Rengin Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Rengin Arslan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Kasım 2015 Pazartesi

90'larda ne olmuştu: Faili meçhuller, Kayıplar Rengin Arslan BBC Türkçe, İstanbul



90'larda ne olmuştu: Faili meçhuller, Kayıplar 



Rengin Arslan 
BBC Türkçe, 
İstanbul

3 Eylül 2015




90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
Yazı dizisinin ilk bölümünde 90'lı yıllarda orduda görev yapan askerlerin bakışıyla o dönemi aktardık, bugün ise faili meçhuller ifadesiyle vücut bulan insan hakları ihlallerini ele alıyoruz.
"Faili meçhul siyasi cinayetler genellikle cadde ortasında, şehrin en işlek yerlerinde, gündüz işlenmektedir... Güvenlik güçlerinin adi olaylarda işlenen cinayetlerin faillerini kısa sürede yakalaması veya tespit etmesine rağmen siyasal içerikli cinayetlerde failleri yakalayamaması vatandaş tarafından bu cinayetlere devletin göz yumduğu şeklinde algılanmaktadır."
1995 yılının Ekim ayında yayımlanan Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bünyesinde oluşturulan ve faili meçhullerle ilgili oluşturulan komisyonun raporunda Güneydoğu illerinde işlenen cinayetlere ilişkin böyle deniyor.
Rapor faili meçhuller cinayetlerin PKK tarafından işlendiğine ilişkin ifadeler kullansa da halk arasındaki bu yaygın görüşü de ifade ediyordu.
Gözaltında kayıp, bugün doğuda inşaat temelleri kazılırken bulunan kemikler, işkence, faili meçhul, "ensesinden bir kurşunla öldürülmüş olarak tarlada bulundu" ifadeleri ve bir yanda çocuklarının mezarını, kemiklerini isteyen Cumartesi anneleri. 90'ları bir çırpıda bu kelimelerle tarif ediyor o günleri anlatanlar.

AİHM'den onlarca mahkumiyet

1990'lar denilince akla ilk gelen kelimelerden biri olan faili meçhullerin sayısı 1995 yılında komisyonun tespitine göre 908 idi. Bunlara sadece Doğu'daki cinayetler değil, Türkiye'yi sarsan Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Çetin Emeç gibi Batı'da işlenmiş cinayetler de dahil edilmişti. Ancak sayıyı bine yaklaştıran Güneydoğuda yaşanan cinayetlerdi.
O günkü hak ihlalleri ve cinayetlerden Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne (AİHM) taşınan onlarca davada mahkeme, Türkiye'yi başta yaşam hakkının ihlali başlığında olmak üzere suçlu buldu. Türkiye'yi başvuranlara yüksek miktarda tazminat ödemeye mahkum etti.
Bu davalardan biri bu yazı dizisi için görüştüğüm, o dönem İnsan Hakları Derneği yöneticileri avukatlar Meral Danış Beştaş ve Sezgin Tanrıkulu'nun da anımsattığı o dönem Sağlık İşçileri Sendikası başkanı olan Necati Aydın'ın öldürülmesiyle ilgili karardı.
Necati Aydın resmi kayıtlara göre 18 Mart 1994'te gözaltına alınmış ve hakim tarafından 4 Nisan'da serbest bırakılmıştı. Ancak 4 Nisan'da diğer günlerde olduğu gibi Adliye'nin dışında nöbet tutan yakınları onun ön kapıdan çıktığını görmemişlerdi. Bununla birlikte arka kapıdan çıkarıldığı görülmüş ve 10 gün sonra cesedi Diyarbakır'a 40 kilometre uzaklıkta bulunmuştu.

Sanığı tutuklamadığı için ağlayan hakim

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu cinayetle ilgili 2005 yılında Türkiye'yi tazminat ödemeye mahkum etti.
Meral Danış Beştaş bu olayı "Serbest bırakılan birinin bizzat devletin mahkemesinden arka kapıdan çıkarılacak kadar pervasızlık ve hukuk tanımazlığın görülmesi açısından çok önemli bir vaka" diye tanımlıyor.
Necati Aydın gözaltındayken adliyede sorguya götürülürken gören ve dışarıda bekleyen ailesine "merak etmeyin kayıp değil, içeride" diyen Sezgin Tanrıkulu ise olayın sonrası için şunları söylüyor: "Hakime gittim. Hakim ben serbest bıraktım dedi. DGM yazı işlerinin bana sonradan söylediği, günlerce ağlamış hakim, demiş ki keşke tutuklasaydım. O zaman ölmezlerdi. Vicdan azabı çekmiş."
Aydın'ın cesedi bulunmadan önce DGM Başsavcısı'nın yanına gittiğinde aldığı yanıtı şöyle anlatıyor: "Bekir Selçuk kendinden çok emin bir DGM başsavcısıydı. Onun yanına gittim. 'Dağa gitmiş olamazlar mı?' dedi. Ben de 'Adam 15 gün gözaltında kalmış. Dışarıda ailesi bekliyor. İlla gidecekse de iki hafta sonra gider. Bize başka bir şey söyleyin' dedim. Bize kapıyı gösterdi."
Peki Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın verilerine göre geride 6 binden fazla kişinin işkence, gözaltında kayıp ve faili meçhul cinayet bırakan 1990'lı yıllarda ne oldu, hukuk nasıl işliyordu?
Tanrıkulu, neredeyse kimsenin işkence görmeden gözaltından çıkmadığını, "Bildiğiniz bütün işkence türleri, falaka, dayak, elektrik tümünün istisnasız kullanıldığını" söylüyor.

70 yaşındaki Fikri Özgen Beyaz Toros'ta

Tanrıkulu'na Olağanüstü Hal uygulamasının sürdüğü, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin (DGM) görev yaptığı dönemdeki gözaltı uygulamasını sorduğumda 1997 yılına kadar 30 gün olan gözaltı süresini hatırlatıyor ve ekliyor: "Hazırlık soruşturmasında, iddianame yazılan aşamaya kadar avukat yardımı mümkün değildi. Savcı, polis, hakim sorgusunda bulunmak mümkün değildi. Hazırlık soruşturması gizliydi. Avukattan da gizliydi."
Tanrıkulu'na insan hakları ihlalleri ve faili meçhulleri kimin yaptığı sorduğum zaman tek bir kelimelik yanıt veriyor: JİTEM.
Neden diye sorduğumda: "Yok etme ve sindirme. Yok ettiler. Devlet büyük küçük demeden herkesle uğraştı. Herkesi öldürmek konusunda bir sınırlama yoktu. O konuda eşit davrandılar" diye yanıtlıyor.
Bu trajik eşitliğe verdiği bir örnek ise, aynı zamanda müvekkili olan 70 yaşındaki Fikret Özgen'in bir gündüz vakti o dönemin cinayetleriyle simgeleşen beyaz bir Toros'a bindirilerek kaçırılması.
Tanrıkulu, haber aldıktan sonra olanları şöyle anlatıyor: "Hemen adliyeye gittim. Nöbetçi savcının yanına gittim. Savcılığın binasının karşısında JİTEM binası vardı. Bütün sorgular orada yapılıyordu. Savcıya yalvardım. Sana dilekçeyi veriyorum. Bana gözaltına alınmadı diyorsun ama ne olursun bu binaya bir gidin, bu adam 70 yaşında. Ne dediysem o binaya gidilmedi. Tanıklar ortaya çıktı. Astım hastasıydı. Nefes alamıyordu. O tanıklardan öğrendik, onu oraya götürmüşler. Bırakmışlar. Nefes alamamış. Mezarı yok daha."

"Savaş demek bile az geliyor bazen"

Aynı dönem İHD'nin Diyarbakır şubesi yönetiminde olan bugün HDP milletvekili Meral Danış Beştaş ise, "90'lı yıllarda gerçek anlamda şöyle bir duyguyla uyanıyorduk: bugün kaç ölüm olacak, nereden haber alacağız, akşam eve gidebilecek miyiz, hangi köyden feryat yükselecek? İşkence başvuruları çok yoğundu, günde onlarca işkence başvurusu geliyordu derneğe. Özellikle faili meçhuller çok fazlaydı. Savaş demek bile bazen az gelebiliyor. Ne söyleseniz karşılığı yok" diye tarif ediyor o günleri.
Devletin o dönem olanları kabul etmediğini söyleyen Beştaş, uygulamada ise failleri "koruyan ve gözeten bir yaklaşımın olduğunu söylüyor.
Beştaş, "Devletin resmi olarak yapmadığı ama arkasında durduğu, koruduğu, soruşturmaları yaptırmadığı ve bunu bir idari pratik uygulama haline gelmişti ihlaller, cinayetler. Yani faili meçhul cinayet işlenir ama faili yakalanmaz."
Bu dönemde tekrar hedef olmamak için pek çok kişinin yargı yollarına başvurmaktan kaçındığı veya etkin soruşturma eksikliğinin yaygın bir uygulama olduğu belirtiliyor. AİHM de, kendisine başvuru için bir şart olarak koyduğu "iç hukuk yollarının tüketilmesi" ilkesini yine 90'lı yıllarından hak ihlalleri davalarının bazılarında askıya almıştı. Yani başvurucuları, iç hukuk yollarını tüketmekten muaf tutmuştu.
Tanrıkulu'nun verdiği bilgiye göre AİHM bu kararında şöyle demişti: "Sözleşmeye aykırı eylemlerin tekrarından ve kamu makamlarının bu eylemlere resmen hoşgörü göstermelerinden oluşan bir idari uygulamanın bulunması ve bu uygulamanın yapılacak hukuki muameleleri boş ve etkisiz kılacak nitelikte olması halinde iç hukuk yollarını tüketme kuralı uygulanmaz."

90'larda insan hakları savunucu olmak

İnsan hakları açısından Türkiye'nin en karanlık yılları olarak da değerlendirilen 1990'larda avukatların günün tedirgin koşullarından muaf oldukları söylenemez.
Sezgin Tanrıkulu çok kez tehdit edildiğini, bir kere havaalınında gözaltına alındığını anlatıyor.
Image copyrighthurriyet.com.tr
Bir başka gün evinin önünde bekleyen bir arabayı gece vakti Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcısı'na sorduğunda, başsavcının yarım saat sonra arayıp kendisine "Kim gelirse gelsin kapıyı açma" dediğini anlatıyor. Sonradan da "O gün Sezgin'i götüreceklerdi" diye duyduğunu aktarıyor.
O dönem herkesin gölgesinden korktuğunu ve tıpkı TBMM komisyon raporunda belirtildiği gibi gündüz vakti cinayetler işlendiğini anımsatan Tanrıkulu bir gün bir "Zihni Sinir Projesi" geliştirdiğini anlatıyor buruk bir gülümsemeyle:
"Herkes gerçekten gölgesinden korkar hale gelmişti. Yürürken acaba birisi izliyor mu diye. Ben bir Zihni Sinir projesi geliştirmiştim. Yakında boyun fıtığı olacağız dedim arkadaşlara. Sağa bak, sola bak, arkana bak kim geliyor diye. En iyisi sanayiye gidelim, omuza takılan dikiz aynası yaptıralım, sabah takalım yürüyelim dedim."

"Savaş koşulları herkesin iliklerine işlemişti"

Meral Danış Beştaş da hem heyet olarak hareket etmelerinin engellendiğini, hem de avukatların gözaltına alındığı zamanları hatırlatıyor ve "Tabii ki olağanüstü bir dönemdi her anlamda. Savaş koşulları herkesin iliklerine kadar işlediği yaşadığı bir ortamdı" diyor.
PKK tarafından kaçırılan sivilleri sorduğumda ise, "Onların peşine düşen güçlü bir aygıt yoktu. Onlar açısından da travma. Bir bütün olarak toplumun bütün kesimleri etkileniyor bundan" diyor.
1993 yılında ateşkes ilan edildiğinde ilk kez hiç unutamadığı bir anıyı anlatıyor:"DGM'ye gittim. Orada polis memurlarıyla konuşuyorduk. Çok mutluydular. Gözlerinde ışık gördüm. Hatta biri, avukat hanım çok mutluyuz, bu akşam çocuklarımızın elini tutup parka gideceğiz, özgürce dolaşacağız dedi. O polis memurunun söylediğini unutamıyorum."
Bugün o günlerden Türkiye içinde sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen davalar kaldı. Musa Anter cinayeti, JİTEM davası, geçen günlerde sonuçlanan ve 7 köylünün öldürülmesiyle ilgili eski asker Mete Sayar'ın yargılandığı ve beraat ettiği dava bunlardan biri.
Çoğu 90'lı yılların başlarında işlenen faili meçhul cinayetlerle ile ilgili olarak ise 20 yıllık zamanaşımı nedeniyle bir daha görülemeyecek. İnsanlığa karşı işlenen suçlarda zamanaşımı 2004 yılında kaldırılmış ve Türk Ceza Kanunu'nda değişiklik yapılmıştı ancak bu değişiklik geçmişe dönük olarak uygulanmıyor.


90'larda ne olmuştu: Güneydoğu'da polis ve asker




90'larda ne olmuştu: Güneydoğu'da polis ve asker


  • 2 Eylül 2015
90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
Yazı dizisi 90'lı yıllarda orduda görev yapan askerlerle başladı; o yıllardaki sivil yaşam, faili meçhuller kelimesi ile vücut bulan insan hakları ihlalleri ve bölgede gazeteci olmak başlıklarıyla devam edecek.
''Üçü Tunceli'de pusuya düşürülen özel tim görevlisi olmak üzere 5 kişi şehit oldu."
3 Temmuz 1992 tarihli bir gazete kupürü, yukarıdaki cümleyle 1990'lı yıllarda haberlerden eksik olmayan asker ve polis ölümlerinden birini veriyordu.
Haberde adı geçen, hayatını kaybeden özel tim görevlilerinden biri ise, Şehit Polis Aileleri Dayanışma Derneği'nde görüştüğüm Durdu Hızarcı'nın kardeşi Mehmet Çatal'dı.
Hızarcı kendisinden 10 yaş küçük kardeşinin doğduğu günü anlatarak başlıyor, yoksulluklarını ve kardeşinin bu nedenle üniversiteye gidemediğini anlatarak devam ediyor.
1990'lı yıllar onun için "Kürdistan'ı kurmak isteyen, ülkeyi bölmek isteyen teröristler ile savaş" anlamına geliyor.
Kardeşi Mehmet Çatal'ın nasıl öldürüldüğünü sorduğumda, "Şoförleri izne ayrılmış. 3 arkadaş nöbet değişimi yapacak. Arkadaşlar yorulmasın ben görev yerine götüreyim demiş. Pusuya yatan teröristler mezradan ateş açıyorlar. Sonra gittik arabayı da gördük, kurşunları da gördük. Kardeşime kurşun sıkanlar vatanı bölmek için kurşun sıkıyorlar" diyor.
Hızarcı sakin bir ses tonuyla anlatsa da öfke dolu sözleri. "O teröristlerin de bir anne babası varmış. Olmasın. Öyle çocuklar doğurmasın analarımız. Eğer öyle vatana millete hain bir evlat yetiştirirsem ben çeker evladımı vururum. Ant olsun ki vururum" diyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 1990'lı yıllarda birisi binlerce askerin katıldığı Çekiç Harekatı olmak PKK'ya yönelik çok sayıda operasyon düzenledi.
1990'lı yıllarda tırmanışa geçen şiddet eylemleri ve çatışmalar binlerce asker ve polisin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Bayrağa sarılı tabutlar ve devlet ricalinin katıldığı cenaze törenleri o yılların en sık görülen fotoğraflarındandı.

Doğan Güreş: "Valiler ne desem yapıyordu"

Askerin cephesinde ise bir sıkıyönetimin fiilen uygulandığını 1990 ile 1994 arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan Doğan Güreş Fikret Bila'nın Komutanlar Cephesi isimli kitabı için şöyle anlatıyordu:
"Sıkıyönetim niye ilan etmiyorlar? Ben biliyorum niye ilan etmediklerini! Sıkıyönetim ilan ederiz, sonra darbe yaparlar mı, diye düşünüyorlar. Hissediyorum. Yoksa ben onların tepesine biner ya sıkıyönetim ilan edin ya da ben birliklerimin başında kumandayı ele alıyorum, derdim. Ama her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. Durum onu gerektiriyordu (…) Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu. Yetki sende değil, demiyordu. Hepsi ne dersem yapıyorlardı."

"Birbirimizi böyle öldüre öldüre nereye kadar?"

Peki 1990'lı yıllarda asker ve güvenlik güçleri ne yaptı? Askerler açısından ortam nasıldı?
1999 yılında Şırnak'ta özel kuvvetlerde tim komutanlığı da yapmış olan Metin Gürcan, anılarıyla anlatıyor o günlerin etkilerini:
"Ben Kore gazileriyle görüştüm, savaş anılarını çok gururla anlatırlar. Kıbrıs gazileri de aynı şekilde. Fakat 1998'de mezun oldum. 1999'da özel kuvvetlerde görev yaptım. Orada görev yapan personelin üzerinde de bir gurur vardı mutlaka. Zor şartlarda görev yapmak, vatanın birliği beraberliği için görev yapmak... Ama bu mahzun bir gururdu bu. Kore'de veya Kıbrıs'ta savaşanlar gibi değildir."
1993 yılında Maltepe Askeri Lisesi'nde öğrenciyken ders vermeye gelen ve onlar için "rol model" olan, bazıları Güneydoğu'da görev yapan komutanların Güneydoğu'da olanları anlatmadıklarına dikkat çekiyor.
Sonra unutmadığı bir anısını anlatıyor: "99 Şubat ayında Öcalan teslim olmuş. 99 Nisan ayında peşmergelerle birlikte operasyona çıkmıştık. 4 PKK'lı öldürülmüştü. Bir tanesi kadındı. Tim komutanı yüzbaşı bir defter okuyordu yanında. O da özel kuvvetlerdeki en örnek aldığımız insanlardan biri. Kadının tuttuğu günlük vardı elinde. Annesiyle ilgili bölümü okuyormuş ben yanına gittiğimde. 'Birbirimizi böyle öldüre öldüre nereye kadar' diye sordu. Bu soru hep benim aklımdadır."

"PKK ile mücadelede Kandil'de yapılmalıydı"

Gürcan o dönem çatışmaların şehirlere daha az yansıdığını söylüyor ve bugünle bir kıyas yaparak kaygısını dile getiriyor: "O zaman şiddet çok yükseldi ama kırsalda kaldı. Şehirlere, halka yansımadı. 90'larda çatışmalar daha askeriydi, daha kırsaldaydı ve daha nizamiyeye yakındı."
1990'ların başından itibaren bölgede görev yapan, Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndan binbaşı rütbesiyle emekli olan Mete Yarar ise o dönem TSK'nın stratejini "felsefe olarak" eleştiriyor.
Yarar, "PKK ile mücadele Türkiye sınırları içinde değil Kandil'de yapılmalıydı" diyor.
Türkiye topraklarına fiili olarak askeri bir güç kullanmanın doğru olmadığını söyleyen Yarar, "Bu işi Kuzey Irak topraklarında çözecektiniz. Kendi topraklarınızla uğraşmayacaktınız. Bu tür örgütlerle mücadele etmek istiyorsanız, başka ülkede konuşlandığı yerde bunu bitirebilirsiniz. Silahlı Kuvvetler Türkiye sathında kullanılmamalıydı" diye açıklıyor görüşlerini.
Hayatını kaybeden arkadaşlarını hatırlatan Yarar, 90'larda yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili sorularımı yanıtlarken en çok, o günlerde Güneydoğu'da olanları görmemekle suçladığı topluma atıfta bulunuyor ve ekliyor:
"Silahlı kuvvetler bu işten en çok mağdur olanlardan bir tanesi. En samimi olduğum onlarca arkadaşım hayatta değil şu an. Çocukları babasız kaldı, eşleri kocasız kaldı. İnsanların çocukları öldü. 90'ların eleştirisini yapacaksak önce toplumdan başlayalım."

"Türkiye'nin yüzde 80'i gri bölgeydi"

Hem Metin Gürcan'a hem de Mete Yarar'a adı 90'lı yıllarla birlikte anılır hale gelen faili meçhulleri soruyorum. Kim yaptı bunları?
"90'ların sorunu vicdan sorunudur" diyor Mete Yarar.
Orada görev yapmış bütün asker ve polis için aynı şeyi söyleyip söyleyemeyeceğini sorduğumda, "En ufak bir endişem yok. Ama herkesin hesabını ben veremem. Kimseyi aklayamam, karalayamam da. Bir kurum adına konuşma yetkim de yok. Bu devlet bu silah kuvvetler kendi içinde yanlış yapan kimseyi hukukun karşısında korumadı. Önüne zırh koymadı" diyor.
Kendisine görev yaptığı sürece hiçbir zaman bir mezhep veya etnik kimlik üzerinde emir verilmediğini vurguluyor.
O gün yaşananları ise "gri alan" ile açıklıyor: "Her ülkenin gri alanı vardır. O günlerin en büyük sıkıntısı şu, normalde bir ülkenin gri alanı yüzde beşi, yüzde altıyı geçmez. O zaman ülkenin neredeyse yüzde 80'i gri alandı. O bölgede yaşananların yüzde 80'i gri alandı. Onu oluşturanları engelleyemediğiniz müddetçe yapacağınız hiçbir şey yok."
Gri alandan ne kast ettiğini sorduğumda ise, hukuk, toplum, basın, uluslararası kuruluşların denetiminin olmadığı bir alana işaret ediyor ve "Bu gri alanın denetlenmesinde kim vardı o zaman? Ne kalıyor geriye? Vicdanınıza kalıyor. İyi bir insansanız, içinizde Allah korkusu varsa, ahlaklıysanız yapmazsınız" diyor ve yaptıkları işin vicdana bırakılmayacak kadar önemli olduğunu vurguluyor.
Metin Gürcan ise "En büyük faili meçhul mezarlığı nerede derseniz, birincisi Şırnak, Cizre ve özellikle Kasrik boğazının civarına bakın derim. İkincisi Kandil'in civarına bakın derim. Bu da çok önemli" diyor ve "Faili meçhuller bölgede olduğu kadar, örgütün içinde de vardı" diye ekliyor.
Gürcan ayrıca devletin kontrolünde illegal yapılar ile ilgili soruma ise "Varsa bile, ki olduğuna dair kuvvetli emareler var sahada, demek ki devlet bunu paralel bir mücadele olarak yürütmüş. Belki bu da bir başarısı devletin. Sahadaki askeri mücadeleyle bunu karıştırmamak lazım. Ama tabii geçmişiyle de yüzleşmesi lazım" diyor.

Bir mezarlık olarak Güneydoğu

Gürcan sohbetimizin sonunda bir benzerini benim de Şanlı Urfa' dan Ceylanpınar'a giderken yaşadığım bir anısını anlatıyor: "Bakın bölgede her yer mezarlık. Beni en çok etkileyen şeylerden biri. 2006'da Gabar bölgesinde bir korucuyla çıktık. Adam bir başladı anlatmaya; şu tepenin ardında benim kardeşim şehit oldu, gerideki yerde amcamın oğlu mayına bastı. Şurada bilmem kim öldü diye. Adam dağları ve tepeleri yaralılarla, ölülerle yani aslında mezarlarla anlatıyor. Adamın arazi tarifi öyle. Ben eminim PKK boyutunda da iş böyle. Arazi ölümlerle ve yas süreçleriyle kirlenmiş. Siz bir mezarlık içinde yaşamak ister misiniz?"
Eski Milli Savunma Bakanlığı'nın 2014 yılında açıkladığı verilere göre, 2014 yılına kadar TSK'dan 5 bin 347, bin 378 köy korucusu, 283 polis ve sivil 5 bin 791 kişi olmak üzere 13 bin kişi hayatını kaybetti.
TBMM'de İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nda oluşturulan bir alt komisyonun 2013 yılındaki raporuna göre ise 22 binden fazla PKK militanı düzenlenen operasyonlarla öldürüldü.

..