60. YILINDA NATO VE TÜRKİYE İLİŞKİLERİ., BÖLÜM 2
1. NATO Düşüncesinin Doğuşu ve Kuruluşu NATO’nun kuruluşuna yönelik ilk düşünceler.,
İkinci Dünya Savaşı sonlarına rastlamaktadır. Savaş’ın sonlarına doğru Sovyetler Birliği, ABD, İngiltere ve Fransa’nın liderleri önce Yalta’da, savaşın hemen bitiminden sonra da Potsdam’da bir araya gelerek diplomasinin alışılmış usullerine göre Avrupa’da sınırları yeniden düzenlemiş, nüfuz bölgelerini belirlemiş ve Milletler Cemiyeti’ni, Birleşmiş Milletler adı altında yeniden örgütleyerek uzun süreli bir barışın esaslarını oluşturmaya çalışmışlardır. Aslında yapılan iş galip gelenlerin milli menfaatlerini gözetmeye çalışmalarından başka bir şey değildir.
Zira Almanya’ya karşı savaşı yürütmüş olan Batılı müttefikler ile Sovyetler Birliği arasında Almanya’nın kayıtsız şartsız teslim olmasının dışında ortak bir çıkar alanı da yoktur. Daha da önemlisi arada kapatılması imkânsız ideolojik farklılıklar da vardır.
Savaş sonrasında Sovyetler Birliği’nin işgal etmiş olduğu ülkelerde Sovyet ordusunun desteğiyle Komünist partiler, demokratik teamüller dışında yöntemler kullanarak iktidarı ele geçirmişlerdir. O yıllarda Sovyetlerin bu fiili genişleme siyaseti karşısında Batılı ülkeler arasında herhangi bir siyasi veya askeri bir dayanışmayı ortaya koyacak bir antlaşma ve örgütlenme yoktur. Barış ve güvenliğin sağlanmasından sorumlu olan Birleşmiş Milletler, Güvenlik
Konseyi’ndeki Sovyet vetosu nedeniyle karar alamaz durumdadır. Avrupa’daki müttefikler kendilerini korumasız hissetmeye başlamışlardır. Bu nedenle 17 Mart 1948 tarihinde İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg aralarında imzaladıkları “Brüksel Antlaşması” ile muhtemel bir tecavüze karşı kuvvetlerini birleştirmeyi kabul ederek Mareşal Montgomery’nin komutasında ilk müşterek askeri teşkilatı kurmuşlardır. NATO ittifakının başlangıcı olarak kabul edilen bu teşkilat, 1955 yılında Batı Avrupa Birliği adını alacak olan teşkilatın
da temelini teşkil etmiştir.
Brüksel Antlaşması ile gerçekleştirilen bu teşebbüs, Batı Avrupa’nın müşterek savunma yolunda attığı ilk adımdır. Antlaşmayı gerçekleştiren bu beş ülkenin yalnız kendi askeri güçleriyle etkili bir savunma sistemi kuramayacakları
açıktır. Sovyetlerin askeri gücü karşısında kuvvet dengesinin Batı Avrupa lehine dönmesi, ancak ABD’nin ve Kanada’nın savaş yıllarında olduğu gibi bu ittifaka girmeleri ile mümkün olacaktır. ABD’nin kendi iç siyasi engellerini aşması ile böyle bir ittifak gerçekleşmiş ve 4 Nisan 1949 tarihinde Washington’da imzalanan Kuzey Atlantik Antlaşması ile İttifak, bilinen yaygın adı ile NATO olarak kurulmuştur. Brüksel Antlaşması’na dâhil beş ülkeyle beraber
müzakere sürecine çağrılan İtalya, İzlanda, Danimarka, Norveç ve Portekiz’in de katılımı ile NATO’nun üye sayısı 12’ye ulaşmış, Türkiye ve Yunanistan’ın 1952’de, Almanya’nın 1955’te, İspanya’nın 1982’de İttifaka katılması ile üye sayısı 16 olmuştur. Soğuk Savaş dönemi bu 16 üye ile aşılmıştır.
2. Soğuk Savaş Döneminde NATO
NATO, kurulduğu 1949 yılından 1989 yılına kadar geçen 40 sene içinde Avrupa’nın güvenliğini tartışmasız bir şekilde temin etmiştir. Tehdidin mahiyetinin ve büyüklüğünün belli olduğu bu dönemde, savunma stratejileri ve askeri kuvvet yapıları tehdide yönelik olarak tespit ve teşkil edilmiş ve uygulanmıştır.
Türkiye, Soğuk Savaş döneminde kendisine yönelebilecek silahlı tecavüzlere karşı güvenliğini kendi öz savunması ile birlikte, NATO’nun bir üyesi olarak da sağlamıştır. Her ne kadar bu dönem içinde bir kanat ülkesi olarak Türkiye’nin gerek NATO’ya tahsis ettiği kuvvetler üzerindeki emir-komuta yetkisi, gerekse ülkenin belirli bir bölgesine yönelik mahdut hedefli bir tecavüz vukuunda NATO’nun bütünüyle reaksiyon göstermesi konularında tereddütleri, endişeleri, hatta zaman zaman korkuları oldu ise de 40 yıllık süre içinde ülke güvenliğine
NATO’nun katkısının büyük olduğu da bir vakıadır. NATO’nun oluşturduğu güvenlikte, genelde en büyük etkenin nükleer dehşet orta-mında ABD’nin sağladığı nükleer şemsiyenin büyük payı olduğunu burada belirtmekte yarar görülmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, dünya iki süper gücün ortaya çıkışına şahit olmuştur. Sovyetler Birliği’nin ‘süperliği’ 45 sene kadar sürmüş, ABD’ninkinin ise daha ne kadar süreceği belli değildir. 21. yüzyılın tamamında tek kutuplu bir dünyada yaşanmayacağı, daha başka güç odaklarının da ortaya çıkacağı, ancak bu yüzyıl içinde ABD’nin süper güç konumunu bir müddet daha sürdüreceği beklenmektedir.
Savaş’tan birkaç sene sonra ABD bir süper güç olarak dünya çapında sorumlulukları olduğunun farkına varmış, Kuzey Amerika’da ve Pasifik Okyanusu’na dağılmış adalarda oturarak bu sorumlulukları yerine getiremeyeceğini, Avrupa’nın hâlâ dünyanın merkezi durumunda olduğunu, Avrupa’da söz sahibi olunmadıkça süper güçlük iddialarının da yeterli dayanaktan yoksun olacağını değerlendirmiştir.
1950’den sonraki yıllar ABD’nin ekonomik ve askeri gücü ile Avrupa’da itirazsız söz sahibi olduğu yıllardır. Güvenlik ihtiyacının gerektirdiği ağır savunma harcamaları, ABD’nin varlığı ile NATO’nun Avrupalı üyeleri için hafiflemiş, savunmadan kısılan imkânlar sosyal devletin gereklerine harcanabilmiştir.
Bu arada Türkiye modern harp silah ve araçlarına biraz daha fazla sahip olabilme uğruna ekonomik gücünün çok üstünde bir silahlı kuvveti muhafaza ederek hem NATO’nun insan gücü açığını kapatmış ve hem de kendi teknolojik yetersizliğini bu şekilde telafi etmeye çalışmıştır.
4 Nisan l949’da Soğuk Savaş ortamında kurulmuş olan NATO’nun kuruluş amacı, 1952-1957 yılları arasında görev yapan NATO Genel Sekreteri Lord Ismay’in söylediği gibi, SSCB’yi dışarıda, ABD’yi içeride ve Almanya’yı aşağıda tutmak olarak ifade edilebilir. Bu bağlamda NATO, kolektif savunma amaçlı bir örgüt olarak kurulmuştur. Bu çerçevede NATO’yu kuran Kuzey Atlantik Anlaşması’nın 5. maddesine göre NATO üyelerinden birine yapılan saldırı tümüne yapılmış sayılacak ve karşılık, kolektif olarak verilecektir. Metinde belirtilmemesine
rağmen bu ilk maddenin temel amacı SSCB’den gelebilecek bir saldırıya karşı üye devletlerin birlikte hareket ederek birbirlerinin güvenliğine katkıda bulunmalarını sağlamaktır.
NATO içindeki ABD’nin üstün durumu zaman geçtikçe İttifak’ın Batı Avrupalı üyelerini rahatsız etmiştir. Avrupa Birliği fikri son 50 yıl içinde adım adım gerçekleşip “Birleşik Avrupa Devleti” hedefine doğru ilerledikçe Avrupa devletlerinde ABD’nin askeri vesayetinden kurtulma düşüncesi de gelişmeye başlamıştır. Zaten Fransa 1966 yılında İttifak’ın askeri yapısından çekilmiştir. Öte yandan ABD de İttifak içinde yüklendiği ağır ekonomik askeri yükümlülükler den hoşnut olmayıp Batı Avrupalı İttifak üyelerinin daha fazla yükümlülük almasını istemektedir. Zamanın ABD Dışişleri eski Bakanı H. Kissinger bir konuşmasında NATO’yu Doğu Bloku karşısında bir kolu bağlı olarak dövüşmek
zorunda kalan bir boksöre benzetmiştir. Bağlı kol durumunda olan Batı Avrupalı İttifak üyelerinin de dövüşe katılmasının gerektiği fikri oluşmaya başlamıştır.
1984 yılında ABD’nin Sovyetler Birliği ile uzun menzilli füzelerin sınırlandırılması pazarlığına girmesi ve Yıldız Savaşları Projesi ile Kuzey Amerika’yı koruma girişimleri, İttifakın Batı Avrupalı üyelerini yeni arayışlara sevk etmiş ve Batı Avrupa’nın Güvenlik Mimarisinde yeni bir üslup değişikliğine gidilmiştir.1
3. Soğuk Savaş Sonrası Tehdit Algılamalarında ve NATO’daki Değişim
1989 yılının sonlarına doğru SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte NATO’yu meşru kılan en önemli nedenlerden biri olan Varşova Paktı ortadan kalkmıştır. Batı Bloku’nun savunma örgütü olan NATO ise Varşova Paktı’nın aksine varlığını devam ettirmiş ve dönemin ihtiyaçlarına göre yeniden organize olma faaliyetlerine girişmiştir. Varşova Paktı, iki kutuplu dünya düzenin de Doğu Bloku’nun savunma ihtiyacını karşılamaktan öteye gidemeyen ve bir anlamda NATO’ya karşı kurulan savunma işlevli bir örgüt niteliğinde iken NATO, Varşova Paktı’na karşı Batı’nın sadece savunma ihtiyacını karşılamakla sınırlı kalmamıştır. NATO’nun bir savunma örgütü olma özelliği kadar önemli diğer bir özelliği de üye ülkeler arasındaki askeri, siyasi ve sistem içi ilişkileri koruma, geliştirme ve düzenleme işlevlerini yerine getirmeye çalışmasıdır.
Temmuz 1990’da yapılan NATO Zirvesi’nden başlayarak, NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasına karar verilmiş, Kasım 199l’deki Roma Zirvesi’nde NATO’nun yeni Stratejik Konsepti kabul edilmiştir. Yeniden yapılanmanın Sovyet tehdidinin yerini alan yeni tehdit algılamaları göz önüne alınarak gerçekleştirilmesi ve NATO’nun bundan sonra bu yeni tehditlerle başa çıkmasına katkıda bulunması kararlaştırılmıştır. Ayrıca Soğuk Savaş sonrasındaki gelişmeler, riskler ve belirsizlikler, bir istikrar ve denge unsuruna
ihtiyaç olduğunu göstermiş ve bunun da NATO ile sağlanabileceğini yaşanan olaylar belirginleştirmiştir.
Özellikle Balkanlarda, Yugoslavya’nın dağılması sürecindeki soykırıma varan çatışmalar, Avrupa haritasının yeniden belirlenmesinde yaşanan gerginlikler, Sovyet etkisinde olan ülkelerin baskıdan kurtulmaları ile ortaya çıkan belirsiz likler, bu ihtiyacı teyit etmiştir. Çeşitli bölgelerde ortaya çıkan bölgesel problemler NATO’ya, Soğuk Savaş sonrasında da meşruiyet zemini hazırlayacak imkânlar yaratmıştır.
NATO’nun değişen düzenin koşullarına göre yeniden yapılandırılmasında, SSCB’nin dağılması ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinin yanında Sovyet tehdidinin ortadan kalkması sonrasında ortaya çıkan belirsizliklerin ve risklerin önemli bir neden olduğu görülmektedir. Ortaya çıkan yeni duruma göre tehdidin yeniden değerlendirilmesi yapılmış, başta uluslararası terör olmak üzere kitle imha silahlarının yaygınlaşması, silah, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı, kitlesel göç hareketleri gibi tehditler yeni tehdit algılamaları olarak belirlenmiştir.
Bu bağlamda NATO sadece bir kolektif savunma örgütü olmanın yanında, kolektif ve iş birliğine dayalı bir güvenlik örgütü haline de gelmiş 2 ve örgüt, bilinen görev alanının dışına da çıkmaya başlamıştır. Ayrıca, örgütün güvenlik konusunda istikrarı bozabilecek yeni yapılanmalara engel olmak ve kendi yapılanmasının etki alanını arttırarak istikrar sağlamak maksadıyla genişletilmesi ne karar verilmiştir.
Bu bağlamda önce Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve Polonya, daha sonra Romanya, Bulgaristan, Slovenya, Slovakya, Estonya, Letonya, Litvanya ittifaka katılmıştır. Orta ve Doğu Avrupa’da, Orta Asya’da ve Kafkasya’da ortaklar edinmek amacıyla Barış için Ortaklık (BİO) Projesi hayata geçirilmiştir.
Bu çerçevede BİO Projesi kapsamındaki ülkeler NATO tarafından hem askeri konularda hem siyasi olarak (örneğin demokratikleşme konusunda) eğitilmeye başlanmıştır. Bu gelişmelere paralel olarak NATO Zirvelerinde alınan kararlarla İttifakın, alan dışı olarak kabul edilen Afganistan’dan sonra etkin olmasa da Irak için eğitim amaçlı görev alması da kararlaştırılmıştır. Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir. Son NATO Zirveleri olan sırasıyla Prag, İstanbul, Brüksel Zirveleri, Sofya’daki NATO ülkeleri dışişleri bakanları gayri resmi toplantısı ve Riga Zirvesi’nde alınan kararlarla bu düşünceler güçlendirilmiş, 2008 Bükreş Zirvesi ile bu yöndeki politikalara devam edilmiştir. Sorumluluk sahası konusu da yeni tehdit algılamaları ve kabul edilen misyon çerçevesinde, yazılı olarak belirtilmese de, bütün dünya olarak algılanmaya başlamış ve Birleşmiş Milletler’le (BM) yakın iş birliği konusu güçlenmiştir. Bu bağlamda, Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun siyasi boyutunun önem kazandığı görülmektedir.3
NATO’nun yeni misyonu çerçevesinde Rusya Federasyonu (RF) ile olan ilişkilerinde de bir değişim yaşanmıştır. Bu değişime göre önceden 19+1 olarak ifade edilen bir yapıya geçilmiştir. Bu yapıyla RF’nin NATO içinde bir nevi gözlemci olarak yer alması ve karşılıklı güvenin oluşmasına yardımcı olmak üzere NATO Karar Alma Sürecini takip etmesi sağlanmıştır. Daha sonra 2002 yılından itibaren de sistemin içine alınarak “20’li yapı” olarak ifade edilen ve Karar Alma Sürecinde beraber çalışılan, ancak oy ve veto hakkı olmayan bir sistem oluşturulmuştur.
Bu durum NATO’ya yeni üyelerin katılımıyla 2009’da 26+1=27’li yapı olarak sürdürülmüştür. Arnavutluk ve Hırvatistan’ın katılımıyla bu yapı 28+1=”29’lu yapı” olarak sürdürülecektir.
Daha sonra olabilecek yeni katılımlar ile yapının sayı olarak ifadesi de artış gösterecektir.
3. NATO’nun Yeni Tehdit Algılamaları Karşısında Oluşturduğu Yeni Stratejiler ve ABD-NATO İlişkileri
Tehdit algılamalarındaki bu değişim, sonuçta NATO’ya, ilk kurulduğunda sorumlu olduğu bölgelerin dışından da sorumlu olma ve bu bölgelerde istikrara katkıda bulunma misyonunu da yüklemiştir. Bu yeni durum doğal olarak NATO’nun teknolojik ilerlemesini, yeni sistemleri, yeni konseptleri, doktrinleri, kuvvet yapısını da kapsayan yeniden yapılanmasını beraberinde getirmiştir. Düşüncede, teşkilatlanmada, usul ve yöntemlerde değişiklikler olmuştur. Daha uzun mesafelere süratle intikal edebilen, hareket kabiliyeti yüksek, elastiki, çevik, üstün ateş gücüne sahip, istihbarat imkânları teknolojiyi de kullanarak daha da gelişmiş, haberleşme ve komuta kontrolü çok iyi olan, çoğunlukla özel olarak teçhiz edilmiş ve özel eğitim görmüş; ancak daha küçük yapıda birliklerden oluşan bir yapı öngörülmüştür.
Yeni stratejilerin oluşumunda, tehdit algılamalarının yanı sıra NATO’nun lideri durumunda olan ABD’nin tutumu da etkili olmuştur. Soğuk Savaş’tan sonra oluşan tek kutuplu dünya düzeninde ABD, her alanda belirleyici rol oynamaya başlamıştır. Bu durum ABD’nin dünyadaki gelişmeleri kontrol edebilme, bir noktada hegemonya yaratabilme isteğinin artmasına sebep teşkil etmiştir. Bu çerçevede ABD’nin NATO üzerindeki etkisi de Soğuk Savaş döneminden daha fazla görülmeye başlamıştır. Sonuçta NATO’nun lideri konumundaki ABD’nin
geliştirdiği stratejilerle NATO’ya yüklenen yeni misyonlar ve örgütün doğuya doğru genişlemesi politikaları arasında paralellikler oluşmuştur.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte 20. yüzyılın başından beri küresel üstünlük sağlamaya çabalayan ABD, uluslararası sistemin en önemli, hatta tek güç merkezi haline gelmiştir.4
Ancak, ABD doğudan gelen terör ve kitle imha silahlarının yayılması tehdidiyle karşı karşıya kalmış ve ABD’nin hegemonik liderliğini devam ettirebilmesi için bu yeni tehditlerin üstesinden gelmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır.
Bu bağlamda, ABD bu tehditlerin ortaya çıktığı bölgeleri kontrol altına almayı amaçlamakta ve NATO’nun bu bölgelere doğru genişlemesini desteklemektedir. Buna ek olarak, ABD’nin liderlik ettiği NATO’nun genişlemesi, bu genişleme sürecinde NATO’ya giren ve girecek olan her üyenin ABD’nin yanında yer alması, ABD’nin hâkimiyetine ve hegemonik konumuna katkıda bulunmaktadır. Bu yeni durumda NATO genişledikçe ABD’nin gücü artmakta, kendisi ile rekabet etme düşüncesinde olan Avrupa Birliği (AB) genişledikçe karar alma konusunda
yaşanan sıkıntı arttığından AB’nin gücü azalmaktadır.
Ayrıca, hem NATO hem AB üyesi olan eski Sovyet Bloğu ülkeleri güvenlikleri nin sağlanması konusunda ABD’ye güvendiklerinden AB’nin ABD karşıtı politikalar izleme imkânı da, AB’nin bu ülkeleri kapsayacak şekilde genişlemesiyle, azalmaktadır. Bu nedenle ABD, hegemonik konumuna katkıda bulunduğu ve Avrupa’nın doğusundan AB’ye katılan ülkeleri Batı Çıpası içinde tutmaya katkı sağlayacağı için NATO’nun yanında AB’nin genişlemesini de desteklemektedir.
ABD’nin liderliğini sürdürebilmesi için enerji kaynaklarını ve yollarını kontrol altına alması da çok önemlidir; zira günümüzde endüstriyel kalkınmanın gerçekleşmesi için ihtiyaç duyulan en önemli ham maddeler arasında petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynakları yer almaktadır.
Bu çerçevede, ABD’nin kurmak istediği Yeni Dünya Düzeni’nin önündeki en büyük tehdit olan terörün ve kitle imha silahlarının yayılmasının engellenmesi ve enerji kaynakları ile yollarının kontrolünün sağlanması amacıyla ABD “Büyük Ortadoğu Projesi” (BOP) olarak bilinen projeyi geliştirmiş ve uygulamaya koymuştur.5
BOP, ABD’nin dünyayı kontrol edebilme ana politikasının önemli bir ayağı olarak da mütalaa edilebilir.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,
***