9 Ekim 2015 Cuma

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Nedir?



Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Nedir?




Işık Kansu 

05.06.2008

Ortadaki Büyük Oyun: BOP 

Dünya petrol rezervinin yüzde 64'üne sahip Ortadoğu, ABD ve Batı için stratejik bir öneme sahip 
ABD'nin ''Büyük Ortadoğu Projesi'' (BOP) adı altında ortaya attığı, daha sonra çerçevesini genişleterek ''Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri Projesi'' , küreselleşme sürecinde bir yeni imparatorluk tasarımı mıdır? Tasarımın içinde barındırdığı ''insan hakları, özgürleşme, demokratikleşme'' gibi hedefler, bölge halklarının çıkarları ile ne denli uyuşuyor? Petrol, doğalgaz ve kuşkusuz su, BOP tasarımcılarının ana odak noktası mı? 
BOP, başta ABD olmak üzere, gelişmiş ülkelerin ve çokuluslu şirketlerin ekonomik sınırları, sıkıntıları ve kısıtlamaları aşmak için görüntüsü süslenen bir örtü mü? BOP'un Türkiye ve yakın komşuları açısından siyasi, askeri, stratejik ve ekonomik anlamı ne? Yazı dizimiz, genel çerçevede bu ve buna benzer sorulara konunun uzmanlarının katkı ve görüşleriyle yanıt aramaya, BOP'un perde gerisini aralamaya çalışacak. 

DOÇ. DR. ÇAĞRI ERHAN: 

Bush doktrininin ilham kaynağı 


Doç. Dr. Çağrı Erhan: ABD, büyük ekonomik ve askeri gücüne dayanarak dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği dönüşümü yaptırabilir, kendine yönelik tüm tehditleri ortadan kaldırabilir, yeni 11 Eylül'lerden korunmak için başka seçeneği de yoktur. Esasen, yeni muhafazakâr yaklaşımın gerçekçi olmadığı, son bir yıldır Irak'ta görülmektedir. 
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP), ABD'nin 1997'de oluşturduğu ''Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'' nin bir alt unsuru olarak ortaya çıkıyor. 
SBF öğretim üyelerinden Doç. Dr. Çağrı Erhan , yeni muhafazakârların ''Amerika'nın rekabet edilemez gücü'' öngörüsüne dayalı BOP'un içeriğine, tarihsel ve siyasal altyapısına ilişkin 
sorularımıza, şu yanıtları verdi: 

BOP NEDİR? 

* Dünyada ispatlanmış petrol rezervlerinin yüzde 64'ünü içeren Ortadoğu, ABD ve tüm Batı için olağanüstü stratejik bir öneme sahiptir. Bölgede var olan, köktendinci akımlar, terör örgütleri, kitle imha silahları, uyuşturucu, silah ve insan kaçakçılığı yapan örgütlü suç şebekeleri, ABD ve Batı çıkarlarına yönelik tehditler üretmektedir. BOP'u üretenlere göre, bu unsurların ortaya çıkmasının ve taraftar toplamasının asıl nedeni, bölge halklarının içinde bulundukları olumsuz ekonomik ve sosyal koşullar ile, bölgede varlığını sürdüren antidemokratik rejimlerdir. 
Eğer, ekonomik ve sosyal koşullar düzeltilir ve demokrasiye geçiş sağlanırsa, yönetime katılım olanağı bulan ve refah düzeyi yükselen Ortadoğu halkları, Batı'yı tehdit eden eylemlere destek vermeyecekler, köktendinci akımlar zayıflayacak, terör örgütleri çökecek ve ucuz petrolün Batı pazarlarına istikrarlı biçimde aktarılması güvence altına alınacaktır. 

BOP'UN TARİHSEL GEÇMİŞİ NEDİR? 

**ABD'de yapılan G-8 toplantısına, ''Kuzey Afrika ve Genişletilmiş Ortadoğu Girişimi'' adıyla sunulan BOP'a ilişkin ilk somut bilgiler, Londra merkezli Arapça yayın yapan El Hayat gazetesinin 13 Şubat 2004 tarihli sayısında yer almıştır. 
''Büyük Ortadoğu'' kavramının, klasik Ortadoğu'yla birlikte bağımsızlığını yeni kazanmış Orta Asya ve Kafkasya ülkelerini de kapsayacak biçimde akademik düzeyde kullanılışı, 1990'ların ortalarına rastlamaktadır. BOP'un siyasal düzleme taşınması çabaları ise 2000'de başlamıştır. 
Ancak, kuşkusuz, BOP konusunda en önemli kilometre taşı, Bush döneminde ABD dış politikasına hâkim olan yeni muhafazakârlara karşı yeni liberal görüşü savunan Ronald Asmus 'un Kenneth Pollack ile birlikte kaleme aldığı ve Washington Post gazetesinde, 22 Haziran 2003'te yayımlanan, ''The Neoliberal Take on the Middle East'' (Ortadoğu'nun Neoliberal Açıdan Ele Alınışı) başlıklı makaledir. 
Makaleye göre: ''Ortadoğu'daki tehditlerin ortadan kaldırılabilmesi, ancak NATO'nun Soğuk Savaş döneminde SSCB'ye karşı uyguladığı gibi uzun soluklu ve kapsamlı bir proje ile mümkün olabilir. Ortadoğu, yeni muhafazakârların savunduğu gibi, güç kullanılarak dönüştürülemez, bu dönüşüm, ancak Avrupalı müttefiklerle de işbirliği yaparak ve ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal boyutları da içeren kapsamlı bir projeyle mümkün olabilir.'' 

'YENİ AMERİKAN YÜZYILI PROJESİ' 

Bush yönetimi, Asmus ve Pollack'ın yaklaşımlarını BOP'a söylem boyutuyla eklemiş olmakla birlikte, BOP'un geneline yine de, yeni muhafazakâr çizgi damgasını vurmuştur. Örneğin, yeni liberallerin projenin başarısı için ''olmazsa olmaz'' koşul olarak gördükleri ''Arap-İsrail anlaşmazlığının kalıcı biçimde çözülmesi'' , yeni muhafazakâr BOP versiyonunda göz ardı edilmektedir. 
Bunun temel nedeni, 1997'de oluşturulan ''Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi'' içinde odaklanan ve Bush yönetimiyle birlikte, ideolojik ve akademik düzeydeki etkinliklerini karar alıcı mekanizmalara aktarmada daha rahat hareket etme olanağı bulan yeni muhafazakâr çevrelerin ''Amerika'nın rekabet edilemez gücü'' nü ana çıkış noktası olarak algılamalarıdır. 
''Bush doktrini'' ne de ilham kaynağı olan bu görüşe göre ABD, büyük ekonomik ve askeri gücüne dayanarak dünyanın herhangi bir bölgesinde istediği dönüşümü yaptırabilir, kendine yönelik tüm tehditleri ortadan kaldırabilir, yeni 11 Eylül'lerden korunmak için başka seçeneği de yoktur. 
Esasen, yeni muhafazakâr yaklaşımın gerçekçi olmadığı, son bir yıldır Irak'ta görülmektedir. G-8'de tartışılan ve sonuç bildirgesine 12 madde halinde yansıyan projeyi, AB ülkelerinin de hoşuna giden yeni liberal motiflerle renklendirilmiş, ama özü ve uygulayıcıları itibarıyla yeni muhafazakâr bir plan olarak değerlendirmek mümkündür. 
Sonuç bildirgesinde yer alan ''projenin bölgeye dışarıdan empoze edilmeyeceğine'' dair ifadeye rağmen, BOP'un bu haliyle uygulanabilirliği, ancak dışarıdan müdahale ile olacaktır ki, bu da yeni muhafazakârların istediği bir şeydir. 
BOP HANGİ ÜLKELERİ KAPSAMAKTADIR? 
* BOP'un eylem alanı olarak resmen ilan edilen net sınırlar söz konusu değildir. Her an yeni ülkelerin kapsam içine alınabilmesi için ''açık kapı'' bırakılmaktadır. Bununla birlikte, özellikle ABD kaynakları 27 ülkenin ilk planda BOP çerçevesinde değerlendirildiğini vurgulamaktadırlar. Bu ülkeler şunlardır: ''Afganistan, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Cibuti, Fas, Filistin Özerk Yönetimi, Irak, İran, İsrail, Katar, Kuveyt, Komor Adaları, Lübnan, Libya, Mısır, Moritanya, Pakistan, Somali, Suudi Arabistan, Sudan, Suriye, Tunus, Türkiye, Umman, Ürdün ve Yemen.'' 
Genişleme halinde, bu alana Kafkasya ve Orta Asya cumhuriyetleri ile Endonezya ve Malezya'nın da dahil edilebileceği belirtilmektedir. 

BOP HANGİ SOMUT VERİLERE DAYANDIRILMAKTADIR? 

**Proje, büyük Ortadoğu alanında yer alan halkların son derece kötü koşullarda yaşadığı ve bu durumun mevcut sorunların ortaya çıkışındaki en önemli etken olduğu varsayımına dayanmaktadır. 
Bu bağlamda, 2002 tarihli BM Arap İnsani Gelişme Raporu'nda sunulan veriler, BOP'a dayanak teşkil etmektedir. 
Buna göre, tüm yetişkin Arapların yüzde 40'ı okuma-yazma bilmemektedir; Arap ülkelerinin 2010'da 50 milyon, 2020'de de 100 milyon yeni istihdam alanı yaratmaları gerekmektedir; Ortadoğu halklarının üçte ikisinin günlük kazancı 2 dolardan azdır; bölgede yapılan yıllık yayın sayısı, tüm dünyada yapılanın sadece yüzde 1.1'ini oluşturmaktadır; kadınlara ayrımcılık yapılmaktadır; demokratik kurumlar ya hiç yoktur ya da zayıftır; bölge halklarının sadece yüzde 1.6'sının internet erişimi vardır; 22 Arap ülkesinin toplam GSMH'si, tek başına İspanya'nınkinden düşüktür. 

CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI ONUR ÖYMEN: 

Laiklik unsuru olmazsa demokrasi de olmaz... 
Onur Öymen: Türkiye'yi bir ılımlı İslam ülkesi haline getirip laiklik unsurunu törpüleyelim, o haliyle teröre karşı Batı yanlısı, Batı'nın dostu bir model oluşturalım mantığı doğru değil. 
CHP Genel Başkan Yardımcısı, emekli Büyükelçi Onur Öymen , BOP ile bölgeye demokrasinin tepeden inme bir rejim gibi getirilmesinin mümkün olmadığını ifade ederek ''Hem bölge tamamen demokratik olsun hem de işbaşına gelecek bütün hükümetler ABD'yi daima desteklesin. Böyle bir şey olamaz'' dedi. Öymen, Türkiye'nin bölgede model olursa, ancak laik, demokratik yapısıyla olacağına da vurgu yaptı. 
Öymen, BOP'un siyasal açıdan Türkiye'yi ve çevresini ilgilendiren boyutlarına ilişkin sorularımıza şu karşılıkları verdi: 
- BOP ile bölgeye ''ılımlı İslam'' diye nitelendirilen bir model oturtulmaya çalışılması, yine aynı projenin bir ilkesi olarak ileri sürülen ''demokratikleşme'' ile ne kadar bağdaşır? 
- ABD Başkanı Bush tarafından anafikri ortaya atıldığında gördük ki, projenin hareket noktası terörle mücadeledir. ABD, terörle mücadele için bölge ülkelerinin demokratik bir yapıya kavuşturulması gerektiğini düşünüyor. Arzu ederdik ki, bölgedeki demokratikleşme unsuru, böyle terörün bir uzantısı gibi ya da terörün gerekli kıldığı bir hareket gibi değil de, bölge halklarının demokrasi ihtiyacından kaynaklansın. 
Bölgenin halkında böyle bir demokrasi arzusu olduğu zaman demokratik, uygar ülkeler bunu destekler, bu başka bir şey. Ama, demokrasiyi tepeden inme bir rejim gibi getirmeye çalışırsanız, başarı şansı sınırlı olur. Dikkat çeken bir başka olgu da şu: İsrail hariç, bölge ülkelerinin tümü, halkı Müslüman olan ülkeler. ABD, bölgeyi demokratikleştirmeden bahsederken laiklikten hiç söz etmiyor. Hatta ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell , Irak'ın din devleti olmasına itiraz etmeyeceklerini açıkladı. Müslüman bir ülke, laik olmadan demokratik olabilir mi? Bu bakımdan ABD'nin projesinde laikliği bir eksik unsur olarak görüyoruz. 
- Ülkeden ülkeye değişebilecek bir modelden de söz ediliyor... 
- Demokrasi, serbest seçimlere, halkın iradesine, özgürlüklere, insan haklarına dayanan bir rejimin adıdır. Ortadoğu ülkelerinde bu ilkeleri uygulamayacaksınız ya da ihtiyaca göre bazılarında uygulayıp bazılarında uygulamayacaksınız. Bunun adı bölgeye demokrasi getirmek olmayacaktır. Anlaşılıyor ki, Amerika projeyi hayata geçirirken ihtiyatlı bir yaklaşım sergiliyor. Hiçbir ülkeyi kızdırmak istemiyor. 
Gerçek demokrasi yerleşirse bu ülkelere, o zaman o ülkelerin hükümetleri, liderleri, petrol kaynakları ya da başka konularda öncelikle kendi ülkesinin çıkarlarını gözeteceklerdir. Yani, hem bölge tamamen demokratik olsun hem de işbaşına gelecek bütün hükümetler ABD'yi daima desteklesin. Böyle bir şey olamaz. 
- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve iktidar sözcüleri, Türkiye'nin projenin içinde bir aktör, bir model olmasına sıcak bakıyorlar... 
- Türkiye'yi değiştirerek model oluşturamazsınız. Türkiye'yi bir ılımlı İslam ülkesi haline getirip laiklik unsurunu törpüleyelim, o haliyle teröre karşı Batı yanlısı, Batı'nın dostu bir model oluşturalım mantığı doğru değil. Türkiye, model olursa laik, demokratik yapısıyla model olur. Bölgede Türkiye'nin bugünkü rejimini benimseyecek ülkeler çıkarsa, memnuniyetle onlara yardımcı oluruz. Ama, onun dışında Türkiye'nin rejimini sırf bu projede yer alabilmek için değiştirmesini beklemek çok yanlıştır. Türkiye'de herkesin, laiklik olmadan demokrasinin olamayacağı konusunda birleşmesi lazım. Altından laikliği çektiğiniz zaman demokrasi kalmaz. Din esasına dayalı bir devlette, çağdaş demokrasilerin benimsediği pek çok hususu hayata geçiremezsiniz. 
- BOP ile Türkiye'nin üstlenmesi istenen rol, çevre komşularımızı nasıl etkiler? 
- Türkiye, ABD'nin dostu ve NATO çerçevesinde müttefikidir. Ama Türkiye, aynı zamanda bölge ülkelerine komşudur ve onlarla çok yakın tarihi, kültürel ilişkileri vardır. Türkiye'yi hiç kimse şimdiye kadar ABD'nin veya Batı'nın bir Troya atı gibi görmedi. Projeyi hayata geçirirken Türkiye'yi Batı'nın çıkarlarının bölgedeki temsilcisi gibi takdim ederseniz, bölge ülkeleriyle ilişkilerimiz de zedelenir. Örneğin, Mısır gibi daha birçok bölge ülkesi projeye sıcak bakmıyor. Bu anlamda, projenin militanlığı üstlenilirse, bu ülkelerle ilişkilerimiz de bundan olumsuz etkilenebilir. 
ABD, BOP'la enerji kaynaklarını denetlemeyi ve bölgeyi çokuluslu şirketlere açmayı hedefliyor 
Bir avuç petrol için... 
Prof. Dr. Sinan Sönmez (Atılım Üniversitesi Öğretim Üyesi): Amerika, bir yandan hâkim olmayı planladığı yörelerdeki doğal kaynakları emniyete almak, diğer yandan IMF ve Dünya Bankası'nın desteğiyle serbestleşme politikalarını uygulayarak ilgili ekonomileri çokuluslu ABD şirketlerine açmayı hedeflemektedir. 
Mete Göknel (Eski BOTAŞ Genel Müdürü): Enerji kaynaklarının Atlantik piyasasına ulaştırılmasında en ekonomik yol, Türkiye geçişli rotalardır. Türkiye olmadan, projenin başarılı olması veya tamamlanabilmesi mümkün değildir. Türkiye, 'olmazsa olmaz' konumu nedeniyle, G-8 toplantısına davet edilmiştir. 
'Siyasi-ekonomik coğrafya değişiyor' 
Atılım Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sinan Sönmez , Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP), ekonomik anlamda ABD'nin geniş bir coğrafyada kaynaklara ulaşma tasarımı olduğunu belirtti. ABD ekonomisindeki sıkıntılara değinen Sönmez, BOP'un bir anlamda silah üreticileri, petrol devleri ve finansal şirketler koalisyonun bir eseri olduğunu dile getirerek ''ABD, bir yandan hâkim olmayı planladığı yörelerdeki doğal kaynakları emniyete almak, diğer yandan IMF ve Dünya Bankası'nın desteğiyle serbestleşme politikalarını uygulayarak ilgili ekonomileri çokuluslu ABD şirketlerine açmayı hedeflemektedir'' görüşünü savundu. Sönmez, BOP'un ekonomik hedeflerine ilişkin şu yorumları yaptı: 
BOP, geniş bir coğrafyada kaynaklara ulaşma çabasıdır: 
ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld 'in danışmanlığını da yapan Prof. Barnett , dünyayı iki bölgeye ayırmaktadır: İlki, küreselleşmiş ve işleyen bölge, yani küresel düzene entegre olmuş bölgeler. İkincisi ise; entegre olmamış, terorizme açık veya çatlak veya gri bölgeler. Eski Yugoslavya, Kafkaslar, Hazar Denizi'nden Afganistan ve Pakistan'a uzanan Orta Asya, Ortadoğu, Afrika'da Büyük Göller yöresi ve Amerika kıtasında And Dağları bölgesi, gri bölgelere örnek olarak verilmektedir. İlginç olan nokta, iki bölgeyi birbirine yapıştıran, bu nedenle de aynı zamanda fay hattı üzerinde yer alan bir dizi ülkenin bulunmasıdır. Örneğin, Latin Amerika'da Brezilya, Meksika; Asya'da Endonezya, Güney Kore; Avrupa ve Yakındoğu'da Ukrayna'dan başlayan, Türkiye ve Azerbaycan, Kuzey Afrika'da Mağrip ülkeleri ve Mısır'ı kapsayan bir kuşak var. Fas'tan Çin Halk Cumhuriyeti sınırlarına, Kafkaslar'dan Kuzey Afrika'ya kadar uzanan BOP, Bush'un ulusal güvenlik danışmanı Condoleezza Rice 'ın açıkça vurguladığı üzere ''siyasi ve ekonomik coğrafyayı değiştirmeyi amaçlıyor.'' 

BOP, petrol üreten ülkeleri ABD'ye daha fazla ve uygun şartla petrol satmaya ikna yöntemidir: 

ABD Ulusal Enerji Politikası Geliştirme Grubu'nun, 17 Mayıs 2001'de yayımlanan raporda, ABD'nin yabancı petrole bağımlılık oranının 2001'de yüzde 52 iken, 2020'de yüzde 66 olacağı öngörülmüştür. Toplam tüketimin artmasına bağlı olarak ABD'nin 2020'de mevcut duruma göre ithalatını yüzde 60 arttırması söz konusu olacaktır. Bunun anlamı, günlük 10.4 milyon varillik ithalatın 16.7 milyon varile ulaşmasıdır. Bu nedenle, petrol ihraç eden ülkeleri üretimlerini arttırmaya ve ABD'ye daha fazla petrol satmaya ikna etmek gerekli görülmektedir. Bu doğrultuda dünya enerji rezervlerinin üçte ikisine sahip olan Körfez ülkelerinin ve özellikle Suudi Arabistan'ın ABD şirketlerinin modernizasyon çalışmalarını sağlamaları için ikna edilmesi gereklidir. Ayrıca, ABD petrol ithalat kaynaklarının bölgesel olarak çeşitlendirilmesi de gereklidir. Bu doğrultuda ABD şirketleriyle işbirliği yapılarak Hazar yöresi (özellikle Azerbaycan, Kazakistan), Sahra Altı Afrika (Angola, Nijerya) ve Latin Amerika'dan (Kolombiya, Meksika, Venezüella) ithalatın arttırılması önerilmektedir. Dikkat edilecek olursa bu yöreler beklenen istikrara sahip gözükmemektedir ve hükümetler değil, fakat yöre halkları genelde ABD karşıtıdır. Bu durumda sürekli askeri güç bulundurmanın yanında yöredeki ülkelerin siyasal ve ekonomik olarak yeniden yapılandırılmaları gerekli gözükmektedir. Bu yeniden yapılandırma, yeni bir Pax Americana'ya uygun olarak tasarlanmaktadır. 

BOP, silah üreticileri, petrol devleri ve finansal şirketler koalisyonunun eseridir: 

Petrol başta olmak üzere doğal kaynakları yakından denetleme stratejisi ve politikaları, çokuluslu petrol şirketleri ve ABD yönetimi arasındaki ilişkilerin ele alınmasını gerektirmektedir. Mevcut durumda 4 büyük şirket uluslararası piyasaya hâkimdir. Bunlar; İngiltere kökenli British Petroleum- Amocco ve Royal Dutch/ Shell ile ABD kökenli Exxon-Mobil ve Texaco- Chevron'dur. Anglo-sakson kökenli petrol devlerinin çıkarları ABD ve İngiltere'nin tavrında dikkate alınması gerekli etkenlerdir. 70 ve 80'li yıllarda ABD'nin ulusal çıkarı silah üreticisi büyük şirketler, petrol şirketleri ile finansal şirketler arasında yapılan bir işbirliğine dayanmıştır. Yani silah satıcıları-petrol satıcıları koalisyonu yapılmış, finansal şirketler de bu koalisyonda yer bulmuşlardır. 

BOP, ABD ekonomisindeki sıkıntılara çare arayışıdır: 

1 990'larda Amerikan ''New Age'' inin (Yeni Çağ) peygamberleri, dünya çapında yeni bir genişleme dalgasının izlerini yakalamışlardı. Dahası, hızlı büyümenin ve sıfır enflasyonun damgasını vurduğu uyumlu bir kapitalizmin doğuşunu müjdeliyorlardı. ''New Age'' in taçlandırılmasını çözebilmek için ABD büyüme hızını (1991- 2000) uzun vadedeki sonuçlar ile karşılaştırmak gerek. 50 yıllık süreç dikkate alındığında, son 10 yıllık kesitte büyüme hızında bir yavaşlama olduğu gözlenmektedir. 90'lı yıllarda ABD ekonomisinde kriz yaşanmaması, hatta yavaşlamanın belirmemesi, devresel hareketlerin ortadan kaldırıldığı ve uzun vadeli yeni bir büyüme sürecine girildiği kanısına yol açmıştır. Oysaki, 1961-94 ile 1995-2000 kesitlerinin karşılaştırılması bu tanının doğru olmadığını göstermektedir. Sonuçta; ABD'de sibernetik bir ''New Age'' e girilmemiş olsa da, ekonominin çarklarını altüst eden finansal sermayenin ön plana çıktığı bir döneme girildiği açıktır. 

Yani finansal öğenin hâkim olduğu bir sermaye birikimi rejimine geçilmiştir. 2000'de borsa kriziyle karşılaşan ABD ekonomisinin özelliği dev boyutlara ulaşan bütçe açığı ve dış ticaret açığıdır. 1990'larda borçlanma sanayiyi ayakta tutmuştur. Bush yönetimi altında savaş harcamaları ve büyük şirketlere yapılan transferlere paralel olarak vergi indirimleri bütçede önemli açıkların oluşmasına yol açmıştır. Düşük değerli dolar politikası ile ithalat patlamış ve dış ticaret açığı büyük boyutlara ulaşmıştır. ABD yönetimi ekonominin finansmanını yabancı sermaye girişi ile sağlamaktadır. ABD ekonomisi, halen küresel düzeydeki büyümenin motoru durumundadır, ancak sorunludur. Üretken sektörlerde kârlılığın düşmesi karşısında, düşük faiz- düşük değerli dolar politikası şirketlerin kârlılığını arttırma çabası olarak yorumlanmalıdır. Ekonomideki çifte açıkların yol açtığı finansman ihtiyacının dışarıdan sağlandığı dikkate alındığında belirli bir rizikonun olduğu görülmektedir. ABD, saldırgan tavrıyla bir yandan hâkim olmayı planladığı yörelerdeki doğal kaynakları emniyete almak, diğer yandan IMF ve Dünya Bankası'nın desteğiyle serbestleşme politikalarını uygulayarak ilgili ekonomileri çokuluslu ABD şirketlerine açmayı hedeflemektedir. 

'Projede Türkiye'nin ayrı önemi var' 
Eski BOTAŞ Genel Müdürü Mete Göknel , BOP'u ''ABD'nin rakiplerinin petrol kaynaklarını kontrol etmeye'' yönelen bir tasarım olduğuna işaret ederek ABD'nin, çeşitli boru hatları nedeniyle bir enerji köprüsü haline gelen Türkiye'yi BOP'ta ayrı bir yere oturttuğunu belirtti. Göknel, BOP'un bölgedeki enerji kaynaklarına dönük yanına ve Türkiye'ye bu konuda verilmek istenen role ilişkin şu değerlendirmeleri yaptı: 

BOP, ABD'nin rakiplerinin petrol kaynaklarını kontrol etmeye yöneliktir: 

Dünya hâkimiyeti için Avrasya'yı, Avrasya hâkimiyeti için de Büyük Ortadoğu'yu kontrol etmenin zorunluluğunu hisseden ABD, bu yolda stratejik bir madde olan petrol ve ona ulaşım yolları üzerinde egemenlik tesis ederek, rakipleri karşısında stratejik üstünlük sağlamayı amaçlamaktadır. Böylece, petrol ve doğalgaz rezervleri olmayan veya kısıtlı olan kendisine ''rakip ekonomiler'' durumundaki AB ülkeleri, Japonya, Çin ve Avrasya Birliği ülkelerinin ekonomik büyümelerini kontrol altına alabilecek, Euro veya başka bir para biriminin dünya ticaretine hâkim olmasını önleyecek ve esasen altın olarak karşılığı tam olmayan, sadece ABD'nin baskı ve askeri gücü ile ayakta durabilen ABD Doları dünya ticaretine hâkim olabilecektir. Irak harekâtının en önemli nedeninin de, Irak'ın OPEC üyesi olarak Kasım 2000'den itibaren petrolünü Euro'yu referans alarak satmayı kararlaştırması ve diğer OPEC ülkelerine de bu hususta çağrı yapması olduğu unutulmamalıdır. Dünya kullanılabilir petrol rezervlerinin yüzde 68'i ve doğalgaz kaynaklarının yüzde 41'i Ortadoğu'dadır. Son on yılda saptanan rezervlerin ise yüzde 90'ı yine bu bölgededir. 2020 yıllarına gelindiğinde, bu bölgenin dünya petrol talebinin yüzde 40'ını karşılayacağı öngörülmektedir. Ancak, ABD'nin enerji kaynakları ve sevk yollarını kontrol etmek istemesinin nedeni, kendi petrol ihtiyacını karşılamak veya dünyayı birlikte yönetmeyi planladıkları ''uluslarüstü şirketlerin'' petrol ticaretini sürdürmelerini güvence altına almak değildir. ABD; ihtiyacının büyük bir bölümünü çok verimli kendi kaynaklarından, geri kalan ihtiyacının önemli bir bölümünü Meksika, Venezüella ve Kuzey Denizi'nden (Norveç) karşılamakta, sadece küçük bir bölümünü Ortadoğu ülkelerinden almaktadır. Dolayısıyla, bölgeyi denetim altına almak istemesinde, kendi ihtiyacını garanti altına almak amacıyla ilgili hesaplar olmasıyla birlikte, esas amaç, dünya üzerindeki rakiplerinin çok büyük ölçüde bu kaynaklara bağımlı olmasıdır. ABD'nin rakipleri üzerinde ekonomik baskı kurabilmesi için, sadece Ortadoğu'daki petrol ve gaz kaynaklarını denetim altında bulundurması yeterli olmamaktadır. Komşu bölgelerde bulunan enerji kaynaklarının, erişim ve sevk yollarının da kontrolü gerekmektedir. Bu stratejiler, ABD'yi Ortadoğu coğrafyasının yanında, stratejik önem taşıyan diğer yakın bölgelerin de kontrol altına alınması gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. 

BOP'ta bir enerji köprüsü olması nedeniyle Türkiye'nin ABD açısından ayrı bir yeri bulunuyor: 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin, üzerinde kurulduğu Anadolu, coğrafi konumu nedeniyle, asırlardır Doğu ile Batı arasında köprü görevini görmüştür. Petrol ve doğalgaz genelde üretim ve tüketim bölgeleri arasında boru hatları ile ilişkilendirilmektedir. Mesafe ve coğrafi yapı şartları, bu ilişkilendirmeyi bazen boru hatları ve kütle taşıma birleşimiyle olmasını zaruri kılmaktadır. Petrol, genelde boru hatları ile pazar oluşmasına uygun deniz kıyılarına sevk edilmekte ve buradan nihai pazarlara tankerler ile ulaşılmaktadır. Doğalgaz ise; pazara boru hatları ile sevk edilmekte, çok özel hallerde, basınçlandırılmış veya sıvılaştırılmış olarak özel tankerler ile pazara ulaştırılmaktadır. Jeopolitik konumu itibarıyla, Batı ile Doğu arasında doğal bir enerji köprüsü oluşturan Türkiye, dünyanın küreselleşme ve entegrasyona doğru yöneldiği bu dönemde, arasında dil, din birliği ve kültürel yakınlaşmanın olduğu Türk cumhuriyetleri ile doğal olarak, enerji projelerinde birliktelik içindedir. Enerji kaynaklarındaki ve bu kaynakların uluslararası pazarlara çıkarılmasındaki kısıtlar, bu kaynakların optimal kullanımını zaruri kılmaktadır. Orta Asya bağımsız Türk devletleri içerisinde Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan petrol ve doğalgaz kaynakları zengin ülkelerdir. Azerbaycan ve Kazakistan belirlenmiş büyük petrol rezervlerine, Türkmenistan ise doğalgaz rezervlerine sahiptir. Rusya Federasyonu'nun Batı Ural bölgesinde üretilen hampetrolün en kısa ve önemli çıkış noktası da Karadeniz Novorossiysk Limanı'dır. Ancak, İstanbul ve Çanakkale boğazlarındaki gerek iç trafik gerekse coğrafi kısıtlar, bu petrolün uluslararası piyasaya çıkışını zorlamakta ve Türkiye üzerinden Ege Denizi veya Akdeniz'e çıkacak transit boru hattı projeleri üzerinde çalışılmaktadır. Yine, Kazakistan Üstyurt platosu petrol sahalarının ve Türkmenistan Nebitdağı yataklarının uluslararası pazarlara direkt çıkışı yoktur. Bu enerji kaynaklarının da, Atlantik piyasasına ulaştırılmasında en ekonomik yol, Türkiye geçişli rotalardır. Türkiye, mevcut Irak-Türkiye petrol boru hattının dışında, tesis edilmekte olan Bakû-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı; İran (dolaylı olarak Türkmenistan) doğalgazını Ankara'ya getiren ve ana hat itibarıyla Batı'da Bulgaristan sınırına bağlayan doğalgaz boru hattı; Azerbaycan, Mısır, Irak, Suriye doğalgazını Türkiye ana hattına ve yine dolaylı olarak batı hattına bağlanmasına imkân verecek boru hattı projeleri üzerinde çalışmaktadır. Tüm bu enerji kaynaklarına geçiş veya sevk yolu durumunda olan Türkiye, gerek miktar, gerekse stratejik yönlerden önemli enerji kaynaklarının geçiş yolu olma konumundadır. Bu durum ''Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Ülkeleri Projesi'' içine, ''petrol alanlarının ve petrol taşıma yollarının kontrolü'' amacına uygun olarak Türkiye'nin de katılımını zorunlu kılmaktadır. Türkiye olmadan, projenin başarılı olması veya tamamlanabilmesi mümkün değildir. Türkiye'nin konumu, proje kapsamı içindeki bölgelerde, petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip herhangi bir ülkeden çok daha stratejik önemi haizdir. O nedenledir ki, projenin odağında olan Türkiye, ''olmazsa olmaz'' konumu nedeniyle, yıllardır sadece basın haberlerinde izlediği G-8 toplantısına davet edilmiştir. Ancak, bu önemi algılayamayan mevcut iktidar, şartlı gidebileceği ve tezlerini diretebileceği bir konumu idrakten uzak, kendi standardında olmayan ülkeler ile bir tutularak yapılan karşılama törenlerini kabullenmiş ve gerekli tavrı dahi sergileyememiştir. 
Doç. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu, BOP'un bölgedeki üniter yapıları çözmeyi amaçladığını söyledi 

'Türkiye üs yapılacak' 
Yaşar Hacısalihoğlu: Türkiye'nin BOP'a sürüklenmesi, gelecek adına onarılması güç sorunları yaratacaktır. Şayet Türkiye; BOP'a bulaştırılırsa öncelikle bölgesine ve Avrasya'ya yabancılaşacak, yeni düşman ve düşmanlıklar kazanacak ve Soğuk Savaş sonrasının yeni bağımlılığına yelken açmış olacaktır. 
İstanbul Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi Yönetim Kurulu üyesi Doç. Dr. Yaşar Hacısalihoğlu , Büyük Ortadoğu Projesi'nin (BOP) bölgedeki üniter yapıları çözmeye dönük bir girişim olduğunu dile getirdi. 
Hacısalihoğlu Türkiye'yi lojistik üs yapma ve askeri açıdan Irak odağına çekme isteğini içeren tasarımın Anadolu'nun su alanlarına uzandığını da ifade etti. 
Yaşar Hacısalihoğlu, BOP'un stratejik açıdan anlamını, ana başlıklarıyla şöyle değerlendirdi: 
BOP, cumhuriyet yerine ılımlı islamı öneriyor: 
Fas'tan Çin sınırına kadar uzanan genişletilmiş Ortadoğu'nun jeopolitik bölgelerinin kesişme alanı Türkiye'dir. Projenin yürütücüsü sıfatıyla ABD, Türkiye'yi BOP içinde odak ülke olarak görmek istemektedir. Bu odaklanmanın Türkiye'den iki beklentisi vardır. Birincisi, Türkiye'nin askeri gücünün, BOP için mızrak ucu olarak kullanılmasıdır. İkincisi ise, BOP'un sivil etkinliğine yönelik olarak ''reform'' söylemi için Türkiye'nin model haline getirilmesidir. Türkiye için, ulusal bağımsızlık ve ulus egemenliği temeline dayanan Cumhuriyet kimliğinin modelliği yerine ''ılımlı İslam'' nitelendirilmesi yeğlenmektedir. ''Ilımlı İslam'' dinsel değil, siyasal bir nitelemedir ve ABD kaynaklıdır. Bu kavramın öne çıkartılmasının iç içe geçen iki nedene dayandığı söylenebilir. Birincisi, Türkiye'nin laiklik duyarlılığı yüksek çevrelerine yönelik ''ölümü gösterip sıtmaya razı etme'' çabasıdır. İkincisi, Türkiye'nin antiemperyalist Atatürkçü çizginin zayıflatılarak, hem Türkiye için hem de Avrasya ulusları için yeniden ilham kaynağı olmasının ve direnme gücüne yeniden ışık tutmasının engellenmesidir. 

BOP, bölgedeki üniter yapıları çözmeye yöneliktir: 

BOP, aslında Avrasya coğrafyasında ''mekânın özelleştirilmesi'' seferidir. Avrasya jeopolitiğinin omurgasını oluşturan Fas'tan Çin sınırına kadar uzanan geniş coğrafi alan, BOP'un '' özelleştirme harekâtı'' için tek pazar haline gelmelidir, ama parçaları küçük olmalıdır. Buna göre; federatif yapılar, küçük devletçikler yaratılmalı ve onların pazarlık güçleri kırılmalı, doğal kaynakları üzerinde daha zahmetsizce egemenlik kurulabilmelidir. Taşeron rolünü benimsemiş olsa da Türkiye'nin, bu süreçten olumsuz etkilenmemesi olanak dışıdır. Çünkü, Türkiye'nin öncelikle komşuları için olmazsa olmaz koşul saydığı ve varlığına büyük özen gösterdiği ''toprak bütünlüğünden yana olma'' politikası geçerliliğini yitirecek, bu politikayı savunamaz hale gelecek ve bu durum kendi toprak bütünlüğüne yönelik duyarlılığında ciddi aşınmalara neden olacaktır. 

Türkiye askeri açıdan Irak odağına çekilmek isteniyor: 

ABD, Irak işgalinde karşılaştığı çıkmazdan kurtulmanın çaresi olarak tüm bölgeyi denetleme gücüne BOP yoluyla erişmeyi arzulamaktadır. Bu bağlamda Türkiye'ye özellikle BOP kapsamında Irak'tan yansıyacak güvenlik sorunu; giderek istikrarsızlaşan ve o oranda da karmaşıklaşan Irak odağına Türkiye'nin askeri zeminde çekilme riskidir. Kabul edilmelidir ki, bugün Irak, yeni bir Filistin'dir. 

BOP, Türkiye'nin su alanlarına uzanıyor: 

Ortadoğu'da su, yaşanmış ve yaşanan birçok çatışma ve savaş atmosferinin örtülü nedenidir. Türkiye'nin terörle mücadelesinde su, GAP üzerinden yürütülen bir stratejinin tayin edici unsurları arasında tutulmuştur. Proje kapsamında baraj yapımlarında dış finansman desteklerinde sıkıntılar yaşanması, su tutma ve aktarımında yaratılan uzlaşmazlıklar, bölücü terörün bölgeye odaklanması, bölgenin su denkleminden Türkiye'nin güvenliğine yansıyanlardır. Türkiye, bölgenin su konusundaki ihtilaflı ülkelerinin gözünde kaynak ülkedir. Fırat ve Dicle'ye odaklanan bu yaklaşım, Irak'taki işgalin seyrine bağlı olarak yeni bir ''su güvenlik alanının'' yaratılmasından yanadır. BOP ve onunla önemli paralellikler taşıyan ''Büyük İsrail Projesi'' gibi İsrail stratejileri, bölgenin ''su denklemini'' yeniden oluşturma amacındadır. Buna göre, Türkiye'nin mevcut Suriye ve Irak özelinde görülen su sorununa yeni boyutlar ve aktörler eklenecektir. İsrail'in genişletilmiş Ortadoğu ölçeğinde belirleyici rol üstlenmek istediği yeni su denklemi, Irak'ın kuzeyinden başlayarak Fırat ve Dicle havzalarının bütünlüğünü içeren suya dayalı yeni güvenlik alanı yaratacaktır. İsrail- Suriye görüşmelerinde Golan Tepeleri'nin su kaynaklarına ilişkin pazarlıklarda Türkiye'ye vurgu yapılmış ve anlaşmazlıkların giderilmesi için Türkiye'nin su kaynakları denkleme dahil edilmeye çalışılmıştır. Görünen odur ki; tıpkı petrol ve diğer enerji kaynaklarında olduğu gibi, bölgede suyu yönetmek ve denetlemek, bölge dengelerini korumak ve bozmakla dolayısıyla bölge ekonomi-politiğini elinde tutmakla eşdeğer hale gelecektir. Bu nedenle Türkiye'nin iddia edildiğinin aksine su zengini olmadığının bilinciyle, artan nüfus ve ihtiyaçlarını karşılanmasını gözeterek su yönetim planlaması ve stratejisi geliştirmek zorundadır. 

BOP, Türkiye'yi lojistik üs yapıyor: 

Türkiye'nin BOP'a sürüklenmesi, gelecek adına onarılması güç sorunları yaratacaktır. Türkiye'nin kendi iradesi ve kararlarıyla belirlenmemiş bir projeye taşeron rolüyle soyunması; öncelikle ulusal güvenliğini sağlayamama zafiyetine yol açacaktır. BOP, Türkiye'yi kullanılması gereken lojistik bir üs olarak da görmektedir. Buna bağlı olarak aslında 1 Mart 2003 tezkere süreci yeniden işletilmek istenmektedir. Ama bu defa TBMM onayı dahi aranmaksızın Türkiye'nin yeniden ABD'ye yeni üsler ve limanlar sunması istenmektedir. Karşılığında Türkiye; tıpkı ''stratejik ortak'' gibi bu kez ''demokratik ortak'' nitelemesiyle yine içi boş bir yakıştırmayla avutulmaya çalışılacaktır. Şayet Türkiye; BOP'a bulaştırılırsa öncelikle bölgesine ve Avrasya'ya yabancılaşacak, yeni düşman ve düşmanlıklar kazanacak ve Soğuk Savaş sonrasının yeni bağımlılığına yelken açmış olacaktır. 
Emekli Tuğgeneral Servet Cömert, ABD'nin Rusya, İran ve Çin'e set çekmeye çalıştığını söyledi 
'Türkiye Batı'dan kopacak' 
Servet Cömert: Türkiye, Büyük Ortadoğu'nun merkezinde yer almaktadır. İçinde her türlü istikrarsızlık ve önemli enerji kaynakları olan bu bölgede, Türkiye kendi inisiyatifi dışında biçilen yeni rollerin Türkiye'nin Batı'dan koparılıp Ortadoğu'ya itilmesini öngören bazı çabaların bir parçası olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir.
Emekli Tuğgeneral Servet Cömert , ABD'nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile tarif ettiği coğrafyanın Avrupa Birliği ile küresel rol üstlenme hedefinden vazgeçmeyen Rusya'nın hedefleriyle çatıştığını vurguladı. Bu nedenle AB'nin Avrupa'yı yeniden tanımlamaya başladığını, Rusya'nın da ''nükleer silah kullanmayı yeniden askeri doktrinine dahil ettiğini'' dile getiren Cömert'in değerlendirmeleri şöyle: 
ABD BOP ile set çekmeye çalışıyor: 
ABD 1980'lerde Ortadoğu ve Kuzey Afrika'da harekât yapabilecek ve yığınaklarının kapasitesini arttıracak gelişmeleri sürdürmüş ve karargâhı Florida'da olan ve CENTCOM (Merkezi Harekât Alanı) olarak adlandırılan komutanlığın sorumluluk alanını Ortadoğu ve Afrika olarak belirlemiştir. 1998'de Başkan Bill Clinton döneminde ''21. yüzyılı şekillendirme düşüncesi'' adı altında bir stratejik yaklaşımı geliştirmiştir. Bu yaklaşım, George Bush tarafından daha da geliştirildi. 11 Eylül saldırısı, bu politika ve stratejinin tetikleyicisi oldu. Önce Afganistan, sonra Irak'ın işgaliyle bugün bilinen duruma gelindi. BOP'ta Avrasya'nın etkin olan aktörleri; ABD, AB, Rusya ve daha bölgesel olarak Türkiye ve İran'dır. ABD, Afganistan ve Irak operasyonları ile Pakistan- Afganistan koridorunu kontrol ederek Orta Asya ve Hazar Havzası ile Güney Kafkasya'da fiziki varlığına zemin hazırlamış ve Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan'da üs imkânları sağlamış, Güney Kafkasya'da Gürcistan ve Azerbaycan'da askeri varlığını oluşturarak bu genç devletlerin politik ve ekonomik bağımsızlığını pekiştirmeye çalışmaktadır. Bu bölgedeki ''ileride konuşlanma'' ile Rusya, Çin ve İran'ın bölgeye müdahalesine set çekmiş olmaktadır. 

ABD, NATO ile Karadeniz'e girmek istiyor: 

ABD, aynı zamanda ülke dışındaki kuvvetlerini yeniden konuşlandırmaktadır. Amaç, muhtemel kriz alanlarına yakın, altyapısı ve operatif atakları önceden kurgulanmış, ''ileri harekât üsleri'' nde kriz bölgelerine süratle intikal ederek müdahale edebilecek daha az sayıda bir kuvvet bulundurmaktır. Polonya, Romanya ve Bulgaristan'da bu tür üsler oluşturma gayretleri sürmektedir. ABD ve NATO, son zamanlarda Karadeniz Bölgesi'ni sıkça gündeme getirmektedir. Bulgaristan, Romanya, Ukrayna ve Gürcistan'ın ABD/ NATO'nun Karadeniz'e girme isteğini destekleyebilecekleri değerlendirilmektedir. 

NATO'nun yeni görev alanı Ortadoğu olacak:
Haziran sonunda İstanbul'da yapılacak NATO zirvesinin ağırlıklı gündem maddesi Büyük Ortadoğu Projesi'nin yönetimi ve öncelik Afganistan'da olmak üzere NATO'nun bu proje için görevlendirilmesi olacağı beklenmektedir. NATO'nun öncelikle Afganistan'da görev alacağına kesin gözüyle bakılmaktadır. Irak'ta görev alması ise ABD için hayatidir. NATO'nun yeniden yapılandırılmasında görünen o ki, NATO'nun alan dışı bölgelerde -BOP- kullanılması ön plana çıkarılmış, kuvvet yapısı buna uygun olarak geliştirilmiştir. NATO, BOP bölgesinde kullanılacak bir askeri güç haline getirilmektedir. ABD kuvvetlerinin de bu projeye destek verecek şekilde aynı paralelde konuşlanmakta olduğu görülmektedir. 

AB, Avrupa'yı yeniden tanımlıyor: 

Avrupa Birliği, 2050'li yılları öngören bir vizyonla ''Genişlemiş Avrupa'' kavramını ortaya atarak Avrupa'yı yeniden tanımlamaya çalışmaktadır. Tüm üyelerinin barış ve işbirliğine dayalı yakın bir ilişki kurulabileceği bir ''refah bölgesi'' ve iyi komşulardan oluşan bir ''arkadaş çevresi'' teşkil edilecektir. 

Genişlemiş Avrupa terimi ile, coğrafi olarak 25 AB üyesi ülke, AB adayı olan Bulgaristan, Romanya, Türkiye, Rusya, Ukrayna, Moldavya, Beyaz Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Sırbistan- Karadağ, Arnavutluk, Makedonya ve diğer küçük Avrupa ülkeleri olmak üzere 52 ülkeden oluşan 810 milyonluk bölge kastedilmektedir. Güney ve Doğu Akdeniz, Körfez, Afganistan dahil Orta Asya ülkeleri olmak üzere 23 ülkeden oluşan 392 milyonluk kesim ise Genişlemiş Avrupa'nın komşu bölgeleri olarak tanımlanmaktadır. Genişlemiş Avrupa ile Büyük Ortadoğu ülkelerinin tamamına açık olacak bir Pan-Avrupa Serbest Bölgesi (PEFTA) teşkili öngörülmektedir. 
NATO'yu dışlayan AB'nin güvenlik açısından yetersizliği, inisiyatif kullanmasını kısıtladığı gibi, bu alandaki yeteneklerini geliştirme çabalarının uzun zaman alacağının da farkındadır. AB kendi içinde etkinlik sağlayacak bir karar mekanizması için bir çekirdek grup oluşturma çabası verecekken, öte yandan da NATO-AB rekabeti devam etmektedir. ABD ile AB'nin jeopolitik girişimleri arasındaki ilişkiye bakılınca, AB ''Genişletilmiş Avrupa'' da asıl aktör iken, ''BOP'' taki hâkim güç ABD'dir. Bu denklemde Türkiye'nin yeri, ABD ve AB nüfuz alanları arasında gidip gelmektedir. 

Rusya, nükleer silahı yeniden konseptine aldı: 

Rusya'nın ''arka bahçe'' olarak kabul ettiği ''yakın çevre'' ile ''Büyük Ortadoğu'' üst üste konulduğunda, Güney Kafkasya ve Orta Asya'nın, her iki jeopolitik kavramda yer alan ortak bölgeler olduğu görülür. Rusya, dış politikada önceliği bu bölgeye vermektedir. Rusya'nın global güç olma iddiası, bu bölgelerdeki etkinliğini muhafaza etmesine bağlıdır. Rusya'nın ''Büyük Ortadoğu'' politikasını ''uzağa karışma, yakına karıştırma'' şeklinde özetlemek mümkündür. 

Avrupa ve Ortadoğu'da söz hakkı kalmayan, Güney Kafkasya'da tutunmaya çalışan, Kuzey Kafkasya'da sıkıntılı bir dönem geçiren Rusya'nın Orta Asya'da direnmeye, Batı ve ABD ile mücadeleyi bu bölgede kabul etmeye çabaladığı, bu amaçla da yandaş toplamaya çalıştığı görülmektedir. Ekim 2003'te yayımlanan Rusya Federasyonu Savunma Reform Belgesi'nde, Rusya, NATO'nun alan dışı kuvvet kullanmasına karşı olduğunu vurgularken, BDT ile olan ilişkilerin Rusya dış politikasının temel direğini oluşturduğunu ve NATO'nun taarruzi niteliğini sürdürmekte ısrar etmesi halinde Rusya askeri stratejisi ve kuvvet yapılanmasının nükleer silahların kullanımını da kapsayacak şekilde tekrar gözden geçirilebileceğini ifade etmiştir. 

BOP ile İsrail daha büyük oynuyor: 

İsrail'in Araplar tarafından kuşatılmaktan kurtarılması ve bu maksatla İsrail'e bölgesel dostlar bulunması gerekmektedir. ABD, bu maksatla hem İsrail'e yakın bir bölgede Kürt oluşumuna sıcak bakmakta hem de Türkiye'nin İsrail'le yakınlaşmasını desteklemektedir. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi ile birlikte ele alındığında Yahudiler, azınlık duruma düşeceklerdir. İsrail, 2001'de başlattığı bir proje ile etnik bakımdan kendisine en yakın toplumları tespite çalışmaktadır. Yahudilerin geçmişte muhtelif bölgelerde birlikte yaşadığı toplumlarda DNA araştırması ile en yakın akraba toplumları tespit edilmiş bulunmaktadır. Bunlar birinci derecede Kürtler, ikinci derecede Ermenilerdir. 

Türkiye BOP'un merkezi yapılmak isteniyor: 
Türkiye, coğrafi konumu itibarı ile Büyük Ortadoğu'nun merkezinde yer almaktadır. Türkiye'nin tarihi, kültürel, ekonomik, siyasi ve güvenlik bağları ile bağlı olduğu Büyük Ortadoğu bölgesinde gelişmelere sessiz kalması beklenemez. İçinde her türlü istikrarsızlık, çatışma, terör, aşırı dinci hareketler ve önemli enerji kaynakları olan bu bölgede, Türkiye kendi inisiyatifi dışında biçilen yeni rollerin Türkiye'nin Batı'dan koparılıp Ortadoğu'ya itilmesini öngören bazı çabaların bir parçası olup olmadığının değerlendirilmesi gerektiği düşünülmektedir.

Bu plan "İslam' ı yok etme planı" mıdır? 

Aslında İslam’ı deforme etmek mümkün değildir. İslam’da reform yapmak da mümkün olamaz. İslam, Allah’ın kelamı ile kurulmuş ve öyle olacaktır. O’nu insan eliyle değiştirmek mümkün olamaz. O zaman din olmaz. İnsanın düzmecesine dönüşmüş olur. O da İslam olamaz.

Ancak büyük baskılarla, beyin yıkamalarıyla, aldatmacalarla, vaatlerle ve menfaat karşılıklarıyla, bazı insanların düşüncelerinin değiştirilmesi mümkün olmaktadır. Eğer bu tür değişmeye çok müsait insanlar da idari sistemlerde bulunurlarsa, o takdirde ülkenin içinde büyük tutarsızlıklar ve dengesizlikler oluşabilmektedir. Öyle ülkeler de bu planlarla kolayca av olmaktadır.

Ayrıca ABD dışişleri bakanı Condeleeza Rice(pirinç) da bütün cani planlarını itiraf etmiştir.Bilgimize...




..

MİLLETVEKİLİ YEMİNİ..,TÜRK MİLLETİ Mİ.?..Türkiye Milleti, mi


Türkiye Milleti

Emin Çölaşan

SEVGİLİ Okuyucularım, adına Leyla Zana denilen hanım bundan yıllar önce SHP listesinden milletvekili seçilmiş ve Meclis’te olay yaratmıştı. Son olaya gelmeden önce şimdi geçmişe, 1991 yılına dönelim. 
Seçim yapılmış, sıra Meclis’teki ant içme törenine gelmişti. Milletvekilleri tek tek kürsüye çıkıp anayasada öngörülen yemin metnini okuyordu.
Sıra Leyla ya geldi.

Kafasında PKK’nın sarı-yeşil-kırmızı ulusal renklerinden oluşan bir saç bandıyla kürsüye çıktı. Bunu özellikle yapıyor, daha il gün olay çıkarmaya yelteniyordu.
Kürsüde yerini aldı…

Ve Yemin metnini okumaya başladı.

Birkaç saniye sonra Meclis kürsüsünde anlamsız sözler söylemeye başladı.
Kürtçenin bir lehçesiyle konuşuyordu.
Peki, O Kürtçe sözlerinde ne demişti? “Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum!”
Ortalık kızıştı. Kavgalar çıktı. Sonrasında başka milletvekilleriyle birlikte Leyla‘nın da dokunulmazlığı kaldırıldı. Çeşitli mahkemelerde yargılandı ve uzun süre hapis yattı.

VİDEO GÖRÜNTÜLERİ;


https://www.youtube.com/watch?v=fvpcVmUMj2M

***
Aradan 20 yıl geçti, bu Şahıs bu kez Kürtçü BDP’den Diyarbakır Milletvekili seçilip yeniden Meclise döndü. Partili arkadaşlarıyla birlikte geçtiğimiz cumartesi günü Meclis te yemin (!) etti.
Anayasada öngörülen yemin metni şöyle bitiyor:
“…Büyük Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Hanımefendi ne olursa olsun olay çıkaracak ya!..
El çabukluğu değil ama dil çabukluğu ile o bölümü şöyle okudu:
“…Türkiye milleti önünde namus ve şerefim üzerine ant içerim!.. “
Böylece Türk milleti, tarihte ilk kez Türkiye milleti oluverdi!
Yemin böyle okununca itirazlar geldi. Yeminin tekrarlanması gerekiyordu ama özellikle kaynatıldı.
Gazeteciler kendisine sordular
“Niye böyle yemin ettiniz?”
Verdiği yanıt ilginçti:
“Yani bilinçli ve planlı değildi! O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı!”
Hay Allah, rastlantının böylesi!.. O anda ağzından bu çıkmış!
Utanmazlığın ancak bu kadarı olabilirdi.
Oturumu yönetmekte olan Meclis Başkanı Cemil Çiçek kendi ifadesine göre. o sözlerini duymamıştı!
Öyle ya, biz onların karşısında beş yaşında saf çocuklardık!.. Herkes yanlış duymuş, doğruyu (!) duyan yine onlar olmuştu.
Hemen ardından Cemil Çiçek’in talimatıyla TBMM Başkanlığı tarafından bir duyuru yayınlandı, şöyle diyordu;
“Leyla Zina’nın yemin ederken Türkiye milleti değil. Türk milleti ifadesini kullandığı tespit edilmiştir”

***
Şimdi şu işe bakınız, kadın diyor ki “Türkiye milleti dedim, o anda ağzımdan böyle çıktı.”
TBMM Başkanlığı ise diyor ki. “Yok, valla inanın ki Türk milleti dedi!’
Leyla böylece, TBMM Başkanlığı tarafından güya aklanmış oluyor.
Peki niçin?
Şunun için:
İktidar şimdi yeni bir anayasa değişikliği|www.emincolasan.info|daha gündeme getirdi ya, o konuda BDP’nin desteğine ihtiyacı var Ne kadar BDP’li milletvekili destek verirse. AKP Güneydoğudaki vatandaşlardan o kadar oy isteyecek.
Meclis’te gerekli kelle sayısına ulaşılmaz ve iş yine referanduma kalırsa onlara diyecekler ki “Bakın arkadaşlar, sizin partiniz olan BDP bile |vatansever.info|bu anayasa için kolları sıvadı, Meclis’te kabul verdi. Şimdi sıra sizde, Size özerklik verdik, Kürtçe eğitim getirdik, haydi bastırın evet oylarınızı!..”
Böylece, BDP’nin sırtından muhteşem bir siyaset ticareti ve oy avcılığı daha yapmış olup, kendi çıkarları doğrultusunda hazırladıkları anayasayı kabul ettirecekler!

O yüzden Leyla’ya tavır koymaları mümkün olmadı.

***
Sevgili okuyucularım, Leyla Zana’nın Meclis kürsüsünde kullandığı ve hiçbir kesimden tepki gelmediği sürece Türk milletine yutturulmak istenen “Türkiyeli” sözcüğü, Tayyip’in geçmişte sık sık kullandığı bir sözcüktür.
Şimdi Başbakan olduktan sonra kullanmıyor, ya da kullanamıyor.
Bunu kullananların amacı “Türk” kavramını belleklerden silmek, unutturmak ve en sonunda da yok etmek.

DİĞER BİR YEMİN TÖRENİ EYLEMİ.,


https://youtu.be/r_EpPV9mkcM

Ne acıdır ki, günümüzde bu uygulamayla sık sık karşılaşıyoruz.
Bugün ülkeyi yönetenlerin ağzından “Türk” sözcüğünü pek duyuyor musunuz?“Türk milleti” kavramını ağızlarına aldıklarına tanık oluyor musunuz?
Şu iktidar yalakası korkak, entel, liboş gazete ve televizyonlara bakıyorum, varsa yoksa Kürtlük, varsa yoksa Kürtçülük. Bunların iktidarı döneminde bunlar tartışılıyor, hem de sadece bu kavramların savunucuları tarafından.
Bütün ulusal kavramlarla birlikte Atatürk de yok edilmek isteniyor.
Siz bakmayın birilerinin ulusal bayram günlerinde Anıtkabir’e gidip içlerinden küfrederek göstermelik saygı duruşunda bulunduklarına!..

***
Tayyip geçmişte kendisini “Türkiyeli” olarak tanımlardı. Bunu defalarca yazdım, belgeledim. Hiçbir biçimde itiraz etmesi, yalanlaması mümkün olmadı.
Şimdi Çankaya’da oturmakta olan AKP‘li yine geçmişte şu sözleri ederdi:
“Mesela bunları açık söylemek zorundayım, ‘Ne mutlu Türküm diyene lafını tutup her yere yaza yaza özellikle bunu hiç olmayacak yerlere yaza yaza, Türkiye aslında İLKEL bir hale dönmüştür”
Mustafa Kemal Atatürk 1933 yılında. Cumhuriyet’in 10. Yıldönümü’nde yaptığı konuşmanın sonunda haykırıyordu:
“Ne mutlu Türküm diyene.”
Dikkat ediniz, “Ne mutlu Türk olana” deseydi. Irkçılık olurdu.“Ne mutlu kendini Türk olarak görene, hissedene” diyor. Asla ırkçılık, ayırımcılık yok.
İşte size bu iktidarın en üst düzey makamlarında bulunan iki kişinin kullandığı sözler!..
Atatürk’ün ağzından çıkıp tarihe geçen bu masum, ama çok anlamlı sözcükleri bile reddeden her şeyi İslam’da arayan kafalar şimdi bu ülkeyi yönetiyor…
Ve Kürtçü bir kadın daha üç gün önce Meclis kürsüsüne çıkıp “Türkiye milleti” diye açıkça zırvalarken, Meclis Başkanlığı açıklama yapıp “Valla billa öyle demedi, Türk milleti dedi” demek zorunda kalıyor!..
Ama kadın bunlardan daha yürekli, Hiç değilse zırvasını inkâr etmiyor da, başka türlü kıvırtıyor…
“O anda ağzımdan Türkiye milleti çıktı (!)” diyor
Görüyorsunuz işte… İyi ki Japonya milleti falan çıkmamış!
Yıllar önce Tayyip kendini ‘Türkiyeli’ olarak tanımlıyordu. Simdi aynı edebiyatı Leyla Zana yapıyor.
Tayyip’le Leyla’nın örtüşmesi, doğrusu pek hoş oluyor.
Onlar ermiş muradına, biz ” Türkiyeliler” de Türklüğümüzü bohçaya sarıp çıkalım kerevetine.


***

Gençler Güçlerinin Farkına Vardı



Gençler Güçlerinin Farkına Vardı



Erol Manisalı: 

15 Temmuz 2013

Sistemle kavga mı ediyorlar, ona baş mı kaldırdılar?
Hiç sanmıyorum; kavgasız, gürültüsüz, sistemin içinde başka yolların bulunduğunun farkına vardılar.
Sanki (bir toplumsal içgüdü yarattılar) pek farkında olmadıkları bireysel üstünlüklerinin ürettiği toplumsal bir içgüdü oluştu.
Benim çok sevdiğim dışsallıklardan (externalities) doğan bir ek değer gibi…
Akıl, yetenek, duygu ve insanlık olarak yaşadıkları toplumun (ve dünyanın) üzerinde olduklarını fark ediyorlardı.
Efsanedeki Samson’un, saçları uzayınca gücünü keşfetmesi gibi bir şey.
- Siyasetçi, bürokrat, iş çevresi benzeri insanların yerleştirdikleri statüko ya da sistemden çok farklı özellikleri, üstünlükleri, yetenekleri vardı.
Kullanma fırsatları olmamıştı; bu güçlerinin farkında olmadan, ufak tepkilerle uygulamaya başladılar.
- Bilgili, akıllı, dürüst, ahlaklı, samimi ve iyi niyetliydiler.
Bunların hepsi birleşince statükonun ya da sistemin elinde olmayan dev bir güç doğuyordu.
Fark buradaydı.
Statükodan, yalanlardan sistemin olumsuzluklarından bunalmış büyük çoğunluğun gençlere sempati göstermesi ve destek vermesi çok doğaldı.
Analar, babalar, köylüler, işçiler, aydınlar, “entelektüeller” de etkilendiler.
En fazla da sanat çevreleri.
Çünkü gençlerde zarafet, incelik, güzellik ortaya çıkıyordu.
- İnsanı okşayan fikirler, içtenlikle söylenmiş sözler.
- El ele tutuşan melekler gibi gençlerin kızlı erkekli Türk, Kürt, Yahudi, Alman, Fransız demeden bütünleşmeleri,
- Demokrasi çağrıları yapmaları, özgürlük türküleri söylemeleri,
- Kısaca topluma, sokaktaki insana insanlığı, yakınlaşmayı, sevgiyi, özgürleşmeyi anımsatmaları; yeni gençliğin gücü bundan kaynaklanıyordu; toplumda herkesin özlemini çektiği şeyleri parklara, meydanlara taşıdılar.
Toplum “kendi içindeki güzellikleri” bu gençler sayesinde yaşamaya başladı.
Bu ne büyük bir nimetti, güçtü?
- Analar, babalar ve herkes, gençlerden Türkiye’nin ve dünyanın nasıl mutlu yaşanabilir bir yer olabileceğini öğreniyordu; insanların yüzleri gülmeye başladı.
- Ve toplumdaki çirkinlikler daha açık görülebiliyordu artık; gençler anaları, babaları dahil toplumun gözünü açmışlardı.
Kızlarına oğullarına “gece sokağa çıkma” diyen analar, babalar artık evlatları ile birlikte parklara gidip halay çekiyorlar, türkü söylüyorlar, fikir alışverişinde bulunuyorlardı.
İşte gençler bunu başardılar.
İnsanlara yaşama sevincini aşıladılar.
İyi, kötü ve çirkin
Bu mutluluk sevinci ve yeni yaşam felsefesinin karşısına çıkarılan şeyler, gençlerin haklılığının kanıtları oldular; zırhlı araçlar, biber gazları, öldürücü su topları, palalı saldırganlar, hatta namlusundan kurşun fırlayan silahlar, gençlerin mutluluk tablosunu ortadan kaldırmaya çalışan çirkinlikler olarak gözler önüne serildi.
Ülkede sağcısı, solcusu, Türk’ü, Kürt’ü, Ermenisi herkes buna karşı çıktı.
Avrupa ve Amerika ayağa kalktı.
Dünya, bizim gençlerin insani, demokratik, özgürlükçü, sanatsal çıkışına (ve felsefesine) büyük destek verdi.
Akıl, bilim, teknik, ahlak, insanlık, demokrasi alanlarında “biz de elimizdeki kartları masaya sürüyoruz” demek cesaretini gösteren gençler vardı artık.
Gençler kendi varlıklarını ve üstünlüklerini keşfediyorlardı.
Ama esas zorluk şimdi başlıyor;
- Bu güçlerini “statüko içindeki etkin bir oyuncu olarak mı sürdürecekler”?
- Yoksa statükoyu değiştirmek için mi kullanacaklar?

Bugüne kadar verdikleri mesajlar ikinci olasılığa daha yakın olduklarını gösteriyor


..

3 Ekim 2015 Cumartesi

ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI




ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI 







ABD’NİN İSLAM POLİTİKASI
HASAN KÖNİ

AVRASYA DOSYASI 
Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. UluslararasI İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 


Giriş: 

Sovyetler Birliği çökene kadar siyasal İslam konusunda uluslararası ilişkilerde pek araştırma, makale, kitap yayınlanmazdı. 

Sovyetlerin çöküşünü gerçek olarak 1985 civarında kabul edersek siyasal İslam konusunda yoğun yazıların bu dönemden sonra başladığı ortaya çıkar. Siyasal İslam’ın önemini ortaya çıkaran iki önemli olay bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Orta Doğu’daki İsrail - Arap çatışmasıdır. 1948 yılından beri süre gelen bu çatışma Arap ülkelerinde reaksiyoner İslami grupların oluşmasına yol açmıştır. Ancak, Sovyetler Birliği’nin varlığı ve komünizm Batılı ülkeleri daha çok ilgilendirdiği için İslam’ın siyasi yüzüyle müslüman ülkeler ve genellikle bu ülkelerin askeri bürokrasileri uğraşmak zorunda kalmışlardır. Siyasal İslam’ı 
sıçratan olay, 1979 yılında Sovyetler’in İran Devrimi’nin tepkilerini önlemek üzere Afganistan’a girmesiyle başlamıştır. İran Devrimi’nden çok daha önceleri Gürcü asıllı Fransız yazar Helene Carrere D’Encause’un, Türkçe’ye, “Çatlayan İmparatorluk” adı ile çevrilen eserinde yazar, Sovyet İmparatorluğu’nda Orta Asya Türk müslümanları ile Rusların iyi geçinmediği ve bu imparatorluğun çökmekte olduğu yönünde iddialar ortaya atmıştır. 

1979 Orta Doğu ve Yakındoğu müslüman ülkelerinin tarihi için dönüm noktası olmuştur. Amerikan elçiliğini basıp 400 elçilik mensubunu bir sene kadar rehine tutan İran bu hareketini Irak’la sekiz sene kadar savaşarak ödemiştir. Irak’ın savaşa girmesinde Suudi Arabistan ve Kuveyt paralarıyla, Fransa, Rusya, ABD, Almanya silah ve cephaneleriyle etkili bir rol oynamışlardır. 

İran-Irak savaşı daha sonra Körfez savaşının kapısını açacaktır. Hem İran-Irak savaşı hem Körfez savaşı ise Türkiye’nin karşısına PKK ve Kuzey Irak sorununu çıkaracaktır. 

1979 yılının ikinci olayı ise Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin Afganistan’daki İslami grupları desteklemesi olmuştur. Bu destek, aşağıda anlatacağımız gibi ABD, Suudi Arabistan, Pakistan ve hatta Çin’den gelmiştir. 1989 yılında Ruslar Afganistan’dan çekilirken Afganistan’da silahlı çatışma konusunda yetişmiş müslüman ülkelerin hepsinden gruplar oluşmuştur. Bu gruplar, Çeçenistan’da, Bosna’da Somali’de Sudan’da, Mısır’da Batılı dostlarının yanında ve karşısında dövüşmüşlerdir. Afgan militanları Batının yarattığı bir Frankeştein 
olmuştur. 

Batı’nın Yakın Doğu’da yarattığı militan İslam Orta Doğu’da varolan militan İslam’ı denetimine almış-Hizbullah grupları gibi- ve etkinliğini Güneydoğu Asya’ya yaymaya başlamıştır. Amerikan Teröre Karşı Koyma Grubunun Başkanı elçi Michael A. Sheehan terörizme karşı koyma ile ilgili olarak Senato önündeki ifadesinde, İran, Suriye, Libya ve Irak’ın gözetim listesinde olmasına karşılık, bu ülkelerin terörizme direkt destek vermelerinde gerileme olduğunu belirterek asıl Pakistan’ın içindeki terör kaynaklarına dikkat çekmiştir.1 

Elçi Sheenan’a göre terörizmde ikili bir gelişme görülmektedir. Bunlardan ilki terörist gruplar iyi örgütlenmiş, mahalli ve bazı devletler tarafından desteklenme yerine belirgin örgüt yapısı olmayan yeni bir uluslararası bağla oluşmuş gruplara dönüşmüşlerdir. İkincisi terör eylemleri Orta Doğu’dan Güney Asya’ya kaymıştır. 

Sheenan’a göre terörizmin Güney Asya’ya kaymasındaki başlıca neden Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgalinden sonra ve bunu takip eden on seneyi aşkın iç savaşın Afganistan’da hükümeti ve sivil toplumu yok etmesi olmuştur. Dünyanın her tarafından gelen savaşçılar ve silahlar bu bölgede dengeyi yok etmiştir. Afganistan’daki savaşlar Orta Doğu’daki diğer çatışmalara destek sağlanmasını doğurmuştur. Nihayet Taliban, Kuzey İttifakı’na karşı savaşmaya devam etmekte ve ülkenin her yerinde güç kazanmaktadır. Güney Asya, Kafkaslar’a ve Orta Doğu’ya destek sağlamaktadır.2 Orta Doğu barış görüşmelerinden ümitli olan Orta Doğu devletlerinin teröristlere karşı tutumunu 
değişirken terörizm de coğrafya değiştirmiştir. 

1 Michael A, Sheehan; Sheehan Testimony on Counterterorism and South Asia, US Department of State, International Information Programs, Washington File, 17 Temmuz 2000. 
2 Sheenan, a.g.m., s. 2 


ABD terörizmin mali desteğini kırmaya çalışmaktadır. Bu konuda en çok şikayet edilen kimse bir zamanlar Afgan savaşında ABD adına çalışmış olan Suudi Arabistanlı Ussame Bin Ladin’dir. Washington, daha önceleri desteklediği Taliban’dan artık şikayet etmektedir. Taliban’ın Keşmir’de, Mısır’da ve Cezayir’de radikal İslamcı militanlara destek verdiği belirtilmektedir. 

Sheenan’ın ifadesi resmi bildiriler ile gizli devlet eylemlerinin ne kadar çeliştiğini göstermektedir. Şimdi bazı belgelere dayanarak asıl durumu ve nedenlerini ortaya koymaya çalışacağız. 

I - Arabistan-ABD İlişkisi 

Petrol, II. Dünya Savaşı sonrasında Amerikan toplumunun bir sosyal olayı durumuna gelmişti. Yalta Konferansı’ndan önce Roosevelt Senatör Landis’in hazırladığı petrol ve Orta Doğu’da Amerikan çıkarları adlı raporu okumuştu. Bu metin daha sonraları Araplar ile Washington arasında kabul edilmiş bir manifesto durumuna gelecekti. Yalta dönüşünde kısa süre Mısır’da duraklayan Roosevelt Cidde’deki ABD’nin Konsolosu’na Suudi Arabistan Kralı ile bir randevu ayarlaması için emir vermiştir. Bu buluşma 14 Şubat 1945 günü ABD’nin kurvazörü Quincy’de gerçekleşmiştir.3 İki devlet adamı arasındaki konuşmalar bugün Quincy Paktı diye bilinen bir anlaşma ile sonuçlandı. Bu anlaşma beş önemli konu üzerinde kurulmuştu. 

a) Suudi Krallığı’nın dengesi ABD için hayati bir çıkar taşıyordu. Krallık ABD’ye sürekli petrol sağlayacaktı. Bunun karşılığında Washington Suudi Arabistan’a kayıtsız şartsız güvence sağlıyordu. 1991 yılında ABD’nin Suudi’lerin yanında savaşa girmesi Quincy Paktı’nın bir sonucuydu. Petrolü araştıracak olan şirketler toprağın sahibi olmayacaklardı. Araştırdıkları alanları 60 seneliğine kiralayacaklar dı. 
Anlaşmanın sona ereceği 2005 yılında kuyular ve üzerindeki materyel Suudi Arabistan’a geri verilecekti. Kraliyete ödenecek para varil başına 21 cent olarak saptanmıştı. Aramco şirketine verilen araştırma alanı 1.500.000 kilometre kare idi. 

b) ABD sadece Suudi Arabistan’ın değil Adap yarımadasının güvenliğini de sağlayacaktı. Böylece ABD İran Körfezi’nin güvenliğinden sorumlu oluyordu. Zaten Suudi Arabistan bu bölgede başat güçlerden biriydi. 

Louis, Blin, Le Petrole du Golfe, guerre et paix au Moyen-Orient, Maison-Neuve et Larose, 1996; Jacques Benoist-Mechin, Faycal roi d’Arabie, Albin Michel, 1975 

c) İki ülke arasında ekonomik, ticari ve mali bir ortaklık kurulmuştu. ABD silah satışları karşısında petrol alımlarını arttırıyordu. Suudiler bu anlaşmaya uygun olarak Amerikan devlet bonolarına zaman içinde 400 milyar dolar yatırmışlardır. 

d) Bu yatırımlar karşılığında insan haklarını ileri sürerek bütün dünyayı sıkıştıran Washington, Suudi Arabistan’ın iç işlerine karışmayarak İslami rejim ihraç eden bu ülkeyi rahatsız etmemiştir. Gerçekte Suudi Arabistan Krallığı bir devrin İran’ı gibi, ahlaki açıdan savunulabilir bir ülke değildir. 

e) Quincy Paktı’nın üzerine düşen tek gölge Filistin sorunu olmuştur. Kral’a Musevilerin Almanlar karşısında çektikleri ızdırabı anlatan Roosvelt’e karşı İbni Suud, Musevilere onlara baskı yapan Almanların evlerini ve topraklarını vermesini önermiştir. Fakir Filistin’e Musevilerin yerleşmesini bir türlü kabul etmemiştir.4 ABD, Arap yarımadasının yönetiminde Suudilere dayanmasına karşın İsrail-Filistin sürecinde Suudilere bundan böyle çok dar bir manevra alanı bırakacaktır. Bu dar alan içinde Suudiler İslamcı eylemlere destek verebilmekte dirler. 

Bu anlaşma bölgede İngiliz hegemonyasına son verecektir. ABD diğer Avrupa Devletlerini dışarıda bırakarak Orta Doğu’ya yerleşecektir. 

Bu anlaşmanın diğer yönleri de bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Suudi Arabistan kullanılarak bölgede laik milliyetçi Arap devletlerinin ortaya çıkmaları denetlenecektir; ikincisi ise Suudi Arabistan korunarak İsrail’in güvenliği de sağlanmış olacaktır.5 

II- Arap İslamcıları Arap Milliyetçilerine Karşı 

1950’li yıllar Mısır’da genç subaylar hareketiyle Arap milliyetçiliğinin ve daha sonra Pan-Arabizmin doğduğu yıllar olmuştur. Arap milliyetçiliği Batı emperyalizmine karşı olmuştur. 1948’de İsrail’in kurulması, Arapları bağlantısızlık hareketine itmiştir. Türkiye’nin İngilizlerin baskısıyla Bağdat Paktı’nı kurması pek başarılı bir girişim olmamıştır. Paktaki tek Arap ülkesi Irak’tır. 1956 savaşı İngilizleri Orta Doğu’ya geri döndürememiştir. Washington Mısır’ın yanında yeralmıştır. Ancak, Sovyetler’in Mısır’ın yanında yeralmaları, ABD’nin Asuan barajına mali yardım vermeyi reddetmesi ve Johnson’un Beyaz Saray’da Kennedy’nin yerini alması Mısır-Amerikan ilişkilerini geriletmiştir. 1966 
yılında ABD’ye çağrılan Faysal, Amerikan yönetimini Sovyet taraftarı Nasır’a karşı uyarmış ve Yemen’de 1962’den beri solcu cumhuriyetçilere yaptığı yardıma dikkate çekmiştir. Suudi Arabistan kralcıları desteklerken Nasır 68.000 kişilik bir ordu ile Albay Sallal’i desteklemiştir. 

4 David Holden and Richard Johns, The House of Saud, Pan Books, London, 1981, s. 137. 
5 Richard Labeviere, Les Dollars de la Serreur: Les Etas-Unis et les ‹slamistes, Grasset, Paris 1999, s. 40. 


Arap dünyasında Mısır, Irak, Suriye, Tunus ve Cezayir gibi solcu laik rejimler gelişmiştir. 1970’lerde Pan-Arabizmin yanında Arap sosyalizminden bahsedilir olmuştur. Nasır tutucu Arap rejimlerini ve onların içinde yeralan emperyalist üsleri ortadan kaldırmaktan sözetmektedir. Bu durum karşısında İsrail’liler tutucu Araplarla ilişki kurmayı tercih etmişlerdir.6 1967 Arap-İsrail savaşından sonra batıdan ithal edilen laik, milliyetçi modelin bu savaşlara neden olduğu Doğu ve Batı Arap ülkelerinin omuz omuza savaştığı ileri sürülmüştür. 1967 savaşından sonra İslamcı Araplar siyasal sahneye büyük bir gürültü ile 
girecekler dir. Bu Arapların, derneklerin, birliklerin arkasında Müslüman Kardeşler Örgütü vardır. Hassan el-Banna ve Sayed Kutb’un kurduğu 
Müslüman Kardeşler Örgütü hak ve hukukun birleştiği ‘tevhid’ ilkesi üzerine dayanmaktadır. Suudilerin desteğiyle Kardeşlik Örgütü, ‘Özel Düzen” adı altında gizli bir ordu kuracaktır. Kardeşler, Milliyetçi Nasır’a karşı Kral Faysal ve Amerikan gizli servislerince desteklenecektir.7 
Bu destekle güçlenen Müslüman Kardeşler bugün Sudan, Yemen, Ürdün, Suriye, Filistin, Tunus, Cezayir ve Fas’ta kollar bulundurmakta ve Latin ABD, Siyah Afrika ve Güney Doğu Asya’daki İslamcı hareketlerin temelini oluşturmaktadır. 

Müslüman Kardeşler’in ideolojik babalığını yaptığı İslamcı hareketlenme çok değişik ve hetorojen bir yapılanma göstermiştir. 
Genel olarak İslamcı ideoloji reformu örgütlenmelere benzemektedir. 
Bu örgütlenme içinde İslamın temellerini Arap-Müslüman halkların sorunlarına bir çözüm olarak göstermektedirler. Böylece dünyadaki aşırı dinci gruplar kendi sektlerinin yaşamı üzerine yoğunlaşmakta çok sıkıştırıldıklarında siyasi şiddete veya terörist girişimlere başvurmaktadırlar. 


Soğuk Savaş sırasında ve 1989 Lübnan savaşının sonuna kadar İslamcı ideolojiye sahip bu topluluklar kendi uluslararasına uygun stratejiler geliştirmeye çalışmışlardır. Bu stratejiler kendilerinin ülke rejimlerine karşıdırlar. 1990’dan itibaren İslamcı gruplar Orta Doğu’da çabalarını kabileler, büyük Arap aileleri veya savaşçılarının etki alanlarında ve etnik yapılarda yoğunlaştırmaya başlamışlar dır. İslamcı ideoloji, taktik olarak alternatif bir ulusal alan göstermemektedir. Ulusal alan göstermedikleri için müslüman devletleri belirli sınırlar içinde yöneten bütün rejimler meşruiyetlerini kaybetmektedirler. Böylece belli  bir toprak alanında milliyetçiliğe dayanan Kemalist, Nasirist ve Baasçı 
rejimler anti-müslüman komploları olarak görülmektedir. 

6 Eric Rouleau, Jean Francis Held, Simonne et Jean Lacouture, ‹srael et Les Arabes, le 3e Combat, Le Seuil 1967, s. 116. 
7 Richard Labeviere, a.g.e., s. 46. 


Ulusçu fikirler, inancı olmayanların ümmetin bütünlüğünü bölmek için kullandıkları şeytani bir fikir olarak kabul edilmektedir. Ulusçu olmayan 
yapılanmalar yeni uluslararası düzende Batı’nın işine gelen bir konum oluşturmuştur. Ulus devletin direnişi olmadan geniş pazarlar Batı’nın 
mallarına açık olacaktır. İngiltere bu gerçeği daha I. Dünya Savaşı öncesi keşfetmiştir. Orta Doğu’da etkin bir rol oynayan İngiliz istihbaratı 1915’de Çanakkale’yi geçememiştir ama Osmanlı İmparatorluğunu Orta Doğu’da yenerek çökertmiş, kendisine karşı ayaklanan Hindistan’ın müslüman kısmını Pakistan ve daha sonra Bangladeş diye ayırarak zayıflatmış ve İngiliz tekstil endüstrisine karşı çıkan Gandi’den intikamını almıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD durumu farkederek müslüman ülkelerle; Türkiye, Suudi Arabistan, Pakistan, İran ile Sovyetler Birliğini çevrelemiştir. Ruslar’ın Vietnam’ına karşı Afganistan müslümanlarını kullanarak, doğuda Sovyetlerin işini bitirmiştir. 

Afganistan’daki savaş günümüzde Ruslar’ın geri çekilmesine karşın yeni bir stratejiyle canlanmış bulunmaktadır. Bu yeni strateji Zbigniew Brzezinski “Satranç Tahtası” adlı kitabında geliştirmiştir. Brzezenski’ye göre enerji sahaları ve doğal kaynakları nedeniyle önümüzdeki bin yılda ABD’nin birinci derecede ilgi alanı içindedir. Bu alan Balkanlar’ı Orta Asya ve Çin’i kapsamaktadır. Avrasya alanı içinde merkezi bir yer tutan Türkiye’nin yeniden güç kazanması için çabalar ancak 1996 yıllarında başlayacaktır. Yeni Avrasya stratejisi bu defa komünizme 
karşı değildir. Karşı olunan Ruslar’ın 19. yüzyılda olduğu gibi sıcak denizlere inmesini önlemektir. Bu stratejide önemli olan Türk, Suudi ve Pakistan’ın ve ilerde İran’ın etki alanlarının sağlamlaşmasıdır. Bu arada İslamcı ideolojide de ilerlemelidir. Brzezinski ideolojik İslamı “belirli bir İslamcı kimlik” olarak tanımlamaktadır. Eğer bu belirgin İslamcı kimlik gelişmezse Orta Doğu’da bir kaos ortamı yaşanacaktır. İslamcı kimliğe önem verilmesinin nedeni bölgenin bu kimlik altında küresel ekonomik yapının içine çekilmesi modeliydi. İslami kimlik bölgede etnik çatışmalar ve siyasal dengesizlikler yaratacak ve Orta Asya bölgesine ABD tam olarak yerleşecekti. Türkiye’yi menteşe devlet, bölgesel güç 
olarak öven Brzezinski aslında “İslami kimliğin” babasıydı. 

Brzezinski’nin Amerikan Güvenlik Konseyine kabul ettirdiği amaç Rusya’nın Orta Asya’dan silinmesiyle ilgiliydi. Bu nedenle Basra Körfezi Krallıklarında bastırılan binlerce Kuranı Kerim silahlarla birlikte Özbekistan’a, Tacikistan’a ve Türkmenistan’a sokuldu. ABD İslam kaldıracını kullanarak ilerisinin bu önemli alanına siyasi dengesizlik sokuyordu. Siyasi dengesizlikleri Amerikan gücü çözecek ve bu bölgeye Orta Doğu’da yaptığı gibi çözüm üretici olarak oturacaktı. Orta Doğu’da olduğu gibi Orta Asya’da ulusçu orta sınıflar var olmadığı için orta ve uzun dönemde Amerikan yatırımlarıyla mücadele edecek Washington’a göre İslam kapitalizm içinde eriyebilirdi, İslam, milliyetçi hareketlerin anti-dozunu oluşturuyordu ve sosyalizmin geri dönüşüne karşı bir kaleydi; kısacası İslam yeni liberal düzenin kaçınılmaz müttefikiydi. 

“Cihad’a karşı McWorld” yani Cihad’e karşı Macdonald’s dünyası adlı eserinde bir yazar Cihad ve Macdonald’s dünyasının ortak bir noktası olduğunu söylüyor. Yazara göre her ikisi de ulus devletin egemenliğine ve demokratik kurumlarına karşı ortak savaş veriyorlar. Sivil toplumu yeriyorlar, demokratik vatandaşlığa karşılar ama söylediklerinin karşısında alternatif demokratik kurumlar önermiyorlar. Ortak noktaları sivil özgürlüklere karşı olmaları.8 

ABD’nin militan İslam’a karşı tutumunu yansıtan en iyi araştırmalardan birisi eski CİA ve Rand Corporatıon araştırıcısı Graham Fuller. Füller 1995’te bütün Avrupa büyükelçiliklerine gönderilen: “Cezayir Geleceğin İslam Devleti olacak mı?” adlı raporun yazarı. Fuller’in analizlerinin 1996 yılına kadar Orta Doğu bölgesinde ABD’nin politikasını yönelttiğini belirtmekte yarar olduğu kanısındayız. 

Fuller raporunda: 
“... İslamcılığın komünizme benzemediğini, yönü ve merkezi bir planı bulunmadığını, İslamcı politikanın direkt olarak mahalli geleneksel kültür çerçevesinde oluştuğunu belirterek İslamcı hareketlerin çok çeşitlilik gösterdiğine dikkati çekiyor. Anti-demokratik olma İslamcı hareketin doğasında yok ve demokratikleşme zamanla hareketin içinde gelişiyor diyen Fuller, gelecek yıllarda İslamcı hükümetlerin çeşitli şekiller alarak Orta Doğu ülkelerinde çoğalacağına işaret ederek onlar Batı ile: Batı, İslamcılarla yaşamayı öğrenecek tir...” demektedir. 

Fuller, 
Cezayir’deki İslamcı rejimin ABD’nin tüm özel yatırımlarını kabul edeceğini ve ABD ile ticari ilişkilere girebileceğini açıklıyor.9 

Fuller, 
İslamcılar’ın Pazar ekonomisine “doğal bir eğilimleri” belirterek, İslamcılar’ın Amerikan Arco petrol şirketiyle kurdukları ilişkiye dikkati  çekiyor. Sünni olan Cezayirliler’in diğer Arap müttefikler gibi Şii İran’a karşı ABD’nin yanında yer alacakları Fuller’in tahminleri arasında. 
Cezayir’in İslamcı yönetimi diğer Arap ülkeleri gibi uluslararası İslam bankalarının ağından faydalanacak. Al-Baraka uzun zaman Sudan’daki 
İslamcılar’a para sağlayarak Sudanlılar’ı müttefik gruba çektiklerini ve Cezayir’in de bu grubun içine çekilebileceğini söyleyen Fuller, Cezayir İslamcı yönetiminin diğer bir faydasının Arap dünyasındaki İslamcı hareketlere karşı dengeleyici bir rol oynayabileceğini ileri sürerek NATO’nun güney komutasının doğu Akdeniz’deki buhran noktalarına Cezayir İslamcılığını kullanarak daha rahat müdahale edebileceğini söylüyor. 

8 Benjamin R. Barber, Jihad vs. MaWorld, Time Books, 1995, ss. 16-54. 
9 Graham E. Fuller, Algeria, The Next Fundamentalist State?, RAND, Santa Monica, U.S., 1995. 


Cezayir İslamcıları’nın yurt dışında yaşayan başkanı Anuar Haddam’la Middle East Quarterly dergisinin yaptığı mülakatta kendisine Amerikan yönetiminden kimselerle görüşüp görüşmediği sorulduğunda, Anuar Haddam bu gibi kimselerle görüşmesinin kendi görevi gereği olduğunu söylüyor. Dergi bir başka sorusunda Cezayir’de yüzlerce Batılı’nın yaralanıp öldüğünü ancak hiçbir Amerikalıya zarar 
gelmediğini söylediğinde, Anuar Haddam, “Amerikalılar’ın iyi istihbaratı var. Cinayetleri kimin işlediğini biliyorlar ve belalı alanlara gitmiyorlar”, 
diyor. 

ABD’nin Cezayirli İslamcılar’a karşı politikası 1998 yılında değişmeye başlamıştır. Cezayir’in askeri yönetimi bu tarihlerde ABD’ye yaklaşarak ülkenin güneyinde bulunan yeni petrol ve doğal kaynaklarını Amerikan petrol şirketlerine açmıştır. NATO güney Avrupa kuvvetleri komutanı Joseph Lopez Ağustos 1998’de Cezayir Ulusal Halkçı Kuvvetleri komutanı’nı ziyaret ederek Cezayir’le ABD arasında yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreci bazı yazarlar ABD’nin Afrika’ya açılma stratejisine bağlamaktadırlar. Amerikan diplomasisi birden bire Angola’da Marksist Dos Antos rejimini desteklemeye başlamıştır. Güney Sahra’da bağımsızlık isteyen Polisario gerillalarına Cezayir’in yardım ettiğini bilerek Polisario gerillalarına destek vermeye başlamıştır.11 

ABD’nin 1998’de İslamcılar’a karşı değişen politikalarında Amerikan musevi lobisinin etkisini de gözönüne almak gerekmektedir. 
Musevilerin sünni İslam’a karşı tavır almalarında bazı önemli gelişmeler vardır. Bilindiği gibi İsrail kendilerine karşı silahlı çatışmaya giren Filistin Kurtuluş Örgütü’ne karşılık Fuller tipi bir İslamcı-uyuşmacı gelişme gösteren Müslüman Kardeşler’in bir ürünü olan Hamas’ı ve Hizbullah’ı desteklemiştir. 1990’larda Filistin Kurtuluş Örgütü’yle barış görüşmeleri yapılırken Hamas’ın aşırı İslam’a kayarak İsrail’e karşı çatışmaya girmesi ve Şii Hizbullah Örgütü’nün İran etkisine geçerek İsrail’le çatışmaya girmesi İsrail’in “yumuşak İslam” konusundaki fikirlerinin değişmesine yol açmıştır. İsrail’in fikir değiştirmesindeki ikinci önemli husus İtzak Rabin’in bir Musevi tarafından katlinden sonra iktidara gelen Netanyahu’nun aşırı sağı temsil eden politikasının “ Barış için güç” sloganına dayanmasıdır. 

10 Middle East Quarterly, Eylül 1996: bilgi aç›s›ndan Cezayir petrol bölgelerinde 7.000’den fazla ABDlinin yaşadığını belirtelim. 
Bu petrol bölgelerine Cezayirli İslamcıların flimdiye kadar hiçbir saldırıda bulunmadıkları bilinmektedir. 
11 Richard Labeviere, a.g.e., ss. 203-204. 


Dış çevre güvenliği açısından 1996’da erken seçime zorlanan Netanyahu hükümeti düşmüş, yerine sosyal demokrat Ehud Barak hükümette iş başına gelmiştir. Amerikan politikasını değiştiren üçüncü faktör Rusya Federasyonu’nun İslamcılar’a karşı güttüğü ısrarlı savaş politikası olmuştur. 1994’de ilerde anlatacağımız şekilde ABD ve Batılılar Afganistan’dan sonra Çeçen bağımsızlık hareketine İslami güçlerin katılmasına izin vermişlerdir. 

1996 yılında Rusya Federasyonu Çeçenler karşısında zor durumda kalarak General Lebed’le geçici bir barış anlaşması imzalamışlardı. 

Rusya’nın Orta Asya’da ve kendi içinde zor duruma düşmesi bu defa Çin’den korkan ABD’nin tekrar Rusya’yı desteklemesine yol açmıştır. 
Yeltsin’in yerine gelen Putin’le Çeçen savaşı kızışmıştır. Ancak bu defa Çeçenler’e İslami çevrelerden yardım gelememiştir. Öte yandan Putin Kafkaslar’da ve Orta Asya’da Rusya’nın elini güçlendirecek eylemlere girişmiştir. Amerikan Başkanı Clinton’un Putin’i ziyareti, Rusya Federasyonu Duma’sında konuşması Rusya’nın Orta Asya’da elini güçlendirmiş ve müttefiki Türkiye’nin Kafkas politikasına önemli bir darbe indirmiştir. Artık İslami güçleri Ruslar’a karşı kullanmanın sonuna gelinmiştir. Diğer Şii İslami güç İran ise zaten Rusya Federasyonu’nun yanında yeralmıştır. ABD’nin amacı Rusya’nın nükleer güçlerini azaltarak 1972’de imzaladıkları nükleer silahları sınırlandırma anlaşmasına kendi koruyucu kalkanını kabul ettirme olarak görülebilir. 

Bu hususta dördüncü faktör Amerikan desteğiyle gelişen çatışmacı İslami güçlerin Afganistan içinden Afrika’ya, Sudan’a, Mısır’a, Lübnan’a el atmaları ve gerek Suudi Arabistan içinde gerekse Afrika’da Amerikan elçiliklerine karşı eylemlere girişmeleridir. 1998’de Nairobi’de ve Dar es-Salam’daki saldırılar Amerikan politikasını etkilemiş olmalıdır. Washington mecbur kalarak Sudan ve Afganistan’daki bazı hedefleri bombalamak zorunda kalmıştır. Kendi yarattığı Frankestein patronunu ısırmaya başlamıştır. 

III- Ussama Bin Ladin Faktörü 

New York Federal mahkemesinin uluslararası tutuklama kararı verdiği bir numaralı halk düşmanı Ussama Bin Ladin’in geçmişini incelemek bize Amerikan politikaları konusunda gerekli açıklamaları getirecektir. 43 yaşındaki Suudi Arabistan’lı bir milyarderin oğlu olan bin Ladin kendisi de dolar milyarderidir. 7000 kişilik bir orduya komuta eden ve uluslararası bir mali imparatorluğun başında olan kişi için hikaye Sovyetler Birliğine karşı “kutsal savaşın” Afganistan’da verilmesiyle başlamaktadır. Ussama bin Ladin, diğer bir ifade ile kariyerine ABD adına Arap savaşçıları askere alarak başlamıştır. 1994 yılında Suudi vatandaşlığından çıkmasına karşılık Suudi Arabistan gizli servislerinin başı 
Türkibin Faysal ile ilişkileri olan Ussama, Sudan ve Yemen’de savaştıktan sonra dostları Talibanlar’ın yanına sağınmış. 

Ussama Bin Ladin’in Londra’da kurduğu Danışma ve Reformasyon Komitesinin başkanı Halit el-Fevaz kendisiyle konuşan bir gazeteciye şunları söylüyor: “... Eğer Bosna’da, Çeçenistan’da, Sudan’da, dünyanın herhangi bir yerinde bir kardeşiniz varsa, onun sorunları için elinizden geleni yaparsınız. Yiyecek verirsiniz, biraz gücünüz varsa silah gönderirsiniz veya silahlı adamlarla yardımına gidersiniz. Biz müslümanlar böyle düşünüyoruz...”12 

Halit, Londra’nın ABD ile Arap dünyası arasında bir ilişki çizgisi olduğunu belirterek Ussama Bin Ladin’in özel jetiyle 1995 ve 1996 yıllarında İngiltere’ye geldiğini doğruluyor. Bugün Afganlıların giriştiği eylemlerin arkasında Bin Ladin’in izni var. 

Bin Ladin mühendis babasıyla birlikte Arap ülkelerinde önemli inşaatlar yapmışlar. En çok para kazandıkları ise cami inşaatları. Bin Ladin bu zenginlik çemberinden kaçarak İstanbul’a gelmiş. Burada İran’dan kaçmış zengin İranlı tüccarlarla tanışmış. Bin Ladin’in İstanbul’da Amerikan servisleriyle tanıştığı sanılıyor. ABD’nin Afgan mücahitlerine yardımı ve silahlı mücahitleri İstanbul’dan sevkettiği iddia ediliyor.13 1980’lerde Bin Ladin, gönüllülerle birlikte -takma adı Abu Abdullah- Afganistan’a geliyor ve Pesavar’daki CİA görevlisiyle birlikte taraftarlar evi” diye bir örgüt kuruyor. 

Bu örgüt Pakistan-Afganistan sınırındaki onaltı İslami gerilla kampını yönetecek tir. Afgan gerillalarına Amerikan silahları verilmeyeceği için Washington, Rusların Mısır’a sattığı silahları Mısır’dan alıp yenileyerek Suudi Arabistan üzerinden Afganistan’a sokacaktır.14 

Gönüllüleri Pakistan gizli servislerinin himayesinde olan Hikmetyar yapmaktadır. 

Bin Ladin, Hikmetyar’ın hayranı olarak dini ve siyasi eğitimini Pakistan’da tamamlayacaktır. 1989’da Ruslar Afganistan’dan çekilince Amerikan Dışişleri Bakanlığı aşırı uçtaki İslamcıları desteklemenin Afganistan’da kendilerine karşı İran gibi bir rejimi doğuracağını hissederek Afgan dini gruplarına yardımını azaltma yoluna gitmiştir. Burada Amerikan Dışişleri Bakanlığıyla CİA arasında bir anlaşmazlık olduğu anlaşılmaktadır. 

12 Richard Labeviere, a.g.e., s. 105. 
13 Labeviere, a.g.e., s. 107. 
14 Pentagon’da özel izinle bir sene kadar çalışarak kendisine verilen belgelerle 
ABD’nin Sovyetler birliğini nasıl çökerttiğini anlatan "Zafer" adlı eserinde yazar Mısır’dan alınan Sovyet silahlarının kalitesizliğine karşılık Afgan gerillalarının nasıl iyi çarpıştıklarını anlatıyor. 
Daha sonra ABD, Sovyetlerin helikopter taarruzlarına karşılık "stinger" füzelerinin Afganlara verilmesiyle Sovyet ordusunun nasıl çöktüğünü 
anlatıyor. Bkz.: Victory: The Reagan Administration’s Secret Strategy That Rastened The Collapsa of the Soviet Union, New York, 1994 
by Peter Schweizer, ss. 9-10. 


Afgan mücahitlerinin önemi konusunda çıkan anlaşmazlıkta CİA’nin Bin Ladin-Hikmetyar ilişkisinin desteklenmesi, Pakistan’ın Taliban’a verilen desteği sürdürmesi ve bölgede ABD’nin etkinliğinin artması konusundaki fikirlerinin baskın çıktığı anlaşılmaktadır. 


Ussama Bin Ladin 1990’da Sudan’a gitmiş ve orada Ulusal İslami Cephenin başkanı Dr. Hassan el Turabi ile tanışmış ve 1992’de Kartum’a yerleşmiştir. Bin Ladin Afganistan’a silah satışlarına ek olarak Gülbettin Hikmetyar ile başlattığı afyon satışları hattını Sudan’da kurmuştur. Bu satışlardan önemli bir servet yapan Bin Ladin, Sudan’da bu paralarla lüks inşaat, anayollar, köprü ve havaalanları inşaatına girişmiştir. Daha sonra Kartum’da El-Şamal bankasını kurmuştur. 1992’de Afganistan’da Necibullah rejimi çökünce Hikmetyar ve Taliban grupları arasında iç savaş başlamış ve Afganların bir kısmı Sudan’da Hassan el-Turabi’nin yanına gelmiştir. Diğer Afgan-Arap savaşçıları 
Cezayirlilere katılmışlar ve önemli bir kısmı Mısır’daki Gama’a grubuna girmişlerdir. Suriye ve Libya’daki militan İslami gruplara katılanlar olmuştur. Bu Afganlaşmış Arap savaşçılarının bir kısmı uyuşturucu kaçakçılığı sayesinde Arap dünyasının iş alemine girmişlerdir. 

Necibullah’ın Afganistan’da iktidardan düşmesi üzerine militan İslami gruplara yardımı kesen Suudi Arabistan 1994’de Ussama Bin Ladin’den rahatsızlık duyarak onu vatandaşlıktan çıkarmıştır. 1994’den sonra Mısır ve Suudi Arabistan’ın baskısıyla Sudan yönetimi Bin Ladin’i ülke dışına sürmek durumun da kalmıştır. Sudanlılar terörist Carlos’u Fransa’ya vermeleri gibi Bin Ladin’i Suudiler’e vermeyi önermişlerdir. 

İstihbarat başkanı Türki buna karşı çıkmıştır. 1996’da Bin Ladin Afganistan’da arkadaşı Hikmetyar’ın yanına dönmüştür. Bin Ladin Sudan’ı terk ettiğini ispat için CNN televizyonuna artık adil olmayan ABD ile mücadele edeceği konusunda bir demeç vermiştir. Ancak, Bin Ladin’in Körfez savaşında ABD’ye nasıl çalıştığını bilen hiçbir Batı ülkesi bu demeci ciddiye almamıştır. Taliban’la iyi ilişkiler kuran Bin Ladin onların işgal ettiği uyuşturucu yollarını gene Talibanların desteğiyle kullanıma açmıştır. 

1996’da Londra’da toplanan İslamcı gruplar Trafalgar meydanında gösteri yaparak düşmanlarını Batı ve demokrasi olarak ilan etmişlerdir. 
Militan konuşmacılar İngiliz polisinin gözü önünde Amiral Nelson heykeline “Allahü Ekber” yazılı bir pankart asmışlardır. 1996’dan sonra Suudi Arabistan’ın militan İslam’ı desteklemesi azalırken Sudan, Mısır ve Pakistanlı İslamcıların İslami hareketlere desteği artmıştır. Bin Ladin’in kurduğu mali şirketler dünyanın dört bir yanında İslami hareketi desteklemişlerdir. 1997’lerde Bin Ladin Afgan uyuşturucusevkiyatının başı olarak Taliban’ların vazgeçemeyeceği bir kimse durumuna gelmiştir. Bin Ladin Afganistan’daki çalışmalarının yanı sıra 
Yemen’de çatışmalar içinde yeralmıştır. 1998 sonlarına doğru Bin Ladin’in emrinde; Yemenli, Suudi ve Mısırlı Afganlar olmak üzere 5.000’in üstünde militan müslüman bulunmaktadır. Ancak Bin Ladin’in faaliyetleri Kral Fahd’ın yerine geçen yetmiş beş yaşındaki Prens Abdullah’ı rahatsız etmiştir. Samar kabilesinden gelen Prens’in kabilesi Irak, Suriye ve Ürdün’e yayılmış durumda dır.15 

Prens aynı zamanda 40.000 Bedevi’den oluşan ulusal muhafızların başkanıdır. Ussama Bin Ladin’in Yemen’de Suudiler’e karşı olan kabileleri desteklemesi, ilerde Suudi rejimini sarsabileceğinin düşünülmesi Ladin’in terörist ilan edilmesine neden olup, Ladin de intikam almak için Nairobi ve Suudi 
Arabistan’daki Amerikan elçilik ve üslerini kendisine bu kadar hizmet karşılığı ihanet edildiğini düşünerek bombalamış mıdır? 
Bunu belki asla öğrenemeyeceğiz. Bilinen Ladin’in terörist ilan edilip Sudan ve Afganistan’daki üslerinin ABD tarafından bombalanmaya çalışılmasıdır. 

III- Amerikan Dış Politikasında İslam 

Bir yazar Amerikan dış politikasını milföy pastasına benzetiyor. Bu pasta içinde Amerikan gizli servisleri ile ortak çalışan ve karar verme mekanizmasını etkileyen “think tank”lar de var. Dışişleri, Ulusal Güvenlik Konseyi üyeleri, Savunma Bakanlığı, CIA, FBI gibi kuruluşlar var. Ancak Amerika Başkanı’nın dış politika kararlarında etkinliği büyük. Son sözü O söylemektedir. Amerika Başkanı’nın eşiti tek örgüt ise Amerikan Kongresi. Amerikan Kongresi ise etnik grupların etkisi altında birçok katmanlara ayrılmış durumda. Bazen CIA bürokrasisi, yürütme gücünü atlatarak “İrangate skandalı” gibi olayları kendi başına yaratabiliyor. CIA’nin bu cesurluğu bu örgütün başının sık sık 
değişmesi ne neden olabiliyor. Etnik, ekonomik, tematik ve dinsel lobiler ABD kongresinde cirit atıyorlar. 

Son dönemlerde ABD’nin dış politikasında Latin Amerika ve Asya önemli bir yer tutuyor. Bu bölgelerin dış politika da önemli yer tutmalarının nedeni Latin Amerika’nın geniş tüketici pazarı ve Asya’nın petrol ve gazı. Amerikan Musevi lobisi ekonomik çıkarların önemini iyi bildiği için Türkmenistan, İran ve Türkiye arasındaki enerji ilişkilerini bozacak bir tavır sergilemekten kaçınıyor. Özellikle doğal gazı taşıyacak Amerikan petrol şirketlerini karşısına almamayı yeğliyor. Öte yandan, İran’ı düşman ilan eden Musevi lobisi, eski Yugoslavya savaşında müslümanları destekliyor ve Bin Ladin’in İranlı militanlarının Bosna’ya sızmasına ses çıkarmıyor. 


15 Jean-Michel Foulquier, Arabie Saoudite-La Dictature Protegee, Albin Michel, Paris, 1995, s. 56-7. 


Bütün bu davranışlar uluslararası politikanın normal olan davranışlarıdır. 

Demokrasiyi savunan Amerikan basının ise ABD’nin uluslararası alana askeri müdahalelerini destekliyor. Bütün bu değişken ve belirsiz yapılanma içinde ABD’nin siyasal İslama ve genel olarak İslam ülkelerine karşı politikasını belirleyen iki önemli konferans vardır. 

Bu konferanslardan birincisi Dışişleri Bakanı yardımcısı Ermeni asıllı Edward P. Djerejian’ın 1992’de Washington’daki Meridian House’de verdiği “Amerika Birleşik Devletleri, İslam ve Değişen Dünya’da Yakındoğu”adlı konferans. İkinci Konferans Ortadoğu’dan sorumlu Dışişleri Bakanı Robert Pelletreau’nun 1994’de verdiği “İslam ve Amerika Birleşik Devletleri” adlı konferans. 

Bush yönetiminin Yakındoğu sorumlusu olan Djererian’ın yukarıda adı geçen konuşması ABD’nin militan İslam karşısındaki ilk kez görüşlerini yansıtması açısından önemliydi. Djererian, konuşmasında Cezayirli İslamcıları kastederek: “..demokratik süreci yıkanlara karşı temkinliyiz.. tek kişi tek oy ilkesine inanıyoruz, ancak tek kişi, tek oy, ancak bir defa oy kullanılmasını desteklemiyor uz.” demiştir.16

 Bush yönetimi Cezayir’de gelişen durumu askerlerin olaya hakim olmaması karşısında yeniden değerlendirmişti. Askeri çözümün olasılığı ve şiddetin büyümesi karşısında ABD rejim tarafına ve İslamcılara uzlaşmalarını tavsiye etmiştir. ABD’nin 1992’deki amacı Arap-İsrail çatışmasını bitirmek ve İran Körfez petrolüne erişmektir. Djererian, Meridian House’deki konuşmasında İslam’ı Batı’yı rahatsız eden bir “izm” olarak algılamadıklarını, İslam’ın dünya barışını tehdit etmediğini belirtmiştir. Djererian İran’ı ve Sudan’ı kastederek militan İslamcı grupların ortak davrandıklarını ama ılımlı İslamcıların bir örgütlenme içinde olmadıklarını söylemiştir. ABD’nin mücadele ettiği dini grupların aşırılık, 
şiddet, zorlama, terör, korkutma uygulayan gruplar olduğunu belirten Djererian ılımlı rejimlere karşı “haçlı seferlerinin” artık sona erdiğini kapalı olarak açıklamıştır.17 

1992’de Meridian House’da yapılan konuşma ABD’nin siyasal İslam karşısındaki politikalarına bir açıklık getirmemiştir. Örneğin, Bush yönetimi, yapılan serbest seçimlerin sonucunda İslamcılar’ın seçimi kazanmalarının kendilerini nasıl etkileyeceğini belirlememiştir. ABD, Mısır ve Cezayir’de İslamcı hükümetleri kabul etmeye hazır mıdır? Militan İslam ve ılımlı İslam arasındaki fark belirsizdir. 

16 Edward P. Djererian, "One Man, One Vote, One Time, "New Perspectives Cuarterly, No. 3, Yaz 1993, s. 49. 
17 Gene Bird, "Administratıon Official Assures Middle East the "Crusades Are Over" Washington Report on Middle East Affairs, Temmuz 1992, s. 29. 


Djererian’ın ifadesinden anlaşılan tek şey aşırı uçta olmanın, İslamcı veya Laik, ABD’nin kabul etmediği bir husus olmasıdır. Ancak, Bush yönetimi siyasal İslam’dan rahatsız olmuştur. 1992’de Mısır, İsrail ve Türkiye’ye silah akışı devam ederken ABD, İran ve Sudan’ın terörist faaliyetler içinde olmalarını ve Arap-İsrail barış sürecinde karşı durmalarını kınamamıştır. 

Bush’un politikaları Clinton’u etkilemiştir. Clinton’un ilk döneminde Djererian Ortadoğu sorunlarından sorumlu devlet görevlisi olarak işine devam etmiştir. Bill Clinton 1994 yılında Ürdün Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada özetle; “bazı kimselerin inançlarımız ve kültürlerimiz nedeniyle İslam’a çatışacağımızı söylemektedir. Ancak, onların yanlış söylediklerine inanıyorum. 

Medeniyetlerimizin çatışmasını reddediyorum. İslama karşı saygılıyız.” demiştir.18 

Clinton ilk yıllarında zaten Körfez Savaşı’yla sarsılmış olan Arap ülkelerini üzerine gitmemiştir. Zaten, Clinton ilk yıllarında iç politika gelişmeleri ile meşgul olmuş ve dış politika düzenlemelerini Warren Christofer, Dışişleri Bakanı yardımcısı Strobe Talbott Lake gibi bürokratlara bırakmışlardır. Yeniden seçilen Clinton bu sefer Dışişleri Bakanlığı’na Madeleine Albright, Savunma Bakanlığına William Cohen, Ulusal Güvenlik Danışmanlığına Samuel Berger ve Strobe Talbott’u getirmiştir. Clinton’ın personel değişikliği dış politikada temel bir değişiklik yerine bir stil değişikliği getirmiştir. Clinton son üç yılda dış politikaya eğilmeyi yeğlemiş tir. 

Ortadoğu konusuna gelindiğinde ABD’nin politikası Arap-İsrail barış sürecinin gelişmesi, Arap yarımadasından petrol akışının sağlanması şeklindedir. Ancak, ABD’nin amaçları İran’dan ve Sudan‘dan destek alan aşırı İslamcıların eylemleri yüzünden sarsılmıştır. Öte yandan Clinton yönetiminin izlediği demokrasinin yaygınlaşması ve pazar ekonomilerinin gelişmesi politikaları kuzey Afrika ve Arap ülkelerinde yankı bulamamıştır. Ortadoğu’da ABD’nin çıkmazı otoriter askeri rejimlerdeki değişiklikleri gerçekleştirmek için ayaklananların İslamcılar 
olmasıdır. ABD bir ihtilalci militan İslam’ın kendisine karşı dünya çapında bir üçüncü güç oluşturmasından korkmuştur. İslamcıların Mısır, Cezayir, Filistin, Tunus, Libya, Ürdün, Suudi Arabistan, Endonezya, Malezya, Pakistan gibi ülkelerde status quo’yu zorlamaları karşısında Clinton yönetimi Dışişleri Bakanlığı içinde bir grup kurarak İslam ve İslamcılık üzerinde politikalarını incelemeye almıştır. 

Bu grubun kararları hala gizli tutulmaktadır.19 

18 Baflkan Clinton’un Ürdün Parlamentosundaki Konuşması 26 Ekim 1994. 
19 Pelletrau’nun görüflleri için bkz.: Symposium: Resurgent İslam, Washington, 1994, ss. 2-3. 


İsrailli yazar ve araştırmacılar ABD’nin İslamın bir kısmını kendi yanına çekme politikasına karşıdırlar. Örneğin bir İsrailli araştırmacı ABD’nin iyi ve kötü İslam modeli ortaya koyarken ılımlı İslamcılar’dan ne anladığını iyi belirlememesinden şikayetçidir. Bu yazara göre ABD köktenci İslam’ı iyi bilmemekte ve İslamcılığı bir reform hareketi olarak görmektedir. Bu düşünce tarzı gelecek on yıl içinde Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı tehlikeye atacaktır.20 

ABD’nin İslam’a ve militan İslam’a karşı politikasının oluşmasında zaman zaman ABD Musevi lobisi ve İsrail önemli bir rol oynamıştır. Bir İsrailli yazara göre Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra Orta Doğu barış süresinde İsrail’in karşısında yeralan İslamcı köktencilik yaşamsal bir düşman olarak görülmüş, Avrupa ve ABD’nin kamuoyu İsrail’in yanına çekilmeye çalışmıştır.21 

İsrail’in öldürülen Başbakanı Yitzak Rabin “İslamcı Tehdide” dikkati çektikten sonra İran’ın, Moskova’nın eskiden olduğu gibi önemli bir tehdit oluşturduğunu söylemiştir.22 

İsrail eski Başbakanı Şimon Peres bu konuda daha açık konuşarak: “komünizmin çöküşünden sonra İslamcı köktencilik zamanımızın en büyük tehdidi olmuştur.”demiştir.23 yapılan araştırmalarda bazı Dışişleri memurları ABD’nin yalnızca kendi çıkarlarını takip ettiğini ifade ederken bazıları Dışişleri’nin algılamaların geniş ölçüde Musevi lobisinin görüşlerinden etkilendiğini belirtmişlerdir. Clinton’un Irak ve İran’a uyguladığı “Çifte çevreleme” politikası ve 1995’de İran’a ticaret ambargosu uygulaması, bir yazara göre Musevi lobisinin etkisidir.24 ABD’nin Musevi lobisi İran, Irak ve Suriye içindeki İslami gruplar için aynı çabaları göstermiştir. Özellikle aşırı sağcı Netanyahu hükümeti sırasında Ortadoğu barışı için güç politika öneren bir politikası güden 
İsrail’in anti - İslamcı argümanlarında artış olmuştur. Ancak, İsrail de ABD gibi Ortadoğu barış sürecine karşı olan İran, Irak’a ve Suriye’ye yüklenmiş, Pakistan, Afgan Talibanları ve Suudi Arabistan konusunda herhangi bir propaganda yapmamıştır. 

20 Martin Kramer, "İslam Versus Democracy" Commentary, Ocak 1993, s. 39. 
21 Haim Baram, "The demon of islam" Hiddle East İnternational, Aralık 1994, s. 8. 
22 New York Times, 23 fiubat 1993. 
23 Nw York Times, 21 Ocak 1996. 
24 Arthur Lowrie, "The Campaign Against islam and American Foreign Policy, Middle, East Policy, Eylül 1995, ss. 215-216. 



SONUÇ 

Pelletrau‘nun bir konuşmasında belirttiği gibi Ortadoğu’daki değişik yapılardaki devletlere karşı ABD değişik politikalar izlemektedir. 

1994’lerden başlayarak Amerikan hedeflerinin bazı saldırıları ABD’nin desteklediği Sünni Afgan grupları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile 
ABD, Rusya’ya karşı Afganistan’da ve Çeçenistan’da kullandığı bu gruplara karşı bir davranış uygulamak istememektedir. ABD’yle işbirliği yapan Sünni İslam ABD’nin yeni dünya düzenini Ortadoğu ve Asya’ya yaymasında etkili olmuştur. Destabilize olan alanlara ABD gelerek denge sağlayıcı rolünü oynamaktadır. Yeni yükselen pazarlar Türkiye dahil Ortadoğu ve Asya bölgesindedir. ABD’nin yüklendiği ülkeler İsrail’in yoğun etkisiyle Ortadoğu Barış Sürecine karşı olan İran, Irak, Libya ve daha az bir biçimde Suriye gibi ülkelerdir. Şii köktenciliğinin 
uyuşmazlığını karşısına almış olan ABD, Bin Ladin gibi kendisinin yarattığı Frankesteinlere karşı nispeten son dönemlerde sesini çıkarmaya başlamıştır. ABD’nin kendi çıkarlarına göre sık sık değişen politikaları İslam’a karşı tutumu Türkiye ve Mısır gibi laik ülkelerin iç politikalarında zorluklar yaratmaktadır. Ortadoğu’da petrol ve köktenci İslam olduğu müddetçe bu bölge büyük güçlerin oyunlarına sahne olmaya devam edip halkları ızdırap çekecektir. 

Prof. Dr. Hasan KÖNİ* 
* Ankara Üniversitesi. S.B.F. UluslararasI İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. 

...