21 Ocak 2021 Perşembe

KURTULUŞUNDAN SONRAKİ İLK GÜNLERDE İZMİR’DE SOSYO-EKONOMİK DURUM. BÖLÜM 2

 KURTULUŞUNDAN SONRAKİ İLK GÜNLERDE İZMİR’DE SOSYO-EKONOMİK DURUM. BÖLÜM 2

Türk-Yunan İlişkileri, İzmir, Sosyo-Ekonomik Durum, Emperyalizm,Bülent DURGUN,Kurtuluş Savaşı sonrası, İzmirde Sosyo-Ekonomik durum,

 “Benim için aşikar olan şuydu Yunanlıların çıkarmanın hemen akabinde 
uyguladıkları vahşet ve şiddet oldukça doğaldı ki insan doğasına aşina olanlar 
bunu daha önceden tahmin edebilirlerdi… Yunanlıların son dönemde katlandıkları 
eziyetler göz önüne getirildiğinde durumun eski halini alması mucizeden daha az 
bir şey değildi” 26.
Rumların yağma, hırsızlık ve talanından tarihi eserler dahi nasibini 
almışlardı. Örneğin Sard harabelerinde taşınması zor olan sanduka ve kırık testilerin dışındaki bütün değerli parçalar götürülmüştü 27. Yunanlıların işgal dönemlerinde bölgede meydana getirdikleri zararlar şöyledir 28: 



Gayri Menkul Hasarlar Adedi (bin)



Zararın Sancaklara Dağılımı Şöyledir 29:


Zarar ve ziyan Yunan işgali altındaki bütün bölgelerde mevcuttur. Yunan 
işgalinin diğer bölgelere oranla en fazla hüküm sürdüğü yer olan İzmir’de ise 
zararın nispeten daha çok tutması doğaldır 30. 

Özellikle işgalin ilk yıllarında yerli Rumların ve Yunanlıların arazi ve emlak 
satın almak için, Türklerin topraklarının tapularını alabilmek için fırsat kolladıkları 
bilinmektedir. Nitekim Yunanlıların toprak alarak buradaki bölgede yasal bir 
sahiplik hakkı iddia etmek yolundaki planını Osmanlı hükümeti de görmüş ve buna kısmen de olsa Ziraat Bankası yoluyla açacağı kredilerle engel olmaya çalışmıştı. 
Yunanlılar da boş durmuyorlardı. Spekülatif haberler yayarak halkı baskı altına 
almaya çalışıyor, yaptıkları eziyet ile de kaçırmaya uğraşıyorlardı 31.
 I. Dünya Savaşı ve onun da öncesindeki savaşların etkisi ile sefalet içine 
düşmüş bulunan Türk insanı Yunanlı ve yerli Rum azınlıkların, işgal dönemi boyunca uyguladıkları politika ile tamamen bir yokluk içine sürüklendiler. “Yüzlerce liralık varlığı olan adamlar bir lokmaya muhtaç” hale geldiler 32. Fatih Rıfkı Atay’ın karşılaştığı şu olay durumu sergilemesi açısından ilginç bir örnek oluşturmaktadır: 
 “-Ahali parasız, yiyeceksiz ve hayvansızdır. İlk geldiğim gün sokaklarda bir adamın dilsiz gibi bana işaret ettiğini gördüm. Meğer açlık ve susuzluktan sesi çıkmıyordu. Bu adam emekli bir miralaydı…”33.

Bu perişanlık şehir-kasaba demeksizin bütün işgal alanındaki halkta mevcuttu.  Halk kendisini savunmak için üretimi bırakmak zorunda kalmıştı. Kendi 
geçimliği için bile üretim yapamaz hale gelen halk bunun neticesinde aç kalıyordu. 
Açlıktan ve fena koşullardan meydana gelen hastalıklar bu perişanlığa tuz, biber 
oluyordu 34. 
 Yunanlıların gözetim altına aldıkları Türklerin pek çoğu sorgulama sırasında hayatını kaybetmişti. Gözetim altında tutuldukları ortamlar sağlık ve hijyen koşullarından uzak olduğu gibi yapılan muameleler de insanlık dışıydı. 
Yapılan işkencelerin yanında yiyecek olarak “bir peksimet, bir kutu sardalya balığı-
konserve- ve bir miktar kuru incir”35 gibi gıda maddeleri veriliyordu.
 İzmir’de Yunanlıların bilinen gasp olaylarına ilave olarak en çok öne çıkan 
haberler arasında kapkaççılık, dükkan ve ev hırsızlığı gibi olaylar yerel basında 
dikkat çekmektedir 36. 
 Rumlar bile mevcut ortamdan rahatsızlık duymuşlardır37. Yunanlıların 
yaptıkları vahşet ve zulüm kontrolün dışına çıkmıştır. Öyle ki Türklere yapılan 
vahşetin yanında Yunanlar, “Manisa, Menemen ve diğer yerlerde üç yüzden fazla Rum kızına tecavüz etmişlerdir”38.

 Bir kısım Rumlar ise I. Dünya Savaşı süresince Osmanlı padişahlarının 
koruması altında pek çok paralar kazandıkları halde, bu parayı yine Osmanlı Türkünü öldürmek üzere Yunan ordusuna hibe etmekte hiç bir sakınca görmemişti… “Yani Türkün parası Türkü öldürmek için bomba ve silah oluyor”du39. Bunca şeye rağmen, bunca katlanılmak zorunda kalan ezaya rağmen Türkler yine de bu durumdan ders çıkaramıyor, Osmanlı Hükümeti Yunan askerine iaşe sevkinde hiçbir sakınca görmüyordu 40. Türkler, Türk esnaf dururken Rumlardan alışveriş yapmaya devam ediyorlardı 41. Nankörce hareket edenler içinde İngilizler de vardı. Örneğin I. Dünya savaşından evvel Anadolu’da meyan kökü ticareti yapmış olan, “İngiliz Subayı Hover” I. Dünya Savaşı’nda Yunan casusluğunu örgütlemiş, işgal süresince de bölgede  kontrol vazifesiyle görevlendirilmiş iken, 42 Türklere yapılan eziyeti görmemezlikten 
geliyordu.
 İzmir’de askeri hapishanede bulunan aydınlar 43 halk tarafından işgalden 
evvel kurtarılmışlar dı. Ancak genel hapishanede tutuklu bulunanlar ise 15 
Mayıstaki işgalle birlikte kapıları kırarak kaçmışlardı 44. Bunlar da Yunan askerleri, Rum çeteleri, asker kaçakları, Yunan askeri kaçakları ve Ermeni çetelerine ek olarak “Sosyal Haydut”laşarak efelerle birlikte köylünün ve halkın başına musallat olmuşlardı 45. 

Gelirlerin Durumu

İşgalle birlikte pek çok devlete ait işyerlerinde Türk çalışanlar işten çıkarılmış 
ve yerlerine Yunanlı, Rum, Ermeniler işe alınmışlardı46. Örneğin işgalden evvel İzmir Gümrüklerinde Yunanlı memur bulunmazken, işgalin son günleri olan 1.1.1338’de 128 Türk memura karşılık 78 Yunan memur çalışıyordu 47. İşgalcilerin yaptıkları işten ayırma uygulamalarının yanında bir kısım memurda kendiliklerinden işlerini terk ederek Anadolu’nun içine göç ediyorlardı 48. Başta öğretmenler olmak üzere Türk memurların pek çoğunun maaşları ödenmiyor, ödenen bazı maaşlar ise ya geç, ya da eksik ödeniyordu.

 13 Ağustos 1920 tarihinde İzmir’deki memurlarına maaş ödemeyi durdurmuş 
olan Osmanlı Hükümeti, işgal otoritelerinin ödeme yapmaması üzerine hazineden 
memurlara yardım etmeyi düşünmüş, tahsis edilecek paranın dağıtımını yapmak 
ve memurlarının durumlarını anlamak üzere 9 Ağustos 1921’de İzmir’de göreve 
başlayacak bir komisyon göndermişti 49. Ancak bu da bir sonuç vermiyor, memurlar maaş alamadıkları için mağduriyetleri işgal sonuna kadar devam ediyordu 50. 

Yunanlılar Temmuz 1921 tarihine ve daha önceki dönemlere ait tüm vergi borçlarını topladıkları halde Türk memurlarının maaşlarının ödenmesi için bir düzenlemeye gitmekten kaçınmışlardı 51. Hayat pahalılığının alıp başını yürüdüğü bu dönem içinde 52 memurlar zengin eşrafın yardımlarıyla, borçlanarak veya evindeki eşyasını satarak hayatlarını idame ettirebiliyordu 53. 
 Yunan uyruklu memurların böyle bir maaş ödenmesi kaygısı bulunmuyordu 54. Bu da gösteriyor ki bölgeyi ve İzmir’i tamamen Yunanistan’a dahil etmeye çalışan işgal idaresi Türk unsuru ekonomik bir baskı altında tutarak yıldırma ve bölgeyi terk etmelerini sağlama politikasını güdüyorlardı.

Maaş ve ücretlerin ödenmediği bu ortamda ücret ve maaşların seyri ile bunların alım gücü şöyledir 55:



Ücretlerin Alım Gücündeki Değişiklikler

 Yunan idaresi altında maaş alamayan öğretmenler tarafından yaptırılan eğitimde Sevr Antlaşmasının uygulanmaya başlamasıyla bir de ödenek sıkıntısı yaşanmaya başlandı. Yunan idaresi İslam cemaatinin kendi okullarını kendilerinin finanse etmesi gerektiğini bildirerek ödenek vermedi 56. Daha önce devletin toplamış olduğu “Masarif-i Mecbure”nin toplanması artık okullara kalmıştı. Okullar 
neredeyse eğitim dönemi sonuna gelindiği halde “Mesarifi Mecbureyi” toplamaya 
çalışıyorlardı. 1920 yılında mahallelere tahsis edilen “masarifi mecburiye” miktarları şu şekildeydi 57:



Mesarifi Mecburiye toplanamayınca okulların ihtiyaçları çeşitli yollarla 
karşılanmaya çalışıldı. Bu usullerin başında varlıklı eşrafın yardımları geliyordu ki 
bu kısa bir zaman sürebildi58. Daha sonra uygulanan metotlar arasında müsamereler tertip etmek, rozet dağıtılması, film gösterileri, piyangolar çekilişleri sayılabilir 59. 

Bir kısım masraflar ise işgal kuvvetlerinin denetiminden kaçırılan ödeneklerle 
karşılanmıştı 60. 
 Bununla birlikte memurların yaz mesaisi oldukça kısaydı. Özellikle hükümet 
memurlarının sıcaklar nedeni ile mesaiye sabah sekizde başlayarak, mesaiyi öğlen bir buçukta tamamladıkları bilinmektedir 61. 

Fiyatların Durumu

Meydana gelen savaşlar ve işgalden dolayı temel ihtiyaç maddelerinin yerel 
üretim toplamında %33 oranında azalma meydana gelmiştir62. Üretimin düşüklüğü, arzın azalmasına neden olmaktaydı. Nüfusun incelediğimiz dönemdeki hareketliliği, belirsizlik ortamı ile birleşince mala olan talebi artırıyor bu nedenle fiyatlar artarak geçinme indeksinin rakamlarını yukarıya doğru çekiyordu. 

Bu dönemde, İzmir’e gelen ve iskan edilen göçmenlerin durumu şöyledir 63: 





Merkezi İstatistik Umumiyesi değerlerine göre Türkiye genelinde 26 çeşit mala göre hesaplanmış bulunan geçinme indeksi şu şekildeydi 65:


 Satılık ve kiralık emlak bulmakta zorluk çekilmemekteydi. Ahenk gazetelerinde yaptığımız taramalarda Belediye alanları dahil olmak üzere pek çok ev ve dükkanın kiralık olduğuna ve bazılarının satılık olduğuna dair haberlere sıklıkla 
rastladık 69. 

Ancak kira fiyatlarının yüksekliğinden yakınanlar çoktur 70. 
Yunanlar, işgal esnasında Türklere ait binaların tahliye edilmemesine ve el koyulmamasına dikkat etmişlerdi. İşgal süresince Yunanların yaptıkları resmi kiralamalar için vermiş oldukları kira bedelleri şöyledir 71: 


Pek çok malın satışı ile ilgili reklamlar mevcuttur. Sabundan çoraba, 
Avrupa malı ayakkabılardan Amerikan gaz lambasına (6 ayda fiyatını amorti etiği 
söyleniyor), şekerden her türlü bakkaliyata kadar her cins mal için ilan edilen 
reklamlarla karşılaşılmaktadır 72. Bu reklamlar bizde 1919-1922 yılları arasında İzmir ilinde ihtiyaç maddeleri sıkıntısı olmadığı kanaatini uyandırdı. Buna neden olarak işgal dönemi boyunca İzmir’e ticari mal getiren gemilerin sayılarında bir düşüş olmaması ve böylece İzmir’in ihtiyacının karşılanabilmesi gösterilebilir 73.

 Her ne kadar ihtiyaç duyulan tüketim maddeleri mevcutsa da özellikle Türk 
unsurunun alım gücü (küçük bir kısmınki hariç olmak üzere) son derece kısıtlıydı. 
Bu nedenle Türk unsurun, özellikle de bu unsur içinde göç edenlerin ihtiyaçlarını 
karşılayabildiklerini söyleyemeyiz 74. 1913 yılında Avrupa’da kişi başına düşen 20 
kg. undan daha fazla olarak 21 kg. un üretebilen İzmir değirmenleri 75 bu dönem 
içinde öğütecek buğday bulamıyorlardı, ihtiyaç duyulan miktar İzmir’e ancak 
ithal edilebiliyordu. Halkın alım gücü böylesine düşükken ve halk açlıktan perişan 
bir haldeyken Osmanlı hükümetinin bir kısım ambarlarındaki hububatlar çeşitli 
sebeplerden dolayı çürüyordu 76. 

Genel Durum

İşgalle birlikte İzmir’e göçe eden Rum muhacirlerin ve İzmir’den Anadolu’ya göç eden Türk muhacirlerin hayat standartları pek çok Türk, Yunanlı, İtilaf Devleti kökenli kurum ve kuruluşların yardım ve çabalarına rağmen hiç bir şekilde insani yaşam koşuları seviyesine ulaşamamıştır 77. İşgal süresince çeşitli ülke uyruklularının kontrolündeki hastanelerin yanında Türklerin iyi bir şekilde 
yönettikleri, modern donatımlı bir hastaneleri mevcuttu. 

Ancak ihtiyacı karşılamak üzere yeni hastanelerin inşası gerekliydi 78.

 İzmir’in sıhhiye dairesinin Yunan işgali sırasında şehrin sağlık durumunu 
yakından takip ettiğini ve çeşitli durumlar karşısında gerekli hassasiyeti gösterdiğini söyleyebiliriz. Örneğin; işgal günlerinde etkisini arttırmaya başlayarak ölüm vakalarının yükselmesine neden olan çiçek salgını için, Sıhhiye dairesi on ikisi sabit, üçü seyyar olmak üzere on beş aşı memuru ile aşılama kampanyasına başlatmıştır 79.

 Beslenme yetersizliklerinin de etkisiyle salgın hastalıkların 80 yaygın 
olduğu ve çok kimseyi etkilediği Yunan işgali dönemi içinde Dünya Sağlık Örgütü 
ile koordineli olarak çalışan sancak, vilayet ve belediyelerde bulunan birer yerel 
görevli hükümet adına bakteriyolojik ve kimyasal laboratuarları işletiyordu 81. 
Özellikle son zamanlarda bölgesel salgın hastalıklardan muzdarip olan İzmir’in 
sağlık organizasyonu, Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransız sisteminden uyarlanmış 
bulunduğu, genel sağlık sisteminin bir parçasıydı. Ancak uygulamada ortaya 
çıkan yetişmiş personel, hastane ve laboratuar yetersizliği, Fransızların elde 
etmiş oldukları başarıya ulaşılmasına mani olmuştu. Yetkililerin genel bir bilgi 
yetersizliğinin yanında göçmenlere uygulanması gereken karantina faaliyetlerinde 
de bir dikkatsizlik ve ihmal söz konusuydu 82. Yaygın olarak karşılaşılan salgınların arasında sıtma, çiçek, frengi, lekeli humma gibi hastalıklar ilk sıraları almaktaydı 83. 

Hastanelerin yetersizliğini bir miktar ilaç ve tedavi yardımları ile Hilal-i Ahmer 
(Kızılay) cemiyeti gidermeye çalışıyordu 84. Ancak bu çabalar da işgalin etkisiyle 
kötüleşen yaşam koşullarının neden olduğu 85 salgın hastalıklarla mücadelede 
tamamen başarı sağlanmasına yeterli olmamıştır. “Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarında kontrol edilemez hale 86 gelmiş bulunan salgın hastalıklar İzmir insanını da büyük ölçüde etkilemişti” 87.

BU BÖLÜM DİPNOTLARI:


26 A.g.e., s. 66.
27 Yücel Özkaya, Milli Mücadele’de Ege Çevresi, T. C. Kültür Bakanlığı Yay., Ankara, 1994, s.5.
28 Eldem, a.g.e., s.s.218-219.
29 A.g.e., s.219.
30 “…(Salihli) ve merkezinde zarar hasarat yoktur. Yalnız (Kestelli) den (2.360.500), (Kayacı)dan (670.000),
     (Dilbekdere)den (10.000), (Yaraşlı)dan (1.511.000), (Yaraşlı Çiftliğin)den (702.000), (Kendirlik)den
     (43.600), (Mersindere)den (73.000), (Sarı Mustafa Bey) karyelerinden (32.500) kuruş zarar ve ziyanları olmuş…”, a.g.e., s.38; “ …Sona kalan gasıplar, kirli mendillerimize kadar tenezzül ettiler. Bu zaiyat için bir liste tanzim edilmişti. O Listeye Göre:


31 Tansel, a.g.e., s.198.
32 Su, Manisa …, s.87.
33 Adıvar, a.g.e., s.67, bu olay 28 Eylül 1922’de Turgutlu’da cereyan etmiştir.
34 Özkaya, a.g.e., s.13, 25.
35 Süleyman Vasfi, a.g.m., s.242.
36 Ahenk, 5 Şubat 1335; 16 Teşrinisani 1335; 27 Teşrinisani 1335.
37 Zeki Arıkan, Mütareke ve İşgal Dönemi İzmir Basını (30 Ekim 1918- 8 Eylül 1922), ATAM Yay., Ankara 1989, s.254.
38 Özkaya, a.g.e., s.5.
39 Arıkan, a.g.e., s.s.252- 254.
40 DH- KMS, Dos.54/1, Bel.16.
41 Arıkan, a.g.e., s.253.
42 T.İ.H.I, s.137.
43 “…ittehatçilik, Rumlara saygısızlık, ecnebilere karşı gelme gibi bahanelerle, siyasi görüşten tevkif edilmiş olan münevverler…”, Özalp, a.g.e., s.7.
44 A.g.e.
45 “Ege Bölgesi’nde 19. Y. y.’dan itibaren pazar için üretimin hızlanması topraklar ın tek elde toplanmaya başlaması ve devletin de büyük toprak sahiplerini desteklemesi sonucu “sosyal haydutluk” oluştu. Ağa, Jandarma, mülki amir üçlüsüne karşı geniş köylü kitlesinin yapabileceği fazla bir şey yoktu. Baş kaldırışı; kendisini askere almaya, …, vergi toplamaya gelen devlet memuruna, ağasına, jandarmayaydı. Başkaldıran kişi geniş kitlelerin isteklerini yaptığı için köylüler çeteleri destekliyor ve besliyordu… Varlıklı kesimden alıp yoksullara dağıtan “sosyal haydutluk” Türkiye’de bu şekilde oluştu.”, Türkan Çetin, “Kurtuluş Savaşı Yıllarında İşgal Bölgesi Köy ve Köylüsü”, Ç. T. T. A. D. I/3, s.180.
46 Ahenk, 14 Şubat 1335.
47 Süleyman Vasfi, a.g.m., s.256; Zeki Arıkan, “İzmir- Kasaba- Aydın Demiryolu İşçilerinin Bir Muhtırası”, Tarih ve Toplum, S.49, 1988, s.s.51-56.
48 Müderrisoğlu, Kurtuluş…, s.s.293-294.
49 Engin Berber, Mütareke ve Yunan İşgali Döneminde İzmir Sancağı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İzmir 1993, s.14.
50 Özkaya, a.g.e., s.14; Berber, a.g.e., s.214; Su, Sevr …, s.23.
51 Berber, a.g.e., s.214.
52 Eldem, a.g.e., s.203.
53 Berber, a.g.e., s.214, 291.
54 A.g.e., s.213.
55 Eldem, a.g.e., s.203; “…1920-1921 yılında İstanbul’da çeşitli işkollarında mad (en çok rastlanan) aylık ücret 40 lira civarındadır. 
Bu rakamın aritmetik ortalamaya eşit olduğunu varsayacak gündelik ortalama ücret 1920’de 133 kuruş olarak tahmin edilebilir… Düyun-u Umumiye idaresince hazırlanan fiyat çıkmıştır. Bu bulgular, reel ücretlerin bu altı yılda %33 oranında düşmüş olması anlamına gelir…”,
Korkut Boratav, “Devrim ve Savaş Yılları”, Türkiye Tarihi (4) İktisat Tarihi, s.277.
56 Su, Sevr …, s.24; Özkaya, a.g.e., s.84.
57 Berber, a.g.e., s.279.
58 Su, Sevr …, s.25.
59 “…Karşıyaka Türk okulları için rozet dağıtılmasıydı ki, bundan 20392,5 kuruş toplanmıştı. Eşref paşa mahallesi maarifi islamiye komisyonunun yaptığı bir anlaşmaya göre ise, 1922 yılının ilk günlerinde iki çeşmelik sinemasında düzenlenen müsamerede 811,5 lira hasılat sağlanmış olup bu sayede gayret erkek ve laz ve Bozyaka okulları öğretmenlerinin 1921 senesi Ekim maaşları ödenmişti. Değirmen dağı bölgesi Türk okulları  yararına 16 Şubat 1922 günü Beyler sokağında ki Milli Sinemada gündüz kadınlara akşam erkeklere gösterilen filmlerden 24.440 kuruş Karantina  bölgesi Türk İlkokulu yararına çekilen piyangodan ise 46.310 kuruş gelir sağlanmış, bunun 25.940 kuruşu öğretmenlerin Şubat (1922) maaşı, 17.955 kuruşu ise okulun onarımı için sarf edilmiş olup geri kalan 2415 kuruş’un ise okulun pencere pancurlarının tamiri için harcanması düşünülmüştü.”, Berber, a.g.e., s.293.
60 “…Milli Eğitim akarları icap bedellerinden Özel İdare adına Ziraat Bankası’na yatırılmış, her nasılsa işgal makamları tarafından el koyulmamış bulunan paradan, Yunan Fevkalade Komiserliği’ne bilgi vermeden bu iki okula yardım yapıldı.”, Su, Sevr …, s.25.
61 Ahenk, 4 Temmuz 1335.
62 Boratav, a.g.m., s.297.
63 1930 İstatistik Yıllığı, Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü, Ankara, 1930, s.100.
64 Eldem, a.g.e., s.146.
65 1930 İstatistik Yıllığı, s.253.
66 A.g.e.
67 Ergin, a.g.m., s.68.
68 İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yay., İstanbul, 1995, s.439.
69 Ahenk, Çeşitli Nüshalar.
70 “Bugün bilumum mağazalar müstecirleri (kiracıları) akar sahiplerinden bizar haldedir. Mesela: Ben yazıhaneme yirmi lira verirken bir sene zarfında yüze çıkarıldı. Kontratiye rabt etmeseydim beş yüz olacaktı…”, Ahenk, 19 Teşrinisani 1335.
71 Berber, a.g.e., s.194, Aynı eserin 165-166 s.’larından “İşgal Yıllarında İzmir’de meskene olan aşırı talep, bina sahipleri ile kiracılar arasında büyük anlaşmazlıklara neden olmuştu. Mevcut kira kanununun… tarafların ihtiyacını karşılayamamasından kaynaklanan anlaşmazlığı, yüksek komiserlik 1920 … 1921 yılında… çıkardığı kira kanunları ile çözümlemeye çalışılmıştı.”
72 Ahenk, 23 Teşrinisani 1336; 17 Kanunuevvel 1336, 27 Şubat 1338, 24 Nisan 1338, 18 Mayıs 1338; 22 Mayıs 1338.
73 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye’deki Siyasal Partiler II, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul, 1986, s.XX-XXI.
74 Kinin’in (kilosu) 35 liradır, Özkaya, a.g.e., s.27.
75 Gündüz Ökçün, Osmanlı Sanayii 1913-1915 İstatistikleri, Hil Yay., İstanbul, 1984, s.57.
76 Özkaya, a.g.e., s.s.85-95.
77 Ahenk, 16 Teşrinisani 1335; Şark, 25 Şubat 1338; Zeki Arıkan, a.g.m., s.51-56; Berber, a.g.e., s.s.160- 165, 222-229; Müderrisoğlu,  Kurtuluş…, s.34; Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili Belgeler, Çev.: Cemal Köprülü, TTK Yay., Ankara, 1971, s.47- 48;  Özkaya, a.g.e. , s.s.9-31, s.s.128-129; 1930 İstatistik Yıllığı, s.100.
78 Eliot Grinnell Mears, Modern Turkey, (A Politico-Ekonomico Interpretation, 1908-1923 Inclusive, with Selected Chapters by Representative Authorities), 
 The Macmillian Company, New York, 1924, s.176; Aksoy, a.g.e., s.50; “İzmir Gureba Hastahanesi’nin yatak sayısı evvelce seksene indirilmişti. 
Bu kez bu sayı kırka indirilmiş, hasta kabulü işi de belediyeye verilmiştir. Ayrıca bu kuruluşun, yiyecek ve ilaçları askeri bölümden verilmek suretiyle 
vilayet özel idaresiyle bağları tamamıyla koparılmıştır.”, Su, Sevr …, s.44.
79 “Sıhhiye Dairesinden; Bir müddetten beri İzmir’de müteferrik bir suretle devam ve şu günlerde teğsir etmeye başlayan çiçek, on beş günden  beri istilayı bir şekil almaya yüz tutmuş ve mesaib ve vefat adedi gittikçe tera’ud ve tesir etmektedir. Sıhhiye dairesi kendisine düşen vazifeyi  sual ile onikisi sabit ve üçü seyyar olmak üzere on beş aşı memuru ile…” aşılama kampanyasına başlamıştır., Ahenk, 25 Teşrinisani 1335.
80 Aksoy, a.g.e., s.107.
81 Ahenk, 25 Teşrinisani 1335; E. G. Mears, a.g.e., s.s.156-166.
82 A.g.e., s.156; “…Batı Anadolu’da yapılan askeri harekte sonucu da bölge hakkının iltica ettiği: İzmir’de, iskana yetecek bina bulunmadığından, şehrin öteden beri içindeolduğu ekonomik zorluğun çoğalması asayiş ve genel emniyetin ihlal edilebileceği, evlerde iskan olunmadıklar  için genel sağlık kurallarına uygun bir hayat sürmeyen göçmenlerin bulaşıcı hastalıklara yakalanmasının an meselesi olduğu….”, 
Berber, a.g.e., s.s.165-166; Göçlerle ilgili olarak Bkz.: Kemal Arı, Büyük Mübadele (Türkiye’ye Zorunlu Göç) (1923- 1925), İstanbul, 1995, s.9.
83 Ahenk, 27 Teşrinisani 1335; E. G. Mear, a.g.e., s.155; Özkaya, a.g.e., s.13-85.
84 Özkaya, a.g.e., s.9-10; Berber, a.g.e., s.230.
85 “…İzmir ve civarının Yunanlılar tarafından işgali üzerine yerlerin yurtlarını terk eden on binlerce Türk’ün, yaklaşmakta olan kış mevsimi  yüzünden yok olacaklar açıklanmış, işgalin kaldırılması ve zararların ödenmesi istenmiştir.”, Tansel, a.g.e., s.147.
86 Kazım Çavdar, İzmir, Bilgehan Matbaası, İzmir, 1986, s.55.
87 A.g.e., s.56.




***

KURTULUŞUNDAN SONRAKI İLK GÜNLERDE İZMİR’DE SOSYO-EKONOMİK DURUM. BÖLÜM 1

  KURTULUŞUNDAN SONRAKİ İLK GÜNLERDE İZMİR’DE SOSYO-EKONOMİK DURUM. BÖLÜM 1



BELGEYE DEĞERLENDİRME GİRİŞİ

ÇAĞDAŞ TÜRKİYE TARİHİ ARAŞTIRMALARI DERGİSİ
CİLT: SAYI: YIL: 1
EDİTÖRDEN
XI 23 2011 / Güz

   Dergimizin 23. Sayısına ulaştık. Bu sayımızda yine akademisyenlerin ve tarihle ilgilenenlerin keyifle okuyacakları değerli akademisyenlerin makaleleri günümüz Türkiye’sine de ışık tutacak nitelik taşıyor.
 Kurtuluş Savaşı süreci kadar sonrasında da İzmir önemli bir yere sahip. Bülent Durgun makalesinde Kurtuluş Savaşı sonrası İzmir’in sosyo-ekonomik durumunu belgelere dayanarak değelendiriyor. Hüsnü Özlü ise II. Dünya Savaşı sırasında İzmir ve Trakya’nın Savunması ile ilgili İngiliz heyetlerinin görüşlerini bizlere aktarıyor. İki büyük savaşın ardından yaşanan soğuk savaşın Türkiye’ye yansımaları ile ilgili de ilginç iki makaleyi bu sayımızda bulacaksınız. Kanlı Noel (21 Aralık1963) kumsal faciası ile ilgili Kıbrıs konusunda uzman bir isim Ulvi Keser makalesinde olayın günümüze etkilerine kadar bir değerlendirme yapıyor. 
Türkiye gündemini son günlerde işgal eden Suriye ile ilgili Mahir Küçükvatan’ın yazısı tarihsel perspektifte ışık tutuyor. Soğuk Savaş sonrası 1957 Türkiye-Suriye 
Bunalımı dış politika severlerin ilgiyle okuyacağı bir makale. 
 Gençlik hareketleri her dönemin siyasal yapısı içerisinde farklı bir şekilde döneme damgasını vuruyor. 68 kuşağı tüm dünyayı etkilerken Türkiye’deki yansımaları ve dönemin gençliğinin Atatürk ve Atatürkçülük algısı ile ilgili Feryat Bulut’un makalesi son derece önemli ve ilginç tesbitler de bulunuyor. 
 Laiklik tartışmaları içinde Sibel Ercan bizi tarihte bir yolculuk yaptırıp 1930 lu yıllarda İzmir örneğinde laiklik uygulamalarını anlatıyor. Önder Deniz’in makalesi de son günlerin hararetli tartışmalarından bayram kutlamaları ile ilgili. Tatil kavramı ve 1935 tarihli Ulusal Bayram ve genel tatiller kanunu ile Cumhuriyetin yurttaş bilinci yaratmadaki ilginç yasalarından birisi olarak makaleyi ilgiyle okuyacağınızı düşünüyorum. 
Bu sayımızdaki Kitabiyat bölümünde Günver Güneş bize Editörlüğünü Engin Berber’in yaptığı Türk Dış Politikası Çalışmaları:Cumhuriyet Dönemi İçin Ulusal Rehber kitabı yine sayımızın dış politika ağırlıklı içeriğine uygun bir inceleme.
Mustafa Kırışman’ın çeviri yazısı Kolera ve Çanakkale sosyal tarih açısından ilgi çekici bir çeviri. Milli Eğitimimizin efsane bakanlarından Hasan Ali Yücel Sempozyumuna katılamayanlar Alev Gözcü’nün sempozyum tanıtım yazısını okuyarak adeta sempozyum atmosferini solumuş hissedeceklerdir. 
 Bu Sayıda bir ilki gerçekleştiriyoruz. Bazen bir resim ciltlerle kitapta anlatamayacağınız çok şey anlatabilir. “Mehmet’in Hikayesi” başlığı ile Kurtuluş Savaşı Kartpostalları albümümüzün büyük ilgi toplayacağını biliyoruz. 
 Dergimizin hazırlanma sürecinde katkı sağlayan hakem kurulu, yazılarıyla katkıda bulunan tüm akademisyenlere ve sekreterya görevini üstlenen arkadaşlarıma teşekkür ediyor. Sizlere keyifli okumalar diliyorum.
Yard. Doç. Dr. Türkan BAŞYİĞİT*
* Yard. Doç. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü,
(turkan.basyigit@deu.edu.tr).

***

 KURTULUŞUNDAN SONRAKI İLK GÜNLERDE İZMİR’DE SOSYO-EKONOMİK DURUM

Türk-Yunan İlişkileri, İzmir, Sosyo-Ekonomik Durum, Emperyalizm,Bülent DURGUN,Kurtuluş Savaşı sonrası, İzmirde Sosyo-Ekonomik durum,


Dr. Bülent DURGUN*
*  (b_durgun@hotmail.com).


Özet

   1821’de Yunan Milliyetçiliğinin uyanması ile başlayan Türk-Yunan çatışmaları, İngiltere’nin “Hasta Adam” Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü korumaktan vazgeçmesi ile Yunanların lehine bir gelişme göstermiştir. İzmir, Yunanlıların “Megali İdea” olarak adlandırdıkları Büyük Ülkü içinde yer alan Batı Anadolu’nun ilhakının ilk kısmı kapsamında Yunanlar tarafından işgal edilmiştir. İşgalden sonra ilhak çalışmaları kapsamında İzmir’in Türk nüfusu üzerinde sosyal ve ekonomik baskılar artmıştır. 
9 Eylül 1922’de Türk Ordusunun İzmir’e girişi ile Türklere yapılan baskı kalkmış olmakla birlikte, Yunanlar tarafından harabe haline getirilen şehirde gündelik yaşamın normalleşmesi uzunca bir zaman, emek ve kaynağa ihtiyaç göstermiştir. Ayrıca işgal dönemi ve sonrasında meydana gelen olaylar iki toplumun birlikte yaşamasını neredeyse olanaksızlaştırmıştır.

Giriş

Tarih sahnesine çıktığı ilk andan itibaren defalarca yıkılıp tekrar kurulan İzmir şehri, başlıca dört büyük bölümden oluşan tarihinin son bölümü olan Cumhuriyet Dönemine girerken tekrar yıkılmıştır 1.

İzmir’in ve hinterlandının işgali temelinde ekonomik nedenlerin yattığı 2, işgal sonrasında düzenlenen Londra Konferansı sırasında İtalyan Dışişleri Bakanı 
Kont Sforza’nın 12 Mart 1921’de Bekir Sami Bey ile imzaladığı antlaşma gereğince İtalya’nın, İzmir ve Trakya’nın Konferansta Türklerde kalmasını savunmasına 
karşılık Türkiye’den Batı ve Güney Anadolu’nun birçok vilayetlerinde imtiyazlar talep etmesinden de anlaşılabilmektedir 3.

 Ekonomik çıkar kaygıları ile yürütülen Yunan işgali kampanyası için başta İngilizler olmak üzere batılı devletler, kamuoylarını hazırlama çabası içinde 
bulunurken, Yunanlılar da bu çabaları destekleyecek yaygaralar çıkarıyorlardı 4.
 Nihayet 15 Mayıs 1919’da Yunanlılar İzmir’i işgal ettiler ve büyük bir kıyım faaliyetine başladılar. Kimilerine göre bu, barbarlardan kurtulma çabası 
iken, kimilerine göre de bir öç alma girişimi idi. Her halükarda Türkler bu işten zararlı çıkıyorlardı 5. Birinci Dünya Savaşı yıllarında başlayan milli burjuvazi 
oluşturma çabaları, işgal yıllarında sekteye uğradı. Ticari hayat ve denetimi tekrar azınlıklara ve onların vasıtasıyla tekrar yabancı unsurlara geçmişti 6. 
    Ticari hayatı yönlendirien yabancılar, bu defa işgal kuvvetleri gemilerinin bayraklarının gölgesinde\ eskisinden daha rahat hareket edebiliyorlardı 7. 
Yunan kuvvetleri yerli Rum zenginleri tarafından finanse ediliyorlardı 8. 
 Türk toplumunda, köylü unsurların aksine İttihat ve Terakki döneminde palazlanan milli burjuvazi, milliyetçi bağımsızlık hareketini destekliyordu 9.
 İşgal dönemi içerisinde Anadolu’da kullanılan para birimi Osmanlı Lirası idi. Fakat İzmir’de her çeşit para geçerliliğini sürdürmekteydi. Kambiyo oranları her 
gün harekatın durumuna göre değişik bir seyir izlemekteydi 10.

Yunan işgali döneminde vergi tahsilatı eskisi gibi devam etmiş, ancak harcamalar işgal kuvvetleri tarafından yapılmıştı. İhtiyacından fazla vergi üreten 
Aydın Vilayetinin, fazla gelirlerinin nerede harcandığı ise Lozan Konferansı’nda dahi izah edilememişti 11.

 İzmir’de yaşayan Türkler kurtuluşu büyük bir hararetle bekliyorlardı 12. 
İşgal yıllarında da eski şatafatlı günlerini aratmayan İzmir’in genel yaşantısından 13 kurtuluşunda, geriye ancak bir avuç kül kaldı 14. 

Savaşlar, başta iş gücü olmak üzere, ülkenin her türlü üretim vasıtalarını tüketmişti. Ormanlar, binalar, hayvanlar, üretim araçları, sermaye, yollar yok 
denecek kadar küçük bir seviyeye inmişti 15.

 İşgal günlerinin başlangıcıyla; I. Dünya Savaşı müddetince yeterince karışmış olan hayat iyiden iyiye karmaşık bir hale büründü. Bir taraftan Türkler şehri terk ederken diğer taraftan Yunanlı göçmenler Türklerin boşalttıkları meskenlere yerleşiyorlardı. Yunanlı memurlar asayişi sağlamak için işgal ettikleri İzmir’in her yerini kontrol altına almışlardı. İşgalden sonra ilan edilen sıkıyönetimle şehirden ayrılma yasağı getirildi. Yasakla birlikte halk tarlasına, bağına bahçesine gidebilmek için izin almak zorunda kalıyordu 16. Köylüler ise kasaba ve şehirlerindeki pazarlarına da gidemiyorlardı. İzin sorununun yanında bir de yerli Rumların ve Yunan askerlerinin köylülerin yollarını keserek kıymetli eşyalarını gasp etmeleri gibi de bir ihtimal mevcuttu. 

Bu ihtimali ortadan kaldırmak için ahali topluca yola çıkıyordu ancak bu da sonuca müspet bir etki yapmıyordu 17. Yunanlıların yerli Rum ve Ermenilerle başladıkları bu soygunculuk, yağmacılık, gasp ve tecavüz olayları işgalin son gününe kadar azalmadan, hatta şiddetlenerek devam etti 18. 

Bir başka azınlık olan “Yahudiler ise durumdan maddi bakımdan faydalanmaya çalışıyorlardı” 19. 

Yunanlılar ve Rumlar bu yağmacılık 20 ve asimilasyon faaliyetlerini geceyi bile beklemeden, gün ışığında İtilaf Devletleri temsilcilerinin gözü önünde ve 
en ortalık yerde yapılabiliyordu 21. Sadece Kemeraltı’ndaki değil İzmir’in çeşitli bölgelerindeki Türklere ait ticarethane ve dükkanlar Yerli Rumların mihmandarlığı ndaki Yunan askerleri tarafından tek tek seçilerek talan ediliyor, buralarda kıymete değer ne mevcutsa gasp ediliyordu 22. 
Aynı olaylar devlet dairelerine, Yunan makamlarınca el koyulması esnasında da sahnelendiler23. Kargaşayı çıkaranların ve talanı yapanların Rumlar olduğunu Venizelos dahi kabul etmek zorunda kalmıştı. Venizelos bir taraftan propaganda amaçlı para dağıtırken 24 Aydın ve Nazilli’de zarar görenlerin zararlarını tazmin etmek için 250.000 T.L. göndermişti 25. 
Konsolos Horton’un Yunanlıların işledikleri cinayeti mazur gösteren yorumundan bahsetmeden geçemeyeceğim:

BU BÖLÜM DİPNOTLARI:

17 H. Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu; Falih Rıfkı Atay; Mehmet Asım Us, İzmir’den Bursa’ya, Atlas Kitabevi, İstanbul -1980, s.122.
18 A.g.e. , s.20; Süleyman Vasfi, a.g.m., s.238; “…bilgiyi getiren askeri komutan Filipos az kalsın öldürecekti. “Alçaklar! Gözünüz hep malda, hep malda” diye bağırdı. “Cebiniz doldumu gerisine bakmıyorsunuz.”, Su, Manisa …, s.40, 67; Tevfik Bıyıkoğlu, Türk İstiklal Harbi I (Mondros Mütarekesi ve Tatbikatı) , Gen. Kur. Basımevi, Ankara, 1962, s.134; Kadir Mısıroğlu, Yunan Mezalimi, İstanbul, 1973, s.168 - 179; Özalp, a.g.e., s.8; Selahattin Tansel, Mondros’dan Mudanya’ya Kadar II, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1973, s.198; Marjorie Housepian Dobkin, Smyrna (The Destruction of a city), The Kent State University Press, Kent, Ohio and London, 1988, s.65-67; Hayri Mutluçağ, İzmir Ermeni İhtilal Komitesi ve Terör, Belge Yay., İstanbul, 1986, s.15; Rahmi Apak, Reşat Hall, Kadri Coşkuner, Türk İstiklal Harbi II/2.Kısım, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1965, s.142; Hakkı, Güvendik, Türk İstiklal Harbi  II (Batı Cephesi 1’ inci Kısım) (15 Mayıs - 4 Eylül 1919), Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1963, s.57; Müderrisoğlu, Kurtuluş…, s.287.
19 T.İ.H. I, s.134.
20 “…Mektubunda yağmacıların da bulunduğunu itiraf eden Venizelos, bunların yakalandığını ve mahkemeye verildiğini bildirmekte idi.”, Tansel, a.g.e., s.182.
21 Bayram Bayraktar, “Mütareke’de Yunanistan’ın Ayvalık Politikası”, ÇTTAD. I/2, İzmir, 1992, s.88; Mısıroğlu, a.g.e. , s.173.
22 “Hükümet caddesinde mevcut bütün müslüman ticarethane ve dükkanları, ez cümle Parme kıraathanesi, askeri acel ve kıraathane, Uluyazade Hanı Bolulu 
Mehmet Lokantası, Ahmet ve Ragıp kardeşlerin kütüphanesi, muhallebici ve tatlıcı İbrahim Hakkı Usta dükkanı şifa eczanesi, Emekçibaşı Hanından Hukuk Yurdu eşya, evrak ve kitapları, Kunduracı Saadettin Efendi mağazası, Beylerbaşı sokağında Selanikliler Kütüphanesi, Manifaturacı Hacı Hafız Mustafa Efendi 
ve kardeşinin tuhafiye mağazası, Lokantacı İsmail Efendinin Karataş üzerindeki evi ve kıymetli eşyaları, Boşdurakta taşçı Osman efendizade Hafız Fikri efendi ile kunduracı Selanikli Hafız Hüsnü Efendi’nin dükkanları, Alaşehir Pazar, Selanikli Hakkı Usta’nın kunduracı dükkanı, Hisar ve Bölükbaşı camilerinin seccade ve halıları, pasport dairesinin karşısında Yedek Subaylar Yardımlaşma Cemiyeti gazinosu, Odun pazarından saatçi Mehmet Tevfik Efendi Ticarethanesi, Arastada ve eski mahkeme önünde 120’den fazla müslüman dükkanı, keresteciler içinde Cihan Bey’in mağazası, Kılcı Mescid mahallesinde Komiser Mehmet Efendi’nin evi, Karantinada eski mektupçu Ahmet Bey’in evi, Akarcalızade Hacı Bekir Efendi’nin evi ve dükkanı, karantinada bakkal kosti sokağında hapishane müdürü Nuri Bey’in evi, tüccardan ve muharrinlerden Hacızade Hüseyin Rıfat Bey’in Bozyakadaki evi ve eşyası ve hanımına ait mücevherat tamamen silah aramak bahanesiyle Eşref Paşa ve civarındaki evler kamilen soyulmuştur. Ermeni pasajında Dişçi Mehmet Ali ve Operatör Esat, Doktor Nazifi Şerif ve Doktor Fuat Cevat Bey’lerin klinikleri de tamamen yağma edilmiştir.”, a.g.e., s.177; “Çeteler halinde Ege kıyı bölgelerine baskınlar yaptılar ve halkı korku ve panik içinde bıraktılar. Söke’nin Kelih köyünü basarak zahire yağmaladılar, üçyüzün üzerinde Yunanistan askeri üniformalarını 
giymiş grupla Tomatça köyünü bastılar. Ayvalık’ta, Urla’da ve İzmir yöresinde birçok ‘cinayetler’ işlediler.”, Bayraktar, a.g.m. , s.89.
23 Mısıroğlu, a.g.e. , s.176; T. İ. H. II/1, s.57.
24 DH-KMS, Dos.54/2, Bel. no.35.
25 Tansel, a.g.e., s.186; “…Yunan makamları çalınan malların büyük kısmını ödemeye zorlandı, “Vali”nin tutukluluk halinin tazmini için 1000 Osmanlı altını ödemeyi önerdiler. (Valinin kızgınlıkla toplamı reddettiği söylenir)….”, Dobkin, a.g.e. , s.67.



***

CİZRE, SİLOPİ VE SUR'DAN SONRA ROJAVA'DA SAVAŞ MI?

CİZRE, SİLOPİ VE SUR'DAN SONRA ROJAVA'DA SAVAŞ MI?


Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
01.02.2016
 
Türkiye Cumhurbaşkanı olduktan sonra fiili başkanlığını ilan eden Erdoğan polis ve askeri arkasına alarak Kürtlere savaş ilan etti. Bu savaşın ilk aşaması Musul'un IŞİD tarafından alınması, sonrasında da IŞİD'in Kobani'yi istila etmesidir.
Kim ne derse desin Kobani, Türk/Kürt ilişkilerinde dönüm noktasıdır. Türk / Kürt ilişkileri geri dönülmez bir şekilde bu dönemde zarar görmüştür. IŞİD'in Kobani'ye benzer yaptıklarını Türk devleti, Silopi, Cizre ve Sur'a yapmaktadır. Bu şehirlerde yapılan bir savaştır. Türkiye bu savaşı yaygınlaştırarak Rojava'ya yaymak istiyor. 
Cenevre'de PYD'yi engelleme adı altında Kürtlerin siyasal anlamda tanınmasına karşı yaptığı atak ilan edilen savaşın siyasi/diplomatik boyutudur. Askeri gücünün yarısına yakın bir bölümünü Rojava sınırına yığan Türkiye, IŞİD'le yapamadığını kendisi yapmak istiyor. Türkiye, böyle bir savaşa girecek olursa, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı bayrağı çekilmiş Alman Gemilerinin Karadeniz'de Rusya'yı bombalaması, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Hitler'in Polonya'ya saldırmasına benzer bir durum yaşanacaktır. Bu da Dünya savaşının çıkması demektir. Çünkü Suriye Hava Sahası Rusya tarafından kontrol edilmektedir. Türkiye'nin havadan yapacağı saldırının karşısında Suriye ve Rusya'yı, karadan yürüteceği saldırıya karşı da YPG'yi göreceği muhakkaktır. 

Türk devleti, Kürtlere karşı savaşta sınır tanımıyor, HDP milletvekillerini mafyavari bir söylemle tehdit ediyorsa, yaralı insanların bulunduğu binaya top ateşi yapıp, yaralıları öldürüyorsa bu ilan edilen savaşın boyutunu ortaya koyuyor. Kürtlerin savaşın bu boyutta olduğunu bilmeleri gerekiyor.

Öyle anlaşılıyor ki, içlerinde HDP'li siyasetçilerin de bulunduğu Kürt siyasetçiler bunun farkında değiller. Hele hele Kürdistan ilanı için hazırlık yapan Irak Kürdistan Bölgesi yönetiminin sessizliğini anlamak mümkün değildir. Silvan, Sur, Silopi ve Cizre'ye savaş açanlar karşısında sesini çıkarmayanların sesi Rojava'ya yapılacak saldırıya da ses çıkarmayacaklar gibi görünüyor. Türk devleti, bu durumun rahatlığıyla hareket ederek kendisini baş edemeyecek bir savaşa doğru sürüklüyor. 

Savaşa ortak olmayacağız demek yetmiyor artık, savaşa aktif olarak karşı çıkmak gerekiyor, Savaşı yürüten devlete karşı...

***


19 Ocak 2021 Salı

2020 Korona Maceramız.,

2020 Korona Maceramız.,



17 Aralık 2020
İskender Öksüz

    Bitti şükür diyorduk. Ekonomimiz de bittim demeye başlamıştı zaten. 
Açıldık ve o yüzden ikinci dalga birinciden güçlü geldi. 
Asya- Pasifik ülkeleri böyle yapmadı ve hemen hepsi aşıya kadar sabredebildi.

  Aylar önce korona virüsü salgını hakkında bazı tahminlerde bulunmuştum. 
  Hani tahsilli tahmin denilen cinsten. Çin örneği önümüzdeydi ve eğrinin gidişi belliydi. İlk dalganın ne zaman sonlanacağı bu tahminlerden biriydi. Korona virüsünün herkese bulaşmadan ortadan kaybolmayacağı bir diğeri… Çekiç darbesine benzetilen sert kapanmadan sonra dans denilen; ölçerek, düşünerek atılacak adımlar gerektiği de. Bu tahminlerin “tahsilli” yönü, Nobel ödüllü biyolog, Prof. Daniel Levitt’i, Harvard’ın bulaşıcı hastalık hocası Marc Lipsitch’i ve verileri analiz edip pek güzel özetleyen Thomas Pueyo’yu okumamdan ibaretti. “Çekiç ve Dans” Pueyo’nun dünya çapında on milyonlarca kişinin okuduğu makalesinin başlığıdır.
Kendimizi ve sınırlarımızı kapatmak ekonomik güce bağlı Bizim dansımız biraz uzadı. Çin gibi uzun süre ve tam kapanacak ekonomik gücümüz yoktu. Tam kapanmak neye benziyor, biliyor musunuz? NASA salgının ilk çıktığı Wuhan’ın uydu fotoğraflarını yayımladı. Salgından önce hava kirliliğine gömülmüş, is bulutunun içindeki şehrin görünmediği bir bölge. Salgın sırasında tam aksine pırıl pırıl bir şehir. Kısıtlama öyle kısıtlıymış ki değil fabrika, sanki yoldan kedi-köpek bile geçmemiş.

Yine ekonomik sebeplerden sınırlarımızı kapatacak gücümüz de yoktu. Şu anda bile kısıtlamaları turistlere uygulayamıyoruz. Hani virüs pasaport kontrolü yapıp ona göre bulaşırmış gibi.

İkinci tahminim, “Her nefs koronayı tadacaktır” idi. Geçirenlerin sayısı onbinde birkaçtan yüzdelere doğru büyüdü. Her nefsin tatmasının bir yolu da aşıdır demiş, aşının beklenenden çok önce bulunacağını söylemiştim. Aşı beklenenden çok önce bulundu; hem bir değil birkaç aşı birden. İnsanlar tifo aşısı, verem aşısı gibi 20. asırda yapılan çalışmaları örnek gösterip, “şu otuz yılda, öbürüsü on yılda bulundu, o halde…” diye tahmin yapıyordu. Bir yılda halledildi.

Bilim artı teknoloji.,

Virüs daha Çin’den çıkmadan genom sıralaması çözüldü ve dünya laboratuvarları bu konuda bilgilendi. Büyük bilgisayar şirketleri, bilgisayar çiftlikleri, virüs çalışmaları için dev ağlar kurdular. Bol sayıda disk veya bilgisayar barındıran tesislere “çiftlik” deniyor.
Her konuda komplo arayan paranoidler, hemen bundan da hile çıkardılar: Aşı zaten vardı, onun için hızlı bulunmuş gibi yaptılar. Hatta daha kuyruklu komplo: Virüsü de aşıyı da birlikte ürettiler. Şimdi vurgunu vuracaklar. Düzinelerle ülke, yüzlerce yeni aşıyı bulduk deyip insanları nasıl da aldatıyor!
Kardeşim Namık Kemal Öksüz, bilgisayar uzmanıdır. Ana bilgisayar- mainframe- denilen sistemlerin on yıllar boyu, başından sonuna kadar tesisini ve işletmesini yaptı. 

Bana yazdığı bir notta şunları anlatıyor:

“Aşı geliştirme süre ve süreçleri ile ilgili olarak kendi sahama giren konuda ben de bir şeyler yazayım. Hatırlarsanız aya insan indirilen tarih 1969 Temmuzu idi. O gün bu hesapları yapan bilgisayarlar yaklaşık 400m2’ye sığıyordu. Kapasiteleri de elimizde dolaştırdığımız cep telefonlarına göre -yazıyla- yaklaşık “bir milyon” kez küçük ve yavaştı. Şu anda tıbbın hizmetinde iteratif deney çalışmaları için kullanılan eski ve yeni bilgisayarları mukayese edecek olursak, elli yıl önce yıllara yayılacak bir aşı çalışmasını bugün 2 dakikaya indirecek hıza ulaştık. Tabii bu teknolojik gelişmenin beslendiği daha birçok dal var. Meselâ o senelerce süren aşı çalışmaları sırasında daha genetik mühendisliği diye bir dal yoktu. Tıp o güne göre onlarca kat gelişmemişti. Mikrobiyoloji ve kimyada da gelişmeler bu boyutlarda değildi. Dolayısı bulunması 10 sene alan bilmem ne aşısının geliştirme zamanı günümüzdeki sürelerle kıyas edilemez.”

Bu kadar kapandık yetti

Sonra, ilk dalga yatışırken kavşakta yol bekleyen şoför psikolojisine girdik. Nedir o psikoloji? Yan yoldan ana yola çıkarken gözlersiniz. Size doğru gelen en yakın araba, çıkıp yeterince hızlanmanıza izin verecek uzaklıktaysa, yani siz çıkış manevranızı yaparken gelip vurma ihtimali kalmamışsa çıkarsınız. Yoksa kaç dakikadan beri beklediğiniz, siz beklerken yoldan kaç arabanın geçtiği, arkadaki münasebetsiz şoförün nasıl korna çaldığı,  kaza ihtimalinin umurunda değildir. İşte bekleyen şoför psikolojisi bu gerçeklere uymaz. Ruh haline göre bir dakika sonra, üç dakika sonra veya beş, on, onbeş araba geçtikten sonra eh yeter bekledik deyip çıkar.

1 kişi 5000 kişiye, 175 kişi 300bin kişiye

Bitti şükür diyorduk. Ekonomimiz de bittim demeye başlamıştı zaten. Açıldık ve o yüzden ikinci dalga birinciden güçlü geldi. Asya- Pasifik ülkeleri böyle yapmadı ve hemen hepsi aşıya kadar sabredebildi.

Yılın başında bilmediğimiz, sonradan keşfedilen bir gerçek var. Onu geçen ay yazmıştım. Korona virüsünü modellerken yayılmanın düzgün bir istatistik göstereceğini sanıyorduk. R denen, bir kişinin ortalama kaç kişiye bulaştıracağı parametresi hesaplanmaya çalışılıyordu. Yeni keşif şu: Çoğu zaman bir kişi ancak bir kişiye, hatta sıfır kişiye bulaştırırken, arada sırada bir kişinin binlere bulaştırabildiği görüldü. Yer, zaman, şartlar tahmin edilenden çok kritikti. O yazımda bir kişinin Kore’de 5016 insana bulaştırdığını yazmıştım. Karar’ın geçen Pazar günkü haberi şöyleydi: Boston’daki 175 kişilik bir konferans, 300 000 kişiye virüs bulaşmasına yol açan tek bir kaynakmış!
***

COVID-19, NE BEKLEMELİ?

 COVID-19, NE BEKLEMELİ? 





Editörün Notu COVID-19  Ne Beklemeli ? 
Dr. Ufuk ULUTAŞ 
T.C. Dışişleri Bakanlığı Stratejik  Araştırmalar Merkezi Başkanı 


Dr. Ufuk ULUTAŞ, Anahtar Kelimeler, ABD-Çin Rekabeti, Ekonomi, Ulus Devletler, Uluslararası Örgütler, Çok Taraflılık, 

Çin’de baş gösteren COVID-19 salgınının başından beri uluslararası toplum, pandeminin uluslararası ilişkiler üzerindeki olası etkisini tartışmaktadır. Salgın Çin sınırlarının dışına taşıp Batılı merkezlere ulaştıkça, ihtiyatlı tahminler yerini, pandeminin sistemsel değişimleri tetikleyeceği ve küresel sistem üzerinde büyük etki bırakacağı yönündeki aceleci yargılara bırakmıştır. Sözkonusu senaryoya göre, Batı kaybederken Çin üstünlük sağlayacak, küresel sistemin büyük kurumları çökecek ve yenilerinin kurulmasına zemin hazırlanacaktır. Daha sonra ise pandeminin kapsamı ve küresel sistem üzerindeki derin etkisine dair varılan bu erken kanılar yerini, “bekle ve gör” yaklaşımını benimseyen ve pandeminin uluslararası siyasetin birçok alanında dönüştürücü etkiye sahip olacağını ancak daha fazlasını beklemenin hatalı olacağını ileri süren bir dizi ihtiyatlı analize bırakmıştır. “Hiçbir şey aynı olmayacak” ile “hiçbir şey değişmeyecek” yaklaşımları arasında büyük bir makas bulunmaktadır ve sağlıklı analizler bu aralıkta yer almaktadır. 
Pandemi sırasında tahminlerde bulunmak oldukça zordur. Zorluğun bir nedeni, devam etmekte olan bir krizle mücadele ediyor olmamızdır. Ancak pandeminin küresel ekonomiyi ne kadar sarsacağını, farklı toplumları ve kurumları nasıl dönüştüreceğini ve devletlerin bunun üstesinden gelmek için hangi adımları atacağını henüz tam anlamıyla bilmiyoruz. 

Virüsle mücadelenin farklı aşamalarındaki devletleri mukayese etmek ise oldukça zordur. Örneğin, virüsün ilk vurduğu ülke olması nedeniyle Çin, yola erken çıkmış ve pandemiyi kontrol altına almıştır. Salgın Avrupa ve ABD’ye aylar sonra gelmiştir ve her ikisi de COVID-19’la mücadelelerini halen kazanmaya çalışmaktadır. Virüs sonrası döneme ait tahminlerde bulunmak zor olsa da, pandeminin birçok küresel akımı güçlendireceğine ilişkin güçlü emareler mevcuttur.
 Bir süredir bu konu hakkında konuşuyor olsak da, ABD-Çin rekabetinin, eğer çoktan gerçekleşmediyse, tırmanacağına dair güçlü işaretler mevcuttur. Son zamanlarda ticaret savaşları şeklinde kendini gösteren rekabet, virüsün kaynağına ilişkin çelişkili iddialar ve Trump Yönetimi’nin Çin’e pandemi hususunda “erken dönemdeki ihmalinin” bedelini ödetme isteği nedeniyle yeni boyutlara taşınacaktır. ABD’deki bazı analistlerin ileri sürdüğü gibi, Çin’i küresel ekonominin dışında 
tutmak mümkün olmasa da, ABD’nin kendisi gibi düşünen diğer devletlerle bir araya gelerek pandemiyi, Çin’e karşı bir koz olarak kullanacağını hayal etmek yanlış olmayacaktır. Diğer yandan Çin, Batı’nın salgını “yanlış yönetmesinden” 
istifadeyle, virüsün kendi topraklarından kaynaklanmadığına dair duruşunda oldukça kararlı görünmektedir. Çin, tıbbi yardımlarla Batı şehirlerinde bir sempati kazanma kampanyası başlatırken, pandemi sırasında küresel liderliği terk eden 
ABD, birçok kişi tarafından eleştirilmiştir. Hangisinin diğerine üstün geleceğini belirlemek zor olsa da, virüs sonrası dönemde uluslararası ilişkilerde birçok konuda ABD-Çin rekabetinin etki sahibi olacağı iddia edilebilir. 

Pandemi, güçlü devletler düşüncesini öne çıkartacaktır. COVID-19 ve benzeri pandemiler hayatın bir gerçeği olarak görüldükçe ve algılanan tehditler ulusal güvenlik doktrinleri kapsamına dahil edildikçe, pandemilere karşı mücadelede 
devlete, merkezi ve eşsiz bir yapı olarak daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. Sağlık hizmetleri, güvenlik ve refah sağlayıcısı olarak devlet, küresel ve ulusal tüm salgınlarda tek başına ve en ön safta yer almaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Avrupa Birliği (AB) gibi uluslar üstü kurumların bu dönemde yetersiz ve etkisiz kalması göz önünde bulundurularak, kendi kendine yeterlilik fikri ile güçlü devletler arasındaki bağlantı kuvvetlenecektir. COVID-19 salgını öncesi uluslararası sistemde önde gelen veya nispeten güçlü oyunculardan bazıları, pandemi nedeniyle kendilerini zor durumda buldular ve olumsuz anlamda dünya lideri oldular. Pandemi, devletin gücünü ölçen mevcut araçların, devletin fiili gücünü belirlemede yetersiz kaldığını göstermiştir. 

Devlet gücünü değerlendirirken, realist uluslararası ilişkiler yaklaşımının 
bilhassa yoğunlaştığı askeri güç, ekonomik güç ve nüfusa ek olarak, sağlık sistemleri, tedarik zincirleri ve acil müdahale kapasitesini de hesaba katmak gerekmektedir. Güçlü devletler, bazı eski analizlerin ortaya koyduğunun aksine, otoriter olmak zorunda değildir; Türkiye, Almanya, Güney Kore, Japonya gibi ülkelerin gösterdiği üzere, otoriter devletlerin COVID-19 salgınına karşı demokratik olanlardan daha verimli mücadele ettiği savı tamamen asılsızdır. 
Pandemi sırasında uluslararası örgütlerin iyi performans gösterdiğini iddia edebilecek fazla kişi çıkmayacaktır. Bu, kendi kendine yeten ulus-devletler fikrinin pandemi sırasında ağırlık kazanmasının nedenlerinden biridir. 

DSÖ’den Avrupa Birliği’ne, çok taraflı kurumlar uluslararası toplumun beklentilerini karşılamada yetersiz kaldılar. Bu gerçek, aşırı sağcı, tek taraflı ve izolasyoncu gündemleri yaymak ve çok taraflılığı sorgulamak amacıyla, başta Avrupa olmak üzere dünyadaki birçok milliyetçi akım tarafından bir mücadele kozu olarak kullanılacaktır. Halihazırdaki bu durum krizin yanlış yorumlanmasından kaynaklanmaktadır; Zira pandemi çok taraflılığın gereksizliğini ortaya çıkarmamış, aksine küresel krizlerin çok taraflı yaklaşımlar gibi küresel müdahaleler gerektirdiğini ve sorunun çok taraflılığın kendisiyle değil, mevcut çok taraflı mekanizmaların etkisizliğiyle ilgili olduğunun altını çizmiştir. Bu nedenle, teorik olarak pandemi, çok taraflı kurumların çağımızın sorunlarına karşı daha etkili ve duyarlı hale getirilmesi amacıyla yürütülen reform çabalarına verimli bir zemin oluşturmalıdır. Ancak uygulamada bu kurumlar, reformlara beklenenden daha dirençli olduklarını göstereceklerdir. 

   Üzücü can kayıplarının haricinde pandeminin ekonomik etkisinin, diğer her şeyden daha fazla önem arz ettiği söylenebilir, zira pek çok ekonomist, dünya ekonomisinde kaydadeğer ölçüde daralma öngörmektedir. Örneğin, Dünya 
Bankası Grubu’na göre, gelişmekte olan ekonomiler COVID-19 pandemisinin sağlık ve ekonomi alanındaki etkileriyle ciddi şekilde sarsılırken, 60 milyon insan aşırı yoksulluğa düşebilir. İşsizlik, gelişmiş ekonomilerde bile yükselişe geçmiş olup, zayıf refah sistemlerine sahip ülkeler, bu olağanüstü zamanlarda vatandaşlarının ekonomik yaralarını saramamaktadırlar. Var olan sosyal, ekonomik ve politik sorunları arttıracağı için küresel bir resesyonun birçok ülkede şüphesiz siyasi sonuçları olacaktır. Dolayısıyla dünya ekonomisi, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme benzer bir kurtarma programına gereksinim duyacaktır. 

Kurtarma programına öncülük edecek araçlara sahip aktörler, etki alanlarını genişleteceklerdir. Burada dikkat edilmesi gereken endişe verici eğilim, salgının sosyo-ekonomik etkilerini ve ardından gelen ekonomik durgunluğu kötüye 
kullanan aşırı sağcı, yabancı düşmanı ve ırkçı hareketlerin yükselişi olacaktır. Dolayısıyla ekonomik toparlanma bazı ülkelerde sadece ekonomik çöküşü engellemekle kalmayacak, aynı zamanda toplumsal uyumu ve siyasi istikrarı da 
koruyacaktır.

 *** 

Uluslararası toplum olarak, devam eden salgınla ilgili tünelin sonunu gördüğümüz de, daha gerçekçi bir hasar değerlendirmesi yapabilmek için daha iyi konumda olacağız. 
Dolayısıyla, pandeminin uluslararası ilişkilerde başat ve yükselen akımlar üzerindeki gerçek etkisini ölçebileceğiz. 
Ancak, devletlerin ve küresel yapılanmanın bugün attığı -veya atmadığı - adımlar, gelecekte karşılaşacakları fırsat ve sınamaları belirlediğinden, bazı ön değerlendirmelerin yapılması önem taşımaktadır. Benzer şekilde, devletlerin pandemiyle mücadelede gösterdikleri performans ile COVID-19 sonrası küresel siyasetin analizi arasında güçlü bir bağ vardır. Aynı zamanda pandemi sonrasında, sürdürülebilir bir vizyon geliştirmek ve bu vizyona yerel ve küresel ölçekte destek temin etmek, devletler için hayati öneme sahiptir. Devletlerin küresel sistem içinde kendilerine biçtikleri rollerin ve kapasitelerinin, gelecekteki konumları üzerinde önemli bir etkisi olacaktır. 
Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Antalya Diplomasi Forumu tarafından yayımlanan serinin ikincisi olan bu kitap, uluslararası toplumun henüz tünelin ucundaki ışığı görmediği bir dönemde yazılmıştır. Bu kitap saygın bilim insanları, 
küresel düşünürler ve uzmanların COVID-19’un uluslararası sistem, devletler, insanlar, büyük güç rekabeti, uluslararası kuruluşlar, güvenlik, küreselleşme ve çatışmalar üzerindeki muhtemel etkisine ilişkin değerlendirme ve analizlerinden 
oluşmaktadır. Salgın bazı devletlerde kontrol altına alınmış olsa da henüz bir aşı bulunmamıştır, çeşitli yoğunluklarda sokağa çıkma kısıtlamaları devam etmektedir, pek çok ülkede mağazalar ve üretim tesisleri tam anlamıyla yeniden 
açılmamıştır ve uluslararası seyahate ilişkin ciddi kısıtlamalar mevcuttur. Bununla birlikte her bir makale, ele alınan konuya ilişkin değerli iç görü sağlamakta, çeşitli bakış açıları ve düşünce biçimleri sunmaktadır. Dünyanın farklı köşelerinden 
yazarlar, kendilerine has geçmişlerini ve deneyimlerini ortaya koymaktadır. Kitabın küresel krize ilişkin küresel bir perspektif sunmasını temin etmek amacıyla, dünyanın her yerinden saygın yazarları kapsayan bir liste oluşturulmuştur. 

Pakistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü’nden Aizaz Ahmed Chaudhry, uluslararası topluma birbirine tutunarak İkinci Dünya Savaşı’nın sonundaki işbirliğine benzer bir küresel sistemi birlikte inşa etme çağrısında bulunmaktadır. 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Roma Ofisi’nden Teressa Coratella, Avrupa’nın yeni değerler, dayanışma, iddialı sosyal ve ekonomik girişimlere dayalı yeni bir başlangıç yapmak üzere bir Büyük Güç olarak algılanmak isteyip istemediğine 
dair bir karar vermesi gerektiğini iddia etmektedir. ABD’deki Hudson Enstitüsü’nden Michael Doran, ABD-Çin rekabetinin yoğunlaşacağını ancak derin ve iç içe geçmiş iki ekonomi arasındaki rekabetin sınırlı kalacağını ve ABD’yi, Türkiye dahil, müttefikleriyle bağlarını güçlendirmeye sevk edeceğini tahmin etmektedir. Arjantin’in eski Cumhurbaşkanı Eduardo Duhalde, COVID-19’un, dünya ekonomik düzeninin olağanüstü hazin durumunu ortaya çıkardığını ve tarihte eşi benzeri görülmemiş eşitsizlikler oluşturduğunu ileri sürmektedir. İsrail’deki Hayfa Üniversitesi’nden ve MITVIM’den (İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü) Ehud Eiran, pandeminin ABD ve Çin arasındaki büyük güç rekabetini derinleştireceği ve mevcut koşullar altında, işbirliğinden ziyade çatışmanın daha muhtemel bir senaryo olduğu yorumlarına katılmaktadır. 

Katar Üniversitesi’nden Afyare Elmi ve Avustralya Griffith Üniversitesi’nden Abdi Hersi, pandeminin, Afrika’da halihazırdaki vahim ekonomik durumu kötüleştireceğini, göç dalgasını ve büyük güç rekabetini tetikleyeceğini ancak, aynı zamanda kıtadaki işbirliği ve bütünleşmeyi olumlu yönde etkileyebileceğini ileri sürmektedir. Princeton Üniversitesi ve Orfalea Küresel Araştırmalar Merkezi’nden Richard Falk, beklenen, gerekli görülen ve istenilen arasında net çizgiler çizerek, COVID-19 sonrasında küresel yönetişime dair alternatif tahminlerde bulunmaktadır. 

Katar’daki Georgetown Üniversitesi ve Doha Lisansüstü Eğitim Enstitüsü’nden İbrahim Fraihat, pandeminin, pandemi öncesindeki düzeni yok etmesinin düşük olasılık olduğunu; aksine mevcut paradigmayı güçlendireceğini ve dünya 
sahnesinde daha fazla güç yayılımı yaratacağını tahmin etmektedir. ABD merkezli Jeopolitik Gelecekler Başkanı George Friedman, dünyanın durgunluktan bunalıma doğru gittiğini ve bunu büyük sosyal istikrarsızlık, ekonomik korku ve siyasi gerilimin izleyebileceğini öngörmektedir. Friedman’a göre hükümetler, diğer ülkelere bağımlılıklarını azaltarak ulusal güvenliklerini korumaya odaklanacaklar dır. Japonya’daki Keio Üniversitesi’nden Yuichi Hosoya, enternasyonalist bir politikanın, Koronavirüs’ün gelecekteki dalgalarının yayılmasını kontrol altına almaya yardımcı olabileceğini savunmaktadır. Münih Güvenlik Konferansı ve Hertie Okulu’ndan Wolfgang Ischinger’e göre ise pandemi, ABD liderliğinin azalması, gergin transatlantik ilişkiler, azalan küresel işbirliği ve yeniden güçlenen milliyetçilik ve büyük güç politikası gibi uluslararası siyasetteki mevcut eğilimleri hızlandıran bir katalizör görevi görmüştür; aynı zamanda Avrupa projesi için bir dayanıklılık testidir. Omran Merkezi’nden Ammar Kahf, “Yeni Normal”in, pandeminin süresi ve şiddeti ile birlikte küresel güç politikalarına göre belirleneceğine inanmaktadır. Rusya Uluslararası İlişkiler Konseyi’nden Andrey Kortunov, Rus dış politikası için tehdit ve fırsatları sıraladıktan sonra, mevcut krizin, eski dış politika gardırobunu düzenlemek için sağlam bir gerekçe olduğunu savunmaktadır. 
İsrail Milli Güvenlik Çalışmaları Enstitüsü’nden (INSS) Galia Lindenstrauss, pandeminin bazı küreselleşme süreçlerini yavaşlatacağı, hatta tersine çevireceği beklentilerini göz önünde bulundurarak, pandeminin diaspora toplulukları üzerindeki etkisinin nasıl olacağı sorusunu cevaplandırmaktadır. Ulusal Singapur Üniversitesi, Asya Araştırmaları Enstitüsü’nden Raja C. Mohan’a göre dünya, çok taraflı kuruluşları şekillendirmek için yoğun bir rekabet çağına doğru ilerliyor 
olabilir ve ABD için Çin kaynaklı sınama Sovyet Rusya’nın en güçlü zamanlarında neden olduğundan daha çetin olabilir. 

Harvard Üniversitesi’nden Joseph S. Nye Jr., Başkan Trump işbirliği ve yumuşak güç politikası sürdürmediği sürece, mevcut politikaların milliyetçi popülizmi ve otoriterliği teşvik edeceğini savunmaktadır. Stiftung Wissenschaft und 
Politik’den Volker Perthes, pandemiden sonra “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sloganını aşırı iddialı bulmakta ve pandeminin bu aşamasında kesin cevaplar yerine geçici varsayımların beklenebileceğine inanmaktadır. George 
Mason Üniversitesi’nden Richard Rubenstein, COVID-19 salgınının, Çin ve muhtemel diğer rakiplere kıyasla, Amerikan imparatorluğunu daha fazla zayıflatacağını yazmaktadır. 
Kent Üniversitesi’nden Richard Sakwa’ya göre ise pandemi, uluslararası yönetişimin zayıflığını, devlet eyleminin üstünlüğünü, büyük güç rekabetlerini ve Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikadaki genel çıkmazı güçlendirmiştir. 
Hindistan’daki Gözlemci Araştırma Vakfı’ndan (ORF) Samir Saran, COVID-19 salgını sırasında Amerikan liderliğinin yokluğunun altını çizmekte, Çin’i önde gelen mücadeleci olarak görmekte ve büyük güçler başlarını öteye çevirir veya 
kendi çıkarlarını gözetirken, birçok topluluğun pandeminin korkunç sonuçlarıyla başa çıkmak zorunda kaldığı küresel bir düzensizliği eleştirmektedir. İtalya’daki Uluslararası İlişkiler Enstitüsü’nden (Istituto Affari Internazionali) Nathalie Tocci, 
COVID-19 pandemisini Avrupa Birliği’nin iç bütünlüğü ve küresel rolü için belirleyici bir an olarak görürken; 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Madrid Ofisi’nden Jose Ignacio Torreblanca ise krizin, çok taraflılığın, AB’nin yeteneklerinin ve ulusal düzeyde demokratik siyasetin güçlendirilmesine yol açabileceğini öngörmektedir. Guatemalalı Nobel Barış Ödülü 
sahibi Rigoberta Menchú Tum, pandeminin kendimizi hem maddi hem de manevi olarak yeniden değerlendirmemize, bireysel ve kolektif yaşam tarzımızı yeniden düşünmeye ve uluslararası örgütlerde radikal değişiklikler yapmaya zorlaması gerektiğini yazmaktadır. Macaristan’daki Dış İlişkiler ve Ticaret Enstitüsü’nden Marton Ugrosdy, COVID-19’un iki kısa vadeli sonuca yol açacağını savunmaktadır: BM sistemi daha önemsiz olacak ve büyük çok taraflı kuruluşların etkinliği zayıflayacaktır. Çin’deki Renmin Üniversitesi’nden Yiwei Wang, ideolojik kısıtlamaların ötesine geçme çağrısında bulunmakta ve COVID-19 gibi küresel krizlerle başa çıkmak için, bilimsel sistemlerde küresel çapta yeniliği teşvik 
etmektedir. Almanya’daki Körber Vakfı’ndan Joshua Webb ve Ronja Scheler’e göre, pandemi, Berlin’in dış politikasının üç temel sacayağındaki büyük çatlakların altını çizmiştir: Avrupa entegrasyonu, transatlantik işbirliği ve ihracata dayalı ekonomi modeli. Son olarak, Körfez Araştırmaları Merkezi’nden Mahjoob Zweiri, COVID-19 salgınını büyük bir depremden ziyade kum kayması olarak nitelendirmekte ve sadece bir olay nedeniyle büyük değişikliklerin meydana gelmeyeceğini belirtmektedir. 

Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Antalya Diplomasi Forumu bu kitabın oluşturulmasındaki yönlendirmeleri ve desteklerinden ötürü Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu ve Dışişleri Bakan Yardımcısı Sayın 
Yavuz Selim Kıran’a minnettardır. Çalışmalara öncülük etmeleri ve hiçbir zaman esirgemedikleri destek, bu yayının hazırlanmasını mümkün kılmıştır. Büyükelçi Burak Akçapar da kitabın her aşamasında büyük katkı sağlamıştır. 

Bu kitaptaki bazı makalelerin derlenmesine yardımcı olan Büyükelçiliklerimize de ayrıca teşekkür ederim. COVID-19’un küresel politikalara etkisine ilişkin literatüre yapılan ilk katkılardan biri olan bu kitabı hazırlamak için pandemi günlerinde saatlerce fazla mesai yapan Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin çalışkan personeline ve Dışişleri Bakanlığı Tercüme Dairesi Başkanlığı’na özel teşekkürlerimi sunarım. 

Editörün Notu COVID-19: Ne Beklemeli? 


***

17 Ocak 2021 Pazar

TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI.,

TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI.,



TÜRKİYE AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI

30 ARALIK 2013 


Ankara’nın Ortadoğu politikasında sıkıntıların meydana geldiği hakkında son zamanlarda daha fazla sayıda haberler yapılıyor. Bunun fonunda Türkiye’nin jeopolitik nüfuzunun azaldığı izlenimi oluşabilir. Fakat Ankara’nın Afrika ve Kafkasya yönündeki politikasının analizi farklı bir manzarayı ortaya koyuyor. Burada Türkiye’nin küresel ölçekte değerlendirilmesi gereken jeopolitik hattından konuşmak gerekir. Bu ise geniş bir konudur.

Ortadoğu Zorlukları: Gerçeklik Veya Hatalar?

Ortadoğu’da yaşanan çelişkili jeopolitik olaylar Türkiye’nin bölgedeki nüfuzunu ciddi etkiledi. Öncelikle Ankara’nın bölge önderliğine tam esası ve gücü olduğu kanaati vardı. Suriye ve Mısır konularında bu hayal biraz değişti. 

Bazı analist ve uzmanlar Türkiye’nin bölgede rolünün azalmaya başladığı hakkında fikir söylemeye  başladılar. Bu, ABD ve Rusya’nın Ortadoğu uğruna mücadelesinin yeni tonlar arz etmesine zemin oluşturdu.

Çünkü artık Türkiye’nin Suriye olaylarına aktif müdahalesi müşahede edilmemekte dir. Mısır ise Ankara ile diplomatik ilişkilerini hayli sınırlamış. Şimdi Kahire’nin Türkiye’de Büyükelçisi faaliyet göstermiyor. Onu söylemek gerekiyor ki, tüm bunlar Erdoğan’ın İsrail’le ilişkileri bozmasından sonra yaşandı. Şimdi her iki süreç arasında bağlantı aramak girişimleri de mevcuttur.

Mesele şu ki, Tel Aviv Ankara ile işbirliğine hep Ortadoğu bağlamında bakmış. Türkiye’nin İsrail’i köşeye sıkıştırarak bölgenin önderi olmak arzusuna başkent Tel Aviv’in hangi tepki verebileceği bilinmektedir. Üstelik Filistin meselesine göre Ankara’nın daha sert davranmaya başlamasının jeopolitik yankısı olmalıydı. Bazı uzmanlar Türkiye’nin Mısır ve Suriye’de karşılaştığı zorlukları İsrail faktörü ile anlatmaya çalışıyorlar. Fakat bu görüşü tam tasdik edebilecek olgular yoktur.

Ankara’nın Ortadoğu’da jeopolitik nüfuzunun azalmasının diğer nedeni olarak İran faktörünü ele alıyorlar. Tahran Türkiye’nin bölgede nüfuzunu hızla artırmasına sert tepki gösterdi. O, daha çok mezhep düzleminde çelişkileri öne çıkardı. Ankara’yı Sünnileri savunmakta suçlayan Tahran bölgedeki dayanakları ile kendi nüfuzunu artırmaya başladı. Sonuçta, Suriye’de İran askerleri ve “Hizbullah” savaşlara katıldı. Bunlar Türkiye’nin desteklediği Suriye muhalif güçlerinin konumlarını kaybetmesine yol açtı. Şu anda Suriye’de hangi grubun tam avantaja sahip olduğu bilinmemektedir. Türkiye’ye kalan ise 500 bin Suriyeli mülteci oldu.

Nihayet, ABD ve Rusya’nın bölgedeki etkinliğinin Türkiye’nin Ortadoğu’daki jeopolitik nüfuzunu etkilemediğini söylemek doğru olmaz. Her iki büyük devlet, tabii ki, Ankara’nın belli seviyeden sonra etki imkanlarının olmamasını istiyorlar. Bunun içindir ki, uzmanlar ABD-İran yakınlaşmasının bir açısının Türkiye’nin iddialarını sınırlamak isteği ile ilişkilendiriyorlar. Rusya ise geleneksel olarak Ankara’yı Kafkasya ve Ortadoğu’da önemli rakiplerinden biri olarak kabul ediyor.

Yukarıda sunulan argümanları sistemleştirince Türkiye’nin Ortadoğu’da, gerçekten, ciddi jeopolitik sorunlarla yüzleştiğini söylemek mümkündür. Fakat bu, Ankara’nın genel olarak jeopolitik pasifliğinin belirtisi midir? Yahut Türkiye diplomasisi herhangi hatalar mı yapmıştır? Bu sorulara kesin bir cevap vermek zordur.

Afrika’ya Nüfuz: Türkler “Ölü Kıta”yı “Diriltiyor Mu”?

Çünkü birincisi, modern Jeosiyaset çok yönlüdür ve bir devletin tek başına önderliği artık olanak dışıdır. İkincisi, Türkiye’nin dış politikası sadece Ortadoğu’yla sinirli değildir. Ankara artık dünya çapında söz sahibi olmak hattını tutuyor. Onun bir takım bölgesel bütünleştirici kuruluşlara katılımı bunu doğruluyor. Örneğin, MİTKA (Meksika, Endonezya, Türkiye, Güney Kore, Avustralya) adlı örgütün oluşturulması rastgele değildir. Bu kurumu BRİCS’e alternatif olarak da sunuyorlar. Ankara’nın Avrupa Birliği ve “Şanghay kulübü”ne olan ilgisi de sır değildir. Bunlarla birlikte, Türkiye Afrika, Kafkasya ve Orta Asya yönlerinde bağımsız siyaset yürütüyor.

Ankara’nın Afrika politikası sistemli, tutarlı ve stratejik mahiyettedir. Bununla ilgili düşünce kuruluşlarının geniş tahlilleri mevcuttur (Bkz.: Soner Karagül, İbrahim Arslan. Türkiye’nin Afrika Açılım Politikası: Tarihsel Arka Plan, Stratejik Ortaklık ve Geleceği / “Uluslararası Hukuk ve Politika”, cilt 9, № 35, s. 21-55, Aralık 2013).

Henüz 1998 yılında Ankara Afrika ile ilgili faaliyet planı yapmış. 2005 yılından ise onun aktif biçimde uygulanması aşaması başladı. Ekonomik, kültürel ve insani alanlarda Türkiye Afrika ülkeleri ile işbirliğini hayli güçlendirmiştir. Şu anda bu kıtanın kuzey bölümünde Ankara ile Çin, Fransa, Rusya ve ABD arasında gergin mücadele gidiyor. Burada en çok Pekin’in şansının yüksek olduğu vurgulanıyor.

Fakat Türkler insani açıdan diğerlerinden daha faaller. Onlar Somali’ye büyük gıda yardımı yaptılar. Kıtanın diğer fakir ülkelerinde de aynı programları gerçekleştirdiler. Ankara son yıllarda daha çok eğitim alanında Afrika ülkeleri ile işbirliğini tercih ediyor. 2008 yılında Afrika Birliği’nin Addis-Ababe’deki toplantısında Türkiye stratejik ortak ilan edildi (Bkz.: önceki kaynak, s.31).

Şu anda Ankara’nın Afrika’daki etkinliği geniştir. Ekonomik alanda yatırım durmadan artıyor. Özellikle, enerji alanında ilişkiler güçleniyor. Ocak 2013 tarihinde Başbakan R. T. Erdoğan Gabon, Senegal ve Nijerya’ya gezi yaptı. Nijerya, Çad, Somali, Tanzanya, Uganda ve diğer Afrika ülkeleri başkanları da Ankara’ya geldiler. Bu gibi geziler artık bazı büyük devletlerin endişesine neden oldu.

Fransa, Çin ve Rusya Ankara’nın Afrika’daki aktifliğine kıskançlıkla yaklaşıyorlar. Paris için Türkiye’den önce ABD, Çin ve Rusya’nın Afrika’da nüfuzlarının artması önem taşımaktadır (Bkz.: Fuad Ferhavi.Ortadoğu ve Afrika’da Fransız Dış Politikası / Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK), Analiz № 27, Aralık 2013). Fakat Fransa üç yönde mücadeleye zorlanıyor. Öte yandan, Türkiye’nin bu kıtadaki faaliyetlerinin güçlenmesi ek sorunlar yaratmıştır. Paris Afrika’nın kuzeyinde İslam radikalizmi ile silahlı mücadele yapıyor. Fakat bunun hangi sonuçlar vereceği bilinmemektedir.

Kafkasya: Gergin Mücadele Mekanı

ABD, Çin ve Rusya Afrika’da nüfuzlarını güçlendiriyorlar. Onlar büyük ölçüde Ankara’nın konumunu olumsuz etkiliyorlar. Buna rağmen, artık Türkiye’nin Afrika’da jeopolitik konumunun sağlamlaştığını ve bu sürecin artan hatla devam edeceğini tahmin edebilirsiniz. Burada din faktörünün daha çok rol oynaması mümkündür.

Kafkasya Afrika’ya nazaran daha karmaşık bölgedir. Burada Batı, Rusya ve Çin’in çıkarları büyük ölçüde çatışmaktadır. Tarihi açıdan ise Türkiye ve İran’ın bu bölgeye iddiaları mevcuttur. Bu nedenle Ankara’nın Güney Kafkasya’ya daha fazla önem vermesi doğaldır. Son zamanlarda bu yönde Moskova – Ankara işbirliğinin genişlediğine ilişkin haberler yayılıyor (Bkz.: Игорь Мурадян. Турция и Россия в обоюдном поиске / “Lragir.am”, 17 Aralık 2013).

Rus uzmanlar ise Türkiye’nin Güney Kafkasya’da yeni düzeyde karmaşık jeopolitik oyunlara hazırlaştığını vurguluyorlar (Bkz.: Анкара готовится к сложной шахматной партии на Кавказе / “Фонд Стратегической Культуры”, 14 Aralık 2013).

Burada Ankara’nın temel amacının bölgenin her üç ülkesi ile normal ilişkiler kurmaktan ibaret olduğu vurgulanıyor. Aynı zamanda, Türkiye’nin 2015 yılında “Ermeni soykırımı”nın yıldönümünün geniş ışıklandırılmasına olan hazırlıkları bozmak niyetini belirtiyorlar. Belki, Ankara’nın etkinliğinde ünlü soykırımı masalını boşa çıkarmak motifleri mevcuttur. Fakat meseleye daha geniş açıdan bakmak daha doğru olurdu.

Türkiye Afrika’nın yanı sıra, Kafkasya ve Orta Asya yönlerinde de küresel düzeyde etkisi olan jeopolitik hat yürütüyor. Bu meselede onun ne kadar başarılı olacağının bu açıdan önemi yoktur. Ana nokta şu ki, artık Ankara dünya çapında oynamaya çalışıyor. Bu anlamda Güney Kafkasya’da Ermenistan’la ilişkileri normalleştirmek girişimi anlaşılıyor.

Fakat Ankara’nın mutlaka Azerbaycan faktörünü dikkate alması gerekiyor. Çünkü Ermenistan Dağlık Karabağ ve çevre bölgelerden askeri güçlerini çekmediği sürece onunla herhangi işbirliği mümkün değildir. Düşünüyoruz ki, Ankara bunları iyi anlıyor.

Türkiye’nin bir takım zorluklara rağmen, Afrika ve Kafkas yönlerindeki jeopolitik etkinliği onun küresel ölçekte söz sahibi olma isteğinin habercisidir. Aynı düzlemde Ankara’nın Ortadoğu’daki konumu da umutsuz görünmüyor. Mücadele henüz ileridedir.

Kamal ADIGOZALOV

Kaynak: Newtimes.az

Uluslararası Politika Akademisi 

(UPA) TÜRKİYE: AFRİKA VE KAFKASYA POLİTİKASININ YENİ TONLARI


http://politikaakademisi.org/2013/12/30/turkiye-afrika-ve-kafkasya-politikasinin-yeni-tonlari/


***