2 Mart 2017 Perşembe

IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER


IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 


2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

ORSAM 
Rapor No: 21
ORSAM-ORTADOĞU TÜRKMENLERİ PROGRAMI Rapor No: 7
Kasım 2010 
ISBN: 978-605-5330-60-6 
Ankara - TÜRKİYE © 2010 



Bu raporun içeriğinin telif hakları ORSAM'a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, 
yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; 
ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Stratejik Bilgi Yönetimi,  Özgür Düşünce Üretimi 

Tarihçe;

Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 
1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır. ORSAM, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı’na bağlı bir kuruluştur. 

Ortadoğu’ya Bakış; 

Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. 
Ortadoğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptir. 
Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik haklarına, bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek 
ulusal ölçekte kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir. Sözkonusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir. 
Cepheleşen eksenlere dâhil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi, bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir. 

Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları; 

ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM, bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM; web sitesiyle, aylık Ortadoğu Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. 
Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. 


TAKDİM 

Türkiye, modern Irak’ın kuruluşundan bugüne Irak’tan sürekli olarak göç almıştır. Irak’ın içinden geçtiği siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçlere bağlı olarak göçün ölçeği ve dinamikleri değişiklik göstermiştir. Ancak 1991’de yarım milyon Iraklı mültecinin sınırlarına dayanması Türkiye’nin uzun süredir karşı karşıya kaldığı en büyük mülteci kriziydi. 2003 sonrası dönemde, Türkiye’ye 
yönelik Irak kaynaklı göç 1991 krizine göre daha düşük bir düzeyde de olsa devam etti. Kuşkusuz Irak, Türkiye’nin göç aldığı ülkelerden yalnızca biridir ve incelenmesi gereken tek ülke değildir. Ancak Irak’ın içinden geçtiği kritik sürecin Türkiye’yi de içine alan çok geniş ve çok boyutlu bölgesel etkilerinin olması, ORSAM olarak ilgimizi Irak’a yoğunlaştırmamızı gerekli kılmaktadır. 

Diğer taraftan, Irak’tan göçün sürmesi ve 2003 sonrasındaki göçün açtığı yaraların sarılamaması, Irak’ın yeniden inşası sürecinde büyük sıkıntılar oluşturacaktır. Dr. Didem Danış’ın belirttiği gibi, Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede 
mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. 

Dr. Didem Danış’ın, 2003 sonrasında Irak’tan komşu ülkelere ve Türkiye’ye yönelik göç sürecinin araştırıldığı bu çalışması iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası olmak üzere üç dönemde Irak göçünün gelişimi ele alınmaktadır. Raporun ikinci bölümünde 
ise, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekilleri, sosyal ve ekonomik koşulları incelenmektedir. Son bölümde ise Türkiye’deki Iraklılarla ilgili bazı politika önerileri sunulmaktadır. 

Raporda, göç sürecinin dikkat çekici pek çok boyutu bulunabilir. Bunlar arasında, mültecilerin Irak’taki yerlerine geri dönme olasılığının tartışıldığı bölümde ulaşılan sonuçların bilhassa önemli olduğu düşüncesindeyiz. Tespitlere göre, mültecilerin geri dönüşü için yurtlarını terk ederek gurbet yollarına düşmeleri ne neden olan faktörlerin ortadan kalkması şimdilik bir hayal olmanın ötesine geçmemektedir. Nitekim yapılan araştırmalar da pek çok Iraklı’da için geri dönüş beklentisinin kalmadığını göstermektedir. 

ORSAM olarak önümüzdeki dönemde, Irak’tan gerçekleşen göçün farklı boyutlarına ilişkin yeni çalışmalar yayınlamayı planlamaktayız. Zira bu “sessiz kriz” insani boyutlarla sınırlı kalmayacaktır. 
Üzerinde çokça düşünülmesi, araştırma yapılması ve politika önerileri geliştirilmesi gerekmektedir. 
Yeni çalışmalarla ilgili her türlü görüş ve tekliflerinize açık olduğumuzu belirtmek isteriz. 
Bu vesileyle, Dr. Didem Danış’a ve ekibine titiz çalışmaları için teşekkürlerimizi sunuyor, yeni çalışmaların hazırlanması için güzel bir örnek oluşturması temennisinde bulunuyoruz. 

Hasan Kanbolat 
Başkan 
Hazırlayanlar: 
Araştırmacı: Dr. Didem Danış, ( Galatasaray Üniversitesi ve ORSAM Danışmanı ) 
Araştırma Asistanları: Damla Bayraktar, Gül Çatır, Emin Salihi 
Raportörler: Dr. Didem Danış, Damla Bayraktar 

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

Özet;

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açmıştır. 

Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler olmuştur. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yönelmiştir. Türkiye de, Iraklı sığınmacı göçmenler için önemli bir ülke olmuştur. 1991 yılında yarım milyon Iraklının Türkiye sınırlarına gelmesini 
tetikleyen mülteci krizinden beri az ama sürekli bir Iraklı göçü devam etmiştir. 

Irak göçünün gelişimi üç dönemde ele alınabilir: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren ilk dönem, 1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle pek çok Iraklının bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmesine yol açmıştır. 2003’te Amerikan işgaliyle başlayan ikinci dönemde, Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olmuş, ancak kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 2003-2006 arası 
dönemde, ülkeye huzur ve demokrasi geleceğini düşünen Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Iraklıların iltica dosyalarını askıya alarak, komşu ülkelerde sığınma başvurusu yapanların uzun bir bekleme dönemi yaşamalarına neden olmuştur. 

Irak göçünün üçüncü ve şimdilik son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. BMMYK bu kararında, Irak’ın özellikle güney ve orta bölgelerinde şiddet olaylarının yoğun olarak yaşandığını belirtmiş ve bu bölgelerden göç eden kişilerin sığınılan ülkeler tarafından geri çevrilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir. 

2007 yılından itibaren ABD’nin Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Komşu Arap ülkelerindeki durumdan farklı olarak, Iraklıların çoğu Türkiye’de geçici bir süre kaldıktan sonra başka ülkelere göç etmiştir. Bunun başlıca nedeni Türkiye’nin imzalamış olduğu anlaşma ve düzenlemelere göre Türkiye’nin diğer Avrupa’dan gelmeyenler gibi Iraklılar için de bir iltica sağlama yükümlülüğünün bulunmamasından kaynaklanmaktadır. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi sınırlama maddesinin hâlâ korunuyor olması ve İskân Kanunu’nun sadece Türk kökenli yabancıların vatandaşlık alabilmesini mümkün kılması, Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu yüzden Türkiye, Iraklıların önemli bir kesimi için geçici süre kalınacak transit bir ülke olarak görülmektedir. 

BMMYK tarafından 2007 yılında yayınlanan bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. 
Diğer komşu ülkelere oranla daha az sayıda Iraklının Türkiye’yi tercih etmesinin sebepleri arasında, yasal engeller, coğrafi uzaklık, dil farkı (Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkçe bilmemesi), Türkiye’nin pahalı olması ve Türkiye’de mültecilere yardım eden sivil toplum kuruluşlarının az olması gibi faktörler sayılabilir. 

Türkiye’deki Iraklı mevcudiyeti farklı tipolojiler barındırmaktadır. Bunlar dört grup altında toplanabilir: 
Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret amacıyla mekik dokuyan göçmenler ve ikamet izniyle oturan yasal göçmenler. 

Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. 
Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. Ancak, mevcut kargaşa ortamında cemaatleşme ve adam kayırma güçlenerek “öteki”leştirme, birbirine güvensizlik ve düşmanlığa dönüşmüştür. 

Ve son olarak, göçün en ağır sonuçlarından biri Irak’ın yetişmiş insan birikimini kaybetmesidir. 
Iraklılar içinde eğitimli ve orta sınıf meslek sahibi kişiler gerek genel çatışma ortamı gerek doğrudan kendilerine yapılan tehditler yüzünden ülkeyi terk etmektedir. Irak’ın geleceği tartışılırken sıklıkla göz ardı edilen ve telafisi on yıllar sürecek bu “insan kapasitesi kaybı” Irak’ın yeniden inşası sürecinde en çok sıkıntı yaratacak unsurlardan bir olacaktır. 

Giriş 

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açtı. Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler oldu. 1991-2003 arasında milyonlarca Iraklı’yı kabul eden İran, 2003 sonrasında bu rolünü Suriye ve Ürdün’e bıraktı. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yöneldi. 

Toplam iki milyona yakın Iraklı şiddet ve çatışma ortamından kaçıp komşu Arap ülkelerine sığınırken, Türkiye’deki Iraklı sayısı çarpıcı bir şekilde düşük kaldı. BMMYK’nın 2007’de yayınladığı bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. Ancak resmi sığınmacıların sayısı az olsa da 1991’deki büyük iltica hareketinden beri Türkiye’ye yönelik devam etmekte olan bir göç hareketi olduğu bilinmektedir. 

Bu raporda, Iraklıların göç etmesine neden olan koşullar, göçün farklı dönemlerde aldığı şekiller ve Türkiye’de bulunan Iraklıların yasal statüleri ve sosyo-ekonomik durumlarına değindikten sonra, ilgili kurumlarla ilişkilerini inceleyeceğiz. Araştırmanın saha çalışmasını yürüttüğümüz İstanbul’da Iraklılar arasında en dikkat çekici gruplar, üçüncü bir ülkeye yer-leştirilmek üzere sığınma başvurusunda bulunanlar ve ikamet izniyle oturanlar oldu. Bunlar dışında çalışma amaçlı gelmiş ve çoğunlukla gerekli evraklar olmadan ikamet eden kişiler bulunmaktaydı. Ancak İstanbul, Ortadoğu’nun ekonomik açıdan en dinamik kenti olmasına rağmen, Iraklı göçmen ve mülteciler için çeşitli 
dezavantajlar taşımaktadır. Yüzbinlerce Iraklının yaşadığı Şam veya Amman’a kıyasla, İstanbul’da kiraların yüksekliği, hayat pahalılığı, Türkmenler dışındaki Iraklılar için dil ve kültürel farklılıklar, yardım kuruluşlarının sınırlı sayıda ve kapasitede olması, Iraklı sığınmacı ve göçmenler için Türkiye’yi zor bir alternatif haline getirmektedir. Tüm bu faktörlerden daha önemli olansa, Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerine sıcak bakılmıyor oluşu ve geçici olarak görülmeleridir. Sonuçta Türkiye pek çok Iraklı için geçici bir süre kalınan transit bir ülkedir. 

Bu çalışma, Yakın Doğu Fransız Enstitüsü’nden (Institut Français du Proche-Orient) Geraldine Chatelard ve East London Üniversitesi’nden Philip Marfleet tarafından yönetilen “Irak Göç Örüntüleri” başlıklı uluslararası araştırma kapsamında Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Suriye, Ürdün, Türkiye ve Lübnan’da farklı ekipler tarafından yapılan saha çalışmalarının Türkiye ayağı Dr. Didem Danış tarafından yürütülmüştür. 
Araştırma bulguları, Mayıs 2009’da Şam’da yapılan bir atölye toplantısı ve Ocak 2010’da Beyrut’ta yapılan bir konferansla araştırmacılar arasında paylaşılmıştır. ORSAM tarafından desteklenen Türkiye’deki çalışmada, Damla Bayraktar, Gül Çatır ve Emin Salihi araştırma asistanları olarak görev almışlardır. Nisan-Mayıs 2009 ve Eylül-Kasım 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yüz yüze görüşmeler 
yapılarak gerçekleştirilen araştırma sırasında, Türkiye’ye göç etmiş farklı etnik ve dini kökenlerden gelen, farklı yasal statülere sahip yirmi Iraklının yanı sıra ve bu kişilerin bağlantıda olduğu kurumlarla görüşülmüştür. 

Bu kurumlar arasında, 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), 
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 
Irak Konsolosluğu, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD), 
Kerkük Vakfı, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), 
Uluslararası Katolik Muhaceret Komisyonu (ICMC), 
Caritas, Keldani-Asuri Yardımlaşma Derneği (KADER), 
Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı bulunmaktadır. 

Bu araştırma için, bir karşılaştırma zemini olması açısından Didem Danış’ın 2003 - 2006 yılları arasında doktora tezi kapsamında İstanbul’da yürüttüğü 
saha araştırmasının bulgularından da faydalanılmıştır. 

Bu rapor iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Irak göçünün gelişimini incelerken üçlü bir dönemselleştirme yapacağız: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. İlk olarak, Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren dönem incelenecektir. 
1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle 
pek çok Iraklı bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmiştir. 2003’te Amerikan işgaliyle Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olsa da, çok kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 20032006 arası dönemde Irak’tan ülke dışına yönelik göç özellikle komşu Arap ülkelere yönelmiş ve BMMYK’nın Iraklıların iltica dosyalarını dondurmasından dolayı belirsizlikle biçimlenen uzun bir bekleme dönemi yaşanmasına neden 
olmuştur. Irak göçünün son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Raporun ikinci bölümünde, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekillerini, sosyal ve ekonomik koşullarını inceleyeceğiz. Ülkemizde bulunan Iraklılar dört farklı statüde bulunmaktadır: Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret başta olmak üzere çeşitli sebeplerle git-gel yapanlar ve ikamet izni veya vatandaşlık hakkı kazanmış olanlar. Ayrıca, diğer alternatif güzergâhlara kıyasla İstanbul’un tercih edilme nedenlerini tartıştıktan sonra, İstanbul’da bulunan Iraklıların göçünü düzenleyen ve onlara yönelik hizmet sunan kurumları 
tanıtacağız. Son olarak, Türkiye’de bulunan Iraklılarla ilgili politika önerileri sunacağız. 


***




DÖNEMLERE GÖRE IRAK’TAN GÖÇ 

1.1. 2003 Öncesi Irak’tan Göç 

BÖLÜM 1: 

Irak’tan göç denildiğinde akla ilk olarak, 1991 Körfez Krizi sonrasında yarım milyon Iraklının Türkiye’ye, bir milyona yakınının da İran’a sığındığı 
“büyük kaçış” gelir. ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırdıktan kısa bir süre sonra, Mart 1991’de, kuzeyde Kürtler, güneyde de Şiiler Saddam Hüseyin yönetimini düşürmek üzere ayaklanmışlardır. Ancak, bu eylemleri el altından teşvik eden müttefik güçler, daha sonra Baas yönetiminin toparlanmasına seyirci kalmayı tercih edince, Irak ulusal ordusu tarafından isyancılara yönelik şiddetli bir bastırma operasyonu yürütülmüştür. Böylece, önce Şiiler, sonra da Kürtler en yakın komşu ülkelere kitlesel olarak 
sığınmak için yollara dökülmüştür. 

Mart-Nisan 1991’de Türkiye’ye akın eden ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu, aralarında Türkmen ve Hıristiyanların da bulunduğu sığınma hareketi aslında Türkiye için ilk değildi. İran’la yapılan savaşın bitmesiyle, Mart 1988’de Halepçe’de yaşanan ve 5 bin kişinin ölümüne neden olan kimyasal saldırıya benzer bir katliama maruz kalmaktan korkan 100 bin civarındaki1 Kürt nüfus, güneydoğu sınırından giriş yaparak Türkiye’ye sığınmıştı. Nisan 1991’de yarım milyon Iraklı, Türkiye sınırına kaçmaya başladığında, 1988 sığınmacılarından 30 bin kadarı Türkiye’de bulunmaktaydı (Kaynak, 1992: 47). 

Bu ikinci iltica krizinin hacmi ve hızı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk hükümeti bir yandan eldeki imkânların kısıtlılığı, öte yandan ülke içindeki Kürt meselesinin bir süredir alevlenmiş olmasından dolayı, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Iraklı sığınmacı grubuna şüpheyle yaklaştı ve başlangıçta sınır kapılarını açmak konusunda isteksiz davrandı(Kirişçi, 1994 ve 1993). Ancak, bu durum uzun sürmedi ve uluslararası kamuoyunun da etkisiyle, Iraklılar kısa sürede Türkiye’ye kabul edilerek, sınıra yakın bölgelerde geçici kamplara yerleştirildiler. 

1991’deki kitlesel mülteci krizi sanıldığı kadar uzun sürmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerisiyle Britanya ve ABD, 36. paralelin 
kuzeyinde “güvenli bölge” kurulması ve Türkiye’ye kaçan sığınmacıların Irak içindeki bu bölgede korunmasını sağlayan bir projeyi iki ay içinde hayata geçirdiler. “Güvenli Bölge” uygulaması, mülteci akımlarını azaltan ve yönünü ters çeviren bir strateji olarak görüldü. 1991’deki kriz sırasında, Irak içinde “güvenli bölge” yaratma projesinin de, bu açıdan bakıldığında istenen sonucu verdiğini söylemek yanlış olmaz. 1991 Mayıs sonunda Muhteşem Kaynak’ın yaptığı araştırmaya göre, iki ay gibi bir süre içinde yüzbinlerce Iraklı geri dönmüş, 
Türkiye’de sadece 14 bin sığınmacı kalmıştı. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı 5 bine düşmüştü (Kaynak, 1992: 49). 

Büyük mülteci krizi geçtikten sonra, 1990’lı yıllar boyunca Irak’tan göç daha küçük ölçekli ama istikrarlı bir şekilde devam etti. Bu göçü tetikleyen başlıca etken, 1991 Körfez Savaşı’nı takip eden dönemde uygulanan ambargoların ekonomik ve sosyal anlamda Irak’ta yol açtığı ağır tahribat oldu. Körfez Savaşı sırasında altı hafta boyunca süren ve ülkenin altyapısına ağır hasar veren hava saldırılarıyla başlayan süreç, BM denetiminde uygulanmaya başlayan ambargolarla Irak’ın gündelik yaşamı üzerinde ağır ve yaygın bir hasara yol açtı. 6 Ağustos 1990’da BMGK’nın 661 sayılı kararıyla Irak’la ticaret yapılmasına –tıbbi amaçlar için üretilmiş ürünler ile insani gıda maddeleri hariç olmak 
üzere – yasak getirilmişti.2 


1991 ve 2003 arasındaki bu ortamda, göçün ufak ufak ama sistematik bir şekilde devam etmesi, Irak’taki durumu yakından takip eden araştırmacılar için çok da şaşırtıcı olmadı. 1990’larda Irak’taki atmosfer, özellikle gençler arasında genel bir memnuniyetsizlik hissiyle biçimlenmişti. Gençlerin, anne babaların dan müreffeh Irak’ın 1970’lerde kalan güzel günlerine dair dinledikleri nostaljik öyküler, kendilerini bir parçası olarak hissedemedikleri yeni Irak’ta giderek şiddetlenen bir rahatsızlık duygusuna dönüştü. Gençler başta olmak üzere, 
pek çok Iraklı için göç –Iraklıların ifadesiyle “çıkış”– ülkedeki sosyal ve ekonomik kriz ortamından son kurtuluş yolu anlamına geliyordu (Lafourcade, 2001). 

Ambargo yıllarında ekonomik altüst oluş, yaygın güvensizlik ve geleceğe yönelik belirsizlik hissi gibi olguların Irak’tan göçü tetikleyen unsurlar olduğunu söyledik. Bunlara ek olarak, devletin ekonomik ve sosyal alandan çekilmek zorunda kalırken, siyaset alanında şiddetini arttırdığını, baskı ve gözetim politikasının da Irak’tan kaçış arzusunu güçlendirdiğini belirtmek gerekir. Halkın gündelik yaşam zorluklarına çözüm bulamayan Iraklı yöneticiler, iktidarlarının devamını sağlamak için toplum üzerindeki baskılarını arttırdılar. Benzer bir süreç ülkenin kuzeyinde 90’lı yılların ortalarında birbirleriyle savaşmaya başlayan Kürt gruplar arasında da yaşandı. 

Bu kuvvetli göç arzusuna rağmen, çeşitli engelleyici faktörler 2003’e kadar göçün etkisinin, potansiyelinin altında kalmasına neden oldu. 

Bu kısıtlayıcı unsurlar arasında hem Irak yönetiminin göçü engelleme çabası, hem de göç etme hayali kurulan ülkelerin katı göç ve iltica politikaları sayılabilir. Öncelikle Irak hükümetinin, insanların ülke dışına çıkışını denetlemeye 
yönelik uyguladığı baskılar –örneğin pasaport edinmek için ödenmesi gereken yüksek ücretler, ülke dışına çıkacakların dönüşlerinde almak üzere yatırması şart koşulan depozito uygulaması veya göç etmiş kişilerin Irak’ta kalan ailelerine çıkarılan zorluklar–, ardından da Batı hükümetlerinin Iraklıların vize başvurularına yönelik olumsuz tutumları ve Irak göçüne kapıları kapatmış olması, bu göçün gerçek kapasitesine ulaşmasını engelledi. Bu durum, 
2003 sonrası Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesiyle birlikte değişecek, pasaport veya turist vizesi alma prosedürleri Iraklılar için kolaylaş tırılacaktı. Yönetimin zorunlu kıldığı çıkış yasaklarının ortadan kalkması, ileriki bölümlerde de anlatılacağı gibi göçün artışında önemli bir kolaylaştırıcı etmen haline gelecekti. 

Kısıtlayıcı politikalar yine de, Irak vatandaşlarının yurtdışına gitme arzusunu tümüyle yok edemedi. Irak göçünü 10 yıldan uzun süredir takip eden Fransız araştırmacı Geraldine Chatelard’a göre “1990 ve 2002 arasında 1,5 milyondan fazla Iraklı dönmemek üzere ülkeyi terk etti” (Chatelard, 2005: 123). Irak’tan ayrılanların sayısı hakkındaki tahminler, farklı görüşlere göre, 2 ila 4 milyon arasında değişiklik gösteriyor olsa da, her 6 veya 10 Iraklıdan birinin ülkeyi terk ettiği anlamına gelen bu sayıların her halükarda çok ciddi bir olguya işaret ettiğine kuşku yoktur (Danış, 2009a). 

1.2. 2003-2006: İşgal Altında Yaşam ve Göç 2003’te Saddam Hüseyin’in iktidardan düşmesiyle, Irak göçü hız ve şekil değiştirdi. 2003’e kadar Irak’tan kaçanların önemli bir kısmını oluşturan Şii ve Kürt gruplar, kendileri için ekonomik ve siyasi anlamda kazanım vaat eden bölgelerde yeni bir gelecek umuduyla kalmayı tercih ettiler. Bunda elbette, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak’ın “barış ve demokrasi yolunda ilerleyen bir ülke” olduğunu iddia eden ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin, Iraklıların iltica başvurularına yönelik olumsuz tavrının da etkisi oldu. İşgalin ilk yıllarında şüpheci de olsalar, Irak halkında bir umut yeşermişti. 

2003-2004 bu sebeplerden dolayı genel göçün azaldığı, hatta dönemsel geri dönüşün başladığı yıllar olmuştur. 1959 yılında kurulmuş olan Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD) Başkanı Mehmet Tütüncü de, yaptığımız görüşme sırasında 2003-2005 arası Irak’a geri dönüşler yaşandığını teyit etmiştir: “ 2003’e kadar göç devam etti. 2003’te [Irak’a] Geri Dönüş başladı. İnsanlar büyük bir umutla geri döndü. Kalanların birçoğu da 2-3 sene bekledi durum düzelsin diye.” (Mehmet Tütüncü ile görüşme, 11.11.2 )

İşgal sonrası ilk yıllarda Irak’tan yurtdışına göç edenler daha çok yeni şekillenen Irak siyasetinde aradıklarını bulamayan ve bu sebeple sosyoekonomik zorluklarla karşılaşan gruplar oldu. 
2003 sonrası Irak’taki iktidar konumlarının değişmesiyle yaşam koşulları zorlaşan, yeni baskılara maruz kalan Türkmenler ve Asuri-Keldani Hıristiyanlar,  on yıllardır devam eden göç sırasında kurulan ilişki ve akraba ağları sayesinde Irak dışına göç etmeye devam ettiler. Öte yandan, Kuzey Irak’ta kurulan yeni Kürt oluşumunun yarattığı iyimser havanın etkisiyle Kürtlerin 
yurtdışına göçlerinde azalma yaşandı. 

Ancak 2005’ten itibaren her şey değişmeye başladı. Güvenlik durumu çok ciddi derecede kötüleşirken, şiddet, kargaşa, adam kaçırma, tecavüz ve nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Irak’taki işgal sonrası şiddet o derece tırmandı ki, pek çok Iraklı düzen ve asayiş uğruna, Saddam Hüseyin dönemini arar hale geldi. Kasım 2009’da İstanbul’da görüştüğümüz Iraklı sığınmacılar “2003’den beri her şeyin çok kötü, her günün bir öncekinden daha kötü” olduğunu ifade ettiler. En sık dile getirilen şikâyetlerden biri de “eskiden bir Saddam vardı, şimdi bin oldu” sözüydü: 

"2003’ten sonra hiçbir şekilde emniyet yoktu. Saldırının hangi taraftan geleceği bile belli değildi. Hükümetin kendisi çeteydi zaten. Bir sorun olduğunda polise gidemiyorduk. Polisin kimin tarafında olduğu belli değildi. Orada [Irak’ta] güvende olmak için kendine, kendi akrabalarına güvenebilirsin ancak. […] En 
son tehdit, ağabeyim aracılığıyla bana yapıldı. Ağabeyime, burayı terk etmemi yoksa beni öldüreceklerini söylemişler. Ben de ayrıldım. Zaten ayrılma fikri hep kafamda vardı. Kendini bile koruyamayan bir hükümet beni nasıl 
koruyacak." (Iraklı erkek sığınmacı, 38 yaşında, İstanbul’da görüşme 17.11.2009) 

Ancak 2003-2006 yılları arasında Irak’ta yaşanan bu sıkıntılara ve göçün devam ediyor olma-sına rağmen, ülke dışına kaçan Iraklıların iltica başvuruları donduruldu. Batılı ülkelerin göz yumduğu bu manasız kararın ardında, Saddam 
Hüseyin sonrasında Irak’ın bir “barış ve demokrasi ülkesi” haline geldiği yolundaki iddia etkili olmuştu. 

Oysa yukarıda aktardığımız üzere, Irak’ta yaşam koşulları her geçen gün kötüleşiyordu ve mülteci statüsü tanınmaması, Irak’tan göç olmadığı anlamına gelmiyordu. Irak’a komşu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Iraklıların çoğu bekleme halindeydi. Batı ülkelerinin kapıları kapaması yanında, Türkiye’de Avrupa dışından gelenlere iltica hakkı tanımaması ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin sınırlı kalması Iraklıların bu ucu açık bekleme dönemlerinde 
sıkıntıları arttıran bir faktör oldu. 


Grafik-1: 2002-2006 Yılları Arasında Endüstrileşmiş Ülkelere Kabul Edilen Iraklıların Sayısı 
Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 

Irak’ın komşu ülkelerindeki tabloya bakıldığında, 2003-2006 arasında bu ülkelere sığınmış çok az kişinin mülteci hakkı alabildiği görülür. 2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirilmiştir. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklıların sayısı 33’tür.3 

Irak işgalinin ilk yıllarında, yani 2003-2006 arası dönemde işgal sonrası Irak’taki ortamın düzenli hale geleceğine dair beklentiler Irak’tan göç eden kişilerin yaptıkları iltica başvurularının dondurulmasına neden olmuştur. Irak’taki 
durumun sanıldığı gibi bir barış ve demokrasi ortamı olmadığı ancak 2006 yılında kabul edilmiştir. 
Şubat ayında Samarra’daki bir Şii camisine yapılan saldırı ve pek çok Iraklının ülkeden kaçmasına neden olan şiddet olayları Irak’ta güvensizlik ortamının her geçen gün kötüleştiğini ortaya koymaktaydı. 



***

TÜRKİYE ABD İLİŞKİLERİNDE OBAMA ETKİSİ ORTADOĞU VE IRAK



TÜRKİYE  ABD İLİŞKİLERİNDE OBAMA ETKİSİ ORTADOĞU VE IRAK 




Yrd. Doç. Dr. H. Tarık OĞUZLU 
Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü 
oguzlu@bilkent.edu.tr



Obama, Irak Ziyaretinde Başbakan El Maliki ile de bir süre görüştü. 

Kendilerini hem Iraklı Arap unsurlara karşı yalnız hisseden hem de ABD karşında seçeneksiz gören Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim, Türkiye 
ile olan ilişkilere daha fazla önem vermeye başlamış ve son dönem Ankara-Erbil yakınlaşması mümkün olabilmiştir. 

Barack Obama’nın ABD başkanı seçilmesi hiç şüphesiz, ABD’nin Ortadoğu politikalarında, Türkiye-ABD ilişkilerinin doğasında ve de Türkiye’nin Irak’taki 
aktörlerle ilişkilerinde önemli etkiler ortaya çıkaracaktır. 
Burada vurgulanması gereken en önemli unsur, ABD’nin Irak’tan ayrılma zamanı ile Türkiye’nin Iraklı aktörlerle olan sorunlarını çözme zamanı 
arasındaki yakın ilişkidir. Bu ayrılma ne kadar çabuk olursa, Türkiye’nin Iraklı aktörlerle olan görüş ayrılıklarını ortadan kaldırması da o kadar acil olacaktır. 
Seçim kampanyası sırasında, başkan olduğu takdirde Amerikan askerlerinin Irak’tan ilk 16 ay içerisinde çekileceğini vaat eden Obama, ABD birliklerinin Irak’taki statüsüyle ilgili anlaşmaya da bağlı kalacaktır.1 Amerikan askerleri Irak’ı tam anlamıyla terk etmeden önce Türkiye’nin, Kerkük’ün statüsü, Irak’ın kuzeyindeki PKK varlığı, Türkmenlerin yeni yönetimde nasıl temsil edilecekleri, Irak’ın doğal kaynaklarının Iraklılarca nasıl kullanılacağı ve de Irak’ın idari yapısının hangi prensipler çerçevesinde şekilleneceği konularında Iraklı aktörlerle, özellikle de Kürtlerle görüş birliğine varması önemlidir. Aksi takdirde ABD’nin gidişi, şu anki problemleri içinden daha da çıkılmaz bir hale dönüştürebilir. 

Türk-Amerikan ilişkilerinde Başkan Bush döneminde yaşanan gerginlikler ve krizler dikkate alındığında, Barack Obama’nın başkan seçilmesi 
birçok gözlemci tarafından olumlu karşılanmış, bu durumun Ankara-Washington hattında işbirliğinin artmasını sağlayacağı iddia edilmiştir. 
İlişkilerin eski Demokrat Başkan Clinton zama-nında olduğu gibi yine ortak çıkarlar ve güven üzerine inşa edileceği ileri sürülmüştür. Cumhuriyetçi 
bir başkanın Washington’da yönetimde olduğu geçtiğimiz sekiz yıl süresince, Türk-Amerikan ilişkileri kelimenin tam anlamıyla 
dibe vurmuş, bu da kaçınılmaz olarak, “Cumhuriyetçiler iktidarlarsa ikili ilişkiler de bir o kadar sorunsuz olur” genel kabulünü yerle bir etmiştir. 
Bu yazıda, geçen sekiz yıl içinde yaşanan krizin nedenleri üzerinde durulmayacaktır, çünkü bunlar artık yeterince bilinmektedir. Biz daha 
çok, Başkan Obama ile Türk-Amerikan ilişkilerinde, özellikle de Irak bağlamında, nelerin değişebileceğini tartışacak ve bu yöndeki beklentileri 
ortaya koymaya çalışacağız. Bunu yaparken kaçınılmaz olarak hangi konularda radikal değişiklikler beklenmemesi gerektiğine de değineceğiz. 

Türk-Amerikan İlişkileri: Olumlu Beklentiler 

Obama’nın Başkan Bush’un Orta Doğu ve Irak politikalarını şiddetli bir şekilde eleştirmiş olması, şu anki iyimser beklentilerin en önemli 
zeminini oluşturmaktadır. Obama’ya göre Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanmakta olan güven erozyonunun en temel sebebi Başkan Bush’un 
izlediği politikalardır. Yeni yönetimin gözünde, Türkiye’nin Orta Doğu bölgesindeki en antiAmerikancı ülke haline dönüşmesi ve Türkler 
arasında Batı’nın niyetlerine kuşku ile bakan insanların sayısının artmış olması kaygı uyandıran gelişmelerdir.2 Obama seçilmesi durumunda, bu 
durumun değişmesi yönünde çalışacağı vaadinde bulunmuş, bu da Türkiye tarafından olumlu karşılanmıştır. ABD’nin Türkiye’nin PKK ile 
mücadelesinde gereken desteği uzun süre vermekten kaçınması, PKK’nın İran’daki uzantısı olan PJAK örgütünü terörist olarak tanımaması, 
Obama ekibi tarafından ilişkilerdeki sorunlu durumun oluşmasının temel nedenleri olarak görülmektedir. Yine ifade edilmektedir ki, Ekim 
2007’de başlayan stratejik istihbarat paylaşımına dayanan işbirliği çok geç gelen ve çok küçük bir adımdır. Yeni Muhafazakarların iktidarda etkili 
oldukları son sekiz yılda, Türkiye’nin 1 Mart 2003 Tezkerezi nedeniyle adeta cezalandırılması, Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine ilişkin olarak benimsediği 
kırmızı çizgilerin birer birer çiğnenmesi, Türkiye’deki anti-Amerikancı duyguların tırmanmasında etkili olmuştur. 



Iraklı Şii ve Sünni gruplar arasındaki bazı ciddi görüş ayrılıklarına rağmen, birçok önemli konuda Kürtlere karşı ortak bir cephe oluşturulmaya başladı. 

Bu arka plandan bakıldığında, Obama’nın iktidara gelmesi, Ermeni soykırımı iddialarının tanınacağı yönündeki endişelere rağmen, Türkiye’de 
olumlu karşılanmaktadır. Bu olumlu havanın ortaya çıkmasında Obama’nın yeni oluşturduğu dış ve güvenlik politika ekiplerinin kimlerden 
oluştuğu, Obama’nın ABD askerlerinin Irak’tan bir an önce çekilmesi yönünde takınmış olduğu tutum, Amerikan askerlerinin Irak topraklarını 
başka ülkelere karşı saldırı amaçlı kullanmayacakları garantisinin verilmiş olması, Orta Doğu barışı için başta İran ve Suriye olmak üzere bölge 
ülkeleriyle doğrudan görüşülmesi fikrinin benimsenmesi, Irak’ın toprak bütünlüğünün vurgulanması ve bu bağlamda başta Kürtler olmak 
üzere tüm Iraklı toplulukların cesaretlendirilmesi etkili olmuş olabilir. Obama’nın asıl ilgi alanını 

Afganistan’daki terörle mücadeleye kaydıracak olması ve bu bağlamda da Türkiye’nin işbirliğine her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyacak olması, 
yeni döneme ilişkin iyimserliğin artmasında olumlu bir unsur olabilir. 

Geçtiğimiz günlerde açıklanan Obama’nın dış politika ve güvenlik politikası ekiplerinde Türkiye’yi daha önceden ve yakından tanıyan 
şahsiyetlerin bulunması Türkiye açısından olumlu karşılanması gereken bir gelişmedir. Dışişleri Bakanlığı’na getirilen Hillary Clinton, eşinin 
başkanlığı döneminde Türkiye’yi sıklıkla ziyaret etmiş, dış politikada reelpolitikanın önemine inanan, Başkan Bush kadar “ Şahin” olan 
ama Obama kadar “güvercin” olmayan bir politikacı vasfıyla, ikili ilişkilerin ortak çıkarlar temelinde yeniden oluşturulmasında etkili olabilir.

< … Yeni Muhafazakâr politikalar, ABD’nin bölgedeki imajını ve yumuşak gücünü olumsuz şekilde etkilemiştir. Buradan hareketle denilebilir ki şayet yeni Amerikan yönetimi, ABD’nin yerlerde sürünen imajını tekrar iyileştirmek istiyorsa Türkiye gibi aktörlerle daha yakından çalışmak isteyecektir. >

Clinton’ın, müttefiklerin önemine ve dış politikanın değerlerden ziyade çıkarlar temelinde yürütülmesi gerektiğine inanan bir kişi olarak, Türkiye’nin ABD’nin bölgedeki çıkarlarının sağlanmasında etkili bir ülke olduğunu takdir edeceği düşünülmektedir. Obama tarafından Savunma Bakanlığı’ndaki görevinde bırakılan Robert Gates de, en az Clinton kadar gerçekçi ve reelpolitik dürtülere sahiptir. Neticede Gates, Irak’taki asker artırımına dayanan yeni stratejinin başarıyla uygulanmasında, demokrasinin zor kullanarak dahi olsa ihraç edilmesine inanan Yeni Muhafazakâr politikaların ABD’nin yumuşak gücü üzerinde açmış olduğu yaraların tedavi edilmesinde, Ankara ile Washington arasında PKK’ya karşı son dönemlerde geliştirilen stratejik işbirliğinin sağlanmasında etkili olmuş kişilerin başında gelmektedir. Bush tarafından Savunma Bakanlığı’na getirilmiş olsa da Gates ile Başkan Yardımcısı Cheney arasındaki görüş ayrılıkları açıkça ortadadır ve Gates görevde olduğu 
sürece yayılmacı ve saldırgan emperyalist politikaları şiddetle eleştirmiştir.3 Milli Güvenlik Danışmanlığı’na getirilen ABD’nin Avrupa’daki kuvvetlerinin eski komutanı James Jones da, Türkiye’nin önemini yakından bilen bir isimdir. 

1 Mart Tezkeresi’nin açmış olduğu yaraların tamir edilmesinde Jones ile Türk Genelkurmayı arasında geliştirilen yakın ilişkiler etkili olmuştur. 
Neticede Jones bir askerdir ve Türkiye’nin ABD’nin jeopolitik çıkarlarının gerçekleştirmesinde ne kadar kilit roller oynayabileceğini yakından 
tahmin edebilir. 

Olumlu havayı pekiştiren bir başka faktör ise Obama’nın Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesini, Iraklıların kendi güvenliklerini kendilerinin 
sağlamasına bağlamasıdır. Bu Türkiye açısından bakıldığında önemli bir konudur zira yecektir. 

Iraklı aktörler kendi güvenliklerini kendileri temin eder hale gelmeden, Amerikan askerlerinin apar topar Irak’tan çekilmesi daha çok kaos ve 
kargaşa yaratacak hatta böyle bir gelişme Irak’ta olası bir iç savaşı dahi tetikleyebilecektir. Her ne kadar Başkan Bush tarafından başlatılan sur-
ge stratejisi başlangıçta Obama tarafından eleştirilmiş olsa da, bu stratejinin ortaya çıkardığı olumlu gelişmeler yeni yönetim tarafından not 
edilmektedir. Ayrıca, yeni yönetim, Iraklı Sünni grupların bir an önce Irak yönetimine en meşru şekillerde dahil edilmesi gerektiğini söylemekte, 
bu da Ankara’nın Irak’ın bütünlüğüne dair taşımakta olduğu kaygıların dolaylı yollardan dahi olsa azalmasına neden olmaktadır. 

Irak’ın Geleceği 

Irak’ta son dönemde güvenlik sorunu göreceli olarak iyileşme sürecine girmiştir. Bu bağlamda, Obama yönetimi, Başkan Bush’un 2003-2006 
dönemine ilişkin politikalarını değiştirmiş olmasını önemsemektedir. İlk dönem Amerikan stratejisi, kuzeydeki Kürt gruplarla sıkı ilişkiler geliştirmeyi, 
Iraklı Şiilerin İran’ın güdümünde olmamak şartıyla merkezi yönetimde daha fazla söz sahibi olması gerektiğini, Saddam rejimiyle özdeşleştirilen 
Sünnilerin olabildiğince marjinalize edilmesini ve yine Sünnilerin hakimiyetinde olan Irak ordusunun dağıtılmasını öngörmekteydi. 
Bu politikaların, Irak’taki iç çatışmaları daha da alevlendirdiği, ABD güçlerine karşı yerel Sünni direnişi hızlandırdığı, Kürtlerin niyetlerine 
karşı Şii ve Sünni çevrelerde ciddi şüphelerin ortaya çıkmasına yol açtığı ve de El Kaide’nin Irak’ta daha fazla zemin kazanmasına yardımcı 
olduğu dikkate alındığında, Obama yönetiminin son dönem Bush politikalarını olumlu bulması memnuniyet vericidir. Sünni Uyanış hareketinin 
ortaya çıkartılıp desteklenmesi ve bu sayede bir yandan El Kaide’nin etkisinin azaltılması 


Türkiye ve Irak arasında son dönemde kuzeydeki Kürt yönetimini de kapsayan bir yakınlaşma yaşanıyor. diğer yandan da Sünnilerin Saddam sonrası dönemde 
yönetime dâhil edilmeleri, Obama ekibi tarafından olumlu bulunmaktadır. Zaten Savunma Bakanı olarak Gates’in görevinin başında bırakılmış olması bu durumun en önemli kanıtıdır. 

Obama yönetimin son dönem Bush politikalarını desteklemesinde hiç şüphesiz Irak içi gelişmeler önemli olmuştur. Görülmektedir ki, Iraklı Şii ve Sünni gruplar arasındaki bazı ciddi görüş ayrılıklarına rağmen, birçok önemli konuda Kürtlere karşı ortak bir cephe oluşturulmaya başlamıştır. Kerkük şehrinin Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetime bırakılmaması gerektiği, Kürt silahlı güçlerinin sadece kendi bölgesel yönetimi sınırları içerisinde etkin olmaları gerektiği, Irak’ın doğal zenginliklerinin Bağdat’taki merkezi hükümet tarafından çıkarılması ve işletilmesi gerektiği, elde edilen gelirlerin yine merkezi hükümet tarafından nüfusla doğruorantılı bir şekilde paylaştırılması gerektiği, Kürtlerin merkezi 
hükümetten bağımsız olarak kendi bölgelerinde petrol çıkartılmasına ve işletilmesine yönelik olarak uluslararası kurumlarla anlaşmalar imzalamaması 
gerektiği ve de Irak’ın idari yapılanmasının daha merkezi bir karakter kazanması gerektiği konularında, Sünni ve Şii Araplar arasında bir görüş birliği oluşmaktadır. 

Bundan dolayıdır ki, Amerikan yönetiminin Iraklı Kürtlere ilişkin görüşlerinde, son zamanlarda kayda değer bir değişiklik gözlenmektedir. Kendilerini hem 
Iraklı Arap unsurlara karşı yalnız hisseden hem de ABD karşında seçeneksiz gören Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetim, Türkiye ile olan ilişkilere 
daha fazla önem vermeye başlamış ve son dönem Ankara-Erbil yakınlaşması mümkün olabilmiştir. Gerek görevi devredecek Bush yönetiminin 
gerek görevi devralacak Obama yönetiminin Iraklı Kürt grupları, Türkiye ile olan ilişkilerini bazen zorlayarak dahi olsa geliştirme yönünde cesaretlendirmeleri, 
Türkiye açısından olumlu gelişmelerdir. 

 <   Iraklı Kürtlerin laikliğe verdikleri önem, Batı ile sıcak ilişkiler geliştirme arzuları, Türkiye üzerinden denizlere ve Avrupa’ya açılmak istemeleri, kendi doğal kaynaklarını Türkiye üzerinden Batılı pazarlara ihraç edebilmeleri, onları Türkiye ile sıcak ilişkilere yöneltebilir. >


Amerikan askerlerinin aşamalı ve sorumlu bir şekilde Irak’tan ayrılmaları, Iraklı Kürtlerle olan ilişkileri bağlamında Türkiye’nin çıkarına olacaktır. 
ABD’nin yokluğunda Iraklı Kürtlerin Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmeleri ve Türkiye’yi daha fazla önemsemeleri kaçınılmazdır. Bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi, ABD’nin yokluğunda Kürtlerin Türkiye’nin PKK ile ilgili taleplerine karşı koyabilmesi daha zor olacaktır. Sonuçta Ankara’nın karşısında pazarlık gücü azalacak olan Kürtler, PKK’ya karşı daha fazla işbirliğine yanaşacaklardır. ABD’nin varlığına ve her şeyden öte PKK’ya karşı harekete geçmedeki isteksizliğine dayanan eski anlayış yeni dönemde pek mümkün olmayacaktır. Bu bağlamda not edilmesi gereken önemli gelişme, Kasım 2007 deki Erdoğan-Bush mutabakatını takip eden dönemde, Irak’ın kuzeyindeki Bölgesel Yönetim’in 
Başkanı Mesut Barzani’nin Türkiye’ye ilişkin daha yumuşak bir tutum takınmaya başlamasıdır.4 Bunda hiç kuşkusuz Ankara’nın bölgeye ilişkin bakış açısının değişmeye başlaması da etkili olmuştur. Üst düzey Türk yetkililerin Iraklı Kürt temsilcilerle görüşmeleri Iraklı Kürtlerce önemsenmekte, Türkiye’nin kendilerini ciddiye almaya başladığı şeklinde yorumlanmaktadır.5 

İkincisi; ABD’nin yokluğunda Iraklı Kürtlerin, Iraklı Arapları ve İran’ı dengeleme politikaları çerçevesinde Türkiye’ye olan ihtiyaçlarının artacak 
olmasıdır. Saddam sonrası kazanımlarını koruma adına Türkiye ile geliştirecekleri yakın ilişkiler önemli olabilir. Neticede, ABD’nin 
gidişinden sonra, Irak’ta Arapların, özellikle de Şii Arapların ve bölge ülkesi olarak İran’ın, daha etkin bir konum kazanmaları muhtemeldir. Iraklı 
Kürtlerin laikliğe verdikleri önem, Batı ile sıcak ilişkiler geliştirme arzuları, Türkiye üzerinden denizlere ve Avrupa’ya açılmak istemeleri, 
kendi doğal kaynaklarını Türkiye üzerinden Batılı pazarlara ihraç edebilmeleri, onları Türkiye ile sıcak ilişkilere yöneltebilir. 

Bu bağlamda kayda değer iki gelişme, son dönemde PKK ve Demokratik Toplum Partisi’nin Türkiye içerisinde takip etmeye başladıkları şiddet politikalarının 
Irak Kürtleri tarafından eleştirilmekte oluşu ve de Kürtlerin biraz gönülsüzce de olsa Kerkük konusundaki pozisyonlarını yumuşatmaya başlamalarıdır. 
Iraklı Kürtler, artan PKK şiddetinden ötürü Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine askeri operasyonlar düzenlemesini ve bunun da Ankara-Erbil ilişkilerini olumsuz etkilemesini istememektedirler. 

Ortadoğu: Gerilimden İşbirliğine 

Obama yönetimiyle ilgili olarak Türkiye tarafındaki iyimserliği artıran bir diğer faktör ise yeni Başkan’ın Türkiye’nin son zamanlarda Ortadoğu’da izlemekte olduğu çok-taraflı ve çok-boyutlu dış politikanın ABD’nin çıkarlarına uygun düşeceği beklentisidir. Bu konuda Başkan Obama’nın, Başkan Bush’un Türk dış politikasının Ortadoğu’daki açılımlarına karşı takınmış olduğu olumsuz tavrı aynen benimsemeyeceğine inanılmaktadır. Gerek Obama yönetimi gerek Türkiye’nin paylaşmakta olduğu görüş, Ortadoğu’daki sorunların birbirleriyle girift bir şekilde ilişkili oldukları ve bunların çözümünün bölgedeki aktörlerin hepsinin katılımını gerektirdiğidir. Geçen sekiz yıl zarfında takip edilen 
Yeni Muhafazakâr politikalar, ABD’nin bölgedeki imajını ve yumuşak gücünü olumsuz şekilde etkilemiştir. Buradan hareketle denilebilir ki şayet yeni Amerikan yönetimi, ABD’nin yerlerde sürünen imajını tekrar iyileştirmek istiyorsa Türkiye gibi aktörlerle daha yakından çalışmak isteyecektir. 

Başkan Bush zamanında Türkiye’nin bölgedeki aktif politikası çoğu zaman hoş karşılanmamıştır. Bunda Ankara’nın Şam ile ilişkilerini geliştirmek istemesi ile HAMAS lideri Halit Meşal’i Türkiye’ye davet etmesi etkili olmuştur. Ankara ile Washington arasındaki bölgesel amaçların yakınlık göstermesine rağmen, 
Türkiye’nin benimsediği araçlar, bazı kesimlerce Ankara’nın bölgesel liderlik arzularının kanıtları olarak değerlendirilmiştir. Bu durumun Başkan Obama’nın görevde olacağı sürede ortadan kalkacağına inanılabilir, zira tarafların benimsedikleri politika araçları birbirlerine çok benzemektedir. 

Buradan hareketle, Başkan Obama’nın Türkiye’nin Tahran ile Washington arasında ara-buluculuk yapma teklifine sıcak bakacağını ileri sürmek abartılı bir tahmin olmayacaktır. 

Yeni Amerikan yönetiminin Türkiye ile işbirliğini eski yönetime nazaran daha fazla önemseyecek olmasının bir önemli nedeni de Amerika’nın şu an içinden geçmekte olduğu ekonomik krizdir. İçeride şartlar bu kadar ağırken, Türkiye gibi bir müttefik ile işbirliği yapmak Washington’daki karar alıcılar açısından oldukça rasyonel ve düşük maliyetli bir strateji olsa gerektir. İçeride krizle uğraşmakta olan bir yönetimin Ortadoğu’da şahin ve tek-taraflı politikalar izlemeyeceğini öne sürmek abartılı olmayacaktır. Türkiye ile işbirliği, Obama’nın değişime ve dönüşüme referans yapan mesajlarının küresel ölçekte kabul görmesinde de etkili olabilecektir. 

Ankara’nın önemini artıracak bir diğer gelişme de, Amerikan askerlerinin Irak’tan taşınması aşamasında İncirlik hava üssünün kazandığı önemdir. Bu ortadayken, ABD’nin Türkiye’yi küstürecek adımlar atacağını öne sürmek pek doğru olmayacaktır. 

Kaygılar

Fakat tüm bu olumlu işaretlere rağmen Türk-Amerikan ilişkilerinin Obama döneminde sorunsuz geçeğini öne sürmek biraz abartılı olacaktır. 
Bunun nedenlerinden bir tanesi, Başkan Yardımcısı görevini üstlenecek Joseph Biden’in Ankara’da iyi bir şöhretinin olmamasıdır. Biden iki sene önce Irak’ın Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasında üçe paylaştırılmasının doğru bir seçenek olduğunu ileri sürdüğünde Ankara’da sinirler gerilmişti. Bu bağlamda Ankara’nın endişelerini artıran bir gelişme, Obama-Biden ikilisinin Amerikan askerlerini bir an önce Irak’tan çekmek istemeleridir. Seçim kampanyalarında sık sık bu tema işlenmiştir. Burada Ankara’yı endişelendiren faktör, erken bir çekilmenin, Irak’ta 
istikrardan çok istikrarsızlığa neden olabileceği ihtimalidir. Iraklı gruplar kendi aralarındaki sorunları çözmeden, güvenliklerini kendi başlarına sağlamaları söz konusu değilken, Kürt gruplarla Türkiye arasında PKK’nın Irak’ın kuzeyindeki varlığına ilişkin görüş ayrılıkları devam ederken, ABD’nin askerlerini Iraktan çekmesi Türkiye açısından hoş karşılanmayacaktır. 

İkincisi, Obama yönetiminin Türkiye’den içerideki liberalleşme ve demokratikleş me sürecini hızlandırmasını ve Kürt sorununun çözümünde daha çok politik ve demokratik yöntemleri kullanmasını isteyebileceğidir. Hatta, Obama yönetiminin Türkiye’nin AB sürecini ve PKK ile olan mücadelesini desteklemek için Ankara’dan Iraklı Kürtlerle olan ilişkilerini iyileştirmesini ön şart olarak ileri sürebileceği iddia edilebilir. Böyle bir durum, Türkiye’nin Iraklı Kürtlerin politik kazanımlarını meşru görmesi anlamına geleceğinden pek de sıcak karşılanmayabilir. Fakat, bu tarz bir Amerikan yaklaşımı aynı zamanda Türkiye’deki demokratikleşme sürecini hızlandırabilir de. Neticede, Ankara, Güneydoğu Anadolu’daki Kürtlerin Irak’ın kuzeyindeki yönetimin cazibesine kapılmalarını istemiyorsa, içerideki demokratikleşme sürecini hızlandırmak zorunda kalacaktır. 

Yeni Amerikan yönetimi, Türkiye ile Irak’ın kuzeyindeki Kürtler arasındaki ilişkilerin gelişmesini, Amerikan askerlerinin Irak’tan çekilmesini hızlandıracak bir unsur olarak değerlendirmektedir. Aksi takdirde, ABD çekildikten sonra Türkiye ile Irak’ın kuzeyi arasındaki ilişkiler baş ağrıtmaya devam edecektir. ABD’nin yokluğunda Türk askerlerinin Irak’ın kuzeyine yapabileceği askeri müdahaleler, Ankara ile Erbil arasında silahlı bir çatışmanın çıkmasına neden olabilir. Bundan dolayıdır ki, Irak’taki Amerikan askerlerinin statüsüne ilişkin antlaşmanın imzalanmasını takiben Türk, Amerikan ve Iraklı yetkililer Bağdat’ta bir araya gelmişler ve Türk savaş uçaklarının PKK kamplarını bombalamasına 
ilişkin gerekli izin mekanizmaları üzerinde çalışmaya başlamışlardır. Bu anlaşmaya göre 1 Ocak 2009 tarihinden itibaren, Türk savaş uçaklarının 
Irak’ın kuzeyine girişleri ve burada askeri operasyonlar düzenlemeleri, Iraklı otoritelerin iznine bağlı olacaktır.6 Türkiye’nin endişesi, Ankara ile Washington arasında sorunsuz işleyen bilgi ve istihbarat paylaşımına ilişkin işbirliğinin, Irak yönetimi ile sürüp sürmeyeceğinin belli olmamasıdır. 
PKK’nın bölgedeki varlığı ve bundan kaynaklanabilecek Türkiye’nin muhtemel askeri operasyonları, Ankara ile Erbil/Bağdat arasındaki ilişkilerin gelişmesini engelleyecektir. Yeni Amerikan yönetimi bu durumun farkındadır ve Amerikan askerleri bölgeden ayrılmadan önce bu sorunu çözmek isteyecektir. 

Obama döneminde Türk Amerikan ilişkilerini çok yakından etkileyecek bir gelişme ise İran ile uluslararası topluluk arasında devam etmekte 
olan gerginliğin alacağı seyirdir. Prensipte Amerikan yönetiminin İran rejimi ile konuşmayı ister gözükmesi Ankara’yı memnun etmektedir, ama sorun, bu konuşmalar neticesinde olumlu bir ge-lişmenin olmaması durumunda Ankara’nın takınacağı tavrın belirlenmesinde ortaya çıkmaktadır. 
Ankara, İran’a karşı ekonomik ve diplomatik yaptırımlara destek verecek midir, yoksa şu ana kadar başarıyla yürütmekte olduğu “arada kalmama” politikasını sürdürebilecek midir? Bu bağlamda Ankara’nın işini zorlaştıracak iki unsur vardır. Birincisi; diplomatik çabalara rağmen İran rejiminin işbirliği yapmaması, Tahran üzerinde uygulanacak yaptırımların meşruluğunu artıracaktır. İkincisi ise; Türkiye yeni seçilmiş olduğu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi geçici üyeliği çerçevesinde İran’a karşı yaptırımların tartışılması durumunda net bir tutum almak zorunda kalacaktır. 

Obama yönetiminin seçim kampanyası sırasında sözde Ermeni soykırımı iddialarının ABD tarafından resmen tanınması gerektiği yönündeki tutumu Türk-Amerikan ilişkilerini olumsuz etkileyebilir. Fakat, son aylarda Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin ivme kazanmış olması ve tarafların ilişkileri tarihin ipoteğinden kurtarma yönünde bir irade göstermeye başlaması, yeni Amerikan yönetiminin soykırım politikasını gözden geçirmesine neden olabilir. Reel-politik kaygılar ve Türkiye-Ermenistan ilişkilerini sabote etmeme endişesi, Amerikan yönetimini daha ihtiyatlı davranmaya yöneltecektir. Türkiye açısından da resme bakıldığında, soykırım iddialarının kabul edilmemesinin en önemli garantisinin Ankara ile Erivan arasında geliştirilecek ilişkiler olduğu görülmektedir. 

Sonuç 

Bu analizler ışığında, Türk-Amerikan ilişkilerinin Başkan Obama zamanında önceki döneme göre daha olumlu bir seyir izleyeceğini tahmin etmek mümkündür. Olumlu beklentilerin oluşmasına neden olan faktörler daha belirli ve güçlüdür. Obama ile başlayacak dönemde ABD’nin, Irak’taki askeri varlığının sona ereceği, tek taraflı ve diplomasiyi göz ardı eden yaklaşımları terk edeceği, Irak ve Ortadoğu’daki bölgesel istikrarın sağlanması için Türkiye’nin hem stratejik hem de kimliksel katkılarına ihtiyaç duyacağı düşünülmektedir. Obama yönetiminin Irak ve Ortadoğu politikalarında Türkiye’yle yapacağı işbirliği, Türkiye’nin Irak işgalinden sonra yüz yüze kaldığı tırmanan PKK terörü, Kerkük’ün statüsü ve Irak’ın toprak bütünlüğü gibi sorunların da çözülmesine yardımcı olacaktır. Yine de fazla iyimser olunması için zamanın çok erken olduğunun altını çizmeliyiz. İkili ilişkilerin ne yönde gelişeceğinin ilk önemli belirtisi, Obama’nın Irak ve Ortadoğu politikasından önce, 2009 yılının 
Nisan ayında sözde Ermeni soykırımı tasarısının Amerikan Kongresi tarafından kabul edilmesi talepleri karşısında alacağı tavır olacaktır. 


DİPNOTLAR


1 Ceyda Karan, “Herkesin Sofa’sı Kendine”, Radikal, 24 Kasım 2008 

2 “ABD’den Bir Sinyal Daha”, Radikal, 22 Mart 2005 

3 Michael T. Claire, “The Meaning of Gates: From Imperial Offense to Imperial Defense”, 14 Kasım 2006, 
http://www.globalpolicy.org/empire/challenges/overstretch/2006/1114offtodef.htm ( Erişim Tarihi, 13.12.2008) 

4 İbrahim Karagül, “Kuzey Irak’ı “işgal” ve Yeni Senaryolar”, Yeni Şafak, 20.02.2008 

5 “Neçirvan Barzani: İlişkilerimiz PKK’ya Mahkûm Edilmesin”, Zaman, 20.10.2008 

6 Mete Çubukçu, “ABD Çekiliyor, Türkiye Üzülüyor mu?”, 18 Kasım 2008, 
http://www.ntvmsnbc.com/news/466350.asp, ( Erişim Tarihi 18 Aralık 2008) 


***



SURİYE’NİN BÖLGESEL POZİSYONU GÜÇLENİYOR


SURİYE’NİN BÖLGESEL POZİSYONU GÜÇLENİYOR: KRAL ABDULLAH VE BEŞAR ESAD’IN BEYRUT ZİYARETİ 

Oytun Orhan 
ORSAM Ortadoğu Uzmanı 
oytunorhan@orsam.org.tr 


Esad ve Abdullah’ın Lübnan’a birlikte gerçekleştirdikleri ziyaret, Hizbullah’ın Suriye ile dengelenmek istendiği yorumlarına neden oldu. 



Esad ve Abdullah’ın Lübnan’a birlikte gerçekleştirdikleri ziyaret, Hizbullah’ın Suriye ile dengelenmek istendiği yorumlarına neden oldu. 
Hizbullah ve İran’a karşı Lübnan’ı yeniden kontrol edebilecek tek güç olarak Suriye ön plana çıkmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye liderlerinin 
ortak Beyrut ziyaretini bu dönemin başlangıcı olarak okumak mümkündür. 

Giriş 

Suriye, bağımsızlığını kazandığı 1946 yılından 1970 yılına kadar daha çok bölgesel güç mücadelelerinin nesnesi konumunda bir ülke olmuştu. Bu durum komşularına nazaran ekonomik, askeri kapasitesinin zayıf, doğal kaynaklarının sınırlı ve iç bütünlüğünü tam olarak sağlayamamış olmasından kaynaklanıyordu. 1970 yılında dönemin Savunma Bakanı olan Hafız Esad, Baas Partisi içinde 
rakiplerini tasfiye ederek iktidarı ele geçirmişti. Suriye o tarihe kadar düzenli olarak askeri darbelere maruz kalan istikrarsız bir ülke profili çiziyordu. Hafız Esad’ı Ortadoğu siyasetinin en önemli devlet adamlarından biri yapan, önce içerde sağladığı istikrar ve sonrasında ülkesinin gerçeklerini iyi analiz ederek bölgede o gerçeklere uygun bir rol biçmek ve uygun dış politika araçlarını kullanarak Suriye’yi bölgenin göz ardı edilemeyen bir ülkesi konumuna getirmiş olmasıydı. Esad’ın dış politikadaki başarısı küresel ve bölgesel düzeyde rakip ittifaklar arasındaki güç mücadelesinden çok iyi faydalanmasında yatmaktaydı. Değişimleri hemen kavrayan ve yeni duruma göre pozisyon alabilen bir liderdi. 
Değişime ayak uydurabilmek açısından bütün taraflarla ilişki kurabilmek büyük önem taşıyordu. Suriye, bağımsızlığını kazandığı tarihten itibaren ABD ve İsrail ile sorunlu ilişkileri olsa da İslam Devrimi sonrası İran’ın da olduğu gibi bu ülkeleri toptan dışlayan bir yaklaşıma sahip olmamıştı. Gerektiğinde bu ülkelerle işbirliği yapmış,1 ya da barış görüşmeleri yürütmüştü. Arap ülkeleri ile kurduğu ilişkiler açısından da aynı durum geçerliydi. Suriye’nin İran ile 1980 yılında İran-Irak Savaşı ile başlayan ve günümüze kadar süren bir müttefiklik ilişkisi söz konusudur. 

Ancak buna rağmen Suriye, Arap milliyetçi ideolojisinin de gereği olarak Körfez ülkeleri ile yakın ilişkiler kurabilmiştir. 1990 yılında Körfez Savaşı sırasında Irak’a karşı koalisyon güçleri içinde yer alması, Körfez’den uzun yıllar boyunca aldığı ekonomik yardım buna örnek verilebilir. Dolayısıyla Suriye’nin, ideolojik olmaktan çok pragmatik bir dış politika geleneğine sahip olduğu söylenebilir. Bu yaklaşım Suriye’de “açık kapı politikası” olarak da adlandırılmaktadır.2 

Hafız Esad’ın 2000 yılında vefatı ve oğlu Beşar Esad’ın iktidara gelmesi ile politikaların sürdürülüp sürdürülemeyeceği konusunda şüpheler oluşmuştu. Beşar Esad henüz 34 yaşında iken başa geçmişti ve dış politika başarısının test edilmesi açısından iktidarının ilk yıllarında çok önemli krizler ile karşı karşıya kalmıştı. Suriye’ye mesafeli Bush yönetiminin 2001 yılında iktidara gelişi, 11 Eylül saldırıları ve 2003 Irak Savaşı, Suriye’nin bölgedeki konumunu olumsuz anlamda etkilemişti. En son 2005 yılında Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikast Suriye için tarihsel, stratejik, güvenlik ve ekonomik açıdan büyük önem taşıyan Lübnan’daki askeri varlığının sona ermesine yol açmış dolayısıyla 
etkinliğinin zayıfladığı bir süreç başlatmıştı. O dönemde Beşar Esad konusunda şüphelerin haklı çıktığı yorumları yapılıyordu.3 Suriye sadece Batı ile değil Arap ülkeleri ile de sorun yaşıyordu. Mısır ve Ürdün ile daha alt düzeyde olmakla beraber Suudi Arabistan ile ilişkiler kopma noktasına varıyordu. 2005 sonrası dönemde Suriye-Suudi Arabistan ilişkilerinin gergin oluşu üç nedene bağlıydı: Hariri suikastı, Suriye’nin İran ile olan ilişkileri, Suriye’nin Şam yönetimi, Suriye-Hizbullah-İran ekseninde pragramatik manevralar yaparak Lübnan’a geri dönmeye hazırlanıyor. 



HAMAS ve Hizbullah’a verdiği destek. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’nin Suudi Krallığı ile çok yakın ilişkileri bulunuyordu. Hariri suikastının arkasında Suriye olduğu inancı son derece yaygındı ve olayın ertesinde Suriye-Suudi Arabistan ilişkileri sürekli olarak geriliyordu. 2006 yılında İsrail ve Hizbullah arasındaki savaş Suriye’nin Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan ile sorunlarını derinleştirdi. Bu ülkeler İran etkisi nedeniyle Şii Hizbullah’a mesafeli yaklaşıyordu ve Suriye savaşta Hizbullah’ı desteklemişti. Suriye-Suudi Arabistan ilişkilerindeki gerilim, Beşar Esad’ın Suudi Kralı için “yarım akıllı” ifadesini kullanmasına kadar varmıştı. Kral Abdullah 2008 yılında Şam’da düzenlenen Arap Ligi Zirvesi’ni boykot etmiş ve Şam’dan büyükelçisini çekmişti. 

O dönemde Suriye’nin bölgesel pozisyonu şu şekilde özetlenebilirdi: ABD sürekli olarak Suriye’yi tehdit ediyordu, Avrupa Birliği (AB) ile ortaklık antlaşması dondurulmuştu, Sünni Arap ülkeleri ile ilişkiler kopma noktasına gelmişti, İsrail’in askeri saldırılarına maruz kalıyordu ve Lübnan’daki etkinliğini İran lehine kaybetmeye başlamıştı. Suriye’nin geleneksel “açık 

Ortadoğu’da mücadele halindeki iki kampın ana unsurları İran ve Suudi Arabistan’dır. Bu durum Lübnan için de geçerlidir. Suriye ise bu iki güç 
arasındaki rekabetten faydalanmaktadır. Dengelerin herhangi bir güç lehine değişmesi diğer tarafın Suriye’ye olan ihtiyacını artırmaktadır. Kapı ” pozisyonu ortadan kalkmış, büyük ölçüde İran, Hizbullah ve HAMAS ile kurduğu ittifaka dayanmaya başlamıştı. Bu durum Suriye’nin dış 
politikasını sınırlıyor ve bölgesel rekabetten faydalanma şansını azaltıyordu. 

Bu dönemde Suriye’nin izolasyonu kırmak açısından en başarılı hamlesi Türkiye ile ilişkileri geliştirmek olmuştu. Açılımın en önemli katkısı İsrail ile Türkiye arabuluculuğunda dolaylı barış görüşmelerinin başlamasıydı. Bu adım Suriye üzerindeki baskıları nispeten azaltmıştı. Suriye için dönüm noktası 2009 başında ABD’de iktidarı Barack Obama’nın devralması olmuştu. Obama’nın her şeyden 
önce Ortadoğu politikasındaki izleyeceği temel ilkeler Bush döneminden farklılık taşıyordu. Tek taraflılık yerine çok taraflılık ve diyalog ön plana çıkarılıyordu. Bunun yanı sıra Ortadoğu politikasının önceliği Irak’tan çekilmenin sorunsuz bir şekilde gerçekleştirilmesi, İsrail-Filistin sorununda ilerleme kaydetmek ve bölgede (özellikle Lübnan’da) istikrarın korunması idi. Bu öncelikler Suriye’ye olan ihtiyacı artırdı. Alt düzeyde gerçekleşen ilk ziyaretlerin ardından ABD’nin Hariri suikastı sonrasında geri çektiği Şam büyükelçisinin yerine yeni büyükelçinin atandığı haberi basına yansıdı. Fransa’da Sarkozy’nin iktidara gelişi, yeni liderin Ortadoğu’da rol oynama arayışı ve bunu tarihsel yakınlığı bulunan Suriye üzerinden yapmaya çalışması AB-Suriye ilişkilerini de olumlu etkiledi ve taraflar arasında daha önce dondurulan ortaklık antlaşması imzalandı.4 

Batı’nın Suriye ile ilişkilerinde yaşanan değişim Arap ülkeleri ile ilişkilerine de doğrudan olumlu yansımıştı. En önemli etki Suudi Arabistan ile ilişkilerin hızlı bir gelişim sürecine girmesi oldu. Yaklaşık dört yıllık gergin dönemin ardından 

Şubat 2009’da Suudi Arabistan İstihbarat Başkanı’nın Şam’a gerçekleştirdiği ziyaret ile diplomasi trafiği başladı. Suudi Kralı’nın “iki kardeş ülke arasında işbirliği yapması” yönündeki mesajını getiren İstihbarat Başkanı’nın ziyaretini takiben, Suriye Dışişleri Bakanı Muallem Riyad’da sıcak bir şekilde karşılandı. Suudi Dışişleri Bakanı’nın Şam gezisini iki ülke arasındaki en üst düzey ziyaret olan Esad-Kral Abdullah görüşmesi takip etti. Daha sonra Riyad’da Mısır ve Katar’ın da katılımıyla bir zirve gerçekleştirildi. Burada ele alınan konulardan 
biri de Lübnan konusuydu. Bu ülkede farklı siyasal hareketleri destekleyen iki güç, işbirliği yapma konusunda görüşmeler yaptı.5 

Bütün bu gelişmelerin ardından gelinen noktada bakıldığında Suriye’nin bölgedeki pozisyonunun giderek güçlenmeye başladığı söylenebilir. 
Suriye lideri Beşar Esad ülkesini eski rayına oturtma yönünde başarılı adımlar atmaktadır. Bu sürecin en son ve önemli ayaklarından birini Beşar Esad ile Suudi Kralı Abdullah’ın birlikte gerçekleştirdikleri Lübnan ziyareti oluşturmaktadır. Ziyaret, Suriye’nin Lübnan’da azalmaya başlayan etkinliğinin yeniden tesis edilmesine ve dolayısıyla bölgesel pozisyonunun önümüzdeki dönemde daha da güçlenmesine neden olabilir. 

Beşar Esad ve Kral Abdullah’ın Beyrut Ziyareti Ne Anlama Geliyor? 

Suriye lideri Beşar Esad ve Suudi Arabistan Kralı Abdullah, Şam’da bir araya geldikten sonra 30 Temmuz 2010 tarihinde Lübnan’ın başkenti 
Beyrut’a tarihi bir ziyaret düzenlemiştir. Burada Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Süleyman ile bir araya gelerek üçlü zirve gerçekleştirilmiştir. Zirvenin 
ardından yapılan açıklamalarda istikrara 

2005 yılındaki Hariri suikastinin ardından başlayan uluslararası baskı ve Lübnan’daki büyük kitle gösterileri nedeniyle Suriye bu ülkeden çekilmek zorunda kalmıştı. vurgu yapılmış, Lübnan’daki siyasi gruplara, ülke çıkarlarını kendi çıkarlarının üstünde tutması yönünde çağrı yapılmıştır. Ortak deklarasyonda tüm tarafların diyalog yolunu benimsemesi gerektiği vurgulanmıştır. Birleşmiş Milletler Lübnan Özel Temsilcisi Michael Williams da 
“Arap liderlerin ziyareti Lübnan’ın geleceği ve istikrarı için büyük önem taşıyor” açıklaması ile ziyaretin önemini vurgulamıştır.6 



İki liderin ortak Beyrut ziyaretini önemli kılan üç unsur bulunduğu söylenebilir. Birincisi Suudi Arabistan Kralı’nın 53 yıl aradan sonra ve 
Beşar Esad’ın da 2005 yılında Suriye askerlerini ülkeden çektikten sonra ilk kez Lübnan’a ayak basmalarıdır. Diğer unsur Suudi Arabistan ve 
Suriye’nin Lübnan üzerinde doğrudan etkiye sahip ülkeler olmasından kaynaklanmaktadır. İki ülke liderinin birlikte Beyrut’a gitmiş olması 

Lübnan’ın istikrarı ve geleceği açısından önemli ipuçları taşımaktadır. Üçüncüsü zamanlama ile ilgilidir. Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri 
suikastını araştırmak için kurulan Lübnan Özel Mahkemesi ilk iddianamesini yakın zamanda açıklayacaktır. Basında çıkan haberlere 
göre iddianamede Hizbullah üyeleri büyük ihtimalle suikastla bağlantılı gösterilecektir. Bu durumda örgütün üst düzey üyelerinin mahkemeye 
ifade vermek üzere çağrılması gündeme gelecektir. Hizbullah Lideri Hasan Nasrallah böyle bir talebe kesinlikle uymayacaklarını ifade 
etmiştir. Dolayısıyla iddianamenin ülkede 2008 Doha Uzlaşısı’ndan bu yana devam eden istikrar ortamını bozması beklenmektedir. Ziyaret 
iddianamenin açıklanmasına kısa bir süre kala gerçekleşmiştir ve bu nedenle zamanlama açısından kritik öneme sahiptir. 

Ziyaretin Lübnan Açısından Sonuçları 

Suriye ve Suudi Arabistan Lübnan’daki siyasi mücadelede iki farklı kutbu temsil etmektedir. Büyük oranda Lübnanlı Sünnilerin desteklediği ve halen iktidarda bulunan 14 Mart İttifakı’nın arkasındaki en büyük mali ve siyasi destek Suudi Arabistan’dan gelmektedir. Şii Hizbullah örgütünün liderlik ettiği muhalif 8 Mart İttifakı ise İran ve Suriye tarafından desteklenmektedir. Ancak Suriye’nin konumu İran’dan farklılıklar taşımaktadır. Her şeyden önce Suriye’nin Hizbullah ile ideolojik bir ortaklığı bulunmamaktadır. Hizbullah ideolojik olarak İran’dan beslenen ve bu ülkeden destek alan ancak bunu alabilmek için Suriye’ye ihtiyaç duyan bir örgüttür. Bu açıdan Suriye-Hizbullah ittifakı stratejik olmaktan 
ziyade taktiksel olarak tanımlanabilir. İsrail karşıtı duruş tarafları bir araya getirmektedir. Hizbullah’ı İran’ın Lübnan’daki stratejik uzantısı olarak görmek daha doğrudur. İran sadece Şii toplum ve partiler ile ilişkiye geçerken Suriye, Lübnan’da en etkin güç olduğu dönemde ülkedeki tüm dini ve mezhepsel gruplar arasından kendine yakın müttefik bulmayı başarabilmiştir. Bu açıdan daha pragmatik bir yaklaşıma sahip olduğu söylenebilir. Ancak Suriye askerlerinin çekilmesi sürecinde Şiiler ve bir kısım Hıristiyan grupların dışında herkesin Suriye karşıtı cepheye geçişi bu gruplarla sorun yaşamasına neden olmuştur. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı sonrasında Suriye ve Suudi Arabistan ilişkilerinin bozulması Suriye’nin bu gruplarla arasının daha da açılmasına neden olmuştur. Yani Suriye’nin 14 Mart İttifakı ile yaşadığı sorunların dönemsel olduğu söylenebilir. Ancak netice itibariyle son birkaç yıldır Suriye’nin Şiiler dışında kalan kesimlerle sorunlu bir ilişkisi bulunuyordu. Suudi Arabistan ve Suriye arasındaki ilişkinin de gergin oluşu Lübnan istikrarını doğrudan etkiliyordu. Lübnan’ın yaklaşık iki yıldır sakin bir dönem geçirmesinin arkasında da Suriye ve Suudi Arabistan’ın karşılıklı üst düzey ziyaretler neticesinde ilişkilerini düzeltmeleri yatmaktaydı. Dolayısıyla iki ülke liderinin Lübnan siyasetinde çatışan grupların arkasındaki en önemli ülkeler olarak birlikte Beyrut’a ziyaret düzenlenmesi Lübnan’daki tansiyonun bir süre daha düşük olacağının işareti olarak yorumlanabilir. 

İki liderin ziyareti Lübnan’da yeni bir dönemin başlayabileceğinin işareti olarak da değerlendirilebilir. Bu yeni dönem güç dengelerinin değişmesi, yeni ittifakların kurulması ve en nihayetinde Suriye’nin Lübnan’da etkinliğini yeniden tesis etmesi ile sonuçlanabilir. 

1976 yılında ABD ve İsrail, Suriye’nin Lübnan’a askerlerini sokmasına onay vermiş ve Lübnan üzerindeki vesayetini tanımıştır.7 Bundaki en önemli faktör Lübnan’da istikrarı sağlayacak tek gücün Suriye olması idi. O dönemde Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Lübnan’ın en önemli askeri gücü konumuna gelmişti ve İsrail’in güvenliğini tehdit ediyordu. Lübnan, “FKÖ tehdidi”ne karşı 2000’li yılların ortalarına kadar sürecek olan Suriye vesayetine teslim edilmişti. ABD, İsrail ve bazı Arap ülkeleri açısından bir anlamda “kötünün iyisi” tercih edilmişti. 
Son yıllarda Lübnan’da ortaya çıkan durum, farklıklar taşımakla beraber, 1970’lere benzer bir denge oluşturmaktadır. Güney Lübnan tamamen Hizbullah örgütünün etkinlik alanına girmiştir. 2006 İsrail-Lübnan Savaşı’ndan sonra İsrail sınırına Birleşmiş Milletler Uluslararası Barış Gücü (UNIFIL) yerleştirilmiş olsa da bölgede halen gerçek gücün Hizbullah olduğu bilinmektedir. Örgüt savaş sırasında askeri kapasite anlamında zarar görmüş ancak İran ve Suriye’nin desteği ile kısa sürede toparlanmıştır. Hizbullah İsrail’e oluşturduğu tehdidin yanı sıra Lübnan’ın “sahipliği” noktasında da önemli bir güce eriştiğini söylemek mümkündür. Hizbullah ve liderlik ettiği 8 Mart İttifakı iktidarda değildir. Ancak Hizbullah’ın etkinliği siyasi yapıdaki temsilinden bağımsız olarak sokaktaki gücüne dayanmaktadır. Hizbullah gerektiğinde sahip olduğu askeri üstünlük vasıtasıyla gerçek gücün kim olduğunu göstermektedir. Bu açıdan 7 Mayıs 2008 olayları bir dönüm noktasıdır. Hizbullah Lideri Nasrallah tarafından “kutsal bir gün”8 olarak tanımlanan bu tarihte Hizbullah Beyrut’u işgal etmiş ve hükümeti kendi isteği yönünde karar almaya zorlamıştır. Dolayısıyla Lübnan giderek daha fazla Hizbullah kontrolüne geçen bir ülke konumundadır. Bu etkinliği ABD 
ve İsrail açısından kabul edilemez kılan unsur sadece örgütün ABD ve İsrail karşıtı duruşundan 



Suudi Arabistan’ın Lübnanlı Sünniler üzerinde büyük bir nüfusu var. Hariri Ailesi, Suudi Krallığına oldukça yakın. değil arkasındaki esas gücün İran olmasından 
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Lübnan’ın yeniden “Suriye vesayetine” teslim edilebilir bir ülke olarak öne çıktığı söylenebilir. 

Suriye açısından bakıldığında da Hizbullah’ın bu denli güçlenmesi kaygı vericidir. Suriye, Hizbullah konusunda birbiriyle çelişen gibi görünen ancak esasen rasyonel bir bakış açısına sahiptir. Suriye Hizbullah’ı uzun yıllardır desteklemektedir. Ancak Lübnan’ın Suriye vesayeti altında olduğu yıllarda Hizbullah sadece Güney Lübnan’da etkili, İsrail işgaline direnen bir örgüt konumundaydı. Lübnan’da güç dengeleri tamamen Suriye lehine idi. Bu açıdan Hizbullah Suriye’nin İsrail’le mücadelesinde önemli bir dış politika aracı idi. Ancak 2005 yılında Suriye’nin Lübnan’daki askerlerini çekmesinin ardından dengeler Hizbullah lehine değişmeye başlamıştır. Suriye’nin bıraktığı boşluğu Lübnan ordusu yerine Hizbullah doldurmuştur. 2005 yılında İsrail’e karşı sağladığı askeri başarı örgütün gücünü artırmıştır. Bu süreçte Lübnan, 
Suriye’den çok Hizbullah vasıtasıyla İran’ın etkinlik alanını genişlettiği bir ülke olmuştur. Lübnan tarihi, kimliksel, stratejik ve ekonomik nedenlerle Suriye için vazgeçilmez bir ülkedir. Dolayısıyla Suriye, İran ve Hizbullah ile işbirliği içinde olsa da Lübnan’daki konumunu yeniden tesis etmek arayışındadır. Ancak İran’ın artan etkisinden esas kaygılananların ABD ve İsrail olduğu konusunda şüphe bulunmamaktadır. Nükleer silah elde etmiş bir İran’ın Hizbullah vasıtasıyla İsrail sınırlarına dayanması kendileri açısından kabul edilemez bir durumdur. 
Olaya bu açıdan bakıldığında Suriye ve İsrail’in Lübnan’daki gelişmelerden farklı nedenlerle olsa da ortak kaygılar duyduğu söylenebilir. 

Bu da aynen 1976 yılında olduğu gibi taraflar arasında adı konmamış bir mutabakatı beraberinde getirebilir.

<  Büyük ölçüde İran’ın uzantısı konumundaki Hizbullah’a dayalı bir Lübnan politikası Suriye açısından uzun vadede riskler yaratacaktır. Suriye’nin “ karşı kamp ”tan kesimler ile yakınlaşma çabalarını genel pragmatik dış politika yaklaşımının bir uzantısıdır. >

Bu mutabakat içinde Suudi Arabistan da yer alacaktır. 

Zira İran’ın Şiilik temelinde Ortadoğu’da etkinliğini yaymasından kaygı duyan ülkelerin başında Suudi Arabistan gelmektedir. 

Hizbullah’a karşıBütün bu nedenlerle Hizbullah ve İran’a karşı Lübnan’ı yeniden kontrol edebilecek tek güç olarak Suriye ön plana çıkmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye liderlerinin ortak Beyrut ziyaretini bu dönemin başlangıcı olarak okumak mümkündür. 

Lübnan’ın Suudi Arabistan eliyle Suriye etkinliğine devredildiği savını destekleyen gelişmeler de yaşanmaktadır. Suriye’nin Lübnan’daki gücünü artırma süreci iç savaş yıllardakinden farklı araçlarla gerçekleşecektir. Etkinliğin tesisi siyasi gruplarla kurulan ittifaklar ile sağlanacaktır. Bu da Suudi Arabistan’ın telkini ile gerçekleşebilir. Bunun ilk işaretleri yaşanmaktadır. Hariri suikastı sonrasında kendini Suriye karşıtı olarak konumlandıran Sünni ve Dürzi gruplar Suriye ile yeniden yakınlaşmaya başlamıştır. 2009 yılı seçimlerinin ardından 
Lübnan Başbakanı olarak seçilen Saad Hariri yıllardır itilaf içinde olduğu Şam’ı son yıllarda toplam dört kere ziyaret etmiştir. Yine sert Suriye karşıtı duruşu ile bilinen Dürzi lider Velit Canpolat da Şam’da Beşar Esad ile bir araya gelmekte ve son yıllardaki sert Suriye karşıtı söyleminden keskin bir dönüş sergilemektedir.9 

Son olarak Suudi Arabistan lideri ile gerçekleşen ortak ziyaret bu savı desteklemesi açısından büyük önem taşımaktadır. Bu dönüşümü sadece 
Suudi Arabistan telkini ile açıklamak mümkün değildir. Muhtemelen bu kesimler de Mayıs 2008 olaylarından sonra ülkede istikrarı korunması ve Hizbullah’a karşı Suriye’nin ülkedeki etkinliğini artırmasını istemiş olabilirler. 

Kral Abdullah ve Esad’ın Beyrut ziyaretini Lübnan açısından önemli kılan bir diğer unsur Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri’ye yönelik suikastı araştırmak üzere kurulan Birleşmiş Milletler bünyesindeki Lübnan Özel Mahkemesi’nin yakın zaman içinde iddianamesini açıklayacak olmasıdır. Eğer son çıkan raporlar doğru ise Lübnan Özel Mahkemesi iddianamesinde Refik Hariri suikastı ile bağlantılı 9 Hizbullah üyesinin ismini verecektir. 9 üye içinden ikisinin üst düzey örgüt mensubu olduğu ifade edilmektedir.10 Bu iddianamenin yayınlanması durumunda Hizbullah yeni bir kriz ile karşı karşıya kalacaktır. İlk kriz suçlanan örgüt üyelerinin mahkemeye ifade vermeye çağrılması sırasında yaşanacaktır. 
Hizbullah’ın bu talebe uymayacağı şimdiden söylenebilir. Bu da örgüt üzerinde uluslararası baskı yaratacaktır. Hizbullah muhtemelen tutuklamadan 
çekinmemektedir. Çünkü bunun gerçekleşme olasılığı son derece düşüktür. Ancak çıkarılacak kararlar örgüt üzerinde siyasi baskı unsuru olarak hem uluslararası alanda hem de iç siyasette kullanılacaktır. Benzer bir süreci suikastın gerçeklemesinden sonraki ilk yıllarda Suriye yaşamıştır. BM bünyesinde oluşturulan Refik Hariri suikastını araştırma komisyonunun raporları Suriye üzerinde baskı aracı olarak kullanılmıştı. Bundan sonraki dönemde uluslararası baskının adresi Suriye’den 

Hizbullah’a doğru kayacak gibidir. Hizbullah lideri Nasrallah eğer Hizbullah suikastla bağlantılı gösterilirse “Lübnan’da işlerin kötüye gideceğini ve herkesin bunun sonuçlarına katlanacağını” ifade ederek istikrarsızlık beklentilerini artırmıştır. 

Hizbullah’ın suikastla bağlantılı olduğu iddiası ilk kez 2009 Lübnan parlamento seçimi öncesinde Alman Der Spiegel dergisinde yer almıştı.11 O dönemde seçimi etkilemeye yönelik ortaya atıldığı söylenen suçlama mahkeme iddianamesinde yer alırsa olay resmi nitelik kazanacak ve üst düzey Hizbullah üyelerinin sanık olarak mahkemeye çağrılması gündeme gelecektir. Hizbullah ise buna kesinlikle karşı çıkacağını lideri Nasrallah’ın ağzından açıkça ifade etmiştir. Böylece uluslararası toplum ile örgüt arasında yeni bir kriz baş gösterecektir. Olası krizin en önemli sonucu Lübnan’da istikrarsızlığın ortaya çıkmasıdır. Krizin iki nedene bağlı olarak ortaya çıkacağını söylemek mümkündür. Birincisi Lübnan’da iktidarda bulunan 14 Mart İttifakı’na bağlı grupların çoğunluğu suikastın sorumlularının ortaya çıkarılmasını istemekte ve Mahkeme sürecini desteklemektedir. Bu nedenle Hizbullah ile iktidar arasında yeni bir sorun alanı doğacaktır. Bu kutuplaşma, 7 Mayıs 2008 tarihinde olduğu gibi silahlı çatışma riskini beraberinde getirecektir. İkincisi Hizbullah askeri gücünü kullanarak Batı’ya “benim üzerime gelirsen sonucu Lübnan’ın istikrarsızlığı olur” mesajı vermeye çalışabilir. Bu iki neden Lübnan’da Hizbullah merkezli yeni bir istikrarsızlık olasılığını artırmaktadır. Suudi Arabistan ve Suriye liderlerinin Beyrut ziyareti istikrarsızlık beklentilerinin arttığı bu dönemde tansiyonu düşürmek yönünde bir çaba olarak da yorumlanabilir. 

Ziyaretin Suriye ve Suudi Arabistan Açısından Önemi 

Ziyareti Suriye açısından önemli kılan ilk unsur Arap Dünyası ve Batı’ya verdiği mesajdır. Bu mesaj da “Suriye olmadan Lübnan’da istikrar sağlanamayacağını” bir kez daha göstermesidir. Suriye bölgesel mücadelede “Lübnan kartını” yeniden ve güçlü bir şekilde eline alacaktır. Bunun yanı sıra, bölgenin önemli ülkesi Suudi Arabistan lideri ile Lübnan’a giderek son yıllarda Arap Dünyası içinde zayıflamaya başlayan pozisyonunu yeniden sağlamlaştırma imkânı elde etmiştir. Suudi Arabistan ile kurduğu yakınlık sayesinde bir taraftan İran, Hizbullah ve HAMAS ile geleneksel ilişkilerini korurken Arap Dünyası ile de yakınlaşma fırsatı yakalamıştır. Beşar Esad böylece babası Hafız Esad’ın 30 yıl boyunca başarı ile uygulayarak miras bıraktığı alternatifli dış politikayı hayata geçirme konusunda önemli bir adım atmıştır. 

Suriye lideri Esad’ın Lübnan başkentine gidişi son bir yıl içinde Lübnan’a yönelik açılımların devamı niteliğindedir. Suriye bağımsızlıktan bu yana ilk kez 2009 senesinde Beyrut’ta büyükelçilik açmayı kabul etmiş ve Lübnan’ın da Şam’da büyükelçilik açmasına izin vermişti. Bu karar Suriye’nin Lübnan’ın bağımsızlığının tanıması yönünde simgesel ama önemli bir adımdı. Esad’ın Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekildiği 2005 yılından sonra ilk kez Beyrut’a gidişi bu açılım sürecinin devamı yönünde bir mesaj niteliği de taşımaktadır. Zira Esad bu sefer 
Beyrut’u “Lübnan’ın vasisi” olarak değil komşu bir ülkenin eşit lideri olarak ziyaret etmiştir. Bu açıdan Suriye’nin ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerini daha da rahatlatıcı bir adım olarak görebiliriz. 

Ziyareti Suriye açısından önemli kılan son unsur Beşar Esad’ın liderlik karizmasını güçlendirerek uluslararası ve ulusal düzeyde meşruiyetini 
sağlamlaştırması olmuştur. Esad iktidarının ilk yıllarında bölgesel koşulların da Suriye adına olumsuz seyretmesinin sonucu olarak zor bir dönem yaşamıştı ve bu dönemde liderlik vasıfları sorgulanıyordu. Ancak gelinen noktada Beşar Esad izolasyonu kırmış, ülkesinin önemini ABD ve bölge ülkelerine kabul ettirmiş, gerekli zamanlarda geri adım atmasını bilerek ülkesini çatışma ortamına sokmamayı başarmış ve son olarak eskiden olduğu gibi alternatifli bir dış politik ortam yaratmayı başarmıştır. Yeni dönemin eskiye göre bir artısı Türkiye ile kurulan stratejik işbirliği olmuştur. 

Suudi Arabistan açısından bakıldığında ziyaretin iki açıdan önemli olduğu söylenebilir. Birincisi, Suudi Arabistan Suriye’nin Arap ülkeleri ile eskiden olduğu gibi daha dengeli bir ilişki kurması yönünde çabalamaktadır. İran’ın Suriye olmadan bölgedeki etkinliğini bu denli yayma imkânı olmadığı herkes tarafından kabul edilmektedir. Ortak ziyaret, Suudi Arabistan’ın, Suriye’yi “İran ekseninden” uzaklaştırarak “Arap Cephesi”ne yaklaştırma çabası açısından başarılı bir adımdır. 

İkincisi ise Suudi Arabistan’ın sadece Sünniler ve 14 Mart İttifakı’na dayanarak Lübnan’da etkinliğini yayma şansının az olduğunu görmesidir. Ortadoğu’da mücadele halindeki iki kampın ana unsurları İran ve Suudi Arabistan’dır. Bu durum Lübnan için de geçerlidir. Suriye ise bu iki güç arasındaki rekabetten faydalanmaktadır. Dengelerin herhangi bir güç lehine değişmesi diğer tarafın Suriye’ye olan ihtiyacını artırmaktadır. Suudi Arabistan büyük finansal gücüne karşın Suriye olmadan Lübnan’da en önemli aktör olamayacağını görmüştür. İran’ın Hizbullah gibi askeri açıdan güçlü dış politika aracına karşılık ancak Suriye vasıtasıyla denge oluşturabileceğini görmüştür. Ortak ziyaret bu yeni bakışın ifadesi ve gelecek dönemde Lübnan’da Suriye ile işbirliği yapacağının işareti olarak değerlendirilebilir. 

Sonuç 

Suriye’nin bu diplomatik girişimlerinin İran ile olan ilişkilerini zayıflatması sonucunu beklemek doğru değildir. Suriye iki eksenle de olan ilişkilerini birbirinin alternatifi olarak görmemekte, çok taraflı bir ilişki ağı kurmaya çabalamaktadır. Suriye’nin Lübnan’da Suudi Arabistan ile işbirliği yapması, Sünni ve Dürzilerle yakınlaşmasını Hizbullah’a karşı bir hareket olarak okumamak gerekir. Yakınlaşma çabaları İran ve Hizbullah’ı tedirgin etmiş olsa da neticede Suriye’nin bu aktörlerle ilişkisi daha derindir ve İsrail’e karşı mücadelesinde kendisi 
açısından daha güvenilirlerdir. Suriye Lübnan’da çok taraflı ilişki geliştirerek İran nezdindeki önemini de artırmaktadır. Büyük ölçüde İran’ın uzantısı konumundaki Hizbullah’a dayalı bir Lübnan politikası Suriye açısından uzun vadede riskler yaratacaktır. Suriye’nin “karşı kamp”tan kesimler ile yakınlaşma çabalarını genel pragmatik dış politika yaklaşımının bir uzantısıdır. Yaklaşık 10 yıl süren sıkıntılı sürecin ardından Suriye’nin rahatlamaya başladığı ve bölgedeki pozisyonunun yeniden güçlenmeye başladığı bir dönem yaşanmaktadır. 


DİPNOTLAR 


1 Bu duruma en iyi örnek olarak 1975 yılında başlayan Lübnan İç Savaşı’nı sonlandırmak ve istikrarsızlığın yayılmasını önlemek için İsrail ve Suriye arasında varılan gizli mutabakat verilebilir. 1976 yılında Lübnan’da iç savaşın devam ettiği dönemde ABD arabuluculuğunda İsrail lideri Rabin ve Suriye lideri Esad arasında Mayıs 1976’da gizli bir uzlaşma sağlanmıştır. “Kırmızı Çizgi” antlaşması olarak geçen bu uzlaşmayla İsrail, Suriye’nin Lübnan’a askeri müdahalesine göz yummuştur. 

2 Bu ifade Suriye’ye gerçekleştirilen saha araştırmaları sırasında Suriyeli uzmanlar tarafından dile getirilmiştir. Hafız Esad’ın, Emevi Hanedanının kurucusu Muaviye’nin politikalarını çok iyi özümsediği ve uyguladığı belirtilmiştir. 
Gerektiğinde kullanılmak üzere hiçbir taraf ile kapıların tamamen kapatılmadığı bu ilişki modeli “açık kapı politikası” olarak adlandırılmaktadır. 

3 Beşar Esad’ın babasının bıraktığı mirası iyi yönetemediği yönündeki yorumlardan biri 2003 yılında Middle East Quarterly dergisinde çıkan “Suriye’yi Beşar Esad mı Yönetiyor?” başlıklı bir makaleydi. Makale için bkz.: Eyal 
Zisser, Does Bashar al-Assad Rule Syria?, Middle East Quarterly, Winter 2003. 

4 “Suriye-AB Ortaklık Anlaşması İmzalandı”, CNN Türk Haber Sitesi, 14 aralık 2008, 
http://www.cnnturk.com/2008/dunya/12/14/suriye.ab.ortaklik.anlasmasi.imzalandi/504653.0/index.html. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

5 Bu yakınlaşma süreci hakkında detaylı bilgi için bkz.: Oytun Orhan, “Suriye’nin Dış Politika Açılımı ve Lübnan’a 
Yaklaşımı”, ORSAM Dış Politika Analizi, 19 Mart 2009, 
http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.aspx?ID=223. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

6 “Beyrut’ta Suriye-Lübnan-Suudi Arabistan Üçlü Zirvesi”, Suriye Resmi Haber Ajansı (SANA), 31 Temmuz 2010, 
http://www.sana.sy/tur/237/2010/07/31/300963.htm. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

7 ABD arabuluculuğunda İsrail ve Suriye arasında imzalanan “Kırmızı Çizgi Anlaşması” ile Suriye’nin askeri müdahalesine onay verilmiştir. 

8 “Nasrallah: May 7 is a Glorious Day for the Resistance in Lebanon”, Ya Libnan, 15 Mayıs 2009, 
http://yalibnan.com/site/archives/2009/05/nasrallah_may_7.php. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

9 “Dürzi lider Canbolat Suriye’de”, Star Gazetesi, 4 Ağustos 2010, 
http://www.stargazete.com/dunya/durzi-lidercanbolat-suriye-de-haber-283386.htm. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

10 Amir Taheri, “Lebanon and Nasrallah’s Trinity”, Sharq al Awsat, 13 Ağustos 2010, 
http://aawsat.com/english/news.asp?section=2&id=21942, (Son Erişim: 22 Ağustos 2010) 

11 Erich Follath, “New Evidence Points to Hezbollah in Hariri Murder”, Der Spiegel, 23 Mayıs 2010, 
http://www.spiegel.de/international/world/0,1518,626412,00.html. (Son Erişim: 23 Ağustos 2010) 

OrtadoğuAnaliz 
Eylül’10 Cilt 2 -Sayı 21 

****