15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,


Güç ve Politika

Sait Yılmaz

2008 


BİRİNCİ BÖLÜM

GÜÇ VE POLİTİKA: KAVRAMSAL BOYUTLAR

1.1. İDEOLOJİ, TEORİ, GÜÇ VE HEGEMONYA:

1.1.1. Siyasi İdeolojiler ve Politika:


Tarih boyunca ortaya çıkan güç aktörleri ve politikaları öncesinde iç içe girmiş pek çok siyasal ve tarihsel gelişmenin tezahürü ve bu gelişmelerin hızlandırıcı öğesidirler. Dolayısıyla günümüz güç ve politikaları üzerine bir analiz yapmak bu tarihsel gelişimin arka planındaki siyasal düşünce ile vücut bulan ideoloji ve teorilerin kökleri ile işe başlamamızı gerektirir. İdeoloji, modern dünyanın siyasal tecrübesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Fikir ve ideolojiler, dünyanın anlaşılması ve açıklanması için kullanılan bir bakış açısı sağlar ve sonuçta siyasi faaliyeti harekete geçirecek amaçların tespitine yararlar. Örneğin 18’ nci Yüzyıl Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğan Batı ideoloji geleneği bugün de pek çok uluslararası düşünce ve gelişmeyi anlamamızda bize rehberlik etmektedir. 

Yeni ideolojik düşünce bir yandan dünyayı anlama çabası verir bir yandan da hayatta kalmaya çalışır. Bugünün paradigmaları olan küreselleşme ve post-modernizmin tetiklediği ABD hegemonyasının temsil ettiği tek kutuplu dünya düzeni, AB gibi ulus-üstü yapıların ortaya çıkışı, etnik milliyetçilikle birlikte dini köktenciliğin yükselişi ve küresel terörizm gibi siyasal ve sosyal gelişmeler karşısında aslında yok olmuş gibi gözüken ideolojiler çağa ayak uydurma gayretindedir. Nitekim bir yandan sosyalizm öldü denilmekte ve Batı liberalizminin nihai zaferi ilan edilmekte, diğer yandan liberalizmin bunalımına işaret edilmektedir. Milliyetçilik ise küreselleşmenin olumsuz etkileri mücadele ederken, ulus-üstü ve çok kültürlü meydan okumalara intibak etmeye çalışmaktadır.

İdeolojiden sıyrılmış siyaset ya da tüketimci siyaset yok olmaya mahkumdur çünkü bu siyaset insanlara maddi kişisel çıkarlardan başka bir şey sunmaz. İktidara geldiklerinde politikacıların ne yapacaklarına ilişkin inançları, değerleri ve kanaatleri olmalıdır. Siyasal fikir ve ideolojiler tüm toplumu bir arada tutacak birleştirici inanç ve değerler kümesi temin ederek, çimento görevi yapmaktadır. Örneğin ABD’li siyasetçilerin çoğunun paylaştığı “Amerikan ideolojisi”nin temelinde serbest piyasa ekonomisinin meziyetlerine ilişkin liberal-kapitalist değerler kümesi ve ABD Anayasası’nda yer alan ilkelere saygı vardır . 

Siyasal fikir ve ideolojileri farklı şekillerde kategorize etmek için pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan en köklüsü sol-sağ yelpazesidir. Bu gruplamayı esnekleştirmek için arasına ‘merkez’ kavramı yerleştirilmektedir. Tarihsel süreç içinde ideolojileri soldan sağa; komünizm, sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık, faşizm şeklinde sıralamak mümkündür. 21’ nci Yüzyılda bu ideolojilere post-modernizm başta olmak üzere çeşitli post-izmler ve küreselleşme meydan okumaktadır. 

Siyasal ideolojilerin izleri modern devleti ortaya çıkaran süreç ile başlar. Modernleşme süreci sosyal, siyasal ve kültürel boyutlara sahipti. Sosyal açıdan modernleşme yeni sosyal sınıfların yer aldığı, piyasa yönelimli ve liberal bir iktidar anlayışı ile bağlantılıdır. Siyasal olarak modernleşme ise mutlak monarşilerin yerini, anayasal, zamanla da demokratik yönetimlerin almasını gerektirmiştir. Kültürel açıdan modernleşme ise Aydınlanma fikir ve görüşlerinin yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu fikirler geleneksel dini ve siyasal fikirlere meydan okumuş ve genel olarak ilim, akıl ve ilerleme ilkeleri ile temellendirilmişti. 

Liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizme muhalif olarak geliştirilen “merkez” ideolojiler, modernleşme sürecine zıt tepkiler vermişlerdir. Modern toplumlar sanayileşme ve sınıf dayanışması üzerine kurulmuştu. Post-modern toplumlar ise, insanların üreticiden tüketiciye dönüştüğü, sınıfsal dini ve etnik sadakatin yerini bireyciliğin aldığı, gittikçe parçalı bir özellik arz eden, kimlik meseleleri ile ilgili, çoğulcu “bilgi toplumlarıdır.” Post-modernizm ile ideolojik gelenekleri harmanlamaya yönelik teşebbüsler “post-liberalizm”, “post-marksizm”, “post-feminizm” gibi çeşitli “post-izmler”in ortaya çıkmasına yol açmıştır. 

21’ nci Yüzyılın başlangıcında liberalizmin yükselişi doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü, piyasa temelli ekonomi ile birleşen liberal temsili hükümet modeli, 19’ ncu Yüzyıldan beri tüm dünyada engellenemez bir şekilde yayılmış ve Batıdaki sosyal gelişmeye hakim olmuştur. Tüm bunlarla birlikte, liberalleri yeniden düşünmeye, bazen de görüşlerini gözden geçirmeye zorlayan yeni meydan okumalar da söz konusudur. Liberal ideolojiye olan güven sorunu yanında, bizzat kapitalist sistemin nasıl evrimleşeceği ve karşılaşacağı krizler, yeni ve liberal olmayan güçlerin ortaya çıkışı, terörle savaşta diğer ülkelerin liberalizmden saparak cevap verme ihtimali, otoriter milliyetçiliğin yayılma riski gibi trendler liberalizmin geleceğini etkileyecektir. Immanuel Wallerstein’e göre dünya sistemi liberalizmin yerine zaman içerisinde yeni bir sistem getirecektir .

21’ nci Yüzyılın diğer bir gerçeği de muhafazakar düşüncenin hakim ideoloji üzerinde edindiği konumdur. 19’ ncu yüzyıl boyunca muhafazakar anlayış yükselen reform dalgası karşısında monarşi ve katı otokratik değerleri savunuyordu. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hıristiyan Demokrat partilerin kurulması ile beraber Avrupa’da muhafazakarlar özellikle Almanya ve İtalya’da siyasi demokrasi ve sosyal reformu tam anlamıyla kabul etmişlerdir. Öte yandan ABD, göreceli olarak muhafazakar fikirlerden çok az etkilenmiştir. ABD’nin yönetim sistemi ve siyasi kültürü büyük ölçüde yerleşik liberal ve ilerici değerleri yansıtır. 

ABD’deki her iki büyük partinin siyasetçileri de ‘Muhafazakar’ olarak anılmaktan hoşlanmazlar. Bununla beraber ABD’deki Reagan Yönetimi (1981-1989) ve İngiltere’deki Thatcher yönetimi (1979-1990) ‘yeni sağ’ olarak adlandırılmıştır. ABD’deki yeni sağ, Sovyetler Birliği’nin artan askeri gücü ve Vietnam ve İran’da ulusal prestije zarar veren olaylar karşısında harekete geçmişti. İngiltere’de ise, 1980’lerden itibaren Avrupa’nın bütünleşmesi olgusunun ortaya çıkmasıyla ulusal egemenliğe tehdit algısının yerleşmeye başlaması temel kaynak olmuştu. ABD’deki ‘yeni muhafazakar sağ’ ise kaos, parçalanma ve düzensizliğe çare olarak; yasa ve düzen, kamusal ahlak ve ulusal kimlik konularına odaklanmaktadır. Bu anlayışta dini öğeler  ve ulusal kimliği güçlendirme düşüncesi öne çıkmaktadır. 

1.1.2. Uluslararası İlişkiler Teorileri, Güç ve Güç Dengesi: 

Uluslararası düzende güç ve politika uygulamalarının arkasındaki kavramları anlamamızda ideolojiler kadar güç ilişkileri ve güvenlik politikalarına yön veren uluslararası ilişkiler teorileri de önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanılan teoriler; genel kabul gören biçimi ile Realizm, Liberalizm, Marksist teoriler ve Yapıcılık (Constructivism) olarak gruplandırabiliriz. Bugüne kadar uluslararası ilişkiler alanında egemen görüş, “realizm” olarak tanımlanan pozitivist kökenli bir paradigma olagelmiştir. Realizm’in ilkeleri ilk kez Hans Morgenthau ve E.H. Carr  tarafından belirlenmiştir. Morgenthau, 1948 yılında yayınladığı Uluslararası Politika (Politics Among Nations) adlı çalışmasında “güç ve güç dengesi teorisi”ni ortaya koymuştur. 

Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Realizmde dünya sahnesinin ana aktörleri ulus-devletlerdir ve onların egemenliğine meydan okuyacak -belirli kolektif yollar dışında, bir güç yoktur. Devlet dışındaki çokuluslu kuruluşlar ve uluslararası organizasyonlar ancak devletlerarası ilişkilerin çatısı altında birer aktör niteliğindedir. 

Realistler için uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır. Bu mekanizma ise uluslararası düzenin sağlanmasında güç dengesini kendi lehine değiştirmeyi öngören kendi kendine yardım eden (self-help) sistem, askeri güce ve işbirliğine dayalı bir yapı sunmaktadır. Realistler, “hegemonik istikrar teorisi”ni kabul etmişlerdir. Buna göre, uluslararası sistemde düzenin sağlanabilmesi için hegemonik güçlere ihtiyaç vardır. Hegemonya, ulusların bir ülkenin gücünü ve liderliğini kendi rızası ile kabul ettikleri ve kendi çıkarlarına da uygun buldukları sistemdir. Realizm, bugüne kadar dünya politikasının baş aktörü ABD’nin ihtiyaçlarını, bakış açılarını ve çıkarlarını göz önünde tutan bir paradigma olma niteliğini korumuştur. 

Liberal düşüncenin temelinde insanın mükemmel olduğu, bu mükemmelliğin gelişmesi için “demokrasi”nin gerekliliği ve “gelişme (development)“ düşüncesi yatmaktadır . Liberaller, uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında ulus-devletin yanında çokuluslu şirketler ve ulusaşan aktörleri (NGO’lar ve uluslararası organizasyonlar) de aktör listesine dahil etmektedir. Bu kapsamda, ulus-devlet; ulusal çıkar peşinde koşan kendi içerisinde bir bütün veya birleşmiş bir aktör değil ona yön veren kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır. Liberallere göre devletlerin egemenliği sadece teorik ve yasal boyuttadır. Pratikte devletler kararların alınmasında tüm aktörler ile istişarede bulunmalıdır. Devletler arasında karşılıklı bağımlılık uluslararası ilişkilerin önemli bir özelliğidir.

Marksist teori yapısalcılık (structuralism) veya dünya-sistemi teorisi olarak da tanımlanmaktadır. Marksist teorinin temelinde uluslararası ilişkilerin kapitalist ekonomik düzene sahip bir dünya içerinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır. Bu ekonomik dünyanın en önemli aktörleri ise devletler değil sınıflardır ve bütün diğer aktörlerin davranışları ancak sınıf mücadelesi içerisinde açıklanabilir. Devletler, çokuluslu şirketler ve hatta uluslararası organizasyonlar dünya ekonomik sisteminin hakim sınıfının çıkarlarını temsil etmektedirler. Dünyaya ekonomik pencereden bakan Marksistlere göre kapitalist güçler uluslararası ilişkilerde ana politik gelişmelere karar vermekte ve bütün devletler uluslararası kapitalist ekonominin kurallarına göre hareket etmektedir.

Yapıcılık (Constructivism) 1980’lerin sonuna doğru gelişmeye başlayan ve 1990’ların ortasından itibaren etkin olmaya başlayan nispeten yeni bir teoridir. Realistlerin aksine kendine yardım eden kapalı bir dünyadan ziyade sadece dünya düzeninin değil kimliklerin, yapıların ve çıkarların da sürekli değiştiği, kendini yenileyen bir sosyal düzeninin varlığını savunmaktadırlar. 1970’lerden itibaren uluslararası alanda yeni aktörler ve yeni problemlerin ortaya çıkması ile neorealizm, küreselleşme (globalizm), pluralizm (çoğulculuk) ve structuralizm (yapısalcılık) gibi realizmin dayandığı varsayımlara karşı olan muhtelif yaklaşımlar ve paradigmalar ortaya çıkmıştır. 

Neorealistlere göre; ekonomik ilişkiler ve süreçler, güç ve siyaset açısından önemli etkiler yapabilmektedir. Neorealizmde “hegemonya” yerine “uluslararası rejimler” kavramı kullanılmaktadır. Uluslararası rejim ise etrafında aktörlerin belli ortak konulara ilişkin beklentilerinin birleştiği ilkeler, normlar, kurallar ve karar verme süreçleri olarak açıklanmaktadır . 1970’lerde realizme karşı geliştirilen “pluralist” paradigma ise devlet dışı aktörlerin (çokuluslu şirketler ve hükümetler arası kuruluşlar) uluslararası ilişkilerde devletler kadar önemli bir rol oynadığını kabul etmekteydi. 

Uluslararası ilişkilerin kısa geçmişine bakıldığında, kuramsal azlık hatta teorik boşluk görülmektedir. Uluslararası ilişkilerde, toplum bilimlerinin diğer alanlarında olduğu gibi tek bir teori ile tüm dış politika ve uluslararası ilişkileri analiz etmek olanaklı değildir . Teorik tartışmalara 1980’lerde Realizmin hâkim olduğu paradigmalar arası tartışmalar hâkim oldu. Ancak son yıllarda, Realizmin hakimiyeti üç global gelişme tarafından tehdit edilmektedir ; (1) Neo-liberal kurumlar gittikçe artan bir şekilde önem kazanmaktadır. (2) Küreselleşme dünya politiğinin diğer özelliklerini sahneye taşımıştır. (3) Realizmin temel varsayımlarını büyük ölçüde yıkacak şekilde sosyal bilimlerde ve felsefede pozitivist gelişmeler ortaya çıkmaktadır. 

1.1.3. ABD’de Yeni Kuramsal Çalışmalar Ve Strateji Arayışları:

ABD’de uluslararası ilişkiler arasında yeni kuramlar ve strateji arayışları sürekli bir tartışma konusudur. Soğuk Savaş sona erdiğinde Körfez Savaşı için oluşturulan koalisyon döneminde vizyon arayışlarına ilk verilen cevap Başkan (Baba) George H.W. Bush tarafından telaffuz edilen “yeni dünya düzeni (new world order)” idi. Ancak, bu vizyon iyi tanımlanmamış olduğu için entelektüel çevrelerde tutmadı. Yeni dünya düzeni, geleneksel ABD ulusal güvenlik ve askeri güç kullanımı anlayışına uymayan; ulusal çıkarların çokuluslu koalisyonlar dahilinde ve BM çerçevesi içinde elde edilmesini işaret eden bir eğilimdi.

Clinton’ın vizyonu ise ilk defa Dışişleri Bakanı M.Albright tarafından ifade edilen “tartışmacı çoktaraflılık (assertive multilateralism)” stratejisi temelinde dünya olaylarına daha olumlu bir pencereden bakan “yapıcı angajman (constructive engagement)” olarak isimlendirildi. Clinton vizyonu, daha çok politik ilişkiler ve özellikle ekonomik bağlar ile dünya’da barış ve güvenliğin sağlanmasında ana itici unsurun “küreselleşme” olacağını öngörüyordu. 1990’lı yıllar baba Bush döneminde Somali’de, Clinton döneminde ise Bosna, Kosova ve Haiti’de ABD askerinin rol aldığı barışı koruma operasyonlarına tanıklık etmişti.

ABD çıkarlarına çok daha düşkün olan Oğul Bush iktidara geldiğinde başlangıçta diğerleri gibi yumuşak güç uygulamaları ve “ulus-yapma” peşinde koşmayacağının işaretlerini veriyordu. 11 Eylül saldırıları Bush’un yeni büyük stratejisinin esaslarını yerine oturttu ; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık (agressive unilateralism) ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. Bush’un dış politikasının öncelikleri ve uygulama alanları 1990’lar süresince yeni muhafazakâr ekip tarafından şekillendirildi. 

Yeni muhafazakâr hareketin öncü isimi Krauthammer yeni dış politikanın belirlenmesinde odak rolü oynadı. Komünizmin çöküşü ile birlikte Neo-con’lar iki ideolojik kampa bölündü ; neo-realistler ve demokrat küreselciler. Jean Kirkpatrick ve Irving Kristol’un liderliğini yaptığı neo-realistler ABD ulusal çıkarlarına daha sıkı sıkıya bağlı ve sınırları belli bir dış politika istiyorlardı. Demokrat küreselciler ise demokrasi projecileri tarafı idi. Onlar rakipsiz ABD güç ve etkisinin; demokrasi, serbest ticaret ve Amerikan değerlerini tüm küreye yaymasını hedefliyordu. 

İki tarafın realizm ve idealizm arasındaki tartışmaları “American Enterprise Institute” içinde sürerken neo-con’lar içinde üçüncü bir grup askeri strateji hazırlamakla meşguldü. Paul Wolfowitz, I.Lewis Libby ve Zalmay Khalilzad gibi Savunma Bakanlığı’nın askeri stratej ve analizci bir grubu yeni muhafazakar hareketin askeri stratejisini hazırladılar. Askeri strateji neo-realizm doğrultusunda ABD askeri gücünün rakip tanımadan ve sınırlama olmadan kullanılmasını öngörüyordu. ABD tek kutuplu dünya’da tek hegemon güç olmanın avantajını kararlılıkla kullanacaktı. Askeri güç kullanımı için kimsenin onayı istenmeyecek ve bir yandan da serbest Pazar ekonomisine dayalı demokrasilere geçiş sağlanacaktı. 

Bugün gelinen aşama ne neo-realizm, ne de demokrat küreselcilik olarak tanımlanmaktadır. ABD stratejisine hâkim olan paradigmanın yeni adı bizzat yeni muhafazakar hareketi yaratan Krauthammer tarafından “demokratik realizm (democratic realism)” olarak isimlendirilmektedir. Yukarıdaki eğilimlere ilave olarak geliştirilen diğer stratejileri kısaca özetlemekte fayda bulunmaktadır. Bunlardan biri Demokrat Parti’nin uzantısı olan The Progressive Policy Institute isimli think tank kuruluşu tarafından geliştirilen “ilerici uluslararasıcılık (progressive internationalism)” stratejisidir. Bu strateji neo-con’lara büyük ölçüde katılmakta ancak demokrasi projeleri için NED faaliyetlerinin ve çok taraflılığın daha fazla kullanılmasına vurgu yapmaktadır . 

John Ikenberry ve Charles A. Kupchan tarafından geliştirilen “liberal realizm ” ise ABD’nin yumuşak gücünü kullanarak serbest Pazar ekonomileri ve demokrasiyi yaymasını, yükselmekte olan güç merkezlerini ABD hegemonyasının kontrolünde tutmayı amaçlamaktadır. Muhafazakâr Nixon Center’in Başkan Yardımcısı olan Clifford Kupchan ise “şefkatli realizm (compassionate realism )” ile Bush yönetiminin uluslararası kamuoyunun onayını almadan yaptığı askeri operasyonlar neticesinde diğer ülkelerin daha fazla kışkırtılmasının ABD için tehlikeli sonuçlarına dikkat çekmekte ve çok taraflı bir dünyada Real-politik’in sürdürülmesi için uluslararası onayın alınmasını istemektedir. 

İkinci kez başkan olan George W. Bush ve yeni Dışişleri Bakanı Rice tarafından açıklanan yeni dönemin stratejik hedeflerini ; demokrasi projelerinin desteklenmesi, yenilenen diplomasi ile soğuyan ittifakların canlandırılması, Orta Doğu Barış Süreci’ne katkı ile İran ve Kuzey Kore’den gelen nükleer tehdit ile mücadele oluşturmaktadır. Bush dönemi politikalarının demokrasi projelerini öngören idealizm ile zor kullanan realizm arasında nazik bir dengeye oturduğu genel kabul gören bir yorumdur.

 Karikatür : Bush’un büyük stratejisinin esasları; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. 

1.1.4. Güvenlik Alanında Bilimsel Çalışmalar:


Uluslararası ilişkiler, güvenlik alanındaki bilimsel çalışmaların en iyi örneklerine ABD öncülük etmiştir.  Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu tür çalışmaların Üniversite çatısı altına alınması ve 1970’lerden itibaren think-tank merkezlerinin çığ gibi büyümesi ABD’nin öncü rolünde önemli  etkenler arasında olmaya devam etmektedir. Güvenlik çalışmaları başlangıçta dar bir kapsam edinerek, uluslararası gerilimin askeri olmayan kaynaklarını önemsememeye ve sadece askeri dengeler üzerinde odaklanmaya eğilimliydi. 1960’lı yılların ortasında güvenlik çalışmalarının ilk dalgası sona erdi ve alan bir düşüş sürecine girdi.  

Bu düşüşte araştırma programlarının bu dönemde tıkanma noktasına gelmesi yanında ilk dalga akademisyen yetiştirmekteki başarısızlık önemli birer etken olmuştu. Ayrıca Vietnam Savaşı bu alandaki ilk çalışmaların bazıları üzerinde şüphe yaratmış ve birçok üniversitede güvenlik sorunları çalışmaları modası geçmiş bir uğraş haline gelmişti. ABD-Sovyet yumuşaması da savaş çalışmalarının daha önemsiz görülmesine ve ABD’nin ekonomik durumundaki düşüşün getirdiği trend ile birlikte ilgi alanının uluslararası ekonomi-politiğe kaymasına neden olmuştur.

Güvenlik çalışmalarında Rönesans 1970’lerin ortasında başladı. Ford Vakfı’nın güvenlik sorunları ile ilgili çeşitli akademik merkezleri destekleme kararı alması ve alanla ilgili temel bilimsel forum haline gelen “International Security” dergisinin kurulması güvenlik çalışmaları için Rönesansı başlatan gelişmeler olarak kabul edilmektedir. ABD Büyük Stratejisinin oluşturulması güvenlik çalışmalarının önemini artırmıştır. Büyük strateji; askeri ve diplomatik araçlar yoluyla güvenliği sağlamak adına oluşturulan bir “devlet teorisi” idi.

Altın çağa damgasını vuran ise en genel düzeyde Kenneth Waltz’ın “Theory Of İnternational Politics (1979)” adlı eserinin uluslararası politik ekonomi içinde realizmin biçimlendirilmiş halini sunması olmuştur . Altın Çağın özelliği, akademik dünya içinde güvenlik çalışmalarının geniş yer tutması idi. Akademisyenler, üniversitelerdeki pozisyonlarını korurken en etkili çalışmalarını RAND gibi düşünce kuruluşlarında ortaya koymuşlardır. Ağırlık merkezi açıkça akademik dünyaya kaymıştı. 

Bugüne kadar geliştirilen ne uluslararası ilişkiler teorilerinin, ne de ulusal güvenlik teorilerinin hiçbiri pratikle tam uyumlu olmamıştır. Değişen güç dengelerine rağmen Realizm büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır. 20’ nci Yüzyılın sonlarına doğru belirginleşen “küreselleşme” ve post-modern yaklaşımın “karşılıklı bağımlılık” olguları, realizmin sunduğu ABD hegemonyasının yöntem ve aktörlerini de etkileyen yeni bir uluslararası sistemin gelişmesine yol açmıştır. 21’ nci Yüzyılda güç ve politika arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için çağımızın iki önemli paradigması olan küreselleşme ve post-modern düşüncenin güvenlik ve güç ilişkilerine etkilerini incelemek gereklidir. 

1.1.5. Küreselleşme ve Güç İlişkilerine Etkileri:

Soğuk Savaşın 1989 yılında sona ermesinin ardından dünya, küreselleşme olgusunun ivme verdiği çok hızlı bir değişim dönemine girmiş bulunmaktadır. Bazı düşünürler küreselleşmeyi; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda ortak değerlerden bazılarının yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması olarak kabul etmektedir. Bazıları ise küreselleşmeyi pazar, ürün ve süreçlerin standartlaşması, sosyo-kültürel farklılıkların ortadan kalkması, sınır ötesi şirketlerin gereksinim ve isteklerini karşılayacak standartlarda üretim yapması olarak tanımlamaktadır.

Küreselleşmenin dünya için olumlu bir gelişme olduğunu düşünenlere göre; küreselleşme sınır ötesi serbest ticaretin artmasına, demokrasi ve insan haklarına yönelik çalışmalarda gelişmelere ve büyük oranda refahın yükselmesine neden olmaktadır. Buna muhalefet edenlere göre ise küreselleşme, çokuluslu şirketlerin yönlendirdiği ve denetlendiği bir dünya pazarıdır. Pek çok kişiye göre ise küreselleşme, ABD siyasi ve iş çevrelerinin seçkin kesiminin resmi olmayan ideolojisidir. 

Clinton, küreselleşmeden bahsederken tarihsel kaçınılmazlığına, sosyal olarak gerekliliğine, Amerikanın siyasi liderliğinin buna ihtiyacı olduğuna vurgu yapmaktaydı. Tarihsel olarak doğru zamandaydı, ortak çıkarları paylaşan seçkinlerin anahtar gücüne hitap ediyordu, reddedilmesi gerekenin (komünizmin) bir eleştirisini sunuyordu ve daha iyi bir gelecek vaat ediyordu. Böylelikle küreselleşme Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumundaki kavramsal bir boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu .

Batılı ülkeler tarafından üretilen mal ve hizmetler ile bunlara ait bilgiler dünyada sınır tanımaksızın serbest olarak dolaşmak istemektedir. Bu durum alıcı ülkelerin pazar nitelikleri, siyasal yapıları ve yönetim biçimleriyle direkt ilgili olduğu için o ülkelerin mevcut siyasi yapılarının değişmesi küreselleşmenin bir gereği olarak ortaya çıkmakta, bu noktada küreselleşme olgusunun en büyük kozu demokrasi ve hür rejimler olarak gündeme gelmektedir. Demokratik sistemlerin zayıf ve düzenli olmadığı ülkelerde sınırlamaların ve bazı korumacı yasaların varlığı ortaya istikrarsız pazarlar çıkarmakta dolayısıyla siyasal boyutta küreselleşme ülke yönetimlerini nihai hedefte tam demokrasiye ulaşma mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmaktadır. 

Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda birçok konuyu barındıran karmaşık sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar, şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Küresel ekonomik bütünleşme süreci siyasi ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır. Küreselleşme homojen kurguyu zayıflattığı için ilerici bir süreç olarak değerlendirilmekte ve küreselleşme sürecini tanımlamada mozaik, melezleşme, eklemlenme gibi kavramlar geliştirilmektedir .

Yeni dünya düzeni ile birlikte küreselleşmenin şu aldatıcı işlevleri kullandığı öne sürülmektedir ; (1) Toplumların anlaşılmasında elzem olan tarih bilincinin köreltilmesi (tarihin sonunun geldiği aldatmacası), (2) Ekonomik bilincin yok edilmesi (sermayenin mülkiyet biçiminin değiştiği aldatmacası), (3) Bireycilik ve sivil toplum örgütlerin öne çıkarılarak, yoksullaşmanın kaynağının anlaşılmasında ve sosyal direnişin örgütlenmesinde gerekli olan ulus bilincinin zayıflatılması.  

Küreselleşme ile birlikte giderek yükseltilen "birey olma bilinci"; bireylerin "etnik ve kültürel haklar" ya da çevrecilik vb. gibi alt-kimlik ya da dokular içinde örgütlenmeye itilmeleri; siyasal dinciliğin yükseltilmesi, kutsal duygu sömürüsünün ön safa çekilmesi gibi sosyo-politik istismarları öne çıkarmaktadır. Demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır.

Ekonomik anlamda gelişmemiş olan bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar . Kendilerine avantajlar sağlamak isteyen ülkeler bu durumdan azami ölçüde istifade etmenin yollarını aramaktadırlar. Bu anlamda küreselleşmenin siyasal boyutu gelişmiş ülkelerin dışında kalan ve ekonomik bakımdan desteğe ihtiyaç duyan ülkeler için ciddi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. 

Küreselleşme sürecine olumlu yaklaşanlar, ulus-devletin aşınma sürecini önemli ve ilerici gelişme olarak değerlendirirler. Çünkü bu aşınma ve aşılma global ölçekte zenginliğin, refahın, insan hakları ve demokrasinin gelişmesine neden olacaktır. Hatta daha ileri gidilirse bu süreç hızlı ve etkili bir şekilde gerçekleştirilerek ulus-devletler için temel hedef olarak sunulmakta ve bu sürece uyum “çağdaşlık (modernite)” göstergesi olarak kabul edilip, diğerleri “çağdışı” olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, daha çok ulus-devletin baskıcı/totaliter ve homojenleştirici yapısına atıfta bulunmaktadır. 

Küreselleşme sürecinin ulus-devletlere etkileri bakımından ekonomik kültürel ve siyasal olmak üzere üç tür küreselleşme ön plana çıkmaktadır. Ekonomik küreselleşme zincirinde; ekonomik etkinliğin uluslararası bir nitelik kazanması, ulus-devletin tutarlılığını ve sürdürülebilirliğini etkilemektedir. Çokuluslu şirketlerden ulusötesi şirketlere ya da ekonomik etkinliğin ulusal sınırların ötesine veya küresel olarak yayılmasına doğru bir eğilim, devletin, ulusal ekonomileri denetleme ve etkileme gücünü sınırlamakta ve böylelikle, ulusal düzeyde devletin gücünü zayıflatmaktadır. Bu durum ulus-devletin küreselleşme karşısında rollerinin yeniden düzenlenmesi ihtiyacı yanında, küresel düzeyde de bugün için pek mümkün görülmeyen düzenlemelere ihtiyacı ortaya koymaktadır.

Siyasal küreselleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla paylaşmaya mecbur bırakmıştır.  Ulus-devlet, globalleşme ile yetki ve otoritesini uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak ortaya çıkan sorunlar daha çok uluslararası platformda ele alınmaya başlamış ve bunların çözümü uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir. Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler devlet egemenliğine ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında dış dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır. 

Küreselleşmenin, ulus-devlet ve onun geleceğini etkileyen kültürel bir boyutu da bulunmaktadır. İletişim teknolojisindeki gelişimler ile dünyanın küçülme süreci hızlanmıştır. Kültürel alanda küreselleşme hem kimliklerin evrenselleşmesine hem de parçalara bölünmesine ve çoğalmasına yol açmaktadır. Ulus-devletlerin geleceği, devletlerin, ulusal kimliğe ilişkin birbiriyle çelişkili durumları nasıl dengeleyeceğine bağlı olacaktır. Sonuç olarak; ulus-devlet açısından küreselleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar değerlendirildiğinde, küreselleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı olduğu gözlenir. Ulus-devletin egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar sınırlandırılırsa küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi o derece hızlı olacaktır. 

Küreselleşmenin en önemli olgusu “etki yaratma” yeteneği; ülkeleri ve toplumları etkileme yeteneğidir. Bu etkileri alıcı konumunda olanlar yani küreselleşmeye ayak uydurmayanlar sürekli bir kırılganlık ve hassasiyet duygusu ile küreselleşme ve küreselleşmenin temsil ettiği değerlere karşı “savunmaya dayalı refleks” geliştirmektedirler . Gerçekte çok az sayıda ülke küreselleşmenin ortaya çıkardığı imkanları yönlendirebilecek bir konuma ve yeteneğe sahiptir. Sanayileşmiş devletler, çokuluslu şirketler, diğer güçlü aktörler, politik ve ekonomik menfaatlerini üst seviyede korumak için ekonomik faaliyetleri etkilemede imkan, kaynak ve güçlerini en son noktasına kadar kullanmakta, hatta bu konuda oluşturdukları ekonomik topluluk ve bu topluluk hukuklarını dahi hiçe sayabilmekte, hedef ülkede ele geçirilen yerli iç dinamiklerden ve onların sağladığı olanaklardan en geniş bir biçimde faydalanmaktadırlar.

Küreselleşmenin getirdiği ekonomik karşılıklı bağımlılık her ne kadar savaş tehlikesini azaltıyor gözüküyorsa da bu bağımlılığın ne kadar ulus-devletin ve halkının yararına olduğu belirsizdir. Küreselleşme ulus-devletin güvenliğini aşındıran ve göz ardı eden nitelikleri ile öne çıktığından 21’ nci Yüzyılda ulus-devletin güvenlik konsepti yeniden gözden geçirilmelidir . Küreselleşmenin ulusal güvenliğe etkilerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ;

- Uluslararası ve ulusüstü yapıların gelişmesi ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir.

- Küresel ekonomik bütünleşme ekonominin ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini sınırlamakta, devleti güçsüzleştirmektedir.

- Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik parametresi haline getirmektedir.

- Ulusötesi sosyal ve dini hareketler ulusal güvenliğe meydan okumaktadır.

- Küresel iletişim ve ulaşım devletin sınırlarının kontrolünü daha da güçleştirmiştir.

- Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin tehdidi altındadır.

- Ulus-devletin yeniden yapılanmaya ve rollerini yeniden belirlemeye, ulusal güvenlik ve güç kullanımı konusunda yeni yöntem ve vasıtalara ihtiyacı vardır. 

1.1.6. Post-Modernizm ve Güç İlişkileri:

      Arnold Toynbee “Bir Tarih İncelemesi” adlı eserinde modern dönemin Birinci Dünya Savaşı ile sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştı . Post-modernizm  1980’lerin ortasından başlayarak son 25 yılda sosyal bilimlerde etkili bir teorik gelişmeye yol açtı. Post-modern düşüncenin üç temel temasını; iktidar (güç)-bilgi ilişkisi, kimlik (identity)’in kazanılmış doğası ve çeşitli metinsel stratejiler oluşturmaktadır. 

Michel Foucault güç-bilgi ilişkisi konusunda en çok etkili olan isimlerden biridir. Foucault, rasyonalizm ve pozitivist düşüncenin aksine gerçekte gücün bilgiyi ürettiğini savunmaktaydı. Gücün bütünü bilgiye ihtiyaç duymaktaydı ve bütün bilgi birikimi mevcut güç ilişkilerini takviye etmekte ve ona dayanmaktaydı. Kısaca mevcut gücün ürettiğinin dışında bir gerçek yoktu. Gerçek, sosyal düzenin dışında bir şey değil ancak onun bir parçasıydı . 

Postmodernistlerin uluslararası ilişkilerdeki hedef kavramlarından biri modern egemen devlet olmuştur. Post-modern düşünce devlet-merkezci modeli sorgulayarak toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür . Sivil toplum yapısı içerisinde devlet bağımlı değişken olarak kabul edilir. Postmodernistler, devletin problematik dışı rasyonel bir varlık değil, düzene girmeyecek bir şeyin üzerine, yoğun örgütlenme ile disiplin uygulayarak düzen oturtmaya çalışan keyfi bir ilişki olduğunu iddia etmektedir. Postmodernler için, egemenlik, yani devlet, bir çözüm olmaktan uzaktır . 

Post-modernistler, güç ilişkilerine bakarken ve uluslararası ilişkiler teorilerinin ‘gerçek’ anlayışını süzerken konseptlerin ve bilginin güç ilişkilerine etkileri üzerinde durdular. Bu incelemelerin en önemlilerinden biri Cyntia Weber, Jens Bartelson ve Jenny Edkins gibi düşünürlerin “egemenlik konsepti” idi. Bu konsepte göre egemenlik kavramı tarihsel olarak kendi pratiği içerisinde değişebilirdi ve bugünkü anlamı doğal olmayan bir biçimde sabitlenmişti. Post-modernistler için “kimlik” de sabit bir tanıma sahip değildi ve kazanılabilir veya edinilebilirdi (performative) . 

Post-modernist yaklaşıma göre devlet gelişiminin üç aşaması; ekonominin tarihsel evrim süreci içerisindeki üç çeşidi ile ilişkilendirilen modern öncesi, modern ve post-modern olarak tanımlanmaktadır. Modern öncesi devleti; tarımsal ekonomi, modern devleti; seri sanayi üretimi ekonomisi, post-modern devleti ise enformasyon ekonomisi temsil etmektedir. Modern öncesi devlet gerçek bir devlet bile değildir; hükümetin şiddet üzerindeki tekelini kaybettiği, Somali ya da bir dizi Afrika ülkesinde görüldüğü gibi iç savaş ve terör eylemlerinin günlük hayatı kabusa çevirdiği bir kaos bölgesidir. 

Modern devlet; milliyetçiliğin itici güç olduğu, bazen saldırgan ve şiddet unsuru olan, hukuk ve güç üzerindeki egemenliği konusunda ısrarcı davranan, yüz yıldan fazla süredir esas tercih olmuş devlet şeklidir. Post-modern devlet ise yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; post-modern toplumun birinci derecedeki örneği Avrupa Birliği’dir.  Post-modern devlet, hepsinin ötesinde -savaş karşıtı olan karakterini açığa vuran, bireye değer verir.

Postmodernist düşünürler ulusun hayali bir cemaat ve toplumsal alanın heterojen ve bütünleştirilemez olduğundan hareketle ulusallık kavramına karşı çıkmaktadırlar. Ulusal kimlik, ulusal sınır, ulusal bir ordu, ulusal bir ekonomi ve ulusal demokratik kurumlar artık ulusal olma niteliğini yitirmektedir. Ancak, bugün kimlik ve demokratik kurumlar inatçı bir biçimde ulusallığını sürdürmeye devam etmektedir. Post-modernlere göre, çağımızda devlet egemenliği zayıflamakta, günümüz dünyasının çok yönlü bütünleştirici ve ayrıştırıcı kuvvetleri karşısında, düzen sağlayıcı işlevini yitirmektedir. Postmodernizm, devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki rollerine ağırlık atfederek, egemen devletin alanını da sınırlamaktadır. 

Post-modern düzende ulusal egemenlik kavramı dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınmaktadır. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var olan ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki hakim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Geniş anlamda ulusal egemenlik ise iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul eden, egemenliğin ulus dışı yapılarla paylaşılmasını öngören anlayıştır.

Batı politikalarının özünde Soğuk Savaş bitene kadar modern devlet vardı. Post-moderncilere göre Batı Avrupa için post-modern çağ 1989’da başlamıştır. Avrupalılar artık post-modern bir kıtada yaşayan post-modern devletler bütünüdür. Post-modern bir düzen, post-modern devletler ve karşılıklı bağımlılığı gerektirir. “Çıkar” modern devlet ve varisi post-modern devlet için farklı anlamlar taşımaktadır. Post-modern dünyada geleneksel anlamda güvenlik tehditleri yoktur; çünkü üyeler birbirlerini işgal etmeyi düşünmezler. AB içinde tartışılan çıkarlar öncelikle politik tercih ve sorumlulukların paylaşımı meseleleridir.

Post-modern devlet daha çoğulcu, daha karmaşık, bürokratik modern öncesinin aksine hiç kaotik olmayan bir devlettir. Post-modernistler, realizmin devletler arasında güvenlik rekabetine yol açtığını ve devletleri savaşa teşvik ettiğini ifade etmektedir. Bunun yerine işbirlikçi normların, bireylerin, devletlerin ve bölgelerin birbiri ile çalışmayı öğreneceği barışçı bir küresel politiğin gelişmesi programlanmalıdır. Realizmin yerine toplumcu söylemler ve fikirler öne çıkmalıdır. Post-modernistlere göre uluslararası ilişkilerin doğası; güvenlik hakkında düşünme ve konuşma yöntemimize göre değişebilir .  

Post-modern sistem dengeye dayalı değildir. Ne egemenliği, ne de iç ve dış ilişkilerin ayrılmasını esas alır. Bu dünyanın özelliği iç ve dış ilişkiler arasındaki mesafenin ortadan kalkmaya başlamasıdır. Anlaşmazlıkları sona erdirme yolu olarak güç reddedilmiştir. Azınlık anlaşmazlıkları ortak kurallar ya da mahkeme kararıyla çözüme bağlanacaktır. Sistemdeki kuralların tamamı kendiliğinden uygulanmaktadır. BM, toplu bir güvenlik örgütü olarak yeni bir dünya düzeni yaratmak için değil, statükoyu korumak için vardır. 

Post-modern düşünce çifte standartlar fikrine alışmış olmayı gerektirir. Post-modern devletler kendi içlerinde, hukuk ve açık güvenlik işbirliği temelinde işlerler. AB post-modern sisteminin en gelişmiş örneğidir. Açıklık yoluyla sağlanan ve karşılıklı dayanışma yoluyla uygulanan şeffaflığı temsil etmektedir. Ulusların üstünde değil (supranasyonel) ulusların arasında geçiş sağlayan (transnasyonal) bir birimdir. Post-modern sisteme uygun uluslararası bir toplum yaratmak, uluslararası sosyalizasyon gerektirmektedir. AB kurumlarının görevlerinden biri de bunu sağlamaktır. 

Post-modern anlayışa göre bugün dünyada ne yeni bir dünya düzeni, ne de yeni bir dünya düzensizliği söz konusudur. Bunun yerine Avrupa’da bir güvenlik kuşağı, dışında ise tehlike ve kaos kuşağı bulunmaktadır. Dünyayı özellikle tehlikeli ve zor yapan şey küreselleşmeyle ayrılan üç kuşağın birbirleriyle bağlantısız olmasıdır. Üçe bölünmüş bir dünyada üç kademeli bir güvenlik politikası ve üç kademeli bir akıl takımına ihtiyaç bulunmaktadır. Post-modern düzenin tehditlere cevabı, işbirliği imparatorluğunun sınırlarını genişletmektir. Post-modern ağ ne kadar genişletilebilirse, komşulardan gelebilecek risk de o kadar azalacaktır ve aşırı silahlanmaya gerek kalmadan topluluğu savunacak daha fazla kaynak sağlanacaktır. 

Post-modern düzenin ulus-devlet, milliyetçilik, egemenlik, sınırlar gibi değerlerden feragat edilmesini istediği göz önüne alınırsa bu tür bir güvenlik anlayışı aslında hegemon güçlere dizginleri tamamen vermekten başka bir anlama gelmeyecektir. Postmodernizm, politik bir perspektiftir ama bir projesi, yandaşı olduğu bir politika yoktur. Teorisi, ne ve kimler için var olduğunun yanıtını verememektedir. Post-modernist yaklaşımlar genellikle çok aşırı kavramsal ve gerçek dünya ile alakasız olmakla eleştirilmektedir . 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ

ARAP BAHARI KAPSAMINDA TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİNDE YAŞANAN SÜREKLİLİĞİN DEĞERLENDİRİLMESİ


Alper TURHAN 
Hakan ARIDEMİR
28 Kasım 2015 Cumartesi

Bu makale ilk olarak 10-16 Haziran 2013 tarihleri arasında yapılan 11.Uluslararası Türk Dünyası Sosyal Bilimler Kongresi'nde Alper TURHAN ve Hakan ARIDEMİR  tarafından sunulmuş, kongre yayınında yayımlanmıştır.

1.       Giriş
                   1517 yılından 1.Dünya Savaşı sonuna kadar Osmanlı hâkimiyetinde olan günümüz Suriye toprakları, 1.Dünya Savaşı sonrası dönemde Fransa’nın Orta Doğu’daki manda yönetimine bırakılmıştır. Bölgede tesis edilen manda yönetimi ile Türkiye Cumhuriyeti arasındaki ilişkiler, Suriye’nin bağımsızlığını kazanmasına kadar mandater devlet olan Fransa üzerinden yürütülmüştür. Bu dönemde ilişkiler, Türkiye ve mandater devlet olan Fransa ile Milletler Cemiyeti Teşkilatı arasında gerçekleşmiştir. Suriye’nin 1946’da bağımsızlığını kazanmasından sonraki süreçte ise ilişkiler, Suriye’nin Türkiye’ye karşı olan tarihsel önyargıları etrafında şekillenmiş ve Büyük Suriye ideası çerçevesinde çatışmacı bir algı ile başlamış, toprak ve su rejimi konusunda karşılıklı itilaflar ve Suriye’nin uluslararası teröre katkı ve desteğinin yarattığı ortamda gelişmiştir[1].

                   Türkiye Suriye ilişkilerinin analiz edildiği bu çalışmanın temel varsayımı, iki ülke ilişkilerinin, 20. ve 21. Yüzyıllarda oluşan tüm uluslararası sistemlerin yapısına paralel olarak gelişim gösterdiğidir. Böylesine bir durumun oluşmasının temel nedeni, iki ülkenin, değişen her uluslararası sistemdeki farklı konumlarından kaynaklanmaktadır. Bu farklılık, ilişkilerde çatışma sürekliliğini beraberinde getirmiştir. Bu durum sadece bir tek dönemde istisnai bir görünüm sergilemiştir. 1999-2010 yılları arasında yaşanan dönemde ilişkilerdeki çatışmacı karakter yerini işbirliğine bırakmıştır. İlişkilerin karakterinde meydana gelen bu değişim, aslında yine uluslararası sistemdeki değişimin iki ülke ilişkilerine yansımasından kaynaklanmıştır.

2.       Soğuk Savaş Öncesi Dönem

                   Kurtuluş Savaşı sırasında belirlenen Misak-i Milli’de Türk toprağı olarak kabul gören Hatay bölgesi, tıpkı Musul ve Kerkük gibi 1.Dünya Savaşı sonrası Türkiye Cumhuriyeti’ne dâhil edilememiştir[2]. Bu durumun çeşitli sebepleri olsa da dönemin uluslararası sisteminin böyle bir duruma imkân tanımamış olması ve revizyonist bir dış politika görünümü sergilemekten kaçınmasından dolayı Türkiye’nin, bu bölgelerle ilgili tasarruflarını ertelemek zorunda kalmasıdır.  

                   1.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistem, bir daha benzer yıkıcılıkta bir savaş yaşanmaması amacıyla çatışmadan uzak, dünya çapında barışın hâkim kılınmasının arzulandığı, idealist bir yapı içinde oluşmuştur. Uluslararası sistemin bu idealist yapısı, geleneksel liberal ve idealist felsefi teorilerin uluslararası ilişkilere uygulanması ile ortaya çıkmıştır[3]. Oluşturulan bu uluslararası yapı, felsefi teoriler ile birlikte dönemin Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Woodrow Wilson’un kendi adıyla anılan 14 maddelik, dünya çapında çatışmadan uzak, barış içerisinde bir düzen kurulmasını amaçladığı prensipleri çerçevesinde oluşmuştur. Bu sebeple daha önce benzeri olmayan uluslararası bir kurum Milletler Cemiyeti (MC) kurulmuştur. MC ile ortaya çıkan uluslararası sistemde Dünya, 2.Dünya Savaşına kadar çatışmadan uzak bir dönem geçirmiştir.
                   İki Savaş Arası Dönem olarak adlandırılan iki dünya savaşı arasındaki bu dönemde iki ülke ilişkileri, bu kabuller çerçevesinde ilerlemiştir. Belirtilen bu dönem içerisinde Suriye’de mandater devlet olan Fransa ile manda yönetimi olan Suriye arasında imzalanan bir antlaşma Türkiye’nin dikkatini çekmiştir[4]. Paris’te, Fransa ile Suriye arasında 25 yıllık bir süre için parafe edilen Dostluk ve İttifak Antlaşması’na göre Suriye üç yıl sonra bağımsızlığına kavuşmuş olacak ve MC üyeliğine aday olabilecektir[5]. Söz konusu antlaşma gereğince Türkiye tarafından Misak-i Milli içerisinde olan, Suriye tarafından da Büyük Suriye ideasında yer alan İskenderun Sancağı (Hatay bölgesi), Suriye yönetimine devredilmiş ve İskenderun Sancağının geleceğinin Suriye lehine olacağı belli olmuştur. 

Durumun bu şekilde Türkiye’nin aleyhine olması ve bölgede yaşayan Türk halkının gelecekteki durumundan dolayı konu Türkiye tarafından hassasiyetle ele alınmıştır. Bu şekilde her iki ülke tarafından da milli bir dava olarak kabul gören İskenderun Sancağı, Hatay Sorunu olarak ikili ilişkilerdeki ilk sorun alanını oluşturmuştur.

                   İki Savaş Arası Dönemde itilaflı ilişkilerin çözümünde çatışmacı bir yol izlemenin imkânının olmamasından ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine de paralel olacak şekilde konu dönemsel şartlara uygun şekilde ele alınmıştır. Bu sebeple Hatay Sorunu, bölgesel iki ülke ülkenin sorunu olarak iki ülke arasında kalmamıştır. Bu çerçevede Türkiye, sorunu önce Fransa ile müzakere etmiş ardından MC’ ye taşıyarak uluslararası sistemin yapısına uygun davranmıştır. Dönemin şartlarına uygun olan politikalar sayesinde de Türkiye, sorunun çözümünde istediğini alabilmiştir.

3.       Soğuk Savaş Dönemi

                   2.Dünya Savaşından sonra Avrupa’nın ağır yıkımı neticesinde uluslararası sistem Avrupa merkezli olmaktan çıkmış, savaşın gidişatını belirleyen iki güç ABD ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) savaştan güçlenerek çıkmışlardır. Birbirlerine rakip olan bu iki güç arasında uluslararası sistem; ABD öncülüğünde Batı Bloğu, SSCB öncülüğünde de Doğu Bloğu olacak şekilde iki kutuplu bir hal alarak, Soğuk Savaş Dönemine geçiş yapmış, uluslararası sistemde de yeni bir dönem başlamıştır. Oluşan bu yeni sistemde Türkiye Batı Bloğunda, Suriye ise Doğu bloğunda yer almıştır. Bu farklılık iki ülke ilişkilerinde Soğuk Savaş Döneminde belirleyici unsur olmuş, ilişkiler bu zemin üzerine kurgulanmıştır.

                   Suriye yönetiminin SSCB ile ilişkileri neticesinde, SSCB’nin Suriye üzerinden artan Orta Doğudaki varlığı başta Türkiye olmak üzere Batı Bloğunda rahatsızlık yaratmıştır. Osmanlı Döneminden itibaren gergin olan Türk-Rus ilişkileri, Bolşevik Devriminden 2.Dünya Savaşına kadar sorunsuz geçmiştir. Ancak bu dönem içerisinde SSCB’nin içteki sorunlarını çözüp, 2.Dünya Savaşı sonrası uluslararası sistemin başat iki aktöründen biri olması ilişkilerin yeniden gergin bir hal almasına neden olmuştur[6].

                İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Fransa’nın ülkeden çekilmesiyle birlikte tam bağımsızlığına kavuşan Suriye’de uzun süre siyasi istikrar sağlanamamıştır. 1945-1949 arasında nispeten sakin geçen Suriye siyasi hayatı, 1949’dan itibaren tam bir karışıklık ve düzensizlik içine girmiştir. 1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç hükümet darbesi, 21 hükümet değişikliği olmuş ve bu arada iki askeri diktatörlük kurulmuştur[7]. 14 Ağustos 1949’da başlayan süreçte aynı yıl içinde 20 Aralık’a kadar art arda üç askeri darbe yapılmıştır. 20 Aralık 1949’daki üçüncü darbenin başı olan Albay Edip Çiçekli, Albay Hinnavi’yi devirerek iktidarı ele geçirmiştir. Çiçekli iktidarı öncekilere göre biraz daha uzun sürse de 1954 yılında gerçekleşen askeri darbe ile yönetim el değiştirmiş ve Suriye yönetiminde BAAS Partisi’nin ön plana çıktığı süreç başlamıştır[8]. Bu gelişmede BAAS’ın 1955’ten itibaren Mısır devlet başkanı Nasır’ı desteklemeye başlaması büyük rol oynamıştır. Süveyş Buhranı sırasında Suriye, hem BAAS Partisi tarafından hem de muhafazakâr kesimle birlikte Mısır’ı desteklemiştir[9]. Nasır, büyük devletlerin Orta Doğu’daki komünizm tehlikesini önlemek amacıyla kurduklarını söyledikleri savunma düzenine karşı olmuş ve SSCB ile yakın ilişkiler kurmuştur. Aynı çerçevede Suriye Hükümeti de Nasır’ın bu politikasına paralel SSCB ile ilişkilerini geliştirmiş ve Çin Halk Cumhuriyeti’ni de tanıyarak dönemin koşulları altında yapmış olduğu bu hamlelerle tarafını da seçmiştir. SSCB odaklı Orta Doğu’da yaşanan yeni gelişmeler iki ülke ilişkilerinde yeni bir sorun alanını ortaya çıkartmıştır. Suriye’de bu dönemde değişen siyasi algı, Türkiye karşıtlığına çift kutuplu sistemin karşıt unsurluğunu da eklemiştir.

Tarihsel olarak gergin ilişkileri olduğu SSCB’nin güney komşusunda artan etkisi ve coğrafik olarak Sovyet kuşatması altına girmekten rahatsız olan Türkiye, SSCB’nin özelde Suriye politikasını, alt bölge olarak da Orta Doğu bölge politikasını uluslararası ortama taşıyarak konunun sistemsel bir sorun olduğunu kabul etmiş ve çözüm için salt iki ülkeyi değil uluslararası sistemin bütnünü devreye sokmaya çalışmıştır.
                   Bu şekilde ortaya çıkan ve 1957 Türkiye-Suriye Krizi olarak adlandırılan bu olay ile Türkiye, Suriye ile tekrar bir çatışma ortamını yaşamıştır. Ancak bu çatışma ortamı, sistemsel bir çatışmanın mevzisi olmuştur. Çünkü SSCB’nin Suriye üzerinden Orta Doğu’ya açılma stratejisi o zamana kadar Orta Doğu’da etkin olan Batı Bloğunu endişelendirmiştir. Orta Doğu jeopolitiğinde SSCB’nin varlığını kendi çıkarları açısından tehdit olarak kabul eden Batı Bloğu, Türkiye’nin yanında yer almıştır. Türkiye ile Suriye arasında bir sorun olarak başlayan 1957 Krizi, gerek sorun alanının yaşandığı coğrafyadan gerekse iki kutuplu sistemin özelliklerinden dolayı iki ülke arasında bir çatışma ortamı olmaktan çıkmış, uluslararası sistemin başat güçlerinin karşı karşıya geldiği sistemsel bir sorun alanı haline gelmiştir. Böylesine bir hal alan bu sorunun çözümü sistemin belirleyici aktörlerinin anlaşması ile gerçekleşmiştir.
                Orta Doğu alt bölgesinde Soğuk Savaş Dönemi koşullarına uygun şekilde ilişkilerini mesafeli bir şekilde sürdüren her iki ülke, 1960’lı yıllardan itibaren tekrar yeni bir sorun ile karşılaşmıştır. Bu sefer doğal kaynaklar üzerinden başlayan bu sorun iki ülke ilişkileri ile sınırlı kalmamış, Orta Doğu bölgesinin başta gelen sorun alanlarından biri olmuştur. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi  arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir[10].

                   Orta Doğu bölgesi için su hayati öneme sahip bir kaynaktır. Coğrafik konumu nedeniyle kurak dönemler geçiren bölgede su kaynakları stratejik önem taşımaktadır. Bölge coğrafyasında Türkiye, bölgenin kuzeyini oluşturmaktadır. Diğer bölge ülkelerine oranla da daha fazla su kaynağına sahiptir. Asi Nehri haricinde diğer su kaynaklarının akış yönünün kuzeyden güneye olmasından dolayı Türkiye, bölge ülkeleri için kaynak ülke olmaktadır. Türkiye kaynaklı suyun paylaşımı bölge ülkelerinde farklı yorumlanmış, bu farklılıkta beraberinde Orta Doğudaki Su Sorununu ortaya çıkartmıştır. Suyun paylaşımı üzerinden kaynaklanan bu sorun alanı zamanla Türkiye ile Suriye ve Irak arasında tartışmalara yol açmıştır. Suyun sorunlara neden özelliği: Orta Doğu bölgesinin stratejik karakteri ile kısmen de suların coğrafik konumundan kaynaklanmaktadır[11].
                   Soğuk Savaş Döneminde ortaya çıkan su sorunu, taraflar arasında açıkça bir çatışma alanına neden olmamıştır. Böyle bir çatışmanın olmama nedeni; iki ülkenin çift kutuplu sistemde karşıt kutuplarda yer alması ve kutuplar arası alt bölgelerde blok üyelerinin çatışmasına genel sistem yapısının imkân tanımamasından kaynaklanmıştır. Çift kutuplu sistemin, alt bölgelerde böyle bir sıcak çatışmaya imkân vermemesi nedeniyle çatışmalar, dolaylı olarak farklı konular üzerinden uygulanan politikalar ile oluşmuş, bölgede Soğuk Savaş su üzerinden de yaşanmıştır. Bu nedenle su sorunu kaynaklı terör sorunu iki ülke arasında ortaya çıkan bir diğer sorun alanıdır.

                   Suriye’nin 1957 Krizi’ne sebebiyet verecek düzeyde SSCB ile yakın ilişki içerisine girmesi, Soğuk Savaş Dönemi boyunca devam etmiştir. Suriye, SSCB’den gördüğü büyük destek ve aldığı yardımlar ile Türkiye karşıtı politikalarını uzun yıllar sürdürme imkânını bulmuştur[12]. Suriye’nin Türkiye karşıtı bu politikalarının başında da kuşkusuz terör örgütü PKK’ya olan desteği ve sağladığı imkânlar gelmektedir. Türkiye’ye göre Suriye’nin böyle bir politika izlemesinin nedeni, çift kutuplu sistemin yapısı da göz önünde tutularak, açıkça bir çatışma ortamına girmeyi göze alamamasından kaynaklanmaktadır[13]. Konunun, ikili ilişkiler ve uluslararası sistem boyutunun farkında olan Türkiye, uluslararası sistemin yapısından dolayı bu politikalara direk müdahalede bulunamamış, sorunun kendisiyle uzun yıllar uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu uğraşta Türkiye’nin uzun yılları istikrarsız geçirmesine, tüm gücünü iç meselelere yoğunlaştırmasına ve büyük maddi kayıplar yaşamasına neden olmuştur.

4.       Soğuk Savaş Sonrası Dönem

                   Soğuk Savaş Dönemini tümüyle çatışmacı bir ortamda sürdüren Türkiye ile Suriye ilişkileri, Soğuk Savaş’ın, SSCB’nin dağılmasıyla bitmesine rağmen Soğuk Savaş algısının ilişkilerdeki yansımalarını ortadan kaldıramamıştır. Bu nedenle 1991’de son bulan Soğuk Savaş Dönemi, Türkiye Suriye ilişkilerinde aynı tarihlerde sona ermemiştir. İlişkiler, Soğuk Savaş algısıyla aynı çatışmacı ruhla ve başta terör sorunu olmak üzere aynı sorunlar etrafında devam etmiştir. Ancak Suriye’nin bu çatışmacı ortamı sürdürmesine destek olan gücün ortadan kalkması ve benzer bir desteği verecek başka müttefikinin olmaması Türkiye ile Suriye’yi karşı karşıya bırakmıştır. Artık bu aşamadan sonra ilişkilerde belirleyici unsur iki ülkenin kapasiteleridir. Çünkü uluslararası sistem bir değişim yaşamış ve çift kutuplu sistem ortadan kalkmıştır. Uluslararası sistemin bu şekilde bir değişim yaşaması sonucunda Suriye, Orta Doğu’da büyük bir destek kaybına uğramış ve yeni oluşan uluslararası sistemin dışında kalmıştır.

                   Geçte olsa değişen sistemin farkına varan Suriye yönetimi, Türkiye’nin sıcak çatışmayı göze alan tavrının net olmasından ve uluslararası sistemin Türkiye lehine olmasından dolayı da uzun yıllardır sürdürdüğü terör kartından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Yapılan Adana Mutabakatı ile de Suriye’nin teröre destek vermeyeceği resmiyet kazanmıştır. Bu mutabakat çerçevesinden uzun yıllar Şam’da ikamet eden Abdullah Öcalan; Şam’dan çıkarılmış,  Kenya’da yakalanmış, Türkiye’ye getirilmiş ve yargılanmasına kadar giden süreç başlamıştır. Abdullah Öcalan’ın yakalanması ile de Türkiye, yaşadığı terör sorununda önemli ilerlemeler kaydetmiştir.

                   1998 yılında yapılan Adana Mutabakatı ile Türkiye Suriye ilişkileri Soğuk Savaş Dönemini geride bırakmıştır. Çatışmacı ilişkilerin sona erdiği bu dönemde, Suriye’de bir değişim daha yaşanmıştır. Bu değişim, Hafız Esad’ın ölümü ve yerine küçük oğlu Beşşar Esad’ın gelmesidir. 1970 yılından itibaren Suriye’yi bir fiil yöneten Hafız Esad’in siyasi çizgisi ve politikaları, Sosyalist Arap Milliyetçileri ile benzerlik taşımış, tarihsel önyargılar ile de Türkiye karşıtlığı içermiştir[14]. Hafız Esad’ın bu algısı, ilişkilere lider faktörü üzerinden olumsuz olarak yansımıştır. Beşşar Esad’ın Suriye’nin yeni lideri olması sadece Türkiye’de değil tüm Dünyada olumlu beklentilere neden olmuştur. Batıda aldığı eğitiminden dolayı kendisinden reformist bir lider portresi beklentisi yüksek olmuştur. Aslında Beşşar Esad, kendisinden beklenen bu çizgiyi iktidarının ilk yıllarında göstermeye çalışmış ve 2005 yılında Şam Baharı olarak adlandırılan demokratikleşme sürecini başlatmıştır. Ancak bu süreç nihai aşamaya gelemeden son bulmuştur[15].
                   Türkiye’nin Hafız Esad’ın cenaze törenine Cumhurbaşkanı düzeyinde katılımı Beşşar Esad yönetimi tarafından olumlu karşılanmış ve bu çerçevede yeni dönemde Türkiye ile olan ilişkilere eski dönemin aksine önem verme arzusu ortaya çıkmıştır. Tabi ki bu önem, bölgesel ve küresel diğer gelişmeler neticesinde Suriye için daha fazla anlam taşımıştır.
                   11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye yapılan terör saldırıları, uluslararası sistemde yeni bir dönüşüme neden olmuştur. ABD’nin kendi topraklarına yapılan bu saldırının karşılığını Afganistan’da vermesi, bölge ve Dünya politikalarını derinden etkileyen gelişmelere yol açmıştır. Ekim 2001’de Afganistan’a, ardından Mart 2003’te Irak’a yapılan harekâtlar, öngörülen sonuçlara ulaşamamış, aksine büyük bir belirsizliği beraberinde getirmiştir. Bu durum ABD’nin gücüne ve prestijine darbe vurmuştur. ABD’nin içine düştüğü bu durum, tek kutuplu yapıdan çok kutuplu yapıya geçiş sürecini de beraberinde getirmiş, özellikle bölgesel güçlerin yükselişinin önünü açmıştır. Ortaya çıkmaya başlayan bu bölgesel aktörlerden birisi de Orta Doğu bölgesinde Türkiye olmuştur. Irak işgali sürecinde Türkiye’nin işgale karşı olan tavrı, Orta Doğu’da Türkiye’nin prestijini artırmıştır.

                   ABD’nin saldırgan politikalarında Suriye de hedefte olan ülkeler arasında yer almıştır. Dönemin ABD Başkanı George W. Bush’un şer ekseni olarak adlandırdığı ülkeler bloğuna (Kuzey Kore, İran, Irak) Suriye de dâhil edilmiş ve ileride gerçekleşmesi muhtemel Suriye karşıtı politikaların işareti verilmiştir. Suriye’nin ABD tarafından bu şekilde değerlendirmesinde Beşşar Esad’ın işgal sürecindeki Irak’a dönük politikaları ve Hafız Esad döneminden itibaren Orta Doğu’daki diğer sorunlu konulara dönük ABD karşıtı politikalar etkili olmuştur. Suriye yönetimindeki algı, ABD’nin Irak’ta yenileceği ve başarısız olacağı yönünde oluşmuştur. Bu sebeple Irak’ta ABD karşıtı politikalar yürütmüştür.
                   11 Eylül sonrası dönem, Suriye için her anlamda sıkıntılı bir dönemi başlatmıştır. Suriye bölgede dâhil olduğu her konuda sorunlu taraf olarak algılanmış ve Batı tarafından bölge istikrarına tehdit olarak görülmüştür. Komşusu Lübnan’da yaşanan gelişmeler Beşşar Esad Suriye’sine en sıkıntılı dönemi yaşatmıştır. 2005 yılında Suriye karşıtı olan eski Lübnan Başbakanı Refik Hariri’nin bombalı suikast sonucu öldürülmesinde Suriye yönetimi birinci sorumlu olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle de Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı ve etkisi ciddi anlamda sorgulanmış ve Birleşmiş Milletlerin (BM) aldığı karar neticesinde Suriye, 1976’dan itibaren Lübnan’da var olan askeri varlığına son vermek zorunda kalmıştır[16].
                   Beşşar Esad iktidarında bölgede ve uluslararası sistemde yaşanan tüm gelişmeler, Suriye için olumsuz sonuçlar ortaya çıkartırken aynı dönemlerde Türkiye için ise gelişmeler olumlu yönde oluşmaya başlamıştır. Tarihinin en büyük ekonomik krizinin ardından toparlanma sürecine giren Türkiye, Kasım 2002 seçimleri sonrası ise koalisyon dönemlerini geride bırakıp Adalet ve Kalkınma Partisi (Ak Parti) Hükümetleri dönemini yaşamaya başlamıştır. 

Ak Parti Hükümetleri döneminde Türkiye, Orta Doğu’ya yönelik olan politikalarında ve algısında bir değişiklik yaşamış ve Türkiye’nin bölgeye olan yabancılaşmasını sona erdirecek politikaları uygulamaya başlamıştır. Hafız Esad sonrası Beşşar Esad dönemiyle başlayan Türkiye Suriye yakınlaşması Ak Parti Hükümetleri tarafından, Komşularla Sıfır Sorun Politikası çerçevesinde daha da ilerletilmiştir.
                   Karşılıklı ulusal ve bölgesel çıkarlar sebebi ile ilişkilerinde yumuşama dönemine geçiş yapan iki ülke ilişkileri, 2000’li yılların başından itibaren artan bir ivme ile gelişmeye devam etmiştir. Türkiye’nin yeni Orta Doğu politikasının ilk yansımaları da Suriye ile olan ilişkilerde kendisini göstermiştir. Suriye, Türkiye için hem Orta Doğu’ya açılan kapı konumundadır hem de Komşularla Sıfır Sorun Politikasının ilk uygulama yeri ve olumlu sonuçlar alınan ülkesidir. Bu sebeplerle gelişen ilişkiler her iki ülkeye de önemli kazanımlar sağlamıştır.
                   2000’li yılların ilk 10 yılında ilişkilerini sürekli geliştiren iki ülke, bu süre içinde ilişkilerde yumuşa döneminden işbirliği dönemine geçiş yapmıştır. Yumuşama ve işbirliği dönemlerinde ilişkilerde, önemli adımlar atılmış, ekonomik ve siyasi konularda çok sayıda işbirliğini temel alan antlaşmalar imzalanmıştır. 

Bu antlaşmalar içinde siyasi olarak, Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi (YDSİK) başı çekmiştir. Bu antlaşma çerçevesinde iki ülke biri Türkiye’de biriside Suriye’de olmak üzere iki ortak Bakanlar Kurulu toplantısı gerçekleştirmiştir. Ekonomik olarak ise yapılan çok sayıda antlaşma ile karşılıklı ticari bağlar artmıştır. 

Asi Nehri üzerinde yapımına başlanan baraj ile de ortak ekonomik yatırım olarak değerlendirilebilecek bir projede ortaya çıkmıştır. Geçmişinde su konulu sorun alanı olan iki ülkenin yine su üzerinde böyle tasarrufta bulunulması da ikili ilişkilerde gelinen işbirliği döneminin önemli bir göstergesi olmuştur.
 
                  Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler, uluslararası sistemin 11 Eylül sonrası değişen yapısına paralel olarak çatışma üzerinden değil yumuşama ve işbirliği olarak kendisini göstermiştir. Oluşan bu yeni sistem içinde Türkiye ve Suriye daha önceki sistemlerin aksine karşıt bloklarda yer almamış, bu durum da ilişkilerdeki yumuşama dönemini başlatmış, iki tarafından yeni düzen içerisinde birbirlerine verdiği karşılıklı önem ve değişen algıları ile de işbirliği dönemine geçiş yapılmıştır.

5. “Arap Baharı” Sürecinin İki Ülke İlişkilerine Etkisi

                   Tarih boyunca görülmemiş yumuşama ve sonrasında işbirliği dönemini yaşayan iki ülke, ilişkilerde yeni bir kırılma noktası ile karşı karşıya kalmıştır. Yaşanan bu kırılma noktası yine uluslararası sistemin bütününü etkileyen gelişmelerin ikili ilişkilere yansıması şeklinde gerçekleşmiştir.            

2010 yılı Aralık ayında Kuzey Afrika’da başlayan protesto hareketleri ve gösteriler, geniş kitlelere ulaşmış ve “Arap Baharı” olarak isimlendirilen, ülkelerinde iktidarları nispeten kansız olaylar sonucunda değiştiren halk eylemleri ve protestolardır. Bu halk hareketleri; Tunus’ta başlamış, öncesinde tüm Kuzey Afrika ülkelerine ulaşmış, akabinde Mısır’da gösterilere ve iktidar değişimine neden olmuş daha sonrasında ise olaylar Suriye’ye sıçramış ve Suriye’yi iç savaşa kadar götüren olayların başlangıcı olmuştur.

                   Kuzey Afrika ve Orta Doğu ülkelerinde yaşanan bu olaylar, göstericilerin isteklerine ulaşması ve uzun yıllardır iktidar olan yönetimleri devirip, değiştirmesi ile 21. yüzyılda Orta Doğu’nun değişim dalgası olarak tanımlanmıştır. Tunus’ta başlayan “Arap Baharı’nda” Türkiye, bölge politikalarını revize etmek durumunda kalmıştır. Yaşanan olaylarda Türkiye, desteğini iktidarlara değil, değişim arzusundaki halklara vererek “Arap Baharı” Sürecinde ve Sonrasındaki Orta Doğu politikasını bölgenin değişimi üzerine belirlemiştir. Bu çerçevede Türkiye; göstericilerden yana tavır almış, barışçıl gösterileri desteklemiş, ilgili muhataplarına halkın isteklerine kulak verme çağrısında bulunmuştur. Libya’da ise Muammer Kaddafi’nin direnmesi sonucu ülke içinde ortaya çıkan çatışma ortamına son vermek amacıyla BM kararı ile oluşturulan uluslararası koalisyonun bir parçası olarak ülkeye askeri müdahalede yer alarak olayların muhalifler lehine sonuçlanmasına katkıda bulunmuştur.

                   “Arap Baharı’na” bu şekilde yaklaşan Türkiye için bu süreçte sorunlu konu, olayların Mart 2011’de Suriye’de de kendini göstermeye başlaması olmuştur. Çünkü mevcut Beşşar Esad yönetimi ile ilişkiler, ilişkilerin tarihinde hiç görülmemiş bir işbirliği dönemi yaşanmaktaydı. Türkiye, genel olarak “Arap Baharı’na” endeksli yeni Orta Doğu politikası ile Komşularla Sıfır Sorun Politikasının olumlu sonuç verdiği Suriye politikası arasında kalmıştır. Türkiye için bu aşamadan sonra seçim yapma gereksinimi ortaya çıkmıştır. Gerçekçi bir yaklaşım ile Türkiye, bu durumda ülke politikasını bölge politikalarına tercih etmemiş, büyük resme odaklanıp bölge politikasına önem vermiştir. Bu nedenle de Türkiye, Suriye politikasında tekrar bir değişikliğe gitmek zorunda kalmıştır. 

Bu değişiklikte beraberinde iki ülke ilişkilerinde kronik olarak var olan çatışma ortamını tekrar ortaya çıkartmıştır.

                   Türkiye Suriye ilişkileri, değişen bölge yapısına paralel yeniden değişim yaşamıştır. Soğuk Savaş Sonrası Dönemde ilişkilerde geçte olsa çatışma ortamını geriden bırakan iki ülke ilişkileri, yeniden sistemsel bir değişimi ilişkilerinde yaşamıştır. “Arap Baharı’nı” farklı algılayan Türkiye ve Suriye, bu farklılık neticesinde oluşan kutuplaşmalarda yine karşıt bloklarda yer almıştır. 

Türk yetkililer, Suriyeli muhataplarına işbirliği döneminde ülkede gerekli olan demokratikleşme adımlarını atmasını önermiştir[17]. 

Bu öneri, 2010 yılı ve öncesinde ilişkileri gerginleştirecek bir önemde olmamıştır. Ancak “Arap Baharı” ile değişen Orta Doğu sisteminde benzer görüşleri dile getirmek, Dünyada Orta Doğu merkezli oluşan yeni kutuplaşmada taraf olmak anlamına gelmiştir.
                   Türkiye, olaylar Suriye’de başladığında ilişkileri hemen kesmemiştir. İlişkilerin iyi olması sebebiyle Suriye’ye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, bizzat gitmiş, Beşşar Esad ve diğer üst düzey yetkililerle konuları görüşüp, gerekli adımların atılması konusunda önerilerde bulunmuş ve bunların yerine getirileceği konusunda muhataplarında karşılık almıştır. Ancak bu durum Suriye yönetimince yerine getirilmemiş, Ahmet Davutoğlu daha Türkiye’ye dönüş yolunda iken ülke içerisindeki operasyonlara devam edilmiştir. Suriye’nin bu tavrı Türkiye nezdinde Suriye’nin samimi olmadığı duygusunu yaratmış ve ilişkilerdeki en önemli iki kopuştan birisi bu olmuştur. Diğer önemli kopuş ise Doğu Akdeniz’de eğitim uçuşunu gerçekleştiren Türk Jetinin uluslararası sularda Suriye tarafından vurularak düşürülmesi olmuştur. Açıkça bir saldırıya maruz kalan Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarında değişikliğe gitmiş ve tüm sınır boyunca Suriye askeri manevralarına karşılık verileceğini açıklamıştır. Türkiye’nin değişen tutumu karşısında Suriye, sınır bölgesindeki askeri manevralarını azaltmak zorunda kalmıştır.
                   Uluslararası kamuoyu genel olarak Suriye’de yaşanan şiddet olaylarına karşı olsa da Suriye’nin; Rusya, İran ve Çin’den gördüğü siyasi destek nedeniyle net yaptırımlar uygulayamamıştır. Bu durumda Suriye’deki olayların bir nihayete ulaşamayıp, ülke içerisindeki istikrarsızlığın uzamasına neden olmuştur. Suriye’nin yine Soğuk Savaş’taki gibi eski müttefiklerinde aldığı destek nedeniyle Türkiye, tek başına Suriye’ye karşı bir tasarrufta bulanamamıştır. İçerisinde bulunduğu Batı merkezli uluslararası sistemden aradığı desteği de tam olarak göremeyen Türkiye, bir kez daha uluslararası sistemin başat aktörlerinin bölge politikaları arasında Suriye ile çatışma ortamında kalmıştır. Bölge hassasiyeti ve çok boyutlu ilişkiler sebebiyle çatışma yine açık ve sıcak çatışma ortamında sürmemektedir. Ancak Suriye yönetiminin zaman zaman Türkiye sınırı boyunca yaptığı askeri operasyonlar Türkiye topraklarına da yansımaktadır. Atılan havan topları Türkiye’de yerleşim birimlerine isabet etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları bu atışlar neticesinde hayatlarını kaybetmişlerdir. Kendi topraklarına düşen havan topları ve vatandaşlarının hayatlarını kaybetmesi nedeniyle Türkiye, Suriye’ye karşı değişen angajman kuralları çerçevesinde askeri olarak cevap vermiş ve Suriye askeri hedeflerini hedef almıştır. Benzer olayların devam etmesi ve Suriye yönetiminin Türkiye sınırındaki yerlerde muhaliflere karşı kullandığı hava füzeleri nedeniyle Türkiye, bu durumu NATO’nun ilgili maddeleri gereğince ittifakın gündemine aldırmış ve gerekli olan savunma amaçlı askeri desteğin teminin uluslararası arenada sağlamıştır. Türkiye’nin NATO nezdinde aldığı bu destek neticesinde savunma amaçlı hava savunma sistemi olan Patriot füzeleri ittifaka üye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından NATO adına Türkiye’ye tahsis edilmiştir. Türkiye’nin NATO’dan aldığı bu askeri destek, Türkiye’nin uyguladığı Suriye politikasının uluslararası desteği olduğunun da bir göstergesi olmuştur.

6.       Sonuç
                   "Arap Baharı” ile ilişkilerinde yine 1998 yılındaki gibi askeri imkânların devreye girdiği bir çatışma ortamı yaşan Türkiye ve Suriye ilişkileri, yaşanan bu gergin ve çatışmacı kimliğe aslında yabancı değildir. Hatay Sorunu ile başlayan sorunlu ilişkiler yine sorunlu konular ile devam etmiştir. Günümüzde yaşanan “Arap Baharı” nedenli sorunlu ilişkiler, tıpkı 1957 Krizinde olduğu gibi yine uluslararası sistemin başat aktörlerinin kendi aralarında bir çözüme ulaşamaması nedeniyle sürmektedir. 

Çözüm de yine bu aktörlerin kendi aralarındaki anlaşmalarına bağlı olmaktadır. Uluslararası sistemin bütününden bağımsız hareket etme imkânının olmamasından dolayı da sorunun çözümü Türkiye’nin tek başına inisiyatifinde olmamaktadır. 

Bu çözümsüzlük Türkiye Suriye ilişkilerinde yeniden çatışma ortamının devam etmesine neden olmaktadır.  

 Alper TURHAN
Hakan ARIDEMİR 

DİPNOTLAR.

[1] A. Öner Pehlivanoğlu, (2004),  Orta Doğu ve Türkiye, 1. Baskı, Kastaş Yayınevi, İstanbul: s.113
[2] 20 Ekim 1921 ‘de, Fransa ile imzalanan, Ankara Antlaşması’nın 7. maddesine göre Hatay Bölgesi, Suriye sınırları içerisinde kalacak; burada özel bir idare kurulup, Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylıktan yararlanılacaktır, resmi dil Türkçe olacak ve para birimi olarak da Türk lirası geçerli olacaktır.
[3]Tayyar Arı, (2008), Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, MKM Yayıncılık, Bursa: s.105
[4] 9 Eylül 1936 yılında Suriye’ye bağımsızlık veren ve Suriye ile Fransa arasında ittifak kuran anlaşmada İskenderun Sancağı hakkında hiçbir hüküm yer almamıştır. Fransa, Suriye’den çekilirken, Sancak üzerindeki yetkilerini Suriye’ye terk etmiştir.
[5] Adnan Sofuoğlu, (2005), Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devletinin Kuruluşu ve Türkiye, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:XXI, http://atam.gov.tr/belgeler-isiginda-bagimsiz-hatay-devletinin-kurulusu-ve-turkiye/
[6]Graham E.Fuller, (2011), Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör, Timaş Yayınları, İstanbul: s.71
[7] Harp Akademileri Yayınları, (1994), Türkiye-Suriye İlişkilerinin Dünü, Bugünü, Yarını, Harp
Akademileri Basımevi, İstanbul: s.32
[8] Mecid Gafur, (2002), Hafız Esad Dönemi Türkiye Suriye İlişkileri, Yüksek Lisans Tezi, Gazi
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara: s.32
[9] Mehmet Gönlübol vd. (1996), Olaylarla Türk Dış Politikası, 9.Baskı, Siyasal Kitabevi, Ankara: s.290
[10] A.Nazmi Üste, (1998), Uluslararası Politika ve Türk Dış Politikası Açısından Sınır Aşan Sularımız, D.E.Ü.İ.İ.B.F Dergisi, Cilt 13 Sayı I, s.231 http://www.iibf.deu.edu.tr/dergi/1139574589_1.pdf,
[11] Yusuf Karakılçık, (2008), Bölgesel Su Anlaşmazlıklarının Küresel Çatışmaya Dönüşme Riski: Fırat ve Dicle Örneği, Uluslararası Hukuk ve Politika, Cilt:4 No 16, ss. 19-56
[12]Fuller, a.g.e.  s.89
[13]Zafer Sağlam, (2006), Jeopolitik, Jeoekonomik ve Jeostratejik Konumları İtibariyle Türkiye-Suriye İlişkilerinin İncelenmesi, Yüksek Lisans Tezi, T.C. Genelkurmay Başkanlığı Harp Akademileri Komutanlığı Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Müdürlüğü, İstanbul: s.-2-48
[14]Andrew Mango, (1968), Turkey in the Middle East, Journal of Contempoary History, Vol.3, No.3, The Middle East, ss.225-236
[15]Yasin Atlıoğlu, (2007), Beşar Esad Suriyesi’nde Reform Demokratikleşme-Güvenlik İkilemi, Tasam Yayınları, İstanbul: s. 36
[16]Osman Bahadır Dinçer, Gamze Coşkun, (2011), Mayınlı Arazide Yürümenin Adı: Suriye’de Değişimi Zorlamak, USAK Raporları, No 11-04, USAK Yayınları, Ankara:  s.40
[17]Hüsnü Mahalli, (2012), Orta Doğu’da Kanlı Bahar, Destek Yayınevi, İstanbul: s.182

***

12 Mart 2021 Cuma

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi BÖLÜM 4

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi  BÖLÜM 4


Mısır 25 Ocak 2011 Devrimi, Kıpti Ortodoks Kilisesi, Patrik III. Şenuda, Kilise-Devlet İlişkisi, Ayşenur Hazar,Cemal Abdünnâsır,Hüsnü Mübarek,
Enver Sedat,

Kilise ve Kıptilerin rejim değişikliğine yönelik tavırlarının nedenleri üzerinde birçok farklı sebep ve görüş öne sürülmüş ve özellikle gösterilerin başladığı 25 Ocak’tan Mübarek’in istifasını sunduğu 11 Şubat’a kadarki on sekiz günlük sürece yoğunlaşan analizler kaleme alınmıştır. Kıptilerin daha çok kültürel alt yapıları ve ideolojilerine göre rejim değişikliğine yönelik tavırlarının değiştiği ve değişiklikten yana olan grupların daha çok kilisenin siyasi rolünü eleştiren ve liberal görüşleri savunan gruplar olduğu ifade edilmektedir. 99 Kilisenin rejim değişikliğine yönelik tepkisinin nedenleri üzerine ileri sürülen görüşler ise kilisenin konumlandırılışına göre değişmektedir. Bu konuda öne çıkan görüş, kilisenin Mübarek sonrası olası İslamcı iktidarı Kıptiler açısından bir tehdit olarak görmesi ve Mübarek ile girdiği işbirliğinde elde ettiği hak ve imtiyazları kaybetmek istememesinden dolayı rejim değişikliğini istemediğidir.100 

Sonuç 

Mısır’da 25 Ocak 2011 devrimi öncesi kilise-devlet ilişkisini konu edinen bu çalışma, Kıpti Ortodoks Kilisesi’nin devrime ilerleyen süreçteki rejim 
yanlısı duruşunu çıkış noktası alarak devrim öncesi kilise-devlet ilişkisini irdelemektedir. Mevcut siyasi düzen açısından kurucu bir figür olan Cemal Abdünnâsır rejiminden 25 Ocak 2011 Devrimi’ne ilerleyen süreci kapsayan çalışmada kilise-devlet ilişkisi daha çok siyasi erkin patrik ile sürdüğü ilişki üzerinden ele alınmaktadır. 

Dolayısıyla çalışmada ağırlıklı olarak, kırk yılı aşkın ruhani liderliği sebebiyle, Patrik III. Şenuda’nın siyasi rolü ve eylemleri   üzerinde durulmaktadır. Rejim değişikliği hususunda kilise ve Kıptiler arasında oluşan ikiliğin sebebini anlamada kilise-devlet ilişkisine dair tarihsel tecrübenin bilinmesinin oluşturacağı katkı oldukça önemlidir. Bu sebeple çalışmada kilise ve Kıptilerin devrim sürecindeki tutum ve tepkilerinin analizinden çok devrim öncesi ilişkilere odaklanılmaktadır. 

Kilise-devlet ilişkisine dair yarım asrı aşkın bir hikâyenin betimsel analizinin sunulduğu çalışmada bazı çıkarımlara varılmaktadır. Buna göre Mısır’da kilise siyasi bir role sahiptir ve Kıptilerin sosyo-politik temsilciliğinde meşru bir kurum olarak kabul görmektedir. Kilisenin temsilciliği ve sosyo-politik konumu ve rolü meselesi, İslami yönetimlerden itibaren var olan bir durumdur. 

Bu sebeple birçok araştırmacı bugün kilise-devlet ilişkisi üzerine yaptıkları analizlerde bu tarihsel yapıya atıfta bulunmaktadırlar. Osmanlı dönemindeki 
karşılığı ile millet ortaklığı çerçevesinde analiz edilen kilise-devlet ilişkisinde Nasır dönemi bir kırılma noktası olarak sunulmaktadır. Buna göre Nasır dönemi, kilise-devlet ilişkisinin içeriği açısından geleneksel dönem ile modernleşme dönemi arasındaki farklılığın silikleştiği bir dönemdir. Yani hukuki bazı değişikliklerle birlikte Nasır döneminde geleneksel millet ortaklığı (gayrı resmi olarak) yeniden kurulmuş ve kilise-devlet ilişkisinin içeriği yeniden kurulan bu ortaklık üzerinden şekil almıştır. Belirli hak ve sorumluluklar kapsamında görece işbirliği nitelinde olan bu sözleşmenin en genel içeriği ise kilisenin ulusal meselelere destek vermesi, muhalif bir güç olmamak kaydıyla Kıptilerin siyasi temsilciliğini üstlenmesi ve kendi içinde özerkliğini korumasıydı. 19. yüzyılın son çeyreği ve 20. yüzyılın ilk yarısında kilise ve laik kesim arasında Kıptilerin temsilciliği ve kilisenin siyasi rolü üzerine sürdürülen mücadele düşünüldüğünde Nasır’ın Kıpti laik kesimin önünü kesen politikalarının kilisenin nüfuzunu artırdığı ve devletle bir işbirliği ilişkisi geliştirdiği söylenebilir. Bununla birlikte kiliseyi bu işbirliğinden tamamen kazançlı görmemek gerekir. Hukuki ve ekonomik bazı dezavantajlarının yanında 
kilisenin otoriter yönetimlerle kurduğu işbirliğinin kendi cemaatinde güven kaybına neden olduğu görülmektedir. 

Kilise-Devlet arasındaki ilişkide daimi bir işbirliğinin olmadığı çalışmada ulaşılan bir diğer sonuçtur. Bu işbirliğinde tarafların gerekli hak ve sorumlulukları yerine getirmesinin yanında tehdit algısı da önemli bir etkendir. Bunun en açık örneği; Mübarek döneminde Kıptilere yönelik hizipçi saldırılar daha fazla gerçekleşmesine rağmen, şeriat ilkelerinin yasamanın ana kaynağı olması şeklindeki düzenlemenin Mübarek döneminde aynen korunmasının patrik tarafından bir tehdit olarak görülmemesidir. 

Nitekim Sedat döneminde Nasır döneminden itibaren süregelen kilise-devlet işbirliğinin bozulmasındaki en önemli neden, patriğin ve cumhurbaşkanının 
karşılıklı güvensizliğe neden olan eylem ve politikalarıydı. 

Kilise-devlet ilişkisine dair tarihsel okumadan elde edilen son çıkarım ise, devletin İslam ile olan ilişkisi ve mesafesinin, kilise ile olan ilişkisini olumlu veya olumsuz bir şekilde etkilemiş olduğudur. 

Burada belirleyici etken kilisenin devletin İslam ile olan ilişkisi ve mesafesini kendisi açısından bir tehdit olarak algılayıp algılamamasıydı. Nasır’ın Arap Milliyetçiliğinde dinin daha çok kültürel bir form olarak kabul edilmesi ve Nasır’ın siyasal İslam’a yönelik mesafeli duruşu kilise açısından güven verici bir etkendi. Yine Mübarek’in İslamî hareketin siyasi bir güç olarak yükselmesine karşı 
yaptırımları ve radikal İslamî gruplara yönelik baskıcı politikası, kilise ve devleti ortak tehdit retoriğinde buluşturdu. Bununla birlikte Sedat döneminde devlet söyleminde “İslamîleşmenin” artan etkisi ve Sedat’ın Nasırcı bloğu kırmak için İslamî hareketlerin önünü açması kilise için güven sarsıcı politikalar olarak görüldü. Dolayısıyla Nasır ve Mübarek dönemine kıyasla Sedat döneminde kilise-devlet ilişkisinin gergin geçmesinde kilise ve devlet arasındaki güvenlik bunalımının etkisinin büyük olduğu söylenebilir. 

Çalışmada kilisenin sosyo-politik rolü ve kendi cemaati içerisindeki etkinliği kilise-devlet ilişkisine paralel olarak aktarılmaktadır. Kilisenin 19. yüzyılın ortasından itibaren başlattığı reform hareketinin Patrik III. Şenuda ile birlikte gelişme kaydettiği görülmektedir. Kendisi de reformist bir Kıpti din adamı olan III. Şenuda döneminde kilisenin sosyo-kültürel ve politik görünürlüğü ve etkisi artmıştır. Sekülerizme karşı verdiği mücadelede kiliseyi sosyal ve ekonomik alana dâhil düzenlemelerle Kıpti toplumunun merkezine oturtmaya çalışan patriğin nispeten başarılı olduğu söylenebilir. Bununla birlikte, devletle ilişkisi ve kilisenin sosyo-politik etkinliği açısından seleflerine kıyasla önemli kazanımlar elde etmesine rağmen, III. Şenuda’ya karşı muhalif bir grubun yükseldiği görülmektedir. Din adamları, kilise tarafından sürgün edilen Kıptiler ve sivil kesimden oluşan bu muhalif grubun patriğe yönelttiği eleştiriler ağırlıklı olarak patriğin otoriter yöneticiliği ve siyasete fazla angaje olması ile ilgiliydi. 

DİPNOTLAR:

1 Bu çalışma, İskenderiye başpiskoposluğunun tarihi unvanını taşıyan Kıpti Ortodoks kilisesi ile sınırlandırılmıştır. Mısır’da Kıpti Ortodoks kilisesinin yanında İskenderiye Yunan Ortodoks (Melkit) Kilisesi, Kıpti Katolik Kilisesi ve Kıpti Evanjelik Kilisesi gibi daha küçük kilise yapılanmaları da mevcuttur. Bkz.Otto F. A. Meinardus, Christians in Egypt: Orthodox, Catholic and Protestant Communities Pastand Present, Cairo: The American University in CairoPress, 2006, s.33-118. 
2 Timothy C. Morgan, Dale Gavlak, “Egyptian Christians Join Calls For Reform Protests Enter Second Week As Mubarak Resists Ouster”,Christianity Today, 11 Şubat 2011. 
3 Magdi Guirguis, “The Copts and the Egyptian Revoiution: Various Attitudes and Dreams”, Social Research, Vol. 79, No. 2, Summer 2012, s.511. 
4 Cornelis Hulsman, “Christian Minority Swept up in Historic Change as Mubarak Era Ends”, Christianity Today, 3 Mart 2011, s.15. 
5 Gordon Chandler, “Egypt’s Interfaith Revolution: Muslims and Copts Together”, Christian Century, 22 Mart 2011, s.11. 
6 Kıptilerin önemli bir kısmı protesto gösterilerine katılırken tereddüt ve korku içinde süreci takip edenler olduğu gibi devrime açık bir şekilde karşı çıkanlar da olmuştur. Bkz. Guirguis, “The Copts and the Egyptian Revoiution: Various Attitudes and Dreams”,s.511-512. 
7 Bkz. Mariz Tadros, Copts and the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, Cairo: The American University in Cairo Press, 2013, s.120-134. ve Chandler, “Egypt’s Interfaith Revolution: Muslims and Copts Together”, s.10. 
8 “Egypt bomb kills 21 at Alexandria Coptic church”,http://www.bbc.com/news/worldmiddle-east-12101748, 1 Mart 2015 
9 Kareem Fahim and Liam Stack, “Fatal Bomb Hits a Church in Egypt”, http://www. nytimes.com/2011/01/02/world/middleeast/02egypt.html?_r=0, 1 Mart 2015 
10 Bkz. Aziz S. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, Nurettin Hiçyılmaz (çev.), 1. Basım, İstanbul: Doz Yayınları, 2005,s.128-129; 
11 Sebastian Elsasser, The Coptic Question in the Mubarak Era, New York, Oxford University Press, 2014, s.22. 
12 Fiona McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, New York: The Edwin Mellen Press 2010, s.50-51. 
13 İlber Ortaylı, “Osmanlı’da Millet Sistemi”, DİA, Cilt: 30, 2005, s.70. 
14 Bu dönemde kilise ve laik sınıf arasındaki güç mücadelesiyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. B. L. Carter, The Copts in Egyptian Politics: 1982-1952, Cairo: The American University in Cairo Press, 1986, s.28-42.; Elsasser, The Coptic Question in the Mubarak Era, s.22-24. 
15 Bkz. Saad Eddin İbrahim, “The Copts of Egypt”, Minority Rights Groups International Report, 2006, s.12-17. 
16 Otto F. Meinardus, Two Thousand Years Of Coptic Christianity, Cairo: The American University Press in Cairo, 2002, s.71-72. 
17 Bkz. Atiya, Doğu Hıristiyanlığı Tarihi, s.124-129. 
18 Vivian Ibrahim, The Copts of Egypt: The Challenges of Modernisation and Identity, London: I. B. Tauris, 2011, 177. 
19 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.16. 
20 Mariz Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church and the State in Egypt (1952–2007)”, Middle East Studies,Vol. 41,2009, s.271. 
21 Bkz. Mariz Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church and the State in Egypt (1952–2007)”, s.271.; İbrahim, “The Copts of Egypt”, s.24. 
22 Tarek Osman, Egypt on the Brink: From the Rise of Nasser to the Fall of Mubarak, London: Yale University Press, 2011, s.60. 
23 Bkz. Tadros, Copts at the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, s.62-66. 
24 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.54-55 
25 Meinardus, Two Thousand Years Of Coptic Christianity, s.6. 
26 Patrik III. Şenuda’nın biyografisi için bkz. Meinardus, Two Thousand Years Of Coptic Christianity, s.3-6. ; 
     http://www.copticchurch.net/topics/pope/#Biography, 5 Mart 2015 
27 Bkz. S. S. Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, 1. Edition, New York: Oxford University Press, 2003, s. 202, 209, 211. 
28 Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.218. 
29 Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.257. 
30 Bkz. Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s. 201-204. 
31 Paul Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian Communities in Modern Egyptian Politics”, Islam and Christian-Muslim Relations, Vol. 10, No. 2, 1999, s.226. 
32 Kilisenin kaynak sağlayıcı ve yatırımcı rolüyle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.142-150. 
33 Abrar al-Ghannam, “Religious Censorship in Egypt: Attitudes within the Coptic Orthodox Church of Egypt”, Arap West Paper, 11 January 2009 
34 Bkz. Hamdy A. Hassan, “Civil Society in Egypt under the Mubarak Regime”, Afro Asian Journal of Social Sciences, V.2, N.2., 2011, s.12. 
35 Kirk J. Beattie, Egypt During the Sadat Years, 1. Edition, New York: Palgrave, 2000, s.107. 
36 Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian Communities in Modern Egyptian Politics”, s.226. 
37 David Zeidan, “The Copts-Equal, Protected or Persecuted? The Impact of Islamization on Muslim-Christian Relations in Modern Egypt”, Islam and Christian Muslim Relations 10, no. 1, 1999, s.60. 
38 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.273. 
39 Katerina Dalacoura, Islamist Terrorism and Democracy in the Middle East, 1. Edition, New York: Cambridge University Press, 2011, s.112. 
40 Alev Erkilet, Orta Doğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, 2. Basım, Ankara: Hece Yayınları, 2010, s.299. 
41 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.274. 
42 Hasan, Christians Versus Muslims In Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.107.; J. D. Pennington, “The Copts in Modern Egypt”,Middle 
Eastern Studies, Vol. 18, No. 2, 1982, s.171-172. 
43 İbrahim, “The Copts of Egypt”, s.18. 
44 Scott Kent Brown, “The Coptic Church in Egypt: A Comment on Protecting Religious Minorities from Non-State Discrimination”, Brigham Young University Education & Law Journal, Issue 3, 2000, s. 1059-1061. 
45 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.273-274. 
46 Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.109. 
47 Zeidan, “The Copts—Equal, Protected or Persecuted? The Impact of Islamization on Muslim-Christian Relations in Modern Egypt,” s.6. 
48 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.141. 
49 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.21. 
50 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.19. 
51 Bkz. Osman, Egypt on the Brink: From the Rise of Nasser to the Fall of Mubarak, s.183185. 
52 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.20. 
53 “A Brief Biography of H.H. Pope Shenouda III”, http://st-takla.org/Pope-1.html, 28 Şubat 2015 
54 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.145.; Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian 
Communities in Modern Egypt Politics”, s.227, 229. 
55 Paul S. Rowe, “Neo-Millet Systems and Transnational Religious Movements: The Humayun Decrees and Church Construction in Egypt”, Journal of Church and State, 2007, 49: 2, s.331. 
56 Bkz. Guirguis, “The Copts and the Egyptian Revoiution: Various Attitudes and Dreams”, s.519-520. 
57 Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian Communities in Modern Egypt Politics”, s. 228. 
58 Fiona McCallum, “The Political Role of the Patriarch in the Contemporary Middle East: An Examination of the Coptic Orthodox and Maronite Traditions”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, The University of St. Andrews, 2006, s.155. 
59 Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.115.; Fiona Mccallum, “The Coptic Orthodox Church”, Eastern Christianity and Politics in the Twenty-First Century, Ed. Lucian N. Leustean, New York: Routledge, 2014, s.528. 
60 Bkz. Alessia Melcangi, “Before and After the Revolutıon: A ‘Sprıng’ Also for the Copts of Egypt?”, BRISMES Graduate Section Annual Conference, London, 11 June 2012, s.8. 
61 34 madde ile ilgili değişikliği kapsayan anayasal düzenlemede “Mısır Arap Cumhuriyeti, vatandaşlığa dayalı demokratik bir devlettir” şeklinde değiştirilen 1. madde ile “Devletin resmi dini İslam ve resmi dili Arapçadır. Şeriat yasamanın temel kaynağıdır.” şeklindeki ikinci maddenin birbiriyle çeliştiğini iddia eden Kıptiler ve seküler gruplar 2. maddenin değiştirilmesini talep etti. Mübarek dönemindeki anayasal düzenlemelerle ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Fauzi M. Najjar, “Mubarak’s Constitutional Reforms”, British Journal of Middle Eastern Studies, V. 38/1, s.10-15. 
62 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.277. 
63 IRFA bir ülkenin kendi vatandaşlarının dini özgürlüğünü sağlamadaki başarı oranına göre ABD’nin dış yardımını belirleme gücüne sahipti. Brown, “ The Coptic Church in Egypt: A Comment on Protecting Religious Minorities from Non-State Discrimination”, s.1077. 
64 Işık Kuşcu, “Amerika’daki Mısır Diasporasının 2011 Mısır Devrimi Sırasındaki ve Sonrasındaki Rolü”, ORSAM Dış Politika Analizleri, 13 Eylül 2012, s.2. 
65 Bkz. Rachel M. Scott, The Challenge of Political Islam: Non-Muslims and the Egyptian State, Stanford: Stanford University Press, 2010, s.71-72. ; Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian Communities in Modern Egypt Politics”, s. 230. 
66 Bkz. The Coptic Question in the Mubarak Era, s.84-87. 
67 Alaa al-Din Arafat, Hosni Mubarak and the Future of Democracy in Egypt, New York: Palgrave Macmillan, 2009, s.119. 
68 Mariz Tadros, Copts at the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, s.72. 
69 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And TheState in Egypt (1952–2007)”, s.276-277.; McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.139. 
70 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.143. 
71 Bkz Ryan Rowberry, John Khalil, “A Brief History Of Coptic Personal Status Law”, Georgia State University College of Law Legal Studies Research Paper, Nu. 2012-03, s.122. ; Nathalie Bernard-Maugiron, “Divorce and Remarriage of Orthodox Copts in Egypt: The 2008 State Council Ruling and the Amendment of the 1938 Personal Status Regulations”, Islamic Law and Society, V.18, s.369. 
72 Issandr El Amrani, “The Emergence of a “Coptic Question” in Egypt”, April 28- 2006, 
     http://www.merip.org/mero/mero042806 
73 Azmi Bishara, “Can We Speak of a “Coptic Question” in Egypt?”, Arab Center For Research & Policy Studies, Doha Institute, s.16. 
74 Hasan, Christians Versus Muslims in Modern Egypt: The Century-Long Struggle For Coptic Equality, s.118. 
75 Kahire’nin 400 m güneyinde Koşeh köyünde 1998, 1999 ve 2000 yıllarında Müslümanlar ve Kıptiler arasında yaşanan çatışmalar; 2004 yılının son günlerinde Vefa Konstantin adlı bir kadının kocasından boşanmak için Müslüman olmak istediğini açıklaması üzerine patlak veren çatışmalar; 2005 yılında İskenderiye’de Aziz George Kilisesi’nin “Bir Zamanlar Kördüm Ama Şimdi Görüyorum” adlı oyununda Müslümanlara yönelik hakaret içeren ifadelerin yer alması üzerine çıkan çatışmalar ve son olarak 2008’de Ebu Fana manastırıyla ilgili bir arazi probleminin büyümesi sonucunda Müslümanlar ve Kıptiler arasında yaşanan çatışmalar. Bkz. Coline Schep, “Pope Shenouda’s Reactions to Four Muslim-Christian Incidents in Egypt”, Arab-West Report Paper 18, December 2009. 
76 Schep, “Pope Shenouda’s Reactions to Four Muslim-Christian Incidents in Egypt”. 
77 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.279. 
78 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.281. 
79 Tadros, “Vicissitudes in theEntente Between TheCoptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.276. 
80 Zeidan, “The Copts—Equal, Protected or Persecuted? The Impact of Islamization on Muslim-Christian Relations in Modern Egypt”, s.63. 
81 1981-2011 yılları arasında Kıptiler ve Müslümanlar arasında yaşanan çatışmalarla ilgili bkz. Baheg T. Bistawros, “The Coptiıc Christians of Egypt Today: Under Threat of Annihilation”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Regent University, 1996, s.69-95. ; İbrahim, “The Copts of Egypt”, s.20-21.; Scott Kent Brown, “ The Coptic Church in Egypt: A Comment on Protecting Religious Minorities from Non-State Discrimination”, s.1071.; Alessia Melcangi, “Before and After the Revolutıon: A ‘Sprıng’ Also for the Copts of Egypt?”, s.13.; Tadros, Copts at the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, s.46-60. 
82 Mccallum, “The Coptic Orthodox Church”, s.529. 
83 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.21-22. 
84 Sedra, “Class Cleavages and Ethnic Conflict: Coptic Christian Communities in Modern Egypt Politics”, s.229. 
85 Tadros, “Vicissitudes in the Entente Between The Coptic Orthodox Church And The State in Egypt (1952–2007)”, s.269-270. 
86 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.144-145. 
87 Tadros, Copts at the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, s.74-75. 
88 Guirguis, “TheCoptsa nd the Egyptian Revoiution: Various Attitudes and Dreams”, s.511. 
89 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.143. 
90 McCallum, Christian Religious Leadership in the Middle East: The Political Role of Patriach, s.149. 
91 İsmail Numan Telci, “Mısır”, Ortadoğu Yıllığı 2010, Ed. Kemal İnat ve Diğerleri, İstanbul: Açılım Kitap, s.237. 
92 Mccallum, “The Coptic Orthodox Church”, s.531. 
93 “Deadly Blast Outside Egypt Church”, 
      http://www.aljazeera.com/news/ middleeast/2011/01/20111111533958901.html, 22 Mart 2015 
      David Batty, “Egypt Bomb Kills New Year Churchgoers”, 
      http://www.guardian.co.uk/world/2011/jan/01/egypt-bomb-kills-new-year-churchgoers?INTCMP=SRCH, 22 Mart 2015 
94 Osman, Egypt on the Brink: From the Rise of Nasser to the Fall of Mubarak, s.176. 
95 Salih El-Verdani, Mısır’da İslami Akımlar, Çev: H. Acar ve Diğerleri, 1. Basım, Ankara: Fecr Yayınları, 2011, s.61. 
96 Ibrahim, “The Copts of Egypt”, s.20. 
97 Heba Salih, “Mısır’da Kıptiler Endişeli”, 
   http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2005/12/051225_egypt_coptic.shtml, 24 Mart 2015 
98 Paul S. Rowe, “Christian-Muslim Relations in Egypt in the Wake of the Arab Spring”, Paper Proposal for Middle East Dialogue, 2013. 
99 Tadros, Copts at the Crossroads: The Challenges of Building Inclusive Democracy in Egypt, s.129-132. 
100 Guirguis, “Various Attitudes and Dreams”, s.511. 

***

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi BÖLÜM 3

Mısır’da 25 Ocak 2011 Devrimi Öncesi Kilise-Devlet İlişkisi  BÖLÜM 3


Mısır 25 Ocak 2011 Devrimi, Kıpti Ortodoks Kilisesi, Patrik III. Şenuda, Kilise-Devlet İlişkisi, Ayşenur Hazar,Cemal Abdünnâsır,Hüsnü Mübarek,
Enver Sedat,



Kilise-Devlet ilişkisine katkı sağlayan bir diğer figür, diaspora Kıptileridir. Diaspora Kıptileri, patriğin ev hapsinde olduğu süreçten itibaren Mübarek döneminde aktif bir rol oynadılar. Diaspora Kıptileri patriğin ev hapsinin sonlandırılması ile ilgili 1982-1985 yılları arasında yoğun bir lobi faaliyeti sürdürmüşlerdi. Bunun yanında American Coptic Association, US Copts Association, American Coptic Union ve Coptic Assembly gibi çeşitli diaspora kuruluşlarıyla örgütlenerek gerçekleştirdikleri lobicilik faaliyetleriyle ABD yönetimini Kıptilerin hak ve özgürlüklerinin sağlanması hususunda Mübarek rejimine baskı uygulamaya ve reformlar yaptırmaya ikna etmeye çalıştılar. 63 

Ayrıca Amerikan Kıpti Derneği gerçekleştirdiği lobi faaliyetleriyle ABD Uluslararası Dini Özgürlük Yasası (IRFA) üzerinden her yıl ABD tarafından yapılan yaklaşık 2 milyar dolar maddi yardıma Kıptilerin hak ve özgürlüklerine saygı duyulması koşulunu getirtmeye çalıştı. 64 Doğrusu Mısır’ın ABD yardımlarına olan bağımlılığı, Mübarek rejiminin kısmî iyileştirmeler yapmasını sağladı; fakat Kıptilerin arzu ettiği oranda bir değişim olmadı. Bununla birlikte diaspora Kıptilerinin, Mısır’da yaşayan Kıptileri genellikle mağdur ve zulme uğrayan bir profilde dışarıya sunması, zaman zaman kilise-devlet ilişkisinde gerginliğe neden oldu. Mübarek tarafından iç işlerine müdahale olarak görülen bu durum, patrik tarafından da ulusal birliğe zarar verdiği ve dolaylı olarak Kıptileri marjinalleştirdiği gerekçesiyle genellikle eleştirildi. 65 

Genel anlamda işbirliğine dayalı olan kilise-devlet ilişkisinin birtakım hak ve sorumlulukları içerdiği yukarıda belirtilmişti. Bu bağlamda kilisenin en önemli sorumluluğu devlet politikalarını desteklemekti ve Patrik III. Şenuda’nın bu sorumluluğu fazlasıyla yerine getirdiği görülmektedir.66 
Rejime yönelik her türlü görünür karşıtlığı engellemeye çalışan patrik, cumhurbaşkanı için sadece kişisel desteğini ifade etmekle kalmadı; rejimi kilisenin tüm kurumlarıyla birlikte destekledi. Örneğin 2005’teki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde patrik, Mübarek’e oy vermeleri için Kıptilere çağrıda bulundu 67 
ve seçimden önce kilise dergisi el-Keraza’da Mübarek’in partisine desteğin açıklandığı, Kutsal Sinod tarafından imzalanmış bir belge yayınlandı. Kilisenin 
bu süreçteki desteğiyle ilgili dikkat çeken bir diğer ayrıntı, Mübarek’in cumhurbaşkanı seçilişinin kilisede sadece kutsal günlerde çalınan çanın 
çalınmasıyla kutlanmasıdır.68Ayrıca aynı yıl gerçekleştirilen milletvekili seçimlerinde Kıpti Kilisesi, Kıptilerden Ulusal Demokrat Parti adaylarına 
oy vermelerini istedi. Hatta bazı piskoposluk bölgelerinde papazlar Kıptileri, Hıristiyan adaylara karşı Müslüman olan Ulusal Demokrat Parti adaylarını 
desteklemeleri konusunda teşvik etti. Kilisenin bu siyasi desteği Mübarek döneminin hemen tüm seçimlerinde görülmüştür. 69 

Kilise, hükümete yönelik desteğinin karşılığında çeşitli kazançlar da elde etti. Öncelikle kilise kendi içinde özerkliğini koruyarak Kıptilerle ilgili meselelerde 

en etkin karar mercii oldu. Bu bağlamda Mübarek’in Kıptilerle ilgili sosyo-politik konularda sadece kilise ile görüşmesi, kiliseyi Kıptilerin meşru tek temsilcisi olarak gördüğünü göstermektedir. Bununla birlikte patriğin de kilisenin Kıptilerin temsilcisi olarak görülmesini ve siyasi bir rol üstlenmesini doğal karşıladığı söylenebilir. Ona göre devletin tek tek bireylere ulaşma imkanı yoktur; fakat devlet bireylerin bağlı olduğu bir kuruma ulaşabilir ve sorunları bu kurum üzerinden çözebilir.70 

Kilise bu dönemde finansal özgürlüğünü korurken bazı yasal ayrıcalıklar da elde etti. Örneğin Kıptilerin boşanma ile ilgili davalarında kilisenin koyduğu 
kısıtlamalar dikkate alındı. Kıptilerin sınırlı şartlar altında boşanmasına izin veren kilise yasasının aksine medeni hukukta böyle bir kısıtlamanın olmaması 
kilisenin Nasır döneminden itibaren şikâyet ettiği bir konuydu. Nitekim patrik, evlilik ve boşanma gibi konularda kilise yasalarını geçerli kılan bir taslağı 
1978’te meclise sunmuştu; fakat herhangi bir sonuç alamamıştı. 

2008’de yapılan yasal düzenlemeyle Kıptilerin boşanması çeşitli şartlara bağlanarak sınırlandırıldı. Yeni düzenlemeye göre sadece zina ve din değiştirme durumlarında Kıptilerin boşanmalarına müsaade edilecekti.71 
Sedat döneminde kilise ve devlet arasında gerginliğin artmasına neden olan kilise inşaatına yönelik kısıtlamalar, bu dönemde tamamen ortadan kaldırılmasa da azaltıldı. 2005’te yapılan yeni düzenlemeye göre önceden cumhurbaşkanı onayı gerektiren kilise inşaatı ve onarımı ile ilgili izin artık valilik seviyesine indirildi ve valinin kısa bir süre içerisinde taleplere cevap vermesi zorunluluğu getirildi. Bu dönemde kilise inşaatı ve onarımı ile ilgili elde edilen her izin, kilise dergisi el-Keraza’da Mübarek’e özel teşekkür notuyla paylaşılıyordu.72 Bu dönemde Kıptilerle ilgili dikkat çeken bir diğer düzenleme, 2003 yılında Kıpti Noel’inin resmi bayram günü olarak kabul edilmesidir.73 

Patrik III. Şenuda, Sedat döneminde Kıptilerle ilgili problemlerde dışa dönük ve kitlesel protestoları tercih ederken Mübarek döneminde benzer problemler karşısında diplomatik bir dil kullandı. Fakat patriğin Sedat döneminde görevden azliyle sonuçlanan siyasi gerginlikten kaçınma çabası, Kıptilerin zarar görmesi pahasına birçok problemi göz ardı etmesine de neden oldu. Özellikle Kıptilere yönelik saldırılarda, genellikle diplomatik bir duruş sergilemesi Kıptilerin eleştirisine konu oldu. Sedat döneminde alışık olunan sert söylemleri, toplu oruç tutma protestoları ve uluslararası kamuoyu oluşturacak toplantılar düzenlemesi bu dönemde pek rastlanır tepkiler değildi.74 Nitekim patriğin Mübarek döneminde Müslümanlar ve Kıptiler arasında yaşanan en dikkat çekici dört olaya75 yönelik tepkisinin incelendiği bir raporda, patriğin olayların durumuna göre değişen tavrının yanında genel olarak Mübarek rejimini koruyan bir tutum içinde olduğu vurgulandı. Çatışmaların büyümesi ile ilgili daha çok yerel yöneticileri ve güvenlik güçlerini suçlayan patrik, ulusal ve uluslararası medyanın, diaspora Kıptilerinin ve insan hakları örgütlerinin abartılı yaklaşımlarını eleştirerek Mübarek ve hükümetini hedef alan faaliyetlerin ülke bütünlüğüne zarar verdiğini ve Kıptileri daha karanlık bir sürece sürüklediğini savundu.76 

Mübarek döneminde patriğin olaylar karşısındaki tavrı daha diplomatik olmakla birlikte bazı olayların kilise ve devlet arasında gerginliğe yol açtığı görülmektedir. Kıpti bir papazın eşi olan Vefa Konstantin adlı bir kadının Aralık 2004 tarihinde ortadan kaybolması ve sonrasında güvenlik güçlerine giderek İslam’a geçmek istediğini bildirmesi üzerine, kadının İslamcı gruplar tarafından kaçırılıp zorla İslam’a geçirildiğine dair söylentiler yayıldı ve Kıptilerin yoğun protestoları neticesinde olay çatışmaya dönüştü. Olayın büyümesi üzerine patrik, Mübarek’in kadını bulmasını rica etti ve bir süre sonra kadın bulunarak kiliseye teslim edildi. Esasında patrik, bu olayda Sedat döneminde olduğu gibi direk hükümeti suçlayıcı ve kamuoyu oluşturacak bir tepki vermedi. 

Güvenlik güçlerinin geç müdahalesi ve yerel yöneticilerin ihmalkârlığı üzerinden dolaylı olarak hükümeti eleştiren patrik, Mübarek’in geç müdahalesi karşısında piskoposluk makamından ayrılarak manastıra çekildi.77 
Vefa Konstantin olayından iki sene sonra gelişen “Maximos Olayı” kilise ve devlet arasında daha büyük bir krize neden oldu. 
Max Michel ( I. Maximos ) Temmuz 2006’da İç İşleri Bakanlığı’nın izniyle Mısır ve Ortadoğu’daki Ortodoks Hıristiyanlar için Kahire’de Aziz Antonius isimli bir kilise kurduğunu duyurdu. 
Mısır’daki Ortodoks Hıristiyanların temsilcisi olan III. Şenuda, bu girişimi kendi otoritesi açısından büyük bir tehdit olarak gördü. Patrik hükümetten olaya müdahale etmesini ve Maximos’un bu girişimini sonlandırmasını istedi; fakat Mübarek kilise işlerine karışmak istemediği gerekçesiyle patriğin talebini geri çevirdi. Bunun üzerine patrik, devlet televizyonunda yaptığı açıklamada devletin Maximos’u desteklemesi durumunda Kıptilerin ayaklanacağı uyarısında bulundu.78 Nihayetinde kilisenin lehine sonuçlanan bu olay, kilise ve devlet arasındaki işbirliğinin hassas dengesini göstermesi açısından önemlidir. 

Mübarek dönemi kilise açısından genel anlamda olumlu bir sürece karşılık gelirken Kıptiler için aynı şey söylenemez. Otuz yıl boyunca olağanüstü hal yasaları ile yönetilen ülkede, güvenlik tehdidi sosyo-politik yaşamın her parçasına hâkim oldu. Mübarek’in oluşturduğu bu güvenlik mitine kilisenin de dolaylı olarak destek vermesi, kiliseye yönelik eleştirilerin yükselmesine neden oldu. Kilisenin, Kıptilere yönelik saldırılar karşısında Mübarek’in Kıptilerin koruyucusu olduğu şeklinde bir retoriğe sığınması ve diplomatik bir dile bürünmesi Kıptiler tarafından eleştiriliyor du. Çünkü Kıptiler ve Müslümanlar arasında yaşanan şiddet olaylarının sosyo-kültürel ve ekonomik boyutu göz ardı edilerek sadece ulusal güvenlik kapsamında ele alınması gerçekçi çözümlere ulaşılmasını engelliyordu.79 Esasında 1970’lerin ortasından itibaren kiliselerin ateşe verilmesi, mülkiyetlere saldırılması, sivillerin ve din adamlarının öldürülmesi gibi şiddet olaylarının önemli bir kısmının rejime yönelik değersizleştirme politikasının bir ürünü olarak görülmesinin80 haklılık 
payı olmakla birlikte 1981-2011 yılları arasında Müslümanlar ve Kıptiler arasında yaşanan birçok olayın kişisel husumetler, sosyo-ekonomik yozlaşma, kültürel uyumsuzluk ve güvenlik güçlerinin ihmalkârlığı gibi sebeplerden çıktığı ve büyüdüğü düşünülmektedir.81 

Kendi cemaatini korumaktan çok Mübarek’in rejimini korumaya çalışmakla ve Kıptilerin problemlerine gerçekçi çözümler üretememekle suçlanan 82 patriğe 
karşı zaman içinde muhalif bir blog oluşmaya başladı. Din adamları, kilise tarafından sürgün edilen Kıptiler ve sivil kesimden oluşan bu muhalif grubun patriğe yönelttiği eleştiriler ağırlıklı olarak patriğin eleştiriye kapalı otoriter bir lider olduğu, siyasi bir rol üstlenerek Kıptilerin tek temsilcisi gibi davrandığı ve Kıpti Millet Meclisi dâhil kendisine muhalif olabilecek kişi ve kurumların gücünü bastırdığı şeklindeydi. 83 

Patriğe kilise içinden gelen eleştiriler daha çok onun otoriter tavrı ile ilgiliydi. Özellikle ev hapsi sonrası gücünü pekiştirmek için aldığı önlemler ve siyasete çok fazla angaje olması bazı din adamları tarafından eleştirildi. 1994’te kilise onarımı ile ilgili bir görüş ayrılığından dolayı sürgün ettiği peder Aghaton’a göre, kilise içindeki sorunlar patriğin karakterinden kaynaklanmaktaydı. Ona göre patrik, bir insan olduğunu ve yanılmaz olmadığını unutuyordu ve hatalarının dile getirilmesini bir ihanet olarak algılıyordu. Patriğe muhalif bir başka din adamı peder İbrahim el-Sayid ise patriği mutlak otoriteye sahip bir firavun gibi davranmakla suçladı.84 
Patriğe yönelik eleştirilerin en çok yükseldiği grup ise sivil kesimdir. Daha çok laik-seküler gruplar, sivil toplum kuruluşları, diaspora Kıptileri ve Kıpti yazar ve entelektüellerden oluşan bu grup eleştirilerini ağırlıklı olarak patriğin siyasi rolüne yönelttiler.85 Bazı Kıpti entelektüeller, patriğin özellikle hassas konularda görüş belirtmesinin Kıptilere faydadan çok zarar verdiğini savunuyordu. Onlara göre Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasında hizipçi bir gerginliğin yaşanmaması için patriğin siyasi alana fazla müdahil olmaması gerekiyordu. Sivil toplum ve insan hakları örgütleri patriğin sadece dini alanla ilgili meselelerle ilgilenmesi gerektiğini vurgulayarak patriğin siyasi aktivistliğini sivil toplumun önünde bir engel olarak görüyorlardı. 86 
Patriğin siyasi bir rol üstlenmesini eleştiren Kıpti yazar, aktivist ve düşünürlerden oluşan bir grup ise kilise reformu ile ilgili iki konferans düzenledi ve kilisenin artan siyasi rolü ve vatandaşlar üzerindeki etkisi ele alındı. Konferanslarda Kıptilerin siyasi meselelerde bağımsız vatandaşlar olarak hareket etmek yerine, patriğin rehberliğine sığınması eleştirildi. Esasen 2000’lerden sonra Kıptiler arasında patriğin siyasi görüşlerinin sadece kendini bağladığına yönelik bir düşünce gelişmeye başlasa da Kıptilerin büyük bir kısmı patriğin her türlü görüşünü reçete olarak görüyordu. 87 Mübarek karşıtı gösterilerin yaşandığı süreçte Kıptilerin önemli bir kısmının kilise ile beraber hareket etmesi 88 ve yine 2005 parlamento seçimleri öncesi patriğin Mübarek’e destek vereceğini açıklaması üzerine birçok Kıpti’nin de bu sebeple Mübarek’e destek verdiğini açıklaması 89 bu bağlamda değerlendirilebilir. 

Sivil kesimden kiliseye yönelik eleştirilerin yükseldiği bir diğer grup gençlerdi. Küreselleşmenin ve iletişim teknolojilerindeki gelişimin etkisi Müslüman gençlerde olduğu gibi Kıpti gençlerde de aktivist bir eğilimi öne çıkardı. Bir bakıma 1985’ten sonra patriğin azalan militan eğilimleri Kıpti gençler arasında karşılık buldu. 90 Gençlerde görülen bu aktivist eğilim özellikle Kıptilerle ilgili saldırılarda öne çıkmaktaydı. 2004 yılında yaşanan Vefa Konstantin olayının büyümesindeki en büyük etken, Kıpti gençlerin protesto eylemleri ile güvenlik güçleri ve Müslümanlarla çatışmaya girmeleriydi. Kilisenin Kıptilere yönelik haksızlık ve saldırılar karşısında pasif kaldığını ve devletin Kıptileri korumadığını savunan gençler, günlerce sokaklarda protesto gösterisi düzenledi. 7 Ocak 2010 tarihinde “Naj Hammadi” kasabasında gece yarısı ayininden sonra kiliseden çıkmakta olan Kıptiler üzerine yoldan geçen bir arabadan ateş açılması sonucu 6 Kıpti’nin yaşamını yitirdiği olaydan 91 sonra da “eşitlik ve güvenlik” talebiyle birçok gösteri düzenlendi. Yine Mart ayında gerçekleşen bir kilise saldırısından sonra yapılan protesto gösterilerine güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucu 13 kişi hayatını kaybetti ve 140 kişi yaralandı. 92 1 Ocak 2011 yılında İskenderiye’de bir kilisenin önünde meydana gelen patlamada 21 kişinin hayatını kaybetmesi ve 97 kişinin yaralanması üzerine Kıptiler protesto gösterileri düzenleyerek güvenlik güçleriyle çatıştı. 93 Dolayısıyla Kıptilerin Mübarek karşıtı duruşunun anlık bir tepki 
olmadığı söylenebilir. Örneğin Mısır’da devrim sürecinde en aktif muhalif gruplardan biri olan Kifaye hareketinin etkili figürlerinden biri olan George 
İshak, bir Kıpti olup 2000’lerde başlayan hükümet karşıtı bloğun önemli temsilcilerindendi. 94 

Bununla birlikte kilise ve Kıptilerin önemli bir kısmının Mübarek karşıtı gösterilere katılması sadece kiliseye yönelik muhalefetin bir ürünü olarak görülmemelidir. 
Mübarek yönetiminin neden olduğu sosyo-politik ve ekonomik yozlaşma ülkenin genelini etkileyen bir sorundu; fakat bu sorundan muzdarip olan her Kıpti de devrimi desteklememiştir. Bunda en önemli etken, Mübarek yönetimi boyunca İslamcı iktidar ile otoriter yönetim arasındaki tercihte İslamcı iktidarın daha tehlikeli olacağına yönelik oluşan algıdır. İslamcı bir iktidarı kendileri için bir tehlike olarak gören Kıptilerin devrim sonrası cumhurbaşkanlığı yarışında Muhammed Mursi’ye karşı Mübarek çizgisini temsil eden Ahmet Şefik’i desteklemesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. 

Oysaki Müslüman Kardeşler ile kilisenin ve Kıptilerin ilişkisi, Sedat döneminin aksine Mübarek döneminde gelişmeye başlamıştı. Patrik III. Şenuda, ev hapsinden çıktığında Müslüman Kardeşlerin lideri Ömer et-Tilmisani’nin geçmiş olsun ziyaretinde bulunması 95, 1984 seçimlerinde Müslüman Kardeşler üyelerinin Veft Partisi’nin çatısı altında siyasi faaliyet yürütmesi 96 ve 2005 seçimlerinde parlamentoda 88 sandalye elde eden Müslüman Kardeşlerin Kıptilerin Mısır vatandaşı olduğu ve diğer tüm vatandaşlarla aynı haklara sahip olduğu yönündeki mesajı 97 önemli gelişmelerdi. 

Yukarıda ifade edildiği üzere Mübarek karşıtı gösterilerin başladığı süreçte kilise ve Kıptiler arasında bir ikilik oluşmuştur. Kıptilerin önemli bir kısmı protesto gösterilerine katılırken kilise rejimden yana bir tavır sergiledi. Bununla birlikte Mübarek karşıtı gösterilerin son günlerine doğru kilise, düşük statülü din adamlarının gösterilere katılmasına izin verdi. 11 Şubat’tan sonra ise Kutsal Sinod tarafından “25 Ocak Devrimi ile ilgili Kıpti Kilisesinin Beyanı” isimli bir bildiri yayınlandı. Patrik III. Şenuda bildiride Yüksek Askeri Konseye güvenini ve bağlılığını bildirerek geçiş sürecinde Kıpti kilisesinin her türlü desteği vermeye hazır olduğunu belirtti. 98 

***