7 Aralık 2014 Pazar

Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (II)



Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (II)



Prof. Dr. Bayram Bayrakdar


Küresel gücün para politikası ve sonuçları

















Post Sovyet sürecinde uluslararası ilişkiler sisteminin, Amerikan işgal ve istilâlalarını Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’nin çalışmalarıyla engelleneceğini kimse düşünmesin. Rakipsiz kalan Amerika’nın karşısında bir ülkeler koalisyonu ve/veya bir blok çıkmadığı sürece en büyük terörizm bu güç tarafından yürütülmekte, karşısına çıkanları etkisizleştirerek yoluna devam etmektedir. Eleştirimiz herhangi bir halka ya da ülkeye olmayıp, doğrudan izlenen yanlış politikalara yöneliktir. 
11 Eylül 2001’den bu yana dünya çapında etkileriyle etnik ve  mezhepsel  her türlü toplumsal çelişkilerin kışkırtılarak karıştırıldığı coğrafya, mazlum uluslar coğrafyası yâni genelde İslâm dünyasıdır ki, Ortadoğu da söz konusu coğrafyada yer almaktadır. Amerika’nın Ortadoğu’ya  ilgi ve merakının temel nedeni; “İsrail’e tehdit görülen ülke ve rejimleri çökertmek, petrol ve doğal gaz kaynak ve güzergâhlarını kontrol etmek, ayrıca bu kaynak ve güzergâhların etkin başka güçlerin kontrolüne geçmesini engellemek” şeklinde değerlendirilebilir. Demokrasi ve özgürlüklerin bölgeye getirilmesi bir yana, dünya barışı, insan hakları ve demokrasi taciri bir gücün elinde ciddi tehdit altındadır. (6) Amerika  bu yeni emperyalist tarzını kendi halkının ulusal iradesinden kopuk yeni model hükûmetlerle ve zihin okumalarla mı yürütmektedir.
2004 yılındaki Amerikan Başkanlık seçimlerine Demokrat Parti’den adaylığını koyan Lydon La Rouche, daha 11 Eylül 2001’den sonra, Amerika’nın  Soğuk Savaş sonrası küresel politikasının arka plânını okumamıza ışık tutacak  senatoda şu  konuşmayı yaptı:
“Hepsi Yahudi olan Brzezinski, Bernard Lewis, Samuel Huntington gibi bir avuç asker kaçağıyla eski Troçkist, 1996 Temmuz’unda Başkan Clinton’a Baba Bush’un yarım bıraktığı Ortadoğu savaşını yeniden başlatmasını önerdiler. Clinton bunların önerisini reddedince, koynuna Beyaz Saray’da çalışan Monica Lewinski adlı bir Yahudi kız sokup bir seks skandalı çıkartarak safdışı ettiler onu. Bunlar Üçüncü Dünya Savaşı’nu hazırlamaya uğraşıyorlar. İşte Küçük Bush’un bugün uyguladığı savaş politikası, Clinton’un 1996’da reddettiği o politikadır…”(7)
Obama Küçük Bush’un politikalarını sürdürmektedir. Buna mecburdur. Yoksa Amerika’nın görünmez ve fakat hissedilir  çetesi, Obama’yı anında telef etmekten kaçınmayacaktır.
İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerika İngiltere’nin bölgedeki yerini aldı. Petrol Amerikan dolarıyla satılmaya başladı. Bu tarihten itibaren bütün ülkeler, kasalarında Amerikan doları bulundurmak zorunda kaldı. Petrol satın almak için ihtiyaç duydukları doları elde edebilmek için, ihraç mallarını dünya pazarlarına çıkarırken Amerikan dolarıyla işlem yapmak zorundaydı.
Bu durum Amerikan doları basma tekelini elinde bulunduran Amerika’nın, dünya pazarında satılan her şeyi  sadece doların matbaada basılmasında kullandığı kâğıt ve mürekkep maliyetine satın alabilir olmasını beraberinde getirdi. Günümüzde Amerika’nın yurt içi geliri 9 trilyon dolar, dış borçlarının toplamı ise 6 trilyon dolardır. Amerika’dan başka hangi ülke olsa mutlaka iflâs ederdi. Amerika’nın hiçbir ülkeye nasip olmayan, karşılığı olup olmadığına bakmaksızın para matbaasını dilediği gibi çalıştırmasıyla açıklanabilir. Amerika dolar basma tekelini elinde tuttuğu için  dış borçları gelirinin yüz katı olsa bile batmayacak tek ülkedir. Dünyanın petrole duyduğu gereksinime alternetif çıkmadığı euronun dünya pazarlarında doları yerinden etmediği sürece Amerika’nın, dünyayı karıştıran en büyük fitne ve en büyük terrorist imajı silinmeyecektir.(8)
Amerika’nın kendi içinden kimi analistlerin euro/dolar rekabeti ve bu rekabetle ilgili Amerika’nın küresel eğilimini yansıtan Türkçe bir değerlendirme, okuyucu için bölgesel haritayı okumak açısından ilginç olacaktır.(9)
“Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve) için en büyük karabasan, Petrol İhraç Eden Ülkeler örgütü OPEC’in petrol dolarla satmaktan vazgeçip euroya geçmesi. Irak bu değişikliği euro 82 cent değerindeyken kasım 2000’de gerçekleştirdiği gibi, bunu, dolar euro karşısında değer kaybının süreceğini de göze alarak yaptı. Bu sırada Bush yönetiminin Irak’ta kukla bir hükûmet istemesinin gerçek nedeni; Irak’ta petrol satışını yeniden dolara bağlamak, böylece petrol dışsatımında  euroyu geçmeyi düşünen diğer petrol üreticisi OPEC ülkelerine ve özellikle OPEC’in en büyük 2. petrol üreticisi olan İran’a petrol dolarla satmayı bırakıp euroya geçecek olurlarsa Irak’ın akıbetinin kendilerinin başına gelebileceğini göstererek gözdağı vermekti.(…) Irak’ı işgal ve istilâ projesi, Amerikan şahinlerine göre, Irak’la savaş ve Irak’ı işgale harcanacak para, sonuçta doların dünya çapında sarsılan egemenliğini yeniden kurmaya ve böylelikle Amerikan egemenliğinin çöküşünü önlemeye yarayacağı için boşa harcanmış olmayacak.”(10)  Dünya Ticaret Örgütü (WTO) bir Bretton Woods yaratığıdır. Bu kuruluşların arkasına sığınarak Amerika’nın bölgedeki bütün bu politikaları ve  yaşananlar,  Rusya, Hindistan ve Çin’i kuşatan yeni büyük oyunu anlamamıza yardımcı olacaktır.

Küresel kültürün toplumları ve bireyleri etkilemesi, Batı demokrasilerinde zihin kontrolü

Kitleleri etkileme yöntemlerini ve stratejilerini eleştirel bir yaklaşımla yansıtan Rus psikolog Nicolas Bonnal, “Why Western Democracy is Mind Control and Invisible Government?”, başlıklı makalesinde geçmişten günümüze bir tahlil yapmaktadır:(11)
Aslına bakarsanız bu gidişle demokratik günlerin-eğer vardıysa- sona erdiğini anlamamız gerekmektedir. Hele söz konusu siyaset olduğunda, her şeyin bilim, manipülasyon, zihin kontrolü, ve kukla oynatıcılarıyla alakalı olduğu göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda tarihsel süreçte irdelediğimizde tüm bu olup bitenler 19.yüzyıl sonlarında Amerikan siyasi partilerinin kurnaz bir gözlemcisi olan Rus araştırmacı Moses Ostrogorski tarafından da evvelce dile getirilmemiş değildi. Kukla oynatıcısı ifadesi daha sonra filmi de çekilen God Father kitabı tarafından geniş kitlelere duyurulmuştur. Tüketici kitleleri, seçmenler ve gezginler istediklerini değil onlara söylenenleri yaptılar. Örneğin;
“Milyonların kaderini kontrol altında tutan görünmez idareciler vardır. Genellikle en yetkili kamu görevlilerimizin söylem ve eylemlerinin sahne arkasında çalışan uyanıklar tarafından nasıl dikte edildiği dikkatlerden kaçmaktadır.”(12)
Psikanaliz kuramcısı Bernays’ın 1928’de yazdığı kitabındaki geleceğe dair  öngörüleri gerçekleşiyor mu yoksa?! Psikolog Nicolas Bonnal, evrensel okur-yazarlığın da daha özgür bir insan yaratabileceğine değil, aksine yurttaşın ne kadar okur yazarsa o kadar etki altında olacağına inanıyor:
Bununla birlikte zihin değil evrensel bilgi; kişiye reklam sloganları kokan basmakalıp sözler, başında önsözler ile yayınlanmış bilimsel küçük gazete saçmalıkları ve altında yatan asıl düşüncenin aksine oldukça masum görünen tarihi beylik lafları öğretmektedir.
“Bizler şimdi asıl okumayan yurttaşları organize etmeliyiz!” diyor Bernays:  We should now promote a non-reader citizen! O bile yabancılaşmanın yegane nedeni, daimi yoldaşı, kullandığı cep telefonunun ve imaj ve sembol manipülatörlerinin kurbanı olmuş olabilir.
Bernays’ın kitabına gönderme yapan Bonnal, siyasette de romantik olmak için bir neden göremiyor:
O zamandan bu yana, parti denen makinalar, tercihlerimizi daraltmak amacıyla adayları iki ya da en fazla üçe indirdiler ve basit ve pratik olmasından dolayı biz de buna razı geldik.
Modern dünya, gizli elit idareciler ve büyük bir kitle halindeki kontrol edilenler arasında ikiye bölünmüş hâldedir. Yazık ki bu idare edilen küresel zihin kontrolü kurbanları da hallerinden memnundurlar:
Açıkçası bu elit idareci azınlık; sürekli ve sistemli bir şekilde propogandadan istifade etmek ihtiyacı duymaktadır. ABD’nin gelişmesi ve ilerlemesi, azınlıklardaki şahsi çıkarlar ve kamusal çıkarların çakıştığı aktif dini misyonerlikte yatar. Bu günlerde bu elit aktif misyonerlerin ne kadar zalim ve sorumsuz olduklarını bilmekteyiz. Sadece kötümser değil gerçekçi de olmak adına, Bernays, insanın sosyal bir tür olduğunu ve bizi hurafelerden kurtaran modern bilimin insan beyninin -ki bu daha önce amcası Freud tarafından bulunan psikanalizden de öncedir-(13) daha çok sebep olduğunu öngörmektedir:
“Sinir sistemi ve sinir merkezlerinden oluşan, uyarıcılara karşı mekanik bir düzenle tepki veren istek dışı bir otomasyona sahip, çaresiz, bireysel bir makina olarak kabul ettiğini, müşterinin istenen reaksiyonuna neden olacak uyarıcıyı sağlamanın ise burada özel vekile yani idareciye kalmış bir fonksiyon olduğunu kabul etmektedir”.
Çağımızda küresel ölçekte cereyan eden olayları irdelerken sadece bireyin değil, gerçekte ulusal egemenliğin ve özgürlüklerin rafa kaldırılması-ve fakat bu argümanların siyasilerce sürekli samimiyetsizce kullanılması bir yana-ulus devletlerin çözülmesiyle birlikte yeni emperyalizm tekrar ortaçağdaki eski hâline geri döndü.
Halkı/ulusu meydana getiren unsurlar ortadan kaldırıldı. Dünyada Fransız Devrimi’nden günümüze siyaset sahnesinde olan halk, siyasal etkin faktör olmaktan çıkarıldı. Millete dayalı ordular tasfiye edilirken yerini paralı ordular almaya başladı.
Bu süreçte kamu okullarında alt ve orta tabakanın çocukları okurken, zengin çocukları özel eğitim okullarına gönderildi. Böyle bir eğitim politikasının egemen olduğu süreçte, ulusal dil birleştiriciliğini kaybetti ve Türk  gençliği-dünyada da böyle oldu- karşılıklı anlaşmayı artık sağlama- yan deyimler içinde savrulup gitti. Yüksek tabaka(!) kendi arasında, eskiden Fransızca konuştuğu gibi, yarım yamalak İngilizce konuşmaya ve anlaşmaya başladı!.. Örneğin; Türk okulları olarak yabancı ülkelerde tanınan Cemaat okullarından mezun olan öğrenciler de emperyal güçlerin ilgili ülkedeki jandarma namzetleri olarak nitelenebilir. Bu okullar, Türk okulları olarak anılmakla birlikte,  haftada Türkçe dersi 6 saat, İngilizce ise 28 saat okutulmaktadır.
Dünya toplumları kısa sürede kavradı ki, küreselleşmenin amentüsü kısa ve özdü: Bütün dünya bir pazardır ve her şey ve herkes satılıktır. Bu dünyanın tek tanrısı, sadece paradır. Piyasanın dışındaki herşey günahtır ve paran yoksa canın cehenneme.
90’lı yılların başından bugüne 20 yılı aşkın bir sure geçti. Küreselleşmenin çirkin boyutu sürekli sayısı artan ve mazlum ulusları içeriden ve dışarıdan çökerten çok cepheli savaşlar, yüzbinlerce ölü, milyonlarca mülteci ve sayısı bir milyardan fazla açlık içinde kalan insan. Küresel kapitalizmin çekirgeleri her şeyi yeyip bitirmekte, gelişmekte olan ekonomileri de çölleşmeye mahkûm etmektedir. Kendini savunanlar, “haydut” ilân edilerek yok edilmektedir. Süper güce tabi olanlarsa topraklarında askeri üs ve tesislerin açılmasına ses çıkaramamakta, egemenliklerinden stratejik olanlarından bazılarını super güce teslim etmektedir.(14)
İngiltere Başbakanlarından Tony Blair’in Dış Politika Başdanışmanı Robert Cooper, Ulus devletin Çöküşü 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos başlıklı kitabında;(15) “(…) Avrupalılar, kendi aralarında yasalar ve açık işbirliğine dayalı güvenlik temelinde iş görürler; ama, Avrupa kıtasının dışında iş görürken daha erken bir dönemin daha kaba yöntemlerine geri dönmemiz gerekir. Zor, önleyici saldırı ve aldatmaca.(…)” Cooper’a göre, Avrupa’nın güvenliğinin anahtarı, “‘kendi aramızda yasalara bağlı kalmak; ama, ormanda iş görürken orman yaslarını kullanmak’ zorunda olmamızdır.” biçiminde bir görev tanımı yapmaktadır.
Söz konusu süreçte Türk toplumu da gelişmelerden yeterince etkilendi:  Dünyada olduğu gibi Türkiye’de de toplumun/ulusun atomizasyonu teşvik edildi, izole olan yalnızlaştırılan bireyleri yeni görünmez imparatorluğun pazarına daha fazla çekmek için, medya, kollektivizmin her türünü şüphe altında bırakıyordu. Örneğin, aile hakkında nevrotiklerin, psikoz hastalarının ve otoriter karakterlerin yuvası şeklinde algı oluşturulmaya başlandı; din ve kilise gibi kurumlar ise kürtaj yasağı ve köktendincilik olarak nitelendiriliyordu. Dernekler, bir masa etrafında oturulup çay kahve içilen ve bol bol lâk lâk edilen yerler, sendikalar ise herkesi toplu sözleşmeye zorlayan modası geçmiş yapılar şeklinde tanıtılmaktadır. Milliyetçilik kavramı ise hem küreselciler hem de yamakları tarafından gece gündüz aşağılanmaktadır. Oysa hem I. hem II. Dünya Savaşları milliyetçilikten çıkmadığı gibi, Fas’tan Çin’e uzanan geniş Avrasya coğrafyasında savaşın ana sebebinin küresel çete tarafından çıkarıldığı bilinmektedir.
Tanımlanan coğrafyaya bir günde bir ayda bir yılda hem de emperyalizm eliyle demokrasi gelemeyeceğini tarih bilincine sahip herkes görmelidir. Batı demokrasisi, ister Trablus’ta, isterse Brüksel ya da Washington’da, dünyada demokrasiyi ne kadar yerleştirmek isterse, uygulamaları da o kadar demokratik olmaktan çıkıyor; ancak günümüzdeki kusursuz ve insancıl propogandasına karşı koymak da kolay değildir. Bu nedenle de bu karanlık gücün kökenlerini iyi kavramak gerekmektedir.




























Atatürk’ün 6 Mart 1922’de TBMM’nde yaptığı tarihi konuşmada insanların beynine adeta kazıyarak, “Hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin?” ön görüsünü ülke ve dünya sorunlarıyla ilgilenen hangi namuslu aydın göz ardı edebilir:

“…vaziyeti düzeltmek için mutlaka Avrupa’dan nasihat almak, bütün işleri Avrupa’nın emellerine göre uygun yapmak, yürümek, bütün dersleri Avrupa’dan almak gibi bir takım zihniyetler belirdi. Halbuki, hangi istiklal vardır ki ecnebilerin nasihatiyle, ecnebilerin planlarıyla yükseltilebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir. Tarihte, böyle bir olay yaratmaya kalkışanlar, zehirli sonuçlarla karşılaşmışlardır. İşte Türkiye’de, bu yanlış zihniyetle sakat olan bazı yöneticiler yüzünden, her saat, her gün, her yüzyıl, biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. (…) bu geleneğin, Türkiye’nin hayatına ve varlığına aralıksız uygulanması sonucunda, nihayet Türkiye’yi ıslah etmek, Türkiye’yi uygarlaştırmak gibi birtakım bahanelerle, Türkiye’nin iç hayatına, iç yönetimine işlemiş ve sızmışlardır. Böyle elverişli bir zemin hazırlamak güç ve kuvvetini elde etmişlerdir.”
Türkiye’de ve bölgede Atatürkçü perspektifin kaybolması kimlerin işine gelir? Batı’nın ve onların içerideki uzantıları irticanın ve bölücülerin. Son MGK toplantısında irticanın tehdit unsuru olduğu gerçeği kabul edilmiş. Kim bilir, mâlûm cemaate ve onları içeride ve dışarıda himaye edenlere olmasın? Tarih, inanç üzerinden politika yapan kişileri ve kadroları zaman içinde başarısız kılıp tasfiye etmektedir.
Küresel politikaların bölgedeki izlerini sürmek açısından, imparatorluktan bugüne Türkiye Doğu ve Batı blokları arasında gidip gelmiştir. Türkiye’yi hem güçlü hem de zayıf kılan ana neden stratejik coğrafyasıdır. Karadeniz, Boğazlar ve Akdeniz’e hakim güçlü bir orduya sahip her geçen gün gelişmekte olan Türkiye Batı’da ve Doğu’da kimilerini rahatsız edecektir. Avrupa Birliği ve Rusya, Türkiye’nin ABD ekseninde kalmasını istememektedir. Amerika da Türkiye’nin diğerlerinin yörüngesine girmesinden rahatsız olacaktır. Bu nedenle Türkiye’nin yönetimine talip olacak irade mutlaka söz konusu büyük devletlerle ciddi çatışmaya girmekten kaçınmalı, kalkınmasını ve gelişmesini güçlendirmelidir. Batı dünyası ile bilimsel ve demokratik ilişkilerini sürdürürken Avrasya coğrafyasıyla kültürel, sosyal ve politik açılımlara daha fazla önem vermelidir.
Türkiye’nin insan hakları konusundaki söylem tutarlılığını olumlu karşılamak gerektiğini değerlendiriyorum. Sağlıklı sanayileşmeye önem vererek işsizliği en aza indirecek  politika geliştirmelidir. Bölge ülkelerine demokrasi ihracı, ne Amerika’nın ne de başka bir gücün işi olduğunu hatırlatmak istiyorum. Ortadoğu toplumlarının zaman içinde kendi kaderlerini kendi iradeleriyle belirlemelerine olanak verilmesi gerektiğini hatırlatmak isterim. Türkiye’nin Kürt sorununu yabancı güçlerin insafına terk etmeden, milli bütünlüğünü koruyarak kendi olanaklarıyla mutlaka çözmesi gerektiğini değerlendiriyorum. Terörizme ve teröriste baş eğmeden.1

Dipnotlar:

6. Haydar Çakmak, 1801’den Günümüze ABD’nin Askerî Müdahaleleri,  Kaynak yayınları, İstanbul 2013. s. 534 vd.
7. Cengiz Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü Perde Arkası ve Amerikan İmparatorluğunun Sonu Euro Dolar Savaşı, Otopsi Yayınları, İstanbul  2012, s. 10-11.
8. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 42-43.
9. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 19-22.
10. Özakıncı, Yeni İşgalciliğin İçyüzü…, s. 21-22.   Bretton Woods sistemi, II. 


Dünya Savaşı sırasında Temmuz 1944'te ABD'nin küçük bir kasabası olan Bretton Woods'da toplanan Birleşmiş Milletler Para ve Finans konferansında ortaya çıkan iktisadi sistemdir.
Bretton Woods uluslararası para idare sistemi, dünyanın önde gelen devletleri arasındaki ticari ve finansal işlemlerde uyulması gereken kuralları belirler. Bu sistem , dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konulmuştur.
Uluslararası para sisteminin kurallarını belirleyen bu anlaşma, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu'nun (IMF) kurulmasına karar vermiştir. Bu kurumlar, 1946'da, yeterli sayıda ülke anlaşmayı imzalayınca faaliyete geçmiştir.Bu sistemin getirilmesini isteyen ABD'nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. John Maynard Keynes ise İngiliz ekibinin başındadır. Bu konferansta altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verilmiştir.Tüm para birimlerinin dolara endeksli olması zamanla piyasalarda gerilim yaratmış ve 1971'de ABD'nin doları altına endekslemekten vazgeçtiğini açıklamasıyla sistem çökmüştür. Ortaya çıkan bu krizin en önemli sebebi ABD dışındaki ülkelerde dolar miktarının artması ve bu sebeple doların değerinin düşmesidir.

11. Nicolas Bonnal, “Why Western Democracy is Mind Control and Invisible Government”, Pravda,  April 2, 2013.
12. Bonnal, “Why Western Demokracy is Mind Control…”, Pravda,  April 2, 2013.
13. Bonnal, “why Western Demokracy is Mind Control…”, Pravda,  April 2, 2013.
14. Robert Cooper, Ulus devletin Çöküşü 21. Yüzyılda Düzen ve Kaos, (Çev. Berrin karahan), Güncel yayıncılık, Ankara 2005.
15. Cooper, Ulus devletin Çöküşü

.

Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)




Günümüzde Ortadoğu olaylarının arka planını okumak (I)
.

“Dünya, perde arkasında olmayanların sandıklarından çok daha farklı şahsiyetler
tarafından yönetilmektedir.”
Disraeli

Prof. Dr. Bayram Bayrakdar




Oryantalist bakış açısıyla icat edilmiş bir terim olan ve 20. yüzyılın başında Yakın Doğu’nun yerine kullanılan Orta Doğu coğrafyasında, Batılılarca “diktatör” olarak anılan tüm Batı karşıtı eski liderler birer birer tasfiye edilirken Arap Baharı’nı sürdürmeye pek hevesli Mısır’da da ilginç ve kanlı olaylar cereyan etmektedir. Halk Devrimini başlattığı algısı yaygın bir kanı olarak öne çıkan Mursi önderliğindeki Müslüman Kardeşler, iktidarı kısa sürede terk etmek zorunda kalmıştır!
General Abdülfettah Sisi’nin Mursi yönetimini devirmesiyle ilgili Türkçe basında,(1) şöyle bir yorum yer aldı;


Arap Baharı’nın en yakından takip edilen ülkesi belki de Mısır’dı. Halk artık her açıdan bunaldığı Mübarek rejimini devirmek için günler boyu Tahrir Meydanı’nı işgal etmiş, dünya da ülkedeki her gelişmeyi canlı yayında izlemişti.
Dünyanın canlı yayında izlenen ilk devriminin ikinci aşamasında ordu geçici olarak yönetimi ele almış ve seçimler sonuçlanana kadar iktidarda kalmıştı; fakat kendisini bir geçiş yönetimi olarak tanımlayan ordu, iktidarı seçimlerin galibi Müslüman Kardeşler’e bırakmadan hemen önce anayasaya sessiz sedasız bir madde koyarak cumhurbaşkanının yetkilerini önemli ölçüde sınırlandırmıştı.
Ordu tarafından ‘dişleri ve tırnakları sökülmüş bir aslan’a dönüştürülen Mursi’nin iktidarı yalnızca 1 yıl sürdü. Mısır ordusu, ‘devrimin kazanımlarını hiçe saydığı’ gerekçesiyle Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’yi 3 Temmuz’da devirerek, yönetime el koydu.
Ne tür bir bahar olduğunu tam kestiremediğimiz, krallıkları ve şahlıkları ve/veya otoriter yönetimleri tarihsel olarak kanıksamış, genelde tüm Ortadoğu ülkelerinde özelde de Suriye’deki gelişmelerle birlikte Mısır’daki son durumu değerlendirmeye çalışan Türkiye’de, yerel ve ulusal kanallarda kendini uzman olarak tanıtan kişilerce, ya da siyasal erkin fetva aracı hâline gelmiş malûm akademisyenlerce, olaylar ve gelişmelerle ilgili kesinlikle tarafgir, salt lâik-antilâik ekseninde bir açıklamayla çözümleme çabası, bölgesel ve küresel konjonktürden ve elbette coğrafyadan soyutlayarak İsrail ve Amerikasız sorunu açıklamak kabul edilemezdi.
Hele, ‘Amerika bile İHVAN’ın dinciliğini gördü ve onlara desteğini çekti’  türden bayat açıklamalar, topluma saygı duymamak ve onu anlamamak demekti ki, Amerika ve tabii ki Büyük Güçler, yeter ki kendi çıkarına hizmet etsinler her kadroyu ve ülkeyi rahatlıkla kullanmayı alışkanlık hâline getirdikleri bilinmeyen bir özellik değildir. Siz; evangelist-protestan-lâik-görünümlü- Amerikancı küresel çetenin, kimi zaman Türkiye’de ulusal egemenlik ve bağımsızlık ülküsünü unutmuş, mazlum uluslara sırtını dönmüş ve Batı’nın yörüngesine girmiş, sadece lâik olmayı Atatürkçü olmak sanan kesimleri kullanmadığını mı sanıyorsunuz?!
Gerçekten de, Amerika, İsrail, Mısır, Suudi Arabistan ve Ürdün grubunun içinde değil miydi Türkiye? Daha doğrusu Türkiye’yi yönetenler. AKEPE’nin İHVAN romantizmi anlaşılabilirdi; ama Irak’ta ABD’nin önderliğinde küresel çete, yüz binleri katlederken masum kadınların ırzına geçerken malûm cenahtan protesto niteliğinde neden hiç tepki gelmediği sorgulanmadı.
Demek ki Mısır’daki gelişmeleri yeterince anlamak için daha derinlere inmek gerekiyor. Suudi Arabistan’da çıkan ve Kraliyet Ailesine yakınlığıyla tanınan Okaz gazetesinde(2) General Sisi’nin liderliğinde gerçekleştirilen Mısır’daki askerî müdahale hakkında şöyle bir değerlendirme yer almıştı:
“…[Mısır’da çıkması kaçınılmaz görünen] ‘iç savaşı ve katliamı [kitlesel kıyımı] önlemek amacıyla’ bir yıldan daha kısa bir süre için Ordu, yönetimi ele aldı.” Birkaç gün sonra başlayan protesto gösterilerinin akabinde ise Mursi, aynı ordu tarafından görevinden uzaklaştırıldı.
Aslında Okaz gazetesinin değerlendirmesi şaşırtıcı olmadı; çünkü yapılacak darbe konusunda Mısır ordusunun üst komuta kademesiyle Riyad arasında aylardır devam eden görüşmeler yapılmaktaydı(3). Anlaşılıyor ki Mursi’nin polisleri, halk zihninde algılandığı biçimiyle, Türkiye’dekiler kadar becerikli değildi (!) ve bu nedenle de orduya bir pusu kuramadılar ya da amacını anlayamadılar!...
Bu gelişmelerden Mısır ordusunun üst komuta kademesinin Suudilerden güvence aldığı söylenebilir; zira Suudî Kraliyet Ailesi Mısır’da iktidar olan Müslüman Kardeşlerden/İhvan’dan nefret etmekteydi. Hattâ Suudlar için Müslüman Kardeşler, iktidardan uzaklaştırılmış olan Hüsnü Mübarek’ten daha tehlikeli görülmekteydi. Bu nedenle Kral Abdullah, Darbeci General Sisi’nin yeni liderliğini tebrik edenler arasında ilk sırada yer aldığı gibi, Sisi’nin gölgesindeki sivil makyajlı yönetime bir milyar doları peşin nakit olmak üzere, 2 milyar dolar karşılığı petrol ve ayrıca 2 milyar Doları bankada teminat gösterilerek toplamda 5 milyar dolarlık bir malî destekte bulundu.(4) Kısaca İsrail ve Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri, siyasetin İslâmcı versiyonunun tüm Arap coğrafyasını ayağa kaldırmasından ciddi biçimde korkmaktaydılar.
Bu açıdan bakılınca, Mursi’nin görevden uzaklaştırılması Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri için açık bir zaferdi; ama söz konusu gelişmeler Katar için bir başarısızlıktı. Olayların etkisiyle Katar Emiri görevini bıraktı ve yerine oğlu geçti. Böylece sarsıcı olmayan yumuşak bir değişiklik yaşandı. Doğaldır ki Katar’daki bu süreç müdahaleci bir politikayla geçiştirilmiş oldu. Bununla birlikte, Amerika’nın her iki ülkeyle ortak müttefik olmasına karşın, artık Suudi Arabistan ile Katar arasında ciddî bir rekabetin olabileceği gözden ırak tutulmamalıdır.
Mısır konusunu biraz daha açmak gerekirse; Devrilen Mursi Mısır’da büyük dış politikalar inşa edecek enstrümanlara sahip değildi, ya da olamadı. Suudi Arabistan’dan uzaklaşan bir dış politika izlediği gibi, İran’la ilişkilerinde de mahcup ve tereddütlü davrandı. Uygulamalarıyla İhvan’ı tehdit unsuru gören tüm toplum kesimlerini de rahatsız etti.
Bilindiği gibi Suriye’deki iç savaşta Suudi Arabistan ve Katar’ın dışında Amerika’nın üç yakın müttefikinden birinin de Türkiye olduğu hakkında iç ve dış basında önemli bilgiler yer aldı. Mısır’daki son gelişmeler karşısında Başbakan R. T. Erdoğan Katar’dan başka bir diğer kaybedeni olarak dış ve iç kamuoyunda algıya neden oldu. Yabancı bir analizde yer aldığı biçimiyle(5); Erdoğan’ın Mısır’daki darbecileri suçlaması, her iki ülke arasındaki İslamcı partilerin (AKEPE-İHVAN) arasındaki dayanışmadan kaynaklanmaktaydı.
Yalnız bir farkla ki, Müslüman Kardeşler işbirlikçi bir görüntü vermemeye özen göstermeye çalışırken, AKEPE, Millî Görüş çizgisinden ayrı, bir Amerikan/Batı projesi olarak var oldu. Geniş kitlelerin nefretini askerlerin üzerine yönlendirip PKK’yı aklarken kendi ordusunu terörist ilân eden bir anlayışın mantığı Türk toplumunca anlaşılabilir olmaktan uzaktı?!
Ortadoğu’daki etnik ve mezhepsel çatışma ve çelişkiler sadece Arap coğrafyasında değil Türkiye’de de Milliyetler Meselesi bağlamında bir Kürt sorunu var olduğu bilinir ve yaşanır. Doğaldır ki bunun tarihsel kökenleri yok değildir. Sadece konunun PKK’nın taşeronluğuna terk edilmesi aklı başında hiç kimseyi ikna edemez. Konuyu benzerlikleri açısından karşılaştırırsak, benim analizime göre, Sovyetleri çökerten iki ana sebepten biri ekonomi ise diğeri de milliyetler sorunu olmuştu. Amerika, Sovyetler Birliği’ni askeri harcamalarını artırmaya zorlamış, Sovyetler sosyal politikalarına ve insana yeterince refah payı ayırmamış/ayıramamıştır. Tarihte İngiltere ve Rusya Türkiye’deki Kürtçü politikalarını sürdürdüklerinden, bu ülkelerce  Türkiye silâhlanmaya zorlanmıştır. Soğuk Savaş sürecinde bu siyaseti ABD Türkiye’ye dayatmış ve PKK terörüyle Türkiye, sosyal politikalarını istenen ve beklenen düzeyde gerçekleştirememiştir.
Büyük Güçler, aynen Ermeni sorununda olduğu gibi Kürt sorununda da konunun çözümlenmemesini ve sürekli gündemde tutulmasını sağlayarak, her zaman Türkiye’nin iç işlerine karışmak arzularını gerçekleştirme çabası içinde olageldiler. Meselenin çözümü açısından Türkiye’de konuyu sosyal alanda kimseyi rencide etmeden ve ülkemizin barış ve refahını sağlama adına, kaynaklarımızı silâh üreten haydut devletlere ödeme yerine, refahımıza harcamanın mutluluğunu yaşatacak cesur ve samimi kadroların iktidarına ihtiyaç vardır. Büyük oyunları bozacak iradelerin iktidar olması temennimizdir.  
Erdoğan’ın genelde İhvan’ı ve özelde Mursi’yi savunan açıklamaları, Türkiye’de büyüklü küçüklü tüm muhalefet partilerinden eleştiri aldı. Sanki hepsi de söz birliği etmişçesine Başbakan Erdoğan’ı suçluyorlardı. Başbakan’ın bölgedeki eş başkanlığına soyunduğu BOP ve/veya gelişmiş Ortadoğu projesinin mimarı olan ABD’nin Dışişleri Bakanı John Kerry, 2 Ağustos’ta Pakistan’da yaptığı açıklamasında Mısır’daki son gelişmeleri darbe olarak nitelemedi. Doğrudan darbeci generallere destek verdi. Böylece, AKEPE’nin enine boyuna analiz etmeden romantik güdülerle yaptığı Mursi savunuculuğu sona ermiş oldu. Mısır’da darbecilerin, sayıları 600-1000 arasında belirtilen insanın ölümüne neden olması, liderliğin ahmaklığı, beceriksizliği ve sorumsuzluğu ile açıklanmalıdır.

21 Ağustos 2013 tarihli Milliyet gazetesinde Melih Aşık, Mısır’daki son darbeyle ilgili Başbakan R. T. Erdoğan’a da gönderme yapan yazısında şu değerlendirmeyi yapmıştır:

“Batı gazetlerinde bile Mısır’la ilgili yorumlarda açıkça söyleniyor:
- Ordu darbesinin ardında ABD, İsrail ve Suudi Arabistan vardır...
Erdoğan darbenin arkasındaki diğer iki dostundan; ABD ve Suudi Arabistan’dan nedense hiç söz etmiyor!
Söz Mısır’dan açılmışken... Ülkenin falında pek de umutlu bir gelecek görünmediğini kaydedelim. Deniyor ki... İsrail, aynen Suriye ve Irak gibi Mısır’ın da bir iç çatışma sürecine girmesinde stratejik yarar görmektedir. Mısır’da Mursi ve taraftarlarının bir kez daha iktidar olmasına izin verilmeyecektir. Mısır ordusu ülkeyi kukla bir sivil hükümetle yönetecektir... İsrail ve ABD’nin uzun vadedeki planı, Mısır’ı iç savaşa iterek ‘Arap Dünyasının Kalbi’ konumundan çıkarmaktır.
Suriye’de iç savaşı tezgâhlamış olan ABD Büyükelçisi Robert Ford’un şimdi de Kahire’ye atanması, ABD’nin bu ülkede iç savaş tezgâhlama niyetine kanıt gösteriliyor. Kuklaların ipinin ABD’nin eline geçmesine izin verdiniz mi yarın ne olacağını bilemezsiniz...”

Soğuk Savaş döneminde devletlerarası çatışma günümüzde yerini ülkeleri etnik ve mezhepsel gruplara bölerek sıcak çatışmaların içine sürüklemiştir. Post Sovyet sürecinde de bölgemizin ve Türkiye’nin durumu gerçekten çok endişe vericidir. Türkiye’yi yöneten iradenin kendi içyapısına bakmaksızın Suriye’ye ve başkalarına demokrasi dersi vermeye kalkarken- gerçekten demokrasi dersi almak isteyen var mı acaba?!- dış politika aktörlerimizin son iki yılda dünyada ve bölgemizde itibar kaybetmesi istenmeyen bir gelişmedir.
Bu bağlamda Tunus, Cezayir, Libya, Mısır ve Suriye’deki uluslar arası etkilerle ortaya çıkan olaylarda Türkiye’nin, tüm terör örgütlerine rahmet okutan Baş terörist/haydut devletler safında yağma ve talandan pay kapma çabası da bütünüyle iflâs etmiştir. Ortadoğu ülkelerinin hiçbirine ama hiçbirine demokrasi gelmeyeceğine göre bu ülkelerden her birinin içeride karışıklıklar çıkartılarak çökertilmesi ne demokrasi ne de insan hakları açısından anlaşılır değildir. Nitekim Libya Lideri Kaddafi’nin Dünya televizyonlarından izlenen akıbeti, her namuslu Müslümanı ve insanı tiksindirmiştir. Irak, Tunus Suriye, Mısır, Cezayir gibi ülkelere demokrasi getirme çabaları bölgeye nelere mal olmaktadır?
Libya konusunda çelişkili va hazırlıksız tutumu bir yana Mısır’la ilgili olarak Sayın Başbakan Erdoğan’ın kesinlikle devlet adamı ve diplomat kimliğinde açıklama yapması beklenirken, din adamı üslûp ve edasıyla Türkiye’yi zor durumda bırakan bir izlenim yaratmıştır. Olur olmaz zamanlarda uluslararası olay ve olguların gerisinde “sürekli İsrail” araması Türkiye’nin dış politikasına yarar getirmemektedir. Türkiye’nin geçmişten günümüze dış politika söyleminde Yahudi husumeti yer almamalıdır. Bu söylem gayri milli bir içerik taşımaktadır. İnsan hakları söylemini öne çıkarmak gerekir.
Benim kuşağımın zihninde 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’na verdiği destek nedeniyle Kaddafi’ye, eleştirilerimizi saklı tutmak kaydıyla, bir tarihsel sempati de yok değildi. Bölgenin kaderine bakın ki, Ortadoğu bir başka tanımla mazlum uluslar coğrafyası, izlenen  yanlış politikaları sonucu kan gölüne çevrilmektedir.
Böyle bir ortamda Türk varlığının, bağımsızlığının ve bekasının bölgede teminatı olan Türk Silahlı kuvvetleri bölgede hatırı sayılır saygın politikaların geliştirilmesine katkı sağlamaktan alıkonulmuştur. İç kamuoyunda Türk Ordusu’nun emperyalistlerin projeleriyle sarsıldığı ve dünyanın gözü önünde bu projelere yem edildiği algısı yaygınlık kazandı. Halkın zihninde moral değerlerin etkisizleştirildiği algısı hakim olmaya başlarken birden bire söz konusu algıyı öteleyen Gezi gerçeği ortaya çıktı. Gezi süreci, Türk toplumunun geleceğe dönük hayallerini ve rüyalarını pozitif yönde etkiledi. Gezi’de millete dik durması gerektiğini hatırlatan cesur ve yürekli kadınların ve gençlerin inisiyatif alması, bir başka deyişle duruma elkoymaları toplumsal umutsuzlukları birden ümide dönüştürdü. Can suyu oldu bir bakıma. Gezi, Türk halkının bölgedeki gelişmeler konusunda yönetimlerin baskısı karşısında bir tepki olarak da safını net olarak belirlemesini sağladı.
(Devam edecek)

Dipnotlar:



  1. 20 Ağustos 2013 tarihli gazeteler. 
  2. 2. Okaz, 30 Haziran 2013.
  3. 3. Lemonde Diplomatique, August 2013.
  4. 4. Lemonde Diplomatique, August 2013
  5. 5. Lemonde Diplomatique, August 2013.
http://www.turksolu.com.tr/417/bayrakdar417.htm

..


Yiğit Bulut Nasıl Tayyipçi Oldu?




Yiğit Bulut Nasıl Tayyipçi Oldu?


Ali Özsoy

Ulusalcı Gurular

Türkiye’de, ne yazık ki, en kolay manipüle edilen insanlar Atatürkçüler ve ulusalcılar. Oysa bu kesim aynı zamanda en okumuş kesimdir. Televizyonlardaki tartışma programlarını izlerler, gazeteleri, çıkan en son flaş “ulusalcı” kitapları okurlar. Aydındırlar ama yine de en kolay oltaya bizim insanlarımızı atlar.

Yiğit Bulut
Yiğit Bulut
Tuncay Özkan
Tuncay Özkan

Erhan Göksel
Erhan Göksel
Bir insanın bu kanallarda çıkan ve azetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı bellemesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar.

Çünkü yine biraz önce bahsettiğimiz gibi, gazete okumak ve televizyon izlemekten ibaret bir siyasi eylem kültürleri vardır. Gazeteleri ve televizyonları ciddiye alan insanın da beyni ne yazık ki bir müddet sonra balık beynine dönüşür. Nerde olta orada ulusalcı amca…
Gazeteler ve TV kanallarının yarısı AKP yandaşı, geri kalanı ise Aydın Doğan’ın. Bir insanın bu kanallarda çıkan ve gazetelerde yazan herhangi bir yazarı, araştırmacıyı veya gazeteciyi Atatürkçü, ulusalcı görmesi, ciddiye alması, hatta peşinden gitmesi için son derece saf olması gerekir. Ancak ne yazık ki burası Türkiye ve böylelerinden milyonlar var.
Ulusalcı gurular bu kitlenin saflığı ve iyi niyetini kullanıp köşe dönen Titancılar gibi… Bunu başarınca da ilk fırsat siyasi görüşlerinde de dönüp hemen AKP’ci oluyorlar. Bizim Atatürkçü amca ve teyzeler de şaşkın şaşkın ekranın başında kala kalıyorlar: “Hanım bu adam ne diyor? Bu da mı Tayyipçi olmuş.”

Her biri bir operasyon

İyi niyetli düşünürsek, bu tür isimleri fırsattan istifade isim yapmaya çalışan, biraz ün, biraz para meraklısı uyanık kimseler olarak düşünebiliriz.
Ama olay hiç de bu kadar basit değil. Bu adamları televizyonlardan milyonlar izliyor. Ulusalcılık adına yumurtladıkları saçmalıkları doğru kabul ediyor. Kitaplarını alıyor. Ve hepsinden önemlisi milyonlarca Atatürkçü ve ulusalcı bu sayede susturuluyor, yanlış yönlendiriliyor, AKP ve ABD’nin istediği yöne manipüle ediliyor.
Bu sahte ulusalcı guruların her biri bu yüzden bir operasyondur. Gizli servis operasyonudur. Görevlerini yerine getirirler. Kitlelere en dost ifadelerle en düşman tezleri benimsetirler. Ve en sonunda istisnasız hepsi gerçek yüzünü belli eder.
Örneğin Hulki. Aziz Nesin’in TV’de haşladığı bir dinci, hurafelerle uğraşan garip bir araştırmacıydı. Sonra ansızın en kahraman ulusalcı kesildi. Programlarında anlatılan ipe sapa gelmez şeyleri kitap olarak bastı. Bunlardan köşeyi döndü. En sonunda bir gece yarısı Atatürkçü gençlere karşı PKK’yla birlikte saldırmaya çalıştı. Büyük ulusalcı, Diyarbakır’daki dostlarıyla özel bir program düzenlemiş ve TÜRKSOLU’nu aklı sıra bitirmeye çalışmıştı.
Bu bir operasyondu. Yıldız’da katledemedikleri gençlerin işini akılları sıra TV’de bitireceklerdi. O gün rezil oldu. Gerçek kimliği de ortaya çıktı. Ama Atatürkçülerin parasıyla geçinmeye uzun yıllar devam etti.
Sonra Yalçın Soner ve Yalçın Küçük. Birdenbire en büyük ulusalcı kesildiler. Atatürkçü çevrelere Yahudi düşmanlığı, Sabetayist avcılığı ve komploculuk mikrobunu soktular. Millet ABD’yi emperyalizmi bıraktı, deliler gibi harfleri toplayıp çıkarmaya başladılar. Mezar taşlarıyla kafayı yiyenler, Atatürk’e bile Yahudi diyenler türedi. Bu da bir operasyondu.
En büyük operasyon Tuncay’ınkiydi. Milyonları peşine taktı. Cumhuriyet Mitinglerini tam AKP’nin ve ABD’nin istediği hizaya soktu. Sonra bir gün milyonların telefon numaralarıyla birlikte ulusalcı TV kanalını Fetoculara sattı. Şimdi Obama’ya mektuplar yazıyor, Apo’yu göklere çıkarıyor. Peşinden artık kimse gitmiyor. Ama Atatürkçülerin en kritik iki yılını çaldı.
Bunun haricinde daha küçük figürler de var. Biri Erhan Göksel… Bu, TV’lere çıkar, tüküre tüküre konuşurdu. Ne zaman bir saçmalık duysak, sonradan öğrenirdik ki, o yumurtlamış. Bir ara çok popüler oldu. Yaşlı bir teyze gelir: “Evladım duydun mu Kraliçe Elizabeth niye Türkiye’ye gelmiş?”, “Niye teyze?” “İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanı olmasın diye.”, “Teyze kafayı mı yedin? Kraliçeyi İngiltere’deki oğlu bile takmaz. Türkiye’de kim dinlesin onu.”, “Evladım hani şu Flash’ta çıkan şişko adam var ya. O çok güzel konuşuyor. O söyledi.” Bu ve buna benzer saçmalıklar…
Sonra Erhan’ı Ergenekon’dan aldılar. Bir değil yarım gün içerde kaldı. O sinirli, babayiğit adam gitti, içeriden kuzu çıktı: “Bana savcılar öyle belgeler gösterdi ki artık ben de Ergenekon’un doğru olduğuna inanıyorum.”

Yiğit Miğit sana ne oldu?

Ergenekon’un en son savunucularından biri ise eski ulusalcı yeni yandaş Yiğit Bulut. Yiğit Bulut bir aralar Ergenekoncuların bir numaralı savunucusuydu. Her dalgadan sonra televizyonlara çıkar operasyonu şiddetle eleştirirdi. Bakın en son bu konuda hangi noktaya gelmiş:
“Ergenekon soruşturması sürecinde saat 5’lerde 6’larda insanların gözaltına alınması eleştirilebilir. Ergenekon operasyonu Türkiye’nin içine yerleşmiş bir zümrenin sökülüp atılmasına yönelik bir operasyon. En başta ben inanılmaz karşıydım ama gelişmeleri gördükçe ve özellikle yurtdışı bağlantılarını gördükçe... Alman bağlantısını bulabilecekler mi çok merak ediyorum. Başbakan Erdoğan’ın 24 ayı kaldı, 24 ay içinde Ergenekon’un finansal kısmını söküp atamazsa, finansal ve normal Ergenekon Erdoğan’ı söküp atıyor.”
Ya ne güzel değil mi? O da Erhan gibi ikna olanlardan. Eskiden ulusalcılara akıl veren yiğit gazeteci, şimdi Tayyip’e akıl veriyor. Elini çabuk tut diyor. Yoksa Ergenekon seni tasfiye edecek.
Alman bağlantısından ne kastediyor acaba? Patronu ve akrabası Aydın Doğan’ı olmasın.
Acaba Yiğit Bulut isminin yandaş çevrelerde Ergenekoncu olarak anılması ve bir dahaki operasyonda kendisinin de alınacağının kulağına fısıldanması bu hızlı dönüşümü açıklayabilir mi?
Erhan’ı döndürmek için birkaç saat yetti, Yiğit için bir uyarı yeterli olmuş olabilir mi?
Ancak Yiğit Bulut’un durumu ilginç… Çünkü son günlerin AKP yandaşı, uzunca bir süre en kahraman ulusalcı rollerindeydi. Fazla bilinmeyen bir gerçek ise Aydın Doğan ile yakın akraba olması. Şimdi ise Zaman gazetesine röportaj veriyor. Ertuğrul Özkök’ü yerden yere vuruyor. Aydın Doğan’ın aslında namazında niyazında inanmış bir Anadolu Müslümanı olduğunu, onu etrafındaki beyaz Türklerin yanılttığını söylüyor. Kimileri Yiğit Bulut, Doğan Medya’dan ayrılacak Habertürk’e geçecek diyor. Kim bilir belki de Ertuğrul tasfiye olacaktır. Belki de Doğan’ın akrabasının bu Ergenekon karşıtı ve yandaş çıkışının nedeni budur.

Antiemperyalist Tayyip

Binbir türlü dalaverenin döndüğü istihbarat ve sermaye dünyasında kim neden saf değiştirir, bu işler nasıl olur bizim bileceğimiz iş değil. Ancak Yiğit olayından önemli bir ders çıkarmalıyız. Ders çıkaralım ki, Atatürkçüler zayıf karakterli, kolay dönen, kıt bilgili ve cahil kişilerin peşinden gitmeyi bıraksın.
Yiğit Bulut, birkaç yıl öncesine kadar sıradan bir piyasa yazarıydı. Kendisi iktisatçı değil, borsa analizcisidir. Şu hisseyi al, bunu sat, parite marite… Tabii biz buna iktisat bilimi demiyoruz.
Sonra az bildiği ekonomi konuları üzerinde de yazmaya başladı. Sonra iyice uçtu, ulusalcı bir kahraman oldu çıktı karşımıza.
Son bir ayda hızlı bir dönüşümle yandaşlığa başladı. AKP yerine artık Ak Parti yazıyor. O kadar uçtu ki, Tayyip Erdoğan’ı Atatürk’ten sonra gelen ve Türkiye’yi dışa bağımlılıktan kurtaracak ilk lider olarak bile gösterdi:
“Bu arada ‘AK Parti’yi ve Başbakanı’ gerektiğinde en ağır şekilde eleştiren ve ‘sistemi çözmüş’ biri olarak diyorum ki; şimdi ‘bu direnişe’ destek zamanı! İnanın bana ‘bu çarktan kurtulursak’ uçarız! Bu noktada Başbakan Erdoğan’a da samimi bir hatırlatma: Uğraştığı çarkın ‘yarıçapı’ çok ama çok büyük; 1854’ten 2009’a uğraşan herkes, ‘evinde’ oturuyor veya ‘oturamıyor’! Lütfen çok ama çok dikkatli olsun ve gerekli bütün tedbirleri alsın!
Ne yapmaya çalıştığını da Türk Halkı’na anlatsın! Her türlü yardıma elimizden geldiğince hazırız!
Yaşasın tam bağımsız, ekonomik anlamda tuzaklardan kurtulmuş TÜRKİYE!”
Yüzsüzlüğe bak! Tayyip Türkiye’yi tam bağımsız yapacakmış. Yiğit de onu can siperane savunacakmış.
Ulusalcılık adına pek çok şarlatanlık gördük ama Tayyip’i uluslararası sermaye ve emperyalizm karşıtı bir ulusalcı olarak ilk kez bize yutturmaya çalışıyorlar.
Bitti mi? Hayır. Daha birkaç ay önce Ergenekon operasyonuna en büyük karşıt olan Yiğit artık bu operasyonu Türklük için adeta Ergenekon destanı gibi bir çıkış belliyor. Türklüğün tarihinde üç büyük çıkış varmış. Üçüncüsü Kurtuluş Savaşıysa, dördüncüsü de Ergenekon soruşturmasıymış:
“Bugün ‘Ergenekon’ adıyla yürütülen, kimilerine göre ‘yerleşiklere’ karşı ‘bir kalkışma-arınma’ olarak tarif edilen, kimilerine göre ‘yeni yerleşikler’ yaratma çabası olan ama yorum ne olursa olsun gözümüzün önünde durmasına rağmen ‘gözden kaçırdığımız’ çok şeyi yeniden hatırlatan operasyon beklenen ‘bu çıkış’ olabilir mi? Adı ‘tesadüf’ olarak kondu dense veya ‘bir komutanın soyadı’ diyerek geçiştirilse bile ‘bilinçli seçilmiş’ bir ‘çıkış denemesi’ olabilir mi? Yorumsuz olarak soruyorum... Sonuç: Dördüncü bir çıkışa ‘mutlaka’ ihtiyacımız var! Bu çıkış ‘yerleşiksiz, IMF’siz, AB’siz’ sadece ‘BİZ’ olarak olacak! Sıkışan her dinamik sıkıştığı yerden patlar! Ergenekon’a ve geçmişimize bir de böyle bakalım..”
Duydunuz mu Ergenekon operasyonu neden yapılıyormuş. Türkiye’yi IMF ve AB’den kurtarmak için!
Yiğit o kadar yüzsüz ki, ben döndüm diyemiyor. Tayyip benim dediklerime geldi diyor. Tayyip artık IMF ve AB karşıtı olmuş. Büyük sermayeye karşı halkın çıkarlarını savunuyormuş...

Kötü iktisatçı, kötü matematikçi, kötü filozof

Bir de felsefe yapıyor. Evrim teorisine saldırarak yandaşlık işine başladı. Tezi kısaca şu... Bir canlı kendiliğinden evrimle oluşmaz. Bir yaratıcı gücün onu bilinçli bir şekilde inşa etmesi gerekir:
“Bir tahtanın bir ‘pencere’ olma ihtimalinin ‘olmadığı’ bir gerçek düzeyinde, tek hücrenin ‘bir zekanın müdahalesi’ olmadan bugün gördüğümüz ‘mükemmel bizi’ ortaya çıkarma ihtimali sizce kaç? Yorulmayın ben söyleyeyim; matematiksel olarak böyle bir ‘ihtimal’ yok! Bu gerçeğe ‘dünyanın oluşumu’, ‘yerçekimi’ gibi kanunların da oluşumunu ekleyin! Tekrar ediyorum; böyle bir ‘ihtimal’ matematiksel olarak ‘ifade edilemez’! Biraz ‘matematik’ bilen, evrim gibi bir ‘saçmalığa’ asla inanamaz! Bana kendi başına ‘oluşan tek bir pencere’ gösterin, ben de inanacağım!”
Bir zekanın müdahalesi dediği de kısaca Tanrı. Böylelikle Tanrı’nın varlığına ilişkin binlerce yıllık felsefi bir tartışmayı ve tüm ontolojik sorunları ucuz bir örnek ve yanlış bir matematik ile çözmüş oluyor. Cahil cesareti buna denir.
Adam iktisatçıyım diyor ama istatistiğin en temel kuramlarını bilmiyor. Olasılık hesabı öyle yapılmaz Yiğit Bey. Bir canlı ele alalım. Örneğin bu Yiğit gibi bir insan olmasın da bir bukalemun (nereden aklımıza geldiyse) olsun.
Yiğit diyor ki: Olasılık hesabına göre evrim ile bir bukalemunun karşımda durma olasılığı 1 bölü on üzeri katrilyondur. Bölme işleminin pay kesiminde duran 1 rakamı bukalemunun var olma ihtimalini, paydadaki on üzeri katrilyon ise sayısız karbon, hidrojen ve oksijen atomunun yan yana gelmesi, amino asitleri oluşturması ve sonunda bukalemuna dönüşmesi ihtimalini temsil eder. Bu da sıfır virgül on üzeri katrilyon kadar sıfırdan sonra gelen bir 1’dir. Yani aslında sıfırdır. Demek ki böyle bir ihtimal yoktur.
Çok küçük rakamlar veya çok büyük rakamları gördükten sonra yılıp, işi hemen Allah’a havale edenlerin ya matematiği çok kötüdür ya da bilinçli yobazdır. Ama “biraz matematik bilen” biri, olasılık hesabının böyle yapılmadığını da bilir Yiğit.
Hesapladığımız şey herhangi bir bukalemunun var olma ihtimalidir. Yoksa senin karşında duran tek bir bukalemunun değil. Böyle olunca 1 bölü on üzeri katrilyonla ortaya çıkan ve senin sıfır sandığın çok küçük sayıyı çarpacağız. Neyle mi? Evrenin toplam hacmi çarpı evrenin toplam yaşıyla. O zaman pay kısmında sadece bir rakamı kalmaz aynen paydadaki gibi on üzeri katrilyon civarında çok büyük bir sayı çıkar ortaya. Sadeleştiğinde de sonuç birdir. Yani senin hesabına göre bukalemunun oluşması ihtimali yüzde sıfırken, doğru matematik ile olasılık yüzde yüze çıkar. Bu da şaşırtıcı değil, çünkü zaten bukalemunlar vardır.
Matematikten çakmadıysan senin anlayacağın dille söyleyeyim. Gerçekten de yeterli miktarda karbon, oksijen ve hidrojenin yan yana gelmesiyle tek bir canlı organizmanın bile ortaya çıkması çok düşük bir ihtimaldir. Ama evrenimiz o kadar büyüktür ve zaman o kadar geniştir ki, bu düşük olasılığın gerçekleşmesi son derece olanaklıdır. Olasılık ile olanaklı olmak arasında fark vardır.
Evrendeki galaksi sayısının yüksekliği, bunların içindeki gezegen sayısının yüksekliği dikkate alınınca tek bir amipin ortaya çıkması hiç de “sıfır ihtimalli” bir olay değildir. O amip ortaya çıkınca evrim zaten üzerine düşeni yapar. İhtimal hesabı böyle yapılır. Seninki gibi değil.
Yiğit Bulut sonraki yazılarında yan çizdi. Evrimi kabul etti ancak evrimi de Tanrı başlattı dedi. Matematik konusunda cehaletini ispatlayan Yiğit, bu sefer felsefede döktürdü. Her şey neden sonuç ilişkisine bağlıymış. Tesadüf diye bir şey olamazmış. Eğer “big bang”den öncesini bilemiyorsak oraya “ilk itici güç” yani Tanrı’yı koymamız gerekirmiş.
Tanrı’yı neden-sonuç ilişkisinin içine koymak, onu yok etmektir. Çünkü Tanrı bir nedene dönüştüğünde, pekala bir sonuç da olabilir. O zaman da Tanrı olmaz. Yiğit Bulut dincilere yaranacağım diye farkına varmadan ateistlik yapıyor.
Tanrı kavramının kendisi, her bağlam, nedensellik ve olanaktan bağımsız olarak her an istediği gibi var etmek veya yok etmek kudretine dayanır. Tanrıyı “ilk itici güç” yapıp evrenin başına koyup, sonradan evrenin dışına kovduğunda yaptığın Tanrı ispat etmek olmuyor. Sadece zırvalamış oluyorsun. Kavramın kendisiyle çelişiyorsun.

Tesadüf hesabı

Bilim ne tanrının varlığını ne de yokluğunu ispat eder. Çünkü maddeye ve nedenselliğe bağlı kalmak zorundadır. Tanrı felsefi bir kategoridir. Ve mümkünse Yiğit Bulut gibi matematik ve felsefe cahilleri bu konuda bize ahkâm kesmesinler. Dincilere yaranmak istiyorsan başka bir yol bul. Ergenekon’dan falan bahset. Yeni peygamberlere ihtiyacımız yok.
Ancak bir çift laf da tesadüf konusunda edelim. Yiğit Bulut tutturmuş doğada tesadüf yoktur diye. Neden? Çünkü her şey neden-sonuç ilişkisine bağlıymış.
O tür çizgisel nedenselliğe Aristo mantığı derler. İlkçağda kalmış kafalar veya saf çocuklar böyle konuşabilir. Modern bilimin son yüz yıldır yaptığı ise tesadüflerin nedenselliğini araştırmaktır. Yazılarında bol bol bahsettiğin kaos teorisi, sadece ve sadece tesadüflerin ve kaosun nedenselliğini çözmeye çalışır. Bari yazdığın şeylerin anlamına sözlükten bak. Doğada tesadüfler vardır. Hatta tamamen tesadüflerle doludur. Nedensellik tesadüfü reddetmez tersine açıklar. Bu yüzden bilim asla bitmeyecek bir uğraştır.
Ama tesadüf olmayan bir şey var ki, o da Yiğit gibi ulusalcı guruların bir gün mutlaka dönecek olması. İşte burada ihtimal yüzde yüzdür. İş tesadüfe kalmaz.
Atatürkçüler ve ulusalcılar böylelerini aydın belleyip TV karşısında saf saf oturdukları sürece, AKP’nin iktidar olması da hiç “tesadüf” değil. Yiğit’ten alacağımız tek felsefe dersi de bu olsun.

(Sayı 241, 22/06/2009)

http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal4.htm

 ..















Her Dönemin Kadını Türbana Nasıl İkna Oldu...





Her Dönemin Kadını 
Türbana Nasıl İkna Oldu...


Ali Özsoy

Çarşafın ve Kürdün şeref partisi,

CHP'nin son günlerdeki açılımları herkesin malumu haline geldi. İlk başta Baykal bir poşu giydi ve "etnik kimlik şereftir" dedi. Daha sonra çarşaf "milli giysi" ilan edildi. Atatürk dönemi "tek parti dikta zihniyeti" denerek karalandı.


Nur Serter türbanlı bir bayana CHP rozeti takıyor.


Nur Serter, bir ilkesizlik abidesidir. Şimdi Baykal'ın yakın çevresinde bulunabilmek ve kendisi çok önemli olan milletvekili dokunulmazlığını bir dönem daha uzatabilmek için CHP'nin türban açılımını sonuna kadar destekliyor. Madem türban laikliğe aykırı değildi, neden Cumhuriyet Mitinglerinin başına geçtiniz. Yoksa tek amacınız halkı frenlemek miydi?
Oysa Necla Arat en azından karşı çıktı. Ancak Serter hızlı dönüşür. Bakın eskiden ikna odalarında türbanlıları laik olmaya ikna eden hızlı "Atatürkçü" şimdi Atatürkçüleri nasıl türbana ikna etmeye çalışıyor:
"Ben bu olayın CHP'nin laiklik çizgisinden bir sapma yarattığı görüşüne katılmıyorum. CHP bu olaydan önce olduğu gibi; her zaman laiklik ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkan bir parti olacaktır."
İkna olan var mı? Biz olmadık. Ancak Nur Hanım türbana ikna olmuş. Kişilik yapısı buna müsait. Eskiden rektörlük ve iktidar için Atatürkçü gençlere yapmadığını bırakmayan bir insanın, şimdi de Baykal'ın yakın çevresinde ve mecliste kalabilmek için 180 derece dönüşüm geçirmesi bizi şaşırtmıyor.


Şimdi düşünün bir kere Baykal'ın bu abartılı açıklamalarını AKP'li biri veya Tayyip yapsa ne olur? Tüm Atatürkçüler ayağa kalkmaz mı? Ama söz konusu olan CHP olunca takiyyecilik ne yazık ki kabulleniliyor.
Bunun da ötesinde bir de kavramsal "açılım" yapmıştı Baykal. Türban "irticaiydi", çarşaf ise "milli giysi"ydi. Halkın %70'i bu milli giysiyi giymekteydi.
Sağduyulu bir insan ancak "bu adam aklını kaçırmış olabilir" diyebilir. %70 çarşaflı bugün İran'da bile yok. Acaba Baykal partisinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasını mı istiyordu. Bu yalanlar sadece oy avcılığı için olamazdı.
Çarşaf açılımına CHP teşkilatınında tek bir karşı ses bile çıkmadı. Bütün teşkilatlar örgütlü bir şekilde üye alımı törenleri düzenlemeye başladılar. Hepsinde Sultanbeyli'ndeki manzara. Poşulu tipler, kapalılar. Kimse CHP'nin yeni açılımı işe yaramış, bakın akın akın üyeler geliyor demesin. Çünkü CHP'de bu üyelerin hiçbir işe yaramadığı, sadece basın için şov nitelikli olduğu, pek çok bölgede CHP'nin oy sayısının üye sayısından bile az olduğu bilinen bir gerçektir.
Son günlerde CHP'ye katılanlar genellikle türbanlıydı. Hatta öyle ki türbanlı katılım açık katılımdan fazlaydı. Zaman gazetesinin yıllar sonra Baykal ve CHP'yi göklere çıkarmasından belli ki; partiye sızmalara karşı çok sert olan Baykal; açıkça bazı tarikatlarla işbirliği yapmaktaydı. Tıpkı bir zamanlar Ecevit'in yaptığı gibi. CHP'nin kapısı Atatürkçülere kapalıydı ama tarikatlara açıktı. Fakat bu tarikatçılar bile çarşafı değil türbanı tercih ediyordu. Baykal ise pek politik davranmamış, Sultanbeyli'de çarşaflıları bağrına basarken, türbanlıları "adeta bir tek parti diktatörü" gibi dışlamıştı öyle değil mi? Oysa onların da oyu var. Açılım gecikmedi. Ardahan Milletvekili Ensar Öğüt, partisinin Ardahan'da düzenlediği üye töreninde neredeyse hepsi türbanlı 40 kadına rozet taktı ve etnik kimlikten sonra ikinci bir şeref açılımı yaptı: "Başörtüsü bizim şerefimizdir. Ardahan halkının yüzde 80'inin kıyafeti böyle."
Bu sözü Tayyip Erdoğan söylese AKP için ikinci bir kapatma davası açılmaz mı? Ne demek türban bizim şerefimizdir. Bu anlayışa göre türbansızlar şerefsiz mi oluyor? Refah Partisi yıllar önce türban bizim sancağımız dediği için kapatılmadı mı?
Baykal'ın yarım bıraktığı açılım böylelikle tamamlanmış oldu. Hem de Baykal'ın %70'de bıraktığı tesettürlü oranı, Öğüt'ün gaza gelmesiyle bir yüzde on daha arttı ve yüzde 80'e çıkmış oldu.
Gerçekten de Baykal'ın dediği gibi türban sorununu herhalde CHP çözecek. Yakında yüzde yüzü türbanlı yapacaklar, olacak bitecek.
Ensar Öğüt türbanlılarına rozet taktıktan sonra; CHP'li gençleri de yanına almış ve bir kahvehaneye girmiş. Burada televizyonda yeni yayına başlayan TRT Kürtçe'yi açmışlar ve başlamışlar hep birlikte halay çekmeye. Ne güzel bir Türkiye manzarası değil mi?
"Vur patlasın, çal oynasın" diye bir deyim vardır. Kürt-İslam faşizminde siyasi manzara bu: DTP vurup patlatıyor, AKP çalıyor, aslan CHP'liler de halay çekip oynuyorlar.
Ancak Ensar Öğüt'ün "açılımları" bunlarla sınırlı değil. Kendini internet sitesinde "Kürt politikacı" olarak tanıtan bu milletvekili adeta CHP'nin Doğu Anadolu Bölge Komitesi sorumlusu gibi doğuda il il dolaşıp, gerici ve bölücü propagandaya her ilde farklı bir söylemle gaz veriyor.
Ardahan'dan Van'a giden "Kürt politikacı" burada Türkiye'nin %80'ini tesettürlü yaptıktan sonra hızını alamıyor ve Türkiye'nin yüzde seksenini bu sefer Kürt yapıyor:
"Şimdi Türk açılımı ve Kürt açılımı değil. Sayın Baykal 1989 yılında bunu söylemiştir. Bugün de diyor ki Kuzey Irak'taki gençler gelip Türkiye'de okusunlar ve 15 yıl sonra bizim elçimiz olsunlar.
Evet ben iddia ediyorum Türkiye'de yaşayan nüfusun yüzde 80'i Kürt'tür. Kız alıp kız vermişiz. Her tarafta akraba olan insanlar vardır. Ben niye Antalya'yı İstanbul'u ve İzmir'i bir başkasına bırakayım. Türkiye'nin her tarafı benimdir. Bu toprakları toplum olarak biz vatan yaptık. Bizim ecdadımızın kanıyla oldu."
İşte açılımlarıyla, saçılımlarıyla karşınızda yeni CHP. Yüzde sekseni kapalı, yüzde sekseni Kürt bir Türkiye özlemi duyuyorsanız gidin oy verin.

Ve sonunda Nur Serter de türbana "ikna" oldu

CHP'nin bu açılımlarına tüy diken bir zamanların laiklik mücadelesinin en önde gideni Nur Serter oldu. Nur Serter önemli bir isim. Çünkü tıpkı CHP gibi açılımların ve dönüşümlerin ürünü kendisi... Hayatının bir yılı diğer yılını tutmuyor.
Eskiden türban karşıtlığının şampiyonu, sembol ismi olan Nur Serter; partisinin son günlerdeki meşhur üyeleme kampanyaları çerçevesinde, Tuzla'da türbanlı katılımcılara rozet takmış. Bunun da son derece normal ve laik bir açılım olduğunu savunmuş. Yani üniversiteye yasak ama partiye serbest. Ya da belki de vazgeçmiştir. Üniversiteye de serbest olabilir. Çünkü ne de olsa türban artık CHP'lilere göre şeref...
Nur Serter'in türbanlı kadına rozet takarken verdiği poz aslında tarihi bir dönüşümün belgesidir. Bilindiği gibi 28 Şubat döneminin sembol isimleri Nur Serter ve Kemal Alemdaroğlu'dur. Üniversiteye gericiliğin simgesi olan türbanı sokmamak için büyük bir mücadele verildiği günlerdi. Ama ne hikmetse tüm üniversitelerde bu iki isim ön plana çıkmıştı. Oysa mücadele tüm Türkiye'de verilmekteydi. Mücadelenin en tehlikeli hattında ise türban yasağını bizzat savunan Atatürkçü gençlik hareketi bulunmaktaydı.
Hizbullah'tan ÖDP'ye, Ülkü Ocakları/ndan PKK'ya kadar geniş bir türban ittifakı kurulmuştu. Üniversitelerde gericilerin 1980'den itibaren egemen olduğu, satırlı ve kanlı bir dikta rejimini yürüttükleri, öğrencilerin 10 Kasım anması için bile hayatlarını tehlikeye attıkları bir dönemdi. 1990'larda üniversitede Cumhuriyet'i savunmak kolay iş değildi.
28 Şubat gelince Türkiye'nin dengeleri alt üst oldu. İşte o tarih gericilerin sinmeye başladığı, bazı kesimlerin ise birden bire en kral Atatürkçü kesildiği bir dönemi başlattı.
Nur Serter gibilerinin dönüşümü de o dönem başladı. Aslında geçmişinde ülkücülük, tarikatçılık ve İkinci Cumhuriyetçilik olan bu bayan birden bire Cumhuriyet kadınlarının sözcüsü olarak sivrildi. Pek çok Amerikancı ve Mason, 28 Şubat döneminde Atatürkçü kesilip, 28 Şubat hareketini yozlaştırdılar.
Bu tür "Atatürkçüler" ısrarla Altı Ok'u yok sayıp, Atatürkçülüğü sadece laikliğe indirgediler. Oysa laikliğin sağlanabilmesi için devrimcilik, milliyetçilik ve özellikle halkçılık şarttı.
28 Şubat böylelikle fazla ilerleyemedi. 28 Şubat ABD'nin kontrolünde "normalleşti" ve iktidar usulce AKP'ye devredildi.
ABD'den bağımsız, devrimci, devletçi ve halkçı bir idare olmadan laikliğin korunamayacağı kesindi. Atatürkçü gençler bunu savunuyordu. Oysa Serter ve rektörü bu kavramlara adeta tiksinerek bakıyorlardı. Atatürkçü gençler devrimci gençlik hareketini örgütledikleri, paralı eğitime, ABD'ye, İsrail'e ve iktidara karşı eylemler düzenledikleri için soruşturmaya uğruyordu. Bu öyle bir "Atatürkçü" idareydi ki; türban eylemlerini örgütleyen, dinci provokatörlere bile verilmeyen cezalar Atatürkçü gençlere verildi.
Atatürkçü gençlere PKK'lıların saldırabilmesi için okulda kimlik kontrolleri kaldırıldı. Satırların ve bıçakların okul içine saklanmasına izin verildi. En sonunda Atatürkçü Düşünce Kulüplerinin hepsi kapatılarak ve yöneticileri üniversiteden atılarak Atatürkçü gençlik sorunu çözülmeye çalışıldı.
O dönem hiçbir Atatürkçü çevre linç edilmek istenen Atatürk gençliğine sahip çıkmadı. Nur Serter ve Kemal Alemdaroğlu adeta tanrı ilan edilmişti. Onlar yapıyorsa mutlaka bir bildikleri vardı.
Aynı Nur Serter "Atatürkçülük" kariyerini Cumhuriyet Mitingleriyle zirveye taşıdı. Mitingler milyonları toplayan, kendiliğinden gelişmiş bir halk hareketi olarak başladı. Halk kitleleri AKP iktidarına, ABD'ye, bölücülüğe ve gericiliğe karşıydı.
Ancak cırtlak sesli, sarı saçlı "Cumhuriyet kadını" kürsüye çıkıyor ve ABD ile AKP'ye karşı olmadıklarını, Çankaya'da uzlaşma istediklerini söylüyordu. Siyasi sloganların yasak olduğunu, tek sloganın "Çankaya'da uzlaşma" olduğunu belirtiyordu.
Türkiye'nin Kürt-İslam faşizmiyle bir iktidar sorunu vardı. İlk defa bir halk hareketi bu faşist iktidarı devirebilirdi. Ancak anti-türban şampiyonu meseleyi Çankaya'dakinin karısının türbanına indirgedi. Mitinglerde bundan başka her türlü slogan yasaktı.
İzmir'deki üçüncü miting ile birlikte işin rengi iyice değişti. İki tane ahı gitmiş vahı kalmış merkez sol partinin, CHP ve DSP'nin seçim ittifakı meselesine dönüştürüldü tüm mesele. Milyonlarca insanı "Birleşin, birleşin!" diye bağırttılar. Birleşeceklerdi de ne olacaktı? Türkiye mi kurtulacaktı? Seçimler mi kazanılacaktı?
Böyle olmadığı, pazarlığın çok daha farklı olduğu ortaya çıktı. ABD bu sözde Cumhuriyetçileri kandırmıştı: "Siz kitleyi frenleyin. Ben de CHP-MHP koalisyonuna olur vereyim."
Meydanlarda toplanan milyonların sırtında pazarlık masaları kuruldu. Türkiye kurtulmadı ama Nur Serter gibileri kurtuldu. Meclise kapağı attılar.
Nur Serter, bir ilkesizlik abidesidir. Şimdi Baykal'ın yakın çevresinde bulunabilmek ve kendisi çok önemli olan milletvekili dokunulmazlığını bir dönem daha uzatabilmek için CHP'nin türban açılımını sonuna kadar destekliyor. Madem türban laikliğe aykırı değildi, neden Cumhuriyet Mitinglerinin başına geçtiniz. Yoksa tek amacınız halkı frenlemek miydi?
Oysa Necla Arat en azından karşı çıktı. Ancak Serter hızlı dönüşür. Bakın eskiden ikna odalarında türbanlıları laik olmaya ikna eden hızlı "Atatürkçü" şimdi Atatürkçüleri nasıl türbana ikna etmeye çalışıyor:
"Ben bu olayın CHP'nin laiklik çizgisinden bir sapma yarattığı görüşüne katılmıyorum. CHP bu olaydan önce olduğu gibi; her zaman laiklik ve Cumhuriyet kazanımlarına sahip çıkan bir parti olacaktır."
İkna olan var mı? Biz olmadık. Ancak Nur Hanım türbana ikna olmuş. Kişilik yapısı buna müsait. Eskiden rektörlük ve iktidar için Atatürkçü gençlere yapmadığını bırakmayan bir insanın, şimdi de Baykal'ın yakın çevresinde ve mecliste kalabilmek için 180 derece dönüşüm geçirmesi bizi şaşırtmıyor.

Atatürkçü kişilik yapısı ve oportünist döneklik

Sıradan bir Atatürkçü, Nur Serter'deki bu dönüşüme şaşırabilir. Ancak Nur Hanım'ın geçmişini bilenler ve bu tür oportünist kişilik yapısını tanıyanlar için süreç o kadar da anormal değil.
Nur Serter'in siyasi ilk eylemi 1976'da ülkücü asistanlar bildirisine attığı imzadır. Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk'ün 27 Mayıs 1976'da yaptığı "Türkiye için en büyük tehlike Pan-Türkizm ve Pan-İslamizmdir" açıklaması üstüne üniversitelerdeki ülkücü ve İslamcı asistanlar Cumhurbaşkanını kınayan bir bildiri yayınlarlar. Nur Hanım o dönem Cumhurbaşkanına karşı çıkacak kadar radikal sağcıdır.
1980 sonrasında ise uzaylılar ve İsa Mesihle kafayı bozan Beyti (kebap değil liderlerinin ismi bu) isimli bir tarikatın mensubu olan Nur Hanım, tarikatın Sevgi Dünyası isimli "teorik" dergisinde makaleler yazar.
1990'ların başında ise hızlı bir İkinci Cumhuriyetçidir. Atatürkçülüğü ve kılık kıyafet devrimini çağdışı bulmaktadır:
"Ne din, ne Atatürkçülük olarak tanımlanan dar kalıplar, Türkiye'nin sorunlarını çözümlemeye yetmiyor. Her ikisi de kendi dönemleri içinde gerçekçi, tutarlı, ilerici, yenilikçi. Ancak zaman hızla akarken, toplum değişmiş, sorunlar farklılaşmış, sosyal ve ekonomik ilişkiler çeşitlenmiş, ortaya ihtiyaçlara cevap veren yeni kurumlar çıkmış."
Nur Hanım'ın ifadesiyle "zamanın gerisinde kalan Atatürkçülüğü" aşan Türkiye'yi kurtaracak müthiş çözüm önerileri de şöyle sıralanıyor:
"Devletçilik ilkesinden vazgeçilmesi, demokratik rejime yük getiren başörtüsü yasağının bir-iki kurum istisna tutularak kaldırılması, mesai saatlerinin ibadet saatlerine -Ramazan'da iftar saatine- göre düzenlenmesi, Türk aydınlarının fikirsel üretimlerini tarihin parlak şahsiyetlerine mal ederek dayatmaması."
Sonrası bildiğimiz hikâye. 28 Şubat gelir ve her dönemin kadını bu sefer Atatürkçü olur. Bugün ise türbanı savunuyor. Türbanlılara rozet takıyor. Niye şaşırıyoruz. Kadın zaten yıllar önce "başörtüsü yasağı demokrasinin üstünde yüktür" dememiş mi? Bir ara Atatürkçü yükseliş olunca dalganın üstüne atlamış. Kendini meclise atmış. Niye kızıyoruz şimdi bu kadına? Kızmamız gereken bu insanları içinde barındıran ve besleyen Atatürkçüler.
Nur Serter uzaylı tarikatına üyeliğiyle ilgili kendisine soru soranlara bakın ne yanıt vermişti:
"Dergide, böyle çok insancıl yazılar vardı. Tamam Nostradamus filan gibi şeyler de vardı, ama bunda da garip bir şey yok; bir dönem çok popülerdi, ben de okudum. Ayrıca bu olay, yıllar önceydi ve ben de büyüdüm geliştim"
İşte bu kadar basit! Tıpkı Tayyip gibi. Ha "büyüdüm geliştim" ha "gelişerek değiştim." Ne fark eder. Bu insan tipi son derece tanıdıktır. Her zaman dört ayaküstüne düşerler. Nur Hanımın MİT'çi albay babası da Talat Aydemir cuntasına katılıp, ne hikmetse yargılanmayan tek kişidir. ABD'nin ihtiyaçları çerçevesinde böyleleri hamur gibi şekle girerler. Bazen Hikmetyar'ın bazen Şaron'un dizinin dibinde otururlar. Bazen türbana karşı çıkarlar, bazen türbana rozet takarlar.
Atatürkçüler yıllarca bu tür kişilik yapısını sırtlarında taşıdılar. Bunun tek nedeni var. Bazılarına devrimcilik, halkçılık ve milliyetçilik çok ağır geldi. Oportünizm ile daha rahat Atatürkçülük yapabileceklerini düşündüler.
Bugün bu günahını bedelini sadece Atatürkçüler değil tüm Türkiye ödüyor. Artık Çankaya'da türban, İstanbul Üniversitesi'nin başında ise tarikatçı bir rektör var. Devrimci ve gerçek Atatürkçülere yaşam hakkı tanımayan, üniversiteden atan, tutuklatmaya çalışanların "Atatürkçülüğünün" yarattığı bir Türkiye manzarasıdır bu.
Bu tür "Atatürkçü"lerin gözünde halkın, Cumhuriyet'in ve Atatürk İlkelerinin hiçbir önemi yoktur. Kendi rahatları ve mevkileri için herşeyi feda edebilirler. Bugün türbana rozet takanlar TÜRKSOLU'nun söylediği gibi yarın o türbana da girecektir.
(Sayı 219, 12/02/2009)


http://www.turksolu.com.tr/sehit/secmeulusal1.htm

Bizans'tan sonra Ayasofya'da ilk Papa duası


Bizans'tan sonra Ayasofya'da ilk Papa duası.,



Katolik Hıristiyanların Ruhani Lideri Papa Francis’in İstanbul’daki ziyaret merkezlerinden biri Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkentinde 916 yıl boyunca kilise kalan, Osmanlı döneminde 482 yıl cami olarak kullanılan, 1935 yılındaysa müze olarak kapılarını açan Ayasofya. Türkiye’yi ziyaret eden 4’üncü Papa’dan 47 yıl önce ilk ziyaret gerçeklemiş, Papa VI. Paul’ün Ayasofya’da diz çökerek dua etmesi tartışma yaratmıştı. 


25 Temmuz 1967’de Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın davetlisi olarak gelen Papa Ayasofya ziyaretinde apsisin önüne geldiğinde yanındaki Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’e dönerek “Kısa bir süre dua edebilir miyim?” diye soruyordu.

Dönemin gazetelerinde yer alan haberlere göre, Çağlayangil’in şaşırarak sustuğunu gören Papa hemen diz çöküyor ve “Ave Maria” yani “Meryem Ana” duasını ediyordu.

Böylece dönemin medyasının tanımıyla “İstanbul’un fethinden beri Ayasofya’da dua edebilen ilk Hıristiyan lider” oluyordu. İlgililer Papa’nın dua etmek için eğildiğini görünce şaşırıyor, koruma memurları yere oturup elele tutuşarak herhangi bir olay olmasını önlüyordu.

Papa’nın duası üzerine MTTB yöneticileri bir gün sonra Ayasofya Müzesi’ne giderek namaz kılıyor ve dua ediyordu. Ayasofya Müzesi ilgilileri ve sivil polisler öğrencilerin namaz kılmasına mani olmaya çalışıyordu.

CKPM’li Kastamonu Milletvekili İsmail Hakkı Yılanoğlu konuyu Meclis’e taşıyordu. Soru önergesinde “Ayasofya’da Papa’nın duasına müsaadesi laiklik anlayışıyla kabili telif midir?” deniliyordu.

Cumhuriyet Gazetesi’nden Nadir Nadi ise Ayasofya’da namaz kılanlara tepki gösteriyordu: “Papa’ya inat olsun diye Ayasofya müzesine namaz kılmaya giden gençlerin davranışını uygun bulmadığımızı söylemek zorundayız. Misafir bir yabancı din büyüğünün kendi inancına göre özel bir anlamı olması gereken tarihsel bir yapıya ilk girişinde yere diz çökerek mırıldanmasını anlayışla karşılamalıydılar.”

“Ayasofya’da dua” tartışması 28 Temmuz’da Senato’ya da taşınıyordu. Gündem dışı söz alan Tabii Senatör Suphi Karaman “Gençliğin Papa’dan sonra namaz kılmalarını da Atatürk devrimlerine karşı girişilmiş bir protesto niteliğinde saydığımız için tasvip etmiyoruz” diyordu.


Karaman sert ifadelerle iktidara yükleniyordu: “Papa Paul’ün Ayasofya’daki ibadetine imkan verenler, fırsat hazırlayanlar tarih içerisinde büyük bir hatanın içine düşmüşler ve gafletin mümessili olmuşlardır.” AP’li Hüsnü Dikeçligil de “Müze olan bir yerde ibadet yapılmaz, Türk hariciyesi ve AP hükümeti buna hassasiyetle dikkat etmeliydi. Hariciyeciler suçludur” diyordu.

Dışişleri Bakanı Çağlayangil yaptığı açıklamalarda, Almanlar’ın Köln'de ibadet için Türk vatandaşlarına kiliselerini açmasını örnek veriyordu: “Papa'nın Ayasofya'da dua etmesi çok mu önemli? Papa Ayasofya'yı ziyaret ederken mukaddes bildiği yerde, içinden geçenleri dua olarak yaptı. Bunun yorumu yapılmamalıdır."

Dönemin medyasına göreyse Papa’nın ziyaretinin en önemli yanlarından biri turizm gelirlerinin artacak olmasıydı. Papa VI. Paul’ün ziyaret ettiği kutsal mekanların ilgi odağı olması bekleniyordu.

Papa TÜRKİYE YE  HANGİ DÖNEMLERDE GELDİ,


AVRUPANIN  DİNİ LİDERLERİ TÜRKİYEDEN BEKLENTİLERİ OLDUGU ZAMAN GELİRLER..BU STRATEJİKTE OLABİLİR.. TAVİZ KOPARTMAKTA.. BU KONUDAKİ AYTUÇ ALTINDAL  GÖRÜŞÜ VE DÜŞÜNCELERİ Nİ SEYREDİNİZ..


..