3 Ağustos 2015 Pazartesi

Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?




Türkiye PKK ve PYD’ye Ne Yapmalı?


Şanlı Bahadır Koç   tarafından yazıldı.


ABD ile görüşmeler ve anlaşma nihayetlenmiş değil tabii ama henüz ABD'den somut olarak ne aldığımızı anlamak kolay değil. Şu anda görünen ABD PYD'den vazgeçmiş veya vazgeçecek gibi değil, bahsedilen bölgeyi ve sivilleri korumak ve Esad'ı vurmakla ilgili herhangi bağlayıcı bir taahhüde girmeyi reddediyor. Adı bir kere telaffuz edildikten sonra ABD’nin artık İncirlik’i de cebe atacağını varsayabiliriz. PYD'nin söz konusu bölgeye girip girmeyeceği bile belli değil. Ayrıca bu bölgede sadece siviller ve muhalifler için havadan ve dışarıdan korumayla istenilen düzeyde bir korunma sağlanabileceği şüpheli. ABD’nin Türkiye'nin istediği grupların buraya hakim olmasını kabul edip etmeyeceği meçhul. PKK-PYD’ye "yine açığa düştünüz, ABD yine sattı sizi” denecek bir şey henüz yok. 
Bu arada anlaşmanın varlığının belli olmasından sonra yerli ve yabancı medyaya çelişkili, muğlak ve havada denebilecek bazı bilgi, değerlendirme ve demeçler yansıdı. Bunların kısmen tarafların pazarlık pozisyonlarını güçlendirmek için sızdırıldığı ve manipüle edildiği düşünülebilirse de, tarafların gerçekten anlaştılar mı, varılan ön mutabakattan farklı şeyler mi anladılar, biri öbürünü ya da bizi kandırıyor mu, yoksa kervan yolda mı dizilecek, bu tam belli olmadı. Bu yazı yayınlandığında resim bir parça daha netleşmiş olabilir ama müzakere sürecinin haftalar ve hatta daha uzun sürmesi de sürpriz olmaz çünkü aslında tarafların pozisyonları, amaçları, öncelikleri ve olayları değerlendirmeleri arasında önemli farklar var. Türkiye’deki koalisyon görüşmeleri, PKK ile yeni çatışma durumu, ABD-İran anlaşmasının geleceği ve IŞİD’in bölgede yaratmaya devam ettiği yıkım da olayların seyrini etkileyebilecek ve araya sürprizler sokuşturabilecek faktörler arasında.
PKK
“Çözüm süreci” denilen şeyin ve çatışmasızlığın PKK’ya ne kadar yaradığı artık herkes için açık olmalıdır. Bunun neden ve şekillerini daha önce yazmıştık. Daha çok demokrasi, açılım, müzakere ve süreç PKK’yı zayıflattı mı, güçlendirdi mi? Efendim? Demek ki, liberal şablonlar, planlar ve teoriler her zaman doğru çıkmıyormuş değil mi? PKK en son 2011’de vurulmuştu. Örgütü böylece kendi haline bırakmanın onun palazlanması, eğitim, siyasi yayılma, alan kontrolünü ele geçirme, meşrulaşarak yabancı ortaklarla bir kısmı gizli bile olmayan ilişkiler geliştirme, sadece kendi seçmeni değil halkın geneli gözünde de imajının kısmen rehabilite etme, ona oy vermenin sadece Batı’daki Kürtler için değil “Nişantaşı ve Cihangir’deki beyaz Türkler” için bile kabul edilebilir bir şey haline gelmesi gibi sonuçları oldu. Bunların çoğu kolaylıkla tahmin edilebilirdi. PKK arada ayrıca kahraman, kadın ve hatta çevre hakları savunucusu oldu. Türkiye'nin, o da şimdi değil ileride, PKK'yla yapabileceği müzakereyi en azından önemli bir süre için çatışmasızlık olmadan yürütebilmesi gerekiyor. “Türkiye PKK'ya ölçülü, orantılı ve kısa cevap vermeli" diyenler ciddi şekilde yanılıyor. NATO’nun da Türkiye’ye orantılı ve sınırlı tepki vermesinin istenmesi anlaşılır gibi değildir. Bir terör örgütüne askeri tepki verirken, eğer sivillere zarar verme de söz konusu değilse, neden ölçülü olunsun ki? Ayrıca örneğin ABD tarihte kendisine yapılan hangi saldırıya sadece orantılı cevap vermiştir? PKK sana tokat attığında senin ona sadece tokatla karşılık vereceğini bilirse ve sen bunu caydırıcılık sanırsan çok -çook!- tokat yersin. Türkiye'nin PKK’ya karşı haklı, gerekli ve ertelenemez nefsi müdafaası güçlü, orantısız, ucu açık olmalı. Bu çatışmada insiyatif bizde olmalı, çatışmanın temposunu –elbette tamamen değil ama büyük ölçüde- biz belirleyebilmeliyiz ve “tırmandırma hakimiyeti” (“escalation dominance)” Türkiye’de olmalı. PKK’nın bu çatışma safhasından ciddi yara, kayıp ve gerilemeyle çıkmaması bizim için yenilgi olur. Büyük ölçüde kendine fazla güvenerek başlattığı bu çatışmadan sonra PKK’nın Türkiye’ye karşı aynı şeyi bir daha aklından bile geçirmemesi gerekiyor. Tabii bunları böyle ifade etmek kolay da nasıl başaracağız bunu? Ve tabii PKK’nın da eli armut toplamıyor. Ayrıca unutmayalım PKK için ne kendi ne ortadaki ve ne de karşıdaki insan hayatının önemi var. Bu “iğrenç” bir şey ama bu tür bir mücadelede belki de önemli bir avantaj da onun için. 
Bu nedenle başlangıçta şunu sormalıyız kendimize, gelecekte, belki de yakın gelecekte yaşanabilecek büyük çaplı askeri ve sivil kayıplara rağmen bu mücadeleyi sürdürmek istiyor muyuz gerçekten? Çünkü eğer işi yarı yolda bırakacak ve tekrar 1. kareye döneceksek o zaman bütün bu insanlar bir hiç için ölmüş olur. Çatışmanın amacının PKK’yı masaya getirmekle sınırlı olması gerektiğini söyleyenler de yanılıyor. Çünkü aslında PKK zaten pazarlıktan kaçıyor sayılmaz. Sorun onun (aslında anlaşılır bir şekilde) Türkiye’nin mücadele etme iradesini kaybettiğini düşünmesinde ve bunu masada kendince kazanımlara tahvil etme isteğinde. Operasyonların amaçları arasında kamu otoritesinin şüphe bırakmayacak derecede tekrar tesis edilmesi gerekiyor. Bu otoritenin hem de göz göre göre kaybolması AKP’nin belki de en büyük hatasıydı. Artık AKP’nin bölgedeki tabanı ve liderleri de bunu açıkça belirtip şikayet ettiklerine göre bu konuda ciddi olduklarını umabiliriz. Bunun dışında PKK’nın askeri olarak ülke dışına çıkarılması da gerekiyor. Türkiye’nin artık PKK ile örgütün silah tehdidinin gölgesi altında taktik düzeyde olanlar hariç esaslı hiçbir müzakereye girmemesi gerekiyor. 
PKK liderlerinin yarına sağ çıkamayabileceklerinden korkmaya başlamaları hem bu ara amaçlara ulaşmak ama hem de makul nihai sonuca varmak için gerekli. PKK verdiği alt düzeyde kayıpların yerini çok zorlanmadan doldurabiliyor. Bölgenin ekonomik, sosyal ve kültürel dokusu bunu daha uzun süre mümkün kılabilir. O nedenle PKK’lı militanları öldürmek tek başına örgütün moral gücünü, amaçlarını, taleplerini ve bunlara ulaşma umudunu azaltmıyor. Terörle mücadele literatüründe liderlerin ortadan kaldırılmasının terör örgütlerinin gücü, devamlılığı, talepleri ve performansına nasıl etki yaptığı konusunda farklı görüşler var. Bize göre PKK liderlerini hedeflemeyen, hatta buna öncelik vermeyen bir mücadelenin sonuç alması çok zor olur. Bayık ve ekibinin kalbine korku salmadan onları makul bir müzakere kıvamına sokmak neredeyse imkânsız. Bunun için de liderleri sürekli takip etmek, onlarla ilgili anlık ve nokta istihbarat üretebilecek durumda olmak gerek. Bu kolay değil ve şimdiye kadar Türkiye’nin bu yeteneği geliştirememiş olması gerçek bir skandal. MİT ve askeri istihbaratın başına getirilecek kişilerden belki de ilk önce PKK liderlerine yönelik istihbaratın geliştirilmesi istenmelidir. Bu sağlandığında da, PKK ile o anda müzakere ediyor bile olsa yüksek değerde hedef tespit edildi mi vurmaktan kaçınmamak gerek. PKK'nın her saldırısı ya da tehlikeli hamlesine misliyle karşılık verebilecek istihbarat, ateşgücü, koordinasyon ve kararlılığa sahip olmamız gerekiyor. Bu arada tabii dağa çıkmanın yaz kampına gitmek olmadığı, gidenlerin beyninin kayaların üstünde yapışıp kalabileceğini düşündürmek de önemli. Ama bölgedeki insanlarda oluşan, “bu savaşı PKK’nın kazanacağı”na dair algının kırılması ise hayati. Sonuçta PKK’nın askeri varlığının sonlandırılması elbette müzakereyle olacak ama bu kesin ve kaçınılmaz bir şey değil. Şunu kabul edelim, Türkiye’nin bu savaşı kaybetmesi özellikle yapageldiği hata ve eksikliklerde ısrar ederse ciddi bir olasılıktır. Bu aşamada Türkiye’nin uzun bir süre müzakereden bahsetmemesi gerekiyor. Müzakere konusunu çok çabuk ve istekle dile getirmek karşı tarafa bizim savaşma irademiz, sabrımız, kayıp vermeye ve acıya dayanıklılığımız konusunda arzu edilmeyen olumsuz sinyaller gönderiyor. Hâlbuki Suriye ve Irak’ta eli dolu olan ve işi tırmandırırsa ABD ile girdiği yeni ilişkiyi riske edecek olan taraf PKK. Türkiye şu anda askeri dikkat ve enerjisini büyük ölçüde PKK’ya odaklayabilir. Elbette IŞİD de var ve Suriye’deki “bölge”yle ilgili olarak gireceğimiz taahhütler de askeri yükler getirecek ama onlar ikincil önemde. Sonuçta PKK için ne kendi ne de bu taraftaki insan kaybının önemi var. O yüzden liderlerin peşinden gidip onlara ölüm korkusu salmak gerekiyor. Yani ceviz ağaçlarının altında yayılıp meyve yerken korkmalı PKK liderleri ki masaya geldiğinde makul olsunlar. Tabii sadece bu değil ve bu da kolay bir şey değil ama gerekli ve mümkün. Liderlere yönelik nokta, vur-kaç komando operasyonları lazım, bunun için de eğitimli, çok çok iyi eğitimli personel, cesaret (çünkü riskli) ve tabii nokta ve anlık istihbarat. Önümüzdeki dönemde MİT’in artık barış istihbaratından önce savaş istihbaratına odaklanması gerekiyor: Hedefler, ilişkiler, toplantılar, şemalar, siyasi ve askeri planlar, adresler, kamplar, eylem hazırlıkları, hücreler, silah sevkiyatları, elektronik haberleşme, para transferleri, düşünme biçimleri ve karar alma mekanizmaları istihbaratı. PKK’nın üst düzey yetkililerine yönelik istihbarata önem verilmesi gerekiyor. IŞİD Türkiye’ye ABD’ye olduğundan daha büyük bir tehdit mi? Evet. Ama PKK da, hem IŞİD’e göre hem de tüm radikal örgütlerinin toplamının ABD’ye olan tehdidinden daha büyük bir tehdit Türkiye için. Bu kadar basit, adeta matematik kadar kesin ve açık bir şeyi anlamak o kadar eğitimli anlı şanlı entelektüel için niye bu kadar zor oluyor? IŞİD bu oyunda sadece karakter oyuncusudur (“tecavüzcü Coşkun”?), tabii engellenmelidir, etkisiz hale getirilmelidir. Ama Türkiye için esas büyük uzun dönemli tehdit o değildir. Ona bakarak ve odaklanarak PKK’yı gözden kaçırmanın açıklaması olamaz.
Bu arada Türkiye’de kurulacak hükümetin bu mücadeleyi kararlılık ve ustalıkla sürdürecek türden olması da çok önemli. Bu nedenle PKK ile mücadeleyi önemseyen partilerin mevcut tercihlerini gözden geçirmeleri gerekebilir. Bu konuda son olarak şunu söyleyelim: Türkiye "iyi  insan" olarak PKK’yı yenemez. Savaşı kazanmak için PKK’ya karşı zalim, şımarık, dengesiz, küstah ve kinci olmalıyız. Bunlar kulağa hoş gelmeyen sıfatlar olabilir ama başarı için gereklidir. PKK’nın başarılı olma umudunu kırmalıyız, ki şu anda bu tarihi olarak en zirve noktalarından birinde, belki de yükseğindedir. Başarılı olmanın ahlaki getirisi bu belki rahatsız edici sıfatların önemini azaltacak ve onları affettirecektir. Zayıflık, yavaşlık, erteleme, kararsızlık, gevşeklik, sabırsızlık, yumuşaklık, unutkanlık, bağışlayıcılık gibi şeyler çatışmanın uzamasına ve çok daha fazla insanın ölmesi veya hayatının mahvolmasına neden olmaktadır.  İşte tam bu nedenle terörle mücadelede teröriste karşı yumuşak olmak sadece teknik değil ahlaki bir kusurdur da. “İyi olmaktansa korkulan ve saygı gören olmalıyız.” Yoksa bu kavgayı ya kaybederiz ya da sonuçlandıramadan çok kayıplar verir ve acı çekeriz.  İlk jest ve şirinlikte hemen yine çözüme dönecekmiş gibi davranmayalım ve dönmeyelim. PKK ile mücadele konusunda HDP dışındaki partilerin aralarındaki tüm husumet, şüphe ve görüş ayrılıklarını bir kenara bırakarak bir araya gelebilmeleri ve temel konularda anlaşabilmeleri gerekiyor. Bunu yapamazlarsa da bu konuda kimin hangi pozisyona sahip olduğunun net bir şekilde ortaya çıkması ve seçmenin de sandıktaki tercihini belirlerken bunu biliyor olması iyi olur. 
HDP
HDP’nin şiddeti desteklememesi, ki bunun doğruluğu bile tartışılır, yeterli mi? Şiddete net, aktif ve istikrarlı bir biçimde karşı çıkması da gerekmiyor mu? HDP’nin “elinde silah yok.” Burada hukuki bir suçlamanın hazırlığı anlamında değil analitik olarak soralım. HDP’nin PKK’dan farklı hangi konuda neyi var, talep, pozisyon, prensip, amaç ve felsefe olarak? HDP, PKK’yı “dinliyor” mu? Kullanıyor mu? En önemlisi onun kurduğu fiziki ve psikolojik baskıyla oy alıyor mu? HDP, PKK’dan bağımsız mı? Farklı mı? Ona yardım ediyor mu? Ondan yardım alıyor mu? HDP’nin hızlı ya da yavaş bir şekilde çözümün içeriği konusunda PKK’dan farklılaştığı iddia edilebilir mi? HDP PKK’yı eleştiriyor mu? Ona silah bırakma çağrısı yapıyor mu? PKK eylemlerini kınıyor mu?  Seçim sürecinde Demirtaş’a şu sorular tekrar tekrar sorulmalı değil miydi? PKK’ya yönelik eleştirileriniz neler? Onlarla direk görüştüğünüzde de bunları söylüyor muydunuz? Hiç PKK’dan emir aldınız mı? Bu arada acaba PKK ile yapılan görüşmelere 1) HDP dışındaki partilerin ortak oluşturdukları talep ve pozisyonlarla çıkılabilse sonuç ne olurdu? Hatta bu görüşmelerde diğer parti temsilcileri de gözlemci olarak katılsa bu teknik ve lojistik olarak imkansız mı olurdu? Görüşmeler bu şekilde yapılsa ve yine sonuç çıkmasa bu “çözümsüzlük” Türk tarafı için çok daha meşru ve silahlı mücadeleye başvurmak daha kolay, erken, güçlü ve etkili olmaz mıydı? Bunlar birçok kulağa masal gibi gelebilir ama bizce daha çok “devlet adamlığı yaratıcılığı eksikliği” olarak görülebilir.
Barzani
Bu arada Barzani kendi otoritesini giderek daha açıktan sarsan PKK’dan tehdit algılama, Ankara’yla kendi açısından hayati enerji ve ticaret ilişkisi, Bağdat ile yaşadığı gerilimlerden bunalma ve hatta İran’ın artan etkisinden duyduğu rahatsızlık gibi nedenlerle son krizde Türkiye’ye destek verdi. Sonuçta PKK’nın davranışlarının savunulamayacak türden olması da bir faktör olabilir. Ama PKK’dan sadece askeri değil artık belki siyasi olarak da çekinen Barzani’nin bazı durumlarda bu tavrını değiştirmesi de şaşırtıcı olmaz. Bir de Barzani’nin içinde yaşadığı iç ve dış sıkışıklıktan tüm açmaz, zorluk ve risklerine rağmen bağımsızlık kartını çekerek çıkmayı denemesi ihtimalini de göz önünde tutmalı. Hatta belki bunun için kafasında bir takvim belirlemiştir de Türkiye’ye açık desteği bununla ilgilidir. Düşük de olsa bu ihtimal gerçekleşirse Türkiye’nin PKK karşısında sözlü destek aldığı Barzani’ye nasıl tepki vereceğini önceden kararlaştırması doğru olabilir. Bu cevabın olumlu olmaması gerekir diye düşünüyoruz ama bu konu belki üzerinde biraz düşünmeyi tartmayı gerektirebilir. 
PYD
ABD’lilerin ikili görüşmelerde PYD-PKK ilişkisi –aslında birliği- konusu açıldığında tam ne dediklerini bilmek ilginç olurdu. Tabii burada konunun ayrıntılı olarak konuşulduğu ve kendileriyle istihbarat bilgilerinin paylaşıldığını varsayıyor ve bunun henüz -hala!- olmadığını düşünmek bile istemiyoruz. Acaba bu toplantılarda bize, “sunduğun kanıtlar yetersiz” mi deniyor,  “eskiden öyleyse bile bunlar artık PKK değil, sen de fazla uzatma” mı? Yoksa iki örgütün aslında aynı şey olduğu kabul ediliyor ama sadece IŞİD’e karşı savaşan başka etkin güç olmadığı için bu durumu kabullenmemiz gerektiği mi? Washington’daki basın toplantıların katılan muhabirlerin sözcüleri bu tür sorularla açması belki enteresan yeni tartışmalar ve gerçeklerin kapısını açabilirdi. ABD’nin kendisinin de bilmemesi mümkün olmayan PYD-PKK birliği konusunda yeterince sıkıştırılmış ve utandırılmış olmamasını Türk devleti ve medyasının ciddi boyutta ortak bir ayıbı ve beceriksizliği olarak görmeliyiz. Konuyu uzatmak istemiyoruz ama örneğin Obama’nın kendisinin bu yönde bir soruya ABD’nin pozisyonunu bizim lehimize az da olsa esnetmeden ve bazı itiraflarda bulunmadan cevap ver(e)meyeceğini zannediyoruz. Tabii burada bununla ilişkili şu başarısızlığı da hatırlayalım: Washington Post gibi gazetelerde ABD’nin üstünü çizdiği radikal Suriyeli grupların sözcüleri bile kolaylıkla dertlerini anlattıkları yazılar yayınlatabilirken (kaçırdıysak lütfen affola) Türkiye’nin resmi temsilcileri ya da Türk uzman ve yazarların Türkiye’nin IŞİD, PKK, PYD, terörle mücadele, Suriye gibi konulardaki pozisyon, iddia, öneri, eleştiri, uyarı ve savunmalarını  içeren tek bir yazı yayınlanmamış olmaları acıklıdır. (Bu arada tam bu yazı yayına hazırlandığı sırada Davutoğlu’nun Washington Post gazetesinde Türkiye’nin terörle mücadele pozisyonunu anlattığı yazısı çıktı, 31 Temmuz 2015). Bu durumun Türkiye’ye duyulan önyargı gibi mazeretlerle açıklanması mümkün değildir. Türkiye PYD konusundaki imaj savaşını şu anda ciddi olarak kaybetmiş durumdadır. Bu konuda dünyanın önyargılı olduğu doğruysa bile bizim de iyi bir performans gösteremediğimiz söylenebilir. PYD’nin Esat karnesi, PKK ile ilişkisi, yaptığı etnik temizlik, tüm şirin ve ultra ilerici görüntüsü altında Barzani’ye yakın Kürtlere bile alan bırakmaması, yaptığı suikastlar ve tehditler yeterince anlatılamadı.      
ABD’ye şunu kameraların önünde açıkça sormalı değil miyiz? Sen şimdi bu PYD’nin PKK olmadığına ve Türkiye’ye karşı hiçbir şekilde şiddete başvurmayacağına “kefil” misin? Değil misin? O halde beni ne hakla engelliyorsun? Tabii burada akla şu soru da geliyor: Türkiye ABD’ye PYD’ye ilişmeyeceğinin sözünü verdi/verecek/vermeli mi gerçekten? Gerçi, PYD’ye, şu aşamada askeri bir harekât yapmanın, 1) bu örgütün dünyada “şirin” bir imaja sahip oluşu, 2) bize şu an için ivedi bir saldırı tehdidi olmayışı, 3) bunun da etkisiyle Türkiye’nin saldırgan ve kavgacı taraf olarak görülme riski, 4) bölgedeki ABD varlığı ve ABD’nin PYD’yi korumak için neler yapabileceğinin açık olmaması, 5) PYD’yi vurmanın Ankara’nın IŞİD’in koruyucusu olduğu yolundaki temelsiz ama yaygın kanıyı daha da güçlendirme ihtimali ve 6) aslında Türkiye’nin de yüzlerce kilometre genişlikte yeni bir cephe açmaya askeri, siyasi ve psikolojik olarak hazır olmaması gibi nedenlerle denenmemesi/ertelenmesi anlaşılabilir. Ama bize göre Türkiye PYD konusunda kendini bağlayıcı bir taahhüde girmemelidir. ABD PYD’ye PKK ve Türkiye ile ilgili olarak ne kadar baskı yapıyor? Ama aslında bir de şu var: PYD’nin şu anda “uslu ve cici” görünmeyi başarabilmesi bizim için iyi bir şey midir? PYD açık verse ve gerçek doğası ve niyetini kussa bizim için daha iyi değil mi? PYD hem ABD desteğini korumak hem de kendine ikinci bir cephe açmamak için şu aşamada PKK dışı görünmeye çalışacak ve Türkiye’ye ilişmeyecektir. Biz de “bu PYD bize saldırmıyor, iyi çocuklar bunlar, özyönetim, kadın askerler” vs diyecek “faydalı olağan aptallar” olacaktır. Eğer bunun geçici ve yanıltıcı bir sessizlik ve huzur olacağına inanıyorsak o halde ne yapmalıyız PYD’nin gerçek yüzünü kusması için?
Türkiye kendisine karşı aktif silahlı eylemlere katılmış PYD üniformalı PKK’lıları isim isim ayrıntısıyla biliyor mu? Türkiye’nin elinde kaç PYD’linin kaydı var? Bu kayıtla ne kadar ayrıntılı? Bu teröristlerin database’i ne kadar özenli tutuluyor, ne kadar güncel, ayrıntılı, kullanışlı ve analitik? Ne kadar sık kullanılıyor? MİT PKK-PYD ilişkisini somut olarak dokümante edemiyorsa ne için var diye sorası geliyor insanın. Kadro, doktrin, amaç, lider, strateji, kumanda sistemindeki benzerlik ve hatta birliği, aradaki haberleşmelere dayanarak kanıtlamak ve ABD’nin ve dünyanın önüne koymak ve bunu gecikmeden yapmak gerekiyor. Gerçi ABD (zaten halihazırda sahip olması gereken bu istihbaratla yüzleştiğinde bile pişkinliğe vurarak, “haklı olabilirsin, ama napalım bu işler böyle, bu arkadaşlara ihtiyacım var, alış bu duruma” diyebilir. Hatta neredeyse kesinlikle böyle diyecektir. PKK-PYD ilişkisi kanıtlanıp ABD önce utandırılıp sonra bunlarla iş tutmaktan vazgeçirilmeye mi çalışılmalı, yoksa bu hiç ya da çok denenmemeli mi? ABD PYD’den vazgeçebilir mi? Vazgeçmeyecekse ilişkileri germeye değer mi? ABD’yi bu konuda zorlamamanın onu PYD’den tamamen vazgeçirmesi değilse bile ona telkinde bulunmaya ve onun davranışlarını sınırlamaya zorlaması ve desteğini sınırlaması gibi faydaları olabilir. Geçen yazıda söylediğimiz gibi bu aşamada ABD’yi -o da bir parça- suçlu hissettirmekten fazla şeyler ummak doğru olmayabilir. 
Bu arada, Türkiye’de bazılarının sandığı gibi, IŞİD’e karşı Türkiye’nin gönülsüz ve sınırlı da olsa desteği PYD’nin sağladığından daha önemli mi gerçekten ABD için? Bundan emin olmayalım. Kaldı ki, artık Türkiye IŞİD’e karşı aktif mücadeleye katıldıktan ve İncirlik’i operasyonlara açtıktan sonra kolay kolay burada geri adım atamaz. Ama ABD dolaylı ve imalı olarak da olsa şunu diyebilir: “PYD yerine seni seçmemi istiyorsan onun ‘yerde’ yaptığını yapabilmen lazım. Yok bunu bana veremiyorsan o zaman kusura bakma ben PYD ile ilişkimi devam ettiririm. En fazla İncirlik karşılığında bunun ölçek ve alanını sınırlayabilirim. O da benle çok sıkı pazarlık yaparsan. Gevşek olursan onu da unut.”
Bir de şu soruyu soralım ki peşin hükümlü olduğumuz, değişime ve umuda tamamen kapalı olduğumuz düşünülmesin:  PYD PKK’dan esasta, kalıcı ve müspet şekilde farklılaşabilir mi? Bu ne olursa mümkün olabilir? Bunu en etkili nasıl talep, teşvik ve tespit edebiliriz? PYD PKK geçmişinden sıyrılabilir ve artık PKK’lı değil gibi düşünüp hareket edebilir mi? Daha ileri gidelim, PKK’nın kendisinin şimdi PYD’nin olduğu iddia edilen türden “cici” bir şekle bürünmesi mümkün olabilir mi? Son hafta içinde yaşanan olayların gösterdiği ise bunun çok düşük ihtimal olmasının yanında zaten PKK’nın kendisi tarafından da istenmediğidir. 
Şu aşamada PYD konusunu kabullenmek ve zamana bırakmak dışında bir yol yok gibi düşünülebilir. PYD rahat mı bırakılmalı? Peki rahat bırakmanın parametreleri ve kuralları ne olacak? Türkiye PYD’ye aşılmasına kesinlikle tahammül göstermeyeceği açık bazı çizgiler çizmeli, hem coğrafi hem aktvite hem de söylem olarak. Bunlar aşıldığında da ABD dahil hiçbir gücün PYD’nin hem de orantısız sertlikte cezalandırılacağını engelleyemeyeceği bilinmeli. PYD konusunda sürekli iddia, talep, uyarı, sınırlama, ceza ve mühlet verme gibi yollarla uyanık, ihtiyatlı, tetikte, aktif  ve talepkar olmak mümkün ve gerekli. PYD’nin Türkiye’ye karşı dokunulmazlığı de fakto, de jure ve hatta zımnen dahi olmamalı. PYD tarafından Türkiye’ye yapılabilecek en ufak saldırının çok sert karşılık bulacağı açık olmalı. PYD’nin ilerleyen askeri kapasitesine yönelik operasyonlar yapılmalı. Hatta bazen sırf Türkiye’nin caydırıcılığını periyodik bakıma almak için ve rakibi çaresiz hissettirmek için kaprisli olunmalı ve “incir çekirdeğini doldurmayacak bahanelerle” kaprisli bir şekilde PYD vurulmalı ve ABD’nin varlığına rağmen burada patronun kim olduğu hatırlatılmalı. Gerçi bu tür önerilerin Türk karar alıcılar tarafından uygulanmayı bırakın anlaşılabileceğinden bile umutlu değiliz. Düşmanı çaresiz bırakma, tüm umutlarını tüketme amaçlı bu tür adımlar kendileri için fazla riskli, anlamsız ve gereksiz bulunacaktır.   

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/amerika-arastirmalari-merkezi/2015/07/31/8261/turkiye-pkk-ve-pydye-ne-yapmali

..

ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 4



ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ  4



Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -4-
Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -4-
12 Eylül öncesi ne olduğu ilmi bir anlayış ile ele alınmalıdır
1974-1980 sürecinde Türkiye’de yaşanan toplumsal olayları bu çok önemli dış faktörleri tamamen göz ardı ederek izah etmeye çalışmak metodolojik sefalet ve ilmi cinayettir
Röportaj: Fatih ERBOZ

Özel Harp Dairesi/Kontrgerilla-MHP” arasında ısrarla bir bağlantı tesis edilmesi çabalarıyla ilgili değerlendirmeniz nedir?
Gerçekler tamamen saptırılarak, Özel Harp Dairesi ile MHP arasında bir organik ilişki üretilmeye çalışılmış, Alparslan  Türkeş, STD/ÖHD’nin ve onun sivil uzantısı olduğu iddia edilen Ergenekon’un kurucusu olarak tanımlanmaya çalışılmıştır. Aslında bu 1970’li yılların Türkiye siyaseti düşünüldüğünde çok akıllıca bir psikolojik operasyondur. ÖHD-MHP özdeşliği, ne kadar gündeme getirilir ise ÖHD o kadar baskı altında kalacaktır.
1974-1980 sürecinde gerçekleşen eylemlerin sonucunda 5100, çoğu genç olan insan hayatını kaybetmiştir. Bunların yarısını Marksist çizgiyi savunanlar diğer yarısını ise milliyetçi-ülkücü çizgiye oluşturanlar oluşturur. Bu matematiksel sonuç kaba bir şekilde bir güç dengesini de ifade etmektedir. Ancak 12 Eylül 1980’e gelindiğinde MHP siyasal anlamda büyük bir ilerleme kaydetmiş olmasına rağmen, Ülkücü Hareket çok ağır bir darbe yemiş durumdadır. İstanbul, İzmir başta olmak üzere Ege bölgesinde yok edilme noktasına itilmiştir. Ankara’da ise Marksist terör örgütleri büyük bir güç üstünlüğüne sahiptirler. Arkasında iddia edilen Özel Harp Dairesi’nin sistemli ve örgütsel desteği olan Ülkücü Hareket söz konusu olsaydı, 12 Eylül 1980’de güçler dengesinin bu şekilde olması mümkün olmazdı.


Siz “kontrgerilla” diye bir örgütün olmadığını mı düşünüyorsunuz?
“Kontrgerilla örgütü” kavramının ortaya çıkışı da ilginçtir. Sorgulama ve işkenceler sırasında sorgulananlara, sorgucular kendilerinin çok gizli, Genelkurmay Başkanlığına bağlı Kontrgerilla örgütünden bahsetmişler ve bu “örgütün” adı bu şekilde duyulmuştur. Oysa, kendi siyasi muhalifi olan komünistleri sorguya çeken gizli bir örgüt eğer sorguya çekeceklerini sorgulama sonrasında fiziksel olarak ortadan kaldırmayacak ise varlığını açıklamaz hele muhaliflere hiç açıklamaz.. “Kontrgerilla”, bir örgütten çok sorgulamada sorgulananları psikolojik olarak yıkmak için kullanılmış bir psikolojik operasyon aracı, sanal bir örgüttür. Sorgulamaları ise Emniyet ve MİT’ten bir uzman heyetin yaptığını anılarından anlıyoruz. Sorgulamalarda askerin etkisi Sıkıyönetim Komutanlığı aracılığı ile olmuştur. Özetle, ben kastedildiği şekli ile “Özel Harp Dairesi” eksenli olarak oluşmuş bir “Kontrgerilla” örgütünün olmadığına inanıyorum.


Kontrgerilla yok diyorsunuz. Ancak ortada büyük iddialar var. Örneğin 6-7 Eylül 1955’de İstanbul’da Rum kökenli yurttaşlara karşı girişilen eylemlerin arkasında Seferberlik Tetkik Dairesi tarafından düzenlendiği iddia ediliyor. Ecevit Kılıç da bu görüşte zaten...Bence bu iddia akla aykırı. 1955’de Seferberlik Tetkik Kurulu daha çok genç, karargah kuruluşunu Ağustos 1995’de ancak tamamlamış bir örgüttür. Seferberlik Tetkik Dairesi Başkanı Daniş Karabelen de 25 Ağustos 1955’de görevinden alınmış ve yerine bir başka atama yapılmamıştır. Her şeyden önce bu kadar önemli bir operasyonu yürütecek bir örgütün başsız bir şekilde operasyona sokulması akla aykırıdır.
Öte yandan 6-7 Eylül olayları ise bizzat Başbakan Adnan Menderes tarafından yönetilmiş bir operasyondur. Operasyona Selanik’te Atatürk’ün evinin bombalanmasına Selanik Başkonsolosu aracılığı ile Dışişleri Bakanlığı, propaganda boyutuna Demokrat Parti’nin yayın organı ve DP’li milletvekili Mithat Perin’in Ekspres adlı gazetesi, İçişleri Bakanlığı ve istihbarat örgütü dahil olmuşlardır. 6-7 Eylül olaylarının gerçek amacı, Rum sermayesinin tasfiye edilerek, politik temsilciliğini DP’nin yaptığı Anadolu girişimcilerine yol açmaktır. Seferberlik Tetkik Dairesi’nin 6-7 Eylül ile ilişkilendirilmesinin temel gerekçesi olarak ortaya bir dönem bu örgütte komutanlık yapmış olan E. Org. Sabri Yirmibeşoğlu’nun 6-7 Eylül olayları için “özel harp operasyonu” demiş olmasıdır. Bunun anlamı, olayların Seferberlik Tetkik Dairesi tarafından düzenlendiği değil, operasyonun tekniğinin özel harp tekniği olduğudur.


Peki 12 Eylül öncesinde kontrgerilla yok ise tahrikleri kim yaptı? Bu çok iyi bir soru. Çünkü 12 Mart öncesinde de 12 Eylül öncesinde de bir hatta bir çok tahrik merkezi var. MHP Genel Başkanı A. Türkeş ve Genel Merkezi’nin olayların durması için yaptıkları her girişimden sonra yeni bir tahrik girişimi gerçekleşiyor. Örneğin, MHP Genel Merkezi, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganını yasakladıkça sanki bir el bütün Ankara’yı bu slogan ile donatıyor. Bazı sol merkezlere ve kişilere yapılan toplu katliam türü saldırılar var. Bu eylemler Ülkücü Harekette de şaşkınlık yaratıyor. Bazı silahların iki tarafın eylemlerinde kullanıldığı tespit ediliyor. Özetle 12 Eylül öncesinde ortada Ülkücü Hareket ve komünist eylemciler dışında başka unsurlar var.
Kimlerin olduğunu Türkiye’nin uluslararası ilişkiler zeminindeki konumundan bağımsız olarak belirleyemeyiz. Bu unsurların kim olduğunu tespit etmek için önce doğru yöntemi tespit etmeli sonra bu yöntem ile olguları tespit etmeliyiz. Soğuk Savaş döneminde Türkiye öncelikle Sovyetler Birliği’nin ve müttefiklerinin hedefi. Sovyet istihbaratı Türkiye’deki istikrarsızlaştırmadaki önemli unsurlardan birisi. Aynı husus Bulgar istihbaratı için de geçerli. 1974 sonrasında Yunan istihbaratının da Türkiye’deki çatışma zeminin gelişmesi için çalıştığını biliyoruz.
Sovyetlerin en sadık müttefiki Bulgaristan, Türkiye’de terörizm sürecinde kullanılan silahların ana kaynağı olmuştur. Sovyetlerin de 1970’li yıllarda Türkiye’de Moskova çizgisindeki birçok Marksist örgüte destek verdiği bilinmektedir. Batı Dünyası da 1970’li yıllarda çıkan çatışmalarda Türkiye’den Kıbrıs Barış Harekatının intikamını almıştır. Özetle, Türkiye çok boyutlu bir istikrarsızlaştırma operasyonu ile karşı karşıyadır.
Suriye istihbaratının olayların içinde olduğu örneğin Kahramanmaraş’taki eylemlerde önemli bir rol oynadığını biliyoruz. Örneğin MHP ve Ülkücü Hareket’in üzerine yıkılmaya çalışılan Kahramanmaraş olayları çok önemli bir örnek olaydır. Olaylar gerçekleşirken CHP iktidardadır. CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı olaylardan hemen sonra Kahramanmaraş Olaylarını komünist örgütlerin gerçekleştirdiğini açıklamış ve Ecevit tarafından görevden alınmıştır.
Kahramanmaraş olaylarından Devrimci Halkın Birliği Örgütü lideri Garbis Altınyan olaylarının tertipçisi olduğu gerekçesi ile Adana Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından 1982’de mahkum edilmiştir. Kahramanmaraş’ta olayların çıkmasına neden olan iki sol görüşlü öğrencinin öldürülmesinin DHKP/C Dev-Savaş örgütü içinde bir fraksiyon çatışmasının sonucu olduğunu ve bu cinayetlerden dolayı bu örgütün iki militanının 1984’de idam cezasına mahkum olmuşlardır. PKK’lı teröristlerin olaylarda etkin rol üstlendiği Adana Sıkıyönetim Mahkemesinin 1986/104 tarihli kararı ile tespit edilmiştir. Ve basın tarafından Kahramanmaraş Olaylarının 1 nolu sanığı olarak sanki suçlu imiş gibi takdim edilen Ökkeş Kenger (Şendiller) Adana Sıkıyönetim Mahkemesi’nin kararı ile beraat etmiştir. Bütün bunlardan sonra Kahramanmaraş olayları için MHP-Kontrgerilla işbirliği demek bence eğer cahillik değil ise büyük bir çarpıtmadır. Demek ki 1974-1980 sürecinde yaşanan olayları bu çok önemli dış faktörleri tamamen göz ardı ederek izah etmeye çalışmak metodolojik bir sefalettir.
Peki, Türk devleti içinde bir grup veya gizli bir örgüt sistemli bir şekilde MHP’yi ve Ülkücü Hareketi desteklemiş olabilir mi? 12 Eylül öncesinde toplumun genel hatlar üzerinde nasıl bölünmüş olduğunu bilen herkes böyle bir bütünsel örgütsel desteğin mümkün olamayacağının farkında olmalıdır. Çünkü 12 Eylül öncesinde belli ölçüler içerisinde polis, istihbarat ve asker de Türkiye’deki bölünmüşlüğün bir parçası haline gelmişlerdir. Polis örgütü milliyetçi ve solcu olmak üzere iki örgütsel yapı oluşturmuştur.
Ordu içerisinde belirgin bir bölünmüşlük subay kadrosuna sızmıştır. Bazı subaylar komünist örgütlerde ülkücülere karşı kanlı eylemler gerçekleştirmişlerdir. Bu bölünmüşlüğü kısmen engellemek amacı ile 1978 Harp Okulu mezunlarının tamamı komünist oldukları gerekçesi ile ordudan atılmıştır. Bir çok subay da ülkücü oldukları için ordudan uzaklaştırılmıştır.
Bütün bu kurumlar gibi nihayet Özel Harp Dairesi de değişik görüşlerde insanlardan oluşmaktadır. Bu dairenin sistemli bir şekilde MHP’yi ve Ülkücü Hareketi desteklemesi gibi bir süreç derhal bütün kanıtları ile ortaya dökülecektir. Peki bu tespitin anlamı, 1974-1980 sürecinde bürokrasinin özellikle de güvenlik bürokrasisinin tamamen terör sürecinin dışında kaldığı mıdır? Hayır bu zaten mümkün değildir. Bürokrasi terör sürecine üç temel şekilde bulaşmıştır. Sol eğilimli güvenlik bürokratları Marksist örgütlere lojistik dahil her türlü desteği vermişler ve hatta komünist polisler MHP Genel Merkezini basarak makinalı tüfeklerle taramışlardır.
Nedense kimse “kontrgerilla-sol örgütler” işbirliğinden bahsetmemiştir. Milliyetçi güvenlik bürokratlarda bireysel zeminde Ülkücü Harekete lojistik destek vermiştir. Üçüncü tavır ise, devletçi güvenlik bürokratları tarafından sergilenen denge politikası olmuştur. Örneğin Ankara’da Emek 4. Caddeyi denetim altına alan komünist örgütlerin etkin olduğu Diyarbakır Yurdunu dengelemek amacı ile Emek 8. Cadde üzerinde Nenehatun Öğrenci Yurdu kurulmuş ve ülkücü gençlerin etkin olmasına yardımcı olunmuştur.
Sonuç olarak ortada ileri sürüldüğü gibi bir örgütsel yapının olduğunu ispatlamak için gereken kanıtlar yok. Ben de size 12 Eylül öncesinde şu örgütsel yapılar vardı diyemem ancak neyin olmadığını kanıtlar gösteriyor. 12 Eylül öncesinde ne olduğu ise ayrı bir araştırma konusudur. Bu araştırma bilimsel bir anlayış ile, ideolojik önyargıdan uzak, bilgiye dayanarak yapılmalıdır.

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ozel-harp-dairesi-ve-alparslan-turkes-gercegi-4-32045h.htm

ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 3




ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ  3



Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -3-
Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -3-    
Gerilla Okulu Özel Harp Dairesi’ne bağlı değildir

Türkeş’in ders verdiği 1949-1950 senelerinde Özel Harp Dairesi daha kurulmamıştır bile. Türkeş, Çankırı’da 2.5 yıl kaldığını Hulusi Turgut’a, “Şahinlerin Dansı” kitabında anlatmıştır
Röportaj: Fatih ERBOZ

Şimdi tekrar Alparslan Türkeş’e dönelim isterseniz?
Evet haklısınız, çünkü Kılıç’ın Türkeş üzerine kurduğu kurgular burada bitmiyor. Kılıç, s.110’da şöyle diyor: “Özel Harp Dairesini 27 Mayıs’çıların tasfiyesinden kurtaran ve en son dairenin Çankırı Gerilla Okulu’nda öğretmenlik yapan Alparslan Türkeş, kısa sürede nasıl Başbakanlık müsteşarlığına oturmuştu?” Bu cümle başlı başına bir felakettir.
 Türkeş, Özel Harp Dairesini tasfiyeden kurtarmamış sadece TMT’nin Kıbrıs ile ilgili çalışmalarının devamını sağlamıştır bir. İkincisi Gerilla Okulu Özel Harp Dairesine bağlı değildir. Ve Türkeş’in ders verdiği 1949-1950 senelerinde Özel Harp Dairesi daha kurulmamıştır. Türkeş, Çankırı’da 2.5 sene kaldığını Hulusi Turgut’a anlatır. “Şahinlerin Dansı” adlı kitabın 80. sayfasında çok açık bir şekilde ifade edilmiştir bu. 1949-1950 seneleri anlamına gelir bu.
Üçüncü cümle ise tam bir felakettir. Türkeş nasıl kısa sürede Başbakanlık müsteşarlığına geldi sorusu içinde sanki Başbakanlık Müsteşarlığı Özel Harp Dairesi içinde bir mevki imiş gibi ima vardır. Oysa Kılıç da bilmektedir ki Türkeş’in Başbakanlık müsteşarlığının herhangi bir süre ile ilgisi yoktur. 27 Mayıs ihtilali ile ilgisi vardır. Bir yazar üç cümlede üç büyük hatayı ancak bilinçli olarak yapar.


- Sizce Kılıç bilinçli çarpıtma mı yapıyor?
Evet bakın nasıl devam ediyor 110. sayfada: “Özel Harp Dairesi’nin merkezi yapısında görev almamasına karşın Türkeş, daire içinde etkin isimlerdendi. Daireye subay alımında en son testi özel harp öğretmeni olarak o yapıyordu” denmektedir. Bu testleri nerede, ne zaman, nasıl yapıyordu belli değil. Eğer Çankırı’da öğretmenliği sırasında yapıyordu ise henüz kurulmamış bir daireye subay alıyormuş demek Türkeş. Kılıç devam ediyor: “Komando eğitimini tamamlayanlar Türkeş’in vatanseverlik testine katılmaya hak kazanıyorlardı. Sadece testi geçen subaylar Özel Harp Dairesi’nde göreve başlıyordu. Siviller biraz daha hafif olsa da aynı testlerden geçiyorlardı” demektedir. Bu cümleler Kılıç’ın fantezi dünyasının zengin olduğunu gösterir. Ancak yaptığı araştırmacılık adına çok ayıptır.


- Sizin iddianıza göre “çarpıtma” yapan Kılıç, bunun ortaya çıkacağını düşünemedi mi?
Bunu bilemem ancak kitabının yayınlanmasının üzerinden üç yıl geçti ve kimse şimdiye değin bir şey yazmadı bu konuda. 111. sayfada Kılıç şöyle diyor: “Yeni döndüğünde artık kurmay albay’ dı ve yeni görev yeri de Elazığ’dı: Bu sürede Elazığ’ı Özel Harp Dairesi’ne sivil unsurlar yetiştirme merkezlerinden biri haline getiren Türkeş, Milli Birlik Komitesi’nin içinde yer aldı.” Oysa 1958’de Elazığ’da görev yapan Türkeş 1960’da çoktan Ankara’dadır ve 27 Mayıs’ta Milli Savunma Bakanlığı NATO Koordinasyon Şubesi Müdürü idi. Elazığ’daki sivil unsurlar meselesi ise tam bir fantezidir. Türkeş’in Elazığ’da görev dışı esas mesaisini 27 Mayıs’ın hazırlıkları oluşturmuştur.


- “Gerçek dışı” olarak nitelendirdiğiniz başka konu var mı?
Sadece bir değil bir çok husus var. Örneğin, Kılıç 133. sayfada şöyle diyor: “Nazar, savaş sonrasında Nazi yanlısı olan Alparslan Türkeş’le de Amerika’da CIA kampında tanıştı. Tanıştıran kişi ise Pentagon’da Türk Hava Kuvvetleri’ni temsilen bulunan ataşe yardımcısı Agasi Şen’di.” Türkeş’in Washington’da bulunduğu sırada Nazar ile tanıştığı doğru da bunun için CIA kampına gittiği ancak Kılıç’ın kendince yaptığı bir psikolojik harekattan başka bir şey değil.
Kılıç böyle bir çarpıtmayı Özel Harp Dairesi komutanlığı yapmış E. Orgeneral Kemal Yamak’ın hatıralarını çarpıtırken de yapıyor. Kılıç şöyle diyor: “Türkeş de zaman zaman Yeni Delhi’den Kabil’e (Fazıl) Akkoyunlu’yu ziyarete gidiyordu. İşte bu ziyaretler sırasında Türkeş ile tanıştı. Türkeş’in Kabil’e gelişlerini hiç kaçırmıyordu artık. Bu Yamak için ikinci staj dönemi olmuştu. Hem de stajı Alparslan Türkeş’in yanında yapıyordu.”
 Oysa bu konuda Kemal Yamak  “Gölgede Kalan İzler ve Gölgeleşen Bizler”  adlı kitabının 174. sayfasında şöyle demektedir: “Daha sonra aynı şekilde Yeni Delhi’ye atanan, rahmetli Alparslan Türkeş de Afganistan’a Sayın Akkoyunlu’nun misafiri olarak gelecek ve bir sürede Kabil’de kalacaktı.”  Bu ifadeden Kılıç’ın söyledikleri çıkar mı?


-“Özel Harp Dairesi/Kontrgerilla-MHP” bağlantısı iddialarına ne diyorsunuz...
Kıbrıs Barış Harekatı’nın başlamasından bir süre önce Amerikalı yetkililer ile ÖHD yetkilileri arasında Amerikalıların olumsuz yaklaşımlarından kaynaklanan bir gerilim oluşmuştur. Bu gerilimin sonucunda Türk tarafı, ABD’nin her sene Özel Harp Dairesi’ne, askeri malzeme alımı için verdiği bir milyon doları almaktan vazgeçmiştir. Amerikalılar, muhtemelen Özel Harp Dairesi’nin Kıbrıs’ta yaptığı çalışmalardan iyice rahatsız olmaya başlamışlardır.
Barış Harekatının sonuçlanmasından sonra Amerikalılar Özel Harp Dairesi ve onun kurduğu Türk Mukavemet Teşkilatının ne kadar başarılı bir çalışma yaptığını anlamışlardır. Kıbrıs Barış harekatından bir süre sonra, ABD, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı askeri ambargo uygularken, Özel Harp Dairesi’ne karşı ise  “kontrgerilla” sloganı arkasına sığınan bir psikolojik operasyon geliştirmiştir. Ambargo ve psikolojik harekat 1974’de Kıbrıs Barış Harekatından hemen sonra başlamıştır. Ancak bir süre sonra ABD’nin de isteği ile Amerikan ambargosundan doğan boşluğu Batı Alman askeri yardımı kapatmıştır.
Özel Harp Dairesine karşı sürdürülen psikolojik operasyon ise 1980’e kadar sürmüştür. Bu Amerikan operasyonunda Türk sosyalist hareketi büyük bir tuzağa düşmüştür. Bu noktada şunun da altını çizmek istiyorum. Afganistan-İran-Türkiye üzerinden denizlere inmeyi hedefleyen Sovyetler Birliği de böyle bir psikolojik operasyondan çıkar sağlayacak bir güçtür. Ancak ben operasyonun arkasında ABD’nin olduğunu düşünüyorum
Bülent Ecevit, daha sonraki yıllarda yaptığı bir açıklamada 1974’de Kıbrıs Barış Harekatı öncesinde Tümg. K. Yamak’ın kendisine ve Milli Savunma Bakanı Hasan Esat Işık’a yapmış olduğu sunumdan sonra çok rahatsız olduklarını hatta Özel Harp Dairesini ortadan kaldırmaya karar verdiklerini fakat bunun için Kıbrıs Barış Harekatı sonrasını beklediklerini söylemiştir. Oysa Hasan Esat Işık, 1984’de artık Orgeneral ve Kara Kuvvetleri Komutanı olan Kemal Yamak’a yazdığı mektupta şöyle demektedir: “Sizi o zaman sorumlusu bulunduğunuz bir önemli dairenin sorunlarını sunarken asıl tanıdım. O gün ki izlenimlerimi hazla sürdürürüm. Bazı görevler vardır onlar başkasına emanet edilemez, ancak ulusların kendi evlatları ve kendi olanakları ile görülmesi gerekir. Bu gerçek bağımsızlık ve egemenliğin koşuludur. Sunuşunuz bu bilinci her yönü ile yansıtıyordu.” Işık’ın mektubundan anlaşılan, Işık’ın Özel Harp Dairesi ile ilgili olarak Ecevit ile hiç de aynı düşünceleri taşımadığıdır.
Öte yandan dairesine yönelik olarak başlatılan “Kontrgerilla” suçlamaları karşısında dönemin ÖHD komutanı Kemal Yamak, ÖHD’nin hiçbir personelinin, görev almadığının altını çizdiği 12 Mart 1971 muhtırasından sonra gerçekleşen sorgulama ve anti terör operasyonları ile hesaplaştıklarını düşünen Türk sosyalistleri, aslında bir yabancı psikolojik operasyon sürecinin parçası olmuştur.
Üzerinde biraz düşünülse Özel Harp Dairesi elemanlarının 12 Mart sonrasında yapılan sorgulamaları yapmaya hiç de uygun olmadığı anlaşılır. 12 Mart sonrası yapılan sorgulamaları yapacak kadroların Türkiye’nin ve sol siyasetin iç yapısı hakkında detaylı bilgi sahibi olması gerekirdi. Türkiye’de bu sorgulamaları yapacak bilgiye MİT ve siyasi polis dışında kimse sahip değildir. Hele odak noktası Kıbrıs olan Özel Harp Dairesi hiç değildir. Zaten seneler sonra 1982’de içlerine büyük komünist sızma olan ve 1978 devresi Harp Okulu mezunlarının sorgulanması söz konusu olduğunda önce sorguyu yapacak kimse bulunamamıştır. Sonra acaba Kıbrıs’ta TMT içinde Rum-Yunan unsurları sorgulayan subaylardan yararlanılabilir mi diye düşünülmüş fakat uygulamada bu da başarısız olmuştur.
ÖHD ile MHP’nin özdeş olduğu ve MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in STD’nin kurucusu olduğu şeklindeki iddialar MHP ile ideolojik mücadele içinde olan Türk sosyalistlerinin Türk Özel Harp Dairesine açtıkları politik-ideolojik-psikolojik savaşı daha da güçlendirmelerine neden olmuştur. Çünkü Türk solunu sadece geçmişte yapılan sorgulama ve işkenceler üzerinden “Kontrgerillaya” karşı sürekli ve istikrarlı bir muhalefete sevk etmek mümkün değildir.
YARIN:   UYGULANMAK İSTENEN PSİKOLOJİK BİR OPERASYONDUR

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ozel-harp-dairesi-ve-alparslan-turkes-gercegi-3-31984h.htm



ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 2




ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 2



Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -2-

Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş 
Gerçeği -2-
Özel Harp Dairesi’nde hiç görev almadı ama...

Ecevit Kılıç’ın yararlandığı kaynaklardaki bilgilerle de çeliştiğine dikkat çeken Ümit Özdağ, “Türkeş ile ilgili  gerçekler, kurmak istediği bu sahte gerçekliğe uymadığı için görmemezlikten gelinmiş” tespiti yapıyor
Röportaj: Fatih ERBOZ

Çok sıkı okuduğunuz anlaşılıyor, kitabı farklı renklerle boyama kitabına çevirmişsiniz...
Evet ancak ortada öyle büyük bir rezalet var ki bilimsel araştırma adına ve Türkeş ile ilgili öylesine haksız bir kara propaganda yapılıyor ki, bunları gündeme getirmenin zamanı geldi artık diye düşünüyorum. Ecevit Kılıç kitabının ilerleyen sayfalarında mesela sayfa 49’da Özel Harp Dairesi’ni kuran kadroların isimlerini veriyor. Bunların arasında Alparslan Türkeş yok. İlk kez bir doğru ile karşılaşıyoruz Türkeş ile ilgili. Türkeş emekli olduğu 13 Kasım 1960 tarihine kadar Seferberlik Tetkik Dairesinde hiç görev yapmamış. Bu nasıl özel harp kurucusu ki hiç özel harp dairesinde çalışmamış...


- Söylediğiniz şu mu: “Türkeş özel harpçi değil ve özel harp dairesinde hiç çalışmadı.”
Evet. Bunu kastediyorum. Türkeş, değil özel harpçi olmak özel harp eğitimi dahi almamıştır. Özel Harp Dairesinin kuruluşunda veya daha sonraki yıllarda çalışmalarında bulunmamıştır. Aslında Türkeş, Özel Harp Dairesi’nin ne iş yaptığını tam anlamı ile ancak 28 Mayıs 1960’da Seferberlik Tetkik Kurulundan görevli ve Harp Okulundan arkadaşı İsmail Tansu gelip anlatana kadar bu dairenin ne iş yaptığını dahi bilmemektedir. İsmail Tansu, bu olayı çok açık bir şekilde “Aslında Kimse Uyumuyordu” adlı kitabında anlatıyor. Kılıç bu kitabı okuduğu ve Tansu ile söyleşi yaptığı halde Türkeş ile ilgili bu gerçeği kurmak istediği sahte gerçekliğe uymadığı için görmemezlikten geliyor.
Kılıç, İsmail Tansu’nun kitabından özet alıntı yaptığı 109. sayfada şöyle diyor: “Tansu bu gergin bekleyişe son vermek ve daireyle ilgili planları öğrenmek için Cemal Gürsel’e gitti. Ancak randevu verilen kişi Başbakan Müsteşarı olan Alparslan Türkeş oldu. İsmail Tansu karşında Alparslan Türkeş’i görünce hem şaşırdı hem sevindi. Sevinmesi derdini rahat anlatacak olmasındandı. Çünkü Türkeş Özel Harp Dairesini ve görevlerini çok iyi biliyordu.” Bu anlatımdan sonra okuyucu şu soruyu sorma hakkına sahip oluyor. “Eğer Türkeş Özel Harp’in kurucularından ise Özel Harpçi İsmail Tansu neden Gürsel’den randevu istesin ve tesadüfen Türkeş ile görüştüğünde şaşırsın?” Özel Harp Dairesinde efsane olan bir subayı hem de başbakan müsteşarı olmuş. Eğer Özel Harp Dairesi için bu kadar önemli bir subay 27 Mayıs’ın öncü kadrosu içinde ise neden Özel Harp Dairesi 27 Mayıs’tan habersiz ve dışında kalmış... Bu tür soruları artırabiliriz.
Üstelik İsmail Tansu, Türkeş ile görüşmesini Kılıç’ın özetlediği gibi anlatmıyor. (Aslında Kimse Uyumuyordu s. 232) “Türkeş’le daha önceden tanışıyordum. (...) O da öteki ihtilalci subaylar gibi kurulumuzu tanımıyordu. Yalan yanlış dedikodular nedeni ile kurulumuzdan kuşku duyuyorlardı.(...) Kurulumuzu tanıtmak ve gerçekleri anlatmak için Milli Birlik Komitesinde yakın arkadaşlarım vardı. Fakat ben bulunduğu makamı göz önünde bulundurarak Türkeş’e gitmeyi tercih ettim. (...) 28 Mayıs sabahı randevu almadan, tebrik etmek vesilesi ile Türkeş’in makamına gittiğimde beni dostça karşılayıp, kucaklayarak teşekkür etmiş ve oturmam için yer göstermişti (...)Beni dikkatle ve merakla dinleyen Türkeş ”Anlat Tansu anlat vaktim var. Bu çok önemli bir mesele, bulandırılan kafalarımız şüpheden arınsın“ demişti.” Bunları okuduktan sonra Ecevit Kılıç’ın konuyu nasıl çarpıttığı bir kez daha meydana çıkıyor. Bir araştırmacı kaynağa sadık kalmak zorundadır. Kaynağı çarpıtan araştırmacı araştırmacı değildir.


- Türkeş’in Çankırı’da gerilla okulunda ders vermesi Özel Harp Dairesi ile ilişkilendiriliyor. Buna açıklık getirir misiniz?
 Türkeş, Çankırı’da Piyade Okulu’nda 1949-51 seneleri arasında öğretmenlik yapmış. Bu okulda hem “gerilla savaşı” dersine hem “savunma tabyası” derslerine girmiş. Ancak gerilla savaşı dersi vermesi onun özel harpçi olduğunun kanıtı değildir. Zaten dersi alanlar da piyade subaylarıdır. Üstelik bu tarihlerde Seferberlik Tetkik Dairesi henüz kurulmuş değildir.


- Kılıç’ın Seferberlik Tetkik Dairesi’nin bir işgal döneminde harekete geçecek sivil personeli ile ilgili olarak, ABD’nin Türkiye’deki ırkçı-Turancı hareketi nasıl kullanacağına dair tespitlerine ne diyorsunuz?Bu noktada da Ecevit Kılıç büyük bir çarpıtma yapıyor. Kılıç’ın bu yargısını dayandırdığı JSPC 891/6 B Bölümü adlı Amerikan belgesindeki cümleler şöyle: “Türkler politik anlamda güçlü milliyetçi ve antikomünist anlayışa sahipler. Ve Kızılordu’nun Türkler içinde varlık göstermesi milliyetçi duyguların kabarmasına neden olacaktır. Türkiye gizli ordu rezervlerinin kurulması için fazlasıyla uygun bir ülke.” Bu cümleden “Türkiye’deki ırkçı-Turancı hareket” ile ilgili hiçbir şey çıkmaz ancak Türk milletinin milliyetçi eğiliminin güçlü olduğu çıkar. Ancak Kılıç politik felsefesini desteklemek için böyle bir sonuç çıkarabilir. Ayrıca Amerikan belgesinden yapılan tercümenin 2. cümlesinde tercüme hatası var.


- Kılıç’ın sadece Türkeş ile ilgili iddiaları mı yanlış?
Ne yazık ki hayır. Kılıç başka somut çarpıtmalar da yapmış. Örneğin Kılıç David Galula’nın Genelkurmay Başkanlığı tarafından tercüme edilen ve yayınlanan “Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri-Teori ve Pratik” adlı kitabından yaptığı bir alıntı da Galula’nın kontrgerilla örgütlerine “şuursuz terörizm” ve “seçilmiş terörizm” şeklinde iki eylem biçimini önerdiğini ileri sürüp, kitaptan bu eylem biçimlerini anlatan alıntılar yapıyor. Kılıç, Türkiye’de Galula’nın bu kitabı okutularak, bu tavsiyelere uyularak cinayetlerin işlendiğini ima ediyor.
 Oysa kitabın ilgili bölümünde bu eylemler Galula tarafından kontrgerillaya önerilen eylemler değil. Galula bu eylemleri, “Burjuva-Milliyetçi” devrimci hareketlerin eylem biçimlerini anlatırken dile getiriyor. Üstelik Kılıç bu alıntıları yaparken cümlelerin içinden kelime çekerek işine gelmeyen bölümleri çıkarıyor. Nasıl mı? Galula şöyle diyor: “Şuursuz terörizmden maksat ayaklanma hareketleri sebepleri için fazla alaka toplamak ve halkın dikkati bir tarafa çekildikten sonra gizli olarak bulunan taraftarları cezp etmektir.” (“Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri-Teori ve Pratik”, s.52)Kılıç ise kitabının 60. sayfasında bu alıntıyı yaparken, “Şuursuz terörizmden maksat (”ayaklanma hareketleri sebepleri için fazla “-denilen kısmı çıkararak) alaka toplamak ve halkın dikkati bir tarafa çekildikten sonra gizli olarak bulunan taraftarları cezp etmektir” diyor ve cümleyi kendi amacına uygun hale getiriyor.
Kılıç’ın bu çarpıtmasını ikinci çarpıtması izliyor. Galula, Burjuva-Milliyetçi devrimci hareketlerin bir başka eylem biçiminin ise “seçilmiş terörizm” olduğu belirtiyor ve seçilmiş terörizmi şu şekilde tanımlıyor: “Seçilmiş terörizm çabucak şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat, isyanı bastırmakla görevli olan tarafı halktan uzak tutmak, halkı mücadeleye sokmak ve asgari olarak halkın pasif ortaklığını temin etmektir.” (“Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri-Teori ve Pratik”, s. 52) Kılıç bu cümleyi de kitabına tahrif etmiştir. Kılıç’ın kitabında bu cümle şu şekilde aktarılmıştır: “Seçilmiş terörizm çabucak şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat, isyanı bastırmakla görevli olan tarafı halktan uzak tutmak, halkı mücadeleye sokmak ve asgari olarak halkın pasif ortaklığını temin etmektir. “Görüldüğü gibi cümlenin ortasından” isyanı bastırmakla görevli olan tarafı halktan uzak tutmak“ bölümü çıkarılmıştır.
Özetle Türkiye’de Galula’nın kitabının okunduğu kesin ancak Ecevit Kılıç tarafından yapılan kırma ve kesmelere maruz kalmış baskısı değil okunan. Kılıç’ın yaptığı şey çok ayıptır.


- Kıbrıs’ta kurulan ve Rumlara/Yunanlılara karşı savaşan Türk Mukavemet Teşkilatı ile ilgili iddialar neler?Ecevit Kılıç, Kıbrıs’taki Türk Mukavemet Teşkilatından bahsederken ”illegal“ örgüt tanımlamasını yapmaktadır. Bu Ecevit Kılıç’a hakim olan politik ruhu çok iyi ifade etmektedir. Türk Mukavemet Teşkilatı’na ”illegal“ demekle İstiklal Harbini veren Büyük Millet Meclisine ”illegal“ demek arasında hiçbir fark yoktur. İngiliz işgali altındaki bir bölgede kurulan bir örgüt nasıl ”legal“ bir örgüt olabilir ki? Kılıç bununla da yetinmeyip, sayfa 101’de ”Yavru kontrgerilla örgütü TMT’de adada işçi hareketini, aydınları hedef aldı“ demektedir. Oysa TMT sadece Yunan ve Rumlara ajanlık yapan kişileri hedef almış ve öldürmüştür. TMT’nin 1965’de İngiliz petrol şirketi British Petrolumun Baf’taki rafinerisini havaya uçurduğunu biliyoruz. Bu saldırı üzerine Washington ve Londra sarsılmıştır. İşçileri işçi oldukları için hedef alan bir örgüt kapitalizmin en güçlü temsilcisi olan bir şirketi hedef alır mı?
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ozel-harp-dairesi-ve-alparslan-turkes-gercegi-2-31939h.htm

..

ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 1





ÖZEL HARP DAİRESİ VE ALPARSLAN TÜRKEŞ GERÇEĞİ 1


.

Özel Harp Dairesi ve Alparslan Türkeş Gerçeği -1-

Özel Harp Dairesi ve Alparslan  -1-
Çürük kaynaklarla tarihe ışık tutulamaz

Prof. Ümit Özdağ  Türk milliyetçilerini karalamak ve zan altında bırakmak alışkanlığının gazeteci Ecevit Kılıç’ın “Özel Harp Dairesi” adlı kitabında da acımasızca sürdürüldüğünü söylüyor

Türkiye gündemindeki en çarpıcı başlıklardan birisi, askeri darbe iddiaları ve bununla birlikte Özel Kuvvetler Komutanlığı. Bu konularda her gün yüzlerce haber ve makale yazılı ve sanal basında çıkıyor. Eski adı Özel Harp Dairesi olan Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın Kontrgerilla olduğu ile ilgili iddialar ise 1970’lerden buyana gündemde oldu. Bu çerçevede bir kısım basın ve yayın organı tarafından sürekli gündeme getirilen bir iddia da rahmetli Alparslan Türkeş’in Özel Harp Dairesi’nin ilk adı ile Seferberlik Tetkik Dairesi’nin kurucularından ve öğretmenlerinden oluşu ile 1970’li yıllarda MHP ile Özel Harp Dairesi/Kontrgerilla arasında bağ olduğu. Bu kadar iddiaya rağmen bu konuda yazılmış kitap sayısı ne yazık ki çok az. Ayrıca, Türk milliyetçilerinin bu iddialar konusunda şimdiye değin verilmiş çok fazla cevabı yok.
Bu konularda kapsamlı bir çalışma olma iddiası ile piyasada bulunan bir çalışmada gazeteci Ecevit Kılıç’in “Özel Harp Dairesi-Türkiye’nin Gizli Tarihi” adlı kitabı. Ecevit Kılıç’in bu kitabı konu ile ilgili tek kitap olarak tanıtılıyor, aslında çok da yanlış değil bu iddia. Kılıç’in kitabı birkaç baskı yaptı. Ancak Ecevit Kılıç’ın kitabında ileri sürdükleri ile bir süre önce değişik televizyon kanallarında Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın ileri sürdüğü hususlar arasında bazı temel farklılıklar olduğu gözümüze çarpınca Prof. Dr. Ümit Özdağ ile bir söyleşi yaparak bu konudaki görüşlerini sorduk. Ortaya çok çarpıcı iddialar çıktı. Aşağıda bu çarpıcı söyleşiyi yayınlıyoruz.

En temel çarpıtma

- Sayın Özdağ, son günlerde özellikle de Çukurambar’da gerçekleşen ve Sayın Arınç’a suikast iddialarına kadar uzanan tartışmaların odağında olan Özel Harp Dairesi ile ilgili araştırma çok fazla değil. Bunlardan birisi belki de en fazla bilineni Ecevit Kılıç’ın “Özel Harp Dairesi-Türkiye Cumhuriyetinin Gizli Tarihi” adlı kitabı. Oysa siz bu konuda son haftalarda bu kitapta ileri sürülenlerden çok farklı bir Özel Harp Dairesi manzarası çiziyorsunuz. Neden? 

Evet farklı aslında benim okuduğum kaynaklar Kılıç’ın okuduklarından çok farklı değil. Ancak Ecevit Kılıç’ın kitabı çok büyük çarpıtma ve görmezlikten gelmelerle dolu. Kılıç, kaynakları bilinçli olarak çarpıtıyor, yazılmamış şeyleri yazılmış gibi gösteriyor ve kaynak tahrifatı yapıyor. Ortaya böylece olandan farklı bir resim çıkıyor. Kılıç’ın en temel çarpıtması Özel Harp Dairesi’ni İtalyan Özel Harp Dairesi Gladio ile özdeşleştirmesi ile başlıyor. Oysa, Türkiye’de 1952’de kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu ile İtalya’da kurulan Gladio’yu yapı ve işlev açısından özdeş örgütler olarak ortaya koyması. Oysa, karşımızda kuruluş zemini, yapı ve işlev açısından çok farklı iki örgüt var.

- Nasıl farklı, biraz açar mısınız bu konuyu? 

Tabii, bu konunun iyi anlaşılması gerekiyor. Seferberlik Tetkik Kurulu/Özel Harp Dairesi ile ilgili bilinen en temel gerçek, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesinden sonra, Türk Ordusu bünyesinde “Seferberlik Tetkik Dairesi” adlı bir dairenin 27 Eylül 1952’de “Milli Savunma Yüksek Konseyi” nde görüşüldükten sonra hükümetin kararnamesi ile kurulduğudur. Kuruluş kararnamesinin altında Cumhurbaşkanı C. Bayar, Başbakan A. Menderes, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı ve Adalet Bakanının da imzaları vardır. İtalya’da Gladio ise Amerikan istihbarat örgütü ile İtalyan askeri istihbarat örgütü arasındaki bir anlaşma çerçevesinde imzalanmıştır. Bu çok önemli bir hukuki ve politik meşruluk farkıdır.
Seferberlik Tetkik Dairesi, NATO’daki benzeri kuruluşlardan farklı olarak, içinde “İstikrar Harekatı” ve “Psikolojik Savaş” birimleri olmayan, sadece “Gayri Nizami Harp” bölümü üzerine kurulmuş bir yapıdır. Gayri Nizami Harp, üç askeri harekat türünü içermektedir. Bunlar, gerilla harekatı, mukavemet harekatı ve özel kuvvetler harekatıdır. Türkiye’de oluşan yapı, gerek örgütsel gerek stratejik anlayış açısından genel NATO modelinden büyük farklılıklar içermektedir.
İtalyan Özel Harp Örgütü Gladio, “İstikrar Harekatı”, “Psikolojik Savaş”, “Gayri Nizami Harp” bölümlerinin üçünü bünyesinde barındıracak şekilde oluşturulmuştur. Bu fark büyük bir öneme sahiptir. Çünkü örgütsel modeliniz sizin işlevinizi de belirler. Ecevit Kılıç ve onun gibi bir politik sonuca varmak isteyenler, bu kuruluş farkı ve örgütsel model farkını bilmelerine rağmen bilmemezlikten gelmektedirler. Çünkü bu farkı ortaya koyduğunuz zaman daha sonraki çıkarımlarınız tartışmalı hale gelir.

Sömürülmüş efsane
- Peki bu konu üzerinde tekrar duracağız, ancak öncelikle dikkatinizi çeken başka hangi hususların altını çizmek istersiniz?

Öncelikle altını çizmek istediğim husus, Türkiye’de sol hareketin büyük bir bölümüne hakim olan “Özel Harp Dairesi-Alparslan Türkeş-MHP” bağlantısı efsanesini Ecevit Kılıç’ın kitabında acımasız ve kanıtsız şekilde sömürmüş olmasıdır. Müsaade ederseniz bu konunun açığa kavuşması için Ecevit Kılıç’ın kitabından alıntılar yaparak yapılan tahrifatları, çarpıtmaları tek tek ortaya koymak istiyorum. Kılıç şöyle diyor: “Savaş sırasında Türkiye’de tanınmayan Türkeş’in adını Naziler çok iyi biliyordu. Avrupa’daki gizli örgütler üzerinde en kapsamlı araştırmayı yapan ünlü araştırmacı Daniele Ganser’e göre Nazilerin İkinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de bağlantılı olduğu kişi Alparslan Türkeş’ti”.
Kılıç’ın bahsettiği Daniele Ganser’in “NATO’nun Gizli Orduları” adlı kitabı son derece yüzeysel, ikincil ve üçüncül kaynaklara dayalı bir çalışmadır. Kitabın Türkiye bölümü ise kullandığı kaynaklar açısından tam bir felakettir. Bu bölümde kullanılan bir çok kaynak PKK’nın Almanya’da bastırdığı propaganda kitaplarına dayanmaktadır. Nitekim, A. Türkeş ile ilgili iddiasını ileri sürdüğü 393-394. sayfalara baktığımız zaman Ganser’in bu görüşüne kaynak olarak Fikret Arslan ve Kemal Bozay’in yazdığı “Grauen Wolfe heulen wieder” adlı (Bozkurtlar yeniden uluyor) Almanya’da yayınlanan komünist ajitasyon/propaganda kitabı olduğunu görürsünüz. Böyle bir kaynağa dayanarak ortaya attığınız iddia uyduruktur. Kılıç bunu bilmiyor mu? Tabii ki biliyor ancak sözde “ünlü araştırmacı Danser” diyerek kaynağın çürüklüğünü örtmeye ve bu tespiti Ganser’in ürettiğine okuyucuyu ikna etmeye çalışıyor.

Psikolojik operasyon

Kılıç, Türkeş ile ilgili bir başka efsaneyi de özensiz bir şekilde gündeme taşıyor. 1948’de 16 Türk subayı iki ordu arasında yapılan bir anlaşma gereği “gerilla savaşı” konusunda eğitim almak üzere ABD’ye yollandı diyor. Gerçekten de 16 Türk subayı 1948 senesinde ABD’ye yollanıyor ancak subayları Genelkurmay Başkanlığı keyfi olarak seçmiyor. Yapılan İngilizce dil sınavını kazanan 16 subay yollanıyor. Subayların politik görüşlerinin seçilme ile herhangi bir ilgisi yok. Ancak Kılıç, “27. sayfada ” Nazilerin Türkiye’deki bağlantılı ismi olan Alparslan Türkeş “ ve s. 29’da ” Alparslan Türkeş ve Turgut Sunalp’in liste başı olduğu ekip “ diyerek iki çarpıtma yapıyor. Ölçüt dil sınavında yüksek puan almak için liste başı olmayı oluşturacak tek şey dil sınavından yüksek puan almak. Ancak Kılıç, burada gördüğü bir listeye atıfta bulunmuyor sadece psikolojik operasyon yapıyor.
ABD’ye yollanan 16 subay içinde 27 Mayıs’ta Milli Birlik Komitesi içinde ve Alparslan Türkeş’in politik olarak karşısında yer alan Ahmet Kılıç ve Mucip Ataklı da var. Özellikle Ahmet Kılıç, 1970’li yıllarda Türkiye’de solun önde gelen isimlerinden. Kılıç, MBK üyelerinden Suphi Karaman’ın da bu 16 subay arasında olduğunu söylüyor ki bu doğru değil.

Piyade Tekamül Kursu

ABD’ye giden 16 subay gerilla ve özel harp eğitimi mi alıyorlar. Hayır, aldıkları eğitim ” İleri Piyade Tekamül Kursu “. Zaten Kılıç’ta’da Türkeş’in ” Şahinlerle Dans “ adlı kitabındaki anılarına dayanarak eğitimin Georgia’da Amerikan Piyade Okulu’nda gerçekleştiğini ifade ediyor. Kılıç’a göre bu okuldaki eğitim son üç ayında özel harp teknikleri öğretilmiş. Demek ki 3 ayda özel harpçi olunuyormuş!!!
 Ancak Kılıç’ın A. Türkeş’e olan takıntısı burada bitmiyor. Kılıç, kitabının 40. sayfasında Fransa’da kurulan özel harp yapısından bahsederken şöyle diyor: ” Elemanları tamamen Amerika’da özel harp eğitiminden geçirilen bu örgütün baş kahramanı ise Alparslan Türkeş’le benzer özellikler taşıyan Francois Grassouvre’ydi. O da İkinci Dünya Savaşı sırasında tıpkı Türkeş gibi Nazilerin yayında yer almıştır. “ Kılıç, böylece bir yandan büyük bir yalanla Türkeş’i Nazi bağlantılı olarak ortaya koymakta ve ülkesi Fransa Nazi orduları tarafından işgal edilen ve onlarla işbirliği yapan Francois Grassouvre ile benzer göstermektedir. Kılıç’a bu yetmiyor. Sayfa 40’da ” Portekiz’de özel harp örgütünü kuran Yves Guillon’da Türkeş gibi yüzbaşı iken ABD’de eğitim almıştır “ diyerek devam etmektedir. Doğrusu çok etkileyici bir benzerlik... Aslında Kılıç, kitabın değişik yerlerinde ilgili ilgisiz konuyu Türkeş’e getirerek psikolojik savaş metni kaleme alıyor.
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/ozel-harp-dairesi-ve-alparslan-turkes-gercegi-1-31875h.htm

AKİL İNSANLAR GÖREVE




AKİL İNSANLAR GÖREVE


      Hatırlar mısınız, bir zamanlar her biri diğerinden değerli (!) Akil İnsanlarımız vardı? Bu fedakâr insanlar, devlet parasıyla şehir-şehir dolaşıp, beş yıldızlı otellerde yatarak, “Çözüm Sürecinin” ne kadar güzel-tatlı ve faydalı bir şey olduğunu anlatırlardı.
Ne bereketli, şanslı insanlardı bunlar!
Görevlerini yerine getirenler içinde Milletvekilliğini kapanlar oldu. TRT ye bol sıfırlı rakamlar karşılığı dizi yapanlar oldu. Yandaş kanallarda iş tutanlar oldu. Reklam yıldızı olanlar oldu. Haber kanallarında Türk Milletini salak sanıp akıl vermeye kalkan üçkâğıtçılar oldu. Velhasıl oldu da, oldu…
Bu heyet, şimdilerde hiç görünmüyor! Erdoğan’ı yere göğe sığdıramayan, televizyonlarda AKP’yi parlatmak için dokuz takla atan bu Akiller sanki buhar olup uçtular!
Hâlbuki şimdi onlara çok ihtiyacımız var. Kendilerini, kabuklarından çıkarak bıraktıkları yerden göreve devam etmelerini bendeniz, sizler adına rica ediyorum.
Bu kez peşin-peşin ücret ödenmesini öneriyorum. Kiziroğlu Ahmet para bulamazsa, emeklilere yapılacak zammın Akil İnsanlara aktarılması yeterli olacaktır sanırım. Emekliler nasılsa açlığa alıştılar, varsın biraz daha aç kalsınlar. Alt tarafı da, üst tarafı da emekli değil mi?
İzninizle birkaç görevlendirme ben yapayım, gerisini siz getirirsiniz nasılsa!
Kezban Hatemi;
Takma dişleri büyük geldiği için arada bir çıkan nineler gibi konuşan Akil Kezban Hanım Teyzenin görev yeri Diyarbakır olsun. Akil Kezban Teyze, evlerinde uyurken kafalarına birer kurşun sıkılarak öldürülen iki Polisimizin eşlerine-çocuklarına ve yakınlarına “Çözüm Sürecini” bir defa daha anlatıversin bir zahmet.
Özellikle çocuklarına, babalarının PKK tarafından Çözüm Sürecine katkı sağlamak için öldürüldüklerini açık ve net olarak açıklasın. İsyan eden olursa,
öz oğluna yaptığı gibi, şehit ailelerinin tamamını “Akıl Hastanesine” kapattırıversin gari…
Rifat Hisarcıklıoğlu;
Omurgası alındığı için sürekli öne doğru eğik olarak gezen “Saatçi Zafer’in” arazi işlerindeki ortağı Hisarcıklıoğlu da, daha dün şehit edilen iki askerimizin silah arkadaşlarının yanına gitsin.
Uzaktan kumanda ile patlatılan bomba yüklü kamyonun patlatılmasının sebebinin, “Çözüm Sürecine” katkı için olduğunu, ölen askerlerin boşuna ölmediklerini, aksine bu ölümlerin askerliğin fıtratında olduğunu da bir güzel anlatıversin…
Yılmaz Erdoğan;
Türk Milletinden kazandığı paralarla, Kürtçü-Bölücü harekete destek veren “Mükremin Çıtır” da Kandile gidip, oradaki okumuş çocuklara “Çözüm Süreci” nedir diye ders versin!
Belki onları ikna eder de silah bile bıraktırabilir! Niçin olmasın ki?
Etyiyen Mahçupyan;
Bu kişi hem Akil hem de Başdanışmandır. Yani sözü iki defa daha fazla kıymetlidir!
PKK silahlı kadrolarının üçte birini oluşturan Ermeni militanların yanına gidip, “Çözüm Sürecini” açıklamalı, onları aydınlatmalıdır. Mahçupyan ’ın mahcup tazeler gibi, mahcup-mahcup konuşması inanıyorum ki, yürekleri yumuşatacak ve Ermeniler yıllardır yaptıkları Türkleri öldürme alışkanlığından
gönül rızası ile vazgeçecektir…
Bunların yetmediği yerde, Kadir İnanır’ın, Hülya Koçyiğit ile birlikte PKK dağ kadrolarını ziyaret edip, “Na’ber, nassınız nevlatlarım” demeleri, olaya ayrı bir güzellik katacaktır!
Akil İnsanların yanına, “Öcalan’ın olayları okuma kabiliyeti ve tecrübesi var” diyen Yalçın Akdoğan, “Öcalan’ın mesajları bizim de düşüncemiz” diyen genetik harikası Beşir Atalay, “Öcalan dünyanın geleceğini çok iyi okuyor” diyen ilahi okuma ustası Yasin Aktay’da katılmalıdırlar.
Akil İnsanlar ve yanındakiler eğer görev yerlerinden sağ dönerlerse, muhtemelen bir yıl popolarının üzerine oturamayacaklardır!
Eh o kadar sıkıntıyı da bu kutsal görev (!) uğruna çeksinler artık, değil mi?
Canları çok yanarsa Akil gillerden Orhan Babaya takılsınlar. “Böyle acı olur mu” ve “Batsın bu dünya” şarkılarını beraberce okuyup, teselli bulsunlar…
Hadi bakalım Akil İnsanlar, şimdi görev zamanıdır. Görev yerlerinize marş, marş…
Sağlık ve başarı dileklerimle 27 Temmuz 2015
Rifat Serdaroğlu
http://rifatserdaroglu.com/2015/07/27/akil-insanlar-goreve/

..

2 Ağustos 2015 Pazar

VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?




VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?



     İşçi Partisi Olağanüstü Kurultayı’ndan bir gün önce Aydınlık gazetesinde yayınlanan söyleşide partinin Genel Sekreteri Serhan Bolluk,“Pazartesi günü Meclis’te Vatan Partisi milletvekilleri olacak” diyordu. Kastettiği eski CHP milletvekilleri Süheyl Batum ve Birgül Ayman Güler idi. En azından Birgül Ayman Güler’in hem kurultaya hem de partiye katılması garanti olarak görülüyordu. Ama kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’da yayınlanan programda Birgül Ayman Güler, ertesi gün kurultaya katılacağını, ama Vatan Partisi’ne ne kurultayda ne de daha sonrasında üye olmayacağını, Vatan Partisi ile eylem birliği içinde bulunacağını ama kendini seçen CHP seçmenine karşı sorumluluğu olduğundan “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” açıkladı. Dediği gibi de ertesi gün kurultaya geldi, bir köşede oturdu, o kadar… Süheyl Batum ise Kurultay salonuna bile gelmedi ve sadece bir mesaj gönderdi.

Ama hem Güler hem de Batum ile benzer bir pozisyonda olan Tayfun İçli, CHP’den istifa ederek Vatan Partisi’ne katıldı. Birgül Ayman Güler, kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’daki programda CHP’den istifa etmek zorunda kaldığını, istifa etmeseydi de zaten atılmış sayılacağını, disipline sevk edildiğini ve bütün yetkilerinin elinden alındığını bizzat kendisi söyledi. Yani istifasının zorunluluktan kaynaklandığını, bir anlamda istifaya zorlandığını vurguladı. Eğer bu disipline sevk ve yetkilerinden yoksun bırakılma işlemi olmasaydı Birgül Güler Ayman’ın CHP’den istifası ve Vatan Partisi’ne katılması pek olası değildi. Zaten istifa ettikten sonra bile Vatan Partisi’ne katılmaması, “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” özellikle vurgulaması bu yönde bir tutum içinde olacağının açık kanıtıdır.

Süheyl Batum’un kurultay öncesinde ve sırasında Vatan Partisi’nden uzak durmasının ise farklı bir nedene dayandığı iddia ediliyordu. CHP’den hukuka aykırı bir şekilde ihraç edildiğini düşünen Süheyl Batum, partiye dönmek için yasal yola başvurmuştu. Dolayısıyla açtığı dava henüz sonuçlanmadan başka bir partinin kurultayına katılması ve bu partiye üye olması düşünülemezdi. İddiaya göre Batum, açtığı davayı kazandıktan sonra CHP’den istifa edecek ve Vatan Partisi’ne katılacaktı!

Ne var ki Süheyl Batum, daha sonra, CHP’den ihracına neden olan hukuksuz uygulamalar nedeniyle açtığı davayı kazanmasına rağmen, CHP’den istifa edip Vatan Partisi’ne katılmadı!

Dolayısıyla Birgül Ayman Güler ve Süheyl Batum üzerinden Vatan Partisi’nin yapmaya çalıştığı sözde “birleşme-bütünleşme” propagandası iflas etmiştir, kendi elinde patlamıştır. Şu anda da “ileride katılacaklar, bir gün mutlaka birleşeceğiz” türünden umutları canlı tutmaya yönelik mesnetsiz bir söylemle vaziyet geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Emine Ülker Tarhan olayı ise biraz daha farklı… Emine Ülker Tarhan’ın son dönemde ulusal solcu ve Atatürkçü çevrelerdeki yükselen prestiji, İşçi Partisi tarafından erken fark edilmiş ve onun üzerine bilinçle oynanmaya çalışılmıştır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde İşçi Partisi ısrarla Emine Ülker Tarhan’ın aday olması gerektiği propagandasını yapmış, CHP’den 20 milletvekilinin çıkarak onun adaylığını ilan etmelerini talep etmiştir. Ne var ki İşçi Partisi kaynaklı bu talepler CHP’nin muhalif milletvekillerinde destek görmedi. 6-7 milletvekili, sadece genel bir açıklama yaptılar, ama Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı için resmi bir imza toplama süreci başlatılmadı.

Ama daha önemlisi, Emine Ülker Tarhan’ın kendisi de İşçi Partisi’nin bu çağrısına fiilen itibar etmedi. İncelik gösterip teşekkür edildi, benzer türden açıklamalar yapıldı, ama bu işbirliği hiçbir zaman fiiliyata dökülmedi. Tarhan da diğer birçok kesim gibi İşçi Partisi’nden ısrarla uzak durdu. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da ayrı bir parti kurdu, yoluna Anadolu Partisi ile devam etme kararı aldı.

Ne ilginçtir ki o güne kadar Emine Ülker Tarhan’ı yere göğe sığdıramayan İşçi Partisi ve Aydınlık, bu sefer de tam ters bir tutum benimseyip saldırmaya başladılar. Anadolu Partisi’nin TÜSİAD partisi olduğu, neoliberal olduğu söylendi. Kısacası bilinen Aydınlıkçı taktikleri bir kere daha arz-ı endam etti!

İşçi Partisi’nin Vatan Partisi adını alarak kabuk değiştirdiği Olağanüstü Kurultay’da Doğu Perinçek, Anadolu Partisi’ne birleşme çağrısı yaptı. Ne kadar inandırıcı! Ama daha ilginci, bu birleşmenin iki partinin bir araya gelip görüşmeler sonunda kendilerini fesih ederek yeni bir parti kurmaları biçiminde değil de Anadolu Partisi’nin, daha doğrusu Emine Ülker Tarhan’ın Vatan Partisi’ne katılması şeklinde olmasının sağlanmaya çalışılmasıydı. Çünkü bütün bu çağrılara ve birleşme davetlerine rağmen, sürekli söylenen tek şey var:

“Bizim program ve tüzüğümüzü kabul eden herkes ile birleşiriz.”

Açıktır ki böyle bir birleşme olmaz. Bu, aslında “gel bana katıl, benim istediğim gibi hareket et, ben de sana MYK’da bir koltuk veririm”demektir. Vatan Partisi’nin tavrı, bir birleşme ve ulusal cephe yaratma projesi değildir. Aksine, ulusal birlik çabalarını sabote etme girişimidir. Kısır bir partizanlık örneğidir ki kendi siyasal geçmişleri bunun sayısız örneğiyle doludur. Bu tavır, haliyle AKP'ye hizmet eder. Ediyor da zaten... Bunun en son Süleyman Şah örneğinde de somut olarak gördük. İleride daha başka alanlarda da göreceğiz.

Ne var ki sorun sadece Birgül Ayman Güler, Emine Ülker Tarhan, Süheyl Batum örnekleriyle sınırlı değil. Mesela CHP içindeki başka birçok muhalif ulusalcı milletvekili de Vatan Partisi’nden uzak duruyor. Son yıllarda İşçi Partisi ile eylem birliği içinde olan Dilek Akagün Yılmaz, Nur Serter gibi milletvekilleri, önümüzdeki dönemde bir daha milletvekili seçilme şansları da olmadığı halde, partilerinden kopmadılar. Ne kurultayda ne de daha sonrasında Vatan Partisi’ne katıldılar. Hatta Nur Serter, CHP’den milletvekili adayı olmak için başvuruda bulundu!

Bu da ilginç ve düşündürücü bir tablo ortaya çıkarıyor. CHP tabanındaki ulusalcı kesim tarafından tutulan milletvekilleri Vatan Partisi’ne itibar etmiyorlar. Belki açıktan eleştiri yöneltmiyorlar, ama aktif olarak bir birleşme ve katılım yok!

Yine bunların dışında Kurultay’da bazı “sivil toplum örgütü”(!) yöneticilerinin de Vatan Partisi’ne katıldıklarını gördük! Bu katılım töreni, sanki demokratik kitle örgütleri temsilcilerinin akın akın Vatan Partisi’ne yöneldikleri şeklinde bir yanılsama yaratılarak sunuldu topluma… Oysa büyük bir yaygarayla ve törenle üye yapılanlar, zaten uzun yıllardır İşçi Partisi çevresinde olan, onunla yakın işbirliği içinde bulunan, bir anlamda partinin sempatizanı ya da fanatik taraftarı konumunda olan kimselerdi. Yani aslında bir üyelik akını değil, ustalıkla düzenleniş bir “show” izledik.

Bütün bu gösteriye rağmen, mesela 2013 yılında yapılan Milli Merkez Kurultayı’na da katılan, Ergenekon-Balyoz sürecinde İşçi Partisi ile yakın işbirliği içinde olan Ümit Kocasakal’ın ya da ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın neden Vatan Partisi’ne katılmadıkları da sorgulanmaya muhtaçtır. Bu bağlamda daha birçok örnek verilebilir, ama ilk akla gelen, en popüler isimler bunlar olduğu için bu isimleri örnek olarak verdim.

Tabii bir de bu birleşme propagandasının Milli Merkez ayağı var ki, orası apayrı bir hikâye… Hani kendilerini pek tuttuğum ve önemsediğimden değil, ama isimleri son yıllarda sürekli İşçi Partisi ile birlikte geçtiği için Ufuk Söylemez, Hüsamettin Cindoruk, Kamer Genç’in ya da artık CHP’de milletvekili olmayan, ama son yıllarda yine bu çevreyle yakın temas halinde olan Onur Öymen’in Vatan Partisi’nden ve bu partiye katılımdan ısrarla uzak durdukları görülmektedir. Kurultay’dan bir gün önce Milli Merkez’in bundan böyle çalışmalarını ayrı bir şekilde yürüteceğini bir bildiri ile kamuoyuna açıklaması ve sanki “biz bu birleşme-bütünleşme aldatmacasına dâhil değiliz” mesajı vermesi oldukça anlamlıdır.

Peki, Vatan Partisi’ne katılanlar kimler? Hani şu “Vatan’da birleşenler…”?

Bu soruya hamaseti bir yana bırakıp nesnel bir şekilde yanıt vermek gerekirse şu saptamayı yapmak kaçınılmaz oluyor.

2002 yılında AKP’ye iktidar yolunu açan gelişmeler 1990’larda yatar. Bu dönemde, başka birçok faktörün yanı sıra, merkez sağ (DYP-ANAP) ve merkez sol partiler (CHP-DSP) arasındaki kısır ve bitmez tükenmez siyasi çekişme, sonuçta dinci sağı adım adım iktidara taşıdı. Önce REFAH Partisi, daha sonra da AKP, işte merkez sağ ve merkez soldaki bu bölünme sonunda ortaya çıkan uzun dönemli siyasal krizin sonucu olarak iktidar olma şansını yakaladılar. Kısacası AKP’nin iktidara gelmesinde, 1990’lı yılların merkez sağ ve merkez sol partilerinde yer alan politikacılarının basiretsizliği önemli bir etkendir.

İşte bugün Vatan Partisi’ne katılan veya onunla yakın ilişki içinde olan siyasi çevrelerde bu 90’lı yılların eski politikacılarını görüyoruz hep.Hasan Korkmazcan (ANAP), Barlas Doğu (ANAP), Yaşar Okuyan (MHP-ANAP), Tayfun İçli (DSP) ya da Hüsamettin Cindoruk (DYP), Ufuk Söylemez (DYP) gibi… Veya bu partilerin iktidarda olduğu dönemde görev almış Erol Çakır, Mehmet Turgut Oktay gibi bürokratlar… İsmail Hakkı Pekin, Naci Beştepe, Hasan Atilla Uğur gibi emekli askerler…

Bütün bu eski politikacılarının eve emekli askeri ve sivil bürokratların ortak bir paydası var:

12 Eylül…

Vatan Partisi’nin “birleştirdiği” kişilerin hepsi, siyasi ve mesleki kariyerlerinde 12 Eylül dönemi ile beraber yükselmeye başlamış, 12 Eylül’ün yarattığı siyasal ve toplumsal koşullar neticesinde bütün bulundukları yere gelmişlerdir. Vatan Partisi, bir anlamda 12 Eylül döneminin siyasal figürleri birleştiriyor.

Ama ne ilginçtir ki “Parola: Vatan; İşaret: Emek ve Namus” diyen bir partinin 31 kişilik MYK’sında sadece bir “emekçi” var. O da bir emekli sendikacı!

Sonuçta bugünlerin AKP’sine iktidar yollarının açılmasında yadsınamayacak sorumluluğu olan eski politikacı, eski askeri ve sivil bürokratların topluma bir çözüm ve kurtuluşa götürecek kadro olarak sunulması, üstelik bunun bir “birleşme-bütünleşme” edebiyatı eşliğinde yapılması en hafif deyimle milletin zekasına hakarettir. Vatanseverlik her şeyden önce dar parti çıkarlarının ötesine geçebilmeyi, “küçük olsun, ama benim olsun” anlayışını aşıp samimi ve özverişli olmayı gerektirir. Kırk yıllık taşra politikacısı tutumuyla, şark kurnazlığının ürünü bir laf ebeliğini, ulusalcı bir söylemle kısır siyasi hesapların kılıfı yapmayı bugüne kadar kimse yutmadı, bugünden sonra da kimse yutmaz!


Serdar Ant

https://groups.google.com/forum/#!topic/kotanlartr/ZTv8kk7DYVs

..