5 Ocak 2019 Cumartesi

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., BÖLÜM 2

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., 
BÖLÜM 2



AMERİKA SÜREKLİ YALAN SÖYLÜYOR

Amerika, Türkiye için nasıl strateji uyguluyor peki?


Maalesef Amerika kadar Türkiye’ye zarar veren başka bir aktör bilmiyorum ben şuanda. Rusya da dahildir. Bunu inanarak söylüyorum çünkü aslında Rusya’yla, İran’la ve diğer bölge ülkeleriyle sorun yaşamamızın temel sebebi aslında Amerika’nın Türkiye’ye ortaklık mantalitesi çerçevesinde vermesi gereken desteği vermemesiyle alakalıdır. Ama maalesef bu olur. Büyük aktörler küçük partnerlere lazım oldukları derecede değer verirler. Dolayısıyla Amerika’nın yapmaya çalıştığı şey bölgeden çekilerek Türkiye ve diğer aktörlerin birbirlerini dengeleyerek maliyeti Amerikanın üzerinden almaları. NATO’dan doğan sorumlulukları yerine getirmemek Amerika’nın yaptığı bu. Suriye sürecinin başından bu yana Amerikalılar yüzlerce yalan söylediler. Esed’e müdahaleden insani yardıma, uçuşa yasak bölgeden eğit donata her seferinde yalan söylediler. Ama o kadar merkezi bir rol oynuyor ki Amerika, onunla o diplomatik müzakerelere devam etmek zorunda kalıyorsunuz. Bile bile lades yani.

SURİYE’DE AMERİKA’YA BAĞLILIKTAN KURTULMALIYIZ

PKK-PYD meselesinde de yalan sürdüğü için Türkiye artık bunu taşımak istemiyor?

Amerika gözünüzün içine bakarak PYD’yi destekliyor. Gözünüzün içine bakarak Suriye’ye gir diyor. Bunu rasyonel zeminde kimse birbirine söyleyemez. Ama Amerika bunları defalara dedi çünkü, siz ne kadar az aktörle ilişkideyseniz, ona mahkum olursunuz. Dolayısıyla o sarmalın içerisinde İran’la Rusya’yla diğer aktörlerle sorun yaşadıkça Amerika’ya daha mahkûm hale geliyoruz. Amerika uzakta durduğu için de kimseye mahkûm kalmıyor. Bizim Suriye’de yapmamız gereken şey bunu baş aşağı çevirmek. Yapabiliyorsak bunu tersine çevirecek yeni bir vizyon geliştirmeliyiz.

ÜÇ SEÇENEK VAR ÖNÜMÜZDE

Nedir o vizyon, açın lütfen?

İnanın kolay değil, çok ayrıntılı bir şekilde planlanması, bütün devlet kurumlarının olasılıkları hesaplaması gerekir. Ama gördüğümüz bir şey var ki bu süreç bize çok zarar veriyor. Suriye’deki mevcut durum katlanılabilir bir durum değil. Güvenlik, ekonomik, siyasal, diplomatik anlamda elimizi ayağımızı bağlıyor. Durum sürdükçe her alanda önceliğiniz hale geliyor. Ama Amerika sizinle iş yapmıyor, aksine PYD’yi destekliyor, öte yandan siz Rusya’yla, İran’la sorun yaşıyorsunuz. Ne yapmak gerektiği konusunda bence üç seçenek var. İlki bunu devam ettirmek. Ki bu bize çok zarar veriyor. İkincisi tamamen masayı ters çevirmek, üçüncüsü daha riskli ama daha az maliyetli bir şey.

SURİYE’DE DENKLEM DIŞINA ÇIKALIM

Açalım bunları. Hangi masayı ters çevirmekten bahsediyorsunuz?

Suriye resminde masayı baştan aşağı ters çevirmek. Suriye’de baştan beri ağır maliyet yükleniyoruz. İlk başlarda çok ağır değildi ama arttı. Mülteciler de terör de öyle. Türkiye’nin birincil önceliği Suriye’de savaşa dahil olmamaktı, hala olmamalı, dolayısıyla Türkiye tamamen resmin dışına çıkıp “ben devre dışıyım, bundan sonra kim ne yaparsa yapsın” diyebilir.

Yani ilkesel tutumunu ve vicdani sorumluluğunu da geride bırakarak mı?

Vicdani bir durum yok çünkü sivil kalmadı Suriye’de, alabileceğimiz herkesi aldık. Mesela Amerika Rusya’nın Halep’i geçmesini istemiyor. Halep’te kilitledi Rusya’yı. Muhaliflerin yeterince destek görmediği kuzeyde, Rusya’nın Halep’i geçebilme ihtimali sizce Amerikalıları tedirgin etmez mi? Bence eder.

RUSYA İLE KONUŞURSAK ABD HAREKETE GEÇER

Ne yapar Amerika bu durumda?

Mecburen bir şeyler yapmaya çalışır. Türkiye’yle yapar, Rusya’ya karşı yapar… Türkiye’nin kuzeydeki varlığı, desteği Amerika için güvenlidir. Ama bu durum karşılığında Amerika bize ne veriyor? Hiçbir şey vermiyor. Bu yüzden Türkiye “Ben de o zaman bütün Suriye politikamı baştan yazıyorum, hiç bir sorumluluk almıyorum” demeli. “Mülteciler Avrupa’ya mı gitmek istiyor, buyursunlar gitsinler, ben devre dışıyım ”demeli. “Müttefiklerimden alabileceğim desteği almıyorum” diyerek tavrını koymalı. Çok riskli bir şeyden bahsediyorum evet. Basında yansıması çok olabilir, Amerika’nın destekçileri olabilir, yeniden Türkiye aleyhtarı kampanya başlayabilir vs. Ama şu resmi bozmak, Türkiye’nin de karşılık verebileceğini göstermek ve diğerlerini resme dahil edebilmek için yapılabilecek manevralardandır.

PYD’YE KARŞI TÜRKİYE’NİN YANINDA ABD YOKSA RUSYA VAR

İkinci seçenek neydi?

Türkiye’nin Suriye’de hedef değiştirdiğini biliyoruz. İlk hedef Esed’ti, şimdiki hedef PYD. Türkiye’nin Suriye ile ilgili bir sorunu varsa o da PYD’dir artık.

ESED HEDEFİMİZ OLAMAZ, ARTIK SINIR KOMŞUMUZ BİLE DEĞİL

Esed Türkiye’nin kırmızıçizgisi olmaktan çıktı mı?

Esed ile sınır bile paylaşmıyoruz artık, neden hedefimiz olsun ki? Şimdilerde Rusya’yla yakınlaşma konuşuluyor ama bu yakınlaşma özür dileyerek olmaz. Rusya’ya yakınlaşmak ancak kapalı kapılar arkasında, Rusya’dan bir şey alıp Rusya’ya bir şey vermek ile olur. Siyaseten, gerçekten sonuç üretecek şekilde. Mesela Rusya’dan PYD’yi nasıl alırsınız? Rusya ile PYD’ye yapabileceğiniz bir operasyonun anlaşmasını nasıl yaparsınız? Bunları düşünmeliyiz. Budur Rusya ile yakınlaşmak.

Nedir bunu mümkün kılan?

Halep’in kuzeyi meselesini düşünürseniz, olabilecek şeylerdir bunlar. Ama ben meselenin özür çerçevesinde konuşulmaması gerektiğini düşünüyorum. Gerçek, somut bir pazarlığa oturtulursa ancak anlamlı olabilir. Öbür taraftan bizim hala Rusya’dan, Amerika’dan çok rahatsız olan bir İran seçeneğimiz var.

TÜRKİYE İRAN VE RUSYA İLE KONUŞMALI

Son haftalarda PKK’dan da rahatsız İran, PKK’nın İran kolu PJAK eylemlere başladı İran’da?

İran’la konuşmaya başlarsanız, Rusya da sizinle o kadar konuşur, siz ne kadar Rusya ile konuşursanız Amerika da sizinle o kadar konuşur. Yüksek retoriği bir kenara bırakıp somut sonuçlar üreten adımlar atmak gerek. Bazen risk almak, masayı ters çevirmek, ben yokum arkadaş diyebilmek gerekiyor. Amerikalılara “siz PYD’ye destek mi veriyorsunuz, biz de Rusya ile beraber PYD’nin alanına müdahil oluyoruz” diyebilmek, demek gerekiyor. Bunu Amerikalılara göstermek bile yeterli bir pazarlık olurdu.

RUSYA’YA AMERİKA İZİN VERDİ

Tüm bu süreçte Rusya, Suriye’ye girerken Amerika tarafından maliyetin kendisine ödetilmek istendiğini göremedi mi peki?

ABD, Rusya’ya müsaade etti Amerika’nın vuramadığı örgütleri vurması için. Rusya başından beri Lazkiye ve çevresini bırakmayacaktı. Orası tehlikeye düşmeye başlayınca, Amerika’dan da yeşil ışık alınca girdi. Amerika izin vermeseydi Rusya Suriye’ye giremezdi. Rusya girdikten sonra da Amerika istese de Rusya’yı Suriye’den çıkaramaz. Çünkü basit bir denklemi var Suriye’nin: Rusya nükleer güç. Girmeden engelleyebilirsiniz ama girdikten sonra çıkaramazsınız.

Ama Rusya açısından Suriye’ye girmenin maliyeti Rusya’nın planlarının üstünde olmadı mı? Amerika Rusya’yı Suriye’ye bilerek, rakibini zayıflatIP yormak için soktu denebilir mi?

Rakibi evet yoruyor, mesela Halep’e kadar gelmesine müsaade etti sonrasına izin vermiyor. Amerika aynı şeyi Türkiye’ye de yapıyor, müttefiklerine de yapıyor. Herkes birbirine yapıyor aslında. İran da PKK’ya destek vererek Türkiye’yi zayıflatmaya çalışıyor. Ama Amerika’nın yaptığı daha fazla. Amerika küresel bir güç çünkü, uluslararası operasyonlar yapan tek devlet. Küresel operasyon yapmak demek kaç tane nükleer füzeniz olursa olsun başka bir şey demektir. Yüksek teknoloji bir tek Amerika’da var. Bu gerçekliği tanımamız lazım. Dolayısıyla Suriye’de Amerika müsaade etmeseydi Rusya giremezdi.

ABD İÇİN TEK ÖNEMLİ ŞEY; ABD’NİN GÜVENDE OLMASIDIR

Amerika Rusya’ya neden müsaade etti?

Rusya ile çatışmaya devam ederken bu kitlenmişlik durumu devam etsin diye. Bu kitlenmiş devam ediyordu ama Amerika baktı ki Rusya çatır çatır devam ediyor. Halep’i de düşürürse resim değişir. Amerika’nın şu an Suriye’de savaş sonrasına dair bir planı hakikaten yok. Ama asıl plan zaten çözümsüzlük. Çatışma sürdükçe Amerikan ana karası da “güvendeyiz, dikkatimizi başka yerlere yönlendirebiliriz” diyor.

OBAMA POLİTİKASI YENİ BAŞKANLA DEĞİŞMEZ

Şu an önümüzdeki dönem için kıpırdanmalar olsa da bu sürdürülemez durum sürecek, öyle mi?

Evet çünkü bakın, ne Trump ne Clinton’ın herhangi bir planı yok Suriye’ye dair. İkisi de seçim kampanyasında Obama dönemini baş aşağı etmesi gerekirken Obama’yı Suriye’de başarısızlıkla suçlamıyor. Obama gelirken Bush’a karşı “vergi verenlerin parasını başka yerlere gömmeyin” diyordu Bugün Trump da aynı şeyi söylüyor. “Paramızı orada harcamayalım” diyor. Hem Amerikalıların böyle bir tutarlılığı vardır hem Obama politikası devlet düzeyinde kabul gördü. Pentagon’un hazırladığı dokümanlarda vardır, maliyetsiz dış politika meselesi ve devlet politikası haline dönüşmeye başladı.

PKK-PYD FIRAT’IN BATISINA GEÇEMEZ, DOĞUSU DA SORUNDUR

Suriye’deki durum değişti, PYD-PKK artık orada fiziken de var ve Türkiye’nin uyarılarına rağmen Amerika’nın gözetiminde Fırat’ın batısına da geçecek gibi?

Batısına geçemeyecekler. Böyle bir şey yok, geçmemesi lazım. Baştan beri Cenevre’yi ele alalım. Türkiye ile müzakerelerde bulunup, diplomatik ziyaretler yapıyorlar. Diyor ki “Cenevre’ye PYD’de gelsin”. Türkiye hayır diyor. Fakat onlar karşılığında ne diyor? “Gelsin bir şey olmaz, biz size yeni teknolojik silahlar veririz”. Çocuk mu kandırıyorsunuz? Böyle bir mantık var mı? Türkiye reddediyor ama öyle bir baskı var ki Türkiye’nin üzerinde 3-5 senedir. Her seferinde salam keser gibi ince ince, Türkiye’den biraz daha taviz koparıyorlar. Bu ilişki biçimi çok sorunludur. Türkiye’nin bu durumu bozması gerekiyor. Aslında sadece Fırat’ın batısı değil Fırat’ın doğusu da bizim için çok değerli.

ABD SURİYE’DE PKK DEVLETİ KURUYOR

Türkiye Fırat’ın doğusunun PYD-PKK’ya ait olduğunu kabullendi mi ki?

Bakın o resim hala ters çevrilebilir. Rusya ve İran ile ağlarımızı arttırarak bu resim tersine çevrilebilir ve Amerika’ya bunun bedeli ödetilir. Bu söylediğim şeylerin çok riskli ve maliyetli olduğunu kabul ediyorum fakat şimdi ki durum risksizmiş gibi görünmesine rağmen daha maliyetli ve uzun vadede canımızı yakacak şeylerdir.

Amerika Türkiye’nin sınırında bir PKK devleti mi oluşturuyor?

Nereye kadar götüreceğini veya ne istediğini bilmiyorum ama süreç oraya doğru gidiyor. Sürece kabaca gözlem üzerinden baktığımızda PKK-PYD bir siyasal varlık orada yaratılmak isteniyor. Ne kadar çok aktör varsa bölgede Amerika’nın o kadar işine geliyor, dolayısıyla bir KCK devleti kurulmasını da muhtemelen tercih ediyor Amerika. Bunu zorluyor.

PYD OPERASYON YAPMALI TÜRKİYE!

Bunu zorlarken PKK ile mücadele eden Türkiye’nin buna daha fazla tahammül göstermeyeceğini ve bu zorlamanın Türkiye’yi kopuş noktasına getireceğini değerlendiremiyor mu Amerika? Mesele tam da o! Çünkü Rusya’ya, İran’a, Mısır’a, İsrail’e karşı yalnız kalır Türkiye diye düşündüğü için terslik yapamayacağını düşünüyor ama artık bizim başka sorular sormamız gerekiyor. Bu soruların tam doğru sorular olması gerekmiyor. Amerika gelmiyor değil mi? Madem Amerika gelmiyor, hiç gelmeyecek o zaman neden biz PYD’ye operasyon yapamıyoruz? Bakalım bu durumda Amerika ne yapacak? O yoksa o zaman biz bir PYD operasyonu yapalım. Eğer yaptığımızda geliyorsa, buyursun gelsin o zaman. Bu tür spekülatif soruları sorabilmeliyiz çünkü ağır bir sıkışmışlık hali var. Ve her türlü sorunun sorulması gerekiyor çünkü hiç bir şartta gelmiyorsa PYD ile baş başa kaldık demektir.

PYD-PKK’YI BARZANİ’NİN KDP’SİNE BENZETMEK YANLIŞTIR

Spekülatif bir soru da şu olabilir, Türkiye ABD’ye rağmen herşeyi yıkıp PYD ile bir ilişki kurar mı?

Kuramaz. PYD Türkiye’nin müttefiki mi olacak? Mümkün değil. PYD’nin kimliğini oluşturan şey TC zıtlığıdır. Ontolojik varlık sebebidir.

Kuzey Irak’ta Barzani yönetimiyle yaşanan sürecin son hali üzerinden Kuzey Suriye için de bir benzerlik kuruluyor?

O tamamen yanlış bir analoji. Birincisi Barzani PKK’dan başka bir aktördür. PYD’de KCK’nın altındadır, organik olarak PKK ile aynı aktördür. İkincisi Barzani ile bugün böyle oluşumuz yarın böyle olacağımız anlamına gelmez. Barzani ile sabit bir ilişki yoktur. Barzani de çok mecbur kaldığı için bizimle beraber, yoksa karakaşımıza karagözümüze değil. “Bunlar bizim Türk kardeşlerimiz ya da Kürt kardeşlerimiz” diye değil. Arap kardeşlerimiz de var, Fars kardeşlerimiz de var.

PKK DA DAİŞ GİBİ IRAK’TAN SURİYE’YE GEÇTİ

Obama’nın Suriye özel temsilcisinin McGurk’un açıklaması vardı on gün önce; Kuzey Irak’tan Kuzey Suriye’ye insani yardım amaçlı kapılar açıldı, şeklinde. Barzani PYD ile işbirliğine mi giriyor?

PKK Kandil’den kalktı Suriye’ye gitti zaten, Suriye bütün terör örgütlerinin aktığı bir yer haline geldi. İŞİD Irak’ın Sünni şehirlerinde doğdu. Suriye’ye gitti. PKK da Suriye’ye gitti. beslenebilmesi için daha uygun bir zemine sahip çünkü Suriye.

AB TÜRKİYE’Yİ İSTEMİYOR, BU AÇIK

AB’ye geçelim. İngiltere’de referandumdan AB’den ayrılma kararı çıktı. Türkiye AB’den kopuşun gerekçesi yapılınca Cumhurbaşkanı Erdoğan da “gerekirse biz de referanduma gideriz” dedi. Taktik mi gerçek mi bu açıklama?

Bazı şeyleri açık konuşmak lazım. AB’de bizi aldatmaya çalışıyor. Vizesiz kabul antlaşması mesela, Türkiye’deki şartları göz önüne alarak Davutoğlu’na destek gibi küçük uyanıklıklar yapıyordu Avrupa. Net bir şekilde şunu görmemiz lazım, onlar hakikaten Türkiye’yi AB’de görmek istemiyorlar. Nedir AB’nin katılım şartı? Üç tane kriter var, Bulgaristan tamamlıyor, Türkiye tamamlamıyor mu? Bunlar hikâye. Vizesiz seyahat en önemli meseleydi, Türkiye’yi ilgilendiren aslında başka anlaşmalar da var onunla birlikte. Haziran’a doğru AB, bizi demokratik olmamakla suçlar diye bekliyordum. Almanya‘da Ermeni soykırım tasarısından tutun da, terörle mücadeleye kadar, aynen öyle oldu. AB’den gelen ifadeler bu ilişkiyi koparmaya yönelik. İnatçı bir Türkiye Avrupa’yı çok rahatsız ediyor. İlişkiyi koparmadan, “iyi o zaman, ben de şunu yaparım, bekliyorum burada” diyen Türkiye Avrupa’yı rahatsız ediyor. Türkiye “lanet olsun ben gidiyorum” deseydi, Avrupa’nın işine gelecekti.

AMERİKA’NIN ÇEKİLİŞİ AB’Yİ ETKİLEDİ

AB projesinin tükendiği, birliğin dağılacağı öngörüleri var?

Amerika’nın Ortadoğu’dan çekilmesi değil sadece Amerika’nın dünyadan çekilmesi durumu var burada. Bu durum sadece Ortadoğu’yu değil, Avrupa’yı da etkiledi. Almanya’nın Rusya’yla sorunu, Fransa’nın Ortadoğu politikası gibi, AB’de birbiriyle sorun yaşamaya başladı. Ama Avrupa’da istikrarın tarihi daha eski olduğu için AB’yi mümkün kılan şey Almanların, Fransızların birbirlerini çok sevmesi değildir, Almanya’nın Amerikan işgali altında olmasıdır. Soğuk savaş boyunca Avrupa Birliğini yükselten şey, Almanya’nın işgal altında olmasaydı. Fransa 1950’lerde Almanya’dan korkardı. Fransa’nın 2008’de yazdığı güvenlik belgesiyle 2013’te yazdığı güvenlik belgesi aynı değil. 2009 yılı itibari ile Fransa NATO’ya üye oldu. Çünkü Fransa için AB Projesi bitti.

ÇATIŞMA, GERGİNLİK VE REKABET DÖNEMİ GELİYOR

Türkiye’nin AB’ye girme konusunda hevesi kalmadı. Yorgunluktan çok AB idealinin gevşemesi dolayısıyla Türkiye’nin de bu istekten uzaklaşması süreci mi yaşıyoruz?

Ama bambaşka bir resim çıkar, AB için Türkiye değerlenir. Ama dünyada güç kenara doğru gittikçe uluslararası örgütlerin işe yaramasını beklememek lazım. AB’nin devletler arası sıcak ilişkiyi kontrol etmesini beklememek lazım. İkilemlerin arttığı bir dönemdeyiz, çatışmalı, gergin, rekabetçi ilişkiler dönemindeyiz. O yüzden Arap Baharına ne neden olduysa İngiltere’nin çıkışına da o neden oldu.

YENİ BAŞBAKAN YENİ DÖNEM İÇİN AVANTAJ

Bu gidişatta hiçbir şey statik değil ve bu değişkenliğe Türkiye’nin de kendini ayarlaması gerekiyor?


Başbakan Binali Yıldırım’ın söylediği şey yeni bir başlangıç. Başbakan ve hükümet değişti, Türkiye, yeni atacağı adımlara da bir meşruiyet kazandırmış oldu. Dersiniz ki “Rusya ile şöyle mi olmuştu, bunu bir oturalım konuşalım tekrar”. Dolayısıyla Türkiye’nin yeni bir vizyon belirlemesi için uygun bir zamandayız. Daha somut hedeflere yönelen ve yeni dönemin şartları göz önünde bulundurulan bir vizyon. Dikkat edin çok iyiydik, ortak bakanlar kurulu toplantısı yapıyorduk, konsolosluklar açıyorduk, Nijer de kuyu açıyorduk, İran’la süperdik, Suriye ile süperdik. Ne geçti elimize, ona bakmak lazım.

TÜRKİYE REEL SOMUT SİYASETE ODAKLANMALI

Uzun vadede getirisi olmayacak mı bu politakanın?

Uluslararası ilişkilerde uzun vadeli hesap yok. Bugün ne alıp veriyorsanız odur, hiç bir uluslararası aktör, uzun vadeli hesap yapmaz. 
Nüfuz artırmak güç artırmak demek değildir. Benim size güç kullanamadan bir şeyi yaptırabilme kabiliyetimdir. Bunun sahada bir gerçekliği yok. 
Esed üzerinde nüfuzunuz olabilir ama deseniz ki “görevden ayrıl”, ayrılır mı sizce? İran üzerinde nüfuzunuz olabilir, ama dersiniz ki nükleer silahları bırak, 
niye bıraksın. Patinaj budur. Nüfuz artırmak pozitif ve somut sonuçlar üretmeyen bir durum. Nüfuz artırmak uluslararası alanda en büyük tuzaktır, gereksiz yere düşman biriktirmek demektir. Ben sizin üzerinizde nüfuzumu artırıyorsam, bir başkası bana düşman oluyor, ben nüfuz artırırken de sizden hiç bir şey elde etmiyorum. Yarın beni satarsınız. Ama onun düşmanlığını elde etmiş olurum. Bir konsolosluk açmaya harcadığınız para, o ülke ile yaptığınız dış ticaretten daha yüksekse zarardasınız demektir. Bunun arkasında ilkeler var kardeşlik var o da başka bir hikâye. Türkiye’nin daha reel somut yerlere odaklanması gerekiyor.

DIŞ POLİTİKADA DAVUTOĞLU DÖNEMİ KAPANACAK

Bahşettiğiniz vizyoner dış politika dönemi Davutoğlu dönemine denk geliyor, bu politika ona mı aitti?

Tabi ki Davutoğlu’nun dış politika vizyonuydu bu. Davutoğlu’nun danışman ve bakan olarak da geniş yetkileri vardı. Uygulanışta belki ufak farklılıklar vardır ama bu Davutoğlu’nun vizyonudur diyebiliriz.

Sonuçta o yetkiyi veren bir irade var ama?

Demokrasilerde bunun kuralı bellidir, siz danışman ya da bakana yetki verirsiniz ama hesabı lider veya parti öder. Halk bunu ağır bir hesap olarak düşünmüyor demek ki, bundan memnun ama biz dış politika olarak böyle olmasa, şöyle olsa deme özgürlüğüne sahibiz. Onu da liderler değerlendirecektir.

O zaman başbakan değişiminde dış politika değişikliği zarureti de vardı öyle mi?

Liderler dış politikayı ve uluslararası sistemi şekillendiriyormuş gibi düşünülür ama aslında uluslararası sistem liderleri şekillendirir. 1870’lerde muazzam dış politika takip eden, yeni dönemde Almanya’yı güçlendiren Bismarck, Almanya güçlendikten sonra Almanya’nın başında duramazdı. Yeni sistem, yeni lider talep etti ve Bismarck ne kadar başarılı bir stratejisyen olursa olsun ikinci Wilhelm’e karşı iktidarını kaybetti. Dolayısıyla uluslararası sistem, kimin geleceğini, içerde bile kimin seçileceğini ciddi anlamda etkiler. Tek belirleyendir demiyorum ama ciddi anlamda etkiler. Dolayısıyla yeni şartlar, yeni vizyon gerektiriyor zaten. Dolayısıyla o vizyon var mı yok mu ayrı bir tartışma ama yeni dönemin vizyonu bu değil.

Uluslararası sistem Erdoğan’ı hedef alıyor ve Erdoğansız Türkiye hayal ediyor. Tam da bu dönemde Avrupa’yla Davutoğlu’nun, Amerika’yla Davutoğlu’nun, Almanya’yla Davutoğlu’nun,Erdoğan’ı dışarıda tutacak şekilde kurmaya çalıştığı bir süreç vardı. Bunu nasıl yorumlamak lazım?

En prestijli organlar bile açıktan Erdoğan düşmanlığı yapıyor. New York Times, The Guardian gibi yayınlar zaten yapıyorlardı ama Foreign Policy, Foreign Affairs gibi altı ayda bir çıkan yarı akademik dergilerde bile ‘Erdoğan sorunuyla nasıl ilgilenmeliyiz’ diye saçma sapan yazılar çıkıyor. Öyle bir düşmanlık var ki bu kadar üst düzey bir dergi bile kinini kontrol edemiyor. Çünkü Erdoğan’dan rahatsızlar. Bu sebeple, bunun adı Ahmet Davutoğlu olmuş,  Abdullah Gül olmuş,  Kemal Kılıçdaroğlu olmuş çok da önemli değil. Kiminle işbirliği içinde olabilecekse onunla olmak istiyor. Çünkü Erdoğan’ı göndermek istiyorlar.Gerisini düşünmüyorlar. Dolayısıyla böyle Erdoğan’a rakip olabilecek her türlü aktöre destek sunulabileceğini bilmek lazım.

Erdoğan’ı açıkça hedef alan bir küresel sistem var, evet. Ama Erdoğan seçilip yetkilendirilmiş ve halkın arkasında durduğu meşru bir lider. Bu hedef alış ne kadar daha böyle sürdürülebilir?

Çok sürdürülemez miş gibi duruyor ama 3-5 senedir de sürüyor bu ilişki biçimi. Bugün onu konuştuk yani Türkiye,  PYD’ye karşı bir operasyon yaparsa  Amerika ne yapar. Cumhurbaşkanı’nın ailevi konuşmalarını basına mı sızdırır? Gezi parkında olay mı  düzenler? HDP’ye, PYD’ye destek mi verir? Ne yapar yani, daha fazla ne yapsın. Biz bunların hepsini gördük. Görmediğimiz bir şey kaldı mı? Çıkıp suikast mı düzenleyecekler? Buraya kadar mıdır? Amerika neyi  yapmadı ki şimdiye kadar neden korkacağız ki daha fazla? Bunu da düşünmemiz lazım. Bu çok fazla, bazı şeyleri göz ardı eden cesur bir değerlendirme olabilir ama diğer taraftan da neyi yaptıysa da Erdoğan’ı  daha fazla güçlendirmekten başka bir sonuç almadı. Bu çok sinir bozucudur. Gezi olayları, paralel olayları falan olmasaydı Tayyip Erdoğan bu kadar tek başına bir lider olarak çıkar mıydı ortaya? Parti ilk ortaya çıktığında 4-5 kişiden bahsediliyor ama şimdi bütün dikkat ve tek bahsedilen bütün odak nokta oraya yönlendirilince o da bir lider olarak rolünü iyi oynadı ve kendisini vazgeçilmez bir lider haline getirdi ve dolayısıyla size sıkıcı gelebilir ama  sizin de bunda ciddi bir payınız var. 
Bu sürdürülebilir mi? Ben  3-4 senede sürdürülemeyeceğini düşünmüştüm ama bir taraf yıkmaya çalışmaktan vazgeçmedi, bir tarafta yıkılmamaktan vazgeçmedi. Bu yüzden sürdü. Nereye kadar sürer? Emin olun bilmiyorum ama burada daha fazla yapılabilecek bir şey kaldığını da düşünmüyorum her şey denendi. Belki bir gün uluslararası sistemde bir dönüşüm olur ve Erdoğan çok tercih edilebilir. Tarih bunların hepsini bize gösterdi.

[Röportaj: Fadime Özkan]
[Star, 27 Haziran 2016]

https://www.setav.org/abd-suriyede-pkk-devleti-kuruyor/


***

ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., BÖLÜM 1



ABD Suriyede PKK Devleti Kuruyor., 
BÖLÜM 1


Hasan B. Yalçın,
27 Haziran 2016



Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu'da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor.

Başbakan Binali Yıldırım “daha az düşman, daha çok dost” sözü, iç siyaset kadar dış politikada değişimin parolası olarak da yorumlandı. Öte yandan PKKilişkileri nedeniyle Türkiye-ABD ilişkileri, üyelik ve mülteci ikircikliği nedeniyle Türkiye-AB ilişkileri gergin. Bu esnada Türkiye ilişkisiz olduğu Rusya ve İsrail ile konuşma halinde. Ne oluyor, yeni bir dönemin eşiğinde miyiz?

Türkiye’nin son on yılına bir dış politika vizyonu damgasını vurdu. İnsanlar bunu farklı biçimlerde değerlendiriyor. Kimisi sıfır sorun politikası, kimisi komşularla iyi geçinme politikası, kimisi ekonomik entegrasyon dedi. Planlanan bir dış politikadır diyen de oldu, yeni Osmanlıcılık diyen de, eksen kayması diyen de. Bütün halinde baktığınızda ortada bir vizyon vardı. Ortadoğu’da Türkiye’yi daha merkezi bir aktör yapmaya yönelik ve odağını oldukça geniş tutan, bunun için de mesela diplomasiyi, karşılıklı ziyaretleri, ekonomik ilişkileri tercih eden ve ağları geliştirmeye çalışan bir vizyondu. Türkiye’nin nüfuz alanını genişletmeye çalışan bir dış politika perspektifi vardı. Bunun 2010-2011 yılına kadar çok sorunsuzca işlediğini gördük. Afrika açılımından, yeni konsolosluklar açmaktan, THY ile o taraflara açılmaktan, TİKA, Yurtdışı Türkler Başkanlığı ile yapılan açılımlara kadar Türkiye’nin yeni bir söylem, yeni bir dış politika perspektifi geliştirdiğini ve demokratikleşme söylemleriyle de bir çok ülkeye de örnek teşkil edebileceğine dair çok okuma vardır.

TÜRKİYE DIŞ POLİTİKASINI TIKAYAN ARAP BAHARI DEĞİL

Türkiye’nin bu vizyonu Arap Baharı ile mi sonlandı?

Bunun sonunu Arap Baharının getirdiğiyle ilgili okumaya kesinlikle katılmıyorum.

Arap Baharını Türkiye’nin bu vizyonu mu tetikledi peki?

Hayır, o da değil bence. Aslında benim bu ikisine de dair söyleyeceğim şey, bir üçüncü sebep. Aslında Arap Baharını tetikleyen şey de, Türkiye’nin o vizyonu sürdüremeyip bir dış politika tıkanıklığına girmesine sebep de çok basit bir uluslararası denklemdir. Uluslararası ilişkiler çalışanları için çok bilinip en fazla söylenilen şeydir ama günlük meseleleri yorumlarken de en fazla unutulan şeydir.

AMERİKA’NIN HEGEMONİK İSTİKRARI SAYESİNDE

Nedir?
Mesele basitçe “hegemonik istikrar” kavramında gizlidir. Ortadoğu’da 2003’den 2010’a kadar bir Amerikan hegemonyası vardı. Amerika bir mahallenin kabadayısı gibi, o mahallenin en merkezi yerinde olduğu için diğer ülkeler birbirlerinden güvenlik tehditleri hissetmiyorlardı. Sistem istikrarlıydı. Mahallenin bir kabadayısı var ve o diğerleri onu sevmese de sataşmaya cesaret gösteremez. Ama İran ile Türkiye, Türkiye ile Suriye, Suriye ile Suudi Arabistan, Suudi Arabistan ile Mısır birbirlerinden de güvenlik tehdidi hissetmezler bu sayede. Dolayısıyla 2003-2010 arasında Türkiye’nin o açılımlarını yapabilmesini sağlayan şey aslında Amerika’nın bizim Ortadoğulular olarak hiç istemediğimiz bölgedeki Amerikan varlığıydı.

AMERİKA BÖLGEDEN AYRILDI, ORTADOĞU KARIŞTI

Ama mahalleyi de o kabadayı mahvetti?

Evet Irak’ta milyonarca insanın hayatına mal oluyor, bölgeyi karıştırıyor, sorunlar çıkartıyor. Demokratikleşme olacaktıysa bile ket vuruyor, terörü bölgeye taşıyor. Yan etki olarak da devletlerarası ilişkilerin daha istikrarlı yürümesine sebep oluyor. Uluslararası istikrar denilen bu kamu faydasını Amerika ürettiği ve maliyetine Amerika katlandığı, diğer ülkeler de böyle bir güvenlikçi maliyet üstlenmek zorunda olmadıkları için, kendileri başka alanlara yatırım yapabiliyorlardı. Asıl mesele buydu. Amerika’nın 2010-2011 Irak’tan çekilmesinin ardından sistem çöktü. Ondan önce bu sayede İran’nın nükleer müzakerelerinde İran’la beraber Amerika’ya karşı oy kullanabilirsiniz. Ama Amerika’nın gittiği günün ertesinde Kürecik’e kalkan koydurursunuz. Öncesinde Suriye’de ortak bakanlar kurulu toplantısı yaparken sonrasında Suriye’de olaylar depreştiğinde, biz bir tarafı tutalım çünkü işin sonu karmaşaya gider, güvenlik tehdidi olmasın, diye davranmaya başlarsınız. Dolayısıyla o güvenlik maliyetini kendiniz üstlenmek zorunda olduğunuz için güvenliğinizi artırmaya çalışırsınız. Diğer taraf da güvenliğini artırmaya çalışır. Sizin artmış güvenliğiniz diğer taraf için güvensizliktir. Dolayısıyla bu bir spiral, kendi kendini yaratır. Bir güvensizlik ortamı kendi kendine doğar.

SURİYE TÜRKİYE YÜZÜNDEN Mİ BU HALDE?

2011 sonrasında bölgenin durumuna dair Türkiye’de yapılan siyasi okumalardan biri şunu iddia eder: “Suriye’nin bu halde olmasının sebebi Türkiye’nin yanlış dış politikasıdır”?

Çok ideolojik bir okuma bu. Birilerinin birilerini suçlamak, muhalefet yapmak için yaptığı bir okumadır. Halbuki net: Sistemden Amerika çekildiği için bu oldu. Türkiye’nin bu kadar uluslararası bir sistemi etkileyebilecek, bozabilecek bir etkisi yok, çarpan etkisi de yok. Türkiye’nin kendince öncelikleri var ve o öncelikleri takip ediyor. O dönemlerde Türkiye çok daha geniş bir perspektiften takip ediyordu bunu. Ama artık güvenlikçi söylemlerinin arttığı yeni dönemde Türkiye o tür bir ajanda takip edemez. Ama Suriye savaşının erken döneminde hala o ajandayı takip etmek gibi bir sorun vardı.

BÖLGEDE DEMOKRATİK TALEP HİLALİ DÜŞÜRÜLDÜ

Peki neden takip etti, adapte mi olamadı Türkiye yeni duruma?

Yani şöyle olur, sistem dönüşür ona devletlerin ayak uydurması biraz zaman alır. Mesela Suriye’de çatışmalar başladığında Türkiye’nin ilk pozisyonu demokratikleşme taraftarıydı. Büyük kitlelerin talepleri iktidara gelsin, Suriye’ de dönüşüm yaşansın. O dönemi hatırlayın. Arap Baharının başladığı Tunus düşüyor, Mısır düşüyor, Libya düşüyor, hepsi bir bir düşüyor. Türkiye’den Tunus’a kadar bir hilal kuruldu. O zincirin son halkası Suriye idi. Eğer Suriye de demokratikleşme tarafına düşmüş olsaydı bütün resim Türkiye lehine çok ciddi anlamda dönüşmüş olacaktı. Ama sonra ne oldu? Bunun birileri için çok ciddi bir sorun olduğu düşünüldüğü için Mısır’da Mursi indirildi, Sisi’nin yolu açıldı. Libya ikiye bölündü, Suriye iç savaşa gark edildi, Yemen karmakarışık bir hale geldi. Yani bütün o devrim denilenler tersine döndü, ki devrim değildi.

YİNE, YENİDEN “BÖL PARÇALA YÖNET”

Arap Baharındaki siyasi değişimler devrim değilse neydi?

Mursi nasıl geldiyse öyle gitti aslında. Mursi’nin gelmesini sağlayan sokak hareketleri yürüyor, Mübarek gitmeli fikri batı kamuoylarında dillendiriliyordu. Fakat sonra Mursi ve benzerlerinin iktidara gelmesi ciddi sorun olarak görüldü. Refah sınır kapısının falan açılıvermesi kaldırılabilecek sonuçlar değildi. Çok ileri gidiyor, bu olmamalı dendi. Bütün bölge tek bir tarafa verilmemeli dendiği andan itibaren de İran ve Rusya’nın önü açıldı bölgede. Sisi’nin önü açıldı, Gannuşi’nin kolu kanadı kırıldı. Aslında yapılan şey tipik bir “böl parçala yönet”tir. Yeni aktörleri devreye sokarak bir mücadele alanı yaratılmasıdır. Bunun öyle bir yerlerde Masonik kafalarla, külahlar giyerek, gizli yeminler edilerek yapması gerekmiyor. Çok basit bir şekilde yaparsınız. Amerika, Mısır’da Sisi darbesi gerçekleşmeye başladığında üç gün konuşmayıp dördüncü gün “Mısır’ın istikrarı için gereklidir” diyorsa darbeye hem meşruiyet hem destek sağlamıştır. Bu bile o ordunun darbeyi gerçekleştirmesi için yeterli sebeptir.

FACEBOOK’LA, TWİTTER’LA DEVRİM OLSAYDI TÜRKİYE’DE OLURDU

Bu destek sadece bir kaç cümleyle sınırlı mıdır yoksa bizatihi bir el işlemiştir?

Gizli istihbaratlar neler yapar, sahada ne kadar destek sağlanır bilemem ama Bin Ali neden gitti Tunus’tan? Gitmezdi oysa. Arap sokaklarında ilk defa bir genç kendini yakmadı. Arap sokakları, ilk defa isyan etmedi. Facebook etkisi diyorlar. Facebook vb. şeylerin devrim getirmediğine en güzel örnek Türkiye Gezi örneğidir. Facebook, Twitter’la devrim ayaklanma falan olmaz. Onlar hikâyedir. Bin Ali’nin Tunus’tan çıkmasını sağlayan nedir? Bin Ali her zaman ki gibi askeri sokağa çıkarır, bir kaç insan öldürür ve sokak hareketlerini yani değişimi engellerdi. Ama Obama arayıp da “kusura bakma arkadaş, askeri sokağa çıkaramazsın” dediğinin ertesi günü Bin Ali Suudi Arabistan’a kaçtı. Mısır’da orduya Mübarek’in yanında olmayacaksın dendiği anda Mübarek develi adamlara mahkûm kalır. Hepsini gördük. İşte Libya’da hükümeti deviremeyince Gidip Tobruk’ta yeni hükümet kurdular.

BUSH DA OBAMA DA AYNI POLİTİKAYI GÜTTÜ

Bütün bu müdahalelerin sahibinin Amerika olduğunu mu anlıyoruz buradan?

Bakın Obama yönetiminin takip ettiği bir dış politika var. O dış politika Bush dönemini baş aşağı etmeye yönelik. Bush döneminde çok agresif, tek taraflı ve sert bir şekilde girilen Ortadoğu’da Amerika bugün bu maliyeti başkalarının üzerine yıkmaya çalışıyor. İkisi de aynı derecede agresif dış politikadır ama. Sadece stilleri, tarzları farklıdır. Bush’un stili askeri yöntemler kullanarak, önleyici müdahale ile, Obama’nınkisi ise beleşçilik de denebilecek “mevzilenme stratejisi”dir. Suriye’de İran’ın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın üzerine atarsanız, Rusya’nın karşısına çıkma görevini Türkiye’nin üstüne atarsanız bunlar birbirini yerken siz de kenarda güçlenirsiniz.

TÜM TERÖR ÖRGÜTLERİNİ SURİYE’DE TOPLADILAR

Hem sizin dediğiniz olur hem de taş atıp eliniz yorulmaz?

Kesinlikle. Cenevre benzeri toplantılarda Amerika hep kenarda. Bakın Amerika, Suriye gibi bir ortamı Irakta yaşatabilmek, yani dünyanın dört bir tarafındaki terörist örgütleri bir noktaya toparlayabilmek için milyarlarca dolar harcadı. Irak’ta bunu yaptılar ve Irak’ı istikrarsızlaştırdalar. Bütün terör örgütleri oraya toplandı. Çeçenistan’daki cihatçı örgütlerin hepsi Irak’a gelmişti. Şimdi nereye geldi? Hepsi Suriye’de! Neden? Orası artık bir terör cenneti. O terör cennetinde kimler savaşıyor? Hizbullah ile DAEŞ. Hizbullah ile Nusra. Bunlar birbirleri ile savaşmasa kimle savaşacak? Amerika ile Batı ile savaşacaklar.

BATIDA TERÖR BATI İÇİN KATLANILABİLİR BİR MALİYET

Bumerang kendilerine de dönüyor ama?

Bu katlanabilir bir maliyettir, Batılılar açısından. Ama neticede bütün terör örgütlerinin bugün Suriye’de birbirini katlediyor olması ve Amerika’nın rakibi sayılabilecek bütün devletlerin birbirlerini dengeleyerek Amerika’yı rahat bırakması gibi bir durum yaşanıyor.

AMERİKA KENARA BİLEREK ÇEKİLDİ

Amerika açısından bakıldığında Obama siyaseti Bush siyasetinden daha akıllıca o halde?

Tabi canım kendi adına çok daha agresif, çok daha başarılıdır. Obama’nın izolasyoncu olması, mevzilenme stratejisi yeni bir strateji değil aslında. Amerikalıların yüzyıllardır hep bildikleri dile getirdikleri yöntemlerden biridir. Çünkü Amerika etrafı okyanuslarla çevrili, güvenli bir bölgededir, dolayısıyla ulusal güvenliği tehlikede değildir. Amerika için asıl sorun uluslararası güvenliği nasıl sağlayacağız meselesidir. Doğrudan müdahil olarak mı, Amerika’nın üstünlüğünü her yerde tek taraflı güçle göstererek mi? Bu Bush sitili. Yoksa uluslararası kurumları kullanarak daha tilkice bir meşruiyet zemininde işleri yöneterek mi? Yoksa seçici angajman denilen sadece gerekli yerleri, Basra Körfezindeki petrol yatakları, Filipinler’deki geçiş hatları, Panama’daki bilmem neyi gibi noktasal operasyonlarla mı? Yoksa Obama’nın yaptığı gibi Amerika’nın tamamen kenara çekilip herkesin birbirlerini dengelediği bir sistemle mi?

ABD’DE DEMOKRAT BAŞKAN TÜRKİYE İÇİN DERT DEMEK

Obama ilk geldiğinde, ABD Bush dönemine göre tüm bu coğrafyaya Ortadoğu’ya daha ılımlı yaklaşacak, köklerinde Müslümanlık var dendi. Yurt dışı ziyaretlerine ilk Türkiye ve Mısır’labaşlaması buna yoruldu vs. Ama böyle olmayınca da giderayak “Obama bir hayal kırıklığı” deniyor. Fazla naif ve gerçeklerden uzak mı buluyorsunuz bu bakışı?

İnsanlar bunu nasıl üretiyor, bilmiyorum. Ama Obama’nın Ortadoğu’ya barış ve istikrar getirmek diye bir derdi yok. Amerikalıların genelde şöyle bir anlayışı vardır. Bunlar bizim gibi demokratik değerleri, liberal değerleri özümsemedikleri için kavga ediyorlar. Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda Amerikalıların Avrupalılara dair de böyle bir düşüncesi vardı. Bugün Ortadoğululara dair düşünceleri budur. Demokratikleşirlerse barışı sağlayacak, daha ılımlaşacaklar ve barış olacak. Buna inanmış, ılımlı muhalefetin yolunu açmış olabilirler erken dönemde ama beklenen sonuçların doğmadığını gördüğü anda da Obama yönetimiyle bunun yolunu kapadılar. Amerika’da ne zaman bir demokrat iktidara gelse Türkiye’nin başı belaya girer. Ne zaman bir Cumhuriyetçi gelse Türkiye’nin önü açılır. Genelde böyledir. Biz de genelde söylemleri daha hoş, barışçıl diye demokratları severiz.

YENİ BAŞKANLA HİÇ BİR ŞEY DEĞİŞMEZ

Peki, yeni başkan ile birlikte Obama siyaseti değişecek mi? Tramp ya da Clinton’a göre?

Çok beklememek lazım. Trump gibi yarım akıllı biri bile gelse Amerikan başkanları dış politikada çok etkilidir. Yetkileri vardır. Kendi rengini koyar, ekipleri koyar politikaya. Ama Soğuk Savaşın bittiği günden bu yana bütün Amerikan başkanlarının dış politikalarındaki ortak özellikler çıkartılabilir. Ortak özellikleri farklılıklarından fazladır. Neyi kastediyorum? Hepsi agresiftir, hepsi Soğuk Savaş döneminde olduğundan çok daha fazla dünyaya şekil vermeye yöneliktir. Clinton döneminde biraz daha gitgel ile olmuştur bu. Somali’ye git gel, Kosova’ya git gel, Bosna’ya git gel. Baba Bush döneminde yeni dünya düzenidir. Yeni dünya düzeni diye git işgal et ile. Oğul Bush döneminde git vur dönüştür şeklinde. Obama döneminde ise sert bir Amerika’nın gücünü artırmak, başkalarının güçsüzleştirmek şeklinde. Temel fikir bu olduğu için aslında her biri agresif politikadır.

AMERİKA’NIN DEMOKRASİ EŞİĞİ

Agresif olmayan Amerikan politikası nedir?

Mesela Soğuk Savaş boyunca Amerika’nın kullandığı strateji dengeleme stratejisidir. Sovyetlerdeki gücü kes, soğuk savaş sonrası dönüştür. 1970’lerde yumuşama döneminde de silahlanmayı engelle, karşı tarafı böl, kendini güçlendir değil, karşıyı zayıflat. Soğuk Savaş sonrası bütün ortak özellikleri, sistemin güç dağılımıyla alakalı. Tarz farklılıkları hepsinde var ama. Birisi tek taraflılığı, birisi çok taraflılığı ön planda tutarak yapar. Ama demokrasiye inanırlar. Demokrasiye de bir yere kadar inanırlar. Hamas geliyorsa inanmazlar mesela. Hamas iktidara geliyorsa o demokrasi değildir onlar göre.


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

Ateşkes ya da Öcalan ile Müzakere Sürecinin Başlaması,

Ateşkes ya da Öcalan ile Müzakere Sürecinin Başlaması,


Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Başkanı 


Kürt Açılım süreci AKP Hükümeti ile A. Öcalan’ın bu konuda yetkilendirdiği DTP arasında yapılan görüşmeler ile resmen başlamıştır; ancak çok kısa bir süre sonra A. Öcalan, DTP’nin AKP Hükümeti ile görüşmelerden çekilmesini emretmiş ve muhatap olarak kendisini göstermiştir. 
AKP Hükümeti’nin bu talebi kabul etmemesi üzerine tıkanan açılım sürecini açmak ve gerçek muhatabın kendisi olduğunu göstermek isteyen A. Öcalan PKK’lı bir grubu Türkiye’ye davet etmiştir. AKP Hükümeti bu daveti kabul ederek, aslında Öcalan’ın tuzağına düşmüştür. 

Habur’da yaşananlar PKK ve Öcalan açısından bir propaganda zaferine dönerken, AKP Hükümeti bunu ilk aşamada anlamayarak yaşananları umut verici olarak nitelendirse de halkın tepki göstermesi üzerine geri adım atmıştır. 

2009 Aralık ayından itibaren Öcalan hem AKP hükümeti tarafından muhatap alınmak hem de hükümet üzerinde baskıyı artırmak amacı ile kentlerden başlayarak sokak terörü sürecini tırmandırmıştır. AKP Hükümeti, muhatap alınan DTP’nin geri plana atılmasından sonra da açılımın devam ettiği yönündeki söylemi ile istemeden de olsa PKK’nın elini güçlendirmiştir. PKK da AKP Hükümeti’nin “Açılım devam ederken terör uygulanması” şeklinde yumuşak karnına terörü tırmandırarak saldırmıştır. 

2010 Mayıs ayının başında Hükümet ile Öcalan arasında başlayan görüşmeler kopmuştur. 
31 Mayıs 2010’da Öcalan PKK’nın gerek kırsal alanda gerek kentlerde terörü 
zirveye taşıması emrini vermiştir. 
PKK terörü Haziran-Temmuz 2010’da artarken referandum sürecinde olan Türkiye’de AKP Hükümeti, kendisini gittikçe artan bir baskı altında hissetmeye başlamıştır. Bu baskıdan dolayı Hükümet yetkilileri, İnegöl ve Dörtyol gibi nedenleri çok açık, failleri belli olan ve kökeninde PKK tahriki olan olayları, PKK dışında izah çabası içine girmişlerdir. 
A. Öcalan ise AKP Hükümeti’nin üzerindeki baskıyı iyi okuyarak Temmuz başından itibaren hem görüşme hem tehdit sarmalını avukatları aracılığı ile kamuoyuna taşımıştır. 

Öcalan bir yandan Temmuz başında 

1) Karşılıklı eylemsizlik, 
2) TBMM bünyesinde Hakikat ve Adalet Komisyonu kurulması, 
3) PKK’lıların KCK ile görüşülerek toplu olarak geri dönmesinin sağlanması ve 
4) Müzakerelerin kendisi ile sürdürülmesini önerirken, öte yandan hükümetin cevap vermesi durumunda kendisinin de STK’ların yapmış olduğu ateşkes çağrısını desteklemeye hazır olduğunu açıklamıştır. 

Öcalan, halkın yorulduğunun, terörden bıktığının, genelde örgüt yanlısı çizgide olan STK’ların dahi uygulanan terör sürecine eleştirel baktığının farkındadır. Bundan dolayı bir yandan STK’ları doğrudan karşısına almamayı tercih ederken öte yandan STK’lara baskıyı kendisine değil hükümete yöneltmeleri gerektiği uyarısında bulunmuştur. 
Öcalan, 28 Temmuz sonunda ise demokratik özerklik süreci ile AKP Hükümeti üzerindeki tehditlerini yoğunlaştırmıştır. Öcalan’a göre demokratik özerklik; KCK’nın ve BDP’nin güçlü olduğu yerlerde kentin güvenliği dâhil bütün yönetimi devralmasıdır. 
Öcalan örneğin Diyarbakır’da 5000 KCK’lının güvenliği devralacağını ve bu durumda çıkacak çatışmalarda günde 1000 kişinin öleceğini söylemiştir. 

28 Temmuz’da Öcalan tehdidinin zeminini yükseltmiştir. Öcalan, “Sen sorunu müzakere ile siyasi yolla çözmezsen, Dörtyol, İnegöl gibi çatışmalar kentlere sıçrar. Bunun çok daha ağır sonuçları olur. Örneğin Yüksekova gibi bir yerde kent çatışması olursa yüz bin kişi bir anda sokağa dökülür. İnsanlar silahlanır, halk arasına gerilla da karışırsa uçaklar kalkar, bombalar düşer, panzerler tarar, bir anda on bin kişi ölebilir. Bunun İstanbul, Mersin, Adana, Diyarbakır, gibi kentlerde olması halinde bir günlük bilanço 30 yıldaki şiddet kadar çok olur.” diyerek tehdidini tekrarlamıştır. 

Öcalan’ın bu açıklaması, PKK’nın Dörtyol’da halkın nasıl tepki vereceğini bilerek 
neden polisleri şehit ettiğini ve hükümetin yumuşak karnını ne ölçüde zorlayabileceğini göstermiştir. Böylece, 2009 sonundan itibaren gerçekleştirdiği terörist saldırılarda askeri inisiyatifi eline geçiren PKK, AKP Hükümetine karşı da politik inisiyatifi eline geçirmiş; 

Hükümeti referandum öncesinde “terörü yükselterek Batıda evet oyunu artırır, doğuda boykotu güçlendiririm” şeklinde ifade edilecek ciddi bir kıskaca almıştır. 

Öcalan’a Geçen Politik İnisiyatif ve Müzakerelerin Başlaması Bu tehdidi haklı olarak ciddiye alan ve içine girdiği kıskacı gören AKP Hükümeti, Öcalan’ın 4 ve 11 Ağustos tarihlerinde yapacağı görüşmeleri engellemiştir. Böylece kendisini süreçten çektiğini söyleyen A. Öcalan ile AKP Hükümeti müzakere sürecini başlatmıştır. Bu durum siyasal girişim üstünlüğünün de A. Öcalan’a geçmesi sonucunu vermiştir. 28 Temmuz – 11 Ağustos tarihleri arasında AKP Hükümeti A. Öcalan arasında yapılan müzakerelerle Öcalan’dan 15 Ağustos 2010’da demokratik özerkliğin ilan edilmesini ertelemesi ve ateşkesi desteklemesi 
istenmiştir. 

Ateşkes açıklamasından sonra bir değerlendirme yapan Murat Karayılan, AKP ile 
Öcalan arasındaki müzakereyi şu şekilde anlatmıştır: “Artık açıklanmasında bir sakınca görmediğimiz diğer önemli bir gelişme de devletin, önderliğimizle geliştirdiği diyalog temelinde ateşkes talebinde bulunmasıdır. Aslında önderliğimiz aradan çekilmişti; ancak, talep üzerine yeniden devreye girerek, çağrıları ve devletten doğru gelen istemi de dikkate alarak, bir kez daha barışa şans tanınması için hareketimize bir mesaj gönderdi.”

KCK da yaptığı açıklamada AKP Hükümeti ile A. Öcalan arasındaki bu yeni doğrudan müzakere sürecinin altını çizmiştir: “Önemli gelişmelerin yaşandığı bu dönemde devletin bazı kurumları ile çeşitli çevrelerin öneri ve çağrılarını dikkate alan Önder Apo, hareketimizin yönetimine gönderdiği mesajda bir kez daha barışçıl çözüme şans vermiştir.” Ancak PKK ile yapılan ateşkes sadece Öcalan ile sınırlı kalmamış dışarıda da istihbarat servisi ile PKK’nın üst düzey yetkilileri arasında İstanbul’da balıkçıda sürdürülmüştür. 

Yapılan bu müzakerelerden sonra nihayet iki hafta sonra A. Öcalan 13 Ağustos’ta avukatları ile görüştürülmüştür. Öcalan, bu görüşmede avukatlarına şöyle demiştir: “Bana burada dört kez ‘seçim var bekle’ dediler. 

Sonuç ortada… Bizi oyalıyorlar. 12 yıldır sabrettim; ancak benim de bir sınırım var. 
Referandumdan sonra “yine seçim var’ oyalamasına izin vermeyeceğim. Bir kerede her şeyi bozabilirim. Kim ne yaparsa yapsın diyebilirim. 

Bu takdirde Kürtler başlarının çaresine bakacaklar” diyerek yapılan pazarlığı 
ortaya koymuştur. Öcalan’a referandum sonrasında gerçekleştirilecek bazı sözler verildiği anlaşılmaktadır. Öcalan’ın bu müzakerelerden çok memnun görünmediği ya da bilinçli olarak öyle görünmeyi tercih ettiği ve AKP Hükümetine son bir şans verdiğini düşündüğü açıklamalarından anlaşılmaktadır. 

Öcalan ile Müzakerelerin İlk Sonuçları AKP açısından Öcalan ile müzakerelerin 
iki önemli sonucu vardır. Birinci sonuç, demokratik özerklik ilanının yaratacağı terör ve çatışmaların, referandumda “Hayır” oylarının artmasına neden olması ihtimalinin ortadan kalkmasıdır. İkinci sonuç ise, çatışmasız ortamda PKK’nın, halkın sandığa gitmesini engellemesi ve boykotu gerçekleştirmesi zorlaşacaktır. 

Hatta PKK ateşkesi Ramazan sonrası iki haftaya yayarak referanduma dolaylı evet desteği vermiş görünmektedir. Hayır oylarının önde olduğu, en azından hayır-evet dengesinin olduğu düşünüldüğünde BDP’nin “evet” desteği AKP için bir can suyu niteliği taşıyacaktır. 
Öte yandan Öcalan ve PKK ile yapılan görüşmelerden sonra PKK ateşkesi kabul 
ederken dört talep öne sürmüştür. Bunlar, 

a) Seçim barajının % 10’un altına indirilmesi, 
b) Askeri operasyonların durdurulması, 
c) KCK davası çerçevesinde tutuklananların serbest bırakılması ve d)Müzakere sürecine 

A. Öcalan’ın dâhil edilmesi talepleridir. 

PKK’nın bu taleplerinin Öcalan ve PKK ile yapılan pazarlık sonucunda mı oluştuğu yoksa bu pazarlıktan tamamen bağımsız mı olduğunu bilmek henüz mümkün değildir. AKP Hükümeti, Öcalan ne derse desin kendisi için referanduma kadar çok önemli bir zaman dilimi satın almıştır. 

Referandum Sonrasında Ne Olacak? 

Referandum sonrasında ise Öcalan ile tekrar görüşülecektir. Öcalan’ın taleplerinden sadece askeri operasyonların durdurulması ve KCK operasyonlarının/yargılamalarının yavaşlatılması talepleri karşılanacaktır. 

Hükümet, yaklaşan seçimlerde kendisi için yaşamsal öneme sahip olan % 10 barajını indirmeyi kabul etmeyecektir. AKP Hükümeti, yine yaklaşan seçimleri göz önünde tutarak Öcalan ile onun istediği gibi açık müzakere sürecine yanaşmayacak, bu sürecin başlaması için gelecek seçimleri kazanmayı bekleyecektir. 

Referandum sonrasında A. Öcalan ise kendisine verilen sözlerin hemen yerine getirilmesini isteyecektir. Aksi takdirde terör örgütü eylemlerini tekrar tırmandıracaktır. Ancak bir süre sonra tekrar hava koşullarının ağırlaşması ile kırsaldaki eylemler duracaktır. 
Demokratik özerklik projesinin ilan edilmesi dışında PKK’nın batıdaki kentlerde gerçekleştireceği eylemler ise iktidar tarafından “karanlık güçlerin eylemleri” şeklinde bir süreden beri devam eden “ PKK eylemlerini dahi devlet içindeki bazı güçlere” mal etme söylemleri ile geçiştirilmeye çalışılacaktır. 

A. Öcalan’ın demokratik özerkliği ilan edilmesini istemesi durumunda ise Türkiye büyük bir karışıklığın içine sürüklenecektir. 

21. YÜZYIL

***

3 Ocak 2019 Perşembe

Fırat’ın Doğusunda PYD/PKK Silahlı Kapasitesinin İmhası Hedeflenmelidir,

Fırat’ın Doğusunda PYD/PKK Silahlı Kapasitesinin İmhası Hedeflenmelidir,


Yazan   04 Kasım 2018


Kuzey Suriye’de yaşananlar, Irak’ın kuzeyinde ki gelişmelere benzer bir şekilde adım adım bir Kürt devletçiğine doğru gidildiğini göstermektedir.
. Kuzey Suriye’de PYD/PKK Terör Örgütü üzerinden askeri ve siyasi hamleler aşama aşama takip edildiğinde, ulaşılmak istenilen hedefe oyalama taktikleriyle bir plan dahilinde gidildiği şüphesiz görülmektedir.
PYD/PKK Terör Örgütü, Suriye kuzeyindeki siyasal yapılanma çerçevesinde; ilk önce 2013’ün Kasım ayında oluşturduğu sözde kantonlarda ‘Kurucu Meclis’lerin kurulduğunu duyurmuş[[i]], Ocak 2014’de ise bu kantonlarda ‘Özerk Yönetim’ilan etmiş[[ii]], Aralık 2015’de de ‘Demokratik Suriye Konseyi’ adı altında sözde yerel bir meclis kurmuş[[iii]], bilahare Mart 2016’da konseylerin birleştirilmesiyle ‘Kuzey Suriye Federasyonu’[[iv]]oluşturmuş, son olarak da petrol sahalarının tamamını içine alan bölgeleride içerecek şekilde Eylül 2018’de ‘Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi’[[v]] ilan etmiştir.
Bölgede izlenen yol haritasına ve bugüne kadar terör örgütüne gönderilen silah ve teçhizat ile verilen eğitime ve küresel desteğe, siyasal hamlelere baktığımızda; güneyimizde ciddi anlamda Türkiye’nin bekasını tehdit edecek bir oluşumla karşı karşıya kaldığımızı ve ses duvarının aşıldığını söylemek yanlış olmayacaktır.
Söz konusu bölgede kalıcı olarak bir Kürt devletçiğinin oluşturulması halinde; daha önce Kuzey Irak’ta, “Irak Kürt Bölgesel Yönetimi” (IKBY) adı altında oluşturulan Peşmerge Kürt devletçiğinden daha farklı ve daha tehdit edici bir durumda olacağı şüphesizdir.
Çünkü, başta ABD ve bölgeye odaklı küresel güçler; Kuzey Irak’ta peşmerge gücü üzerinden oluşturdukları federal yapıdaki IKBY’nin, diğer ülkelerdeki Kürt bölgelerine yönelik rol model ve heyecan yaratmadığını düşünerek Kuzey Irak modelinden ders çıkarttıklarını, bu noktadan hareketle Suriye kuzeyinde; daha kapsamlı ve daha köklü siyasi, askeri ve ekonomik bir alt yapı düzenlemesine gitmek istediklerini söyleyebiliriz.
ABD, söz konusu tecrübelerden de istifadeyle, Kuzey Suriye’de geliştirmek istediği sistem için Türkiye’nin müdahalesini sınırlamak amacıyla; Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD) Terör Örgütü tehdidi bahanesiyle zaman kazanmak ve bu bahane üzerinden PYD/PKK’nın düzenli ordu seviyesinde teşkilatlandırılmasını ve askeri kapasitesini artırmak, buna paralel uluslararası desteği almayı sürdürerek faaliyetlerini siyasi ve askeri anlamda iyice kökleştirmek üzerine bir konsept benimsemiştir.
Bu siyasi ve askeri konseptin omurgası zamanında kırılmadığı takdirde, tehdit sadece Türkiye’yi değil tüm bölgede kırılma noktası yaratacağı kıymetlendirilmektedir. O halde Türkiye; daha önce uyguladığı terör koridorunu parça parça kontrol altına almak anlayışı yerine, bu defa yüksek kapasiteli, kuvvetleri parçalamadan ve tek bir hamleyi içeren kesin sonuçlu bir hareket tarzı uygulamak zorundadır.

Fırat’ın Doğusunda ki Hedef; Coğrafi Bölge Değil, Hasmın Silahlı Gücü Olmalı

Kuzey Suriye’ye müdahalede elbette bir çok hareket tarzının uygulanması düşünülebilir. Bu hareket tarzlarından en uygun olanı; sürati, ekonomikliği, asgari zayiatı, hasım üzerinde kalıcı etkiyi, bölgesel dinamiklerin ülkemiz lehine evrilmesini sağlamayı, terör koridorunu tekrar canlandıramayacak hale getirmeyi sağlayacak bir hareket tarzı olması gerektiği şüphesizdir.
Askeri literatürde, ‘Harbin Ağırlık Merkezi’ olarak tarif edilen ve planlamalarda dikkate alınması gereken bir kavram bulunmaktadır. Bir harekât alanında ağırlık merkezinin olmazsa olmaz tek olduğu, hiçbir zaman iki veya üç olamayacağı kabul edilir.
Harbin ağırlık merkezi genellikle; lider, stratejik sanayi kapasitesinin ortadan kaldırılması, toplumca benimsenmiş ve topluma mal olmuş psikolojik bir tesis-yapının vurulması, bir arazi kesiminin ele geçirilmesi, hasmın silahlı gücünün imhası, siyasi yapının çökertilmesi, bir hattın/kuşağın veya bir şehrin kontrolü, ana ikmal hattının kesilmesi gibi bir dizi kriterlerden sadece birisi olabilir.
O halde harbin ağırlık merkezi noktasından hareketle, Kuzey Suriye’ye yönelik yapılacak bir harekâtın hedefi neresi? veya ne olmalıdır? sorusuna verilecek bir cevapla, bu harekâtın icrası için uygulanabilecek hareket tarzını da bulmak mümkün olacaktır.
Eğer Fırat’ın doğusuna 2017 yılında veya 2018 yılı başlarında bir harekât icra edilmiş olsaydı, o günün koşulları gereği harbin ağırlık merkezi, belki coğrafi bir alanın kontrolü şeklinde olabilirdi[[vi]].
Ancak bugün gelinen noktada, terör örgütünün ABD destekli kazandığı silah kapasitesi ve küresel güçlerin oluşturduğu alt yapısı itibariyle tehdidin ulaştığı boyut beraber düşünüldüğünde, ağırlık merkezinin; coğrafi bir alanın kontrolü stratejisi yerine, silahlı gücün imhasını hedefleyen bir konsept olması gerektiğine inanılmaktadır.
Fırat’ın doğusunda terör örgütünün tertiplenmesi, silah ve teçhizatı, bölgede oluşturulan siyasi-idari yapılanma üzerinde ki gücü, küresel güçlerle olan iş birliği yine birlikte değerlendirildiğinde, hasmın imhası hedeflenmeden bölgede kalıcı bir istikrarın tesisi mümkün görünmemektedir.
Türkiye’nin amacı, baştan beri terör koridorunun Akdeniz’e ulaşmasının önüne geçmektir. Bu maksatla; Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı ve İdlib’de güvenlik bölgesi tesis edilmek suretiyle terör koridorunun Akdeniz’e açılımının önüne şimdilik bir set oluşturulmuştur. Her ne kadar bu harekâtlar esnasında örgüte büyük bir zayiat verdirilmiş ise de, henüz bu şamada örgütün imhası gerçekleşmemiş ve bu harekâtlar ile sadece coğrafi bir alanın kontrolü sağlanabilmiştir.
Gelinen noktada, her ne kadar terör koridorunun önünde coğrafi bir  set oluşturulmuş ise de, bu bölgenin daha güneyinden yine bir terör koridoru tesis edilmesi ihtimali yüksek görünmektedir. Diğer taraftan söz konusu koridorun, Irak kuzeyinden gelen coğrafi bütünlük ile birlikte bir anlam kazandığıda unutulmamalıdır.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekâtı ile örgütün imhası sağlanmadığı için, örgütün her geçen gün artan bir seyirle tehdit olma vasfını koruduğu, bölgede kazandığı hareket serbestisi sayesinde askeri gücünün yanı sıra siyasi otorite tesis etme gücünü de muhafaza ettiği şüphesizdir.

Tartışılan Güvenlik Bölgeleri, Ana Hedef Değil Ara Hedef Olabilir

Kuzey Suriye’de, yani Fırat’ın doğusunda, Fırat’ın batısında olduğu gibi arazi kesimlerini ele geçirmek şeklinde bir konsept uygulanması halinde; Suriye sınırında sadece, hudut hattı boyunca 20-30 Km. derinliklere kadar kritik bölgelerin ele geçirilmesini ve sınır güvenliğimize yönelik tedbirlerin alınmasını sağlayacak geçici bir önlem olabilecektir.
Kısacası, bazı çevrelerce gündeme getirilen ve savunulan ‘Güvenlik Bölgeleri’ tesis etmek şeklindeki görüşlerin uygulanması halinde, kalıcı bir faydanın elde edilemeyeceği düşünülmektedir. Böyle bir uygulamayla, uzun vadeli oyalayıcı bir tuzağa düşülürken, PYD/PKK’nın bölgede gerek siyasi gerekse askeri yapılanmasının daha da kökleşmesine fırsat yaratılacağı mütalaa edilmektedir.
Yine kamuoyunda, üzerinde tartışılan; Fırat’ın doğusunda ve sınır hattı boyunca derinlikteki kritik arazi kesimlerinde tertiplenmek, askeri anlamda belki bir ara hedef olarak kabul edilebilir.
Buradaki ara hedefler; terör örgütünün askeri kapasitesini ortadan kaldıracak bir avantajı sağlayamayacağı gibi, siyasi hedefi tahakkuk ettirecek seviyede bir askeri hedef olma özelliğini de taşımadığı değerlendirilmektedir.
Esas tehdit, yukarıda da vurgulandığı gibi, PYD/PKK Terör Örgütü silahlı gücünün varlığıdır. Bunun ortadan kaldırılması sağlanmadıkça, terör koridorunun oluşması ve Akdeniz’e inmesi yönündeki tehdit bir şekilde devam edecektir.
Kuzey Suriye arazisi, böyle bir silahlı gücün ortadan kaldırılması için kesinlikle müsait bir yapıya sahiptir. Kaldı ki Afrin, kısmen dağlık ve engebeli bir arazi kesimi içermesine rağmen Afrin’de bulunan silahlı gücün büyük bir kısmı imha edilmiştir. Fırat’ın doğusundaki arazi yapısının bu tür imha harekâtı için daha da uygun nitelikte olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak;
Önümüzdeki dönemde, siyasi ve askeri koşulların olgunlaştırılmasını müteakip; PYD/PKK’nın silahlı gücünün imhasını hedef alan kesin sonuçlu bir harekâta girişilmesi Türkiye’nin bekası için tartışmasız bir zorunluluk olacağı, bu nedenle siyasi ve askeri kapasitenin topyekûn bu doğrultuda yönlendirilmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.           
        KAYNAKÇA;                                                                                     
[[i] ] Suriyeli Kürtler Özerklik İlan Etti, www.aljazeera.com.tr., 07 Ocak 2014.
[[ii]] İbrahim Kerman, Ertan Efegil, “Terör Örgütü PYD’nin suriye’de İzlediği İç Savaş”, dergipark.gov.tr/391811, 21 Ekim 2017.
[[iii]] PYD Suriye’de Federasyon İlan Etti, www.milliyet.com.tr., 17 Mart 2016.
[[iv]] PYD Suriye’de Federasyon İlan Etti, www.ensonhaber.com., 17 Mart 2016.
[[v]] PKK İkinci Kez Özerklik İlan Etti, www.aydinlik.com.tr., 08 Eylül 2018.
[[vi]]Ünal ATABAY, “Münbiç Yerine, Fırat’ın En Doğusuna ve Sincar’a Gitmek”,  www.21yyte.org., 16 Şubat 2018.

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 4

AYRILIKÇI PKK TERÖRÜNÜN EKONOMİK MALİYETİ BÖLÜM 4


Kullanılan malzeme, yapı kalitesi, daha düşük standartta altyapı gözönüne alındığında bir gecekondunun altyapı dahil metrekare maliyetinin, yukarda verilen sosyal konut metrekare maliyetinin yarısı olduğu kabul edilebilir. Ortalama 100 metrekare büyüklükte olduğu varsayılacak olursa, bir gecekondunun altyapı dahil maliyetinin 2005 Yılı sabit fiyatlarıyla 15 bin , güvenlik nedeniyle kırdan göç edenlerin yeniden iskân maliyetinin ise tahminî olarak toplam 1513 milyon YTL olduğu ortaya çıkar. Bu kabul ve tahminlere göre güvenlik nedeniyle göç eden hanelerin yeniden iskan maliyeti 2981 milyon YTL olmuştur. 

III. Boşalan Yerleşmelere Geri Dönüşün Maliyeti İçişleri Bakanlığı’na göre güvenlik nedeniyle boşalmış yerleşmelerden 355803 kişi göç etmiş ve 2005 yılı ortasına kadar bunlardan 125539 kişi köye geri dönüş yapmıştır 
(TESEV, 2006; 7). 

2000 Yılı Yatırım Programı’nda GAP İdaresi’nin “Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi” çerçevesinde Diyarbakır, Şırnak ve Batman illerinde 2759 ailenin 6 köye dönüşü için öngördüğü rakam aile başına 4.74 milyar liradır. İçişleri Bakanlığı’nın 1434 ailenin köye dönüşü için programladığı yatırım hane başına 3.77 milyar lira, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü [KHGM]’nin kırsal kesimde göçebe iskanı ve kamulaştırma nedeniyle iskân için çeşitli illerde bâzı altyapı 
dahil , aile başına öngördüğü rakam 14.21 milyar ile 18.08 milyar lira arasında değişmektedir. Öte yandan, devlet tarafından Konalga, Çatak’ta 2000 yılında iskân edilen 383 hane 2365 kişi için, altyapı dahil yaptığı toplam harcama 3.5 
milyon YTL hanebaşına 9138 liradır. Van Valiliği 2005 yılında, 20 haneyi yerleştirmek için toplam 146 bin YTL, Hane başına ise 7300 YTL harcama yapmıştır. 

2005 Yılı sabit fiyatlarıyla GAP İdaresi’nin öngördüğü maliyet hane başına 15.026 YTL, İçişleri Bakanlığı’nın öngördüğü maliyet 11.950 YTL, Konalga yerleşmesi’nin maliyeti ise, hane başına, harcamaların tümünün 2000’de yapıldığı kabul edilirse 28968 YTL, 1999’da yapıldığı varsayılırsa 43.771 YTL’dir. 

Konalga bir istisna, bir örnek köy niteliğindedir. Köye dönüşün büyük bir bölümünün Konalga gibi olmayacağı açıktır. 

Köye dönüş, daha çok köye dönen ailelere yapı malzemesi, koyun ve koç şeklinde aynî olarak yapılmakta, ve aileler verilen malzemeyi kullanarak evlerini kendileri yapmaktadırlar. 
Hane başına iskân maliyetinin GAP İdaresi’nin programladığı harcamayla Van Valiliği’nin 20 aileyi yerleştirmek için yaptığı harcama arasında olması, Van Valiliği’nin harcamasına, altyapının dahil olmadığı gözönüne alınacak olursa, gerçek maliyetin GAP İdaresi ve İçişleri Bakanlığı rakamlarına daha yakın olduğu varsayılabilir. Bu çalışmada, hane başına köye dönüş maliyeti, 2005 Yılı sabit fiyatlarıyla 15 bin YTL olduğu kabul edilmiştir. 

Konalga’da köye dönüş yapan ailelerin hanehalkı büyüklüğü ortalama 6.17 kişidir. Bu çalışmada da hanehalkı büyüklüğü 6.17 kişi olarak alınmıştır. Bu durumda 2005 yılı ortasına kadar köye geri dönüş yapan aile sayısı 20347’dir. 
Yapılan toplam tahminî harcama ise, 305.2 milyon YTL’dir. 

IV. Ayrılıkçı Terörün Maddi Varlıklara Verdiği Zararların Tahmini 

Ayrılıkçı terörün yol açtığı maddî hasar ve kayıplara ilişkin maliyet tahminleri kalemler itibariyle EK Tablo 1’de verilmiştir. 
Maliyet tahminlerine ilişkin yöntemlerin açıklaması aşağıdadır. 


A. Kamu ve Özel Şirket Araç ve İş Makinaları 

i) Araç ve Makinaların Fiyatları 

İş makinalarının kapasite ve tip itibariyle dağılımları bilinmediğinden önce DİE’nin Maddelere Göre Dış Ticaret, 1997 adlı yayınındaki 19 çeşit iş makinasının ortalama cif ithal fiyatları bulunmuş, daha sonra bunların aritmetik ortalaması 
alınmıştır. Aynı şekilde, üç tip damperli kamyonun ortalama ithal fiyatlarının aritmetik ortalaması, silindir hacmi 2500 cm3’ den büyük bir ve bundan küçük iki tip minibüsün ithal fiyatlarının aritmetik ortalaması alınarak, hesaplamalara 
temel olan damperli kamyon ve minibüs fiyatları bulunmuştur. Silindir hacmi 2500 cm3’den büyük dizel otobüslerin ortalama cif ithal maliyeti, otobüs fiyatı olarak alınmıştır. Bir binek otomobilin fiyatı 10000 ABD Doları olarak kabul edilmiştir. 

ii) Araç ve İş Makinalarının Tipler Arasında Dağılımı 

Tahrip edilen kamu ve özel araç ve iş makinalarının istatistiklerde sadece toplam sayıları verildiğinden bunların tipler arasında dağılımı konusunda varsayımlar yapmak gerekmiştir. 

Gazete ve televizyon haberlerinden ve Güneydoğu’ya yapılan iş gezilerinden edinilen izlenimlere dayanarak araç ve iş makinalarının tip itibariyle dağılımı konusunda aşağıdaki varsayımlar yapılmıştır. Tahrip edilen kamu araç ve iş makinalarının % 2.5’uğunun otobüs, % 7.5’uğunun minibüs, % 2.5’uğunun binek arabası, % 25’inin karayolu dışı damperli araç, % 47.5’uğunun iş makinası ve % 15’inin dizel kamyondan; özel araç ve iş makinalarının % 5’inin otobüs, % 25’inin minibüs, % 5’inin binek otomobili, % 20’sinin karayolu dışı damperli araç, % 25’inin iş makinası ve % 20’sinin dizel kamyondan oluştuğu varsayılmıştır. 

iii) Araç ve İş Makinalarının Ekonomik Değerleri 

Yeni olmayabilecekleri ve yıpranmış olabilecekleri gözönüne alınarak tamamen tahrip edilen araç ve iş makinalarından kaynaklanan zarar, bunların her birinin fiyatının yarısı kadar, kısmen tahrip edilenlerden kaynaklanan zarar ise bunların fiyatlarının yüzde 25’i kadar olarak alınmıştır. 

B. Karakol Maliyeti 

2000 Yılı Yatırım Programı’nda Jandarma Genel Komutanlığı’nın 22 adet hizmet binasının ortalama maliyeti, karakol maliyeti olarak alınmıştır. Kısmen tahrip olanlardaki kayıp, yenileme maliyetinin yarısı olarak kabul edilmiştir. 

Ek Tablo 1: Ayrılıkçı Terör Mensuplarının Tahrip ettiği Maddî Varlıklar ve Bu Nedenle Uğranılan Kayıplar 

NOT: 
2001 Yılı Nisan Ayı’na kadar verilen zarar, daha sonrası için bilgi edinilememiştir. 
Mutlu, 2002; 480’deki 2000 Yıllı Dolar’ı olarak ifade edilen maliyetler ABD Kentsel Yerler Tüketici Fiyat Endeksi kullanılarak 
2005 yılı Doları’na dönüştürülmüştür. 
2005 Yılı Ortalama Dolar kuru kullanılarak YTL’ye dönüştürülmüştür. 
Mutlu, 2002; 480’deki, sehven yanlış verilen tren vagonu maliyeti düzeltilmiştir.


C. Köprü Maliyeti 

Ortalama köprü maliyeti, Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün 2000 yılı Yatırım Programı’ndaki 1128 adet köprünün ortalama maliyeti olarak alınmış, kısmen tahrip edilen köprülere verilen maddî zararın ortalama maliyetin yarısı olduğu 
kabul edilmiştir. 

D. Okul Maliyeti 

Köy ilkokullarının maliyeti GAP Master Plan Çalışması, Nihai Raporu’nun 3. Cildindeki Tablo 7’den alınmıştır. Tahrip edilen okulların yarısının 3 derslikli, yarısının 5 derslikli olduğu, her okul için ayrıca 1988 fiyatlarıyla 10000 dolar’lık donanım harcaması yapıldığı ve kısmen tahrip edilen okullarda maddî zararın, tarihî yenileme maliyetinin yarısı kadar 
olduğu kabu edilmiştir. 

E. Sağlık Ocağı Maliyeti 

GAP Master Plan Çalışması, Nihai Raporu’nun 3. Cildi’nin Tablo C.5’indeki A1 ve D1 tipi sağlık ocaklarının ortalaması, sağlık ocağı inşaat maliyeti olarak alınmış ve (1988 fiyatlarıyla) her sağlık ocağı için 15000 Dolar’lık donanım maliyeti ilave edilmiştir. Kısmen tahrip edilen sağlık ocaklarının maliyeti, donanım dahil, tarihî yenileme maliyetinin yarısı olarak alınmıştır. 

Bütün fiyatlar daha sonra 2005 Yılı fiyatlarına irca edilmiştir. 

F. Tren Vagonu Maliyeti 

Tren vagonu maliyeti, yeni olmayabilecekleri ve yıpranmış olabilecekleri gözönüne alınarak, 2000 Yılı Yatırım Programı’ndaki 1520 adet yük vagonunun ortalama maliyetinin yarısı olarak alınmış, kısmen tahrip olanlara verilen maddî zararın yenileme maliyetlerinin yüzde 25’i kadar olduğu kabul edilmiştir. 

G. Diğerleri (PTT, TEK; Cami) 

Diğerleri sınıfına giren tesislerden tamamen tahrip edilenlerin herbirinin maliyeti (2000 Yılı Fiyatlarıyla) 200 000 ABD Doları, kısmen tahrip edilenlerin herbirine verilen zarar ise 100 000 ABD Doları olarak alınmıştır. 


Ek: Tablo 2. Ayrılıkçı Terör Nedeniyle Güvenlik Harcamalarındaki Tahminî Artışa (2005 Yılı ABD Doları Olarak, Milyon Dolar)

a) Her yıl ilgili kuruluşun GSMH’dan aldığı payda uzun dönem ortalamasına görece gösterdiği pozitif sapma, ayrılıkçı terörle mücadele için harcanan ek kaynak olarak alınmış bu sapma cari fiyatlarla GSMH’ya çarpılarak TL olarak ifade edilmiş, çıkan miktar içinde bulunulan yılın ortalama kuruna çarpılarak ABD Dolar’ına dönüştürülmüştür.


KAYNAKÇA;


Campbell, H. and R. Brown [2007]. Benefit- Cost Analysis. Cambridge: 
Cambridge University Press. 
Çalışlar, Oral [2008]. “Doğuda Dindarlaşma Türkiye Ortalamasının 
Üstünde”, Cumhuriyet, 11 Mart 2008, 4. 
DİE: Devlet İstatistik Enstitüsü [1998]. Maddelere Göre Dış Ticaret, 
1997. Ankara: DİE. 
DİE: Devlet İstatistik Enstitüsü [1993]. Türkiye İstatistik Yıllığı, 1993. 
Ankara: DİE. 
DİE: Devlet İstatistik Enstitüsü [1991]. İller İtibariyle Gayri Safi Yurtiçi 
Hasıla. Ankara: DİE. 
DİE: Devlet İstatistik Enstitüsü [1989]. Genel Nüfus Sayımı: 
20.10.1985. Daimî İkametgâha Göre İç Göçler. Ankara: DİE. 
DİE: Devlet İstatistik Enstitüsü [1985]. Genel Nüfus Sayımı, 
12.10.1980. Daimî İkametgâha Göre İç Göçler. Ankara: DİE. 
DPT: Devlet Planlama Teşkilatı (2007) Ekonomik ve Sosyal Göstergeler 
(1950- 2006). Ankara:DPT. 
DİE: Devlet Planlama Teşkilatı [2000]. 2000 Yılı Yatırım Programı. Ankara: 
DPT. 
DİE: Devlet Planlama Teşkilatı [1989]. Güneydoğu Anadolu Projesi 
Master Plan Çalışması: Master Plan Nihai Raporu, 4. Cilt. Ankara: DPT. 
Gramlich, Edward M. [1998]. A Guide to Benefit-Cost Analysis, 2nd ed. 
Long Grove, Ill.: Waveland Press. 
GAPİ: GAP Bölge Kalkınma İdaresi Başkanlığı (1993). GAP Bölgesi’nde 
Toplumsal Değişme Eğilimleri Araştırması. Bölüm II, Ankara. TMM0B Ziraat 
Mühendisleri Odası. 
Güçlü, Abbas [2007]. “Genç Bakış”, Milliyet, 24.11.2007. 
HÜNEE: Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü [2006]. Türkiye 
Göç ve Yerinden Olmuş Nüfus Araştırması. Ankara: HÜNEE. 
Hürriyet [2005]. Konut Fiyatları Enflasyonu Katladı, 15 Kasım 2005, 
Internet, Hürriyet arşivi. 
Kışlalı, Mehmet [1996]. Güneydoğu: Düşük Yoğunluklu Çatışma. Ankara: 
Ümit Yayıncılık. 
MBMGM: Maliye Bakanlığı Muhasebat Genel Müdürlüğü (2006). 
Kamu Hesapları Yıllığı, 1924- 2005. Ankara. MBBMKGM. 
MBBMKGM: Maliye Bakanlığı Bütçe ve Malî Kontrol Genel Müdürlüğü 
(1995). Bütçe: Gider ve Gerçekleşmeler (1924- 1995), gözden geçirilmiş 
2. baskı, sayı: 1995/5, Ankara. 
Mishan, E. J. and Euston Quah [2007]. Cost- Benefit Analysis, 5th ed.. 
London and New York: Routledge. 
Mutlu, Servet [2002]. Doğu Sorununun Kökenleri: Ekonomik Açıdan. 
İstanbul: Ötüken Neşriyat. 
TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi [2008]: TBMM Web Sitesi, Haber 
Portalı 15 Kasım 2007. 
TESEV: Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etütler Vakfı [2006]. Türkiye’de 
Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu: Tespitler ve Çözüm Önerileri. İstanbul. 
TESEV. 
TÜİK: Türkiye İstatistik Kurumu [2005]. Genel Nüfus Sayımı 2000. 
Göç İstatistikleri. Ankara. TÜİK. 
Van Governorate [2006]. Van Governorates. Review Document. 


DİPNOTLAR

1. En son tahminlerden birisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Köksal 
Toptan’a aittir. Sayın Toptan 15 Kasım 2007 tarihinde Zonguldak’ın Devrek 
İlçesi’ne bağlı Eğerci Belde Belediye Başkanı’nı makamında ziyaretinde, 
“20 yılı aşan zaman içinde yapılan hesaplara göre Türkiye terörle mücadeleye 
yaklaşık 250 milyar Dolar kaynak aktarmıştır” demiştir [TBMM internet 
portalı], Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek ise 
Bozok Üniversitesi’nde düzenlenen Genç Bakış Toplantısı’nda “PKK Örgütü’nün 
ülkemize vermiş olduğu zarar 1984’den bugüne kadar yaklaşık 300 
milyar Dolar. Ülkemiz bu parayı başka şekilde kullansaydı, şimdi dünya 
ülkeleri içinde 7. sıradaydık” demiştir.[Güçlü, 2000]. 
2. Mutlu, 2002; 469-73. 
3. Campbell and Brown, 2007; 284-86, Gramlich, 1998; 67-70. 
4. Mishan and Quah, 2007; 201, 286- 87. 
5. Bu transferleri ekonomik maliyetlere dahil etmek çift sayım olurdu. 
6. Eski hesap yöntemi için bkz., Mutlu, 2002; 462. Eski hesap yöntemine 
göre yapılsaydı, tahminler, bu çalışmada olduğundan daha yüksek çıkacaktı. 
7. Milli Savunma Bakanlığı harcamalarına 1987’den bu yana Savunma Sanayi 
Müsteşarlığı harcamaları dahildir. 
8. Ayrılıkçı terörle mücadelede neden jandarma ve emniyet güçlerine ağırlık 
verildiğini 1990’ların başlarında Diyarbakır 2. Hava Kuvveti Komutanı olarak 
görev yapmış olan Korgenaral Şadi Ergüvenç şöyle açıklamıştır. 
“PKK’ya bir taraf, bir savaşan taraf, görüntüsü verilmemesi için, bu işi tamamiyle 
bir iç güvenlik harekâtı şeklinde tutmak esastı. Savaş izlenimi 
verilmemeye çalışıldı”, bkz. Kışlalı, 1996;250-251. 
9. Kışlalı;183-186. Etkin mücadele şeklinin geliştirilmesinde sivil bir Amerikalı 
uzmanın etkili rolü olmuştur; bkz, Kışlalı, 1996; 185. 
10. Bkz., Org. Eşref Bitlis ile mülâkat Kışlalı, 1996; 237. Yine aynı eserde, zamanın 
Genel Kurmay Başkanı Org. Doğan Güreş ve Diyarbakır 2. Hava 
Kuvveti Komutanı Korgeneral Şadi Ergüvenç ile mülakatlar; sırasıyla ss. 
215-224 ve 250-254. Org. Güreş; jandarmaya bağlı “Özel Harekât” timlerinin 
oluşturulmasının 1991’den itibaren hız kazandığını ve timlerin önce 
bir alay, 1994’e gelindiğinde bir tümen oluşturduğunu ifade etmiştir, Kışlalı 
1996; 223. 
11. Pozitif sapmaların bir kısmı daha önceki negatif sapmaları bir ölçüde telafî 
edebilmek için kullanılmış, yani belli bir yılda kuruluşun aldığı fazla payın 
bir kısmı yaşanan kaynak sorunu nedeniyle daha önceki bütçelerde yeterli 
ödenek ayrılamamış bâzı faaliyetleri ve malzeme alımlarını finanse etmek 
için kullanılmış olabilir. Diğer bir deyişle de zaman içerisinde harcamalarda 
bir düzenleme yapılmış olabilir. Bu durumda, açıklanan yöntemle yapılan 
tahmin, ayrılıkçı terörün güvenlik harcamalarında yol açtığı gerçek artışın 
üzerinde olacaktır. Milli Savunma Bakanlığı dışındaki kuruluşların 
GSMH’da aldıkları payların gerek eğilim, gerek düzey olarak seyri gözönüne 
alındığında, bu düzenleme etkisinin fazla olmayacağı ve kullanılan 
yöntemin mâkul büyüklükler verdiği düşünülmektedir. 
12. Farkın küçük bir kısmı, daha önceki çalışmada harcamaların bir kısmının 
bütçe ödenekleri cinsinden olmasına karşın, bu çalışmada ödenekler değil 
fiilî harcamaların alınmış olmasından ileri gelmektedir. 
13. GAP için yapılan Master Plan’da üç farklı senaryo öngörülmüştür. Bunlardan 
en mütevazisi olan C Senaryosu için öngörülen kamu harcaması, 1988 
yılı sabit fiyatlarıyla 20.6 milyar TL, B Senaryosu için 22.4 milyar TL, en 
kapsamlı ve en iddialısı olan A Senaryosu için ise 28.8 milyar TL’dir. Bu 
harcamalar, 2005 yılı sabit fiyatlarıyla sırasıyla 40.6 milyar YTL, 44.2 milyar 
YTL ve 56.8 milyar YTL’dir. A Senaryosu için öngörülen harcama, 2005 
yılı sonuna kadar ayrılıkçı terörle mücadeleye ayrılan tahminî harcamadan 
sadece yüzde 8.2 daha fazladır. GAP için öngörülen kamu harcamaları için 
bkz. DPT, 1990; 9. 
14. Yakın tarihte bir gazetede çıkan bir yazıya göre, “üç milyon insan metropollere zorla (italik benim ) göç etmek zorunda kaldı”. Çalışlar, 2008; 4. 
15. Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün araştırmasında kapsanan bölge OHAL illeri 
olup; bunlar; Adıyaman, Ağrı, Bingöl, Bitlis, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, 
Mardin, Muş, Siirt, Tunceli, Van, Batman ve Şırnak’tır. 
16. HÜNEE, 2006; 59. 
17. HÜNEE araştırmasındaki dönemleme, Tablo 4’dekinden farklıdır. Dönemleme 1981- 1985, 1986- 1990, 1991-1995 ve 1996-2000 şeklindedir. Burada, DİE’nin dönemlemesi esas alınmıştır. Dolayısıyla dönemler itibariyle 
terör nedeniyle göç tahmininde, dönemleme farklılığından doğan küçük 
hatalar olmuş olabilir. 
18. TESEV, 2006; 6. 
19. İbid. 
20. Terör örgütü 1995 yılı ortalarına kadar, kırsalda yaşayan 5 bin vatandaşı 
öldürmüştür. Güvenlik güçleri tarafından can güvenliği sağlanamayan ya 
da bu algıya kapılan vatandaşlar köylerini; ve mezralarını boşaltmışlardır. 
Bir kısım yerleşim yeri ise, terör örgütü elemanlarının gizlendikleri ya da 
gizlenebilecekleri yerler olmaları nedeniyle güvenlik güçleri tarafından 
boşaltılmıştır. Kışlalı’nın, 1995 Temmuz’unda OHAL Valisi Ünal Erkan ile 
yaptığı bir mülâkatta Erkan, köylerin neden boşaldığı ve kim tarafından 
boşaltıldığı konusunda yanlış bir algılama olduğunu öne sürmüştür. 
Erkan’a göre “terör örgütü kırsaldan vatandaşların gitmesini istemez . Onları 
‘buradan ayrılmayın, sizi cezalandırırım’ diye tehdit eder. Kırsaldan kaçanların 
bir bölümü bundan dolayı ‘köyümüzü devlet boşalttı’ der… 
..310.000 kişi göçmüş. Bölgede tam manâsıyla boşalan 987 köy var. Biz 
prensip olarak köy boşaltmayız. Ama 2-3 haneli mezralar var. Onların güvenlikleri sebebiyle bağlı oldukları köylere yerleşmelerini, orada kendilerine 
kolaylık sağlayacağımızı söyler indiririz. 50-60-100 haneli yerlerde 
‘Burayı terk edin’ demeyiz. Köylü can derdine düşmüşse kaçar. Köylü kırsalda 
sürekli örgütü beslemek mecburiyetinde kaldığından bezmiştir. 
Her köye bir karakol kurma şansınız yok. O zaman örgütten kurtulmak için 
köyü terk eder.” Kışlalı, 1996; 264-265. 
21. HÜNEE, 2006; 61. 


***