2 Kasım 2015 Pazartesi

90'larda ne olmuştu: Güneydoğu'da polis ve asker




90'larda ne olmuştu: Güneydoğu'da polis ve asker


  • 2 Eylül 2015
90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
Yazı dizisi 90'lı yıllarda orduda görev yapan askerlerle başladı; o yıllardaki sivil yaşam, faili meçhuller kelimesi ile vücut bulan insan hakları ihlalleri ve bölgede gazeteci olmak başlıklarıyla devam edecek.
''Üçü Tunceli'de pusuya düşürülen özel tim görevlisi olmak üzere 5 kişi şehit oldu."
3 Temmuz 1992 tarihli bir gazete kupürü, yukarıdaki cümleyle 1990'lı yıllarda haberlerden eksik olmayan asker ve polis ölümlerinden birini veriyordu.
Haberde adı geçen, hayatını kaybeden özel tim görevlilerinden biri ise, Şehit Polis Aileleri Dayanışma Derneği'nde görüştüğüm Durdu Hızarcı'nın kardeşi Mehmet Çatal'dı.
Hızarcı kendisinden 10 yaş küçük kardeşinin doğduğu günü anlatarak başlıyor, yoksulluklarını ve kardeşinin bu nedenle üniversiteye gidemediğini anlatarak devam ediyor.
1990'lı yıllar onun için "Kürdistan'ı kurmak isteyen, ülkeyi bölmek isteyen teröristler ile savaş" anlamına geliyor.
Kardeşi Mehmet Çatal'ın nasıl öldürüldüğünü sorduğumda, "Şoförleri izne ayrılmış. 3 arkadaş nöbet değişimi yapacak. Arkadaşlar yorulmasın ben görev yerine götüreyim demiş. Pusuya yatan teröristler mezradan ateş açıyorlar. Sonra gittik arabayı da gördük, kurşunları da gördük. Kardeşime kurşun sıkanlar vatanı bölmek için kurşun sıkıyorlar" diyor.
Hızarcı sakin bir ses tonuyla anlatsa da öfke dolu sözleri. "O teröristlerin de bir anne babası varmış. Olmasın. Öyle çocuklar doğurmasın analarımız. Eğer öyle vatana millete hain bir evlat yetiştirirsem ben çeker evladımı vururum. Ant olsun ki vururum" diyor.
Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) 1990'lı yıllarda birisi binlerce askerin katıldığı Çekiç Harekatı olmak PKK'ya yönelik çok sayıda operasyon düzenledi.
1990'lı yıllarda tırmanışa geçen şiddet eylemleri ve çatışmalar binlerce asker ve polisin hayatını kaybetmesiyle sonuçlandı. Bayrağa sarılı tabutlar ve devlet ricalinin katıldığı cenaze törenleri o yılların en sık görülen fotoğraflarındandı.

Doğan Güreş: "Valiler ne desem yapıyordu"

Askerin cephesinde ise bir sıkıyönetimin fiilen uygulandığını 1990 ile 1994 arasında Genelkurmay Başkanlığı yapan Doğan Güreş Fikret Bila'nın Komutanlar Cephesi isimli kitabı için şöyle anlatıyordu:
"Sıkıyönetim niye ilan etmiyorlar? Ben biliyorum niye ilan etmediklerini! Sıkıyönetim ilan ederiz, sonra darbe yaparlar mı, diye düşünüyorlar. Hissediyorum. Yoksa ben onların tepesine biner ya sıkıyönetim ilan edin ya da ben birliklerimin başında kumandayı ele alıyorum, derdim. Ama her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. Durum onu gerektiriyordu (…) Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu. Yetki sende değil, demiyordu. Hepsi ne dersem yapıyorlardı."

"Birbirimizi böyle öldüre öldüre nereye kadar?"

Peki 1990'lı yıllarda asker ve güvenlik güçleri ne yaptı? Askerler açısından ortam nasıldı?
1999 yılında Şırnak'ta özel kuvvetlerde tim komutanlığı da yapmış olan Metin Gürcan, anılarıyla anlatıyor o günlerin etkilerini:
"Ben Kore gazileriyle görüştüm, savaş anılarını çok gururla anlatırlar. Kıbrıs gazileri de aynı şekilde. Fakat 1998'de mezun oldum. 1999'da özel kuvvetlerde görev yaptım. Orada görev yapan personelin üzerinde de bir gurur vardı mutlaka. Zor şartlarda görev yapmak, vatanın birliği beraberliği için görev yapmak... Ama bu mahzun bir gururdu bu. Kore'de veya Kıbrıs'ta savaşanlar gibi değildir."
1993 yılında Maltepe Askeri Lisesi'nde öğrenciyken ders vermeye gelen ve onlar için "rol model" olan, bazıları Güneydoğu'da görev yapan komutanların Güneydoğu'da olanları anlatmadıklarına dikkat çekiyor.
Sonra unutmadığı bir anısını anlatıyor: "99 Şubat ayında Öcalan teslim olmuş. 99 Nisan ayında peşmergelerle birlikte operasyona çıkmıştık. 4 PKK'lı öldürülmüştü. Bir tanesi kadındı. Tim komutanı yüzbaşı bir defter okuyordu yanında. O da özel kuvvetlerdeki en örnek aldığımız insanlardan biri. Kadının tuttuğu günlük vardı elinde. Annesiyle ilgili bölümü okuyormuş ben yanına gittiğimde. 'Birbirimizi böyle öldüre öldüre nereye kadar' diye sordu. Bu soru hep benim aklımdadır."

"PKK ile mücadelede Kandil'de yapılmalıydı"

Gürcan o dönem çatışmaların şehirlere daha az yansıdığını söylüyor ve bugünle bir kıyas yaparak kaygısını dile getiriyor: "O zaman şiddet çok yükseldi ama kırsalda kaldı. Şehirlere, halka yansımadı. 90'larda çatışmalar daha askeriydi, daha kırsaldaydı ve daha nizamiyeye yakındı."
1990'ların başından itibaren bölgede görev yapan, Özel Kuvvetler Komutanlığı'ndan binbaşı rütbesiyle emekli olan Mete Yarar ise o dönem TSK'nın stratejini "felsefe olarak" eleştiriyor.
Yarar, "PKK ile mücadele Türkiye sınırları içinde değil Kandil'de yapılmalıydı" diyor.
Türkiye topraklarına fiili olarak askeri bir güç kullanmanın doğru olmadığını söyleyen Yarar, "Bu işi Kuzey Irak topraklarında çözecektiniz. Kendi topraklarınızla uğraşmayacaktınız. Bu tür örgütlerle mücadele etmek istiyorsanız, başka ülkede konuşlandığı yerde bunu bitirebilirsiniz. Silahlı Kuvvetler Türkiye sathında kullanılmamalıydı" diye açıklıyor görüşlerini.
Hayatını kaybeden arkadaşlarını hatırlatan Yarar, 90'larda yaşanan insan hakları ihlalleriyle ilgili sorularımı yanıtlarken en çok, o günlerde Güneydoğu'da olanları görmemekle suçladığı topluma atıfta bulunuyor ve ekliyor:
"Silahlı kuvvetler bu işten en çok mağdur olanlardan bir tanesi. En samimi olduğum onlarca arkadaşım hayatta değil şu an. Çocukları babasız kaldı, eşleri kocasız kaldı. İnsanların çocukları öldü. 90'ların eleştirisini yapacaksak önce toplumdan başlayalım."

"Türkiye'nin yüzde 80'i gri bölgeydi"

Hem Metin Gürcan'a hem de Mete Yarar'a adı 90'lı yıllarla birlikte anılır hale gelen faili meçhulleri soruyorum. Kim yaptı bunları?
"90'ların sorunu vicdan sorunudur" diyor Mete Yarar.
Orada görev yapmış bütün asker ve polis için aynı şeyi söyleyip söyleyemeyeceğini sorduğumda, "En ufak bir endişem yok. Ama herkesin hesabını ben veremem. Kimseyi aklayamam, karalayamam da. Bir kurum adına konuşma yetkim de yok. Bu devlet bu silah kuvvetler kendi içinde yanlış yapan kimseyi hukukun karşısında korumadı. Önüne zırh koymadı" diyor.
Kendisine görev yaptığı sürece hiçbir zaman bir mezhep veya etnik kimlik üzerinde emir verilmediğini vurguluyor.
O gün yaşananları ise "gri alan" ile açıklıyor: "Her ülkenin gri alanı vardır. O günlerin en büyük sıkıntısı şu, normalde bir ülkenin gri alanı yüzde beşi, yüzde altıyı geçmez. O zaman ülkenin neredeyse yüzde 80'i gri alandı. O bölgede yaşananların yüzde 80'i gri alandı. Onu oluşturanları engelleyemediğiniz müddetçe yapacağınız hiçbir şey yok."
Gri alandan ne kast ettiğini sorduğumda ise, hukuk, toplum, basın, uluslararası kuruluşların denetiminin olmadığı bir alana işaret ediyor ve "Bu gri alanın denetlenmesinde kim vardı o zaman? Ne kalıyor geriye? Vicdanınıza kalıyor. İyi bir insansanız, içinizde Allah korkusu varsa, ahlaklıysanız yapmazsınız" diyor ve yaptıkları işin vicdana bırakılmayacak kadar önemli olduğunu vurguluyor.
Metin Gürcan ise "En büyük faili meçhul mezarlığı nerede derseniz, birincisi Şırnak, Cizre ve özellikle Kasrik boğazının civarına bakın derim. İkincisi Kandil'in civarına bakın derim. Bu da çok önemli" diyor ve "Faili meçhuller bölgede olduğu kadar, örgütün içinde de vardı" diye ekliyor.
Gürcan ayrıca devletin kontrolünde illegal yapılar ile ilgili soruma ise "Varsa bile, ki olduğuna dair kuvvetli emareler var sahada, demek ki devlet bunu paralel bir mücadele olarak yürütmüş. Belki bu da bir başarısı devletin. Sahadaki askeri mücadeleyle bunu karıştırmamak lazım. Ama tabii geçmişiyle de yüzleşmesi lazım" diyor.

Bir mezarlık olarak Güneydoğu

Gürcan sohbetimizin sonunda bir benzerini benim de Şanlı Urfa' dan Ceylanpınar'a giderken yaşadığım bir anısını anlatıyor: "Bakın bölgede her yer mezarlık. Beni en çok etkileyen şeylerden biri. 2006'da Gabar bölgesinde bir korucuyla çıktık. Adam bir başladı anlatmaya; şu tepenin ardında benim kardeşim şehit oldu, gerideki yerde amcamın oğlu mayına bastı. Şurada bilmem kim öldü diye. Adam dağları ve tepeleri yaralılarla, ölülerle yani aslında mezarlarla anlatıyor. Adamın arazi tarifi öyle. Ben eminim PKK boyutunda da iş böyle. Arazi ölümlerle ve yas süreçleriyle kirlenmiş. Siz bir mezarlık içinde yaşamak ister misiniz?"
Eski Milli Savunma Bakanlığı'nın 2014 yılında açıkladığı verilere göre, 2014 yılına kadar TSK'dan 5 bin 347, bin 378 köy korucusu, 283 polis ve sivil 5 bin 791 kişi olmak üzere 13 bin kişi hayatını kaybetti.
TBMM'de İnsan Hakları İnceleme Komisyonu'nda oluşturulan bir alt komisyonun 2013 yılındaki raporuna göre ise 22 binden fazla PKK militanı düzenlenen operasyonlarla öldürüldü.

..

90’larda ne olmuştu? İsmet Sezgin: Birtakım öldürmeler, hapsetmeler, birmücadele

90’larda ne olmuştu? İsmet Sezgin: Birtakım öldürmeler, hapsetmeler, bir mücadele




  • 4 Eylül 2015



Image copyrightAP

90'ların tanıkları, o dönemi asker, sivil, politikacı ve gazeteci olarak yaşayan, çatışmalarda yakınlarını kaybeden kişilerle görüşerek, Güneydoğu'nun 1990'lı yıllarından bugüne kalanları 5 bölümden oluşan bir yazı dizisiyle ele alıyoruz.
İsmet Sezgin, Türkiye’nin en çalkantılı yıllarında iki yıl içişleri bakanlığı yaptı, henüz 27 yaşında Demokrat Parti’den Aydın Belediye Başkanı olarak başladığı siyaset hayatında milli savunma bakanlığı dahil pek çok görevde bulundu.
1961 yılında girdiği parlamentoda 38 yıl kaldı. 1990'larda ne olduğunun kaydını dökerken bugün 87 yaşında olan Sezgin ile içişleri bakanı olarak görev yaptığı iki yılı da düşünerek görüşmek istedim.
1991 Kasım ayından 1993 Haziranı’na kadar İçişleri Bakanlığı yapan İsmet Sezgin’e o yılları sorduğumuzda önce PKK’nın ilk eylemini yaptığı 1984’ten başlayarak anlatmaya başladı ve bölgenin tarihsel arka planına ilişkin kendi değerlendirmesini yaptı.
Yaz aylarını geçirdiği Silivri’deki yazlığında görüştüğüm İsmet Sezgin, PKK’nın ilk silahlı eylemi olan 1984 yılında Siirt’in Eruh ilçesine düzenlenen baskını hatırlatıyor ve şöyle diyor: “Bu olayları sadece 1984’e bağlamamak gerekiyor. 100 küsur yıldan beri, gerek Osmanlı zamanında gerek Cumhuriyet zamanında Batı’daki bir grup, bir uluslararası güç bir Kürt devleti kurmak için, bölgede, Mezopotamya’da bir Kürt devleti kurmak için büyük gayret içerisine girmiştir. Bu gayret de devam etmiştir. 35’e yakın ayaklanma görülmüştür.”
Dış güçlere atıfta bulunurken bir yandan bölgede yaşananların sosyolojik ve ekonomik arka planını vurguluyor.

Sezgin: Vatandaşlarımız suç işlediklerini hissediyorsa...

Sezgin, “Eğer bir ülkede bütünüyle demokrasiyi geliştirememişseniz, parlamenter bir demokratik rejim yaratılmamışsa ve ülkede gelir dağılımı bozuk ise, işsizlik, yolsuzluk, eğitimsizlik varsa, bir de bunun üzerine eklenen yılların ötesinden gelen bir takım hataların meydana getirdiği yanlışlar varsa bunlar zaman içerisinde kabarıyor” diye özetliyor sorunun kaynağını.
Sezgin aynı zamanda 12 Eylül’ün “özellikle Güneydoğu illerinde, Diyarbakır ve diğer illerimizde bölge halkında bir sıkıntı, bir üzüntü bir telaş, bir korku meydana getirdiğini” vurguluyor.
Bakanlığa başladığı ilk gün ise evinde yaptığı bir açıklamada, “Biz yeni iktidar olarak her şeyden önce vatandaşlarımızın kendilerini bir suç işlediklerini hissediyorlarsa, mutlaka namuslu, onurlu Türk yargısına müracaat etmeleri gerektiğini ve tekrar namuslu Türk vatandaşı olmanın onurunu yaşamalarını istediğimizi söyledik. Biz onur mücadelesi vermelerini istiyoruz dedik” dediğini aktarıyor.
Sezgin ile söyleşimizin devamı şöyle:
1990’lar faili meçhuller ile anılıyor. Açılmış davalar var. O yıllarda ne oldu?
1994 senesinden itibaren birtakım olaylar meydana geldi. 1994 senesinden evvel de olaylar meydana geldi. Birtakım ölümler, öldürmeler oldu. Ve hapis etmeler oldu. Bir nevi bir mücadele oldu. Bugün adlandırıldığı şekilde, bazı vatandaşlarımız öldürüldü. Ve bir mücadele veriyorduk. Bu mücadelede değişik yöntemler de kullanıldı. Benim inancıma göre Türkiye o dönemde, o söylediğim dönemde Çiller hükümetinin kurulduğu zamanda işi daha önemle ele almak istedi. Polisi, jandarmayı daha ziyade dahil etmek istedi. Dışarıdan birtakım kimseleri de görevlendirdi. Yani devlet, kendi görevlerini, devlet görevlisi olmayan birtakım kişilere yaptırmak istedi.

'Gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradılar'

Ne gibi şeyler?
Şu mesela, Ahmet bey var, o işleri iyi organize ediyor, ondan istifade edelim. Tıpkı 12 Eylül askeri idaresinin Ermenilere karşı mücadelede yurtdışında yaptırdığı mücadele gibi. Ben şahsen devlet görevlisi olmayan kişilerin devlet görevini bu şekilde yapmasının doğru olduğuna inanmıyorum.
O kişiler ne yaptılar?
Sen başta söyledin ne yaptıklarını. Devletin yapması gereken istihbaratı onlar yaptı bir yerde. Bir yerde de gerekli kişileri kışkırttı. Bir yerde de gerekli kişileri ortadan kaldırmanın yollarını aradı. Bir kısmı da birbirini tahrik eder duruma geldi. O dönemde de Diyarbakır’da bir ikinci grup türedi. PKK’nın karşısında. Onlar da daha ziyade dinsel bir gruptu. Onlar da daimi olarak PKK ile mücadele içerisindeydi.
Hizbullah mı?
[İsmi teyit etmeden devam ediyor] Bakıyorduk, adamı nasıl öldürdüklerine. Şimdi Hüda-Par var ya ona yakın. Devlet onlara da göz yumdu. Bir yerde bunları devlet olma mecburiyetinden, halkın bu konu nedeniyle büyük derecede sıkıntıya düştüğünden, bunu ortadan kaldırılmasını istediğinden kaynaklandı. Bu iyi niyetle yapılmıştır. Ama benim devlet anlayışımda, ben olsam bunu düşünmezdim.
O döneme yönelik en büyük eleştirilerden biri devletin PKK ile bölgedeki halkı aynı kefeye koyduğu. Böyle mi oldu?
Devletin PKK’nın dışında mücadele ettiği veya mücadele gereği duyduğu bir güç, bir ortam yoktu. Bu belirli bir zamanda büyüdü. Bu olay büyüyünce devlet tedbir almak zorunda kaldı. Devlet bu ortamda aldığı tedbirler arasında olayı bir an önce ortadan kaldırmak için ve o güne kadar görülmemiş birtakım hareketler yapabiliyor. Zaten derin devlet dediğiniz bu oluyor.

'Yasaya uygun olanıyla, olmayanıyla ulusun birliğini...'

Derin devlet neydi?
Derin devlet diye bir kurul yok, böyle bir şey yok. Ama öyle olaylar oluyor ki, bunu devlet yapmaz bunu devlet dışı yapmıştır deniyor. Buna derin devlet deniyor. Daha sonra gelen partiler bu derin devlet olayını inceledikleri zaman bunun böyle olmadığını gördüler. Bütün cumhuriyet hükümetleri 1980’lerin sonundan 2000’e kadar gayet ciddi davrandılar, olağanüstü davrandılar. Hata yapmadılar mı, hata da yaptılar, yanlışlar da yapıldı ama iyi niyetliydi. Bir an önce ülkeyi tedirginlikten kurtarmak, ülkeyi sıkıntıdan kurtarmak amacını taşıyordu. Bu da bu iktidarın, bu partinin iktidara geldiği anda hemen hemen sıfır noktasına gelmek üzereydi. Nedense o arada birtakım uluslararası güçler, başta AB ülkeleri insan haklarına saygı inancı vatandaşlara olan sevgi, saygı, inanç münasebetiyle PKK denen örgüt ile tekrar temas etmek suretiyle bununla bir anlaşmaya giderek bu yok edilmek istendi.
Bu dönemi nasıl değerlendiriyorsunuz?
4-5 defa çözüm süreçleri oldu. Çözüm süreçlerinin bir anlamı yok. Çünkü ne yaptığı hükümet, o çözüm süreçlerinde söylediği hiçbir şeyi meydana getiremedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan da yürekli adamdı, cesur adamdı. İstese yapabilirdi. Ama bir yerde bunlar bir gösterişten ibaret kaldı. Bir tiyatrolar oynandı. Mahkemeler kuruldu. Ve bu arada da şehitler olması, anneler ölüm beklemesin, bilmem ne yapmasın diye başladı. Şimdi daha çok ölüyor. Benim siyasette bulunduğum andaki zamanda ölenler, yaralananlar ile şimdikiler arasında büyük fark yok şimdi. Özellikle şunu söyleyebilirim 90’lı yıllarda iyisiyle kötüsüyle, eğrisiyle doğrusuyla, yasaya uygun olanıyla olmayanıyla ulusun birliğini, devletin tekliğini, ülkenin bütünlüğünü sağlamak için, bütün bu ülke insanlarını aynı bayrak altında aynı düşünceyle ve aynı değer yargılarıyla, aynı milli arzularla, birbirlerini severek sayarak, daha ileri gitmeyi ve insanlarımız arasındaki dengesizliği ortadan kaldırmayı isteyen bir gönül birliği. Arada yanlışlar yapılmadı mı, söyledim, yapıldı. Ama o yapılan yanlışlar, eğer yanlış ise onlar, bugünkülerden çok daha küçüktü. Ne yaptığını bilmeyen bir grup var. Ne yapacaklarını bilmiyorsunuz. Her gün böyle bu. Meseleyi benim kişisel kanıma göre, inanarak söyledim, bu ölçüler içerisinde 1990’ları değerlendirmek lazım. 90’ları değerlendirelim diyenler şimdi daha ziyade demokrasi olduğunu söyleyebilirler mi? 1993’ün çok kötü olduğunu söyleyenler bugünkü ortamın 90’dan daha iyi olduğunu söyleyebilirler mi?

Image copyrightcumhuriyet
Image caption18 Ağustos 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesi kupürü

18 Ağustos 1992 Şırnak: 'Karşılıklı bir hata'

Sizin İçişleri Bakanı olduğunuz dönemde 18 Temmuz 1992’de Şırnak’ta yaşananlardan sonra “tam bir isyan” demiştiniz ve PKK’ya işaret etmiştiniz. Şırnak’ta ne oldu?
O olaydan sonra ben üç defa Şırnak’a gittim. Tek başıma dolaştım Şırnak sokaklarında. Herkesten ilgi gördüm. O anda dahi bir hatamız varmış. Gördüm hatayı. Kent merkezinin hemen üstünde de askeri birlik var. Hemen hemen her gün askeri birlik ile kent merkezi arasında birbirlerine karşı silah atıyorlar. Ve ben gittiğimde bunu gördüm. Dedim ki bunu önlemek lazım. Şırnak halkı o tarihte devletine bağlı olan bir halktı. Cumhuriyet’e inanan bir halktı. O arada askerin oradaki tutumu maalesef iyi sonuç vermedi. Ondan yıllar sonra [1998 yılı] ben Milli Savunma Bakanı, Başbakan Yardımcısı olarak Şırnak’a gittim. Bir Nevruz günü. Orada ateşin üzerinden atladık, vali ile. Çok enteresan, kentin ileri gelenlerinden biri geldi. Büyük bir kağıt getirdi. İşittik ki buranın tümen komutanı şunu alıyormuşsunuz. Onun muhterem eşi Şırnak’taki bütün sosyal olaylara yardım eder, öncülük yapar. Çok rica ediyoruz tümen komutanımız sayın şu, alınmasın, burada kalsın. Zihniyeti görebiliyor musun? Beş senede iyi askerle, askerin iyi tutumuyla askerin vatandaşla ilişkisiyle fevkalade iyi geçiniyorsunuz.
Önceden nasıldı?
Daha evvel biz Şırnak’a gittiğimiz zaman kimse bizi karşılamazdı. Helikopterle giderdik, askerler karşılardı bizi. Sonra yüzlerce kişinin karşıladığını gördüm. Şunu söylemek istiyorum, vatandaşa yapacağınız müdahale, vatandaşa yapacağınız muamele, sevgi saygı, her şeyin ötesinde. O iyi olduğu takdirde, o kendini devletin bir ferdi olarak gördüğü, devletin de onu ferdi olarak gördüğü takdirde hiçbir şey olması mümkün değildir.
Şırnak’ta ne oldu?
Olaylardan sonra ben evleri dolaştım. Evlerdeki kurşun izlerini gördüm. Bu tamamen bir yanlış anlamanın verdiği bir yanıltma. Birtakım kışkırtma sonucu meydana geldiği, çok büyük bir sebebi olmadığı da ortaya çıktı. Bu gibi şeyler ondan sonra da devam edegeldi.
Şırnak’taki askerin yaptığı bir hata mı?
Karşılıklı bir hata.




Bahçeli MHP’sine bir de merceğin diğer yüzünden bakmak…



Bahçeli MHP’sine bir de merceğin diğer yüzünden bakmak…

bahceli-mhp-secim




Önemli olan 1 Kasım seçimi sonrasıdır. Çünkü, Erdoğan’ın ikinci bir “erken seçim zarı” atması kısa vadede zordur. Bahçeli’nin en kritik “güvenirlilik” ve muhtemelen de “son” sınavı önümüzdeki süreçte olacaktır.
Evet doğru, Bahçeli ve MHP’si güven vermiyor gibi gözüküyor. Bu kişinin Genel Başkanlığa geldiğinden beri MHP’deki zikzaklar ve acemilikler herkesin malûmu. Gereksiz takıntılar yüzünden, öngörüsüzce DSP/ANAP/MHP koalisyonunun bozulmasında Devlet Bahçeli’nin de çok önemli bir rolü söz konusuydu. Zaten arkasından da bugün Türkiye’de yaşananların baş mimarı şaibeli sarayın reisi Erdoğan ve kendisine benzeyen partisi AKP iktidara gelmişti.
Bir kere ilk faça ve KOLTUK DEĞNEKLİĞİ burada söz konusu olmuştu.Yani, sömürgecilerin taşeronu Erdoğan’ı iktidara; Devlet Bahçeli’nin koalisyonu “devam ettirme” yollarını arama yerine, öngörüden yoksun, fart furt atan, anlamsız politik tarz ve kaprisleri taşımıştı. Ayrıca, Türkeş’in bile MÇP’nin kuruluş aşamasında yazdığı bir mektupta dile getirdiği “iddia edilen” ve başka örneklerle de desteklenen, Devlet Bahçeli’nin MİT ajanlığı söylentileri de bir ara pek revaçtaydı. Doğrudur yanlıştır bilinmez ama, tam da sömürgeci ABD tarafından Irak’ın işgali aşamasında koalisyonun bozulmasında baş rol oynamak ve iktidara BOP’un stratejik ortağı ile “Eş Başkanı” zatın ve partisinin gelmesini sağlamak, ister istemez akıllarda bir çok soru işaretinin oluşmasına neden oluyordu.
Fakat iş bu kadarla da bitmiyor ve ilerleyen süreçte AKP’ye “stepnelik” yapıldığına dair çok sayıda başka örnekte bulunuyordu.Bunlardan en başta geleni de, Gül’ün Cumhurbaşkanlığına seçilmesinde “alelacele” verilen destekti. Zaten türbanı da durup dururken milletin gündeminde ilk sıraya taşıyan bunlar olmuş, 4+4+4 sisteminin yasalaşması da MHP’nin katkılarıyla gerçekleşmişti.İlk “Suriye tezkeresine” AKP ile birlikte “evet” oyu veren de yine Bahçeli MHP’siydi. Ama en çarpıcı zikzak, yine bir genel seçim öncesinde meydanlarda, Tayyip’e yönelik platforma “yağlı urgan” atıp, “seni başka gezene kaçsan bile alıp getireceğim” gibilerinden ifadeler kullanıp, seçimlerden sonra ise “Söğüt” şenliklerinde Erdoğan ile birlikte yan yana dua etmesiydi. E be Bahçeli; hem “yağlı ip” filan atıyorsun, ondan sonra da gidip onunla birlikte, hem de Osmanlı’nın kuruluş merkezinde “dua” ediyorsun, iş mi bu yaa!. Lafa geldi mi de “ilkeliyim” diyorsun.
Son “koltuk değnekliği” olayı da malûm; 7 Haziran sonrası “Meclis Başkanı”nın seçilmesinde ve “terör komisyonu” kurulmasında MHP’nin resmen AKP’ye arka çıkmasıydı. Şimdi, MHP’nin Bahçeli sayesinde; NATO milliyetçiliği ya da daha doğru bir ifade ile “Neo-Liberal”, yani sömürgecilere hizmet eden bir milliyetçiliğe çekildiği söyleniyor. Fakat bunu da fazla yadırgamamak lazım. Çünkü, Neo-Liberal “dönüşüm” tüm partilere “KÜRESELLEŞMENİN” ve sömürgecilerin bir dayatmasıydı.Ayrıca MHP’nin gerçekten de yeni bir “ÇEHREYE” ihtiyacı vardı. MHP’nin; eskinin o “sarkık bıyıklı”, mafyavari ilişkilerde kullanılan, sağ-sol kavgalarında birçok öldürme olaylarına bulaşmış, kendilerini; komünizme ve bölücülüğe karşı devleti, güvenlik güçleriyle birlikte, hatta onlardan da önce sahiplenmesi gereken militan bir güç olarak gören, “feodal” Türk-İslam (ya da İslam-Türk, çünkü bunlarda İslam her zaman Türklüğe baskın geldi ve AKP’ye taban oluşturdular) ideolojisine bağlı ve herkesin bildiği Türkeş zamanına ait “ritüellerden” arınmış “farklı” bir parti formatına kavuşması gerekiyordu. Bahçeli büyük ihtimal bu işe soyundu. Aynı zemin üzerine oturan, fakat “yelpazelerini” farklı milliyetçiliklerle de genişleten, daha “kapsayıcı” bir yapıya odaklandı. Taban yine büyük ölçüde Türk-İslam sentezine bağlı bir kitleden oluşacaktı, fakat aynı zamanda “Merkez Sağ” milliyetçileri ile Atatürk milliyetçiliğinin “MHP yorumunu” benimseyen bir kesimi de içerecekti. Zaten Türkiye’de, AKP ile birlikte “merkez sağ” oylar AKP’de toplandığı için, o oylara yönelmek son derece doğaldı.
Nitekim eskiyle karşılaştırıldığında, bu yeni çehrenin gerçekleştirilmeye çalışıldığı net bir şekilde görülebilir. En üstteki “yönetsel tabakanın” ağırlıkla bu yeni formata uygun bir bünyeye sahip olduğu ve “Türk-İslam” sentezine dayalı “tabanın” ise; az da olsa eski görüntü ve ritüellerden uzaklaşmış bir “fotoğraf” sunduğu kolaylıkla seçilebilir. Nitekim, Bahçeli’nin inişleri ve çıkışlarının, ya da güvenilmez politikalarının arkasında da bu “iki ara bir derede kalmışlık” bulunmaktadır. Söylemleri, tespitleri, çözümlemeleri birçok defalar doğru ve objektifken, yani yönetsel tabakaya ve “yeni çehreye” uygunken, eylemleri tam aksi yönde cereyan etmektedir.Örneğin, bu gün “söylem” bağlamından bakıldığında; çoğu zaman CHP’nin yapması gerekip de yapmadığı, Atatürkçü çizgideki bir milliyetçilik ile “ulusal bütünlük” açısından AKP’nin Kürtçü-bölücü politikalarını “kapsamlı” ve “radikal” biçimde eleştirilmesi, bir tek MHP tarafından gerçekleştirilmektedir. Ancak, daha sonra aynı MHP; 180 derece dönüşle kıyasıya eleştirdiği AKP’ye “koltuk değneği” olmaktadır. Buradaki neden de bellidir; AKP tabanının bir bölümüyle kendi tabanlarının “Türk-İslam”(daha çok İslam-Türk) değerlerinin birbirine yakın olması ve ağırlıklı olarak sürekli o tabana “göz kırpmak” zorunda kalmasıdır. CHP tabanından böyle bir beklentisi yoktur. Ayrıca, taban kitlelerin dünyaya bakış farklılıkları yanında, geçmişten gelen düşmanlıklar da işin başka bir boyutudur.
Dolayısıyla, MHP’deki “zikzaklar” bu gerekçelere bağlanabilir ve bu pencerelerden bakıldığında da; önyargılı olmamak şartıyla, MHP’nin 7 Haziran seçiminden sonraki tavrını da “tutarlı” bulmak gerekir. Yine, söylem bağlamında kıyasıya AKP’yi eleştirirken, eylem bağlamında AKP’deki Türk-İslam(İslam-Türk) ve “Merkez-Sağ” milliyetçi oylara yönelmek ve sempatik görünmek için Meclis Başkanlığı gibi konularda AKP’yi desteklemiştir.Böylelikle tabanlarının pek hoşlanmadıkları CHP ve HDP’nin yanında olmayarak da, bir taşla iki kuş vurmaya çalışmıştır.Ayrıca, sırf AKP’yi iktidardan indirmek için; “HDP ile neden koalisyon kurmuyorsun, politika uzlaşma sanatıdır” demekte son derece sâfiyâne bir görüştür. Çünkü bunların biri “Türk”, öbürü “Kürt” milliyetçisidir. İkisinin,özellikle de MHP’nin “uzlaşması” demek, varoluş temelini yok ederek “HARAKİRİ” yapması anlamına gelir. Öte yandan,iyi ya da kötü MHP; kırmızı çizgilerini dayatmış ve bugün Türkiye’deki politik ortamda moda olan “oportünizm arenasında” farklı bir duruş ortaya koymuştur. Ancak, Ogan ve Akşener gibi isimlerin harcanması anlamsız ve gereksiz bir Bahçeli egosudur.

Esasında MHP, 7 Haziran seçimleriyle birlikte Erdoğan’ın her halükarda erken seçime gideceğini öngörmüş ve çizgisinden taviz vermemiştir. Önemli olan 1 Kasım seçimi sonrasıdır.Çünkü, Erdoğan’ın ikinci bir “erken seçim ZARI” atması kısa vadede zordur.Bahçeli’nin en kritik “güvenirlilik” ve muhtemelen de “son” sınavı önümüzdeki süreçte olacaktır.

..