5 Ocak 2019 Cumartesi

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 3

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi,  BÖLÜM 3 



        KİRLİ BARIŞA DOĞRU İLERLERKEN PKK,

        Kandil kadrolarının da Öcalan’ın önerdiği sürecin içeriğinden çok 
zamanlaması ile sorunları var. Çünkü, PKK 1980’lerden bu yana Ortadoğu 
savaşlarından hep kazançlı çıkmıştır. 1980-88 İran-Irak savaşı olmasa PKK Kuzey Irak’a yerleşemezdi. 1991’de ABD, Kuveyt savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta Bağdat’ın egemenliğini kısıtlamasa, PKK 1990’lı yılların başındaki güçlenmesini yaşayamazdı. Ve 2003’de ABD Irak’ı işgal etmese idi PKK bugünlere gelemezdi. Halen Suriye’de bir iç savaş yaşanmaktadır. Ve Suriye’nin Kuzeyinde Kamışlı ve çevresinde bir devletçik oluşturan PKK bu savaştan şimdiye değin en karlı çıkan taraftır.

          Suriye’de iç savaş uzadıkça uzuyor. Esad rejimi hala düşme noktasından 
uzak. Esad güçlerinin kontrol ettiği alanda küçülme var ancak bu küçülmenin 
henüz sonuç doğurucu olduğunu söylemek mümkün değil. Ancak bir tek parti rejimi isyan uzadıkça tekrar rejimi ayaklar üzerinde durdurma imkanını yitirmektedir. 
Bundan dolayı iç savaş uzadıkça rejimin şansı azalmakta ve isyancıların güçleri 
artmaktadır. Suriye’de de beklenmedik bir gelişme olmaz ise Esad sonunda Şam’dan ayrılacak ve Lazkiye’ye yerleşecektir.

         Lazkiye etrafında kurmayı hedeflediği Nusayristan’ın alt yapısı büyük 
ölçüde oluşmuş durumda. Suriye’nin değişik yerlerindeki Nusayriler Esad’ı 
desteklemeyenler de dahil, bu bölgede toplandılar. Çünkü Esad’ın Şam’dan 
ayrılmasından sonra kendilerine yönelik intikam eylemlerinden korkuyorlar. 
Esad’ın bu bölgeyi askeri anlamda da güçlendirdiği anlaşılıyor. Esad’ın bu 
bölgede Nusayriler ve Hıristiyanları toplayan bir devlet oluşturması durumunda 
Rusya’nın Akdeniz’den desteği de sıkıntısız devam edecek

       Esad’ın Şam’dan ayrılmasında sonra Suriye’de mezhep ve etnik grup 
çatışmalarının önü açılacaktır. Mezhep ve etnik grup çatışmalarının yanında El 
Kaide ve selefi gruplarda iç savaşın diğer unsurları olacak. Müslüman Kardeşler 
Suriye’nin tamamında iktidarı ele geçiremeyecekler. PKK denetimindeki Suriye’nin Kuzeyinde “Kuzey Suriye” doğacak hatta doğdu bile.

        16 Mart 2013’de BDP genel merkezinde gazetecilere S. Demirtaş şu 
açıklamayı yapmış:”Bunun ötesinde stratejik bir değişiklik dönemine girmemiz 
gerekiyor. Ateşkesten çok daha öte bir çağrı olabilir o nedenle. Devlete artık 
Kürt-Türk ilişkilerinde stratejik bir değişiklik olması gerektiği düşünüyor. 
Suriye’de de facto bir devlet var. Türkiye’nin burayla, Güney Kürdistan’la 
ilişkisi çok önemlidir” demiştir.

         PKK önümüzdeki dönemde gelişmelerin PKK lehine olacağını öngörmektedir. Kuzey  Suriye’de ele geçirdiği bölgelerde konumunu sağlamlaştırarak müzakerelere oturan bir PKK’nın daha güçlü bir konumdan pazarlık edeceğini ve daha fazla şey elde edeceğine inanıyor.BDP’ninbir çok kadrosunun da Kandil’in bu yaklaşımına katıldığı anlaşılıyor.

        İktidarında PKK’nın terörü durdurmak gibi bir niyetinin olmadığını 
bildiği görülmektedir. Başbakan Erdoğan’ın danışmanı Yalçın Akdoğan “Daha önce söylediğim gibi; Kandil böyle bir zamanda çözüme ulaşılmasını peşinde koştuğu hayallere aykırı görüyor. 2014’den itibaren yaşanacak üç seçimin silahların gölgesinde geçmesini isteyen ve Suriye’de bir oldu-bitti yapmaya çalışan PKK, makul bir zeminde sorunun aşılmasından rahatsızlık duyuyor” 
demektedir.[12]Aradan bir aydan fazla bir süre geçtikten sonra Başbakan 
yardımcısı Bülent Arınç’ta televizyonda PKK’nın ne zaman silah bırakacağına dair hükümet takvimi nedir sorusuna “ Bunu bende bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. 
Bu ne zaman olacak gibi madde madde sorulara cevap verecek kimse yok bu ülkede” diyerek, AKP Hükümeti’nin sürece hakim olmadığını göstermiştir.[13]

         Bu noktada Yalçın Akdoğan’a şu soruların sorulması gerekiyor: Madem 
Kandil’in Suriye’deki gelişmeleri beklediğini ve seçimler sürecinde AKP’ye baskı 
yapmak istediğini öngördünüz o zaman neden bu müzakere-mütareke sürecini 
başlatarak PKK’nın moralini yükselttiniz, Güneydoğu Anadolu’da manevi 
ağırlığının artmasına neden oldunuz? Neden Türkiye’yi sonuç almayacak bir 
sürecin içine soktunuz? Neden hala propagandistler televizyonlarda her şey 
yolunda mesajları vermeye devam ediyorlar? 

        Kandil’in müzakereleri geciktirmenin kendisine yarayacağı görüşünü 
güçlendiren bir başka husus ise önümüzdeki üç yılda Türkiye’de gerçekleşecek 
yerel, genel ve cumhurbaşkanlığı seçimleri. Bu üç seçim AKP iktidarını PKK’nın 
baskılarına daha açık hale getirecektir. PKK, AKP Hükümetini askeri ifade ile 
“mahkum konumda” yakaladığının farkındadır ve AKP’nin müzakere talebini, PKK’nın zaferi olarak sunmaktadır.

         Bundan dolayı, Öcalan bir an özgür kalma endişesi ile Kandil’i hızla 
hareket etmeye zorlamaktadır. Kandil’de Murat Karayılan, Öcalan ile aynı 
çizgide, Öcalan’a tam bir itaat içindedir.Cemil Bayık’ın başını çektiği diğer 
lider kadronun ise sürecin zamanlaması konusunda itirazları vardır. Ancak, 
Öcalan’a açık bir itiraz geliştiremedikleri için süreci daha çok provake edecek 
bir gelişmeyi düşünmektedirler. Böyle bir provokasyonun yapılıp yapılamayacağı 
sadece PKK içindeki Bayık muhalefetine değil, Irak-Suriye-İran ittifakının  da 
bu muhalefete vereceği desteğe bağlıdır.

Ancak PKK “ateşkesi” bozmadan önce kendisini uluslar arası hukuk süjesi yapacak bir stratejiyi izleyecektir. Kandil, AKP Hükümetinin Öcalan ile anlaşarak 
önerdiği mütareke sürecini teoride kabul eder gibi görünse de pratikte sabote 
edecek adımlar atacaktır. Ancak bu süreci kendisini Cenevre Sözleşmesi’nin 
tarafı haline getirmek için kullandıktan sonra 2013 yazında çatışmaların 
başlaması üzerine Suriye’nin kuzeyinde Hakkari’yi de kapsayacak şekilde 
devletleşme sürecini  başlatacaktır.

Daha birinci aşamanın ilk adımları atılırken, Abdullah Öcalan, Kandil ve BDP bir 
zafer sarhoşluğu döneminden geçiyorlar. Türkiye Cumhuriyetine şartlarını kabul 
ettirdiklerini düşünüyorlar. 15 Ağustos 1984’de Eruh ve Şemdinli’de gerçekleşen 
terörist saldırılar ile başlayan “mücadelelerinin” büyük ölçüde zafere 
ulaştığını düşünüyorlar. Yaptıkları açıklamalarda zafer kazanmışların ruh halini 
yansıtıyor. Bütün bunlar PKK için zafer, Türkiye Cumhuriyeti için ise bir 
mağlubiyettir.

          Nitekim, PKK yandaşları basında zafer çığlıkları atmaktadırlar. İki 
yazar Taraf gazetesinde 24 Ocak 2013’de şöyle yazmaktadırlar: “Evet, bu bir 
yenilgi. Kutlu bir yenilgi. Kof bir devletin ve içi çürümüş hamasetin burnunun 
sürtüldüğü yenilgi, vatandaşların, bireylerin  (Siz PKK diye okuyun 
Ü.Ö.)zaferidir çünkü, hayırlı olsun.” 

          Bu zaferi tarafların psikolojilerinden okumakta mümkündür. Abdullah 
Öcalan, İmralı’ya kendisini aylık olarak gelen doktorun muayenesinden çok memnun olarak, doktora “Seni sağlık bakanı yapacağım” diye takılırken, geleceğe güvenle bakan bir psikolojiye sahip olduğunu göstermektedir.[14] Öcalan daha İmralı’dan bakan atamaya başlayacak bir ruh hali içine girmiş görünüyor. 

          BDP siyasetinin eş başkanı Gülten Kışanak İmralı tutanaklarının ortaya 
çıkmasından sonra zafer duygularını şöyle açıklıyor: “Bugün sayın Öcalan resmi 
olarak muhatap alınmış, görüşme ve diyalog başlamıştır. Kürdistan’da eşit ve 
özgür olmak istiyoruz. Özerk bir yönetim istiyoruz. Biz yaparsak doğru yaparız. 
Kazanırsak büyük kazanırız. Sayın Öcalan özgür olacak.Hep beraber kazanıp 
özgürleşeceğiz.”[15]

          Kandil’den gelen açıklamalar bir başka zeminde zafer çığlıkları 
içeriyor. Karayılan, “TSK’yı bitirdik, AKP savaşı kazanamayacağı için Önderlik 
ile görüşmeleri yapmak için yanına gitti” diyor. Duran Kalkan, “Biz değil, TSK 
Kürdistan’dan çekilmeli” diyor. PKK, TBMM üyelerini Kandil’de inlerinde Öcalan 
resmi altında kabul ediyor, görüşmeler yapıyor.

          PKK zafer çığlıkları atarken, Başbakan Erdoğan ise “baldıran zehiri” 
içmekten bahsediyor. Hükümetin önde gelen üyelerinden Hayati Yazıcı “hazmetmesi zor” diyor.

         Bu zafer çığlıkları ve AKP Hükümetinin belirsiz tutumu hükümeti genel 
olarak  destekleyen ancak milli nitelikleri tartışılmayacak olan çevreleri 
kızdırıyor. Hürriyet’te Taha Akyol, “Saçmalamayın, Türkiyeli diye bir şey 
yoktur, ‘Türk Milleti’ vardır” diyor. Sabah’ta Hasan Celal Güzel, “Şu kepazeliğe 
bakın. Türkiye’nin Anayasa’sından “Türk” ve “Türk Milleti” kelimeleri çıkarılmak 
isteniyor” çıkışını yapıyor. Star’da Yağmur Atsız, “Türk’üm demek cesaret 
meselesi haline gelmeye başladı” diye yakınıyor.

         Öte yandan Türk insanının zihin haritasında PKK’nın terör örgütünden 
yasa dışı örgüte dönüştürüleceği bir süreç yaşanacaktır. İktidarı destekleyen 
gazeteler ve merkez gazetelerde PKK’nın terörist örgüt olmadığını vaaz 
etmektedirler. Öcalan’ın ise terörist başından örgüt lideri konumuna taşınma 
çalışmalarının basında başladığını görüyoruz.  Cengiz Çandar, PKK’lı 
teröristlere “PKK askeri” çete reislerine ise “komutanlar” demektedir.[16] 
Anadolu Ajansı, Öcalan’a artık “İmralı’daki mahkum” demektedir. Akil adamlar, 
Erdoğan’dan PKK’dan terörist diye bahsetmemesini istemişlerdir.

           PKK ise kendisini hızla Kürtlerin meşru ve tek temsilcisi olarak 
Güneydoğu Anadolu’da empoze etmektedir. Güneydoğu Anadolu’da bir çok ilde fiili yönetim PKK/KCK tarafından yapılmaktadır. Devlete elektrik parası ödenemez iken, belediyelerin topladığı paralar eksiksiz ödenmektedir. İhaleler alan işadamları işe alacakları işçiler için PKK ve Hizbullah’a kontenjan vermek zorundadırlar. Askerler kaçakçıların karşısında geri adım atmakta ve kaçakçılara yol vermektedir.

Hakkari’de bir gümrük binasını basan PKK’lılar üç gün süre ile binaya PKK 
paçavrası çekmişlerdir. Beytülşebap’da askeri binadan gösterici PKK’lıları 
tahrik etmemek amacı ile Türk bayrağı indirilmiştir. Terör durdu derken, 
Cizre’de PKK’lılar iki polisi linç etmek için saldırıyorlar. Canlarını kurtarmak 
için havaya ateş eden iki polis gözaltına alınıyor. Sınırdan giren kaçakçıları 
durduran askeri birliklerin kaçakçıların direnmesi üzerine geri çekildiği bir 
ülkede buna şaşırmamak lazım.

         Öte yandan bir kısım saf barış çığlıkları atarken, sözde barışın diğer 
tarafı olarak gördükleri BDP, TBMM’de savaş tazminatı istiyor. Sözde Ermeni 
soykırımı açıklaması yapıyor.

         Evet, devlet intikamcı davranamaz. Cezalandırma hakkını 
kullanmayabilir. Bağışlamayı daha yararlı görebilir. Fakat acz gösteremez, 
çaresizliğe düşmez, düşürülemez. İçinden geçtiğimiz süreçte devlet acze düşmüş, çaresizlik sergilemektedir.

          ÖCALAN’IN ÜÇÜNCÜ AŞAMASI: NORMALLEŞME SÜRECİ 

       Abdullah Öcalan’ın öngördüğü üçüncü aşama ise normalleşme aşamasıdır. Bu aşamada artık PKK silah bırakmadan yurt dışına çıkmış olacaktır. Anayasada 
Öcalan’ın talep ettiği değişiklikler yapılmış olacaktır. Artık Türkiye 
Cumhuriyeti federal bir devlet olacaktır. Başkanlık sistemine geçilecektir. 
Tabii devletin adının Türkiye Cumhuriyeti kalıp kalmayacağı belirsizdir. 
İstanbul federal devletin başkenti olurken, Ankara ve Diyarbakır, Türkiye ve 
Kürdistan federe devletlerinin/eyaletlerinin başkentleri haline geleceklerdir.

        Mahmur Kampı’nın tasfiye edilmesiyle “suça karışmayan” (Bu garip bir 
ifadedir. Dünyanın bir başka ucunda iken İstanbul’da yapılan bir toplantıda 2003 yılında 2007’de üretilen bir Microsoft yazılım ile ismi bir listeye yazılan 
subaylar darbeye teşebbüsten 16 sene hapse mahkum edilirken, suça karışmayan PKK’lı ne demektir.)PKK mensuplarının Türkiye’ye dönmesinin önü açılacaktır. Bu aşamada Öcalan ve PKK üst düzey kadroları serbest kalacaklardır.

        Erdoğan, 3 Mart 2013’de yaptığı açıklamada şöyle demektedir: “Biz bir 
genel affın olmayacağını, olmayacağını defaatle ifade ettik. Hele hele bir 
insanı öldürenin, bakın dikkat edin öldüreni af yetkisini ‘ben kendimde bulamam’ dedim…Devlet kendisine karşı işlenen suçlarda bu tür af yetkisini kullanabilir. Ama maktul başkası, affeden başkası. Hayır. O af yetkisi maktülündür, onun varislerinindir.”[17]

       Öcalan TCK’nın vatana ihaneti düzenleyen 125. Maddesinde mahkum olmuştur. Yani cinayetten değil, devlete karşı işlenen suçtan. PKK üst düzey kadroları da cinayet suçlanması ile yargılanamaz. En fazla tahammüt suçlaması ile yargılanabilir ki bunu da ispat etmek içine girilen süreçte zor olacaktır. Sonuç 
olarak Erdoğan’ın açıklaması üstü örtülü genel affın mekanizmasını 
göstermektedir.

        Bu konuda Başbakan Erdoğan gibi kamuoyunun hassasiyetlerini dikkate 
almak zorunda olmayan ancak süreci alkışlayan Cengiz Çandar ise daha dürüst 
davranarak şöyle demektedir: “12 Eylül yasakları kalkınca  CHP’liler SHP’ye 
geldi. Deniz Baykal SHP’lileri temizledi ve genel başkan oldu. PKK siyasete 
girdiğinde böyle olacak. Öcalan ve Kandil kadrosu BDP hareketini yönetecek. O 
yüzden adam ‘bırakın ev hapsini filan…Hepimiz özgür olacağız’ diyor.”[18]

        Öcalan’ın serbest kalacağı konusunda hiç şüpheye yer yoktur. Öcalan ile 
birinci ve ikinci aşamalar geçildikten sonra muhtemelen 2015’de gerçekleşecek 
seçimlerden sonra serbest kalacaktır. Sadece Öcalan değil, Kandil’deki bütün 
lider kadroda serbest kalacaktır.

   ERDOĞAN: BANA GÜVENİN 

           Erdoğan, Öcalan ile müzakerelerin devam ettiğini kendisinin 
açıkladığı bir süreçten geçerken, Türk Milletine veya kendi ifadesi ile “Türk, 
Kürt, Laz, Çerkes, Arap’a” “bana güvenin” diye sesleniyor. Ve ekliyor: “PKK’ya 
veya Öcalan’a hiçbir taviz vermeyeceğiz.” Başbakan Erdoğan, PKK ile müzakere 
yapılmadığını, taviz verilmediği her hafta tekrar ediyor.

Başbakan Erdoğan’ın “bana güvenin” derken, geçmişte yaptığı açıklamalar böyle bir güven duyulmasını güçleştirmektedir. Erdoğan, önce PKK ile müzakere 
yapılmadığını bunu iddia edenin şerefsiz olduğunu söylemiştir. Sonra hükümet 
değil, devlet görüşüyor demiştir. Sonra eski hükümetler de görüştü demiştir. En 
son olarak helalleşiyoruz noktasına gelmiştir. Bu tür bir değişim geçiren siyasi 
liderin “bana güvenin” isteği kolay kabul edilebilir bir istek değildir.

            Müzakere propagandistleri, Öcalan’ın şartsız barış istediğini, 
ağzına savaş kelimesi almadığı yalanını halka söylüyorlar. Oysa Öcalan İmralı 
Tutanaklarında PKK’nın geri çekilmesinin 21 Mart’ta başlayacağını, eğer 
kendisinin istediği anayasal ve yasal değişiklikler yapılır ise devam edeceğini, 
yapılmaz ise duracağını ve 50 bin kişinin katılacağı bir halk savaşının 
başlayacağını söylüyor. Öcalan daha sonra etnik reformların geri çekilme 
sonrasında yapılmasını kabul ediyor.

         Erdoğan’a ve televizyondaki temsilcilerine güvenip rahat uyumalı mıyız? 
Gerçekten PKK’ya hiç taviz verilmeden PKK terörü sona erdirecek mi? Türk Milleti gereksiz yere mi endişeleniyor? Öcalan, “Ülkeye barış gelsin gerisi önemli 
değil” mi diyor? Karayılan, “TRT Şeş yayına başladı artık Kandil’de tam da 
romatizmalarımızın azmaya başladığı bir dönemde daha fazla kalmayalım” mı diyor?

        Erdoğan ve propagandistlerinin anlattıklarından farklı şeyler 
anlatanlarda var. Cengiz Çandar, Kandil’dekiler Türkiye’ye gelip, BDP yönetimini 
oluşturacaklar ve TBMM’ne girecekler diyor. Enver Sezgin, “2015 seçimlerinden 
sonra Abdullah Öcalan hapishaneden çıkar” diyor. Öcalan eğer herhangi bir 
pazarlık yapılmadı ise neden İmralı Tutanaklarında BDP’lilere, “hepimiz serbest 
kalacağız” diyor.  Bu gelişmeleri izleyen ABD’de yayınlanan dünyanın en çok 
basan haftalık dergisi olan TIME dergisi de Erdoğan’ın başkanlığına destek 
karşılığında, Öcalan’ın serbest kalacağını yazdı.

        Erdoğan, bir şey vaat etmedik diyor ancak Öcalan, bu süreçte terör 
örgütü liderinden siyasi lider konumuna yükseltilmiştir. Hükümetin onayı ile 
(şimdilik) yolladığı yazı ile Diyarbakır’da halka hitap etmiştir.

        Akil adamlar önerisi Öcalan ve Karayılan’ın önerisidir. TBMM çekilmeye 
el atmalı talebi üzerine AKP ve BDP’lilerden oluşan bir TBMM Komisyonu 
kurulmuştur.      

         Öcalan’ın ve PKK’nın istekleri teker teker yerine getiriliyor. 
KCK’lılar küçük gruplar halinde salınmaya başlandı. Bir KCK tutuklusu 
hapishaneden çıkarken tutuklu bir paşaya “Siz daha çok yatarsınız. Bizim 
arkamızda siyasi güç var. Ya sizin?” diye soruyor.[19]

25 Nisan’da Kandil’de Murat Karayılan 8 Mayıs’tan itibaren PKK’lıların Türkiye 
dışına çekileceğini açıklamıştır. Karayılan konuşmasına “Türkiye ve 
Kürdistan’daki gelişmelere ilişkin” diyerek, hangi çerçevede geleceğe baktığını 
ortaya koymuştur. Ancak şartsız bir geri çekilme olmadığını da açıklamıştır. 
Karayılan yeni anayasada Kürtlerin inkarının sona ermesini ve üçüncü aşamada 
Öcalan dahil bütün PKK’lıların serbest kalmasını şart koşmuştur. Yoksa, terör 
başlayacaktır.

           Karayılan başka şartlarda ileri sürmektedir. Özel harekat timleri, 
Jandarma özel timleri tasfiye edilmeli imiş. Koruculuk sistemi kaldırılmalı 
imiş. Sevr Anlaşması’nda da ordumuzun hangi şekli alacağına dair maddeleri 
hatırlamak lazım. PKK çekilirken, TSK’nın da bölgede sayısının azaldığını 
görüyoruz. 170 bin olan asker sayısı 130 bine düşüyor. 800 PKK’lı Türkiye dışına çıkarken 40 askerde Güneydoğu’dan Batı illerine sevk ediliyor.

        Bütün bunları gören muhalefet liderlerinin “Öcalan’a ne vaat ettin?” 
sorusuna Erdoğan, “Muhalefet barış gelecek diye kuduruyor. Öcalan’a hiçbir 
vaadimiz yok” cevabını veriyor. Bu soruyu muhalefet sorunca, AKP Hükümeti ve 
açılım destekçileri şöyle bir söyleme başlıyorlar: “Siz barış istemiyor musunuz? 
Neden barışın önüne geçiyorsunuz? Siz fitne mi çıkarmak istiyorsunuz?”

Oysa, Öcalan’a verilen vaatler yerine getirilmeye başlanmıştır. Kürtçe savunma 
hakkı, KCK’lıların serbest bırakılmaya başlanması, PKK’lıların çekilmesi için 
yasal düzenleme, PKK’lıların çekilmesi konusunda çalışacak TBMM Komisyonunun kurulması Öcalan’ın şimdiye değin yerine getirilen talepleridir. 

         Nihayet, Erdoğan’ın Türkiye’nin 2023’de eyaletlere bölüneceği 
açıklaması, Öcalan’a verilen bir sözdür.

ÖCALAN’A VERİLEN NİHAİ TAVİZ: TÜRKİYE’NİN (Eyaletlere) BÖLÜNMESİ

           Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım 
olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar 
sırasında bir çok kez gündeme gelmiştir. Tasarının yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır.

          Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde 
devletçiklere dönüşeceği görünen bir gerçektir. Böylece mevcut idari 
federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir. 

           Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin 
verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir 
psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, 
Türkiye’nin 2023’de  yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek 
açıklamıştır. Erdoğan “Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz” demektedir. 
Erdoğan’ın “On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile 
pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon 
ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır.

            Erdoğan’ın en son olarak Öcalan gibi 1921 anayasasına atıfta 
bulunarak, “Yeni Türkiyesine 1921 anayasası üzerinden referans göstermesi çok 
önemlidir. Çünkü Öcalan bir çok kez sorunun çözülmesi için 1921 Anayasasını 
referans göstermiştir. Murat Karayılan, 20 Mayıs 2011’de Akşam gazetesinde 
yayınlanan söyleşisinde 1921 Anayasası esas alınırsa sorun çözülür demiştir. 
AKP’li akademisyenler ve PKK, 1921 anayasasını Türklerin ve Kürtlerin kurucu 
halk olarak yer aldıkları anayasa olarak yorumlamaktadırlar.  

           Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar 
federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar 
beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok adım ile 
“Yeni Türkiye’nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest 
kalacaktır. Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. 
Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile 
oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa 
göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve 
Türk Milleti bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta 
“etnik değil coğrafi federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini 
unutmamak gerekmektedir.

        Erdoğan, “güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması 
gerektiğini” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir 
döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel 
yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 16. Yüzyılda 19 Milyon kilometrekarelik bir alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin 
kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için 
uygulanması gereken formül aynı olamaz. Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir.

EYALETİ TÜRK MİLLETİNE SATABİLMEK İÇİN SÖYLENEN YALAN:BÜYÜYECEĞİZ

          PKK ile yeni bir devlet kurmak ve milli-üniter devlet, federal çok 
milletli devlet lehine tasfiye edilmek istenirken, bu  projeyi Türk Milletine 
satabilmek için bazı kaynaklar Anadolu’da derinden bir kampanya 
sürdürülmektedir. “Türkiye, federasyon ile büyüyecek, Kuzey Irak, Suriye’nin 
kuzeyi Türkiye ile birleşecek. Kosova bile Türkiye’ye katılacak” propagandası 
yapılmaktadır. “Türk Milliyetçileri Türkiye’nin büyümesine, Misak-ı Milli’nin 
gerçekleşmesine karşı mı?” diye soruluyor. Bu soruya Türk milliyetçileri nasıl 
bir cevap vermelidirler?

        Öncelikle kabul etmek gerekir ki, Türk Milletine federasyonu kabul 
ettirmek için “büyüyeceğiz” söylemi iyi bir psikolojik savaş malzemesidir. Ancak 
Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri ile şimdi sunulan büyüme arasında üç 
önemli fark olduğu ortadadır. Aşağıda kısaca bu farklara değineceğiz.

        Birinci fark, Türk Milletinin tarih içindeki büyümeleri Türk Milletinin 
kendi projelerinin bir sonucu olmuştur. Baş aktörü Türk Milletidir. Oysa, şimdi 
sunulan proje Türk Milletinin projesi değildir. Yukarıda tarihsel arka planı 
anlatılan büyük bir dış dinamiğin planının sonucudur. Planı yapan rolleri 
vermektedir. Türk Milleti, baş aktör değil, figüranlardan birisidir. Tarihte 
bazen başkalarının yaptığı planlardan da Türk Milleti kendi lehine istifade 
ederek, büyük atılımlar yapmıştır. Ancak bu sefer böyle bir atılım mümkün 
görünmemektedir. Çünkü, aşağıda sayacağımız diğer iki fark böyle bir gelişmeyi 
engellemektedir.

       İkinci fark, Türk Milletinin tarihte gerçekleştirdiği büyümeler, var olan 
devletine ortak alarak, egemenliği paylaşarak gerçekleşmemiştir. Oysa, şimdi 
büyüme adı altında sunulan proje için Türkiye’nin mevcut sınırları için Öcalan, 
Kuzey Irak’ta Barzani ve Talabani ve Kuzey Suriye’de PYD/PKK Türkiye 
Cumhuriyetinin ya da yeni ad ile kurulan devletin ortağı olacaklardır. Öcalan ve 
Barzani/Talabani ile egemenlik paylaşmanın adına büyümek denemez.  Bu projedeki büyüme, sahte bir büyümedir. Büyümeden çok öldüren bir obezleşmedir. Çünkü amaç önce büyüme sağlayıp, Irak ve Suriye’nin bölünmesinden dolayı Arap Dünyasında, Irak ve Suriye’de ortaya çıkan düşmanlığı Türkiye’nin omuzlamasını sağlamak, Barzani, Talabani ve PYD/PKK’ya karşı Araplardan gelecek düşmanlıklara karşı Türkiye’nin kaynakları ve gücü ile bir koruma vermektir. Böylece, Batı Dünyası, İki Arap ülkesinin bölünmesinin manevi yükünü taşımayacak, bu yükü ve kurulan “şimdilik federal” “Kürdistan’ın” yükünü Türkiye’ye devredecektir. Bu arada Türk Milleti petrol gelirlerinin sağladığı kaynaklar ile “ucuz benzin” rahatlığı içinde gelişmelere çok olumlu bakabilir. Ancak acısı sonra çıkacaktır.   

          Üçüncü fark ise Türkiye ile federal bir devlet çatısı altında 20-30 
senelik bir süreç içinde demografik, sosyolojik, kültürel, ekonomik 
bütünleşmesini sağlayacak büyük Kürdistan’ın Türkiye’den ayrılması olacaktır. Bu adım, Molla Barzani’nin 1960’da açıkladığı “Asıl hedefimiz Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu’sudur” şeklindeki stratejik hedefine ulaşmasının alt yapısının Türkiye tarafından sağlanmasıdır. Sözde büyümeden sonra bu 30 sene içinde gerçekleşecek bir diğer gelişme, Erbil, Telafer, Kerkük, Halep, Lazkiye Türkmenlerinin federe Kürdistan’dan Türkiye’nin Türk bölgelerine göçe zorlanmaları olacaktır. Bu hat Türksüzleştirilecektir.

          Son olarak sorulması gereken soru şudur: 2002’den buyana Kıbrıs 
adasında kurulmuş bir Türk devleti olan KKTC ile birleşmek yerine Rumlarla 
birleşmeye zorlayan, egemenliğinden vazgeçmesi için Annan Planını kabul etmesi için baskı yapan, KKTC’ye Belçika modelini öneren AKP Hükümetinin söz konusu Kuzey Irak olunca Osmanlı modelinden bahsetmesi, bu modelin ne ölçüde milli ve ne ölçüde güvenilir olduğunun sorgulanmasını beraberinde getirmektedir. 

         Özetle, Türk Milliyetçileri Türkiye’nin ekonomik, kültürel, politik ve 
askeri olarak büyümesini, güçlenmesini, insanlarımızın refahının artmasını, Türk 
Dünyası başta olmak üzere komşu ülkeler ile ekonomik, sosyal ve kültürel 
ilişkilerini geliştirmesi için mücadele etmektedir ve etmelidir. Ancak, Türk 
Milliyetçileri, Türk Milletini aldatacak, büyür gibi gösterip, küçülmenin 
temellerini atacak emperyalist projelerin tuzağına düşmeyecektir. Misak-ı Milli 
veya diğer projelerin ne zaman, nasıl, hangi şartlar altında 
gerçekleştirileceğine Türk Milleti kendi senaryolarında karar vermelidir.

        Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir 
şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin 
parçalanmadan yaşama imkanı yoktur.

           Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini 
içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul 
ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, bu 
proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür. Öcalan da bundan 
dolayı Nevruz açıklamasında Misak-ı Milli’den bahsetmiştir. Demirtaş, bundan 
dolayı bu süreç “bütün Kürtleri ilgilendiriyor” demiştir. Sonra Türkiye 
Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar 
küçülür.

         Özetle, bir devlet en güçlü zamanı  dikkate alınarak değil, en zayıf 
zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar.

          NE PAHASINA OLUR İSE OLSUN BARIŞ KİRLİ BARIŞTIR

         Son günlerde bir barış histerisi başlamıştır. Bu barış histerisi 
kendisini “ne pahasına olur ise olsun barış olsun” sloganı ile ortaya 
koymaktadır.

         Tabii ki, çocuklarımızın dağlarda çatışırken, pusuya düşürülerek, 
uzaktan kumandalı bombalar ile bombalanarak katledilmesini istemiyoruz. Tabii 
ki, dershaneden dönen çocuklarımızın dershane kapısında bombalanarak, 
kızlarımızın otobüsün içinde yakılarak öldürülmesini istemiyoruz. Evden ekmek 
almak için köşedeki bakkala kadar giden oğlumuzun bir bomba ile havaya 
uçurulmasını istemiyoruz. Okullarımızın yakılmasını, evimizin önünde duran 
araçlarımızın bombalanmasını istemiyoruz. Askerlik çağı yaklaşan oğullarımızın 
bir iç çatışmada şehit olmasını istemiyoruz.

            Çocukluk hariç yaşamının üçte biri 1911’den 1922’ye kadar bir 
cepheden öbür cepheye, Kuzey Afrika’dan Çanakkale’ye, Çanakkale’den Kafkas 
cephesine, sonra Suriye cephesine ve nihayet İstiklal Harbine muharebelerde 
geçmiş Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” özlemini paylaşıyoruz.

           Adı Barış olan bir dine mensubuz Allah’a şükürler olsun.

           Terörün durmasını istiyoruz, ülkemize barış ve huzur gelmesini 
istiyoruz, ancak ne pahasına olur ise olsun değil. Ne pahasına olur ise olsun 
barış istemek önce onursuzluktur, sonra ahmaklık. Ortaya çıkan ise barış değil 
kirli barıştır. Onursuzluktur, çünkü ancak kendisine saygısı olmayan bir insan 
ne pahasına olursa olsun barış diyebilir. Ahmaklıktır, çünkü böyle bir barış 
ancak kısa bir süre sonra gerçekleşecek daha sert, daha keskin bir savaşın 
habercisidir. Tarih bunu birçok kez göstermiştir.

            Bugün barış histerisi içinde olan bir küçük fakat etkili grup Öcalan 
ile yapılan müzakerelere “ne pahasına olur ise olsun barış” mantığı ile alkış 
tutuyor ve propagandasını yapıyor. Öcalan ile müzakere sürecini bizim gibi 
reddedenlere değil,  çekinceleri olanlara, “Ya acaba şunları da dikkate alsak ne 
olur?” diyenlere yönelik olarak çok ağır bir üslupla saldırıyorlar. Bu bir 
yıldırma, bastırma, psikolojik savaş eylemidir. “Ne pahasına olur ise olsun 
barış” zihniyetini temsil edenlere inansa idik, İstiklal Harbi’ni 
gerçekleştiremez, Türkiye Cumhuriyetini kuramazdık.

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 2

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi,  BÖLÜM 2 



         PKK İLE İKİNCİ MÜCADELE SÜRECİ    

         PKK ile sürdürülen Oslo Müzakerelerinin 2011’de PKK’nın Silvan 
saldırısından sonra kesilmesini takiben güvenlik güçleri terörist örgütün kent 
kadrolarını oluşturan KCK’lılara karşı kapsamlı operasyonlar geliştirmişlerdir. 
2002’den sonra terörle mücadele adına yapılan tek doğru eylem, KCK 
operasyonlarıdır. Ayrıca Öcalan’a tecrit politikası uygulanarak, PKK’yı 
yönetmesi engellenmiştir.

         PKK, bu siyasete “halk savaşı” adını verdiği terörist saldırılar ile 
cevap vermeye çalışmıştır. PKK’nın halk savaşı siyaseti 2012 yazında Hakkari’de 
alan hakimiyeti girişimi aşamasına ulaşmış ise de örgüt başarılı olamamıştır.

        Bu aşamada Abdullah Öcalan ile Hükümet arasında gizli müzakereler 
başlamıştır. AKP Hükümeti Öcalan’a uygulanan tecriti kaldıracaktır. PKK üzerinde tekrar etkinlik sağlamasının yolu bulunacaktır. PKK üzerinde etkinlik sağlayan Öcalan ise PKK’nın sınır dışına çıkmasını sağlayarak AKP Hükümetinin elini rahatlatacak ve bu da daha kapsamlı anayasal reformlar yapmasının önünü 
açacaktır. Hükümet ise Öcalan ve PKK’ya samimiyetini göstermek için KCK’lıların serbest bırakılması ve Kürtçe savunma hakkı dahil bazı adımlar atacak, gelecekte yapılacak etnik reformların perspektifini ortaya koyacaktır.      

        2012 yazı sonunda hapishanelerdeki PKK’lıların, “Kürtçe savunma hakkı” 
ve “Öcalan’a tecridin kalkması” talepleri ile sahte kitlesel açlık grevi 
başlamıştır. 68 gün sürdüğü iddia edilen açlık grevinde kimse ölmemesine rağmen bir medya kampanyası ile Türkiye açlık grevi gerilimine sokulmuş, her gün kitlesel ölümlerin her an başlayabileceği haberleri yayılmıştır.

        PKK açlık grevinin ilk aşamasında AKP 4. Olağan Kongresi 30 Eylül 
2012’de yapılmış, Başbakan Erdoğan bu kongrede PKK Açılımı sürecinin en radikal adımlarının kısa zaman içinde  atılacağını açıklamıştır. Bu adımlar;          

1) Anadilde savunmanın sorun olmaktan çıkarılması, 

2) Anadilde kamu hizmetlerine erişim,

3) Ayrımcılıkla mücadele ve eşitlik komisyonu kurulması,

4) Kamu hizmetlerinde Kürtçe tercümanlık,

5) Nüfusunun 3’te 2’si Büyükşehir belediyesi sınırlarında yaşayan bir Türkiye 
olarak tanımlanmıştır.

          AKP 4. Kurultay’ın da Başbakan Erdoğan tarafından duyurulan yeni 
adımlar hızla atılmaya başlanmıştır.11 Kasım 2012’de Büyükşehir Yasa tasarısı 
muhalefetin büyük tepkisi ve direnişine rağmen kabul edilmiştir. AKP Hükümeti 12 Kasım’da anadilde savunma hakkı ile ilgili yasa tasarısını TBMM’ne vermiştir. 
KCK’nın istediği gibi Kürtçe savunmanın önü açılmıştır. 12 Kasım 2012’de MİT ile Öcalan arasında görüşme yapılmıştır. Sahte açlık grevi Öcalan’ın 17 Kasım 2012’de verdiği talimat ile sona ermiştir. Öcalan’a uygulanan tecride kaldırılmıştır. 23 Kasım’da MİT ile Öcalan arasında ikinci görüşme yapılmıştır. 
3 Ocak’ta Öcalan ile MİT ve Öcalan-BDP görüşmesi yapılmıştır.3 Ocak’ta Ahmet 
Türk ve Ayla Akat Ata İmralı’da BDP adına A. Öcalan ile bir araya gelmişlerdir.

07 Ocak 2013’de Erdoğan Öcalan ile artık “mütareke” yani ateşkes anlamına gelen yeni bir sürecin başladığını şu şekilde açıklamıştır: “Gelecekte Oslo’ya benzer, Oslo olmaz da başka bir yer olur.” Öcalan ile görüşmeler kamuoyuna İmralı ile görüşmeler şeklinde sunulmuştur. Sanki görüşmeler bir ada ile yapılıyor imiş gibi kamuoyu uyutulmak istenmiştir. Bu arada 16 Ocak 2013’de BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş’ın Diyarbakır’da yaptığı bir açıklama dikkatlerden kaçmış olmasına rağmen büyük bir önem taşımaktadır. Demirtaş şöyle demektedir: “Süreçte sadece Türkiye’deki Kürtlerin kaderi çizilmiyor, bütün Kürdistan’ın kaderi çiziliyor. Kürtlerin ulusal taleplerde birlikte hareket etmeleri gerekiyor. Sürece Erbil veya İmralı-Erbil adı verilebilir? Diğer tüm grup ve fraksiyonları da bu sürece katmalıyız” 

           Demirtaş’ın bu açıklamasına 04 Şubat 2013’de Erdoğan’ın yaptığı bir 
başka açıklama sanki cevap niteliği taşımaktadır: “Karşımızda siyasi 
muhataplarımız olabilir. Bunlar yerli de olur, uluslararası da olur ve 
uluslararası camiadan istifade edeceksek onlarla da bu işi görüşürüz. Nitekim 
görüşüyoruz, ben de görüştüm.” Açık olan husus, Öcalan ile görüşmelerin bir 
ayağını Barzani diğer ayağını ABD/AB eksenlerinin oluşturduğudur

       Bütün bu süreç yaşanırken, Türk Milletine yönelik kapsamlı bir psikolojik 
operasyon başlamıştır. Bu psikolojik operasyonun üç boyutu vardır.

       Birinci boyutu Öcalan’ın olumlu bir kişilik olarak sunulması 
oluşturmaktadır. AKP Hükümetinin önde gelen isimlerinin başını çektiği bir A. 
Öcalan’ı güzelleştirme psikolojik operasyonu yapılmaya başlanmıştır. Başbakan 
yardımcısı Bülent Arınç’ın ifadeleri ile Öcalan, Türkiye Cumhuriyetinin hataları 
sonucunda iyi bir Müslüman genç iken Kürtçü olmuş bir kader kurbanı olarak 
sunulmaya çalışılmıştır.

       İkinci boyutu müzakere sonuçlarının topluma kabul ettirilmesi için AKP 
Hükümeti tarafından yapılan “PKK’ya taviz vermeyeceğiz” açıklamaları teşkil 
etmektedir. Ayrıca Öcalan’ın şartlarının devlet ve millet tarafından kabul 
edilebilir olduğu propagandası da bu hedefe ulaşılmasına yardım etmesi amacı ile yapılmıştır. Cengiz Çandar bu süreci şöyle özetlemektedir: “Kısacası kamuoyunda ‘Öcalan bu sefer işbirliğine çok yatkın ve PKK’yı dışarıya çıkaracak’ izlenimi yaratıldı. Bunun ne karşılığında olduğunu ise bilmiyorduk biz. Bu soruyu 
soranlara ‘savaşın devamını istiyor’ suçlaması yapıldı. Bu soruyu ortaya atarsan 
fitne sokuyordun ve Başbakan bu soruya cevap vermek zorunda kalacağı için 
sinirlenebilirdi.” [7]

       Üçüncü boyutunu halkın Öcalan ile görüşmeleri desteklediği düşüncesinin 
yayılması çalışmaları oluşturmuştur. Müzakereler ile ilgili kamuoyundan gelen 
gerçek ve sert tepkileri yansıtan kamuoyu araştırmalarına karşı sahte kamuoyu 
araştırmaları piyasaya sürülmeye ve basında yayınlatılmaya çalışılmıştır. Oysa 
değil sadece kamuoyunda AKP parti grubu içinde bile sert tepkiler vardır. Bundan dolayı Erdoğan, Kızılcıhamam toplantıları ile meclis grubunu denetim altında tutmaya ve teşkilatlardaki sapmaları engellemeye çalışmaktadır.

          AKİL ADAMLAR-PSİKOLOJİK SAVAŞIN ELEMANLARI

          Bu üç aşamalı psikolojik operasyona akil adamlar yeni bir boyut 
kazandırmışlardır. Öcalan ve Murat Karayılan tarafından önerilen ve nihayet, AKP ve PKK’nın isimlerde uzlaşması ile kurulan, içlerinde KCK davasından 
yargılananların da bulunduğu akil adamlar kurulunun amacı PKK’ya verilecek 
tavizler konusunda toplumu hazırlayacak bir psikolojik operasyon gerçekleştir  mektir. Akil adamlar, Erdoğan’ın ifadesi ile “halka psikolojik operasyon yaparak” PKK ile üzerinde uzlaşılan çözüme Türk Milletini ikna etmek 
için kurulmuş bir psikolojik operasyon heyetidir.

         Akil insanlar heyeti televizyonlardan, gazetelerden, internetten sonra 
şimdide şehirleri dolaşarak, Türk Milletini kısaca söyleyelim aşamalı olarak 
“Bölünmeye razı etmeye” çalışacaklardır. Akil adamlardan Can Paker “Keşke Öcalan özgür olsa” diyor. Akil adamlardan Prof. Dr. Baskın Oran, “Barış gelmez ise AVM’ler havaya uçar, kan gölüne döner ortalık” diye milleti PKK adına tehdit 
ediyor. Mustafa Armağan eyalet sisteminden bahsetmektedir. Akil insan 
Abdurrahman Dilipak, “yeni devlet adamımız Abdullah Öcalan, eski devlet adamımız Süleyman Demirel’den daha sahici” demektedir.[8]

         Tabii ki, ne AKP Hükümeti ne de akil adamların PKK’lı olanlar hariç 
büyük bir bölümü, Türkiye’nin bölünmesini istemiyor. Hatta, bir çoğu “PKK ile 
mücadele etmeye devam edersek bölünürüz” şekilde düşünüyorlar. Ancak, saptıkları yol Türkiye’yi kaçınılmaz olarak bir kırılma noktasına doğru sürükleyecek. Türk Milletine anlatılacak olan nedir? Türk Milleti terörün bitmesini istemiyor mu? Türk Milletinin “barışa” doğru ifade ile huzura ikna edilmesine gerek yoktur. Terörü sona erdirmeye ikna edilmesi gereken, PKK’dır. Türk Milletini barışa ikna etmek gibi bir ihtiyaç olmadığına göre, akil insanlar Türk Milletini neye ikna edeceklerdir? Barışın bedeli olarak PKK’ya verilecek tavizlere.  

         Öcalan ve PKK ile yapılan müzakerelerin en önemli noktası da budur. AKP 
Hükümetinin PKK’ya vereceği taviz, Türkiye’nin federalleşmesi ve PKK’nın 
güneydoğu Anadolu’da bir veya iki eyaleti PKK devletçiğine dönüştürmesidir. Bu 
eyalet/devletçiklerden birisinin valisi de Abdullah Öcalan olacaktır. 

        Bu noktada Öcalan’ın önerdiği ve uygulamaya konulan süreci nasıl 
işleyeceğini görmeliyiz. Öcalan, MİT ile yaptığı görüşmeler sonucunda üç aşamalı ve iç içe geçmiş süreçler çerçevesinde PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında bir “barış” yapılacağından bahsetmektedir.

       Bu süreçlerin adlarını A. Öcalan,

1) Sürekli ateşkes,

2) Yeni Anayasa,

3) Normalleşme olarak koymuştur.

         Öcalan tarafından çerçevesi çizilen bu süreç, AKP Hükümeti tarafından 
kabul edilmiştir ve resmi ağızlar Öcalan’ın belirlediği terminoloji ile 
konuşmaktadırlar. Öcalan 21 Mart 2013’de sürekli ateşkes ilan edecek ve 
PKK’lıların Irak’a çekilmesinin başlayacağı ilan edilmiştir. Ancak daha sonra 
gelişmeler geri çekilmenin başlamasını 8 Mayıs tarihine sarkıtmıştır. Böylece 15 
Ağustos 2013’te bitmesi öngörülen geri çekilme, sonbahara kadar uzayacaktır. 
Üzerinde dikkatle durulması gereken husus, Öcalan’ın bu aşamada silah 
bırakılması ile ilgili herhangi bir şey söylememektedir.

         YENİ ANAYASA veya ÖCALAN İLE ANAYASA YAZMAK

         Öcalan önce İmralı Tutanaklarında geri çekilme süreci devam ederken, 
yeni anayasaya konulmasını istediği maddelerin konulup konulmadığını 
denetleyeceğini açıklamıştır. Ancak, daha sonra yapılan pazarlıklar neticesinde 
anayasal değişikliklerin PKK’lıların geri çekilmesinden sonrasına bırakılması 
kararı alınmış görünmektedir. PKK’lıların geri çekilmesi AKP Hükümetine 
anayasada Öcalan’ın istediği değişikliklerin yapılması için gereken zemini 
verecektir. Ancak, Öcalan sadece AKP Hükümeti ile değil, (pazarlığın MİT 
Müsteşarı Hakan Fidan ile yapıldığını söylemek doğru değildir. Bir bürokrat olan 
Hakan Fidan siyasal pazarlık yapamaz sadece Başbakan Erdoğan’ın ağzı ve kulağı olabilir.) Kandil ve BDP ile de müzakere etmektedir. Bu çerçevede Öcalan’ın istekleri de ana eksenini muhafaza etmekle birlikte, AKP Hükümetinin Türk kamuoyunu ikna zorunluluğunu göz önünde tutarak, mümkün olduğunda diplomatik ifade edilmektedir.  

          Öcalan’ın istediklerini İmralı Tutanaklarından yola çıkarak şu 
başlıklar altında toplamak mümkündür.

1) Çekilme için parlamentonun karar alması, TBMM’nin onaylaması,

2) Anayasadan Türk milleti kavramının çıkması, çok milletli bir anayasal zeminin 
oluşturularak Kürtlerin bir etnik grup/millet olarak varlıklarının kabulü,

3) Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet ve demokrasiye geçişten daha büyük bir 
dönüşümün gerçekleşmesinin talep edilmesi,

4) Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve halklar 
meclisi adlı iki parlamentonun kurulması.

5) Hakikatler Komisyonunun kurulması,

6) Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence altına 
alınması,

7) Köylere dönüşün gerçekleşmesi,

8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri kaldırması  
başlıkları altında toplanabilir.

        Öcalan, BDP milletvekillerine “eğer bu taleplerim karşılanmaz ise 
PKK’lıların geri çekilmesini durdururum. Ve 50 bin PKK’lının katıldığı bir halk 
savaşı başlar” demiştir. Öcalan ile MİT arasında yapılan görüşmelerde üzerinde 
anlaşılan yol haritası budur. Şu ana kadar ne hükümetten  ne de BDP’den “Bunlar yalandır” açıklaması gelmemiştir. Sürecin ilerlemesi ile yukarıda anlatılanlar AKP Hükümeti tarafından bazı makyaj düzenlemeleri ile yaşama geçirilmeye başlanmıştır.

       Öcalan tarafından konulan altı temel şartı İmralı Tutanaklarının 
yayınlanmasından sonra gerçekleşen gelişmeler ışığında Kandil ve BDP’nin de 
müzakere ve mütareke sürecinde dahil olması çerçevesinde teker teker daha 
ayrıntılı olarak tahlil edeceğiz.

       1) PKK’nın Çekilmesinin TBMM Tarafından Onaylaması

       Öcalan, 21 Mart 2013-15 Ağustos 2013 arasında gerçekleşeceğini söylediği 
PKK’lıların Türkiye’den Irak’a gerçekleşecek “geri çekilmenin” TBMM tarafından 
onaylanmasını talep etmektedir. Böyle bir onay, PKK’yı devletler hukuku 
açısından meşru siyasi ve askeri bir varlık haline getirecektir. Hele PKK’lılar 
için gerilla sözcüğü kullanılır ise 1949 tarihli Cenevre Sözleşmesi’nin 3. 
Maddesi çerçevesine girebilir.

       Esasen, TBMM PKK’lıların çekilmesine onay vermese dahi yaşanan süreç 
PKK’nın “Kürtlerin meşru temsilcisi” olarak muhatap alınması ve Kürtlere 
verilecek hakların pazarlığının PKK ile yapılması sonucunu doğurmaktadır.

       Öcalan’ın bu talebi AKP ve BDP tarafından CHP ve MHP’nin oy vermeyi 
reddettikleri  TBMM’de kurulan komisyonu ile karşılanmıştır.

       2) Anayasadan Türk Milleti Kavramının Çıkması

         Öcalan’ın taleplerinden birisi de Türk Milleti kavramının anayasadan 
çıkmasıdır. Öcalan, 2009’daki yol haritasının 2013’deki güncellenmiş halinde 
“Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıkları altında, anayasada 
çok dillilik ve çok etniklilik ilkesini savunmaktadır.

         Bu Türk Milletinin siyasal-hukuki varlığına son verecek ve Türk 
Milletini hukuki olarak bir etnik grup hüviyetine itecek bir adımdır. Öcalan, 
yeni Anayasayı PKK’nın ileride Türkiye’yi bölmesini hukuki anlamda 
meşrulaştırıcı bir ara adım olarak görmektedir.Ancak Türk Milleti kavramının 
Anayasadan çıkarılması düşüncesi kamuoyunda büyük bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur. Bu tepki, sürece Türk Milletinin tepkisinin yoğunlaşmaması için 
Öcalan, PKK ve AKP’nin şimdilik geri adım atmasına neden olmuştur.

        Buna rağmen Murat Karayılan, Kandil’de 8 Mayıs’ta PKK’nın geri 
çekileceğini açıklarken, bu geri çekilmeyi Öcalan’ın ve PKK kadrolarının 
özgürlüğü yanında Kürtlere anayasal statüye bağlayarak, tek millet=Türk Milleti 
anlayışını ortadan kaldıran yaklaşımda ısrar etmiştir. Ancak daha sonra 
Karayılan’ın basın toplantısında açıklamasına rağmen basın tarafından yazılmayan açıklamaları ortaya çıkınca Karayılan’ın “Eyalet sistemi, federal sistem daha iyi olabilir. Eğer anayasada milletler yazılacaksa hepsi yazılsın. Başbakan sayıyor ya Gürcü, Çerkes, Arnavut,..”diyerek pozisyonunu netleştirdiği görülmektedir.[9]

        Karayılan, PKK’ya yakın bir televizyona 29 Nisan 2013’de yaptığı 
açıklamada PKK’nın şartlarını tekrar etmiştir.Karayılan şöyle demiştir: “Geri 
çekilme tamamlanırsa 2. aşama başlayacak. Bu aşamanın özellikleri Türk 
Devleti’nin çözüm karşısındaki görevlerini yerine getirmesidir. Yani anayasada 
bir reform yapması, koruculuk sistemi ve özel kuvvetleri vb. güçleri bir kenara 
çekmesi ya da bunları sivilleştirmesi. Bu savaş güçlerinin ya lağv edilmesi ya 
da geri çekilmesi gerekiyor. 

Aynı şekilde yeni bir anayasanın düzenlenmesi gerekiyor. Bunda Türkiye’nin 
demokratikleştirilmesi, Kürt inkarının kaldırılması ve varlığının kabul 
edilmesi, Kürt halkının özgürlüklerinin garanti altına alınması, aynı şekilde 
Türkiye’de yaşayan diğer halkların da, yaşayan farklı etnik ve dini kimliklere 
özgürlük tanınması gerekiyor.”[10] 

         BDP eşbaşkanı S. Demirtaş’ın açıklamaları ise çok açıktır. Demirtaş, 
Öcalan’ın İmralı tutanaklarında açıkladığı gibi sürecin üç aşamalı olduğunu 
söylemektedir. Birinci aşama geri çekilme, ikinci aşama yeni anayasa ve üçüncü 
aşama normalleşmedir. Demirtaş: “Birinci aşamadan sonra, Türkiye’nin 
demokratikleşmesi denilen ikinci aşama var. Bu aşamada yasal reformlar ve 
anayasal değişikler var.” “Hükümet, demokratikleşme konusunda adım atmak 
zorunda. Eğer PKK’ya ‘sen geri çekil ve bana fırsat ver. Ben Türkiye’de 
demokratikleşme yapacağım’ diyorsa..Ve PKK’da buna uyuyorsa..Şimdi adım atma sırası hükümetindir.”

          Aslında İmralı tutanaklarına göre, Öcalan, Hükümetin Kürt 
reformlarının çekilme bitmeden gerçekleşmesini istiyordu. Ya bu şartta Hükümetin istediği üzerine bir değişiklik oldu ve Hükümetin kamuoyu karşısında elini güçlendirmek için reformlar PKK çekilmesi sonrasına bırakıldı ya da Demirtaş serbest bir yorum yaptı. İkinci ihtimal yok denecek kadar azdır.

        Peki, PKK’nın demokratikleşme konusunda bekledikleri neler? Demirtaş, 
önce bir geçiş dönemi anayasası sonra ikinci anayasadan bahsediyor. AKP 
Hükümetinden reformları bekledikleri geçiş dönemi anayasasında Demirtaş, “Bütün Türkiye için bölgesel yönetimler önereceğiz. Bir tür özerklik bu… Seçimle iş başına gelen ve yetkileri (egemenliği diye okuyun bundan dolayı özerklik değil federasyon Ü.Ö.) merkezle paylaşan bölge meclisleri bu…Bu bölge meclislerinin içinden de bir tür bölge hükümeti olan bölge yürütmesi çıkıyor. Valinin yerini de seçimle gelen bölge başkanları alıyor.(Erdoğan valiler seçimle gelebilir demişti. Ü.Ö.) Biz parlamentoya anayasa teklifimizi bu şekilde sunduk. Ulusal güvenlik, genel adalet ve savunma, genel bütçe planlama gibi hizmetlerin dışındaki eğitim, sağlık, kültür, turizm bütün hizmet ve  yetkiler bu bölge meclislerine ait oluyor.” Şimdi Demirtaş’ın canalıcı cümlesi geliyor: “BİZ BU MODELİ BARIŞ SONRASI İÇİN DEĞİL, BARIŞ İÇİN ÖNERİYORUZ.” 

            Özetle, Demirtaş, Öcalan, PKK ve BDP’nin AKP Hükümetinden beklediği 
anayasal ve yasal değişikliklerin temelinde federasyonu koyuyor ve ekliyor: “ 
‘Türkçe dışında anadilde eğitim yapılamaz’ diyen bir anayasayı asla kabul 
edemeyiz. Herkesi Türk olarak kabul eden bir maddeyi de kabul edemeyiz.”

            Demirtaş Öcalan’ın hapishaneden çıkması ile ilgili olarak şöyle 
söylüyor: “Öcalan’ın hapiste tutulmasının nedeni Kürt sorununun çözülmemiş 
olması ve savaşın devam ediyor olmasıydı. Bu koşullar ortadan kalktığında belki 
cezaevi anlamsızlaşır. Öcalan’ı orada niye tutsunlar ki? Yeterince hapis yatmadı 
mı? Onbeş yıl yattı.” PKK yöneticileri konusunda da Demirtaş’ın cevabı açık: 
“Dönmek isteyenler dönebilir sürecin sonunda bence.” [11]

         AKP, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine Anayasa Komisyonuna verdiği 
öneride Anayasa’nın ikinci maddesinde Türk Milleti kavramını kullanmıştır. Ancak iktidar partisi yeni anayasada “değiştirilemez maddelerin” olmaması gerektiğini söyleyerek, birkaç sene sonra yapılacak bir değişikliğinde alt yapısını 
hazırlamayı hedeflemiştir.

         Şu anda üzerinde çalışılan Türkiye Cumhuriyeti isminin devlet 
kurumlarından çıkarılmasıdır. Önce Sağlık Bakanlığı bunu denemiş fakat Türk 
Milleti sert tepki gösterince geri adım atmıştır. Sonra valilikler valilik 
isimlerinden T.C. ibaresini silmeye başlamışlardır. Şimdi Başbakanlık’a bağlı 
kurumların ibarelerinden T.C silinmektedir. AKP’den istifa eden Karacabey 
Belediye başkanının belediyeye tekrar T.C. ibaresini koydurması, bu adımın bir 
parti politikası olduğunu göstermektedir.

T.C. ibaresi çıkarılırken Tunceli’de isyancı lideri Seyit Rıza’nın heykeli 
dikilmiştir. Siirt’te Halk Kütüphanesine Sivas Kongresini basmak üzere İngiliz 
istihbaratçı binbaşı Noel ile birlikte hareket eden ve Malatya’yı basan Celadet 
Ali Bedirhan’ın ismi verilmektedir.        
AKP İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu, AKP iktidarının başarısından bahsederken, “Hepimiz Türk olmaktan kurtulduk” demiştir. Aziz Babuşçu anlaşılan Türk olmaktan kurtulmuş olmaktan çok memnun. Ancak Aziz Babuşçu unutmamalı,  Alparslan, Fatih, Kanuni, Mimar Sinan, Abdülhamit de Türk’tür.Kültür Bakanı, bu millet kendi adını kendisi koyacaktır diye açıklama yapıyor.

         Bir ülkenin vatandaşlarının %85-90 arasında bir kesimi anadilini Türkçe 
diye beyan eder ve kendisini Türk olarak tanımlarken, “Türk Milleti” kavramının 
anayasadan çıkarılmasını talep etmek, siyasal bir çılgınlık ve küstahlıktır.

        3) PKK İle Yapılacak Uzlaşmanın Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyetten Daha Önemli Olması 

         A. Öcalan’ın yaşanan süreci bu şekilde tanımlaması ilk bakışta yersiz 
bir küstahlık gibi görünse de aslında meselenin gerçek doğasını ifade 
etmektedir. Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet düzenlenmeleri Türk devletinin 
kendi içinde yaptığı düzenlemelerdir. Oysa PKK ile yapılması planlanan anlaşma 
Türk devletinin varlığını sona erdirirken, PKK’yı/Öcalan’ı yeni devletin kurucu 
unsuru haline getirmektedir.Bundan dolayı, Öcalan müzakere, mütareke ve kirli 
barış sürecinin sonunda ortaya çıkması hedeflenen devletin artık Türk devleti 
olmayacağı noktasından bakıldığında bu tespitinde haklıdır. 

        Cengiz Çandar bu tespiti ve süreci şu şekilde izah etmektedir: “Öcalan 
ile görüşmeleri iyi bilen bir üst düzey iktidar yetkilisi görüşmemizde şunu 
söyledi: ‘Adam Kürt hareketinin tümünün ilerisinde düşünüyor.Onun için pek çok şey teferruat. Öcalan, Hakan Fidan’la ve onun üzerinden Başbakan’dan aldığı sinyalle ‘Türkiye’nin yeniden yapılanmasına varacak bu iş’ diye stratejik bir karar almış. …Erdoğan ile Öcalan arasında Türkiye modeli üzerinde egzersiz var.” Çandar’ın ifadesini netleştirirsek, yazar, Erdoğan ve Öcalan yeni devleti nasıl kuracaklarını tartışmaktadırlar demektedir.

       4) Başkanlık sistemi ve federal bir sistemin unsurları olan senato ve 
halklar meclisi adlı iki parlamentonun kurulması

       Öcalan tarafından ortaya atılan ve üzerinde “bugün barışın …kapısını 
aralayan” “Demokratik Ulus İlkesi” ve “Ortak Vatan İlkesi” başlıklarının doğal 
sonucu federal bir devlet yapısıdır. Öcalan’ın önerdiği senato ve halklar 
meclisi kurumları da bir federal devletin yasama organları olarak görülmelidir.

        Başbakan Erdoğan’ın Öcalan ile mütareke görüşmeleri çerçevesinde 
müzakereler devam ederken, 2023’de eyaletlere geçeceğiz açıklaması, Erdoğan ile Öcalan’ın Türkiye’de milli devletin tasfiyesi konusunda aynı fikirde olduğunu 
göstermektedir.Başbakan Erdoğan, bununla da yetinmemiş, Osmanlı döneminde Kürdistan eyaleti olduğundan bahisle tezine tarihsel derinlik kazandırmak istemiştir.

       5) Hakikatler Komisyonunun Kurulması

          Öcalan “Hakikatler Komisyonu” adlı komisyon ile Güneydoğu Anadolu’da 
PKK’ya karşı etkin mücadele eden güvenlik görevlilerinin ve devletin yanında yer alan vatandaşların politik ve psikolojik olarak ezilmelerini, toplumsal olarak 
tasfiye edilmelerini sağlamak istemektedir. Çekilme süreci ile ilgili AKP ve 
BDP’nin kurduğu, MHP ve CHP’nin katılmadığı komisyon Hakikatler Komisyonunun ilk adımı olmuştur.

          6) Öcalan ve PKK üst düzey kadrolarının serbest kalmasının güvence 
altına alınması

         Öcalan ile müzakere görüşmelerinin başlamasından sonraÖcalan’ın tek 
istediğinin barış olduğu ve kendisi için herhangi bir af istemediği, Kandil’deki 
örgüt yöneticilerinin de Avustralya’ya yerleşecekleri propagandası yapılmıştır. 
Ancak böyle bir propagandanın akla aykırı olduğu ortadadır. Nitekim Öcalan’ın 
BDP’lilere yaptığı açıklama, hem kendisinin hem Kandil’deki şeflerin siyasete 
katılmalarının önünün açıldığını göstermektedir. Yeni Şafak’ta A. Selvi, 
Öcalan’ın affedileceğini yazmıştır. Radikal’de Cengiz Çandar aynı hususu 
vurgulamıştır. Nisan 2013 sonu itibarı ile işleyen süreç ise KCK’lıların serbest 
bırakılmasıdır. Mart-Nisan 2013’de 212 KCK’lı tahliye edilmiştir.

         7) Köylere Dönüş  

        Sürecin en zayıf maddesi budur. Köylere dönüş büyük ölçüde 
gerçekleşmiştir. Ancak Öcalan bu süreci daha da güçlendirerek, özellikle PKK 
yanlısı kadroların köylere dönmesini arzu etmektedir.  Çünkü PKK terörü yeniden başlar ise bu köyler PKK’nın lojistik altyapısını oluşturacaktır.

        8) Türkiye’nin Avrupa Yerel Yönetimler Şartına koyduğu çekinceleri 
kaldırması

        Bu çekincelerin kaldırılmasının Öcalan-PKK-BDP üçlüsünün nihai talepleri 
açından bakıldığından büyük bir öneminin olduğunu söylemek zordur.

       Öcalan tarafından ileri sürülen şartlar adım adım uygulanırken, süreç ile 
ilgili olarak PKK-KCK-BDP-Öcalan cephesindeki gelişmeleri incelemek, sürecin 
geleceğini okuyabilmek açısından önemlidir.   

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi, BÖLÜM 1

PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi,  BÖLÜM 1 



21. Yüzyıl 
Türkiye Enstitüsü                           
Terörizm ve Terörizmle Mücadele
07 Mayıs 2013 Salı
PKK ile Müzakere, Mütareke ve Kirli Barış Sürecinin Analizi
Ümit Özdağ 

   Devletimizin ve milletimizin geleceği açısından hayati öneme sahip günlerden 
geçiyoruz. Önümüzdeki birkaç sene içinde gerçekleşecek gelişmeler çocuklarımızın nasıl bir Türkiye’de daha açık bir ifade ile Türkiye’den geriye kalan kısımda yaşayacağını belirleyecek.

         Yaşanan gelişmeleri  algılama konusunda aydın kamuoyu ikiye bölünmüş 
durumda. AKP Hükümetinin de desteklediği, eski komünist yeni liberal ve 
kendilerine muhafazakar diyen aydınlar, A. Öcalan ile yapılan müzakereleri büyük bir sevinçle karşılıyorlar. “Nihayet anaların gözyaşları dinecek” diyorlar. AKP Grup Başkan Ayşenur Bahçekapılı “Bayram var, Bayram” diyerek süreci 
değerlendirmiştir. İktidar Partisinin grup başkan vekili Ayşenur Bahçekapılı, 
CHP ve MHP’yi kana istemekle suçlayıp, artık Türkiye’de CHP ve MHP’ye yer 
olmadığını söylerken, Türkiye’de bayram olduğunu açıklıyor.

     Öte yandan Türk Milletinin çok büyük bir bölümü, MHP ve CHP, milliyetçi, 
vatansever aydınlar, gelişmeleri bütün bir endişe ve tepki ile izliyorlar, 
ülkemizin bir bölünme sürecine girdiğini ileri sürüyorlar.

         Gelişmeleri izleyen milletimizin genellikle gelişmelerin alacağı şekil 
ile ilgili büyük endişe içinde olduğu görülüyor.  Yapılan en son (Nisan 
2013/Metorpoll) bağımsız çalışmanın ortaya koyduğu husus, “Öcalan ile yürütülen müzakereleri destekliyor musunuz?” sorusuna % 35 “evet”, % 58 “hayır” dediğidir. % 7 ise kararsız görünüyor.

       Aynı gelişmeler ile ilgili olarak bir milletin mensupları bu kadar farklı 
iki tepki verebilirler mi? Evet, verebilirler. Birinci Dünya Savaşı sonunda 
imzalanan ve Türk Milletinin varlığına açıkça kasteden Mondros Mütarekesini 
herkes acı ve nefret ile hatırlayacaktır. Ancak Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra İstanbul’da kutlamalar düzenlenmiş, fener alayları yapılmış, hatıra pulu basılmıştır. Kötü hatta milli bir felaket olduğu çok açık olan gelişmeleri dahi milletler hemen anlayamayabilirler.

            Bugün yaşanan Öcalan ve PKK ile müzakere, sonra mütareke (ateşkes) 
ve nihayet kirli barış sürecini bir bütünlük içinde ortaya koyabilmemiz için 
1984’den buyana Türkiye’nin terörizm ile mücadelede hangi aşamalardan geçerek bugüne geldiğini ortaya koymamız gerekmektedir. Çünkü, AKP Hükümetinin Öcalan ve PKK ile müzakere yolunu seçmesinin temel nedeni, “PKK’yı, Kürtçülüğü Türkiye Cumhuriyetinin milli-üniter devlet yapısı üretmiştir” ve “terör ile mücadele edilerek sonuç alınamıyor” gerekçeleridir. 

Bu gerekçelerin doğru olup olmadığı ancak 1984’den buyana yaşananları tahlil 
edersek anlaşılabilir.

        Kürtçülük Sorunu Türkiye Cumhuriyetinin Ürettiği Bir Sorun Mudur?

       AKP Hükümeti ve destekleyen politik/kültürel çevreler, PKK sorununun 
Türkiye Cumhuriyeti’nin bir üniter milli devlet olmasından kaynaklandığına 
inanırlar ve savunurlar. Ne demektir milli ve üniter devlet. Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet olması demek,  Türk devleti olması demektir. Siyasi ve hukuki olarak Türk Milleti, Türkiye’de yaşayan ve vatandaşlık bağı ile Türk Milletine bağlı olan herkesin oluşturduğu millettir. Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet olması demek, TBMM’nin tek egemen olması ve tek başkentin Ankara olması demektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk devleti olmasından rahatsız olanlar, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin Türk Milletinin değil de hangi milletin devleti olduğu sorusuna cevap vermelidirler.

2. Abdülhamit Han anayasa tartışmaları sırasında şöyle demiştir: “Bir hükümdar 
için lazım olan şey, memleketin yararıdır. Eğer bu yarar anayasanın ilanında 
ise, o da yapılıyor. Fakat iyi uygulanır mı, Türk’ün yararı saklı kalır mı, 
burasını kestiremiyorum.”[1] Keza Panislamizm politikalarını en yoğun uygulayan sultan olan 2. Abdülhamit Han Piriştina Belediye Meclisinin Arnavutça hutbe okunması kararına ret cevabı verirken, “Bu benim hükümranlık (egemenlik) hakkımdır. Hala dilimizi öğrenmemişler mi?” cevabını vermiştir.[2]

Selçuklu ve Osmanlı Hakanları kendi egemenlikleri ile eşit olan her hangi bir 
egemenliği devletlerinin sınırları için de Osmanlı’nın adı üzerinde yıkılma 
dönemi hariç kabul etmemişlerdir. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti, Türk ve tek 
egemen yapısı ile Selçuklu ve Osmanlı’nın devamıdır. Esasen TBMM 1922’de 
308’nolu kararında bu hususu şöyle ifade etmektedir: “Osmanlı Devleti’nin 
kurucusu ve gerçek sahibi olan Türk Milleti..düşmanlarına karşı kıyam 
etmiş..bugünkü kurtuluş gününe vasıl olmuştur.”[3]

            Buna rağmen,AKP zihniyeti milli-üniter devletten vazgeçilir ise PKK 
ve Kürtçülük sorununun da sona ereceğini düşünmektedir. Başbakan Erdoğan şöyle demektedir: ”Osmanlı medeniyetinde farklılıklar zenginliktir. Ama Osmanlı’dan sonra zaafa uğradık ve neticesinde diğerleri, ötekileri, biz, onlar gibi bu tür yaklaşım tarzları birbirimize bağlayan kardeşlik özelliklerinde bir zafiyet 
meydana getirdi. Şimdi bunu aşmamız gerekiyor.”

Buradaki algı şudur. İstiklal Savaşı’nı gerçekleştiren Atatürk ve heyeti 
Osmanlı’yı yıkmıştır. “Biz Türk’üz” demiş, diğer insanları yabancılaştırmıştır. 
Bu çok yanlış bir tarih algısı olmasına rağmen anılan çevrelerde geçerlidir. 
Ancak bu algı Türkiye Cumhuriyeti öncesindeki Kürtçü isyanları izah 
etmemektedir. Oysa Cumhuriyeti kuran Türk milliyetçileri Osmanlı devletinin 
yıkılmaması için Trablusgarb’tan Filistin Cephesine, Irak’tan Kafkas Cephesine 
yıllarca savaşmışlardır. Herkesin ayrıldığı noktada özellikle Balkan Savaşı’ndan 
ve nihayet Birinci Dünya Harbi’nden sonra geriye kalan Türkler, Türkiye 
Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Oysa, Kürtçü isyanlar Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan çok önce başlamıştır.  Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı, (1806-1823)İsyan, Baban aşiretinden Süleymaniye kentinin kurucu lideri olan İbrahim Paşa’nın ölümünün ardından, aşiretin artan gücünden endişe duyan Osmanlı idaresinin, rakip aşiretten Halid Paşa’yı emir olarak atamasıyla patlak vermiştir.İbrahim Paşa’nın torunu Abdurrahman Paşa’nın 3 yıl süren bu isyanı, 1808 yılında bastırılmış ve 
Abdurrahman Paşa, İran’a sığınmıştır.  İsyan, İran tarafından desteklenmiştir. 
1823’e kadar sürmüştür.

İkinci isyan Babanzâde Ahmet Paşa isyanıdır(1812).Türk-Rus Savaşı’nın(1806-1812) sonlarına doğru ve Osmanlı Devleti’nin Sırp isyanıyla uğraştığı bir dönemde, yineaynıaileden, Babanzade Ahmet Paşa’nın başlattığıisyan, 1812’de 
bastırılmıştır.

Üçüncü isyan, Mîr Muhammed isyanıdır(1830).Soran Aşiretinin lideri Mir Muhammed Paşa’nın, Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa ’nın isyanından  cesaret alarak çıkardığı ayaklanmadır. Bu isyan sürecinde, Yezidiler, Baban Emirliği ve yerel aşiretlerle de çatışan ve Musul’a kadar geniş bir bölgede etkin olan Mir Muhammed,  1836 yılında bölgedeki din âlimlerinin Mir Muhammed’in isyanını onaylamayan ve kınayan fetvalarının da desteğiyle, güçlü bir Osmanlı müdahalesinin ardından 
isyan bastırılmıştır.

Dördüncü isyan Revandüzlü Kör Mehmet İsyanıdır (1832). Revandüz hakimi Kör 
Mehmet Paşa liderliğinde Kuzey Irak’ta gerçekleşmiş ve Osmanlı’nın, Mısır Valisi 
Mehmet Ali Paşa’nın Ordusuna Nizip’te yenilmesi üzerine; 1833’de Mardin ve 
Diyarbakır’a kadar genişlemiştir. Ancak, bir sene sonra, Mehmet Reşit Paşa 
komutasında ilerleyen Osmanlı Ordusunun etkisi ve Kürt dini liderlerin tepkisi 
ile isyan sona ermiştir. Kör Mehmet, 1836’da yakalanarak, İstanbul’a 
götürülmüştür.

Beşinci isyan, Cizreli Bedirhan Bey İsyanıdır (1836). Bedirhan Bey, 1831’de 
Yeniçeri teşkilatını lağvetmiş ve yeni ordu için asker isteyen İstanbul’un 
talebini, Türk-Rus savaşından istifade ederek geri çevirmişti. 1836’ya kadar 
Cizre’deki diğer aşiretleri etrafında birleştiren Bedirhan Bey, Osmanlı’ya isyan 
etmiştir.

Altıncıisyan Yezdan Şer İsyanıdır( 1855).1855’te, Bedirhan Bey’in yeğeni Yezdan Şer isyan etmiş ve Musul’dan Van Gölüne kadar geniş bir bölgeyi kontrol altına almıştır. Rus Ordusu çekildikten sonra, umduğu İngiliz desteğini sağlayamayınca çökmüştür. Daha sonra Yezdan Şer tutuklanmıştır.

Yedinci isyan Şeyh Udeydullah İsyanıdır. (1880)

19.yüzyılda gerçekleşen son  isyanın önderliğini Nakşibendi Şeyhi Şeyh Ubeydullah yapmıştır. İran’daki Kürtlerin maruz kaldıkları girişimleri bahane ederek, 20 bin isyancıyla, İran’a girmiş ve birçok Azeri Türk’ünün de katledildiği saldırıda bulunmuştur. 1881’de Şeyh’in Osmanlı tarafından tutuklanmasıyla son bulmuştur. 2. Meşrutiyet’in ilanı üzerine Rusya’nın tahriki ile Molla Selim İsyanı 1913’de Taşnak partisi ile işbirliği içinde başlamıştır. Özetle, bölücülük sorunu Türkiye Cumhuriyetinin milli ve üniter devlet yapısının ürettiği bir sorun değildir. Bölücülük sorunu 19. Yüzyılın başından itibaren devletin başına birçok badire açmış bir şekavet tir.

GÜVENLİKÇİ ANLAYIŞ SONUÇ VERMEDİĞİ İÇİN PKK İLE MÜZAKERE BİR ZORUNLULUKTUR

 PKK ile müzakereleri haklı göstermek için ileri sürülen ikinci gerekçe, ise 
terörle mücadelenin başarılı olmadığıdır. Şimdi bu tezi de inceleyelim. AKP 
Hükümeti ve destekçileri edilgen, teslimiyetçi ve müzakereci stratejiyi haklı 
göstermek için “Terör 1984’den beri devam ediyor. Güvenlikçi anlayış ile bir 
yere varılamadı. Demek ki müzakere doğru” söylemini kullanmaktadırlar.     

Oysa,1984’den 1999’a kadar PKK ile süren mücadele sonunda PKK askeri olarak 
yenilmiş, hedeflerini gerçekleştirmesi engellenmiştir. PKK, 15 Ağustos 1984’de 
Eruh ve Şemdinli’ye yaptığı saldırıdan sonra “Bağımsız, Birleşik Sosyalist 
Kürdistan” hedefini ilan etmiş ve stratejik savunma, stratejik denge ve 
stratejik saldırı konseptine dayanan Maoist Halk Savaşı ile Türk Ordusu’nu G.D. 
Anadolu’dan çıkarma hedefini açıklanmıştır. PKK 1990’ların başında kendisini bu 
hedefe yakın görmüş, Öcalan 50 bin kişilik bir orduya ulaşacaklarını 
açıklamıştır. PKK, Türkiye’yi cephe, Kuzey Irak’ı ise cephe gerisi olarak ilan 
etmiş, terörü Kuzey Irak merkezli olarak geliştirmiş ve Türkiye’ye taşımıştır.

        1987’de sıkıyönetimin kalkması ve Olağanüstü hal rejiminin uygulanmaya 
konulması ile  TSK terörle mücadeleden büyük ölçüde çekilmiş ve terörle mücadele İç İşleri Bakanlığı tarafından devralınmıştır. 1990 Kuveyt Savaşı sonrasında Kuzey Irak’ta oluşan boşluk PKK için büyük bir fırsat olmuş, PKK gelişmesini sürdürmüştür. 1992 Kasım’ında TSK’nın başlattığı Kuzey Irak operasyonu ile birlikte ordu, terör ile mücadeleyi İç İşleri Bakanlığı’ndan sıkıyönetim ilan edilmeden devralmıştır. Türk Ordusu, 1993-1997 arasında uygulanan Türkiye’de “alan hâkimiyeti” ve PKK’nın “cephe gerisi” olan Kuzey Irak’ı ise sürekli sınır ötesi operasyonlar ile cepheleştirerek, 1997 senesine gelindiğinde PKK’yı askeri olarak mağlup etmiştir. 1998 terörün statikleştiği yıldır. PKK, eylem gücünü büyük ölçüde yitirmiş, Kuzey Irak’tan gerçekleşen PKK sızmaları ülkemizin iç kesimlerine ilerleyemeden güvenlik güçleri tarafından Hakkari’de yok edilmiştir. PKK Eylül 1998’de tek taraflı ateşkes ilan etmek zorunda kalmıştır.

        Ekim 1998’de Cumhurbaşkanı S. Demirel TBMM’nin açılış konuşmasında 
Suriye’yi Öcalan’ı teslim etmemesi durumunda savaş ile tehdit etmiştir. Şam, 
Öcalan’ı derhal sınır dışı etmiştir. Öcalan, Rusya, İtalya, Yunanistan ve Afrika 
üzerinden çıktığı yolculuğun sonunda yakalanmıştır. Türkiye’nin Yunanistan’ı 
tehdit etmesi ve bir Türk-Yunan savaşı çıkma ihtimali ABD’yi harekete 
geçirmiştir. ABD’nin Öcalan’ın bulunduğu Kenya’ya ve Yunanistan’a baskı yapması sonucunda, Öcalan Türk devletine teslim edilmiş ve 31 Mayıs 1999’da İmralı’da yargılanmaya başlanmıştır.

Yargılama sırasında Öcalan asılmamak kaygısı ile PKK’nın Kuzey Irak’a 
çekilmesini istemiş, örgüt bu emre uymuştur. Türkiye, PKK tarafından ilan edilen ateşkesi kabul etmemiş ve terör örgütü ile mücadele sürdürülmüştür. Kuzey Irak’a çekilen 500 PKK’lı geri çekilme sırasında çıkan çatışmalarda öldürülmüştür. 
Ancak mücadele bununla da kalmamıştır. TSK, 2002 sonuna kadar PKK ile 
mücadelesini Kuzey Irak’ta sürdürmeye devam etmiştir. Bütün bunlar 
göstermektedir ki, Öcalan ile 57. Hükümet döneminde İmralı’da istihbarat almak amacı ile askerler ve istihbaratçılar tarafından görüşülmüş ancak AKP 
Hükümetinin yaptığı gibi müzakere ve pazarlık yapılmamıştır. Bu dönemde Öcalan ile yapılan görüşmelerin niteliği Öcalan’ın sorgulaması olmuş, Öcalan’ın 
karşısına Başbakanın temsilcisi çıkmamıştır.

        Özetle, PKK ile askeri mücadele PKK’nın bağımsız devlet hedefine 
ulaşmasını engellemiştir. PKK’nın ilan ettiği bağımsız, birleşik, sosyalist 
Kürdistan hedefi engellenmiştir. Lideri Öcalan ve askeri lideri sayılan 
ŞemdinSakık yakalanmıştır. 20 bin terörist öldürülmüştür.

          2000’de 29, 2001’de 20 ve 2002’de 7 şehit verilmiştir. Türkiye içinde 
terör eylemleri sona yaklaşır iken Türkiye, terörle mücadeleyi tamamen Kuzey 
Irak’a taşımıştır.Başarısız oldu dedikleri güvenlikçi anlayış bu sonucu 
almıştır. Bu bir başarıdır. PKK terörü etkisiz kılınmıştır, terör örgütünün ülke 
üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmıştır. PKK kendisini Kuzey Irak’ta savunmaya 
zorlanmıştır. Öcalan, İmralı’da bir mahkum haline gelmiştir.

AKP DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜNÜN TIRMANMASI

           2003’den itibaren PKK terörü tekrar tırmanışa geçmiştir. Bunun beş 
temel nedeni vardır. Bunlar,

          a) AKP Hükümeti ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında terör örgütü ile 
etkin mücadele için düzgün bir politika geliştirememiştir,

          b) Avrupa Birliğine tam üyelik uğruna ancak Batı Avrupa’da uygulanacak 
hukuki mevzuat Türkiye’ye taşınmış ve güvenlik güçlerinin terörle mücadele için 
sahip olması gereken hukuki imkanlar ellerinden alınmıştır.Yol denetimleri 
kaldırılarak, PKK’lıların karayollarını istedikleri gibi kullanmasının önü açılmıştır.   Kırsalda gıda denetimleri kaldırılarak, PKK’nın dağ kadrolarının 
beslenmesinin önü açılmıştır.

         c) AKP Hükümeti terör ile mücadelede doğru bir anlayış ile gerekli 
önlemler almadığı gibi, Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı yürütülen sert mücadele 
ile terörle mücadelenin en seçkin isimleri tutuklanmıştır.

         d) Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik sınır ötesi operasyonlar için 
TSK’dan gelen talepleri  Hükümet göz ardı etmiştir.

         e) Başbakan yardımcısı Beşir Atalay’ın 2 Mayıs 2013’de "Bizim temel 
icraatımız, daima köklü belirlenmiş stratejilerimiz. Şu günlerde çözüm süreci 
diye bir çalışmamız var. Bu yeni bir şey değil. 11 yıl önce başlattığımız 
çalışmanın yeni bir evresidir. 14 Ağustos 2001’de kurulduğunda yapılan programda bugünkü yaptıklarımızın ana hatlarıyla yazılı olduğunu görürsünüz. Çok iyi çalışarak yazdık biz o programı” diyerek,  AKP’nin daha ilk günden PKK terörü ile mücadele etme amacının olmadığını ortaya koymuştur.[4]

       AKP Hükümetlerinin politikaların ve hatalarının neticesinde PKK terörü 
tırmanışa geçmiştir. 2003’de 31, 2004’de 75, 2005’de 105 askerimiz şehit 
olmuştur. Nihayet 2006’da AKP ile PKK arasında İngiltere’nin hakemliğinde 
Oslo’da müzakereler başlamıştır. Müzakereler devam ederken, terör de devam 
etmiştir. 2006’da 111, 2007’de  146, 2008’de 171, resmi açılım yılları olan 
2009’da 56, 2010’da 88 ve 2011’de 99 şehit verilmiştir.2012’de ise 123 şehit 
verilmiştir.

Üstelik, PKK terörü son on yılda tırmanırken, AKP Hükümeti PKK’nın nihai hedefi 
olan ayrı milletleşme ve kaçınılmaz olarak devletleşme sürecine hizmet edecek 
olan adımlar atmış, tavizler vermiştir. Bu çerçevede;

          1) TRT Şeş adı ile devlet Kürtçe televizyon yayınına başlamıştır.

          2) Kürtçe devlet okullarında seçmeli ders olmuştur.

         3) Üniversitelerde Kürtçe bölümleri açılmıştır, öğretmen yetiştirilmeye 
başlanmıştır.

         4) PKK’nın siyasi koluna Kürtçe propaganda yapma imkanı verilmiştir.

         5) Etnik örgütlenmeler ve bölücü propaganda serbest kalmıştır.

        6) Belediyeler Kürtçe yazışma yapmaktadırlar.

        7) Kürtçe bilme şartı ile kamu personeli istihdamı yapılmıştır.

        8) Merkezden bağımsız Bölgesel Kalkınma Ajansları kurulmuştur.

        9) Mahkemelerde ana dilde savunma hakkı kabul edilmiştir.

       10) Büyükşehir belediyeleri yasası ile idari federasyonun alt yapısı 
kurulmuştur.[5]

        Özetle, 30 yıldan bu yana bitmeyen terör sloganı bir yalandır. Terör 
güvenlikçi önlemler ile büyük ölçüde bitirilmiş, AKP’ye terörsüz bir Türkiye 
teslim edilmiştir. Terörü canlandıran AKP’nin son 10 yılda uyguladığı 
politikalardır. Bundan dolayı doğru tespit son 10 yıldır bitmeyen terördür. Bu 
politikalar, yenik, Kuzey Irak’ta yaşamı için mücadele eden bir terör örgütünü, 
bugün 1984’den bu yana en güçlü olduğu konuma getirmiştir. Nisan-Mayıs 2013 itibarı ile PKK’ya katılım en üst seviyesindedir. Örgüt telsiz çağrılarında 
“Şimdi bize katılanlar Kürdistan eyalet kurulduktan sonra güvenlik görevlisi 
olacak” diyerek propaganda yapmaktadırlar.

Bu politika sonucunda Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi 23 Nisan 2013 
tarihli raporunda PKK’yı terörist değil aktivist olarak nitelendirmiştir. 25 
Nisan 2013’de Beyaz Saray’dan yapılan açıklamada da PKK çekilmesinden 
bahsedilirken, PKK terör örgütü olarak nitelendirilmemiş tir.

2002’de İmralı’da bir mahkum olan Öcalan, bugün Time dergisine göre dünyanın en etkili 100 kişisinden birisidir.     

        PKK, terörü devam ettirdiği halde  AKP Hükümeti tarafından muhatap 
alındığını görmenin rahatlığı içinde terörü müzakere masasında baskının aracı 
haline getirmiştir. Oslo’da Başbakanın özel temsilcisi PKK temsilcilerine PKK 
üzerindeki baskıların kaldırıldığını, aksine baskı yapan bürokratların PKK 
tarafından Hükümete şikayet edilmesi gerektiğini söylemiştir.

Başbakanın Başdanışmanı Oslo’da PKK’lı muhataplarına şöyle demektedir: 
“Geliştirilen bir özgürlük alanı açıldı…Bir noktaya kadar tolere edebiliyorsunuz. Çünkü dediğim gibi alandaki valiler, emniyet müdürleri bu noktada gerçekten çok değerli insanlar.Yani şu anda sizi bilmiyorum. Spesifik olarak isim vererek şikayet edebileceğiniz şu adam düşmandır bu adam şeydir.”Bu cümleler AKP döneminde terörle mücadelenin ruhunu ortaya koymaktadır. Diğer bir ifade ile AKP Hükümeti terör ile mücadeleyi yasaklamış ve hatta cezalandırmıştır.

        Oslo’da Başbakan’ın özel temsilcisinin ifade ettiği gibi Türk Ordusu’nun 
PKK’ya karşı bütün planlı operasyonları durdurulmuştur. Askerlik yapan herkes 
bilir planlı operasyonların durdurulması terörle mücadelenin durdurulmasıdır. 
Bütün bunlar olurken, PKK ise terör eylemlerini tırmandırmaya devam etmiştir.

          Nihayet Ocak 2009’da TRT 6’in yayına başlamasını Temmuz 2009’da Kürt Açılımının ilan edilmesi izlemiştir. Açılımdan sorumlu Başbakan yardımcısı Beşir Atalay STÖ’ları televizyonlar eşliğinde dolaşarak gezerken ve görünürde sözde çözüm önerileri toplar, özde halkı sürece alıştırmak için psikolojik operasyon yaparken, Oslo’da PKK’lılar ile 9 maddelik bir protokol üzerinde anlaşma sağlanmıştır. Bu noktada TSK’nın nasıl yıpratıldığını ele alalım.

           2007 SONRASINDA TSK YIPRATILMIŞTIR

2007 sonrasında Türk Ordusu’nun karşı karşıya olduğu süreç, bir ordunun karşı 
karşıya kalabileceği en hüzün verici durumdur. Şüpheli deliller ile yargılanan 
subay ve generaller, terörist olarak mahkum olan Genelkurmay başkanı ve komuta kademesi, intihar eden kahramanlar. Neticesinde savaş yeteneğini yitirmiş bir deniz kuvvetleri, savaş yeteneği ağır darbe almış ve uçaklarının tamamını uçuramayacak bir hava kuvvetleri, bütün güvenlik sırları, savaş planları ortaya dökülmüş bir ordudan bahsediyoruz.

        TSK kadrolarına karşı sürdürülen psikolojik savaş neticesinde ağır bir 
baskı süreci Harp Okulundaki öğrenciden başlayarak en üst rütbedeki genelkurmay başkanına kadar uzanmaktadır. Türkiye’de her subay her an tutuklanma, casusluk ve terörist olmakla suçlanma ihtimali ile karşı karşıya görev yapmaktadır.

        Terörle mücadelenin efsane çocukları “özel kuvvet” mensuplarına 
suikastçi katil muamelesinin yapılmış, Türk ordusunun en seçkin subayları 
ahlaksızca “çocuk katili olmakla” suçlanmışlardır. Komutanları Korg. Engin Alan 
mahkum olmuştur. Özel Kuvvetin Cumhuriyet tarihi boyunca yetiştirmiş olduğu en başarılı isimlerden birisi olanTürk ordusundaki tek üç üstün cesaret ve feragat madalyası, altı üstün birlik yetiştirme takdirnamesi ve 180 takdirname sahibi olan Alb. Levent Göktaş’ın yıllardan beri hapishanede olması herhalde silah arkadaşlarının moralini yükseltmiyordur.

          Seçkinlerin en seçkinleri olan ve gizli ve açık operasyonlarda en önde 
giden hem Kardak’ta ve hem Cudi’de savaşan SAT’çıların da başına gelenler silah arkadaşlarını acaba nasıl etkilemektedir?

         PKK’ya karşı mücadelede en öndeki güç olan Jandarma Genel Komutanlığı 
sistemli saldırılar ile yıpratılmıştır. Komutanlığın geleceği belli değildir. 
Jandarma Genel Komutanlığı Türkiye’nin % 92’sini kaplayan bir alanda 83 İl alay komutanlığı, 900 ilçe jandarma komutanlığı ve 2000 jandarma karakolu ile yurt sathına yayılan bir güçtür. Terörle mücadelede de uzmanlaşmış kadroları ile; 5384 subay, 22 bin astsubay, 24 uzman çavuş, 55 uzman erbaş ve 133 bin erden oluşan bu profesyonelleşmiş güçten şimdi bütün erler tasfiye edilerek küçültülmesi ve Jandarma Genel Komutanlığı tekerlekleri olmayan bir arabaya dönüşmesi planlanmaktadır.

         Oslo sürecinde askere “operasyon yapmayın” baskısında bulunulması, 
jandarma istihbaratın sahaya çıkarılmaması, birçok jandarma karakol komutanının kendisine bağlı olan köyleri bile ziyaret edememesi neticesini vermiştir. Jandarma’nın PKK ile mücadelede efsane komutanları Tuğg. Ali Aydın, Albay Cemal Temizöz, Albay Abdülkerim Kırca, Albay Hasan Atilla Uğur’un akibetleri nin silah arkadaşlarının moralini yükselttiğini söylemek mümkün değildir.     

           Sonuç olarak bir subayın yazdığı mektuptan özetlemek gerekir ise 
savaşın doğasını bilmeyen, bölgenin üstünden uçarak dahi geçmemiş olan köşe 
yazarlarının şehit veren, gazi olan, şehit olan, barut kokan subayları gazeteler  deki köşelerinde cahilce infaz etmeleri, haklarında açılan soruşturmalar, Hakkari’de olduğu gibi PKK’nın döşediği mayınların TSK’ya mal edilmesi, 1990’lı yıllarda PKK ile mücadele eden subay ve polis kadrolarının Öcalan’ın önerdiği Hakikatleri Araştırma Komisyonunda yargılanacak iddialarının ortaya atılması ve yalanlanmaması, Genelkurmay Başkanı’nın terörist olarak bütün karargahı ile tutuklu olması, PKK ile değil, TSK ile mücadele edildiği inancını vermektedir.

         TSK’ya yönelik bu saldırı ve komploların amacını belki de en iyi 
özetleyen Taraf gazetesi yazarı Melih Altınok’un şu satırlarıdır: “Bu gazete ve 
tekmili birden yazarları, daha 1-2 yıl önce, icraatları bugünkü çözüm süreci 
projesinin yanında teferruat sayılacak hükümeti, Erdoğan’ı alkışlamıyorlar 
mıydı? Ergenekon davasındaki, Balyoz’daki 12 Eylül referandumundaki hakkaniyetli tavrımız hangi sürecin başlaması içindi?”[6]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***