KOMŞU ÜLKELERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KOMŞU ÜLKELERE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Mart 2017 Perşembe

Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri



Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri


Ferhat Pirinççi,

2016-05-03


Suriye’de 2011 yılının Mart ayında patlak veren krizin kısa ve orta vadeli etkileri kendisini hissettirmeye devam ediyor. Özellikle radikal örgütlerin faaliyetleri ve 
Avrupa’ya yönelik Suriyeli mülteci akını nedeniyle Suriye krizi küresel bir sorun haline geldi. Dünya, Suriye krizinin doğrudan etkilerine 2016 yılı itibarıyla maruz kalıp bu etkileri tartışırken Suriye’ye komşu Türkiye, Irak, Ürdün ve Lübnan bu gerçek ile 2011 yılının başından beri yüzleşiyor. Suriye’ye komşu dört ülke, Suriyeli mülteciler ve DAEŞ ve diğer gruplar ile bağlantılı güvenlik risklerinin ötesinde Suriye krizinden kaynaklanan çeşitli meydan okumalarla mücadele etmeye çalışıyor.Suriye krizinin komşu ülkeler üzerinde farklı boyutlarda ve derinliklerde etkisi oldu. Her bir ülkenin kendine özgü yapısı, krizin etkilerinin ve buna karşı verilen tepkilerin farklı olmasını kaçınılmaz hale getiriyor. Ancak krizin komşu ülkeler üzerindeki etkileri birbiriyle yakından ilişkili olduğu için söz konusu etkileri bir diğerinden tam olarak ayırmak mümkün değil ve hiçbir bölge ülkesinin Suriye krizinin etkilerinden bağışık olmadığını vurgulamak gerekir.

"Krizin en Büyük Yükünü Türkiye taşıyor"

Suriye krizinin etkileri, her bir ülke açısından karşılaştırmalı olarak değerlendirildiğinde göç açısından krizin en büyük yükünü Türkiye’nin çektiği gerçeği ile karşılaşılıyor. Suriye krizi nedeniyle Türkiye, günümüzde dünyada en fazla mülteci/sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke konumunda. Türkiye’nin Suriye kaynaklı göçe yönelik politikası özü aynı kalmakla beraber uygulamalar açısından zaman içinde gelişti ve bu gelişme hep ilerlemeci bir şekilde oldu. AFAD, Kızılay, Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı Göç İdaresi Genel Müdürlüğü, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Genelkurmay Başkanlığı başta olmak üzere bütün devlet kurumları entegre bir stratejiyle krizin göç etkisinin Suriyeliler ve Suriyelilerin yerleştiği bölgelerde yaşayan yerel halk açısından minimize edilmesi için çalıştı. 

Ayrıca bu süreç içinde STK’lar da kendisini geliştirerek söz konusu yükün azaltılmasına yardımcı oldu.
Ürdün, Türkiye ile kıyaslanmasa da gerek geçmişteki göç tecrübesi gerekse bağışçılardan aldığı yardımlar sayesinde Lübnan ve Irak’a göre daha sistemli mülteci politikası geliştirebildi. Ancak burada Türkiye ve Ürdün’ün göç etkisine yönelik önemli bir farkı var. Türkiye, ev sahipliği yaptığı Suriyeliler için uluslararası örgütler ve bağışçılardan minimal ölçüde destek aldı ve harcamaların büyük kısmını öz kaynaklarıyla gerçekleştirdi. Ürdün de ülkesindeki Suriyeliler için kendi kaynaklarından harcamalar yapmakla beraber uluslararası örgütler ve bağışçılardan anlamlı bir destek aldı.

Suriye krizinin göç etkisini ülkesine gelen Suriyeliler bağlamında en az hisseden ülke Irak oldu. Suriye’den nispi olarak çok az göç alsa da Suriye krizi ile ilişkili 
gelişmeler nedeniyle “Yerinden Edilmiş Kişiler” durumu Irak için önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Lübnan, krizin göç etkisini en fazla hisseden ülkelerden biri. Siyasi açıdan kırılgan yapısı krizin göç etkisine yönelik kapsamlı bir politika uygulanmasını engellerken, Lübnan’ın geçmişteki göç tecrübesi de Suriyelilere yönelik politikaların geliştirilmesinde etkili oldu.

Türkiye-Ürdün/ Irak-Lübnan karşılaştırmalı perspektifiSuriye krizinin devlet yapısına etkisine karşılaştırmalı bir perspektiften bakıldığında, Türkiye ve Ürdün ile Irak ve Lübnan’ı ayrı kategoride değerlendirmek gerekir. 
Zira Türkiye ve Ürdün’deki devlet kurumlarının ve siyasi yapıların kriz öncesindeki durumu, krizin bu ülkelerdeki devlet yapılarını olumsuz etkilemesini engelledi. Aksine Türkiye ve Ürdün devlet yapılarının kurumsallığı, krizin bütün etkileriyle mücadelede önemli bir destek sağladı.

Irak ve Lübnan açısından ise durum aynı değil. Irak’ta Suriye krizinin başlamasından önce siyasi açıdan Maliki iktidarı devam ediyor olsa da devlet yapısında aksayan sorunlar vardı. Her şeyden önce ülke içinde kamu düzeni ve otoritesi tam olarak sağlanmış değildi. Böylesi bir ortamda Suriye kriziyle ilişkili olan DAEŞ'in Musul ve diğer bölgeleri işgali, Irak’taki devlet yapısının kırılgan durumunu gözler önüne serdi. Irak siyaseti, bu kırılgan yapıyı toparlamak için girişimlerde bulunsa da kısa vadede başarı sağladığı söylenemez.
Lübnan için de krizin devlet yapısına etkisi açısından durum pek iç açıcı değil. Suriye krizinin etkisini iyiden iyiye hissettirdiği bir dönemde geçici hükümetle idare edilen Lübnan, yerel aktörlerin Suriye krizine yönelik tutumlarından dolayı iç politikada ciddi sıkıntılarla karşılaştı. Yeni hükümet 2014 yılında kurulmuş olsa da siyasi açıdan kırılgan yapı, hükümetin Suriye krizine yönelik kapsamlı politikalar izlemesini engelliyor. Ayrıca Lübnan 2014 yılından beri yeni cumhurbaşkanı seçilebilmiş değil ve Parlamento seçimleri iki kez ötelenerek 2017 yılına ertelendi.

Suriye krizinin radikalleşmeye etkisi açısından Suriye’ye komşu dört ülkenin de farklı derecelerde etkilendiğini söylemek gerekir. Her bir ülkeden yabancı terörist savaşçı olarak DAEŞ, Nusra Cephesi veya PKK/YPG gibi terör örgütlerine katılımlar olmakla beraber, krizin kendisi ve krize yönelik uygulanan politikalar, bazı ülkelerin kendi içinde radikalleşme eğilimini arttırdı. Bu durumla ilişkili olarak Irak ve Lübnan’ın daha ön plana çıktığı söylenebilir. Zira Suriye krizi ve DAEŞ’le mücadele bağlamında Irak’ta uygulanan politikalar, toplumun bütün kesimlerinde radikalleşme eğilimini yükseltti. Lübnanlı aktörlerin Suriye krizinde taraf olması, özellikle Hizbullah’ın askeri angajmanı ülkedeki siyasal ve toplumsal kutuplaşmayı körükledi ve bu da zaman zaman sıcak çatışmaya varacak düzeyde toplumsal gerginlikleri beraberinde getirdi. Lübnan’da farklı toplumsal kesimler arasında zaten güçlü olan mezhepsel bilincin daha güçlendiği ve bu kesimlerin dinsel kimliklerine daha sıkı bağlandığı görülüyor. Lübnan’da radikalleşme ve güvenlik risklerine ilişkin bir diğer boyut Lübnan’a gelen Suriyeliler arasında radikalleşme açısından uygun zeminin olması ve bunun radikal gruplar tarafından istismar edilmesi olasılığı.

"Kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte"
Suriye krizinin güvenlik alanında Irak’a etkisi değerlendirildiğinde daha çok DAEŞ bağlantılı gelişmeler öne çıkar. DAEŞ, Irak kökenli bir örgüt olmasına rağmen DAEŞ’in güçlenmesine zemin sağlayan Suriye iç savaşı oldu. DAEŞ saldırıları ve DAEŞ’le mücadele süreci içinde her siyasal ve silahlı aktör krizi kendi lehine çevirmek ve fırsata dönüştürmek çabası içerisine girdi. Bu sürecin doğal sonucu, uzun süreli istikrarsızlık ve her grubun kontrol ettiği bölgede tehdit olarak gördüğü toplumsal kesimleri zorunlu göçe tabi tutması oldu. Irak’ta en ciddi güvenlik riski zorunlu göçe maruz kalan bu insanların uzun vadede ülkede istikrarsızlığın kaynağı olacağı gerçeği. Bu kitlesel yer değiştirmeler güvenlikten ziyade siyasal nitelikte. Siyasi amaç da kontrol edilen bölgede homojen bir demografik yapı oluşturuyor. Bu da zaten fiili anlamda parçalanma süreci içinde olan Irak’ta merkez kaç kuvvetleri ve parçalanmayı tetikleyebilir.
Suriye krizinin Ürdün’e siyasi ve güvenlik etkileri açısından bakıldığında Ürdün’ün Suriye’ye komşu ülkeler arasında bu açıdan en az olumsuz etkiye maruz kalmış 
ülke olduğunu söylemek mümkün. Bunun temel nedeni Ürdün’ün Suriye iç savaşına doğrudan müdahil olmamaya çalışması ve sınır güvenliği konusunda krizin başından itibaren hassas davranması etkili oldu. Irak, Lübnan ve Türkiye Suriye kaynaklı çok sayıda terör saldırısına maruz kalmışken Ürdün’de henüz böyle bir gelişme yaşanmadı. Ancak Ürdün bir taraftan istikrarlı görüntüsüne rağmen kendi içinde kırılgan bir yapıya da sahip. Bu nedenle Ürdün karar alıcıları ve güvenlik bürokrasisinin Suriye krizi nedeniyle tabiri caizse “diken üstünde” olduğu söylenebilir.
Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen yabancı terörist savaşçılar Türkiye üzerinden Suriye’ye ya da Suriye üzerinden kaynak ülkelerine geçmeye çalışıyor. 
Türkiye de sınır güvenliği için çok daha fazla enerji ve kaynak harcanmak durumunda kalıyor. Türkiye-Suriye sınırının belli bölümlerinde inşa edilen yüksek duvarlar, sınır bölgesinde askeri konuşlanmanın artırılmış olması ve sınırın teknolojik imkanlar kullanılarak denetlenmesine yönelik çaba ve yatırımlar bunlar arasında sayılabilir.

Türkiye-Suriye Sınırı Türkiye açısından Suriye krizi kaynaklı belki de en ciddi tehdit ise 910 kilometrelik Türkiye-Suriye sınırının Nisan 2016 itibarıyla yaklaşık 600 kilometresini Türkiye’ye karşı mücadele yürüten PKK terör örgütünün Suriye kolu YPG tarafından kontrol ediliyor olması. Bu, sınır güvenliği açısından bir risk durumu. 
Suriye’nin parçalanması ihtimali ve bunun Türkiye’nin toprak ve siyasal bütünlüğünü riske etmesi olasılığı, Suriye krizinin Türkiye açısından uzun vadeli 
güvenlik etkisini oluşturuyor.
Suriye krizinin sınır aşan etkileri giderek artan boyutta hissediliyor. Suriye krizi, DAEŞ ve mülteciler boyutu ile tüm dünyayı etkiliyor. Buna karşın Suriye 
dışında krizden birinci derecede etkilenen ülkeler bu ülkeye komşu olan Irak, Lübnan, Ürdün ve Türkiye olmuştur. Ancak her bir ülkenin kendi şahsına 
münhasır özellikleri, krizin bu ülkelere derinliği ve boyutları açısından farklı şekillerde sirayet etmesine neden oldu. Suriye krizinin kısa vadede sona ermesi 
halinde bile bölge ülkeleri üzerindeki etkilerinin bir anda ortadan kalkacağını söylemek güç. Bu nedenle Suriye iç savaşını sonlandırmanın ötesinde krizin 
Suriye’ye komşu ülkeler üzerindeki etkilerine yönelik de kapsamlı ve sürdürülebilir politikalar geliştirilmesine ihtiyaç var. Kriz uzadıkça bu ihtiyacın daha acil hale geldiği kaçınılmaz bir gerçek.

Bu yazı “Suriye Krizinin Komşu Ülkelere Etkileri” başlığıyla Anadolu Ajansı internet sitesinde yayınlanmıştır.

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/4701?s=orsam|turkish


***

IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER


IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 


2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

ORSAM 
Rapor No: 21
ORSAM-ORTADOĞU TÜRKMENLERİ PROGRAMI Rapor No: 7
Kasım 2010 
ISBN: 978-605-5330-60-6 
Ankara - TÜRKİYE © 2010 



Bu raporun içeriğinin telif hakları ORSAM'a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, 
yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; 
ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Stratejik Bilgi Yönetimi,  Özgür Düşünce Üretimi 

Tarihçe;

Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 
1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır. ORSAM, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı’na bağlı bir kuruluştur. 

Ortadoğu’ya Bakış; 

Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. 
Ortadoğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptir. 
Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik haklarına, bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek 
ulusal ölçekte kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir. Sözkonusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir. 
Cepheleşen eksenlere dâhil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi, bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir. 

Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları; 

ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM, bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM; web sitesiyle, aylık Ortadoğu Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. 
Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. 


TAKDİM 

Türkiye, modern Irak’ın kuruluşundan bugüne Irak’tan sürekli olarak göç almıştır. Irak’ın içinden geçtiği siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçlere bağlı olarak göçün ölçeği ve dinamikleri değişiklik göstermiştir. Ancak 1991’de yarım milyon Iraklı mültecinin sınırlarına dayanması Türkiye’nin uzun süredir karşı karşıya kaldığı en büyük mülteci kriziydi. 2003 sonrası dönemde, Türkiye’ye 
yönelik Irak kaynaklı göç 1991 krizine göre daha düşük bir düzeyde de olsa devam etti. Kuşkusuz Irak, Türkiye’nin göç aldığı ülkelerden yalnızca biridir ve incelenmesi gereken tek ülke değildir. Ancak Irak’ın içinden geçtiği kritik sürecin Türkiye’yi de içine alan çok geniş ve çok boyutlu bölgesel etkilerinin olması, ORSAM olarak ilgimizi Irak’a yoğunlaştırmamızı gerekli kılmaktadır. 

Diğer taraftan, Irak’tan göçün sürmesi ve 2003 sonrasındaki göçün açtığı yaraların sarılamaması, Irak’ın yeniden inşası sürecinde büyük sıkıntılar oluşturacaktır. Dr. Didem Danış’ın belirttiği gibi, Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede 
mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. 

Dr. Didem Danış’ın, 2003 sonrasında Irak’tan komşu ülkelere ve Türkiye’ye yönelik göç sürecinin araştırıldığı bu çalışması iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası olmak üzere üç dönemde Irak göçünün gelişimi ele alınmaktadır. Raporun ikinci bölümünde 
ise, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekilleri, sosyal ve ekonomik koşulları incelenmektedir. Son bölümde ise Türkiye’deki Iraklılarla ilgili bazı politika önerileri sunulmaktadır. 

Raporda, göç sürecinin dikkat çekici pek çok boyutu bulunabilir. Bunlar arasında, mültecilerin Irak’taki yerlerine geri dönme olasılığının tartışıldığı bölümde ulaşılan sonuçların bilhassa önemli olduğu düşüncesindeyiz. Tespitlere göre, mültecilerin geri dönüşü için yurtlarını terk ederek gurbet yollarına düşmeleri ne neden olan faktörlerin ortadan kalkması şimdilik bir hayal olmanın ötesine geçmemektedir. Nitekim yapılan araştırmalar da pek çok Iraklı’da için geri dönüş beklentisinin kalmadığını göstermektedir. 

ORSAM olarak önümüzdeki dönemde, Irak’tan gerçekleşen göçün farklı boyutlarına ilişkin yeni çalışmalar yayınlamayı planlamaktayız. Zira bu “sessiz kriz” insani boyutlarla sınırlı kalmayacaktır. 
Üzerinde çokça düşünülmesi, araştırma yapılması ve politika önerileri geliştirilmesi gerekmektedir. 
Yeni çalışmalarla ilgili her türlü görüş ve tekliflerinize açık olduğumuzu belirtmek isteriz. 
Bu vesileyle, Dr. Didem Danış’a ve ekibine titiz çalışmaları için teşekkürlerimizi sunuyor, yeni çalışmaların hazırlanması için güzel bir örnek oluşturması temennisinde bulunuyoruz. 

Hasan Kanbolat 
Başkan 
Hazırlayanlar: 
Araştırmacı: Dr. Didem Danış, ( Galatasaray Üniversitesi ve ORSAM Danışmanı ) 
Araştırma Asistanları: Damla Bayraktar, Gül Çatır, Emin Salihi 
Raportörler: Dr. Didem Danış, Damla Bayraktar 

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

Özet;

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açmıştır. 

Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler olmuştur. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yönelmiştir. Türkiye de, Iraklı sığınmacı göçmenler için önemli bir ülke olmuştur. 1991 yılında yarım milyon Iraklının Türkiye sınırlarına gelmesini 
tetikleyen mülteci krizinden beri az ama sürekli bir Iraklı göçü devam etmiştir. 

Irak göçünün gelişimi üç dönemde ele alınabilir: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren ilk dönem, 1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle pek çok Iraklının bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmesine yol açmıştır. 2003’te Amerikan işgaliyle başlayan ikinci dönemde, Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olmuş, ancak kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 2003-2006 arası 
dönemde, ülkeye huzur ve demokrasi geleceğini düşünen Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Iraklıların iltica dosyalarını askıya alarak, komşu ülkelerde sığınma başvurusu yapanların uzun bir bekleme dönemi yaşamalarına neden olmuştur. 

Irak göçünün üçüncü ve şimdilik son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. BMMYK bu kararında, Irak’ın özellikle güney ve orta bölgelerinde şiddet olaylarının yoğun olarak yaşandığını belirtmiş ve bu bölgelerden göç eden kişilerin sığınılan ülkeler tarafından geri çevrilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir. 

2007 yılından itibaren ABD’nin Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Komşu Arap ülkelerindeki durumdan farklı olarak, Iraklıların çoğu Türkiye’de geçici bir süre kaldıktan sonra başka ülkelere göç etmiştir. Bunun başlıca nedeni Türkiye’nin imzalamış olduğu anlaşma ve düzenlemelere göre Türkiye’nin diğer Avrupa’dan gelmeyenler gibi Iraklılar için de bir iltica sağlama yükümlülüğünün bulunmamasından kaynaklanmaktadır. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi sınırlama maddesinin hâlâ korunuyor olması ve İskân Kanunu’nun sadece Türk kökenli yabancıların vatandaşlık alabilmesini mümkün kılması, Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu yüzden Türkiye, Iraklıların önemli bir kesimi için geçici süre kalınacak transit bir ülke olarak görülmektedir. 

BMMYK tarafından 2007 yılında yayınlanan bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. 
Diğer komşu ülkelere oranla daha az sayıda Iraklının Türkiye’yi tercih etmesinin sebepleri arasında, yasal engeller, coğrafi uzaklık, dil farkı (Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkçe bilmemesi), Türkiye’nin pahalı olması ve Türkiye’de mültecilere yardım eden sivil toplum kuruluşlarının az olması gibi faktörler sayılabilir. 

Türkiye’deki Iraklı mevcudiyeti farklı tipolojiler barındırmaktadır. Bunlar dört grup altında toplanabilir: 
Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret amacıyla mekik dokuyan göçmenler ve ikamet izniyle oturan yasal göçmenler. 

Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. 
Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. Ancak, mevcut kargaşa ortamında cemaatleşme ve adam kayırma güçlenerek “öteki”leştirme, birbirine güvensizlik ve düşmanlığa dönüşmüştür. 

Ve son olarak, göçün en ağır sonuçlarından biri Irak’ın yetişmiş insan birikimini kaybetmesidir. 
Iraklılar içinde eğitimli ve orta sınıf meslek sahibi kişiler gerek genel çatışma ortamı gerek doğrudan kendilerine yapılan tehditler yüzünden ülkeyi terk etmektedir. Irak’ın geleceği tartışılırken sıklıkla göz ardı edilen ve telafisi on yıllar sürecek bu “insan kapasitesi kaybı” Irak’ın yeniden inşası sürecinde en çok sıkıntı yaratacak unsurlardan bir olacaktır. 

Giriş 

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açtı. Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler oldu. 1991-2003 arasında milyonlarca Iraklı’yı kabul eden İran, 2003 sonrasında bu rolünü Suriye ve Ürdün’e bıraktı. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yöneldi. 

Toplam iki milyona yakın Iraklı şiddet ve çatışma ortamından kaçıp komşu Arap ülkelerine sığınırken, Türkiye’deki Iraklı sayısı çarpıcı bir şekilde düşük kaldı. BMMYK’nın 2007’de yayınladığı bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. Ancak resmi sığınmacıların sayısı az olsa da 1991’deki büyük iltica hareketinden beri Türkiye’ye yönelik devam etmekte olan bir göç hareketi olduğu bilinmektedir. 

Bu raporda, Iraklıların göç etmesine neden olan koşullar, göçün farklı dönemlerde aldığı şekiller ve Türkiye’de bulunan Iraklıların yasal statüleri ve sosyo-ekonomik durumlarına değindikten sonra, ilgili kurumlarla ilişkilerini inceleyeceğiz. Araştırmanın saha çalışmasını yürüttüğümüz İstanbul’da Iraklılar arasında en dikkat çekici gruplar, üçüncü bir ülkeye yer-leştirilmek üzere sığınma başvurusunda bulunanlar ve ikamet izniyle oturanlar oldu. Bunlar dışında çalışma amaçlı gelmiş ve çoğunlukla gerekli evraklar olmadan ikamet eden kişiler bulunmaktaydı. Ancak İstanbul, Ortadoğu’nun ekonomik açıdan en dinamik kenti olmasına rağmen, Iraklı göçmen ve mülteciler için çeşitli 
dezavantajlar taşımaktadır. Yüzbinlerce Iraklının yaşadığı Şam veya Amman’a kıyasla, İstanbul’da kiraların yüksekliği, hayat pahalılığı, Türkmenler dışındaki Iraklılar için dil ve kültürel farklılıklar, yardım kuruluşlarının sınırlı sayıda ve kapasitede olması, Iraklı sığınmacı ve göçmenler için Türkiye’yi zor bir alternatif haline getirmektedir. Tüm bu faktörlerden daha önemli olansa, Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerine sıcak bakılmıyor oluşu ve geçici olarak görülmeleridir. Sonuçta Türkiye pek çok Iraklı için geçici bir süre kalınan transit bir ülkedir. 

Bu çalışma, Yakın Doğu Fransız Enstitüsü’nden (Institut Français du Proche-Orient) Geraldine Chatelard ve East London Üniversitesi’nden Philip Marfleet tarafından yönetilen “Irak Göç Örüntüleri” başlıklı uluslararası araştırma kapsamında Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Suriye, Ürdün, Türkiye ve Lübnan’da farklı ekipler tarafından yapılan saha çalışmalarının Türkiye ayağı Dr. Didem Danış tarafından yürütülmüştür. 
Araştırma bulguları, Mayıs 2009’da Şam’da yapılan bir atölye toplantısı ve Ocak 2010’da Beyrut’ta yapılan bir konferansla araştırmacılar arasında paylaşılmıştır. ORSAM tarafından desteklenen Türkiye’deki çalışmada, Damla Bayraktar, Gül Çatır ve Emin Salihi araştırma asistanları olarak görev almışlardır. Nisan-Mayıs 2009 ve Eylül-Kasım 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yüz yüze görüşmeler 
yapılarak gerçekleştirilen araştırma sırasında, Türkiye’ye göç etmiş farklı etnik ve dini kökenlerden gelen, farklı yasal statülere sahip yirmi Iraklının yanı sıra ve bu kişilerin bağlantıda olduğu kurumlarla görüşülmüştür. 

Bu kurumlar arasında, 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), 
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 
Irak Konsolosluğu, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD), 
Kerkük Vakfı, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), 
Uluslararası Katolik Muhaceret Komisyonu (ICMC), 
Caritas, Keldani-Asuri Yardımlaşma Derneği (KADER), 
Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı bulunmaktadır. 

Bu araştırma için, bir karşılaştırma zemini olması açısından Didem Danış’ın 2003 - 2006 yılları arasında doktora tezi kapsamında İstanbul’da yürüttüğü 
saha araştırmasının bulgularından da faydalanılmıştır. 

Bu rapor iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Irak göçünün gelişimini incelerken üçlü bir dönemselleştirme yapacağız: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. İlk olarak, Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren dönem incelenecektir. 
1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle 
pek çok Iraklı bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmiştir. 2003’te Amerikan işgaliyle Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olsa da, çok kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 20032006 arası dönemde Irak’tan ülke dışına yönelik göç özellikle komşu Arap ülkelere yönelmiş ve BMMYK’nın Iraklıların iltica dosyalarını dondurmasından dolayı belirsizlikle biçimlenen uzun bir bekleme dönemi yaşanmasına neden 
olmuştur. Irak göçünün son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Raporun ikinci bölümünde, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekillerini, sosyal ve ekonomik koşullarını inceleyeceğiz. Ülkemizde bulunan Iraklılar dört farklı statüde bulunmaktadır: Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret başta olmak üzere çeşitli sebeplerle git-gel yapanlar ve ikamet izni veya vatandaşlık hakkı kazanmış olanlar. Ayrıca, diğer alternatif güzergâhlara kıyasla İstanbul’un tercih edilme nedenlerini tartıştıktan sonra, İstanbul’da bulunan Iraklıların göçünü düzenleyen ve onlara yönelik hizmet sunan kurumları 
tanıtacağız. Son olarak, Türkiye’de bulunan Iraklılarla ilgili politika önerileri sunacağız. 


***




DÖNEMLERE GÖRE IRAK’TAN GÖÇ 

1.1. 2003 Öncesi Irak’tan Göç 

BÖLÜM 1: 

Irak’tan göç denildiğinde akla ilk olarak, 1991 Körfez Krizi sonrasında yarım milyon Iraklının Türkiye’ye, bir milyona yakınının da İran’a sığındığı 
“büyük kaçış” gelir. ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırdıktan kısa bir süre sonra, Mart 1991’de, kuzeyde Kürtler, güneyde de Şiiler Saddam Hüseyin yönetimini düşürmek üzere ayaklanmışlardır. Ancak, bu eylemleri el altından teşvik eden müttefik güçler, daha sonra Baas yönetiminin toparlanmasına seyirci kalmayı tercih edince, Irak ulusal ordusu tarafından isyancılara yönelik şiddetli bir bastırma operasyonu yürütülmüştür. Böylece, önce Şiiler, sonra da Kürtler en yakın komşu ülkelere kitlesel olarak 
sığınmak için yollara dökülmüştür. 

Mart-Nisan 1991’de Türkiye’ye akın eden ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu, aralarında Türkmen ve Hıristiyanların da bulunduğu sığınma hareketi aslında Türkiye için ilk değildi. İran’la yapılan savaşın bitmesiyle, Mart 1988’de Halepçe’de yaşanan ve 5 bin kişinin ölümüne neden olan kimyasal saldırıya benzer bir katliama maruz kalmaktan korkan 100 bin civarındaki1 Kürt nüfus, güneydoğu sınırından giriş yaparak Türkiye’ye sığınmıştı. Nisan 1991’de yarım milyon Iraklı, Türkiye sınırına kaçmaya başladığında, 1988 sığınmacılarından 30 bin kadarı Türkiye’de bulunmaktaydı (Kaynak, 1992: 47). 

Bu ikinci iltica krizinin hacmi ve hızı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk hükümeti bir yandan eldeki imkânların kısıtlılığı, öte yandan ülke içindeki Kürt meselesinin bir süredir alevlenmiş olmasından dolayı, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Iraklı sığınmacı grubuna şüpheyle yaklaştı ve başlangıçta sınır kapılarını açmak konusunda isteksiz davrandı(Kirişçi, 1994 ve 1993). Ancak, bu durum uzun sürmedi ve uluslararası kamuoyunun da etkisiyle, Iraklılar kısa sürede Türkiye’ye kabul edilerek, sınıra yakın bölgelerde geçici kamplara yerleştirildiler. 

1991’deki kitlesel mülteci krizi sanıldığı kadar uzun sürmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerisiyle Britanya ve ABD, 36. paralelin 
kuzeyinde “güvenli bölge” kurulması ve Türkiye’ye kaçan sığınmacıların Irak içindeki bu bölgede korunmasını sağlayan bir projeyi iki ay içinde hayata geçirdiler. “Güvenli Bölge” uygulaması, mülteci akımlarını azaltan ve yönünü ters çeviren bir strateji olarak görüldü. 1991’deki kriz sırasında, Irak içinde “güvenli bölge” yaratma projesinin de, bu açıdan bakıldığında istenen sonucu verdiğini söylemek yanlış olmaz. 1991 Mayıs sonunda Muhteşem Kaynak’ın yaptığı araştırmaya göre, iki ay gibi bir süre içinde yüzbinlerce Iraklı geri dönmüş, 
Türkiye’de sadece 14 bin sığınmacı kalmıştı. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı 5 bine düşmüştü (Kaynak, 1992: 49). 

Büyük mülteci krizi geçtikten sonra, 1990’lı yıllar boyunca Irak’tan göç daha küçük ölçekli ama istikrarlı bir şekilde devam etti. Bu göçü tetikleyen başlıca etken, 1991 Körfez Savaşı’nı takip eden dönemde uygulanan ambargoların ekonomik ve sosyal anlamda Irak’ta yol açtığı ağır tahribat oldu. Körfez Savaşı sırasında altı hafta boyunca süren ve ülkenin altyapısına ağır hasar veren hava saldırılarıyla başlayan süreç, BM denetiminde uygulanmaya başlayan ambargolarla Irak’ın gündelik yaşamı üzerinde ağır ve yaygın bir hasara yol açtı. 6 Ağustos 1990’da BMGK’nın 661 sayılı kararıyla Irak’la ticaret yapılmasına –tıbbi amaçlar için üretilmiş ürünler ile insani gıda maddeleri hariç olmak 
üzere – yasak getirilmişti.2 


1991 ve 2003 arasındaki bu ortamda, göçün ufak ufak ama sistematik bir şekilde devam etmesi, Irak’taki durumu yakından takip eden araştırmacılar için çok da şaşırtıcı olmadı. 1990’larda Irak’taki atmosfer, özellikle gençler arasında genel bir memnuniyetsizlik hissiyle biçimlenmişti. Gençlerin, anne babaların dan müreffeh Irak’ın 1970’lerde kalan güzel günlerine dair dinledikleri nostaljik öyküler, kendilerini bir parçası olarak hissedemedikleri yeni Irak’ta giderek şiddetlenen bir rahatsızlık duygusuna dönüştü. Gençler başta olmak üzere, 
pek çok Iraklı için göç –Iraklıların ifadesiyle “çıkış”– ülkedeki sosyal ve ekonomik kriz ortamından son kurtuluş yolu anlamına geliyordu (Lafourcade, 2001). 

Ambargo yıllarında ekonomik altüst oluş, yaygın güvensizlik ve geleceğe yönelik belirsizlik hissi gibi olguların Irak’tan göçü tetikleyen unsurlar olduğunu söyledik. Bunlara ek olarak, devletin ekonomik ve sosyal alandan çekilmek zorunda kalırken, siyaset alanında şiddetini arttırdığını, baskı ve gözetim politikasının da Irak’tan kaçış arzusunu güçlendirdiğini belirtmek gerekir. Halkın gündelik yaşam zorluklarına çözüm bulamayan Iraklı yöneticiler, iktidarlarının devamını sağlamak için toplum üzerindeki baskılarını arttırdılar. Benzer bir süreç ülkenin kuzeyinde 90’lı yılların ortalarında birbirleriyle savaşmaya başlayan Kürt gruplar arasında da yaşandı. 

Bu kuvvetli göç arzusuna rağmen, çeşitli engelleyici faktörler 2003’e kadar göçün etkisinin, potansiyelinin altında kalmasına neden oldu. 

Bu kısıtlayıcı unsurlar arasında hem Irak yönetiminin göçü engelleme çabası, hem de göç etme hayali kurulan ülkelerin katı göç ve iltica politikaları sayılabilir. Öncelikle Irak hükümetinin, insanların ülke dışına çıkışını denetlemeye 
yönelik uyguladığı baskılar –örneğin pasaport edinmek için ödenmesi gereken yüksek ücretler, ülke dışına çıkacakların dönüşlerinde almak üzere yatırması şart koşulan depozito uygulaması veya göç etmiş kişilerin Irak’ta kalan ailelerine çıkarılan zorluklar–, ardından da Batı hükümetlerinin Iraklıların vize başvurularına yönelik olumsuz tutumları ve Irak göçüne kapıları kapatmış olması, bu göçün gerçek kapasitesine ulaşmasını engelledi. Bu durum, 
2003 sonrası Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesiyle birlikte değişecek, pasaport veya turist vizesi alma prosedürleri Iraklılar için kolaylaş tırılacaktı. Yönetimin zorunlu kıldığı çıkış yasaklarının ortadan kalkması, ileriki bölümlerde de anlatılacağı gibi göçün artışında önemli bir kolaylaştırıcı etmen haline gelecekti. 

Kısıtlayıcı politikalar yine de, Irak vatandaşlarının yurtdışına gitme arzusunu tümüyle yok edemedi. Irak göçünü 10 yıldan uzun süredir takip eden Fransız araştırmacı Geraldine Chatelard’a göre “1990 ve 2002 arasında 1,5 milyondan fazla Iraklı dönmemek üzere ülkeyi terk etti” (Chatelard, 2005: 123). Irak’tan ayrılanların sayısı hakkındaki tahminler, farklı görüşlere göre, 2 ila 4 milyon arasında değişiklik gösteriyor olsa da, her 6 veya 10 Iraklıdan birinin ülkeyi terk ettiği anlamına gelen bu sayıların her halükarda çok ciddi bir olguya işaret ettiğine kuşku yoktur (Danış, 2009a). 

1.2. 2003-2006: İşgal Altında Yaşam ve Göç 2003’te Saddam Hüseyin’in iktidardan düşmesiyle, Irak göçü hız ve şekil değiştirdi. 2003’e kadar Irak’tan kaçanların önemli bir kısmını oluşturan Şii ve Kürt gruplar, kendileri için ekonomik ve siyasi anlamda kazanım vaat eden bölgelerde yeni bir gelecek umuduyla kalmayı tercih ettiler. Bunda elbette, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak’ın “barış ve demokrasi yolunda ilerleyen bir ülke” olduğunu iddia eden ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin, Iraklıların iltica başvurularına yönelik olumsuz tavrının da etkisi oldu. İşgalin ilk yıllarında şüpheci de olsalar, Irak halkında bir umut yeşermişti. 

2003-2004 bu sebeplerden dolayı genel göçün azaldığı, hatta dönemsel geri dönüşün başladığı yıllar olmuştur. 1959 yılında kurulmuş olan Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD) Başkanı Mehmet Tütüncü de, yaptığımız görüşme sırasında 2003-2005 arası Irak’a geri dönüşler yaşandığını teyit etmiştir: “ 2003’e kadar göç devam etti. 2003’te [Irak’a] Geri Dönüş başladı. İnsanlar büyük bir umutla geri döndü. Kalanların birçoğu da 2-3 sene bekledi durum düzelsin diye.” (Mehmet Tütüncü ile görüşme, 11.11.2 )

İşgal sonrası ilk yıllarda Irak’tan yurtdışına göç edenler daha çok yeni şekillenen Irak siyasetinde aradıklarını bulamayan ve bu sebeple sosyoekonomik zorluklarla karşılaşan gruplar oldu. 
2003 sonrası Irak’taki iktidar konumlarının değişmesiyle yaşam koşulları zorlaşan, yeni baskılara maruz kalan Türkmenler ve Asuri-Keldani Hıristiyanlar,  on yıllardır devam eden göç sırasında kurulan ilişki ve akraba ağları sayesinde Irak dışına göç etmeye devam ettiler. Öte yandan, Kuzey Irak’ta kurulan yeni Kürt oluşumunun yarattığı iyimser havanın etkisiyle Kürtlerin 
yurtdışına göçlerinde azalma yaşandı. 

Ancak 2005’ten itibaren her şey değişmeye başladı. Güvenlik durumu çok ciddi derecede kötüleşirken, şiddet, kargaşa, adam kaçırma, tecavüz ve nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Irak’taki işgal sonrası şiddet o derece tırmandı ki, pek çok Iraklı düzen ve asayiş uğruna, Saddam Hüseyin dönemini arar hale geldi. Kasım 2009’da İstanbul’da görüştüğümüz Iraklı sığınmacılar “2003’den beri her şeyin çok kötü, her günün bir öncekinden daha kötü” olduğunu ifade ettiler. En sık dile getirilen şikâyetlerden biri de “eskiden bir Saddam vardı, şimdi bin oldu” sözüydü: 

"2003’ten sonra hiçbir şekilde emniyet yoktu. Saldırının hangi taraftan geleceği bile belli değildi. Hükümetin kendisi çeteydi zaten. Bir sorun olduğunda polise gidemiyorduk. Polisin kimin tarafında olduğu belli değildi. Orada [Irak’ta] güvende olmak için kendine, kendi akrabalarına güvenebilirsin ancak. […] En 
son tehdit, ağabeyim aracılığıyla bana yapıldı. Ağabeyime, burayı terk etmemi yoksa beni öldüreceklerini söylemişler. Ben de ayrıldım. Zaten ayrılma fikri hep kafamda vardı. Kendini bile koruyamayan bir hükümet beni nasıl 
koruyacak." (Iraklı erkek sığınmacı, 38 yaşında, İstanbul’da görüşme 17.11.2009) 

Ancak 2003-2006 yılları arasında Irak’ta yaşanan bu sıkıntılara ve göçün devam ediyor olma-sına rağmen, ülke dışına kaçan Iraklıların iltica başvuruları donduruldu. Batılı ülkelerin göz yumduğu bu manasız kararın ardında, Saddam 
Hüseyin sonrasında Irak’ın bir “barış ve demokrasi ülkesi” haline geldiği yolundaki iddia etkili olmuştu. 

Oysa yukarıda aktardığımız üzere, Irak’ta yaşam koşulları her geçen gün kötüleşiyordu ve mülteci statüsü tanınmaması, Irak’tan göç olmadığı anlamına gelmiyordu. Irak’a komşu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Iraklıların çoğu bekleme halindeydi. Batı ülkelerinin kapıları kapaması yanında, Türkiye’de Avrupa dışından gelenlere iltica hakkı tanımaması ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin sınırlı kalması Iraklıların bu ucu açık bekleme dönemlerinde 
sıkıntıları arttıran bir faktör oldu. 


Grafik-1: 2002-2006 Yılları Arasında Endüstrileşmiş Ülkelere Kabul Edilen Iraklıların Sayısı 
Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 

Irak’ın komşu ülkelerindeki tabloya bakıldığında, 2003-2006 arasında bu ülkelere sığınmış çok az kişinin mülteci hakkı alabildiği görülür. 2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirilmiştir. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklıların sayısı 33’tür.3 

Irak işgalinin ilk yıllarında, yani 2003-2006 arası dönemde işgal sonrası Irak’taki ortamın düzenli hale geleceğine dair beklentiler Irak’tan göç eden kişilerin yaptıkları iltica başvurularının dondurulmasına neden olmuştur. Irak’taki 
durumun sanıldığı gibi bir barış ve demokrasi ortamı olmadığı ancak 2006 yılında kabul edilmiştir. 
Şubat ayında Samarra’daki bir Şii camisine yapılan saldırı ve pek çok Iraklının ülkeden kaçmasına neden olan şiddet olayları Irak’ta güvensizlik ortamının her geçen gün kötüleştiğini ortaya koymaktaydı. 



***