28 Nisan 2015 Salı

Demokrasi, Güldürü ve Müjdat Gezen





Demokrasi, Güldürü ve Müjdat Gezen,




Pazartesi, 03 Eylül 2012 08:00
Bıçak Sırtı
Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com


aptal-mujdat-gezen

- Siyaset ve güldürü sarmalında oynarken yaşayan, yaşarken oynayan bir insan...
- Acımasız gerçeklerle hayal dünyası arasında gelip giderken acıyı güldürerek tattıran bir beceri...
- Toplumun ağır ve baskıcı sorunlarını en sade ve alçakgönüllü bir biçimde sunan insan.
Onun adı Müjdat Gezen, benim Vefalı dostum ve kardeşim.
En acılı günlerimde bana destek verirken, yine de gülüyorduk ağlanacak halimize Müjdat’ın dünyasından bakarak.
Dedim ya o yaşarken oynayan, oynarken de yaşayan ayrıcalıklı bir sanatçı, acıyı bile gülerek karşılamamı sağlayan bir dost.
“Aptal” adlı oyununda toplumsal aptallıklarımızı çok zekice sunuyordu izleyenlere.
- Dostlarıyla birlikte ortaklaşa bir oyun sergiliyordu sanki...
- Herkes hem kendisi, hem başkaları için oynuyordu, en başta Müjdat...
- Aptallıklarımızı (ve aptallarımızı) sunuyor gibi yapıp üçkâğıtçılarımızı, madrabazlarımızı, toplumu ezenleri anlatıyordu bana göre...
- Aptal olarak sunulanlar sadece birer araçtılar, büyük tehlikeleri örten, gizleyen konu mankenleri...
- Müjdat’ın esas sorunu, kendilerini akıllı gösterip toplumu aptallaştıranlar idi...
- “Aptal” oyununun adı “Üçkâğıtçı ya da Sülün Osman” olabilirdi. Aptal, gerçekte aptalı işaret etmiyordu; toplumu aptal yerine koyanları gösteriyordu.
O kimdir?
- Müjdat sadece Vefa Lisesi’nde okumuş “Fatihli” ya da “Aksaraylı” bir İstanbul efendisi değildi.
- O Anadolu’nun bağrından kopmuştur.
- Doğu’nun, Batı’nın birleştirici özelliklerini taşıyan uzlaştırıcı bir insandır.
- Aydınlığın ve uygarlığın güldürü, tiyatro ve sinemadaki yansımasıdır.
Ve benim çok sevdiğim bir dostumdur.
Yakın tarihe baktığımızda ressam, filozof, tiyatrocu, müzisyen pek çok sanatçının Avrupa’da büyük sınav verdiklerini gördük.
Özellikle İkinci Dünya Savaşı sırasında kimi sanatçılar, fikren karşı çıktıkları iktidarlara yaklaşırken bazıları da ödün vermeden düşüncelerine sadık kalmışlardır.
Buna örnek olarak “Bıçak Sırtı” köşemde, Atatürk Türkiyesi’ne sığınan Alman asıllı Profesör Fritz Neumark’tan birkaç defa söz etmiştim.
Neumark Türkiye’ye sığındığı için, kimi eski arkadaşları ona arkalarını dönmüşler, mektuplarına yanıt bile vermemişlerdi.
Bunlar arasında bazı Alman sanatçılar da vardı.
Müjdat Gezen’in “Aptal” adlı oyununu izlerken bunu düşündüm.
Müjdat’ı kendi penceremden sizlere sunmak istedim.
Çünkü o benim için özel bir insandır; bir sanatçı, bir düşünür, Vefalı bir dost ve bu toprakların alçakgönüllü bir vatandaşı olarak sizin çok iyi bildiğiniz insan.
Müjdat Gezen bana göre, “Burjuva olmamış nadir bir kentsoyludur”. Fatihli, Aksaraylı, Vefalı ve İstanbulludur.
Bundan iyi kanıt olur mu?
Hasan Âli Yücel’lerin, Mehmet Akif’lerin, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’ların yetiştiği mektepten çıkmış zarif bir insandır.
Sana, o gerçekleştirdiğin özgün ve çağdaş eğitim kurumlarında nice başarılar diliyorum.



..

27 Nisan 2015 Pazartesi

Arkadaşını Satan General., Ülkesi için Savaşamaz,





Arkadaşını Satan General., Ülkesi için Savaşamaz,



 Bülent Esinoğlu
 05 Ağustos 2012, 18:40

Yüksek Askeri Şura’da, tutuklu 40 general emekli edildi.

Amerika’nın Türk Ordusu içinde on yıldır sürdürdüğü operasyon, Amerika açısından başarı ile tamamlanmıştır. Kemalist generaller tasviye edilmiş, Amerika ve irtica ile uzlaşı içerisinde çalışabilen generallerle, yola devam kararı alınmıştır.
Bir subayı subay yapan düşmana karşı olan mücadele inancıdır.
Bu gün, ülkenin Düşmanı Amerika ve onun uzantısı olan ayrılıkçı kesimler ve PKK’dır.
Hem Amerika ile işbirliği yapacaksınız, hem de onun uzantısı olan bölünmeden yana olan bileşenleri ile işbirliği yapacaksınız.
Siz bu savaşı kazanamazsınız.
Çünkü bu savaşı kazanmak için önce irade gereklidir. İradesi olmayanın isterse elinde dünyanın en iyi silahı olsun, kazanamaz.
İnanç, bir yok odlumu, her şey kaybolur. Hayatın anlamı dahi yok olur.
Nitekim bu komuta kademesinin ağır başarısızlıkları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Yığınak’ta hata yapmış hedefi şaşırmıştır.
Asıl hedefinin bölücülük olması gerekirken, Suriye meselesinde Amerika’nın Büyük Ortadoğu Proje görevlisi olan, Eş başkanlığın talimatına topuk selamı verilmiş ve yığınakta(Stratejide) büyük hata yapmıştır.
Yığınakta hata yapmak demek girdiğiniz savaş, sizin istediğiniz yerde değil de, düşmanın istediği yerde devam ediyor demektir. Savaş başka yerde, siz başka yerdesinizdir.

İrade size ait olmayınca, savaş da sizin savaşınız olmaz.

Türkiye’nin varlık yoklu meselesi olan bölücü terör bir yerde dururken, siz cephe gerisini yeterince sağlam tutmadan, Suriye için yığınak yaparsanız bölücü terör ile savaşacak irade bulamazsınız.
Fazla bir şey söylemeye gerek yok. Şemdinli’de bir günde ölen, 8 Mehmetçik insanın yüreğini darmadağın ediyor.
Artık başarısızlığa kimsenin tahammülü kalmadı.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com

Operasyon Manyağı olduk,




Operasyon Manyağı olduk,




 Bülent Esinoğlu
 12 Ağustos 2012, 10:40


Amerika’nın Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Türkiye’deydi. Kapalı kapılar arkasında neler konuşuldu bilinmez ama bilinen bir şey var ki, bu kadın ne zaman Türkiye’ye gelse, Türkiye biraz daha çukura batıyor.
Önce şunu ifade etmek gerekir.
Sağlıklı olmayacak ölçülerde, Amerikancılığı yaşadığımız şu dönemlere, eğer bir isim vermek gerekecekse, manyaklık derecesinde Amerikancıların, istedikleri gibi, Türkiye’yi yönettikleri yılardı, denilebilir.
Çünkü Amerika ile olan bu işbirliğini, sadece, AKP’nin iktidarda kalması için uyguladığı bir süreç olarak almak eksik olur, kanaatindeyim. AKP’ye destek veren kendini aydınım diye kamunun önünde sergileyenlerde de, manyaklık ölçüsünde Amerikancılık var.
Kamuoyu yoklamalarında, dünyada Amerikan karşıtlığının en yüksek olduğu ülke, Türkiye olmasına karşın, medyada Amerikan yanlısı görüş ve düşünceler en yoğun biçimde sergilenmektedir.
Bunların bir kısmına, zaten CIA ajanıdır, desek bile, manyaklık derecesinde Amerikancılık yapanların, bu kadar yoğun olmasını, gene de izah etmiş olamayız.
Neyse, bu hastalıklı halin izahatını psikologlara bırakalım ve günümüze dönelim. Clinton, bu gün, bizimkilere ne talimatlar verdiğini, Clinton’un ağzından çıkan sözlerden anlamaya çalışalım.
Tabi konu Suriye’ydi.
“Bu güne kadar, ortak bir operasyonel resim ortaya kaymak istedik” dedi.
Davutoğlu’da Suriye’de ortak çalışma guruplarından söz etti.
Bu iki cümleyi birleştirince ve cümlelerin birisinde de, operasyon sözcüğü olunca, kapalı kapılar arkasında nelerin konuşulduğu hemen ortaya çıkmış oldu.
İstihbarat işbirliği, ortak çalışmanın, esas teması olmuş.
Daha açık ifade edersek; “CIA ile birlikte yapılan çalışmalara kurumsal bir nitelik kazandıralım” denmiş.
Diyeceksiniz ki, zaten CIA ile Suriye’de, birlikte iş yapmıyor muyuz? Elbette yapıyoruz. Kamplarda, Amerikan El – Kaidesine lojistik ve eğitim veriyoruz.
Ancak görünen o ki, bu birliktelik Esad’ı devirmek için yeterli değildir. Daha iyi işbirliği ve daha çok operasyonel olmak gerekmektedir.
Ordumuza operasyon, gazetecimize operasyon, parti yöneticilerine operasyon, ihalelere operasyon, YÖK’e operasyon, operasyon üstüne operasyon.
Daha çok operasyonel olmak için, daha örgütlü olmak gerekir. Bunun içinde operasyon yapan istihbaratçıların tek elden yönetilmesi gerekmektedir.
Sözün kısası, Türkiye’nin istihbarat birimlerinin başına CIA’nin kıdemli uzmanlarını yerleştirelim isteği dile getirilmiş olmaktadır.
“Bu kadar operasyon yetmez, daha çok operasyon yapmak gerekir” anlaşmasına varıldığı çok açık ortaya çıkmaktadır.
Kara Gümrük Çetesinin Başı, seni Mermi Manyağı yaparım demişti. Bu ifade Türk halkının hafızasına kazınmıştı.
Galiba, Amerika’nın dünya ölçeğinde sürdürdüğü örtülü savaşlarda, yaptığı operasyonlar(cinayetler), kendileri için o kadar sıradanlaşmış ki, kadın operasyondan başka bir şey bilmiyor.
Bu gidişle bizi de, operasyon manyağı haline getirecek.
Benzetmeler bir tarafa, ülkemizin kendi iradesini, her geçen gün, Amerika’ya biraz daha teslim eder olması, bir felaketin de habercisi olarak görünmektedir.

Bülent Esinoğlu
bulentesinoglu@gmail.com

..

21 Nisan 2015 Salı

EMANETE HIYANET ETMEYİN!..




EMANETE HIYANET ETMEYİN!..




          

Mustafa Nevruz SINACI



 Önce “EMANET”in ne demek olduğunu ve ne anlama geldiğini çok iyi bilmek gerek.
            Çünkü emanet’in önem, anlam ve değerini idrak edemeyenler (ya da, ne demek olduğunu, ne ifade ettiğini bilmeyenler), çok kolaylıkla bedhah (gizli düşman) olabilir. Menfur ve melânet hainler tarafından sağlanacak, çok basit çıkarlar (makam-mevki) v.s. menfaatler karşılığında, paralize işbirlikçilere dönüşüp, gaflet, dalâlet ve ihanet ehlinin kirli emellerine alet olabilirler.  



            TÜRK VATANDAŞI’NIN EMANETİ






















Mustafa Kemal ATA-TÜRK açısından baktığımız taktirde: Mutlak fazilet, hak, adalet, özgürlük/güvenlik, demokrasi, lâiklik, ebed-müddet devlet ve tam bağımsızlık anlamına gelen Cumhuriyet; Milli birlik/bütünlük, keder, kıvanç ve kaderde beraberlik.; Sarsılmaz, bölünmez, parçalanmaz Devlet/Bayrak/Toprak;  Milli, ilmi, maddi-manevi, sanat ve kültür değerlerimiz; Haksızlık, yolsuzluk, sömürü ve zulme karşı direnç, daimi zindelik ve icabında milli refleks.; Dönme, devşirme, hain, vatanı bölmeye çalışan zalim ve Milli birliğimizi bozmaya kalkışan fesat odakları ile nifak tohumlarına karşı hassasiyet; Milli irade simsarı din ve dil tüccarlarına, Türkiye’yi yok etmeye adanmış etki ajanı ihanet şebekeleri ile menfur teröristlere yârdım ve yataklık edenlere karşı hadlerini bildirmek; Adaleti ahlâkı ve hukuku hâkim, siyaseti kaliteli, nezih ve temiz tutmak Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına emanettir.
Günümüzde, emaneti yegâne koruma, millet ve devleti kollama aracı olan ve “Namus, Şeref” anlamını haiz Oy’larımızı, bu ideal, ilke ve değerlere uygun adaylara, Milli Refleks ve partilere kullanmaya özen göstermeliyiz. Bu basiret (öngörü), feraset beka ve idrakten (bilinç) aciz, beyinleri dumura uğramış zavallı, cahil ve menfaatperest güruh, Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti için en büyük tehlikedir. Çünkü:        
Türk milleti, tarih, kültür ve medeniyetinin varisi; Türkiye Cumhuriyetine yurttaşlık bağı ile bağlı her vatandaş “emaneti korumakla” görevli, yaşatılmasına memur ve mükelleftir.  Vakti zamanı gelince şimşek olup düşmanın başına çökmek, hançer olup yüreğini deşmek ve her ne pahasına olursa olsun “devleti ve milleti” korumak emanettir. Büyük Türk milleti asla imansız, vatansız ve topraksız olmaz, olamaz!. Türk milletinden hırsız, anarşist-terörist, arsız, yolsuz, namussuz, din tüccarı, mason-misyoner ve siyaset simsarı çıkmaz.    


EMANET, ADALET, DALÂLET VE MİLLİ MUHAFAZA






Gelenek ve gerçek bağlamında Milli emanetler ve manevi mukaddeslerin muhafaza ve payidarı; “İnsan hakları, adalet, demokrasi, eşitlik ve hukukun vazgeçilmez unsuru” kitle partilerine ait bir görevdir. Başta kadim “medeni siyaset” olmak üzere, Şûra geleneği ve Milli Meclis terekkübünde (oluşum ve içeriğinde) mutlaka milletin hür iradesinin temsili şart olup; Türk demokrasisinde vasıta, vesayet, cunta/sulta, güdüm ve tasallut yoktur. Şu hale nazaran:  

Önemlidir!.
Lütfen hafızanıza not edin.

Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcılığı (YCBS), Siyasi Partiler Bürosu kayıtlarına göre 2015 yılı Mart ayı itibarıyla Türkiye’de 97 faal siyasi (!) parti var. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) bunlardan 31’inin 7 Haziran 2015 Pazar günü ifa, icra edilecek “25. dönem parlamenter belirleme” sürecine katılma hak ve niteliklerine sahip bulunduğunu bildirdi. Seçim işleri kurumunun 07 Nisan 2015 tarih ve 630 sayılı kararı uyarı, sadece 20 partinin bu hakkı kullanabildiği ve seçimlere katılabildiği görüldü!..

            Üstelik her ne kadar başkaca seçenekleri olsa bile “İnsan hakları, adalet, saydamlık, eşitlik ve hukuk” ilkeleri gereği, yargı gözetiminde, resmi ve yasal “ÖN SEÇİM” yapmaları ve parti adaylarını, hiç ağızlarından düşürmedikleri “DEMOKRASİ, EŞİTLİK VE HUKUK” hükümleri doğrultusunda uygulamaları (geleneksel olarak) beklenirken; CHP’nin % 85’lik.; Fakat sonradan görüldüğü ve anlaşıldığı üzere göstermelik ön seçiminden başka hiçbir parti eşitlik, etik ve hukuk ilkelerine riayet etmedi. Bu büyük bir ayıp, yüz karası. Hattâ utançtır!..
          

  BU BİR İNSANLIK SUÇUDUR!..






            Kayıt ve söylem bazında (güya), Türkiye Cumhuriyeti, Demokratik ve lâik bir hukuk devletidir. Mademki öyledir, o halde insan hakları, ‘olmazsa olmaz eşitlik ilkesi’ adalet-hukuk ve demokrasi gereği bütün adayları bizzat ve doğrudan “2820 Sayılı Siyasi Partiler Kanunu” gereği parti üyeleri ve/veya delegeler belirlemeliydi. Olmadı. Şu hale nazaran: 20 parti ve bu kombinasyon (organizasyon) içinde bir takım kirli ittifaklarca halkın önüne sürülerek, usulen yapılacak bir seçimle millete dayatılan parlâmenter adayları meşru, hukuki ve etik değildir.
            Çünkü bu listeler parti üyeleri ve halkın hür iradesine değil; Kendini millet adına ve millete rağmen karar vermeye ehil, vekil, vasi ve yetkili gören bir takım kifayetsiz muhteris, hırs ve ihtirası yeteneğine galip gelmiş güdümlü unsurlarca atanan aktör, figüran, kukla, uşak, oyuncu ve palyaçolardan millete vekil olmaz. Kaldı ki, hukuken asil’in (müvekkilin) vekili şahsen, asaleten ve doğrudan ataması (tevkil etmesi) şarttır. Bu işlem Noter huzurunda yapılır. Dolayısıyla Millet tarafından vekil tayin ve tensip edilecek bütün “aday”ların, doğrudan millet tarafından, seçim kanunlarının öngördüğü usul ve esaslar çerçevesinde ve Hâkim teminatı çerçevesinde belirlenmesi şarttır. Lâkin böyle olmadı.
Öyleyse önerilen adaylar yok hükmünde ve öngörülen seçim meşruiyetten yoksundur.  
            İkincisi: Mezkür 20 partiden 13’ü tam liste vererek 85 seçim çevresinde; Diğerleri ise sırasıyla: 75., 73., 56., 58., 56., 55 ve sonuncusu da 43 seçim bölgesinde aday gösterebildiler. Ayrıca Türkiye genelinde 166 kişi bağımsız milletvekili adayı oldu. (ysk.14.04.2015/630)








            DAHASI VAR!...



            Bahse konu adayların belirlenmesinden tutun; Bir takım seçime girme hakkı olan veya bu hakka sahip bulunmayan sözde partiler ve bunların sahipleri arasında cereyan eden iğrenç pazarlıklar ve aşağılık ilişkilere ne demeli? Hepimizin ve herkesin gözü önünde cereyan eden yasalara aykırı “ittifak, iltihak, emanet, hıyanet ve ortak liste” pazarlıkları ne kadar iğrenç, insanlık dışı ve utanç verici idi!.. Sonuçta, kanunlarda açıkça yer alan “ittifak, dolaylı, hileli iştirak ve aleni ittifak” yasağı, adeta bir “meydan okuma” tarzında delinerek bir takım kirli /şaibeli ilişkiler oluşturuldu...
Bunun neresi seçim, hukuk, ahlâk, adalet, eşitlik ve demokrasi Allah aşkına!..
            DUYGUSAL SÖMÜRÜ VE DİN TÜCCARLIĞI

            Millet adına devleti yönetmeye talip olanların din, iman, cemaat, tarikat, etnik kök, ana dil, ırk ve mezhep ayrımcılığı yapması; Büyük bir felâket, art niyet, tuzak, kumpas ve nitelikli sahtekârlık alâmetidir. Bu gibi eylem ve söylemler ya güdüm, emanet, vesayet, dikta-cunta ya da mütegallibe emrinde siyasi manipülâsyon işaretidir. Dolayısıyla namuslu, dürüst, demokrat ve mütevazı olmayan; Aşırı iddialı, vurucu-kırıcı, hırs ve ihtiraslı gruplar kesinlikle milli/ilmi,  iyi niyetli ve “hizmet üretme yönünden” samimi değildirler.       
            OYSA: Özüne inildiği, orijinal ve objektif kaynaklar bulunduğunda görülen odur ki; İstisnasız bütün vahiyler (ilâhi sayfa, buyruk ve kitaplar) adalet, ahlâk ve hukuk’u düzenlemiş ve fakat insanların idaresine dair açık, net ve biçimsel (doktriner) hükümler getirmemiştir.

























İsra Suresi 16. Ayet de, her şeye egemen RAB (mealen) “Biz, bir memleketi (zulüm, isyan, azgınlık ve taşkınlıklarından dolayı) helâk etmek istediğimiz zaman, onun (yolsuzluk, haram ve hırsızlık ürünü refahtan şımarmış (kendini yeterli görüp Allah’a ihtiyaç duymayan) elebaşı’larına (idareci, siyasetçi ve önderlerine) emrederiz, onlar da fâsıklığa saparlar/dinî, ahlâki/insani kuralları çiğnerler. Artık o (ülke)nin üzerine azap sözü hak olur. Derken biz de onu yerle bir ederiz. [bk. 6/123; 11/116-117; 23/63-64; 34/33-35]


Hırs, heves ve ihtirası yeteneğinden büyük, şaşkın primitif (manyak) türler, kifayetsiz muhterisler ile dinden, imandan bihaber, insani yöndense mutasyona uğramış siyasi mevtalar, örtülü velâyet ve vesayet sahibi mütegallibe tarafından İslâm ülkelerine idareci sıfatıyla tayin ve tertip ediliyor. İşte bu kabul edilemez hakikat yüzünden Müslüman Devletler; En küçük bir insani, ilmî, vicdani, akli ve mantıki değeri haiz olmayan, tefessüh etmiş vahşi batı önünde malul ve mazlum pozisyonunda durmaktalar. Daha açık bir anlatımla: 
            Şu anda, başta ülkemiz olmak üzere, bütün İslâm coğrafyasında bu neviden bir güruh idareye egemen olmakta. Dolayısıyla Müslümanların öz vatanları yaşam alanlarında hâkim olan anarşi, terör, tedhiş, hırsızlık, yolsuzluk, savaş, cinayet, fesat, ifrat ve tefrikanın sebebi: “Emanet’in ehline verilmemiş olmasıdır.” Peki, “emanet” nedir? Bu anlamda Emanet Devlet, devlet hâkimiyet, hükümranlık, hürriyet ve hikmet olup; İnsanların adalet, hukuk, hakkaniyet, barış, zenginlik ve esenlik içinde yaşamalarını teminle memur ve mükellef olan bir halk’a ve Hak’a hizmet kurumudur. Hüküm ve hikmet adına icra-i faaliyet gösteren hükümet, idaresine memur ve idamesinden (sürdürülebilir sistemler teşkil etmekten) mesul olduğu toplum adına; Tam bir dürüstlük, saydamlık, adalet ve eşitlikle faaliyet göstermeye mecburdur.
            İslâmî referans ve kaynaklı Cumhuriyet, Demokrasi ve Lâiklik, hakkıyla ve lâyıkıyla (namuslu, dürüst ve demokratça) uygulandığı takdirde, bu neticeye doğal olarak ve mutlaka varılır. Aksi takdirde ülke bunalım, buhran, kaos/kriz, anarşi ve başıbozukluktan kurtulamaz.
            Milletin ve ülkenin durumu iki temel göstergenin beklenir sonucudur. Buna göre: Eğer bir devlette huzur, adalet, hukuk ve istikrar yoksa: Ya top yekûn insanlar bozulmuş, insani ve ilmî değerler tefessüh etmiş ya da yönetimi ele geçiren ‘mütegallibe’ başta Cumhuriyet olmak üzere, demokrasi ve lâikliği askıya almış demektir. Böyle bir durumda halk kendi yöneticileri “seçmiyor, seçemiyor ve/veya seçtirilmiyor” demektir!...                
            İşte bu nedenle: Önümüzdeki seçimler çok önemlidir. Tarihi fırsattır. Çünkü insanlar seçimde, partileri değil, kendi geleceklerini seçer/belirler. Kişi sevdiği/seçtiği ile beraberdir. Herkesin istikbali, istiklâl (özgürlük, mutluluk, zenginlik) ve güvencesi, oy verip desteklediği zihniyetlerle belirlenecektir. Daha açık bir anlatımla: geleceğimiz, kendi elimiz ve kararımızla şekillenecektir. Kullanacağımız Oy’la sadece kendimiz ve yakın çevremizin değil, 80 milyonu mücavir milletimizin, hatta bütün İslâm âlemi, Türk dünyası ve insanlık camiasında mezalime maruz, ezilen, üzülen ve sömürülen milyarlarca masumun/mazlumun kaderini etkileyebilecek bir tasarrufta bulunduğumuzun, farkında/idrakinde olmalıyız.









Dahası; Oy verdiğimiz parti/kişilerin bütün iyilik, kötülük ve bunların yan etkilerine ortak olunmaktadır. Unutmayın, bu seçimler, birkaç parti arasında değil, iki zihniyet arasında yapılacaktır. Sonunda, 1-Ya, İYİLER, namuslu-dürüst ve demokrat olanlar; 2- Ya da kötüler, hırsız, yolsuz, dönme-devşirme, din tüccarı, misyon taciri ve işbirlikçiler kazanacaktır.
            Bakınız!.. Hüküm ve hikmet’in hakiki sahibi ne diyor ve bize ne öneriyor?..
İsra Suresi 80. Âyet: “De ki: ‘Yâ Rabbi! (bir amaçla gireceğim yere) beni doğruluk (ve hoşnutluk) üzere dâhil et. (Çıkacağım yerden de) beni doğruluk (ve hoşnutluk) çıkışıyla çıkar. Bana tarafından yardım edici bir kuvvet (iktidar) ver.” Yani: “Halkı idare etmeye talip olanlar, eğer iyi niyetli, Rab’in emirlerine sadık ve samimi müminler iseler, bu takdirde, seçilmek için asla hırs ve ihtiras göstermez; Tam bir iyilik, ilim, insanlık ve doğrulukla/dürüstlükle hareket ederler” anlamınadır. Bunun işareti, aynı surenin (İsra) 81.Âyet’inde şöyle açıklanır. “De ki: “Hak geldi, batıl zail (yok) oldu.” Çünkü batıl, daima yok olmaya mahkûmdur. [bk. 34/49]
            - Bütünüyle yalan, iftira ve furyadan ibaret sözde Ermeni soykırımını tanıma gafletine düşen veya bilinçle Türk ve İslâm düşmanlığına, haçlı hainliğine soyunan AP parlamentosuna tabi, domuzların emir erliği, emanetçilik, hıyanetçilik ve köpekliğini yapan;
            - Bir yandan taşnak ve pontusçular, diğer taraftan asala artıklarına şirin/hoş görünmeye çalışan dönme-devşirme, etki ajanı; Bir taşla birden fazla kuş vurmaya, halk’a rağmen (sözde) halk için, suya sabuna dokunmadan siyaset simsarlığı hevesli kriptolar;
            - Yahut dünyanın en büyük mafyası (harici bedhah) BABALIK tarafından maniple; Sevk ve idare edilen emperyalist unsurların uşaklığını yapan dâhili bedhahlar; 
            - Veya “Türksüz yeni Türkiye sözleşmesi” icat eden gaflet ve dalâlet ehline;
            Memleketi, milleti, idare ve iradeyi kaptırma riski hâsıl olur.

NETİCE OLARAK

Kendi ellerimiz, akıl, ilim, idrak, istek/rıza ve irademizle; Bize, “gelecek nesiller adına emanet” olan OY hakkımızı lehine kullandığımız parti, kişi veya grup; Hükümeti ele aldığında adalet (eşit işe eşit ücret, seyyanen zam) Herkes için hak, gecikmeyen adalet.; Yönetimde saydamlık, dürüstlük, bütün vatandaşlar için eşit hak, mutlak güvenlik ve istikrar getirirse ne mutlu. Aksi taktirde, emanete hıyanet/vatana ve millete ihanet edilmiştir!.
OY Emanettir OYUN’a Gelmeyin;
        Ve de, Emanete Hıyanet Etmeyin!..

http://mustafanevruzsinaci.blogspot.com.tr/2015/04/emanete-hiyanet-etmeyin.html


..

17 Nisan 2015 Cuma

ÜÇ SİLAHŞÖRLER




                            ÜÇ SİLAHŞÖRLER 


SERDAR ANT

Hergün televizyonlarda seçim hırsıyla saygıyı,hitap etme şeklini unuturcasına ,birbirlerine karşı savaş ilan etmiş olan siyasi liderlerin,seçim korkularını dinliyoruz ;ama CUMHURİYET GAZETESİ'NİN yapmış olduğu habere baktığımızda, aslında bu hezeyanların gösteriş abideliğinden başka bişey olmadığını bakın SERDAR ANT ne de güzel kaleme almış...

ÜÇ SİLAHŞÖRLER

Erdoğan avaz avaz bağırıyor:
«Valimi yedirmem…»

Baykal yanıtlıyor:
«Ben vali değil, hoşmerim yerim…»

Erdoğan'ın karşılığı:
«Fazla yeme de şekerin çıkmasın…»

Baykal altta kalır mı hiç:
«Herhalde sen çok yemişsin ki, tansiyonun yükselmiş…»

Bahçeli ikisine birden çatıyor:
«Hacivat-Karagöz kavgası bu…»

İşte Türkiye'nin önde gelen siyasetçileri, devlet adamlarımız bunlar! Magandası, namerdi, alçağı ve daha böyle bir sürü abuk sabuk şey de bu dalaşmanın tuzu biberi… İlkokul çocuklarının birbiriyle didişmesi bile daha seviyeli değil mi? Devlet Bahçeli, avaz avaz bağırmayı nutuk atmak sanıyor, Baykal-Erdoğan ikilisi «yedin-yemedin» tartışması yapmayı siyaset!

İyi de bizim kaderimiz mi bu «liderler» ?

Evet, halkımızın eğitim ortalaması ilkokul 4. ya da 5. sınıf seviyesinde belki, ama benim ilkokul 3. sınıfa giden yeğenim bile daha ağırbaşlı, daha terbiyeli, daha duyarlı!

Ne var ki manzara bu işte... İnsanın içi acıyor, içi...

Oysa içimizi acıtan bir başka gerçek daha var! Öyle bir gerçek ki, bu karşılıklı atışmaların yapaylığını, miting meydanlarında birbirine atıp tutanların koşullar gerektirdiğinde nasıl anlaşabildiklerini de gösteriyor!

Aşağıdaki haberin Cumhuriyet'te yayınlanmasının üzerinden yaklaşık iki hafta geçti. Ama haberin güncelliği geçmedi! Çünkü AKP, CHP ve MHP'nin sürdürdüğü yaygaranın ne kadar yapay olduğunun somut bir örneği bu haber… Cumhuriyet haberi, «Meclis ittifakıyla talan…» başlığı altında vermiş. Yalan değil, gerçekten de bir talan var ortada! Şöyle diyor Türkiye'nin en ciddi gazetesi Cumhuriyet'teki haber:
«Seçim öncesi turizmcilere şirin görünme yarışına giren AKP ve CHP'li vekiller, kamu arazilerini işgal etmeyi Türk Ceza Yasası suçu olmaktan çıkaran düzenlemeyi TBMM'den geçirdi. MHP'nin de çekingen muhalefet ettiği yasa ile Boğaz'da kamu arazilerini işgal edenler ve 2B alanlarını işgal edenler haklarındaki davalardan kurtulacak» (Cumhuriyet, 27.2.2009)

Şimdi söyleyin bakalım, ne farkı var bu üçünün?

Biz, örneğin İstanbul'da AKP'ye karşı CHP adayını desteklediğimizde aslında yurtsever bir tutum mu almış olacağız? Söz konusu olan kamu arazilerinin talanı olunca, ne fark var aralarında? Tıpkı milli varlıkların talanı demek olan «özelleştirme» konusunda aralarında hiçbir fark olmadığı gibi…

Sen ister vali, ister hoşmerim ye… Ama sonuçta «kazığı yiyen» hep millet!

Meclisteki partiler değil bunlar, «Üç Silahşörler» !

Athos, Porthos, Aramis…
Kabul edilen yasa mis…
AKP, CHP, MHP…
Meydanlarda yalan üstüne yalan…
Mecliste elbirliğiyle talan…

Ne idi Üç Silahşörler'in o ünlü sloganı:

«Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için…»

Peki, bizim «Üç Silahşörler» in sloganı ne olsun:

Söz konusu olan talansa, farklılıklarımız yalan…

SERDAR ANT
http://acpuk.blogcu.com/uc-silahsorler-serdar-ant/5112692



“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!




“TETİĞE BASACAK HASAN TAHSİNLER”!

Serdar Ant

Son yıllarda sanal dünyada güncel siyasal konularla ilgili yayın yapan bir internet sitesinde yaklaşık bir hafta önce yayınlanan bir yazıda şunlar söyleniyordu:

“Türk Milleti için tek yol Müdafaa-i Hukuk, tek umut ise 'Kuvva-yı Milliye'dir. Siyasi partiler ile 'Ulusal Kurtuluş' mücadelesi verilmeyeceğini Türk Milleti anlamalıdır. Siyasi partilerin seçim çıkarları, siyasetçilerin şahsi menfaatleri ile tevhid olup, ulusal onurun ve bağımsızlığın önüne geçebilir. En temiz ve sağlam örgütlenme partiler üssü bir oluşumla sağlanabilir ancak; partilerin doktrinleri ve ideolojileri insanları gruplaştırıp ayrıştırabilir. Yüreği Vatan ve Millet sevdasıyla çarpan iki insan, farklı ideolojilerin ve partilerin peşine düşerek yolları ayrılabilir. Bu ayrılığın yaşanmaması için partiler üssü bir oluşum şarttır.”

Bu görüşlerin günümüz Türkiye koşullarında, ülke sorunları için ne derece bir çözüm olacağı tartışmaya açıktır ve ayrı bir yazının konusudur. “Kuvayı Milliye”nedir, ne değildir, 1920’lerin “Müdafaa-i Hukuk” örgütlenmelerinden farkı nedir, günümüzde “partiler üstü örgütlenme” nasıl yaşama geçer, böyle bir girişimin de en sonunda bir partiye dönüşmesi kaçınılmaz değil midir gibi soruları, şimdilik bir yana bırakalım. Benim bu yazı çerçevesinde asıl değinmek istediğim, yazının son cümlesi ve bu cümleyle yapılan çağrıdır:

"Namlu Düşmanın şakağında, vurmayı - ölmeyi emir beklemeyen, tetiğe basacak Hasan Tahsinleri bekliyor..."

Birilerinin “tetiğe basması” için davet çıkaran bir mücadelenin ne tür bir “mücadele”(!) olacağı ortadadır aslında. Böyle bir anlayışın, doğal olarak yasal ve demokratik tüm siyasal mücadele yollarını daha en baştan dışlayacağı ve kötüleyeceği de açıktır. Madem sorunlar tetiğe basmakla çözülecektir, o zaman birilerine çağrı yapmaya ne gerek var? Bu tür bir kışkırtıcılığa soyunanlar, kimi hedef alarak, hangi tetiğe basacaklarsa, buyursunlar bassınlar o zaman… Ama daha ilginç olan ise, böyle bir çağrının kendisini Hasan Tahsin gibi tarihsel bir figürle meşru kılmak istemesidir.

Hasan Tahsin, bizim milli tarihimizde kutsallaştırılmış bir simgedir, kimilerine göre “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım”dır.  1919 Mayıs’ında İzmir’e çıkan işgalci Yunan kuvvetlerine karşı ilk kurşunu sıkan ve bunun üzerine şehit edilen bir kahramandır. Ne var ki Hasan Tahsin’in 15 Mayıs 1919’da gösterdiği bu yiğit duruş, onun öyküsünün sadece son cümlesidir. Hasan Tahsin’i böyle bir çıkış yapmaya mecbur bırakan hatalarla dolu bir “önceki dönem” vardır ki işte burası çoğu kişi tarafından bilinmez, bilenler de görmezden gelmeyi yeğler.

Gerçek adı Osman Nevres olan Hasan Tahsin hakkında herhangi bir başvuru kaynağında genelde şu tanımın yapıldığını görürsünüz:

“15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir'e çıkan Yunan askerine ilk kurşunu sıkarak Türk direnişini başlatan ulusal sembol kişi, yazar ve gazeteci...”

15 Mayıs, Hasan Tahsin’in yaşamının son günüdür. O gün Yunan askerleri tarafından açılan ateş sonucu şehit edilmiş ve tarihe de yaşamının bu son günü yaptıklarıyla geçmiştir. Oysa Hasan Tahsin 1888 doğumludur, yani Atatürk ile aynı dönemin insanıdır. 15 Mayıs 1919 günü şehit edildiğinde 31 yaşında olan Hasan Tahsin’in yaşamının önceki yıllarında yaptıkları onun hiç de Mustafa Kemal’in benimsediği çizgide bir insan olmadığını göstermektedir.

Ama günümüzde kendini “Kemalist-Atatürkçü” olarak tanımlayan birçok kişi, Hasan Tahsin’i bir simge haline getirmekte ve resmi tarih de onu yaşamının bu son günü yaptıklarıyla gelecek kuşaklara tanıtmaktadır. “Kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” gibi yakıştırmalar ise Hasan Tahsin efsanesinin zorlamasıyla yapılan haddini aşan nitelemelerdir. Çünkü Kuvayı Milliye adı altında değerlendirebileceğimiz yerel, silahlı direniş hareketleri, Hasan Tahsin’in ilk kurşunu atmasından daha önce başlamıştır.  

Mustafa Kemal’in Nutuk’ta “Memleket dâhilinde ve İstanbul’da milli varlığa düşman teşekküller” başlığı adı altında saydığı cemiyetler arasında Sulh ve Selamet Cemiyeti de vardır. (Nutuk, C-1, TTK Yay. Ankara, 1989, s.8)

İzmir’de Yunanlılara ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra İngilizlere güvenme görüşünü savunan biridir ve “Ali Kemal ve Satvet Lütfi gibi İngiliz yanlısı işbirlikçilerin ön ayak olduğu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’ni İzmir’de kurmuştur” (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24) 

Ayrıca Nutuk’ta ne “mal” olduğu ortaya konulan Sait Molla’nın da bu Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin İdare Meclisi üyesi olduğunu ekleyelim. (Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasal Partiler, Cilt: 2, Mütareke Dönemi, Hürriyet Yay. s. 141)

Hasan Tahsin’in İzmir’de çıkarmakta olduğu Hukuk-ı Beşer gazetesinin 1 Aralık 1918 tarihli sayısında Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin programı yayınlanmıştır. Hatta gazetenin adı da 4 Ocak’tan itibaren Sulh ve Selamet olarak değiştirilmiştir. Ertesi gün gazetede yapılan bir açıklamada “Hukuk-ı Beşer’in Prens Sabahattin Bey’e mensup Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin bir yayın organı olduğu ancak doğrudan doğruya Cemiyet’in adını alması gerektiği ve bu nedenle dünden beri Sulh ve Selamet adıyla yayınlandığı” ifade edilmiştir.

Prens Sabahattin’in kim olduğu ve siyasi geçmişi göz önüne alınır ve Osmanlı Sulh ve Selamet Cemiyeti’nin Mütareke döneminde nasıl bir rol oynadığı hatırlanırsa, Mondros Mütarekesinin hemen ardından ve İzmir’in işgalinden kısa bir süre önce Hasan Tahsin’in nasıl bir politik tutum içinde olduğu daha iyi anlaşılır.  

Bugün millete “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olarak sunulan Hasan Tahsin, 15 Mayıs 1919’da Yunan işgali başlayana kadar tam tersi bir tutum içinde olmuştur. En azından 1919 yılının bahar aylarına kadar durum böyledir. Hasan Tahsin gazetesinde “Bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak gerekir. Ancak bu sayede Anadolu’yu elimizde tutma olanağı vardır” görüşünü savunmuştur. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C-1, s. 24)

Hasan Tahsin’e göre İngiltere, Fransa ve Amerika insanlığı ve eşitliği savunan güçlerdir! (Nurdoğan Taçalan, Ege’de Kurtuluş Savaşı Başlarken, s. 139-140)

Hasan Tahsin, en sonunda yanlış bir yolda olduğunu fark edip 15 Mayıs 1919’da Yunan işgalcilerine karşı ilk kurşunu sıkarak belki kahramanca bir duruş sergilemiştir, ama bu tavrı Mondros Mütarekesi sonrasındaki o karanlık dönemdeki hatalı duruşunu yok edemez. İşgalden kısa bir süre öncesine kadar halkı direnişe değil, boyun eğmeye ve beklemeye teşvik eden bir tavır içindedir Hasan Tahsin… En azından başyazarlığını yaptığı gazete, bu amacı güdenlerin sesidir.

Kaldı ki 15 Mayıs’ta atılan o ilk kurşunun da “kurtuluşu ateşleyen ilk kıvılcım” olduğu iddiası gerçeklerle ilgisi olmayan bir yakıştırmadır. Bu konudaki diğer bütün iddialar bir yana, Yunanlıların İzmir’i işgale başladığı 15 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal Bandırma vapuru ile Samsun’a doğru yola çıkmıştı bile… Ve Anadolu’ya da Hasan Tahsin’in attığı ilk kurşunun yönlendirmesiyle gitmiyordu. Hasan Tahsin’in İzmir’de “bizi yenen devletleri kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay çıkarmamak” gerektiğini savunduğu günlerde, Mustafa Kemal İstanbul’da, birkaç ay sonra başlatacağı Anadolu İhtilali’nin planlarını yapmaktaydı.

Kısacası Mustafa Kemal gibi ulusal demokratik devrimcilerle, Hasan Tahsin gibi romantik hayalperestlerin çizgisi bir değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır!

Silahlı mücadeleyi kutsayan, yasadışı yollar ve şiddeti çareymiş gibi gösteren maceracı hareketler bugün Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmaz. Kabzasını kimin tuttuğu belli olmayan bir silahın tetiğine asılarak hiçbir sorun çözülemez. Bu tür kışkırtıcı çağrılar, vatansever bir söylemle meşru kılınmaya çalışılsa bile, bir kaos ve anarşi ortamının yaratılmasına hizmet eder, o kadar… Böyle bir ortamın ise her zaman emperyalizm ve yerli işbirlikçilerine yaradığını biliyoruz. Türkiye, 1971 ve 1980 darbesine giden süreçte bu kışkırtıcı oyunu iki kere izledi. İster sağcı olsun ister solcu olsun, bu ülkenin yurtsever ve tertemiz evlatları, büyük satrancın bir piyonu gibi kullanıldı, birbirini kırdı. En sonunda o namlunun kime çevrildiğini ve kimleri vurduğunu ise yaşayarak gördük.

Aynı oyun, şimdi bir kere daha mı sahneye konulmaya çalışılıyor?

8.5.2013  

“Keşke Annen Babana o gece, Olmaz başım ağrıyor diyeydi”




“Keşke Annen Babana o gece, Olmaz başım ağrıyor diyeydi”


 Gürbüz Evren,

“Keşke annen babana o gece, olmaz başım ağrıyor diyeydi”
Her seçimin ardından CHP’nin aldığı sonuçlar üzerinden değerlendirme yapmak, akıl vermek, yol göstermek, kavga, Kurultay, Genel Başkan değişikliği beklemek, AKP medyasının köşe yazarlarında gelenek oldu. İşi gücü bırakmış, “Kılıçdaroğlu gitmeli, bu yenilginin ardından o koltukta oturamaz” türünden yazılar döktürüyorlar.

Neymiş efendim, ülke demokrasisi için güçlü bir muhalefet istiyorlarmış. Sen seçimden önce CHP’yi yerden yere vur. Sonuçlar alınınca da, “Akil adam ve Madam” moduna geç. En büyük rakipleri CHP’nin iyiliğini ve seçim kazanmasını isteyecekler, biz de bunu yutacağız.

AKP iktidara gelmeden önce yazmaya başladığım uyarıları, önerileri, çalışma modellerini, aradan geçen 11 yılda hiç bıkmadan devam ettirdim. Daha çok CHP’li okudukça, bunları birbirlerine söyledikçe, kulaktan kulağa yayıldıkça, bir şeyler değişecek diye düşünüyorum.
Olması gereken şudur; Seçimlerin hemen ertesi günü, parti örgütleri toplanır, sonuçları değerlendirir. Eksikler, hatalar masaya yatırılır. Bir sonra ki seçimin stratejisi üzerinde konuşulmaya ve hazırlıklara başlanır. Kısacası, “Gerçek seçim çalışmaları, seçimlerin hemen ertesi günü başlar” ilkesi hayata geçirilir. Parti örgütleri, çaresizliğin, eşi ile tartışmamak için evde durmayan emeklilerin çay içip sohbet ettiği, parti içi dedikoduların yapıldığı ya da seçimlere kadar kapısı kilitli kalan yerler olmaktan çıkarılmalıdır. Örgütler, Parti üyelerinin evine gidip, çay, kahve içip kek yiyip, çekilen fotoğrafları facebook’ta “Çalışmalarımız, ev ziyaretlerimiz tüm hızıyla sürüyor” cümlesi ile paylaşıp, çalışıyormuş gibi gözükmekten kurtulmalıdır. Gençler de sadece bayrak, afiş asan, miting meydanı süsleyen, etkinliklerde oraya buraya koşturulan kitle olarak görülmekten vazgeçmelidir.
Aman yanlış anlaşılmasın. CHP’nin tüm örgütleri böyle demiyorum. Genelde hâkim olan anlayışı sergiliyorum. Yoksa tanıdığım, ziyaret ettiğim birçok parti örgütü var ki, sınırlı olanaklarla, büyük özveri ile her dönem yürekten çalışıyorlar.
CHP örgütleri parti içinde iktidar olmakla yetinenler ile değil, Türkiye’de iktidarı hedefleyen kadrolarla yola devam etmelidir. CHP, tıpkı kurucusu Mustafa Kemal Atatürk gibi Halkın yanına gitmelidir. Ama ne yazık ki halk sadece partinin ismindedir. Halkın büyük bir kesimi Siyasal İslam’ın hâkimiyet alanında kalmıştır. CHP işte bunun için ısrarla halka gitmelidir. Kılıçdaroğlu’nun insanüstü bir gayret ile halka gitmesi yetmez.
Hep yazıyorum, yine hatırlatacağım. Mustafa kemal, cahilliğin, din simsarlığının, işbirlikçiliğin, umutsuzluğun, yokluğun hâkim olduğu dönemde halka gitti. Yılmış, bıkmış, bunalmış, çaresiz ve kaderine razı olmuş halkın yanına Samsun’dan başlayarak her yerde gitti. Ben Çanakkale kahramanıyım, paşayım, şuyum, buyum demeden gitti. Ben söyleyeyim, emredeyim siz yapın demedi. Hep halkın arasında oldu. O Halka, Halk da Mustafa Kemal’e inandı. İşte bunun içindir ki Partinin adını Cumhuriyet Halk Partisi koydu.
Seçimden 1 gün önce gelen bazı mesajlar halkın yanına gitme konusunu bana bir kez daha düşündürdü. “Sevgili CHP üyesi arkadaşım, 30 Mart seçimleri hayati önem taşımaktadır. Sandığa git ve oyunu kullan” şeklindeki mesajları gönderenleri tanımıyorum. Görsem onlara şunu söylerdim, “Eğer CHP’ye üye isem, zaten oy kullanma sorumluluğum vardır. Adı üstünde üyeyim kardeşim üye. Zamanını ve paranı zaten oy verecek üyelere harcamak yerine, AKP’nin hâkimiyetindeki alanlara gidip, 1-2 kişiyi ikna et.” Ama biliyorum ki, bunu diyeceğim kişilerden, yaptığı işin önemini anlatan uzun nutuklar dinlerdim.
Bu seçimlerde de, tıpkı daha öncekilerde olduğu gibi hile, şaibe, usulsüzlükler yaşandı. Bunlar bilinmedik şeyler değil. Ancak bu kez durum çok farklı. CHP’nin onbinlerce oyu hiç edilmek isteniyor. Ama burada bir sorunu da dile getirmekte fayda var. Ankara’da bizzat gidip gördüğüm birçok sandıkta, sayımların yapıldığı ve tutanakların imzalandığı saatlerde CHP yetkilisi yoktu.
Bunu niye anlatıyorum, çünkü birileri “Üye arkadaşım git oyunu kullan” diye mesaj atıyor, ama diğer taraftan oylara sahip çıkılmasında eksiklikler yaşanıyor. Oysa yıllar önce halkın yanına gidecek, AKP’ye bölgeleri dar edecek çalışmayı başlatmış olsaydık, bugün başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok yerde en az 4-5 puan önde seçimleri kazanır, oyların peşine düşmek zorunda kalmazdık.
AKP’nin 22 Mart’taki Ankara mitinginin ardından 24 Mart’ta Keçiören’deki mitingini de izledim. Alandakilerin düşüncelerini öğrenmeye çalışırken, 70 yaşlarında bir teyzenin söylene söylene, kalabalığı arasında geçmeye çalıştığını gördüm. Yanından geçtiği insanlar sinirlenmiş bir halde teyzenin arkasından bakıyordu. Ne söylüyor diye sorduklarımdan, kadın bunamış yanıtını aldım. Alanın dışına çıkıp, bir sokağa sapan yaşlı kadına yetişip, “Teyzeciğim. Ne söylediğini merak ettim” dedim. “Sen de onlardan mısın” diye sorunca, yemin billah ettim. Tamam, sana inandım dercesine yüzüme baktı. Ardından, aklıma her geldiğinde gülmekten katıldığım şu sözleri söyledi; “40 senedir burada otururum. Bu adamı sevmediğimi her yerde söylerim. Miting alanından geçerken kendimi tutamadım, ‘keşke annen babana o gece, olmaz başım ağrıyor diyeydi de, sen olmayaydın’ diye söyleniyordum.”



http://www.cemresetay.com/2014/04/keske-annen-babana-o-gece-olmaz-basm.html


.