5 Eylül 2015 Cumartesi

Atatürk’ün Adana’daki Konuşmaları Üzerine


Atatürk’ün Adana’daki Konuşmaları Üzerine





Atatürk diyor ki:
Bu Memleket tarihte Türktü, 
O Halde Türktür ve Ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. 
1923 (Taha Toros, Atatürk'ün Adana Seyahatleri, S. 23)
Cezmi Eraslan


ÖZET
Atatürk gerek Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı esnasında gerekse Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı sırasında Anadolu’nun pek çok şehrini ziyaret etmişti. Bu yurt gezilerinde o daima, ülkenin, halkın ve yeni rejimin problemleri ve kendi projeleri hakkında demeçler verdi. Adana seyahatleri sırasında Adana bölgesinin ekonomik kapasitesinin bütün ülke için önemini vurgulamıştı. O aynı zamanda yakın geçmiş olayları hakkında dini, sosyal ve kültürel hassasiyet gösterilmesi gibi sosyal ve kültürel önceliklerin  altını çizmişti. O’na göre en önemli şey Türk vatandaşlarının büyük çoğunluğunun bundan sonra milli hâkimiyeti sahiplenmesi idi.

Anahtar Kelimeler:
Atatürk, Adana, Milli Hâkimiyet, dini hassasiyet, kültürel öncelikler
ABOUT ATATÜRK’S SPEECHS IN ADANA

ABSTRACT
Kemal Atatürk had visited many cities of Anatolia either during his presidency of Grand National Assembly or during his Presidency of Turkish Republic. In these excursions he always declaimed on his main projects and main problems of the country, people and the new regime. During his Adana visits he emphasized the importance of economical capacity of Adana region for whole country. He also underlined the social and cultural priorities of the new era such as religious, social and cultural sensitiveness about newly past events frequently in Adana. According to him the most important thing was taking possession of national sovereignty by the majority of the Turkish citizens henceforth.
Key Words:
Atatürk, Adana, national sovereignty, religious sensitiveness, cultural priorities.
“Efendiler, bende bu vakayiin ilk teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur.”1
Atatürk, milli mücadele ilhamını aldığı, “Bu memleket tarihte Türk’tü, o hâlde Türk’tür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” dediği Akdeniz bölgesinin en mühim şehri olan Adana’ya özel bir önem vermiş, bölgeye yönelik ziyaretlerinde mutlaka uğramış, halkın her kesimi ile temas etmeye özen göstermiştir. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden önce başlayan bu ziyaretler değişik vesilelerle daha sonraki yıllarda da devam edecektir.2 Atatürk bu gezilerinin bilhassa ikisinde etkileri ve geçerlilikleri bu günlere kadar uzanan temel uyarılarda bulunmuşlardır. Bunların ilki silahlı mücadelenin ardından başlayacak siyasi hayatın hemen öncesinde Türk halkının her kesimine fikirlerini aktarmak üzere yaptığı 15–17 Mart 1923 tarihleri arasındaki ziyaretidir. İkincisi ise istenilen hedefe ulaşamayan Serbest Fırka deneyiminden sonra ülke çapında yaşanacak siyasi ve sosyal politika değişmeleri hakkında halk ile istişarelerde bulunmak için 15–18 Şubat 1931 tarihleri arasında yapılmıştır. Gençlerle, halkla, çiftçilerle, esnaflarla, öğretmenlerle, kısaca toplumun her kesimi ile yaptığı konuşmalarında Atatürk, milli birlik ve beraberliğimizi koruyarak çağdaşlaşma hedefine ulaşma mücadelesinde geçerliliğini bugün de koruyan, önemli mesajlar vermişlerdir. Bu çalışmada Adana ziyaretlerinin güzergâhı hakkında bilgi vermek yerine yaptığı konuşmalarda üzerinde durduğu konuların ve verdiği mesajların altını çizmeyi tercih ediyoruz.
Millî Mücadele’nin bitmesini müteakip başlayacak siyasi hayatın düzenlenmesine yönelik fikirlerini halk ile paylaşmak istediğinde ilk ziyaretlerinden birisini Adana’ya yapan Atatürk, gençlerle, yaşlılarla, çiftçilerle, esnaf ve sanatkârlarla, kısaca toplumun her manada üretici kesimiyle fikir alışverişinde bulunmuştur.
Konuşmaların mekânı olarak bilhassa Türk Ocağı binasının seçildiği dikkat çekmektedir. Atatürk, şark milletlerinin en büyük eksikliklerinden biri olarak gördüğü sivil toplum örgütü eksikliğini bir nebze de olsa giderdiği için değer verdiği bu ocağı, aslî vazifesini ihmal etmeye başladığı zaman da uyarmaktan geri durmamıştır.
Atatürk’ün yakın geçmişte yapılan hataları değerlendirip, bunların ışığında geleceğe yönelik olarak çağdaşlaşma hedefini vurgulayan Adana konuşmaları bugün de dikkat edilmesi, ders alınması gereken temel ilkelerle doludur. Cumhuriyetin ilk günlerinde yapılmış uyarıların bugün için de geçerliliğini koruyor olması elbette üzüntü vericidir. İnsana ilk anda yapılan uyarıların dikkate alınmadığını, Atatürk’e hitaben yapılan konuşmalarda verilen sözlerin de maalesef kâğıt üzerinde kaldığını düşündürmektedir. Hâlbuki O, burada milletine verdiği sözleri yerine getirmişti.
İlk ve en kapsamlı ziyaretlerinde kısıtlı bir zaman zarfında Türk Ocağı, Belediye, Tümen Komutanlığı ve askerî mahfel, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti, Hastane, Ulu Cami, Sanayi Mektebi, Öğretmenler Derneği, Kız Öğretmen Okulu, başta olmak üzere yirmiden fazla ziyaret yaparak, konuşmalar yapan Atatürk’ü, Adana halkı uhrevî bir iştiyakla karşılamıştı. Karşılamaya gelenlerin yolun iki tarafını hıncahınç doldurması dolayısıyla Seyhan Nehri’nin görülemediği; edebiyatçılara Abdülhak Hamid’in “Akardı pâyine mahşer misal bir millet” mısraını hatırlatan 15 -17 Mart 1923 tarihleri arasındaki ziyaretinde geleceğe yönelik bir söz de vermişti. Yenice istasyonunda kendisini karşılayanlar arasında yer alan iki kız çocuğunun, Hatay’ın da kurtarılması isteklerine karşılık söylediği “Türkün asırlarca yaşadığı bir öz yurt yabancıların elinde kalamaz.”3 sözünü ömrünün son zamanlarında yaşadığı ağır sağlık problemlerini de hiçe sayarak yerine getirmiş, milletine verdiği sözü tutmuştur. Burada Atatürk’ün ziyaretleri sırasındaki uyarılarının zeminini göstermek üzere Adana’nın genel durumu hakkında da bilgi vermek ihtiyacı vardır.
1920’li Yıllarda Adana
Zamanın Adana Valisi Hilmi Uran, Atatürk’ün eşi Latife Hanım ve Fahrettin Paşa’nın da refakat ettiği; Seyhan nehri kıyısındaki Suphi Paşa konağında misafir edildiği bu gezi sırasındaki Adana’yı: “bir iki dokuma fabrikası bir tarafa bırakılırsa tamamıyla zirai karakterde” bir şehir olarak tarif etmektedir. Ancak o vakitler “henüz ziraata traktör ve nakil işlerine motor girmemişti. Toprak çifte koşulan öküzlerle hazırlanıyor, nakil işleri de ya mandalar koşulmuş iki tekerlekli arabalarla, ya hayvanlarla ve yahut ta sokaklardan sessiz sedasız geçen katar halindeki develerle yapılıyordu.”4 Şehrin insan yapısına gelince: “şehir işçi kılık ve kıyafetindekiler başta olmak üzere her gün her sınıf halkla dolar, taşardı. Bilhassa pamuk ziraatı işçiliği sebebiyle senenin bir kısım aylarında Adana’da her taraftan gelmiş yabancılar kaynaşır, dururdu”. Şehircilik hizmetleri açısından da durum parlak değildi: “Adana’da belediye eli o vakitler henüz iç mahallelere kadar girebilmiş değildi. Oralara, bazen dize kadar çamura batmayı göze almadan dalmak büyük bir ihtiyatsızlık olurdu. Şehirde muntazam elektrik tesisatı henüz yoktu… Adana şehrinde o vakitler su tesisatı da yoktu.”5 Bütün bu hallerine karşılık Adana vilayeti Mersin, Kozan, Cebelibereket (Osmaniye), livalarının merkezi ve en gelişmiş mevkii konumundaydı.
Atatürk’ün Adana konuşmalarında vurguladığı hususları şu başlıklar altında gruplandırabiliriz:
a- Birlik ve Beraberlik İçinde Çalışma İhtiyacı
15 Mart 1923 tarihinde Türk Ocağında Ferit Celal Güven’in gençler adına yaptığı konuşmaya cevap olarak, genci yaşlısıyla Adana insanına duyduğu sevgiyi dile getirdikten sonra mevcut durum hakkında uyarılarda bulunmuştur. Her şeyden önce çok kısa süre zarfında gerçekleştirilen inkılâpların yerleştiğini düşünmenin yanlış olacağını dile getirerek gençliği uyanık olmaya davet etmiş, hâlâ eskiyi savunan ve geri dönmek isteyeceklerin olabileceğine dikkat çekmiştir. Elde edilen kurtuluşun devamı için “daha çok seneler dikkat ve intibahla (uyanıklıkla) hemahenk olarak çalışmağa mecbur” olduğunu hatırlatmıştır.6 Milleti baştan sona kadar hazinelerle dolu bir memleketin üstünde aç kalmış insanlar olarak tanımlayarak memleketin her alanda sahip olduğu büyük zenginliklerin mutlaka kullanılması gereğine işaret etmiştir. Bunun yolunun ise nazariye ile değil, ancak sanat, ticaret ve ziraat gibi verimli sahalarda fiilen çalışmakta olduğunu belirtmiştir.
b-Başarı Milletindir
Muhataplarına daima etkili bir moral takviyesi yapmak Atatürk’ün bütün konuşmalarında dikkati çeken bir husustur. Uzun savaş yılları ve işgallerle harap olan ülke ve milletin yeniden harekete geçirilmesi, yeni atılımlar için desteklenmesi gerekiyordu. Nitekim aynı gün Lise binasında onuruna verilen ziyafette Belediye Başkanı Ali Münif Bey’in övücü konuşmalarına hitaben verdiği cevapta bu hususa dikkat çekerek; “Arkadaşlarımız ve milletin bütün efradı gibi, milli davamızda benim de mesaim sebketmiş ise de, bu mesaide kuvveti icraat ve muvaffakiyet varsa bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin şahsiyet-i maneviyesine atfediniz. Ben milletin bu âli, manevî şahsiyeti içinde bir ferdi naçiz olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet heyet-i umumiyesiyle mânevî bir şahıs halinde ve bir kitle-i vahdet şeklinde tecelli eyledi ve bu vahdeti ulviyeyi muhafaza ederek ona düşman olanları bertaraf eyledi” sözleriyle milletin bir bütün halinde başarılı olduğunu ve olacağını işaret etmiştir.7 Ertesi gün çiftçilere hitabında da aynı açıdan bakarak şunları ifade ediyordu; “Yalnız şunu bir hakikat olarak biliniz ki, şeref hiçbir vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse, gösterilen muzafferiyetler barizse, inkılâbat calibi dikkatse her fert kendini tebrik etmelidir. Çünkü böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi böyle en kabiliyetli ve büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.”8 Bu yaklaşım basit bir hamaset istismarı olarak görülmemelidir. Zira unutulmamalıdır ki, ancak milli tarih ve benlik şuuruna sahip olan milletler büyük atılımlar için kendilerinde güç bulabilirler.
c- Tarih Bilinci
Uluslararası ilişkilerde gerçekçi olmanın dünyada başarılı olmak ve milleti egemen bir şekilde refaha ulaştırmakta şart olduğunu bugünkü durumumuzla da görmekteyiz. Atatürk, yapılan iyi işlere karşın “düşmanların kalplerinde kafalarında ve zihniyetlerinde aleyhimizde olarak besledikleri olumsuz duygu ve düşüncelerin bağımsızlığımızı ilan etmekle ortadan kalkmadığının” altını çizmekteydi. Tarihin akıl, mantık ve muhakemeden çok hissiyat ile yapıldığına dikkat çeken Atatürk, çıkış yolunu da göstermişti. Bugün Türkiye’nin çağdaşlaşma yolunda maruz kaldığı küçük düşürücü çifte standart eseri muameleler onun gösterdiği yoldan gidilmediğinin, gösterdiği hedefi sadece laf ile takip etme iddiasında bulunulduğunun ispatı değil midir? Atatürk diyor ki; “Bugünkü terakkiyâtı kabul, bugünkü ilmin ve medeniyetin talep ettiği hususâtın kâffesine tevessül ve bütün medeni milletlerin seviyei irfanlarına bilfiil muvasalat etmekle yapacağız. Türk milletinin kabiliyeti ve çalışmağa olan aşkı bize bu ulvî merhaleyi suhuletle kat ettirmeğe kâfidir.”9 Atatürk’e bu güveni veren bir diğer önemli gelişme ise milletin “milli benliğini idrâk ve bunu bütün dünyaya ispat eylemiş” olmasıdır.
d- Milli Bilinç
Milletin artık uyandığına milli benliğini idrak etmesi sayesinde son zaferleri elde ettiğine dikkat çeken Atatürk, milletleri yükselten bu hislere dikkat çekici ve iyi anlaşılması gereken bir etken daha ilave etmeyi zaruri addetmektedir: intikam hissi. “Milletlerin kalbinde hissi intikam olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına ikbaline, refahına düşman olanların mazarratlarını izaleye matuf bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve gelmeyecektir. Düşmana merhamet aciz ve zaaftır. Bu insaniyet göstermek değil, insanlık hassasının zevalini ilan etmektir10. Ancak bu ifadeleri zihinlere diğer insanlara karşı düşmanlık fikirleri ekecek mahiyette görmemek gerekir. Zira o bu hislerin gelişmesini en çok milletin asli unsuru olan çiftçilerimizden temin etmeyi hedef olarak göstermiştir. Dolayısıyla milletin üretken kesiminin de diğer kesimler gibi bilinçli, dünya ve bölge gelişmelerinden haberdar, yaşadıklarından dersler alarak aynı yanlışlara bir daha düşmeyecek şekilde yetiştirilmesi gerekecektir. Atatürk’ün genel yaklaşımı da milletler ve devletlerarası ilişkilerde ortaya çıkan meseleleri barışçı yolla çözmek, silahlı çatışmayı, savaşı en son çare olarak kabullenmektir. Nitekim o, Lozan barış görüşmelerinin bir türlü beklenen neticeye ulaşmadığı o günlerde kendisine sorulan sorulara karşı temel hedefin barış olduğunun altını çizerken çok net ifadeler kullanmıştır: “Behemehal şu ve bu sebepler için milleti harbe sürüklemek taraftarı değilim. Harp zaruri ve hayatî olmalı. Hakiki kanaatim şudur: Milleti harbe götürünce vicdanımda azab duymamalıyım. Öldüreceğiz diyenlere karşı “ölmeyeceğiz” diye harbe girebiliriz. Lâkin hayat-ı millet tehlikeye maruz kalmayınca, harb bir cinayettir.”11 dolayısıyla temel esas barıştır. Nitekim uzun savaş yıllarından sonra kendine gelmek arzusunda olan milletin yolu “yurtta sulh cihanda sulh” düsturu ile çizilecek, ancak millet menfaatleri söz konusu olduğunda diplomasinin her türlü imkânı sonuna kadar seferber edilecektir ki bunun en güzel örneği de Hatay’ın anavatana katılışında bütün dünyaya gösterilmiştir.12 Atatürk’ün milletin varlığına kast edenlere karşı bilinçlendirilmesi için verdiği direktif de diğer pek çokları gibi lâyık olduğu şekilde değerlendirilmemiştir. Nitekim Ermeniler gerek Birinci Dünya Savaşı’nda gerekse sonrasında doğuda Ruslar ile Çukurova ve havalisinde Fransızlar gibi emperyalistler ile işbirliği yaparak milletin canına, malına, her şeyine kast etmişlerdi.13 Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin eğitim kurumlarında bu süreçteki olaylar hakkında yetişen yeni nesillere gerekli eğitimi vermezken Ermeniler yaklaşık bir asır önceki ihanetlerini ‘haksız yere zulme uğramışlık’ olarak yeni nesillerinin kin ve intikam duygularına zemin yapmıştır. Bu zemin üzerinde bu gün aynı işbirlikçileriyle Türkiye aleyhine çalışmaktan geri durmamaktadır.
e- Çukurova’nın Tarım Potansiyeli
Adana’nın tarım kabiliyeti Atatürk’ün gündemindeki bir diğer önemli konu olmuştur. Türk toplumundaki esas unsurun çiftçiler olduğunu ifade eden Atatürk, fethin iki yolundan biri kılıç ise diğerinin saban olduğunu hatırlatmış, kalıcı olanın sabanla yapılanı yani yerleşik düzene geçebileni olduğunun altını çizmiştir. Türk Milletinin varlık sebebinin çiftçilerin aynı zamanda vatan savunmasında da varlıklarını ispat etmeleri olduğuna vurgu yapmıştır.
Adana’nın herhangi bir şehir ile değil dünya pamuk üretiminde ilk dörde giren bir ülke olan Mısır’la mukayesesini yapan Atatürk, sadece Adana’nın bir devleti idare edecek kadar servete sahip olduğuna dikkat çekmiştir. Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında kalan deltanın hacim itibarıyla Nil deltasından daha büyük olduğunu belirten Atatürk, Nil deltasının ancak modern teknik ve gübre desteğiyle bire on verdiğini, oysa yeterince işlenmediği için henüz genç ve dinç olan Adana topraklarının ilmî usullerle işlendiğinde bire yirmi, bire otuz vereceği gerçeğini dile getirmiştir. Ancak Adana’da hem nüfus çok azdır hem de makineleşme yetersizdir. İlmî ve fennî tesislerden yoksun olan Adana’nın verimli ovalarının taşkınlar vasıtasıyla denize taşındığını, bataklıkların her yere yayıldığını da dile getirerek ovaların sıtma yuvası haline gelmesinin insanların çalışma verimini de en aza indirdiğini ifade etmiştir. Oysa Adana, coğrafi özellikleri, ılıman iklimi ve ormanları ile daha çok imkâna sahipti.
Adana ilmin gereklerine göre sulama ve tarım yapıldığında Mısır’ın yıllık pamuk üretimini yakalayacak kadar verimli bir yerdir. Şehrin bu özelliğinin Osmanlı Devleti’ni yönetenlerden çok Fransızların dikkatini çekmiş olması bilhassa üzerinde durulması gereken bir konudur. Birinci Dünya Savaşı’nda Akdeniz bölgesini sömürmek isteyen Fransa, bilhassa Adana ve havalisini elinde tutmak için özel bir gayret sarf etmiştir.
Gerçekten de Fransa emperyalist yayılma çabaları arasında Çukurova bölgesini kontrol etmek için özel bir gayret sarf etmiştir. 1853–1856 Kırım Savaşı sırasında başlayan borç verme sürecinin sonunda Fransa, Osmanlı Devleti’ndeki yabancı sermaye ve yatırımların %50’den fazlasına tek başına sahip olmuştur. Mayıs 1916’da bölge, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında pay edilirken Suriye kıyılarına ilaveten Çukurova merkez olmak üzere Maraş, Gaziantep ve Mardin Fransızlara bırakılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonunda yeniden kurulmaya çalışılan siyasi ve idari dengelerin yanında yeni bir ekonomik düzen de hayata geçirilmek istenmiştir. Fransız dokuma sanayinin de savaştan en çok etkilenen sahalardan biri göz önüne alındığında savaş sonu düzenlemelerin bu durumu düzeltmeye yöneleceği açıktır. Dünyanın sayılı pamuk üreticileri olan Amerika Birleşik Devletleri, Mısır ve Hindistanda maliyetlerin yüksekliği dolayısıyla azalan üretiminin yarattığı sıkıntıların yanında üretici ülkelere daima bağımlı kalmak istememesi Fransa’yı emeğin ucuz olduğu yerlerde ve sömürgelerinde pamuk üretimini canlandırmaya yöneltmişti.14 Nitekim Çukurova topraklarının verimli kullanılması ve yeterli işgücünün sağlanmasıyla Fransız dokuma endüstrisinin ihtiyacını karşılayacak miktarda pamuk üretmenin mümkün olduğunu gören, Fransa’nın Lübnan ve Suriye Yüksek Komiseri General Gouraud, 26 Temmuz 1920 tarihinde Paris’teki Sömürgeler Bakanlığından Suriye ve Çukurova’da pamuk tarımının geliştirilmesi amacıyla sübvansiyon isteğinde bulunmuştur.15
Buna paralel olarak Türkiye’deki Fransız çıkarlarını korumak için Osmanlı Bankası, Paris Komitesi’nin gayretleri ile oluşturulan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Fransız Çıkarları Topluluğu’nun 20 Ekim 1919 tarihinde Fransız Başbakanı Clemenceau’ya bir muhtıra göndermiştir. Burada Türkiye’nin politik durumunun netleşmemesinin Fransız şirketlerinin çıkarlarını zedelediği belirtilerek bir an evvel barış imzalanması için baskı yapması dikkat çekici bulunmuştur.16 Ekonomik çıkarların siyasi ve askeri gelişmeleri ne ölçüde etkilediğini gösteren önemli bir örnektir.
f- Demokratik Bilinç
Atatürk, gerçekleştirilecek barışın iyi ve şerefli olacağının altını çizerek asıl bundan sonrası için vatandaşları millet işlerine sahip çıkmaya demokratik hak ve görevlerini bilinçli bir şekilde yerine getirmeye çağırmıştır. Mücadele döneminde Meclis içinde ortaya çıkan farklı grupların çalışmaları sekteye uğrattığını gören Atatürk, kendisiyle aynı fikirde olan milletvekilleri ile bir parti kurmanın ve barış dönemini şekillendirmenin kaçınılmaz olduğunun bilincindeydi. Vatandaşların seçim olayını “çok mühim bir vatan meselesi olarak değerlendirmelerini” istiyordu. Zira meclisin memlekette yapmak mecburiyetinde olduğu işler çok ağır ve mühimdi. Vatandaşlar, içlerinde “memleketi ve milleti en çok seven, aklına ferasetine, vicdanına en çok güvendiği insanları seçmeliydiler,” çünkü ancak bu sayede meclis milletin arzularını yerine getirmeye, layık olduğu refahı gerçekleştirme kudretine sahip olacaktı.17 Bütün bunlar için vazifesini emniyetle yapabilmek için bir Halk fırkası kurmak istediğini, programını ilan ettiğinde vatandaşların beğenmedikleri hususları kendisine bildirmelerini istemiştir. Zira o yapacağı programın şahsi değil, bütün milletin malı olmasını istiyordu. Halk partisinin öncülüğünde yürütülen siyasi hayatın çok partilileştirilmesine yönelik gayretlerdeki hayal kırıklığından sonra 15–18 Şubat 1931 tarihleri arasındaki ziyaretinde yaptığı konuşmada Atatürk, “millet için en faydalı olacak programın kendi programları olduğu inancıyla memur ve öğretmenlerin mevcut tek partinin program esaslarıyla uyum içinde olmalarını beklediğini dinleyicilerine aktarmıştır. Böyle bir tercih sırasında öğretmen ve memurun “reyinde, vicdanının müsterih olması için” partinin izlediği programın isabetine düşünce açısından inanmış olmaları gerektiğini belirtmiştir. Bunun için ise “bütün vatandaşların programı iyi incelemeleri ve buna karşı çıkacak programlarla kıyaslamaları”nı demokratik bilincin en temel gereği olarak değerlendirmiştir.18
g- Sanat Bilinci
Atatürk’ün 16 Mart 1923’te Türk Ocaklarında Esnaf Cemiyetinin verdiği çayda yaptığı konuşma yine toplum ve sanat hayatımız bakımından, dini anlama bakımından önemli mesajlarla doludur. “Bir milleti yaşatan temellerin en mühimlerinden” biri olarak sanatı işaret eden ve “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuştur” diyerek sanatın önemini vurgulayan Atatürk, sanat erbabının cemiyetleşmesine ve birikimin gelecek nesillere aktarılmasına özel bir ehemmiyet atfetmiştir.19
Osmanlı döneminde sanatın ihmal edildiğini ve neredeyse tamamen gayrimüslimlerin eline bırakıldığını hatırlatan Atatürk, Adana üzerinde kimsenin hakkı olmadığını, “bu memleket tarihte Türktü, o halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır” sözleriyle ifade etmiştir. Atatürk gösterdiği hedefe ulaşmanın en önemli vasıtasını da aynı konuşmada ortaya koymuştur: Esnafların sofrasında olmaktan mesut olduğunu ifade ederken saadetinin “sanatkârların ufak dükkânları yerine muhteşem fabrikalar yapıldığını gördüğüm gün en hakiki ve en yüksek derecesini” bulacağını, kısaca sanayileşmiş, modernleşmiş çağdaş bir Türkiye hayalini dile getiriyordu.20
h- Din Bilinci
15–18 Mart 1923 ziyaretinde üzerinde durulan hassas konulardan birisi de din idi. Esnafların Cuma gününü tatil olarak kabulünün din dışı bir hareket olduğu iddiasıyla toplumun kafasını karıştırmak isteyenlere karşı ifade ettiği “Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir miyar vardır. Bu miyar ile hangi şeyin bu dine muvafık olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, menfaati âmmeye muvafıktır; biliniz ki, o bizim dinimize de muvafıktır. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam’ın menfaatine muvafıksa kimseye sormayın. O şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın tetabuk ettiği bir din olmasaydı ekmel olmazdı, âhir din olmazdı”21 ilkesi dinin her türlü çıkara alet edilmesini önleyecek temel bir ölçüdür. İnsanların din gibi ulvi bir müessesenin aynı zamanda süfli çıkarlara alet edilebilen bir mevzuda istismarcılara alet olmamalarını istemiştir. Türk insanının aile ocağında edindikleri bilgileri kullandıklarında bile doğru ve yanlışı ayırt edebileceklerini hatırlatan Atatürk, “her sarıklıyı hoca sanmayın, hoca olmak sarıkla değil dimağladır” uyarısını yaparken şekilden ziyade öze bakmayı önermiş, “milletimizin içinde hakiki ve ciddi ulema vardır. Milletimiz bu gibi ulemasıyla müftehirdir. Onlar milletin emniyetine ve ümmetin itimadına mazhardır”22 sözleriyle gerçek durumu dile getirmiştir.
ı- Hak ve Hürriyetler Bilinci
Atatürk’ün ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan en önemli ziyareti olarak nitelenen23 16 Şubat 1931 tarihli gezisinde verdiği mesajlar ise iki temel noktada özetlenebilir. Gezi, Serbest Fırka deneyiminin başarısızlıkla sonuçlanmasına ilaveten Menemen’de ortaya çıkan irtica hareketinin yarattığı sıkıntıları yerinde tespit etme amacıyla yapılmıştı. Bir kısım büyük toprak sahipleri ile milletvekillerinin aktardığı malî sıkıntıların yerinde incelendiği gezide önemli mesajlar verilmiştir. Ekonomik kriz ve para darlığı dolayısıyla çiftçilerin devlete vergilerini, bankalara kredi borçlarını ödeyemedikleri şikâyetini dinleyen Atatürk, bazı sıkıntıların olduğunu kabul etmekle birlikte konunun kısa zamanda büyük servet yapmak için imkânlarının üstünde kredi alanların sıkıntılarını genele yansıtmalarından kaynaklandığını tespit etmişti. Vergilerin çokluğundan, dinin ortadan kaldırıldığından şikâyet eden bu gibi kimselerin devletin yıkılmasını istediklerini belirten Atatürk, verginin askerlik gibi kutsal bir vatan borcu olduğunu, vatandaşı devlete karşı tahrik etmenin ise vatana ihanet olduğunu ihtar etmiştir.24 Bu gibi muhaliflerin istismar ettikleri vasıta daima hürriyet kavramı oluyordu.
Atatürk, fikir ve vicdan hürriyetinin varlığı yanında, “fertlerin vücuda getirdiği toplumun kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de yönetimi ve hâkimiyeti” olduğunu hatırlatmıştır. Ferdin hürriyetini korurken devletin de irade ve hâkimiyetinin felce uğramamasına çok dikkat edilmesi gerektiğine dikkat çeken Atatürk, “fertlerin hürriyetinin devletin hâkimiyeti ve iradesinin kuvvetli olmasına bağlı olduğunu, devlet iradesi felce uğrarsa fertlerin hürriyetini muhafaza edecek hiçbir kuvvet ve vasıtanın kalmayacağı” gerçeğini dile getirmiştir.25 Ferdi hürriyetlerin daima korunması için çalışılan kutsal haklar olduğuna değinen Atatürk, bu yapılırken devlet otoritesi hiçe sayılırsa buna sebep olanlar başka devletin otoritesi altına girmek zilletine düşecekleri uyarısında bulunmuştur.26 Cumhuriyet hükümetinin ve partinin izlediği yolun “milletin refahı ve mutluluğu ile vatandaş hürriyetinin sağlanmasına yönelik” kutsal bir amaç olduğunun ifade eden Atatürk, bu çerçevede devletin gücü otoritesini korumanın vatandaşlara, bilhassa hâkimlere düştüğünü hatırlatmıştır. Burada önemli olan: vatandaşların hürriyetini düşünürken devletin otoritesinin güçlü kalmasına dikkat etmektir.
i- Dil birliği ve Vatandaşlık Bilinci
Atatürk’ün 15–18 Şubat 1931 ziyaretinde üzerinde durduğu ve Türk Ocağı idarecilerine eleştiri getirdiği diğer önemli husus, şehir nüfusunun 1/3’ünün Türkçe konuşmaması ve bunun mahzurları üzerine olmuştur. Bir millete mensubiyetin en belirgin niteliğinin dil olduğunu, dolayısıyla “Türk Milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk düşüncesine bağlı olduğunu iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz” diyerek konunun hassasiyetine dikkat çekmiştir. Eğer toplum, gençler, siyasi ve sosyal bütün kuruluşlar kayıtsız kalırsa neticesi ne olur? Sorusunu soran Atatürk, cevabı da vermiştir: “ Efendiler, herhangi bir felaketli gününüzde bu insanlar, başka dille konuşan insanlarla el ele vererek aleyhimize hareket edebilir. Türk Ocaklarımızın başlıca vazifesi bu gibi unsurları, bizim dilimizi konuşan hakiki Türk yapmaya çalışmaktır. Bunlar Türk vatandaşlarıdır. Bu gün ve yarın talihimiz ve kaderimiz birdir.”27 sözleriyle yapılması gereken vazifeleri ifade etmişlerdi. Bu konuşmada da farklı kültürel özelliklere sahip vatandaşların hiçbir şekilde dışlanmaması gerektiğini bilakis sivil toplum örgütlerinin bunlarla daha fazla ve yakından ilgilenmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Nitekim bu sahada gösterilen ihmalkârlıklar hem Adana’da hem de memleketin doğu ve güneydoğusunda Atatürk’ün 1930’lu yıllarda işaret ettiği sakıncaların devam etmesine yol açmıştır.
1924 Anayasasının 88. maddesinde tasrih edilen “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibarıyla Türk ıtlak olunur.”28 anlayışını dile getiren Atatürk, bir fert ayırt etmeden bütün vatandaşlarının Türkiye üzerinde emeli olan emperyalist devletlerin oyunlarına alet olmalarına kadar gidebilecek ihmallere karşı Türk milletini uyarmıştır.
Sonuç
Bütün hedeflerin gerçekleşmesi için temel şart ekonomik olarak tam bağımsızlığın sağlanmasıydı. Devletin yıkılmasına yol açan, ülkeyi baştanbaşa harabeye çeviren sebep devletin ekonomik bakımdan dışa bağımlılığıydı. Dolayısıyla askeri zaferlerden sonra derhal sanat, zanaat ve iktisadiyat sahasında hızlı adımlarla yürümek gerekiyordu. Atatürk bu yürüyüşün gerçekleşmemesi sebebini önceki siyasî-idarî sistemde buluyordu. Devletin halkı bilgisiz bıraktığını, milletin sadece asker ve vergi gerektiği zaman hatırlandığını, kuvvetinin gereksiz fetih girişimlerinde boşa harcandığını belirtmekteydi. Milli olmayan, millet menfaatine olmayan girişimlerle yok olmanın kenarına gelen Türk milletinin artık bir halk hükümetine sahip olduğunu dile getiren Atatürk, milli egemenliğe dayalı sistemin bütün gereklerini henüz yerine getiremediklerini açık yüreklilikle kabul ederken geçen sürenin yetersizliğine de değinmektedir. Bütün olumsuzluklara karşın yeni idarenin milli varlığı, şerefi ve haysiyeti kurtardığını, düşmanların ödetmeye çalıştığı asırların birikimi faturayı da bu millete ödetmediklerini dünyaya gösterdiklerini gururla ifade etmiştir.
Türk milletinin birlik ve beraberlik içinde her hedefine ulaşacağına olan imanını dile getiren Atatürk bunun için çok önemli bir şartı da Adanalıların şahsında Türk milletine bir daha hatırlatmaktadır: “Yeter ki birbirimize olan emniyet ve itimat münselib olmasın.”29 Millet fertlerinin birbirine şüphe ile yaklaştığı, güvenmediği bir ortamda halkın yöneticilerine de güvenemeyeceği tabidir. Karşılıklı güven olmazsa tarafların tabiî vazifelerini de yerine getirmeyecekleri açıktır. Bir milletin fertlerinde birbirlerine ve yöneticilerine olan güven sarsılırsa hiçbir şekilde gelişme kaydedemeyeceği açıktır. Atatürk’ün o günler için bahsettiği tehlikenin bu gün de ayniyle varit olduğunu ifade etmek durumundayız. Gerek iç gerekse dış mihrakların elbirliği ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının birbirlerine olan güveni zedelenmekte, vatandaşların bir kısmı diğerine düşman edilmeye çalışılmaktadır. Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gerek Doğu – Güneydoğu Anadolu, gerekse Kuzey Irak’ta emperyalist devletlerin kendi emellerini gerçekleştirmek üzere kışkırttıkları insanların kısa sürede düştükleri hatayı görüp TBMM etrafında kenetlendiği unutulmamalıdır. Tarih ancak ibret alınmadığı zaman tekerrür etmektedir. Yaklaşık bir asır sonra aynı çevreler benzer kışkırtmalarını yeniden uygulamaya koymuşlardır. Kendi askerleri yerine sömürgelerin insan gücünü kullanan, Anadolu’da ise Ermeni vatandaşları olmayacak vaatlerle kandıranlar bugün de sahnededirler.
Türk tarihinin yaklaşık son iki yüzyılında farklı vesilelerle fakat aynı emelle din ve ırk farklılıklarını kullanan emperyalizmin Türk milletini sürüklediği uçurum bütün fertlerine yönelik bir tehdit olmuştur. Bu gün de aynı hataya düşmemek birlik ve beraberliğimizi muhafaza ederek çağdaşlaşma yolunda ilerlemek zorundayız. Bunun için yeni, farklı rehberler aramaya ihtiyacımız yoktur. Fikirlerini, uygulamalarını ülke, millet ve tarih gerçeklerine dayandıran liderin gösterdiği yol, Türk milleti ve devletinin ilelebet var olmasının şifresidir.

1 Atatürk’ün 15 Mart 1923 tarihinde Adana Türk Ocağında gençlere hitaben yaptığı konuşma, Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri (ASD), II, Ankara 1997, s. 120.
2 15–17 Mart 1923, 13–17 Ocak 1925, 16 Mayıs 1926, 15–18 Şubat 1931, 28 Ocak 1933, 19 Kasım 1937 ve en son 24 Mayıs 1938 tarihlerinde Adana’da bulunan Atatürk’ün Adana gezileri hakkında ayrıntılı bilgi için bk. Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana 1981; Ayrıca, Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Ankara 1985; Adem Düzgün, Sebepleri ve Neticeleri Açısından Atatürk’ün Yurt Gezileri, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 1988.
3 Atatürk’ün Hataylı çocuklara söylediği söz farklı kaynaklarda değişik şekillerde kaydedilmiştir. Mesela, gezide yanında yer alan dönemin kalem erbabı simalarından ve Bölge Maarif Emini olan İsmail Habip Sevük: “kırk asırlık Türk yurdu ecnebi elinde kalamaz” şeklinde aktarmaktadır Geziyle ilgili daha geniş izlenimleri için bkz. İsmail Habip Sevük, O Zamanlar (1920–1923), Ankara 2001, s. 243.
4 Hilmi Uran, Hatıralarım, Ankara 1959, s. 170–173.
5 Hilmi Uran, aynı eser, s. 171.
6 Atatürk’ün 15 Ocak 1923 tarihinde Adana Türk Ocağında yaptığı konuşma, ASD, II, Ankara 1997, s. 120.
7 15 Mart 1923’de Lise Binasında Halkla Konuşma, ASD II, s. 119.
8 16 Mart 1923’de Türk Ocağı binasında Adana Çiftçileriyle konuşma, ASD II, s. 127.
9 Aynı konuşma, ASD II, s. 120.
10 Adana Türk Ocağında Çiftçilerle 16 Mart 1923 tarihli konuşma, ASD II, s. 121.
11 Aynı konuşma, ASD II, s. 128.
12 Atatürk’ün Hatay meselesini hallederken uyguladığı yöntem için bkz. Cezmi Eraslan, “Understanding of Atatürk’s Foreign Policy, Peace at Home, Peace in the World, and Accession of Hatay to Turkey” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 49,Ankara 2001, s.345–359.
13 Fransa’nın işgal ettiği şehirlerimizde yaptıklarının bu gün Fransa’nın Ermeni tehciri meselesinde ülkemiz ile olan ilişkilerin rengini göstermesi bakımından da hatırlanması gereklidir. Mütareke hükümlerine aykırı olan, ancak güç kullanarak uygulayabilecekleri talepleri üzerine II. Ordu birliklerinin Adana’dan çekilmesinden sonra 11 Aralık 1918’de Fransız subayların idaresinde 400 Ermeni’den oluşan bir Fransız taburu Dörtyol’a girmiştir. Yarbay Romieu komutasında 17 Aralık’ta Mersin’den karaya çıkan Fransız birliklerinin müfrezeleri Tarsus, Adana ve Misis’i işgal etmişlerdi. 19 Aralık’ta ise Suriye işgal orduları komutanı General Hamlin Adana’ya geldi. Fransızlar beraberlerinde getirdikleri Ermeni Alayından başka yerli Ermenileri de silahlandırarak Türklere karşı kullanma yolunu tutmuşlardır. Ermeni lejyonlarının tedhiş hareketlerine karşı direniş hareketlerinin hız kazanması üzerine Fransız işgali altındaki yerlerin askeri kontrolü İngilizlere, mülki idaresi Fransızlara bırakıldı. Fransızların Mısır’da kurdukları Doğu Alayı (Legion D’Orient) dâhil olmak üzere Adana ve çevresinde Saimbeyli’de 1500, Adana ve Mersin’de 1000, Osmaniye Haruniye, Bahçe ve Islahiye’de 1000, Kozan’da 300 kişilik silahlı güçleri faaliyet gösteriyordu. Türkler mütareke koşullarına uymalarına karşın Fransızların gözetiminde Ermeni çeteleri Türk yerleşim birimlerine saldırmaktaydı.
20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Anlaşması’na kadar olan uygulamaları için Fransız resmî belgeleri dikkate şayan hususları dile getirmektedir. Bunlardan Binbaşı Labonne, 7 Kasım 1919 tarihinde Fransız Harp Bakanlığına gönderdiği raporda “Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Çukurova konusunda kendilerine kızgın olduklarını, zira belli şehir ve bölgelere Müslüman halka eziyet edebilecek sivil ve askeri yöneticiler atadıklarını, Seyhan kıyılarında belki biraz fazla Ermeni yanlısı bir politika izlediklerini” kabul etmekteydi. Müslüman halkın “gerek sivil gerek asker Ermenilerin kötü hareketlerini şikâyet etmekte tamamen haksız olmadıklarını” ifade etmekte “Antep’e şehri işgal etmek için bir Ermeni Lejyonu göndermekte hata ettiklerini” itiraf etmekteydi.
14 Aynı subayın 16 Kasım 1919’da gönderdiği raporda ise, Ermenilerin Çukurova’da işi zorlaştırdıklarından ve Fransız hâkimiyeti istediklerinden bahsederken, cezalandırılmayacaklarından emin olan Ermenilerin “Fransız işgal ordularının kanatları altında Türklerden intikam almaya çalıştıkları”nı dile getirir. İstanbul’daki Fransız Yüksek Komiseri, Defrance’ın 12 Ekim 1919 tarihli bir gizli raporunda Çukurova’nın Suriye ve Araplara değil Türklere ait olduğunu belirtmekte ancak “himayeye muhtaç Ermenilerden dolayı özel bir rejime tabi tutulmasını istemektedir. Diğer taraftan Fransızların bağımsız bir Ermenistan oluşturmayı düşünmedikleri de belgelerine yansıyan bir husustur. Fransız Kara Kuvvetleri Arşivinde yer alan 1 Kasım 1919 tarihli bir raporda da Ermenilerin Çukurova’da Fransızların himayesinde huzur içinde yaşadıkları, fakat burada kurulacak bağımsız bir Ermenistan’ın uzun ömürlü olamayacağı kabul edilmektedir. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Genelkurmay ATASE Başkanlığı, Belgelerle Ermeni Sorunu, Ankara 1983; Bige Yavuz, Kurtuluş Savaşı Döneminde Türk-Fransız İlişkileri, Fransız Arşiv Belgeleri Açısından 1919–1922, Ankara 1994.
15 Sadece Fransa’nın değil Almanya’nın da Çukurova’nın pamuk üretme potansiyeli ile yakından ilgilendiği, Prusya ve Saksonya’daki tekstil fabrikalarının ihtiyacını buradan karşılama planları yaptığı ve bölge için “Alman Hindistan’ı” tanımını kullandıkları hakkında bkz. Bige Yavuz, Türk-Fransız İlişkileri, s. 84.
16 Bige Yavuz, aynı eser, s. 85.
17 Bige Yavuz, aynı eser, s. 86.
18 Aynı konuşma, ASD II, s. 128.
19 Cumhuriyet Gazetesi, 19 Şubat 1931, sayı 2440, s.4; Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 60.
20 Adana Esnaflarıyla 16 Mart 1923 tarihli Konuşma, ASD II, s. 129.
21 Aynı konuşma, ASD II; s. 132.
22 Adana Türk Ocağında Esnaflarla 16 Mart 1923 tarihli konuşma, ASD II, s. 131.
23 Aynı konuşma, ASD II, s. 131.
24 Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, Adana 1981, s. 56.
25 Gazi Hazretlerinin Çok Mühim Nutku, Cumhuriyet Gazetesi 19 Şubat 1931, sayı 2440, s. 1 ve 4.
26 Toros, aynı eser, s. 59.
27 Toros, aynı eser, s. 60.
28 Atatürk, Türk Ocağının sağlık meselelerine yönelik faaliyetleri gerçekleştirirken asıl görevi olan sosyal meselelerde eksik kaldığı eleştirisini muhtemel sonuçlarıyla birlikte ortaya koymuştur. Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 61.

29 Adana Çiftçileriyle 16 Mart 1923 tarihli konuşma, ASD II, s. 127.

2 Eylül 2015 Çarşamba

Hedef büyük Kürdistan, Büyük Ortadoğu Projesi devam ediyor



 Hedef büyük Kürdistan, Büyük Ortadoğu Projesi devam ediyor,



22 Eylül 2014 07:18

Emekli Org. Edip Başer, Ortadoğu'da artan IŞİD terörünü ve buna bağlı olarak başta ABD olmak üzere kurulan koalisyonu ile Kürtlerin tutumunu anlattı

- A +
Kara Kuvvetleri Komutanı olması beklenirken emekli edilen Orgeneral Edip Başer, Ortadoğu'da yaşanan Irak Şam İslam Devleti (IŞİD) terörü hakkında "Büyük Ortadoğu Projesi devam ediyor" diyerek, "“Büyük Kürdistan”a doğru gidiyoruz evet. Önce Türkiye Kürdistan’ını da içine alacak bir Kürdistan, ondan sonra da Büyük Kürdistan" ifadelerini kullandı.
Hürriyet gazetesinden Cansu Çamlıbel'e konuşan emekli Org. Başer, son dönemde Ortadoğu'daki terör gelişmelerini anlattı. Çamlıbel'in "Edip Başer: Hedef büyük Kürdistan" başlığıyla yayımlanan (22 Eylül 2014) röportajı şöyle: 

Edip Başer: Hedef büyük Kürdistan

Bir dönem ‘özel temsilci’ sıfatıyla PKK ile mücadele için ABD’yle pazarlıkları yürüten Emekli Orgeneral Edip Başer, bölgedeki gelişmeleri değerlendirdi.
Emekli Orgeneral Edip Başer yakın dönemde Türk ordusunun içinde yaşanan çalkantıların bir kısmına içeriden, bir kısmına da dışarıdan tanıklık eden bir komutan. 2002’de Kara Kuvvetleri komutanı olması beklenirken sürpriz bir kararla emekli edildikten sonra kırgınlığına rağmen sessizliğini hep korudu. 2006 yılında PKK ile mücadelede ABD’yle pazarlıklar için ‘özel temsilci’ sıfatıyla direksiyonda o vardı. Dokuz ay sonra Ak Parti hükümeti tarafından apar topar görevden alındı. Emekli edilmesinde olduğu gibi görevden alınmasının asıl nedeni de yine sis perdesinin arkasında kaldı. 12 yıldır kamuoyu önünde girmediği o konularla ilgili önemli ipuçları bu hafta piyasaya çıkacak olan kitabında. ‘Kanatsız Uçmak: Ana-Babasız Çocukluktan Ordu Komutanlığına’ samimi bir otobiyografi. Türk ordusunun genel karakterini yansıtan kişisel öyküsünü, başarmak isteyenlere örnek olması hevesiyle kaleme almış. Tartışmalı konulara girmekten yine de büyük ölçüde kaçınmış. Kitaptaki ipuçlarından yola çıkarak yakın dönemin sırlarının peşine düştüm.

Edip Başer kimdir?

Edip Başer, Kara Harp Akademisi’nden 1972 yılında mezun oldu. Ankara Üniversitesi’nden, ‘Atatürk’ün dış politikası’ üzerine doktorası var. İlki Napoli’de, ikincisi Brüksel’deki uluslararası askeri karargâh olmak üzere iki kez NATO’da görev yaptı. Genelkurmay Plan Harekât Daire Başkanlığı ve Kara Harp Okulu Komutanlığı yaptı. Tansu Çiller’in başbakanlığı döneminde ‘Başbakan Askeri Danışmanlığı’ görevini yürüttü. 3. Kolordu Komutanlığı, Genelkurmay İkinci Başkanlığı ve 2. Ordu Komutanlığı yaptı. 2002 yılında Yüksek Askeri Şûra’da Kara Kuvvetleri Komutanı olması bekleniyordu. Ancak sürpriz bir kararla emekli edildi. 2006 yılında Türkiye’nin Terörle Mücadele Özel Temsilcisi olarak atandı. Bu görevi 9 ay sürdü. ASAM Yönetim Kurulu Başkanlığı yaptı. Yeditepe Üniversitesi’nde ders verdi.

Başörtülüye orduevine giremezsin dediysek fevkalade yanlış yapmışız

Kitabınızda TSK’nın tamamına yakınının orta ve alt gelir sınıfından ve muhafazakâr aile çocukları olduğunu hatırlatıyorsunuz. Buna rağmen Türk ordusu neden uzun yıllar seçkinci imajını atamadı?
Türk ordusunun bu imajı eğitimdeki bazı yanlışlardan kaynaklanıyor belki de. Askeri eğitimle sivil eğitim arasında bir fark yok. Bugün Harp Okulu da, sistem mühendisi yetiştiren bir okul. Böyle bir hava neden yaratıldı? İçinden çıkmaktan çok gurur duyduğum bir kurum Silahlı Kuvvetler. Hani derler ya, derimize işlemiş. Hakikaten öyle. O kurumun hatalarını tabii konuşuruz, saklamak gibi bir derdimiz yok. Çünkü o kurum o kadar köklü bir kurum ki üç-beş hatasını tartışmakla bir şey kaybetmez. Aksine bunları tartışabilirsek daha da yararı olur. Silahlı Kuvvetler’de noksan olan husus halkla ilişkiler konusudur. Halkla ilişkiler konusu komutanların, subayların kendi yeteneklerine ve görüşlerine bağlı olarak işliyor. Maalesef kurumsal tarafı var, çok zayıf. “Siyasete müdahale ediyor Silahlı Kuvvetler” diye feveran eden çok ünlü demokratlarımız var ya... O nedenle zayıf işte. Hep o endişeyle TSK halkla ilişkiler konusunda kapalı kalmıştır.
Bu algının oluşmasında sadece kapalı kalmak değil de bazı uygulamalar da önemli rol oynadı. Yakın zamana kadar orduevlerine başörtülülerin alınmaması bir vakıa. GATA’da Emine Hanım’ın başına gelen bir vakıa. Eğer sizin söylediğiniz gibi TSK’nın yanlışları da konuşulacaksa, şunu sormak şart. Din meselesi neden hep bir tabu oldu TSK için?
TSK’nın sıkıntısı şuydu: Cumhuriyet’in ve demokrasi rejiminin temel değerlerinin korunması ve kollanması görevini Anayasa, TSK’ya vermiştir. Bu görevin getirdiği titizlik içinde o temel değerler herhangi bir aşınmaya uğramasın endişesi içinde. Genelkurmay Başkanı “gık” dediğinde hemen manşet yapıyorsunuz di mi? Emine Hanım meselesini bilmiyorum, orada değildim. Ama ben Dışişleri bakanı iken Abdullah Gül’ün GATA’da kulağından tedavi olduğunu, süit bir odada kaldığını, Hayrünnisa Gül’ün de orada yanında olduğunu biliyorum. Benim eşim de o sırada orada yatıyordu. Hatta eşimin odasına giriyorum diye yanlışlıkla o odaya girmiştim. Hayrünnisa Hanım’ın elini sıkmıştım. Sayın Gül ile oturup 5-10 dakika sohbet ettiğimi hatırlıyorum. Hayrünnisa Hanım’ın orada başı açık değildi, normal örtüsü içindeydi. Emine Hanım’a da öyle bir şey yapıldıysa, tabii ki yanlış yapılmıştır. Orduevinde yapılan bir etkinlikte şehit ya da gazi annesine “Giremezsin” dediysek fevkalade yanlış yapmışız.
Siz din alandaki hassasiyetin Cumhuriyet’in laiklik prensibiyle ilgili anayasal yükümlülükten kaynaklandığını söylüyorsunuz. Ancak “Yapıldıysa yanlış” dediğiniz uygulamalar adeta “vur deyince öldürmek” değil mi?
Biliyor musunuz, bunlar kurum politikası değil, bireylerin değerlendirmeleri. Ben Ayazağa’da 4 yıl kolordu komutanlığı yaptım. Şehit cenazelerinin çok sık geldiği bir dönemdi. Üç-dört ayda bir şehit ailelerine devlet övünç madalyası verirdim. Bu törenlerde ben tek bir şehit annesinin bile başı örtülü olduğu için kışlaya girmesine engel olunduğunu görmedim. Her seferinde başı şu ya da bu şekilde örtülü onlarca şehit annesi, kardeşi ya da eşi vardı. Onlarla sarıldık da, yanaklarını da öptük de, hiçbir sorun da yaşamadık. Bireysel yapılan bazı yanlışları kuruma mal etmek bence doğru değil. Birkaç kişi hakikaten yanlış yaptı.

Din bilgisi kitabı hazırlattım
uygulamaya konmadı

Genelkurmay ikinci başkanı olduğunuz dönemde din bilgisi dersinin gerekliliği konusunda ısrarcı oluyorsunuz. Bu ısrarınızın sizin de yobaz birisi olarak algılanmanıza neden olabileceği konusunda da bir tereddüt yaşadığınızı anlıyoruz kitaptan. Neden öyle olsun ki?
O öyle bir duyguydu. Onu kitaba yazmam bile belki gerekli değildi. Yazmışsam yanlış yapmışım. Ben din bilgisi kitabını ta İstanbul’da kolordu komutanı iken hazırladım Yaşar Nuri Öztürk ile beraber. Kabul edildi, ilgili makamlara sunduk ama sonuçlanmadı. TSK’da yaygınlaştırılıp uygulamaya konmadı. Onun üzerine ikinci başkanlığım sırasında tekrar gündeme getirdim. Tabii ki komutanların düşünceleri farklı olabilir. Komutanın nihai kararı emirdir ve o uygulanır.

Kara Kuvvetleri Komutanı yapmadılar diye üzülmemin sebebi Cumhurbaşkanı Sezer’inkinden farklıydı

Teamüllere göre Kara Kuvvetleri komutanı olarak atanmanız gerekirken emekli edilmeniz ve Aytaç Yalman’ın yerinize atanması meselesini kitapta detaylandırmadan ve hızla geçmişsiniz. Size göre bu işin asıl müsebbibi kim? Kırgınlığınız kime?
Benim geçmişe dönük olarak kimseye kırgınlığım yok. Emeklilik olayım belli olduktan birkaç gün sonra Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer aramıştı beni. Üzgün olduklarını belirttiler. Ben de kendisine “Benim üzüntümle sizinkinin aynı nedene dayalı olduğunu düşünmüyorum Sayın Cumhurbaşkanım” demiştim. Gazetelerde ‘Kara Kuvvetleri komutanı olacak’ yazdıktan sonra o kişi kenara itilip arkadan gelen yapılıyor. Beni tanımayanlar ne düşünür? “Demek ki bu adamın hırsızlığı, ahlaksızlığı var ki bunu bir kenara ittiler” diyebilirler. Benim kimseye kırgın olmam sisteme saygısızlık anlamına gelir. Beni niye kuvvet komutanı yapmadılar? E yapmadılar, canları öyle istedi yapmadılar. Yasanın verdiği yetkiyi kullandılar. Ama hâlâ daha benim de kafamda soru işaretidir, acaba bu yetkiyi o makama atanmış olan Hilmi Özkök mü kullanmalıydı, yoksa ağustos sonunda benimle birlikte emekliye ayrılacak olan bir Genelkurmay başkanı mı yapmalıydı? Ama artık bunu tartışmanın gereği de yok, faydası da yok.
Arşiv taraması yaptığımda şununla karşılaştım. Özden Örnek’in kendi günlüklerindeki sizin Kara Kuvvetleri komutanı yapılmamanızdan üzüntü duyan ifadelerinden yola çıkan bazı kalemler, sizin darbe önleme girişimi kapsamında o makama atanmadığınızı yazmış.
Yani ben olsam darbe mi yapacakmışım?
Darbe girişiminde bulunma hevesinde olan ekibin içinde yer alacağınız yönünde bir ima. Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur ile birlikte hareket edecekmişsiniz.
Eyvah...(Gülüyor). Ben bunu görmedim açık söylüyorum. Bu iddiayı ilk defa duyuyorum.

Aytaç Yalman’ın yerinde olsaydım darbe iddialarıyla ilgili soruşturmayı ben başlatırdım

İlker Başbuğ ise kendi yazdığı kitapta “Edip Başer Kara Kuvvetleri komutanı olsaydı Ergenekon ve Balyoz yaşanmazdı” diyor.
Tabii ben İlker’i akademi öğrenciliğinden çok iyi tanıyorum. İlker’in kariyerini çok yakından takip eden bir arkadaşıyım, ağabeyiyim. İlker’in muhakemesine de her zaman güvenmişimdir. Tabii bu olaylar yine de olur muydu, olmaz mıydı orada bir durmak lazım. Orası soru işareti. Ben engel olabilir miydim böyle bir teşebbüse? Böyle bir teşebbüs var mı aslında? Bana göre bir kuvvet komutanı o süreçte daha aktif bir biçimde devreye girebilirdi. Kendi yetkilerini ve inisiyatifini kullanmak suretiyle, Genelkurmay başkanının da desteğiyle gereken işlemleri yapardı eğer yanlış yapılan bir şey varsa.
Ama yanlış yapıldığını düşünmüyorsunuz.
Hayır, hiçbir zaman düşünmedim.
Peki Hilmi Özkök ve Aytaç Yalman o dönemde takındıkları tavırla doğru yapmamış mıdır o halde?
Hayır, bana göre doğru yapmamışlardır. Eğer şüphelenilen birileri varsa –ki kendi beyanlarından olduğu anlaşılıyor- o zaman onlar hakkında yasal işlemi derhal başlatmaları gerekirdi. Ve askeri yargıda bu işlemleri tamamlamaları gerekirdi ki sonradan bu kadar günahsız insanın canı böyle hukuksuz şekilde yanmasın. Genç pırıl pırıl kurmay subayların, hiçbir günahları ya da yanlışları olmayan general kardeşlerimizin ve onların bu kadar ıstırap çekmesine meydan vermeyebilirlerdi.
Kasım ayında ifade vermeye gidecekler. Bu saatten sonra ne yapabilirler sizce?
Bence beklenecek fazla bir şey yok. Mahkemede söyleyeceklerini de bugüne kadar pek çok kez söylediler. Eğer yeni bir şey söyleyeceklerse bugüne kadar niye söylemediler onu sorgulamak lazım. Aytaç Yalman’ın Emin Çölaşan’a yazdığı mektuplarda belirttiği şeyler gündeme gelecektir sanırım.

Görev gereği darbelerin içinde yer aldım
ama darbeci olmadım

Sizin darbe heveslisi paşalar ekibinde olduğunuz iddiasını ortaya atanların argümanlarına baktığınız zaman, 27 Nisan bildirisini haklı bulan demeçlerinize de atıf var.
Çok özür dilerim de gülme krizi tutacak neredeyse. Hayatımda hiçbir zaman darbe düşüncesinde olan ya da darbeleri alkışlayan biri olmadım. Ama darbelerin içinde bulundum görev gereği. 1960 ihtilalinde harp okulunda “Kalkın, silahınızı alın” dediler, aldık. Namık Gedik’in kapısının önünde nöbet de tuttuk. Gerçi Namık Gedik camdan atladığında neredeyse ben de vuruluyordum. Camı açıp aşağıdaki arkadaşları uyarmaya çalıştığımda beni de atlamak isteyen bir tutuklu zannettiler. Neyse... Bunların hepsini yaşadık. Ben 27 Mayıs ihtilaline bu şekilde katıldığım için darbeci mi oluyorum?
Ama 27 Nisan’ı savundunuz.
Haa... 27 Nisan bildirisini şu yönüyle savundum. Dedim ki, “Bu, TSK’nın laiklik konusundaki hassasiyetini vurgulayan bir beyandır, demek ki Genelkurmay başkanını böyle bir beyanda bulunmaya zorlayan bazı koşullar doğmuştur”. TSK’nın başısınız, bütün alt kademenin gözü sizde, komutan ne yapacak? Ortada bir seçim süreci var. Bir tanesi “Dindar cumhurbaşkanı seçeceğiz” diye beyanat veriyor. Kırkağaç kavunu mu seçiyorsunuz, koklayıp mı seçeceksiniz dindar cumhurbaşkanını? Tanrı peygamberine dahi kimin günahkâr olduğunu ya da sevap işlediğini takdir yetkisini vermiyor. Cumhurbaşkanı makamı hilafet ya da müftülük makamı değil. Benim demecim bu konuya tepki üzerineydi.
TSK’nın sonradan bu meseleyle ilgili isteyerek ya da istemeden bir iç muhasebe yapmak zorunda kaldığını biliyoruz. 27 Nisan bildirisini web sitesinden de kaldırdılar. Belli ki arşivden bunu silme çabası var. Siz de bugün artık o bildirinin maksadını aşan bir etki yarattığını kabul ediyor musunuz?
Doğrudur, maksadını aşan bir etki yaratmıştır denebilir. Ama bence genelde gerekçesi haklıdır. Genelkurmay Başkanı’nın o tür beyanlarla yürütülen bir süreç içinde o tür bir tepkiyi vermesi normaldir. Aşağıdaki kitlenin sıkışmış havasını bir nebze çıkarmak için.

Yaşar Dolmabahçe’de bir pazarlık yaptıysa
bu kendisi için değil, TSK içindir

Yaşar Büyükanıt sizin sınıf arkadaşınız, uzun yıllardır tanıyorsunuz. 27 Nisan’dan sonra Tayyip Erdoğan ile meşhur Dolmabahçe buluşmasında bir şeylerin pazarlığını yaptığına dair bir şüpheniz var mı?
Benim tanıdığım arkadaşım Yaşar Büyükanıt o görüşmede herhangi bir pazarlık yapmış olsa bile, bunu kendi şahsıyla ilgili yapmamıştır. Belki TSK ile ilgili, belki Silahlı Kuvvetler’in başka mensuplarıyla ilgili bir şeydir. Silahlı Kuvvetler’e herhangi bir kötülüğün önlenmesi içindir. Belki de bu Ergenekon girişimleri önüne konmuştur. Belki “Bunlar var, bunları çıkarırız” denmiştir. Çünkü o dönemde daha paralel yoktu. Biliyorsunuz, o zaman daha paralel değil, tek çizgi halindeydi her şey.
Bunları Büyükanıt ile hiç konuştunuz mu?
Hayır, hiç konuşmadım. Çok iyi arkadaşım ama ben ilke olarak onun cevaplayamayacağı şeyi ondan istemem.

Terörle mücadele temsilciği görevinden alındığımı öğrendiğimde evlilik programı izliyordum

Kitabınızdan öğreniyoruz ki, 27 Nisan’ın sizin yaşamınızda başka bir anlamı da varmış. O dönemde siz ABD ile PKK mücadelesi için atılacak adımları konuşan en üst makamdasınız. Görevden alınmanız hükümetle görev alanınızda anlaşmazlık yaşamanıza yorulmuştu. Oysa sebebi başkaymış.
Ben Alman gazetesi Die Welt’e bir röportaj vermiştim. Muhabir bana “TSK, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını niçin istemiyor” diye sordu. Ben de “TSK laiklik konusunda çok hassas. Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın geçmişte laikliğe karşı tavır aldıkları beyanlar var. Bu beyanlarından dolayı Silahlı Kuvvetler belki sıcak bakmıyor olabilir. Ama neticede seçimi yapacak olan Meclis’tir” dedim. Bu ifade dolayısıyla kırılmış Abdullah Bey. “Çok üzüldük” dedi. “Neye üzüldüğünüzü” anlamadım dedim. “Bunları söylemenize üzüldük Paşam, bunu sizden beklemezdik” dedi. Ben de şöyle devam ettim; “Burada bir durum tespiti yaptım. Söylediklerimde yanlış bir şey varsa tartışalım. Yoksa niye üzüldüğünüzü hâlâ anlamadım”. Öyle deyince biraz daha üzüldü herhalde. “Anlaşamayacağız herhalde Sayın Bakan” dedim. O gün de tam Amerikalılara 3 maddelik bir nota vermiştik. Çünkü ben Washington’daki toplantıdan sonra Amerikalıların bizi bir nevi oyalamakta olduğunu kesin olarak anlamıştım. O notayı da bir gelişme olmayacağını bile bile gönderdik. 15 gün süre verdik, yapmalarını beklediğimiz şeyler için taahhüt beklediğimizi söyledik. Abdullah Bey’in odasından çıkmadan kendisine şöyle dedim; “Bu cevabın 15 güne gelmeyeceği belli. Ben gelmediği takdirde görevi bırakıyorum”.
Peki odadan çıkarken görevden alınmayı bekliyor muydunuz?
Açıkçası görevden alınmayı beklemiyordum. Çünkü ben ayrılacağımı söyledim, en azından benim ayrılmamı bekleyeceklerdir diye düşündüm. Ama ertesi gün ben üniversitedeki odamdayken hanım telefon ediyor, ‘Haber kanallarını izliyor musun?’ diye soruyor. Ben dizilere ve evlenme programlarına bakıyorum sabah sabah. “Niye haberleri izleyeyim” diye soruyorum hanıma. Diyor ki “Seni görevden almışlar”.
Başka bir nedeni olamaz mı Terörle Mücadele Özel Temsilciliği’nden alınmanızın? Terörle mücadelenin şeklini eleştirme anlamına gelecek beyanlarınızla ilgili olamaz mı?
Yok, kesinlikle eminim. O demeçlerle ilgili bana hiçbir zaman hiçbiri “Paşam bu demeçleri veriyorsunuz ama biraz zararlı oluyor bunlar” vesaire demediler.

2008’de başlayan TSK’ya kumpas
1 Mart’ın intikamı olabilir

1 Mart 2003’te Meclis’ten geçmeyen tezkereye kişisel olarak karşı mıydınız?
Hayır değildim. Gerekliliğini şu bilgilere sahip olarak düşünüyordum. Arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre ABD ile yapılan anlaşmalar Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik haklarına en ufak bir halel getirmeyecek şekilde hazırlanmış ve imzalar buna göre atılmıştı. Ben bu operasyonun BM ya da NATO şemsiyesi altında yapılması gerektiğini düşünüyordum. Türkiye’nin mutlaka bunda görev almasını ve bu sayede Irak’ın kuzeyindeki terör yuvalarının bertaraf edilmesini sağlamasını istiyordum.
Uluslararası koalisyon dediniz ama sonradan anlaşıldı ki Türk hükümetinin ABD tarafına verdiği söz tek taraflı bir operasyona da destek vermek üzerineydi.
Onu da kitapta yazdım. Demek ki o sözü veren kişiler Meclis’te oturan kişiler için “Bana sadık uşaklarımdır. Elinizi kaldır dersem kaldırırlar” düşüncesiyle o sözü verdiler.
Kitabınızda bu meseleyle ilgili tespitiniz şu; tezkerenin geçmemesinin faturasını ABD, hükümetten ziyade açıkça tezkerenin arkasında durmayan Türk ordusuna kesti. Neden böyle düşünüyorsunuz, çuval olayı yüzünden mi?
Sadece çuval olayı yüzünden değil. Konuştuğum Amerikalı askerler de bunu açık ve net olarak da söylüyorlardı. Mesela Stuttgart’ta konuştuğum bir kadın general aynen şöyle demişti; “O gün İskenderun’a çıkacak geminin komutanı olarak denizdeydim. Karaya çıkıp oradan Irak hududuna hareket etmek için bütün hazırlıklarımız tamamdı. Günlerce denizde bekledik. Sonuçta hüsrana uğradık”.
Kitapta bunları anlatırken şöyle bir cümleniz var; “Vatandaşlarımız arasında 2008 yılından itibaren başlatılan TSK’ya kumpas olayında dahi ABD’nin bitmeyen intikam duygusunun katkısının olabileceğinin dillendiriliyor olmasını haksız bulmuyorum”. Ergenekon ve Balyoz süreçleri sizce 1 Mart tezkeresinin rövanşı mı?
Olabilir. Bir olasılıktır ve ben bunun var olabileceğini düşünüyorum. Çünkü ABD günlük politika uygulayan bir devlet değil. Eğer 2003’teki o olayla ilgili Türkiye’yi cezalandırmak istediyse, bunu bir anda Türkiye’yi işgal ederek ya da gelip dayak atarak falan yapmaz. Bunu kademeli olarak, yeri geldiğinde fırsatları değerlendirerek Türkiye Cumhuriyeti’ni güçsüzleştirecek olayları desteklemek suretiyle yapar. Amerika bu bakımdan akıllı bir devlet. Bunlar böyle olmuştur diye elimde kanıt ya da belge yok ama benim hissim ve algılamam böyle. Amerika’nın bu yönetim anlayışını da bildiğim için o olasılığı dışlamam.

Türk Silahlı Kuvvetleri'nde de
çürük elma olabilir

Yeri gelmişken başka bir komplo teorisini hatırlatmak isterim. Bazı çevreler ABD’nin Ergenekon sürecine destek vererek TSK içinde “Avrasyacı” tabir edilenlerin tasfiyesinin önünü açtığını düşünüyor. Nedir bu NATO’cu, Avrasyacı ayrımı?
Bakın, o ordunun içinde 40 küsur yılım geçti. Hiçbir gün böyle bir şeyi hissetmedim. Affedersiniz aptal bir adam değilim. Akademi sınavını birincilikle kazandım, kurmay subay oldum, her rütbeye birinci sırada terfi ederek orgeneralliğe gelmiş bir insanım. Emekli olduktan sonra da yakın temasın devam ediyor. Yaşar Genelkurmay başkanıydı, sık sık gider kendisini ziyaret ederdim. Şu anda mesela Genelkurmay ikinci başkanı emrimde görev yapmış bir arkadaşım, Ankara’ya gittiğimde uğruyorum. Şu anki Genelkurmay başkanı benim kurmay başkanımdı, ona da uğrarım, konuşuruz dertleşiriz. Dolayısıyla ben TSK’dan kopmuş biri de değilim. Şunu çok kati olarak söyleyebilirim; Silahlı Kuvvetler içinde böyle bir ayrım hiçbir zaman olmadı. Benim yurtdışında geçen 8 yılımın altısı NATO görevinde geçti. Bana hiçbir arkadaşımdan ya da astımdan “NATO’cu” diye bir ima ne duydum ne hissettim. Böyle bir şey yok Silahlı Kuvvetler’de. Ha ben şunu her zaman söylüyorum; bir toplumda, bir kurumda mutlaka çürük elmalar çıkar. Silahlı Kuvvetler mevcudu itibarıyla çürük elma oranı en düşük olan kurumudur Türkiye Cumhuriyeti devletinin. Elbette içimizden yanlış yapanlar çıkmıştır. Koskoca kuvvet komutanını bu ülke, bu ordu yargılamıştır. Rütbesini geri almış, er rütbesine indirmişti. İlhami Erdil’i hatırlıyorsunuz değil mi?
Madem TSK kendi içinde yanlış yapanı yargılar, darbe teşebbüsleri sürecinde neden aynı yöntem izlenmedi? İlhami Erdil bir yolsuzluk hikâyesi. Siyasi boyutu olan iddialar da neden aynı açıklıkla sorgulanmadı? Neden son 10 yıl içindeki hiçbir Genelkurmay başkanı bunun önünü açmadı?
Neden yapmadıklarının cevabı bende yok, kendilerindedir. Kendilerine göre mutlaka bir izahı vardır. Ama ben olsam yapardım diye söylüyorum zaten.

PKK’ya erzak götüren pikaptaki askerin görüntülerini Ralston’a izlettik

2006’da Terörle Mücadele özel temsilcisiyken Barzani ve Talabani’ye bağlı Peşmergelerin PKK’ya lojistik destek verdiğini tespit ediyorsunuz. Hatta bunu yapanlar arasında Amerikan askerleri de vardı diyorsunuz.
O görevi kabul ederken Amerikalılardan iki şey elde etmeyi düşünüyordum. Birincisi, ABD’nin Barzani’ye gerekli baskıyı yapmasını sağlayarak PKK’nın lojistik destek zincirini ortadan kaldırtmaktı. İkincisi de, Avrupa ülkelerinde PKK’nın finans kanallarına engel olunması. Irak’ın kuzeyinde devamlı olarak mühimmatı, yiyeceği, içeceği, giyeceği akan bir örgütten bahsediyoruz. Düşünün bu lojistik hattında Amerikalı askerler yardımcı oluyor. Ralston’a Genekurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın odasında bir CD izlettik. PKK kamplarından birine erzak götüren pikabın ön tarafında Amerikalı asker oturuyor. Tabii Ralston “Hemen bunu inceleteceğiz, size cevap vereceğiz” diye aldı. Hiçbir cevap falan gelmedi. Bir yerde daha benzer bir durum tespit ettik. “Onlar Amerikalı asker değil, yardım gönüllüleri, Peşmergeler onlara Türk uçaklarının yıktığı bir köyü gösteriyorlar” gibi şeyler söylediler.
Özetle “PKK, Irak’ın kuzeyinde ABD’den de destek alarak bugüne geldi” diyorsunuz. Yanlış mı?
Kesinlikle, hiç yanlış değil. Bakın EUROPOL’ün raporuna göre PKK’nın bir yıl içinde sadece uyuşturucudan elde ettiği para 300 ila 500 milyon Euro arasında. Bu para işte Avrupa bankalarında aklanıyor, ondan sonra PKK’nın finans kanalına giriyor. Sonra silahını alıyor Avusturya’dan, Almanya’dan ve Fransa’dan en ileri telsizlerini falan alıyor. Oralarda liberal ekonomi söz konusu olduğu için gidip herhangi bir firmadan sipariş verip malzeme alma imkânları var. Bunlara da o ülkeler engel olmuyor. Bir takım sonuçlar da aldık Amerikalılardan beklentilerimizde. Ama çok gevşek bir çalışmaydı. En sonunda da toparlanıp gittiler bildiğim kadarıyla.  

Büyük Ortadoğu Projesi devam ediyor

Kitapta görevden alınmadan hemen önce yaptığınız Washington ziyaretinde daha önceden sizde var olan bir kanaatin pekiştiğini anlatıyorsunuz. “ABD’nin Kürdistan projesinin gerçekleşmesi için bu kanlı örgüte rol tasarlanmıştı” diyorsunuz.
ABD’nin bölgeden son derece önemli çıkarları var. Belki yakın zamanda enerji bağımlılığı bu ölçüde olmayacak ama yine de bölge ticari bakımdan ABD’nin hayati çıkarlarının olduğu bölgelerden biri olmayı sürdürecek. Orada bir diğer önemli faktör de İsrail’in güvenliğinin devam ettirilmesi. Amerika’nın biliyorsunuz bir Büyük Ortadoğu Projesi var. Hatta bir muhterem büyüğümüz de bunun eşbaşkanıydı, hala öyle mi bilemiyorum.
Büyük Ortadoğu Projesi rafa kalkmadı mı?
Sonra onun adı Büyük Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi oldu. Eski Amerikan Dışişleri Bakanı Condelezza Rice bir sefer demişti ki; “Bölgede 22 ülkenin sınırlar değişecek”. Bu arada Amerikan Silahlı Kuvvetleri’nin bir dergisinde bir harita yayınlandı. “Büyük Kürdistan”ı ayrı bir devlet olarak gösteren ve Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin büyük bir kısmını içine alan bir haritaydı bu. ABD’nin kafasındakinin bu olduğu kanısındayım ben. Bu büyük planlarında ABD önemli sapmalar yapmaz. Büyük devlet olmanın verdiği güvenle ana politikalarını saptar ve o politikanın uygulanması için aynı puzzle’da olduğu gibi parçaları adım adım yerine koyar. Ben o politik bir proje olan “Büyük Ortadoğu”nun iptal edildiği kanaatinde değilim. Bu genel proje içinde Kürdistan’ın önemli bir konu olduğu anlaşılıyor. O size bahsettiğim yanlışlıkla basılacak bir harita değildi. Yine 2006 yılının sonlarına doğruydu. Ben özel temsilciyken Irak kuzeyinden Barzani’ye karşı olan iki aşiret reisini Türkiye’ye getirttim. Bunlardan bir tanesi bana bir almanak verdi. Süper bir baskı, deri kapak, en arka kapak içinde bir harita. Büyük Kürdistan haritası. Kafalarında böyle bir planla yaşayan insanların bugün o hedefleri gerçekleşmediği sürece Türkiye ile dost olacaklarını düşünmek mümkün değil. Son süreç de, “Büyük Kürdistan”ın oluşması için onlar açısından bir adım.
2006 yılının Eylül ayında Roma'daki NATO Savunma Koleji'nde Ortadoğu'daki son gelişmeler konusunda brifing veren ABD'li bir albay, Türkiye'yi bölen bu haritayı açmış, toplantıyı izleyen Türk subaylar sert tepki göstererek salonu terk etmişti.

ABD bugün Boğazları tutan Türkiye yerine
petrolü tutan Kürdistan’ı tercih eder

“Büyük Kürdistan”a doğru mu gidiyoruz yani?
“Büyük Kürdistan”a doğru gidiyoruz evet. Önce Türkiye Kürdistan’ını da içine alacak bir Kürdistan, ondan sonra da Büyük Kürdistan. Biliyorsunuz, Büyük Kürdistan dedikleri, Kars’tan başlıyor, Erzurum-Erzincan, Sivas ve Malatya’yı içine alıyor, Mersin’e iniyor. Mersin de dahil olmak üzere bir harita.
ABD’nin bundan çıkarı nedir?
Şimdi artık Amerika için Boğazların eskisi kadar önemi kalmadı. Amerika artık Boğazları elinde tutan bir Türkiye’ye, petrol bölgelerine hâkim ve İsrail’in güvenliği açısından hayati olan bir Kürdistan’ı mutlaka tercih eder.
Dokuz ay süren Terörle Mücadele Özel Temsilciliği sırasında yaptığınız temaslarda edindiğiniz izlenim bu mudur?
Evet, edindiğim izlenim bu.
PKK’ya bu süreçte nasıl bir rol tasarladıklarını düşünüyorsunuz?
PKK mevcut haliyle Türkiye’yi mümkün olduğu kadar meşgul eden, başka işlerle meşgul olmaktan alıkoyacak bir meşgale olarak kalsın gibi bir düşünce mi var, bilemiyorum. Elimde bir belge yok ama düşüncem o. PKK onlar için küçük bir enstrüman, olsa da olur olmasa da olur aslında. Ama PKK’nın varlığını onlar bir ara bu Kürdistan oluşumu için çok önemli bir unsur olarak gördüler. Belki de hâlâ öyle görüyorlar. Kuzey Kürdistan’ı yani Türkiye ile ilgili olan bölümünü oluşturmak için PKK’ya çok önemli görevler verildiği kanısındayım. Barzani’nin ve diğerlerinin bu görevi verdiği, Amerika’nın da bunu desteklediği kanaatindeyim. “Büyük Kürdistan” tam olmasa bile bir Kürdistan, İsrail’in güvenliği açısından çok önemli bir işlev yerine getirebilecektir.

..

1 Eylül 2015 Salı

Yolsuzluğun cezasını seçmen kesiyor



Yolsuzluğun cezasını seçmen kesiyor


30 SENE ÖNCE TÜRK SEÇMENİ YANLIŞINI GÖRDÜĞÜ SİYASETÇİYİ CEZALANDIRIRDI..
ŞİMDİ SİYASETÇİ TÜRK HALKINI CEZALANDIRIYOR..


< Yolsuzluğun cezasını seçmen kesiyor >


Türkiye 10 yıl sonra yine yolsuzluk iddialarının gölgesinde seçime gidiyor. AK Parti dört seçimdir ilk defa böyle ithamlarla karşı karşıya. Geçmiş deneyimler seçim öncesi yolsuzluk olayları karşısında seçmenin alternatif gördüğü anda tercihini değiştirdiğini gösteriyor. İşte son 30 yılın bir bilançosu...





DALAN’I İMAR VURDU 1983’teki seçimlerde yüzde 45,1 oy alan ANAP hemen ardından 1984 yerel seçimlerinde de yüzde 41,5 oyla belediyelerde de hakimiyetini ilan etti. En ciddi rakibi (SODEP) SHP’nin oyu yüzde 23,5’ti. Seçimin kalbi İstanbul’da ANAP’lı Bedrettin Dalan yüzde 49,6 oy seçildi. SHP’li aday Korel Göymen yüzde 26,2 oy aldı. Dalan, İstanbul’u imara açan başkan olarak tarihe geçti. Sarıyer sahil şeridi, Unkapanı, Tarlabaşı Bulvarı derken İstanbul adeta şantiyeye döndü. Ve bu imar harekatı yolsuzluk iddialarını da gündeme taşıdı. SHP’nin önergesiyle 1986’da Meclis’te kurulan Yolsuzlukları Araştırma Komisyonu, 35 dosyayı Meclis’e sundu. Seçim öncesinde imar yolsuzluğu gazete manşetlerini süsledi.



İSKİ SHP’NİN OYUNU KESTİ 1989’daki yerel seçimlerde SHP’nin sloganı belliydi: “Dalan = Talan, Yalana da, Dalan’a da son.” Kampanya etkili oldu ve SHP’den Nurettin Sözen yüzde 35,9 oyla İstanbul’un başına geçti. SHP ülke genelinde de yüzde 32,7 oy aldı. ANAP’ın oyu yüzde 23,7’ye indi. Sözen dönemi için İstanbul suzukluk demekti. Muhalefet buradan vurdu ve 1991’deki genel seçimlerde SHP geriye düştü. DYP yüzde 27 ile birinci, ANAP yüzde 24 ile ikinci olurken, SHP yüzde 20,7 oyda kaldı. Bu dönem DYP-SHP koalisyonu iş başındaydı. Ancak SHP asıl darbeyi İSKİ ile yiyecekti. İSKİ Genel Müdürü Ergun Göknel’in ihaleleri paravan şirketlere aktardığı ileri sürüldü. Seçime bir kaç ay kala 1993’te patlayan ‘klor’ davası SHP’ye son darbeyi indirdi. İktidar ortağı DYP de aynı dönemde İLKSAN başta olmak üzere bir dizi yolsuzluk iddiasıyla uğraşıyordu.



SKANDALLAR RP’Yİ PARLATTI İSKİ ve İLKSAN’ın gölgesinde girilen Mart 1994’deki yerel seçimlerde Refah Partisi, yolsuzluklara son verme sloganıyla hazırlandı. İstanbul’daki başkan adayı; iki kez milletvekilliği seçimini kaybetmiş Recep Tayyip Erdoğan’dı. Erdoğan’ın tüm seçim stratejisi, ‘yolsuzluklarla savaş ve hizmet’ üzerine kuruluydu. SHP, Erdoğan’ın karşısına Zülfü Livaneli’yi çıkardı. Ve seçim SHP için hezimet oldu. 1989’da yakalanan yüzde 28,7 oy oranı yüzde 13,6’lara indi. ANAP yüzde 22,9, RP ise yüzde 19 almıştı. DYP’nin oy oranı da yüzde 15,4’e düştü. RP’nin asıl başarısı İstanbul’u yüzde 25,1 ile kazanmasıydı.



DYP’YE PARSADAN DARBESİ Yerel yönetimlerde RP, ülkede ise DYP-SHP koalisyonu iktidardaydı. Koalisyonun ilk vaadi yolsuzlukların üzerine gitmekti. 1995’e kadar bir kaç kez yıkılıp yeniden kurulan DYP-SHP hükümetleri döneminde tarih bir kez daha tekerrür etti ve yolsuzluklar aydınlatılmak bir yana katlanarak arttı. En fazla gündemi oluşturanlar şöyleydi: TURBAN ve TEDAŞ yolsuzluğu, Çiller hakkındaki malvarlığı soruşturması ile Selçuk Parsadan’ın Çiller sayesinde örtülü ödenekten 5.5 milyar lira aldığı skandal. Aralık 1995’teki genel seçimler öncesi Kasımda patlayan Parsadan skandalı DYP’de deprem etkisi yarattı.



CİVANGATE, SEKA VE DİĞERLERİ 1995 genel seçimleri geldiğinde yerel yönetimlerde belli bir başarı sağlayan RP, DYP-SHP’nin yolsuzluklarını gündeme getirerek iktidara talip oldu. Sonuçta yüzde 21,3 ile birinci parti çıktı. Onu yüzde 19,6 ile ANAP, yüzde 19,1 ile DYP, yüzde 14,6 ile DSP, yüzde 10,7 ile CHP izledi. 4 yıl boyunca sırasıyla DYP-CHP, DYP-ANAP, RP-DYP hükümetleri kuruldu. Aynı yıllarda, Emlakbank (Civangate skandalı), Türkbank ihalesi, Mesut Yılmaz hakkında malvarlığı soruşturması, Karadeniz otoyol ihalesi, SEKA arazisi, GSM ihalesi, Körfez geçiş ihalesi gibi birçok yolsuzluk gazete manşetlerinden hiç düşmedi. Meclis’in de iddiaları araştırmak yerine aklaması veya soruşturmaları kapatmayı seçmesi sandıkta siyasi tarihin en sürpriz sonuçlarından birine yol açacaktı.



YOLSUZLUK SÜRPRİZE YOL AÇTI 1999’da hem yerel hem genel seçimler bir arada yapıldı. Ve adı yolsuzluklarla anılan partiler hezimete uğrarken, yerel yönetimlerde başarılı bir grafik çizse de RP, 28 Şubat duvarına çarptı. Genel seçimlerde iki sürpriz parti çıkış yaptı. Siyasi hayatında hep dürüst olarak görülen Bülent Ecevit’li DSP yüzde 22,8 ile birinci, 1980’den sonra hiçbir iktidarda yer almayan MHP de yeni lideri Devlet Bahçeli ile yüzde 17,9 oyla ikinci, kapatılan RP’nin yerine kurulan FP ise yüzde 15,4 ile üçüncü oldu. 10 yıla damgasını vuran partiler olan ANAP yüzde 13,2, DYP yüzde 12 oy alabildi. Baykallı CHP ise yüzde 8,7 ile Meclis dışında kaldı. Yerel seçimlerde ise FP tüm partileri geride bırakarak yüzde 18,4 oy oranını yakaladı.



AKLAMA VE KRİZ DSP’Yİ BİTİRDİ
2002’ye kadar ülke DSP’nin önce ANAP, ardından MHP ile yaptığı koalisyon hükümetleriyle yönetildi. Ancak bir önceki hükümetler döneminde kamuoyuna yansıyan Emlakbank, Türkbank, GSM ihalesi vb. gibi yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarının hiçbirinin üzerine tam gidilmemesi, DSP’nin önderliğindeki hükümetlerin de sonu oldu. Üstüne üstlük bir de banka hortumlama vakalarının patlak vermesi DSP’yi tamamen sildi. 2002 seçimlerdindeki tablo bu duruma kesilen ağır faturaydı. AKP yüzde 34,2 ile büyük çıkış yaparken, CHP yüzde 19,3 ile önemli bir oy oranı elde etti. DYP yüzde 9,5, MHP yüzde 8,3, ANAP yüzde 5,1, DSP yüzde 1,2 ile adeta silindi.

Akıllara kazınan yolsuzluk sözleri



Süleyman Demirel: Verdimse ben verdim
(İLKSAN skandalı)

Murat Karayalçın: Pırıl pırıl bir parti teslim aldım (İSKİ yolsuzluğu sonrası)

Tansul Çiller: Bir dolandırıcının iddialarına kaldılar. Başım dik, dimdik ayaktayım. Başım göğe değecek kadar dik. (Selçuk Parsadan vurgunu ile ilgili)
Hüseyin Parsadan: 14 yıl kaçtım, 4 yıl daha kaçsam zaman aşımı olacaktı. Vallahi sizleri tebrik ediyorum. (Yakalandığında polislere söylediği söz)
Zühre Parsadan: Eşimin mesleğine dolandırıcılık diyorlar. Oysa o çok dürüst. Hiç fakirden çalmadı. Hep zenginden aldı. (Eşi Selçuk Parsadan’ı savunurken)
Selim Edes: Rüşvetin belgesi mi olur p..venk. (Emlakbank skandalı ile ilgili mahkemede kendisine rüşvet verdiğini söyleyen Engin Civan'a hitaben)
Mesut Yılmaz: Ucu nereye giderse gitsin, hangi isme ulaşırsa ulaşsın, benim yakınım dahi olsa açılan soruşturmalardan dönüş olmayacaktır. (Hakkında cetelerle işbirliği ve yolsuzluk iddialarıyla ilgili Meclis’te soruşturma açılmadan önceki konuşması) Kardeşi Mavi akım antlaşmasına takıldı..,


http://www.radikal.com.tr/turkiye/yolsuzlugun_cezasini_secmen_kesiyor-1168705

..