Hersh, 2007’de yazdığı bir makalede bir ABD belgesine dayanarak, ABD, Suudi Arabistan ve İsrail’in bir mezhep savaşı 
çıkaracağını yazdı. ABD’nin etkili Dışişleri eski Bakanı Kissinger 2014 yılında, Amerikan NBR Radyosuna verdiği demeçte: “1919-1920 yıllarında yapılan 
ittifaklarla kurulan ulusal sınırlar bir bütün olarak yıkılmalıdır” dedi.[ii] ABD’nin en önemli politika belirleyicilerinden Richard Haass, 2014 yılı sonunda, 
Suriye’nin geleceği ile ilgili olarak: “Esad ya da rejimden biri Alevi bölgesini yönetecektir. Kürtlerin güçlü bir özerkliği olacak, Sünni bölgesi de uzun süre 
IŞİD ve Sünni aşiretler arasında mücadele alanı olacak” demiştir.[iii]

AKP hükümeti, Irak’ta mezhep eksenli bir politika izleyerek, Şii Irak Merkezi Hükümeti’ne karşı Nakşibendi Şeyhi Molla Mustafa Barzani’nin oğlu Mesut 
Barzani’yi destekledi. Bu destek karşılığında, Erbil’de, Temmuz 2013’te Barzani’nin liderliğinde Kürt Kongresi toplandı. Türkiye, İran, Irak ve Suriye 
Kürt temsilcilerinin katıldığı bu kongrede dört ülkede (Türkiye, İran, Irak, Suriye) bulunan Kürtlerin bir Kürt Devleti oluşturma konusu görüşüldü. 
Türkiye’nin ulusal çıkarlarına tümüyle aykırı olan bu tablo ortada iken, 16 Kasım 2013’te Türk Başbakan’ı, Barzani’yi Diyarbakır’a davet etti ve Diyarbakır, 
“Kuzey Kürdistan’ın başkenti” olarak tanımlandı. Ayrıca, Bağdat Hükümeti’nin karşı çıkmasına rağmen, Kuzey Irak petrolünün tartışmalı bir sistemle Türkiye’ye sevki ile Barzani daha da güçlendi.Türkiye tarafından yıldızı parlatılan Barzani’ye, 2015 Mayıs ayında ABD’ye yaptığı ziyaretinde, Obama tarafından Beyaz Saray’da Devlet Başkanı statüsü uygulandı. 1 Temmuz 2015’te, Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi (IKBY), bölgedeki petrolün başkent Bağdat’tan bağımsız satılmasına ilişkin karar aldı. Türk hükümeti de petrol anlaşmasına bağlı kalacağına dair güvence verdi.[iv] Böylece, Irak’ın parçalanması ve Kürdistan’ın bağımsızlığı yolunda bir adım daha atılmış oldu. Tüm bu gelişmelere rağmen Barzani, Türk Başbakan’ı ve Cumhurbaşkanı’nın değişmez stratejik müttefiki konumunu korudu. 
Ayrıca, bir araya gelmesi düşünülmeyen, İsrail ve Suudi Arabistan’ın, 2014’ten bu yana 5 kez görüştükleri ve Irak ile Suriye’nin kuzeyinde bir Kürt devleti 
kurulması konusunda anlaştıkları ortaya çıktı. İsrail Başbakanı Netanyahu, 2015 yılında “Kürt Devleti’nin kurulmasını destekliyoruz” diyerek açıkça Kürt 
Devleti’nin kurulmasını istediğini belirtti.

AKP hükümetinin yürüttüğü “Çözüm Süreci” sayesinde, PKK tahmin edemeyeceği derecede güçlendi ve yıldızı parladı. IŞİD’e karşı mücadele eden PKK’nın uzantısı PYD (Demokratik Birlik Partisi), ABD ve Batı ülkeleri nezdinde efsaneleşti.  PYD, ABD tarafından terör örgütü olarak kabul edilmedi, tersine 
Suriye’de ABD’nin hem koalisyon ortağı hem de Siyasi aktörü oldu. Güçlenen PYD, Suriye’nin kuzeyini ele geçirdi. Böylece, İsrail’in hedefi olan ve Türkiye’nin 
toprak bütünlüğünü tehdit eden bir Kürt Devleti’nin temelleri, Türk hükümeti sayesinde atılmış oldu. Oysa AKP hükümeti işbaşına geldiği 2002 yılında, PKK 
terörü sıfırlanma noktasına gelmişti. Sonuçta, AKP’nin dış politikasının en fazla İsrail’e, PKK’ya, Barzani’ye ve ABD’ye hizmet ettiği ortaya çıkmıştır.

AKP hükümetinin uyguladığı Stratejik Öngörü yoksunu, ihtiras ve saplantı ürünü politikalar, Suriye ve Irak’ın haritalarını değiştirirken, Türkiye’nin de toprak 
bütünlüğünü tehlikeye sürüklemektedir. 1922’de, İngiltere Dışişleri Bakanı olan Lord Curzon: “Ülkeler, üzerinde dünya egemenliği için büyük oyunların oynandığı satranç tahtası gibidir” demiştir. AKP hükümeti, bu oyunu bilmeyen, oyunun kurallarını sürekli ihlal eden, çoğu zaman da taşları kaybeden bir oyuncu durumundadır.  Cumhuriyetin doksan yıllık birikimlerini, köklü kurumların da işbirliği ile hoyratça yok eden bir Türkiye, gelecek kuşaklara mağlubiyet, acı, kan ve gözyaşı vadetmeye hazır bir zihniyetle 2023’ü ancak coğrafi olarak küçülerek görebilir.


[i]- Chomsky'nin Kader Üçgeni kitabı: Metin Aydoğan, Bitmeyen Oyun (68.Baskı), Umay Yayınları, İzmir, s.67.

[ii]Mehmet Yuva, Aydınlık Gazetesi, 10 Eylül 2014 tarihli yazısı (son bölüm).

[iii]Verda Özer, Hürriyet Gazetesi, 11 Kasım 2014 tarihli yazısı (Haass'le sohbet, son bölüm).

[iv](Milliyet, 9 Temmuz 2015).  

Uzmanın Diğer Yazıları

Ulusal Çıkarları Yok Sayan Bir Kadro Terörle Mücadele Edemez  
Stratejik Derinlikten-Bozguna: Bir Çöküşün Öyküsü 
Türkiye Coğrafi Olarak Küçülebilir 

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2015/07/13/8237/turkiye-cografi-olarak-kuculebilir

..

3 Kasım 2015 Salı

DEVLET DEVLETLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA!



 DEVLET DEVLETLE YÜZLEŞMEK ZORUNDA! 








 Fotoğraf: Sevgi Can




Bu satırları ocak ayında yazıyorum. Uğur Mumcu’nun katledildiği o kara Ocakta... Uğur Mumcu’nun cinayeti üzerinden tam yirmi yıl geçti. Failleri hâlâ bulunamadı! Hatta yazı çıktığında büyük ihtimalle cinayetiyle ilgili dava zaman aşımına uğramış olacak. Bizim için zamanın geçişi takvimle sınırlıyken, ailesi için geçen bir başka zamandı. Güldal Mumcu, “içinden geçen zaman”ı bir kitapta anlattı. Sevdiğiniz birini kaybetmek yeterince zor. Bunun acısını yakın zamanda kaybettiğim annemden biliyorum. Onu doğanın ya da inanılıyorsa Tanrı’nın almasının kabulü nispeten daha kolay. Ama sevdiğiniz birini birilerinin kendi çıkarları uğruna ya da nedeni ne olursa olsun sizden alabilme hakkını kendilerinde görmeleri ve bu eylemi utanmadan gerçekleştirmeleriyse kabul etmesi kolay bir şey değil. Öfke, isyan, çaresizlik ve nice duygunun ortasında buluverirsiniz kendinizi...


Bu nedenle karşımda oturan kadının metanetine, gücüne ve hayata devam edebilme yetisine büyük bir hayranlık duydum. Sevdiğini, çocuklarının babasını almışlardı elinden ama ilk andan itibaren kendini hiç bırakmamıştı o. İki evladını da alnının akıyla yetiştirmeyi, bugün ülkesine hizmet eden biri olmayı da bilmişti. Bu söyleşide büyük saygı duyduğum, yazılarından hâlâ çok şey öğrendiğim Uğur Mumcu’nun, ailesinden, bizden nasıl alındığını bir de ona en yakın insanın gözünden okuyacaksınız. Uğur Mumcu’nun anısına saygıyla...



“İtiraf ediyorum, karşımda inanılmaz sıcak, beni rahatlatan bir kadın buldum. Ama dışarıdan Güldal Mumcu mesafeli ve sert görünüyor. Bu algı yaşadıklarınızın sonucu mudur, işinizin de etkisi var mı diye sorarak başlayalım...”

“Çoğu insan da başta öyle yaklaşıyor. Sohbet ettiğimiz zamansa hiç televizyonda göründüğünüz gibi değilsiniz diyorlar. Aslında ben gülmeyi çok seven bir insanım, hayatın mizah boyutunu daha çok alırım. Başka türlü de yaşanmıyor zaten. Belli konularda ilkeleri olan bir insanım, taviz vermiyorum onun için de öyle yansıyordur belki. Yaşanan birçok olay buna yol açmış olabilir, o bir oluş hali. En azından sohbet ederken öyle bir şeyim olmuyor ama görüntüsel olarak öyle bir hava yansıyor.”



“Kitap süreci nasıldı sizin için? Niye bu kadar beklediniz?”

“Aslında kitap yazmayı düşünmemiştim. Ama yaşadığım çok önemli olayları ‘unutmadan’ anlatmalısın dediler. Önce ne yaşadım, nelerle karşılaştım, kim ne dedi gibi o ilk zamanlardaki yoğun duyguları kayda aldım, kenara koydum...”



“Bir dönem kaydı yapmışsınız...”

“Yaptım, kaptanın seyir defteri gibi. Aradan yıllar geçti, her seferinde teybe olmasa bile ufak ufak notlar aldım. Olay hafızası bende daha fazla var, kronolojik olarak yerleştirmeyi daha sonra yaptım. Sonra dediler ki bunları yazman lazım. Düşündüm, benim tarihsel sorumluluğum var, yazmam lazım.”



“Ne kadar sürdü bu yazım süreci?”

“İlk kaleme aldığım zaman açıkçası çok canım yandı ve yazmak istemedim. Hemen bırakayım dedim. Bununla ilgili bir anekdot anlatayım. Vakfı oluşturduktan sonra, biliyorsunuz yazma seminerlerimiz var bizim, Mehmet Eroğlu da yazma seminerlerinde ders veriyor. Bir gün Mehmet Eroğlu’yla öğlen yemeğe gittik, ona duygularımı anlattım ve yazamayacağımı söyledim. O sakinlikle dinledi. Sonra bana, ‘Eğer ki yazmayı hayatının amacı edinmiş biri olarak benim ağzımdan “yazma Güldal bu kadar canını sıkıyorsa” gibi bir laf bekliyorsan yanılıyorsun. Bunu yazman lazım’ dedi. Yazmaya başladım ama maceralı da oldu. Önce kasetler arkadaşımdaydı, o taşındığı için kasetleri bulamadı. Bu arada Umut operasyonu dava süreci başladı. Ne zaman dosyayı elime alsam muhakkak bir olay çıktı. Dokunmaya çekinir oldum, yazamayacağım herhalde dedim. Tek başınıza yazmak da çok zor böyle bir konuyu, ben anlattım, Ali Tartanoğlu yazıya döktü. Sonra ben onları aldım çekildim, sakin sakin hafızamın kayıtlarıyla birlikte yeni baştan yazdım. Biraz sıkıntılı ve zor oldu. Ne kadar içimi acıtmış olsa da onun üstüne çıkmam gerektiğini düşündüm, tarihe bir belge bırakmak lazım. Her tarafta belge var ama bunları derli toplu bir halde sunduğunuzda insanlar daha net anlayabiliyor.”



“Her seferinde yeniden hatırlamak yorucu olmalı?”

“Unutmak belki Tanrı’nın verdiği en güzel şey. Bu insan olmamızın getirdiği bir durum, fakat bazı şeyleri de unutmamamız lazım. Ben unutmak ile unutmamak arasındaki bu çizgide belki unutmayarak ama doğal hayatı da yaşayarak gidiyorum.”



“Kitapla ilgili nasıl geri dönüşler alıyorsunuz?”
“Yakın çevreden çok cesur bulanlar oldu. Bazıları dedi ki, biz bu kadarını yazar mıydık bilemiyoruz.”



“Bunca yıldır o kadar şey yaşamış biri olarak bunları yazmak sizi korkuturmuş gibi gelmiyor bana.”
“Bu insan doğası herhalde, belki belli kaygılar var. Ama o darılır, bu küser, rahatsız olur diye gerçeği söylemekten vazgeçmek iyi bir yöntem değil. Bu bizim vicdanımızı yaralar diye düşünüyorum. Örneğin aile içi ensest. Ayıp olur, ailemizin adı çıkar diye anneler dahil görmezden gelirken arada güzelim kız ve oğlan çocukları müthiş bir hayat kayması yaşıyorlar. Yani gerçeği söyleme cesaretini hiç kimseden bulamıyorlar. Biz örtme yolunu seçiyoruz.”


“Kitabınızda adı geçenlerden bazıları sanki siz yanlış bilgi veriyormuşsunuz gibi eleştirilerde bulundular. Bu konuda neler söylemek istersiniz?”
“Bu kitabın giriş sayfasında ‘Bu kitapta anlatılanlar gerçektir’ yazdım. O gerçeklerden oluşan bir aynayı sizin yüzünüze tuttuğum zaman siz kendi gerçeğinizi görüyorsunuz. O aynada gördüğünüz gerçek yüzünüzden rahatsızsanız bana bağırmaya başlıyorsunuz. Aslında kimse yazılanların yanlış olduğunu söylemedi, şöyle ya da böyle gibi şeyler diyerek aslında hepsi teyit ettiler. Savcı ben dilekçeyi verdiğimde ‘böyle bir şey söylemedim’ demişti ama şahitler vardı. Zaten basına söylersen yalanlarım dediği için ben de dilekçe vererek devlete söyledim. Yani cinayetin failinin devlet olduğunu söyleyen savcıyı, devlete söyledim! Aslında ilginç bir durum. Devlet devletle yüzleşmek zorunda!.. Bir de ben niye uydurayım, neden? Olmaz ki öyle şey.” 

“Patlamadan önce Uğur Bey Özgür’e arabanın lastiklerini kontrol etmesini söylüyor. Etmiş mi?”


“Bir şey bulmadı ki geri dönmedi. Öyle yazmıştım.”



“Özge 12, Özgür 16 yaşında. Bir anne olarak onlarla bunu paylaşmanın zorluğunu düşünemiyorum...”

“Olayı algıladığım zaman birdenbire hem burdaydım, hem de yukarıdan bütün odanın hepsini görüyordum. Herhalde şok böyle bir şey olsa gerek diye düşünüyorum. Hem Uğur’un yanına gidemiyorum, harekete geçemiyorum ama hem de her şeyi görüyorum. O ilk andan sonra bende şöyle bir şey oluştu: ‘Böyle bir olay oldu, bundan sonra ne gerekiyorsa yapmam lazım! Çocuklar perişan olmasın, bir görevim var, cenazeyi en iyi şekilde halletmem lazım...’ O anda insanların paniğini bile görüyorsunuz. O paniği görünce diyorum ki, ben düzgün durmak zorundayım. Ama bunu düşünerek demiyorum.”



“Soğukkanlı biri olduğunuzu söyleyebiliriz o halde?”


“Öyle biri çıkıyor benden bilemiyorum. Ben oluş olarak biraz soğukkanlı biriyim. Bu soğukkanlılık demin konuştuğumuz yansımayı da yaratıyor.”



“Böyle durumlarda soğukkanlı insanlara ihtiyaç oluyor ama bu durumda onun siz olmasına üzüldüm ben. Sizin de panik olmaya ya da üzüntünüzü yaşamaya hakkınız var.”


“Benim de üzülmeye hakkım tabii var ama kitapta da anlatıyorum ya, Özge’yle biz sarılıyoruz birbirimize her şeyi unutmuş vaziyette, birden kafamı bir kaldırdım, bir kamera var, evde bir sürü insan olmuş. Otomatik olarak olmaz diye düşündüm.”



“Kitaptaki isimlerden biri de Ülkü Coşkun. Sonra ne olmuş ona?”


“Gene hâkim galiba ama en son halini takip etmedim. Bir yıl sonra Ülkü Coşkun’un olaydaki savsaklamasını dilekçeyle bildirdiğimde hakkında disiplin cezası tayin oldu. Çünkü asker kökenli, özlük hakları da Milli Savunma Bakanlığı’na bağlı. Cezasını uygulamadılar. Ben de dedim ki ‘dava açalım, disiplin cezası uygulasınlar’. Dediler ki, tarihte böyle bir dava görülmemiştir, genelde disiplin cezası kaldırılsın diye dava açılır. Buna ‘negatif dava’ diyorlarmış. Açmamıza mani bir şey var mı dedim, yok dediler. Askeri İdari Mahkemesi’nde açınca davayı Milli Savunma Bakanlığı’na sordular, onlar da bu devlet sırrıdır diye cevap verdiler. Kitaba koydum, merak eden hukukçular okusun. Devlet sırrı ne olabilir? Bir savcıya bir olayı savsakladığı için disiplin cezası uygulamayı istememek ne demek? Bu nasıl bir devlet sırrı olabilir? O savcıya disiplin cezası uyguladığınız zaman devlet büyük bir yıkım altına mı girecek? Devletin sırrı her tarafta var bu kitapta. Devlet sır küpü yani. O sır küpünün içinden de bizler bir türlü çıkamıyoruz dışarı. Aslında iyi okunduğunda niye sır olduğu da belli. Ben olay sırasında ordaydım diyen Ayhan Aydın diye bir tanık var. İslami Hareket Örgütü’nün bazı üyelerini teşhis ediyor. Ama Ülkü Coşkun tutanaklarda tahrifat olmuştur, diyor. Teşhis ettikleri örgüt elemanları o sırada tutukludur, diyor tahrifat sonrasında, oysa 26 Ocak’ta tutuklanmışlar. Bir DGM savcısı İslami Hareket Örgütü’ne hakaret etti diye tanık olan Ayhan Aydın’a dava açıyor. Şimdi DGM savcısı devletin savcısı mıdır, İslami Hareket Örgütü’nün mü? Soru işaretleri çok. Demek ki İslami Hareket Örgütü korunması gereken bir örgüt.”







“Ayhan Aydın’a tutuklandıktan sonra ne olduğunu biliyor musunuz?”

“Yok, sonra serbest kaldı galiba. Bu da bir yıldırma politikası. O zamanlar tanık olanlar vardıysa bile bu muameleden sonra kalkıp ben tanığım dememişlerdir. Bu kitap detaylı ve iyi bir şekilde okunduğu zaman bugünkü iktidarın da Hrant Dink cinayetini nasıl koruduğu ve de devlet sırları görülebilir... Hiçbir tarafta derin bir yapıya dokunma cesareti yok. Avrupa’da Gladyo ortaya çıkmıştı, bizdeki bağlantılar hiçbir zaman ortaya çıkacak gibi görünmüyor. Olay, gerçeği ortaya çıkarmak değil, bir olay üstünden siyaseten nemalanmak haline dönüştü bizde.”



“Bakanlar, başbakanlar değişmiş. Sonuç hep aynı, sözler aynı. Bir de hep namus sözü verilmiş...”

“İşe namus sözü karıştırmak tamamen feodal zihniyettir. Bir hukuk devletinde işe namus karıştırılmaz. Adalet yerine getirilir. Herkesin bir cinayetin ortaya çıkarılmasını talep etme hakkı var. Devletimiz cinayetleri aydınlatamayacak kadar yeteneksiz insanlardan oluşmuyor. Aslında ortaya çıkarmışlar da, fakat ortaya çıkardıklarını adliyeye verecek cesareti bulamamışlar. Sonrasında olanlar da bizde soru işareti bırakıyor. Kaldı ki Uğur Mumcu cinayetinde bir tane sanık ortada yok, bizim için dosya hâlâ açık. Bu yine başta konuştuğumuz kol kırılır yen içinde kalır meselesine geliyor.”



“Verdiğiniz dilekçelerde, yazdığınız mektuplarda hep ‘Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğuna inancımı sürdürüyorum’ ifadesi var. Öyle olduğuna inanıyor musunuz hâlâ?”

“Tabii, varlığımızı yitiririz o zaman. Bunun için mücadele ediyoruz biz. Muammer Aksoy’un, Uğur‘un en büyük kavgası hukuk devleti kavgasıdır. Bakın şimdi CHP’nin en büyük kavgası hukuk devleti kavgasıdır. Bizim hukuk devletini hâlâ konuşuyor olmamız ülke adına da iktidar adına da ayıptır. İktidar gücünü kullanırken yasama organına saygı göstermek zorunda. Yetmiyor hiç kimseye, sınırsız bir yetki isteniyor.”



“Bunca zaman mücadele, karşınıza çıkan duvarlar... Bir sürü insan yılgınlığa düşmüşken, mücadeleden vazgeçmemeyi nasıl başardınız?”

“Hepimiz insanız, yılganlığa da düşeriz ama bu bizim mücadelemizi engellemez. Ağlarız, ağzımıza geleni söyleriz, biz niye buradayız, bu nasıl bir ülke deriz. Ama doğru bildiğimiz yolda devam etmek için sabah kalkarız, o gün yeni bir gündür. Çünkü insanız ve insan gibi muamaleye hak ettiğimize inanıyoruz.”



“Bu bakış çaresizlikle de mücadelenin anahtarı...”

“Bu çaresizlik hissetmediğim anlamına gelmiyor. Ben kitapta kendi duygularımı çok anlatmadım. Mahkemeden çıktığım zaman çok yalnız hissettiğimi söyledim sadece. Etrafınızda çok insan varken bile yalnız hissedebiliyorsunuz. Dünya böyle bir yer. İnsanları insanlığından utandıran insanlar ile gerçek insanların mücadelesi... Ülkemizin tekrar geriye dönüyor olması acı verici aslında. Ben iflah olmaz bir iyimserim sonuç olarak. Yoksa bu gördüğünüz vakfı yapamam, Uğur’un bütün bu kitaplarını yeni baştan okura ulaştıramam...”



“Devletin beni ve Uğur Mumcu’yu yurttaş olarak saymasını bekliyorum, diye yazmışsınız... Hâlâ bekliyor musunuz?”

“Bekliyorum hâlâ evet, şu anda bile... Çünkü yurttaş, devleti sorgular ve kendisine insanca mualeme edilmesini ister. İnsanca muamele edilmiyor diye de bir kenara çekilemeyiz. Bizim mücadelemizin silahla değildir bize silah yöneltilmiş olsa bile. Bizim mücadelemiz ilkesel bazda ve hukuk devleti çerçevesinde olması gerekir. Bunu da yerleştirmek için uğraşıyoruz, bütün çabamız bu. Madem dünyaya gelmişiz, insanın hak ettiği şekilde bir dünya oluşturma görevi de taşıyoruz, ben öyle düşünüyorum. İsyanımızı dirence dönüştürmemiz lazım. Öfkemizi de sorgulamaya... Çünkü öfkeyle dolaştığımız zaman ne kendimize ne etrafımıza fayda sağlarız. Belki öyle yapmam arzu edilmiş de olabilir.”







“Kitapta da bahsediyorsunuz, patlama günü bir yakınınız sakinleştirici öneriyor ama siz kabul etmiyorsunuz, acıdan kaçmıyorsunuz...”

“Bilincimin açık olması lazım diyorum. Bilmeden ben doğrusunu yapmışım. Çok sonra bir doktor ahbabımızdan öğrendim, herhangi bir ilaç içtiğiniz zaman algınız perdeleniyormuş, o zaman da acınızı yaşayamıyorsunuz. Algım kapalı olsaydı belki de farklı davranabilecektim, bu sefer de onun üstesinden gelmem çok daha uzun sürecekti.”



“Sormadan edemem: Kadın ve erkeklere eşit fırsatlar tanındığında kadınlar o haklardan yararlanabiliyor. Ama davranışlara gelince erkeklerin bir şekilde hep erkek gibi davrandığını kadınlarınsa kendi varoluşlarını yadsıyıp erkek düzenine uygun davrandıklarını düşünüyorum. Siz kadın bir Meclis Başkan Vekili olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?”
“Doğanın gereği, kadın ve erkek eşit olmak zorunda. Bu eşitlik hayatın her yönüne yansımak zorunda. Bizim gençliğimizde kadın erkek eşitliği üstüne bugünkü gibi düşünülmezdi. Ne yazık ki kadınlarımız kadın kimliğini yerli yerine oturtup kadın olarak var olacaklarına erkeklerin bu baskısı karşısında onlar da biraz erkeksi tavırlara bürünüyorlar. Şimdi kadın erkek eşit ama erkek daha eşit anlayışını yerleştirmeye çalışıyorlar. Bütün bu söylemleri kadınlar da kullanıyor. Mesela erkek gibi kadın! Otomatik öyle bir yerleştirme var ki, bunu iltifat olarak alıyorsunuz. Ne kadar yanlış bir şey. Ben bu cinsiyetçi söylemi niye kabul ediyorum bir kadın olarak? Ama kadınlar itiraz etmiyor, acı olan o. Bir gün Meclis’te Mehmet Ali Şahin Meclis Başkanı, Başbakan kürsüde, bir tartışma çıktı, tartışmaya ara verdim. Arada Mehmet Ali Şahin’le konuştuk, çayımızı içtik, tam gidiyorum Başkan bana,’Gidin bu işi erkekçe bitirin’ dedi. Bunu o kadar doğal söylüyorlar ki, ben de döndüm ‘Müsade ederseniz Mehmet Ali Bey bir dişi gibi bitireyim, olur mu?’ dedim. Bunu söylediğim zaman neyi söylediğinin ayırdına vardı. Erkekler bunu söylerler çünkü erkek yapısında bu var, onu düzeltmek bize düşüyor. Erkeklerin de söylemlerini cinsiyetçi sözlerden uzak tutmaları gerekiyor. Kadın erkek her yerde yan yana durulursa dünya güzel bir yer olur.”


.

2 Kasım 2015 Pazartesi

Türkiye'de Kürtler 90'lara dönmekten korkuyor



Türkiye'de Kürtler 90'lara dönmekten korkuyor.,




25 Ağustos 2015



Paylaş
İngiliz Independent gazetesinde yayımlanan ve Tunceli'den izlenimlere yer verilen haberde, "Türkiye'de Kürtlerin 1990'lı yılların karanlığına dönmekten korktuğu" belirtildi.
Haber, Zia Weise'ın imzasını taşıyor.
"2013 yılında PKK'nın ateşkes ilan ettiğini, daha önceki on yıllardaki çatışmalar nedeniyle Tunceli'den ayrılanların 2013 ardından kente geri dönmeye başladığını" belirten gazete çatışmaların yeniden başladığını hatırlatıyor ve bunun bölge halkında yarattığı tedirginliği özetle şu ifadelerle aktarıyor:
"Şimdi, Türkiye'nin PKK'ya karşı hava saldırılarıyla iki yıllık barış sürecinin sona erme tehlikesi, Tunceli'deki birçok kişide 1990'ların karanlık günlerine dönüldüğü korkusuna neden oldu. 1990'larda askerler, gerillaları saklandıkları yerlerden çıkartmak için ormanları ateşe veriyor ve bütün olarak köyleri yakıp kül ediyordu.
"Tunceli'nin doğusundaki dağlarda bulunan meyve bahçesiyle uğraşana ve ineğine bakan 63 yaşındaki mevsimlik işçi Hatun, '1994'te bizden burayı terk etmemizi istediler. 'Eğer bunu yapmazsanız evlerinizle birlikte yanacaksınız' dediler. Bu tekrar olabilir. Olmasından korkuyorum' diyor.
"Hatun, son haftalarda kendisine bölgeyi terk etmesi gerektiği, aksi takdirde hayatını tehlikeye atacağı uyarısında bulunulduğunu söylüyor. Ağustos ayının başından bu yana gerillalar yollardaki kamyonlara ve askeri araçlara saldırdı, helikopterlere ve kışlalara ateş açtı. Ordu buna, PKK'nın bir üssü olarak hizmet veren, onların saklanma yerleri olan Tunceli dağlarını bombalayarak yanıt verdi.

'Bugün insanlar barıştan başka hiçbir şey istemiyor'

Haberde Tunceli'de 1938'de yaşanan olaylar hatırlatılıyor, kent sakinlerinin devlete güveninin zayıf olduğu belirtiliyor, HDP'nin genel seçimlerde yüzde 60'dan fazla oy aldığı aktarılıyor.
Gazete, uzmanların, yeniden ortaya çıkan gerilimin nedeninin Kürtlerin HDP'ye desteğini kontrol altına alma çabası olduğundan şüphelendiğini yazıyor.
Haberde bazı köylülerin PKK'yı kendileri açısından koruyucu olarak gördüğü belirtiyor:
"Tunceli'nin doğusundaki kırsal bölgeden bir muhtar, 'Gerilla hareketini bitirirlerse burayı terk etmek zorunda kalacağız. Eğer gerilla silahlarını indirirse devlet bizi bitirecek' diyor.
"Adının yazılmasını istemeyen muhtar, 'Her tarafta korku var' diyor. Ondan da, valiliğin geçici güvenlik bölgesi belgesini imzalaması istenmiş. '1990'larda tehdit edildik. Şimdiki durumsa farklı. Bizi haberdar ediyorlar. Böylece bir şey yaptıklarında, bir yeri yaktıklarında veya insanları öldürdüklerinde, sorumlu olmayacaklar. 'Sizi uyardık' diyecekler' diyor muhtar."
Hüseyin Tunç adlı bir Tunceli belediyesi çalışanı ise gazeteye şunları söylemiş: "On yıl önce barış mı yoksa savaş mı istediğimizi bilmiyorduk. Bugün insanlar barıştan başka hiçbir şey istemiyor."
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/08/150825_independent_kurtler_tunceli_haber


90'larda ne olmuştu: Faili meçhuller, Kayıplar Rengin Arslan BBC Türkçe, İstanbul



90'larda ne olmuştu: Faili meçhuller, Kayıplar 



Rengin Arslan 
BBC Türkçe, 
İstanbul

3 Eylül 2015




90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
Yazı dizisinin ilk bölümünde 90'lı yıllarda orduda görev yapan askerlerin bakışıyla o dönemi aktardık, bugün ise faili meçhuller ifadesiyle vücut bulan insan hakları ihlallerini ele alıyoruz.
"Faili meçhul siyasi cinayetler genellikle cadde ortasında, şehrin en işlek yerlerinde, gündüz işlenmektedir... Güvenlik güçlerinin adi olaylarda işlenen cinayetlerin faillerini kısa sürede yakalaması veya tespit etmesine rağmen siyasal içerikli cinayetlerde failleri yakalayamaması vatandaş tarafından bu cinayetlere devletin göz yumduğu şeklinde algılanmaktadır."
1995 yılının Ekim ayında yayımlanan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bünyesinde oluşturulan ve faili meçhullerle ilgili oluşturulan komisyonun raporunda Güneydoğu illerinde işlenen cinayetlere ilişkin böyle deniyor.
Rapor faili meçhuller cinayetlerin PKK tarafından işlendiğine ilişkin ifadeler kullansa da halk arasındaki bu yaygın görüşü de ifade ediyordu.
Gözaltında kayıp, bugün doğuda inşaat temelleri kazılırken bulunan kemikler, işkence, faili meçhul, "ensesinden bir kurşunla öldürülmüş olarak tarlada bulundu" ifadeleri ve bir yanda çocuklarının mezarını, kemiklerini isteyen Cumartesi anneleri. 90'ları bir çırpıda bu kelimelerle tarif ediyor o günleri anlatanlar.

AİHM'den onlarca mahkumiyet

1990'lar denilince akla ilk gelen kelimelerden biri olan faili meçhullerin sayısı 1995 yılında komisyonun tespitine göre 908 idi. Bunlara sadece Doğu'daki cinayetler değil, Türkiye'yi sarsan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Çetin Emeç gibi Batı'da işlenmiş cinayetler de dahil edilmişti. Ancak sayıyı bine yaklaştıran Güneydoğuda yaşanan cinayetlerdi.
O günkü hak ihlalleri ve cinayetlerden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşınan onlarca davada mahkeme, Türkiye'yi başta yaşam hakkının ihlali başlığında olmak üzere suçlu buldu. Türkiye'yi başvuranlara yüksek miktarda tazminat ödemeye mahkum etti.
Bu davalardan biri bu yazı dizisi için görüştüğüm, o dönem İnsan Hakları Derneği yöneticileri avukatlar Meral Danış Beştaş ve Sezgin Tanrıkulu'nun da anımsattığı o dönem Sağlık İşçileri Sendikası başkanı olan Necati Aydın'ın öldürülmesiyle ilgili karardı.
Necati Aydın resmi kayıtlara göre 18 Mart 1994'te gözaltına alınmış ve hakim tarafından 4 Nisan'da serbest bırakılmıştı. Ancak 4 Nisan'da diğer günlerde olduğu gibi Adliye'nin dışında nöbet tutan yakınları onun ön kapıdan çıktığını görmemişlerdi. Bununla birlikte arka kapıdan çıkarıldığı görülmüş ve 10 gün sonra cesedi Diyarbakır'a 40 kilometre uzaklıkta bulunmuştu.

Sanığı tutuklamadığı için ağlayan hakim

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cinayetle ilgili 2005 yılında Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkum etti.
Meral Danış Beştaş bu olayı "Serbest bırakılan birinin bizzat devletin mahkemesinden arka kapıdan çıkarılacak kadar pervasızlık ve hukuk tanımazlığın görülmesi açısından çok önemli bir vaka" diye tanımlıyor.
Necati Aydın gözaltındayken adliyede sorguya götürülürken gören ve dışarıda bekleyen ailesine "merak etmeyin kayıp değil, içeride" diyen Sezgin Tanrıkulu ise olayın sonrası için şunları söylüyor: "Hakime gittim. Hakim ben serbest bıraktım dedi. DGM yazı işlerinin bana sonradan söylediği, günlerce ağlamış hakim, demiş ki keşke tutuklasaydım. O zaman ölmezlerdi. Vicdan azabı çekmiş."
Aydın'ın cesedi bulunmadan önce DGM Başsavcısı'nın yanına gittiğinde aldığı yanıtı şöyle anlatıyor: "Bekir Selçuk kendinden çok emin bir DGM başsavcısıydı. Onun yanına gittim. 'Dağa gitmiş olamazlar mı?' dedi. Ben de 'Adam 15 gün gözaltında kalmış. Dışarıda ailesi bekliyor. İlla gidecekse de iki hafta sonra gider. Bize başka bir şey söyleyin' dedim. Bize kapıyı gösterdi."
Peki Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın verilerine göre geride 6 binden fazla kişinin işkence, gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayet bırakan 1990'lı yıllarda ne oldu, hukuk nasıl işliyordu?
Tanrıkulu, neredeyse kimsenin işkence görmeden gözaltından çıkmadığını, "Bildiğiniz bütün işkence türleri, falaka, dayak, elektrik tümünün istisnasız kullanıldığını" söylüyor.

70 yaşındaki Fikri Özgen Beyaz Toros'ta

Tanrıkulu'na Olağanüstü Hal uygulamasının sürdüğü, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) görev yaptığı dönemdeki gözaltı uygulamasını sorduğumda 1997 yılına kadar 30 gün olan gözaltı süresini hatırlatıyor ve ekliyor: "Hazırlık soruşturmasında, iddianame yazılan aşamaya kadar avukat yardımı mümkün değildi. Savcı, polis, hakim sorgusunda bulunmak mümkün değildi. Hazırlık soruşturması gizliydi. Avukattan da gizliydi."
Tanrıkulu'na insan hakları ihlalleri ve faili meçhulleri kimin yaptığı sorduğum zaman tek bir kelimelik yanıt veriyor: JİTEM.
Neden diye sorduğumda: "Yok etme ve sindirme. Yok ettiler. Devlet büyük küçük demeden herkesle uğraştı. Herkesi öldürmek konusunda bir sınırlama yoktu. O konuda eşit davrandılar" diye yanıtlıyor.
Bu trajik eşitliğe verdiği bir örnek ise, aynı zamanda müvekkili olan 70 yaşındaki Fikret Özgen'in bir gündüz vakti o dönemin cinayetleriyle simgeleşen beyaz bir Toros'a bindirilerek kaçırılması.
Tanrıkulu, haber aldıktan sonra olanları şöyle anlatıyor: "Hemen adliyeye gittim. Nöbetçi savcının yanına gittim. Savcılığın binasının karşısında JİTEM binası vardı. Bütün sorgular orada yapılıyordu. Savcıya yalvardım. Sana dilekçeyi veriyorum. Bana gözaltına alınmadı diyorsun ama ne olursun bu binaya bir gidin, bu adam 70 yaşında. Ne dediysem o binaya gidilmedi. Tanıklar ortaya çıktı. Astım hastasıydı. Nefes alamıyordu. O tanıklardan öğrendik, onu oraya götürmüşler. Bırakmışlar. Nefes alamamış. Mezarı yok daha."

"Savaş demek bile az geliyor bazen"

Aynı dönem İHD'nin Diyarbakır şubesi yönetiminde olan bugün HDP milletvekili Meral Danış Beştaş ise, "90'lı yıllarda gerçek anlamda şöyle bir duyguyla uyanıyorduk: bugün kaç ölüm olacak, nereden haber alacağız, akşam eve gidebilecek miyiz, hangi köyden feryat yükselecek? İşkence başvuruları çok yoğundu, günde onlarca işkence başvurusu geliyordu derneğe. Özellikle faili meçhuller çok fazlaydı. Savaş demek bile bazen az gelebiliyor. Ne söyleseniz karşılığı yok" diye tarif ediyor o günleri.
Devletin o dönem olanları kabul etmediğini söyleyen Beştaş, uygulamada ise failleri "koruyan ve gözeten bir yaklaşımın olduğunu söylüyor.
Beştaş, "Devletin resmi olarak yapmadığı ama arkasında durduğu, koruduğu, soruşturmaları yaptırmadığı ve bunu bir idari pratik uygulama haline gelmişti ihlaller, cinayetler. Yani faili meçhul cinayet işlenir ama faili yakalanmaz."
Bu dönemde tekrar hedef olmamak için pek çok kişinin yargı yollarına başvurmaktan kaçındığı veya etkin soruşturma eksikliğinin yaygın bir uygulama olduğu belirtiliyor. AİHM de, kendisine başvuru için bir şart olarak koyduğu "iç hukuk yollarının tüketilmesi" ilkesini yine 90'lı yıllarından hak ihlalleri davalarının bazılarında askıya almıştı. Yani başvurucuları, iç hukuk yollarını tüketmekten muaf tutmuştu.
Tanrıkulu'nun verdiği bilgiye göre AİHM bu kararında şöyle demişti: "Sözleşmeye aykırı eylemlerin tekrarından ve kamu makamlarının bu eylemlere resmen hoşgörü göstermelerinden oluşan bir idari uygulamanın bulunması ve bu uygulamanın yapılacak hukuki muameleleri boş ve etkisiz kılacak nitelikte olması halinde iç hukuk yollarını tüketme kuralı uygulanmaz."

90'larda insan hakları savunucu olmak

İnsan hakları açısından Türkiye'nin en karanlık yılları olarak da değerlendirilen 1990'larda avukatların günün tedirgin koşullarından muaf oldukları söylenemez.
Sezgin Tanrıkulu çok kez tehdit edildiğini, bir kere havaalınında gözaltına alındığını anlatıyor.
Image copyrighthurriyet.com.tr
Bir başka gün evinin önünde bekleyen bir arabayı gece vakti Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı'na sorduğunda, başsavcının yarım saat sonra arayıp kendisine "Kim gelirse gelsin kapıyı açma" dediğini anlatıyor. Sonradan da "O gün Sezgin'i götüreceklerdi" diye duyduğunu aktarıyor.
O dönem herkesin gölgesinden korktuğunu ve tıpkı TBMM komisyon raporunda belirtildiği gibi gündüz vakti cinayetler işlendiğini anımsatan Tanrıkulu bir gün bir "Zihni Sinir Projesi" geliştirdiğini anlatıyor buruk bir gülümsemeyle:
"Herkes gerçekten gölgesinden korkar hale gelmişti. Yürürken acaba birisi izliyor mu diye. Ben bir Zihni Sinir projesi geliştirmiştim. Yakında boyun fıtığı olacağız dedim arkadaşlara. Sağa bak, sola bak, arkana bak kim geliyor diye. En iyisi sanayiye gidelim, omuza takılan dikiz aynası yaptıralım, sabah takalım yürüyelim dedim."

"Savaş koşulları herkesin iliklerine işlemişti"

Meral Danış Beştaş da hem heyet olarak hareket etmelerinin engellendiğini, hem de avukatların gözaltına alındığı zamanları hatırlatıyor ve "Tabii ki olağanüstü bir dönemdi her anlamda. Savaş koşulları herkesin iliklerine kadar işlediği yaşadığı bir ortamdı" diyor.
PKK tarafından kaçırılan sivilleri sorduğumda ise, "Onların peşine düşen güçlü bir aygıt yoktu. Onlar açısından da travma. Bir bütün olarak toplumun bütün kesimleri etkileniyor bundan" diyor.
1993 yılında ateşkes ilan edildiğinde ilk kez hiç unutamadığı bir anıyı anlatıyor:"DGM'ye gittim. Orada polis memurlarıyla konuşuyorduk. Çok mutluydular. Gözlerinde ışık gördüm. Hatta biri, avukat hanım çok mutluyuz, bu akşam çocuklarımızın elini tutup parka gideceğiz, özgürce dolaşacağız dedi. O polis memurunun söylediğini unutamıyorum."
Bugün o günlerden Türkiye içinde sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen davalar kaldı. Musa Anter cinayeti, JİTEM davası, geçen günlerde sonuçlanan ve 7 köylünün öldürülmesiyle ilgili eski asker Mete Sayar'ın yargılandığı ve beraat ettiği dava bunlardan biri.
Çoğu 90'lı yılların başlarında işlenen faili meçhul cinayetlerle ile ilgili olarak ise 20 yıllık zamanaşımı nedeniyle bir daha görülemeyecek. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı 2004 yılında kaldırılmış ve Türk Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılmıştı ancak bu değişiklik geçmişe dönük olarak uygulanmıyor.