Iraktan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Iraktan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2018 Cuma

ABD’NİN IRAK’TAN MUHTEMEL ÇIKIŞ SENARYOLARI VE BÖLGEDE MEYDANA GETİREBİLECEĞİ SONUÇLARI

ABD’NİN IRAK’TAN MUHTEMEL ÇIKIŞ SENARYOLARI VE BÖLGEDE MEYDANA GETİREBİLECEĞİ SONUÇLARIN U/A HARP VE HAREKÂT HUKUKU AÇISINDAN  DEĞERLENDİRİLMESİ 




Yazan: Mu.Yzb. Adem ARAS 

 ABD’nin Irak’tan çıkış senaryoları çeşitli açılardan zaman boyutu ile değerlendirilebilirse de, hukuken bu senaryolardaki zaman boyutundan çok şekil boyutu önem kazanmaktadır. Bu kapsamda konuya Uluslararası Hukuk, Harp ve Harekât Hukuku ve Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı ile ilgili kısa bilgiler vererek başlamak istiyorum. 

1. Uluslararası Hukuk 

Uluslararası Hukuk egemen devletlerin karşılıklı rızaları ile oluşur. 

Uluslararası Hukuku oluşturan kaynaklar asli ve yardımcı kaynaklar olarak ikiye ayrılmaktadır. Asli kaynakları; uluslararası anlaşmalar, örf ve adet kuralları ve hukukun genel ilkeleri; yardımcı kaynakları ise, mahkeme kararları, doktrin ve hakkaniyet ve nısfet oluşturmaktadır. 
Uluslararası Hukukun etkinlik açısından iç hukuka nazaran bazı zayıf yönleri mevcuttur. İç hukukta egemenlik yetkisini kullanan devlet otoritesi, kanun koyucu yasama organı, mecburi yargı ve uluslararası kolluk gibi zorlayıcı bir kuvvetin olmaması Uluslararası Hukukun İç Hukuka nazaran zayıf yönlerini oluşturmaktadır. 

2. Harp ve Harekât Hukuku 

Harp ve Harekât Hukuku, silahlı çatışmaya başvurmanın meşruluğu (jus ad bellum) ve silahlı çatışma esnasında uyulması gereken kurallar (jus in bello) olarak iki başlıkta incelenebilir. BM sisteminde saldırı savaşlarının yasaklanması ile birlikte, silahlı çatışma ancak BM şartında belirlenen istisnalar dâhilinde hukuki olabilmektedir. Silahlı çatışma esnasında uyulması gereken kuralları düzenleyen silahlı çatışma hukuku ise çatışma esnasında şiddet kullanımını sınırlayan Uluslararası Hukukun bir dalıdır. 20’nci yy. başlarına kadar örf ve adet hukuku olarak uygulanan kuralların, bu tarihten itibaren yazılı hâle 
getirilmesi ile oluşan SÇH, çatışma sonrasında taraflar arasında kalıcı 
bir barışın tesis edilebilmesi için gerekli ortamı hazırlamak üzere düzenlemeler içermektedir. Silahlı Çatışma Hukuku, ihtilafın askerî gerekler ile insani gerekler arasında bir denge kurularak azami derecede insanileştirilmesini amaçlamaktadır. 

Silahlı Çatışma Hukuku kuvvet kullanmanın meşruluğu (jus ad bellum) konusu ile ilgilenmez. Her ne sebeple olursa olsun silahlı çatışmanın başlaması ile devreye girer ve bu çatışmanın etkilerini mümkün olduğunca azaltmak ve insani hâle getirmek için bazı düzenlemeler ortaya koyar. Silahlı Çatışma Hukuku birçok konuda düzenlemeler içermekle birlikte, Cenevre Hukuku olarak da tanımlanan bu kuralları 12 Ağustos 1949 tarihli Kara ve Deniz Harbinde Hasta ve Yaralılar ile Kazazedelerin Durumlarının İyileştirilmesi, Harp Esirlerine 
Yapılacak Muamele ve Harp Zamanında Sivillerin Korunmasına dair dört 
Sözleşme ile 8 Haziran 1977 tarihli Uluslararası Silahlı Çatışma Kurbanları ile Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışmaların Kurbanlarının Korunmasına Dair Ek Protokoller oluşturmaktadır. 

3. Uluslararası Hukukta Kuvvet Kullanımı 

Kuvvet kullanma ile ilgili hukuksal ilkeler sürekli bir devinim ve değişim içinde olmakla beraber BM Antlaşması’nda çizilen çerçevenin hukuksal yapının temelini oluşturduğu, üzerinde mutabık olunan bir gerçektir. Uluslararası politikada yönlendirici konumundaki devletlerin özellikle ABD’nin bile kuvvet kullanımlarını bazen bu kurallara uymasa da BM sistemine uydurmaya gayret göstermesi bu yargının bir ispatıdır. 

BM Sözleşmesinin 2’nci madde 4’üncü fıkrası ilke olarak bir üye devletin, herhangi başka bir devletin toprak bütünlüğüne ve siyasi bağımsızlığına karşı kuvvet kullanmasını veya BM amaçları ile bağdaşmayan diğer herhangi bir tarzda tehdit veya kuvvet kullanımını açıkça yasaklamıştır. Üye devletler kuvvet kullanmaya ilişkin yetkilerinden Güvenlik Konseyi lehine feragat etmişlerdir. 

BM sözleşmesi çerçevesinde kuvvet kullanımına yalnız iki durumda müsaade edilmiştir: 

. Güvenlik Konseyi kararı ile (Madde 39, 41, 42) 
. Meşru müdafaa çerçevesinde (madde 51) 

BM Sözleşmesi kuvvet kullanımını sınırlandırmasına rağmen, Uluslararası Hukukta bu konuyla ilgili yeni yorum ve gelişmeler söz konusudur. 


a. BM Kararı ile Kuvvet Kullanma 

BM kararı ile kuvvet kullanımı Güvenlik Konseyi’nin yetkisindedir. 
Barışın tehdidi, bozulması ve bir saldırının tespiti durumunda Güvenlik 
Konseyi kuvvet kullanımı da dâhil olmak üzere zorlayıcı tedbirler 
uygulanmasına karar verebilir. 

BM’nin barış için birlik kararı doğrultusunda istisnai hâllerde Genel 
Kurul da kuvvet kullanımı dâhil olmak üzere zorlayıcı tedbir kararı 
alabilmektedir. 

b. Meşru Müdafaa 

Meşru müdafaa BM Sözleşmesi’nin 51’inci maddesinde düzenlenmiştir. Münferit olabileceği gibi müşterek (kolektif) olarak da kullanılabilen bir haktır. Bir müdahalenin meşru müdafaa sayılabilmesi için silahlı bir saldırının varlığı, bu saldırıyı defetmek için kuvvet kullanımına gereklilik ve kullanılan kuvvette orantılılık ile bu hakkın BM Güvenlik Konseyi gerekli tedbirleri alana kadar kullanılması gerekir. 

(1) Erken Meşru Müdafaa 

Erken meşru müdafaa, potansiyel bir tehlikeye karşı girişilen bir harekât değildir. Başlamış bir saldırı henüz hedefine ulaşmadan müdahale etmek, yani saldırgandan hızlı davranmaktır. 

(2) Önleyici Meşru Müdafaa 

Uluslararası Hukukta meşru müdafaa kavramına eklenen yeni bir yorumdur. Çok yakın bir gelecekte hedef devletin hayati ve millî menfaatlerine yönelik ağır sonuçlar doğurabilecek bir silahlı saldırı ihtimali olabilir. Barışçı bir çözüm yolu yoksa ve başka da bir seçenek kalmamışsa; silahlı saldırı başlamamış bile olsa meşru müdafaa amacıyla kuvvet kullanılabileceği ileri sürülmektedir. Önleyici 
(preemptive) meşru müdafaa olarak adlandırılan bu durum, uygulayan devletin amacı açısından öznel olabileceği için, Uluslararası Hukukun henüz kabul görmüş bir ilkesi değildir. 


c. İnsani Amaçlarla Müdahale 

Birleşmiş Milletler GK kararı olmadan insani amaçlarla askerî müdahale kavramı NATO’nun Kosova operasyonu sonrasında ortaya çıkmıştır. “Koruma yükümlülüğü” olarak da adlandırılmaktadır. İnsani amaçlarla müdahale insanların yaşamasını temin ve can güvenliğinin korunması sorumluluğu demektir. 

 Güvenlik Konseyi’nin aldığı zorlayıcı tedbirler durumu kontrol altına almayı veya sorunu çözmeyi başaramayabilir. İlgili devlet bu konuda aciz ve/veya isteksiz kalabilir. Güvenlik Konseyi kuvvet kullanma kararı alamayabilir. Bu durumda devletler topluluğunun diğer üyeleri insani amaçlarla bir müdahalede bulunabilir. Bu yorum Uluslararası Hukuk açısından genel kabul görmüş bir ilke değildir. Böyle bir durumun meşruiyeti ancak zımnen kabul görmesi ile olabilir. Kosova operasyonu bu duruma en güzel örnektir. 

4. ABD’nin Irak’a Müdahalesi 

Irak’ın silahsızlanma programının BM bünyesinde oluşturulan denetim birimleri aracılığıyla uluslararası bir denetime tabi tutulmasında 1998 yılından beri bir ilerlemenin sağlanamaması, sonuçta, 8 Kasım 2002 tarihinde kabul edilen 1441 (2002) sayılı GK kararıyla bu denetimin yeniden canlanmasına yol açtı. ABD ve İngiltere, Konsey kararının Irak’a karşı kuvvet kullanma niteliğinde zorlayıcı tedbirlerin de uygulanabilmesi olanağını verdiğini savunurken; Fransa, Rusya ve o dönemde Konsey üyesi olan Almanya, öncelikle 687 (1991) sayılı kararda ve daha sonraki Konsey kararlarında belirtilen uluslararası denetim faaliyetinin 
sonuçlarının kesin bir şekilde görülmesine yönelik bir politikayı savunuyor ve tartışılan Konsey karar tasarısının da bu çerçevede bir yetki vermesinde ısrar ediyorlardı. 

ABD ve İngiltere’nin “gerekli tüm araçları kullanma” konusunda yetki verilmesi önerisi konseyde kabul görmemiş 1441 (2002) sayılı karar metninde mutabık kalınmıştır. 

Bu kararın sondan bir önceki paragrafında, Irak’ın, süregelen bir biçimde yükümlülüklerini ihlal etmesi nedeniyle ciddi sonuçlarla karşılaşacağı konusunda, Konsey tarafından defalarca uyarıldığına, bir kez daha dikkat çekiliyordu. Bu paragraf, ABD ve İngiltere tarafından, Irak’a karşı kuvvet kullanma yolunu açan bir yetki dayanağı olarak yorumlanmış, ancak bu yorum tarzı Güvenlik Konseyi’nde ve uluslararası toplumda kabul görmemiştir. Konsey önündeki bu 


durumun netleşmesiyle ABD, İngiltere, İspanya ve Portekiz’in Azor 
Adalarında yaptıkları zirve toplantısı sonrasında, başta ABD olmak 
üzere, bu devletlerin “egemen yetkileri”ne dayanarak gerekli zorlayıcı 
tedbirlere başvuracakları belirtilmiş ve ABD ile İngiltere 20 Mart 2003 
tarihinde, Irak’a karşı askerî harekâtı başlatmışlardır. 

Bu hâliyle ABD ve koalisyon güçlerinin Irak’a karşı kuvvet kullanmalarını BM şartı istisnaları kapsamında meşru bir temele dayandırmak mümkün gözükmemektedir. İlk olarak olayda Irak’a karşı kuvvet kullanılmasına ilişkin başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere BM’nin hiçbir organı karar almamıştır. İkinci olarak olayda meşru müdafaa şartları da mevcut değildir. Çünkü Irak, ABD ve koalisyon güçlerine karşı herhangi bir saldırıda bulunmamıştır. Ayrıca konuya 
Irak’ın elinde kitle imha silahlarının bulunduğu iddiası açısından bakacak 
olursak da, Uluslararası Hukukta muhtemel bir saldırıya karşı meşru müdafaa hakkının kullanıldığı iddiasıyla kuvvet kullanılması kabul edilmemiştir. 

Konuya ABD ve koalisyon güçlerinin Irak halkını özgürleştirme iddiaları açısından baktığımızda da operasyonu hukuki açıdan meşru bir temele dayandırmak mümkün değildir. Bugün yürürlükteki Uluslararası Hukukta bir devlet içerisinde gerçekleşen insan hakları ihlallerine yönelik olarak diğer devletlerin insani müdahalede bulunabileceğine ilişkin genel kabul gören herhangi bir kural bulunmamaktadır. 

Silahlı Çatışma Hukuku açısından bu müdahale incelendiğinde, hukuki meşruluğu bir yana, işgalin fiilen başladığı 20 Mart 2003’ten itibaren, ABD’nin taraf olduğu Cenevre Sözleşmelerine uyma zorunluluğu vardır. Bu kapsamda savaş dışı kalanlar ile harp esirleri ve sivillere muamele konusunda sözleşmelerle kabul edilen insani standartlara uyma yükümlülüğü vardır. Ancak tüm dünya kamuoyunun gözleri önünde cereyan ettiği gibi ABD’nin bu sözleşmelere uyduğu söylenemez. ABD’nin UCM statüsünü Irak’a müdahalesi öncesinde 31 
Aralık 2000 tarihinde, Bill Clinton döneminde imzalaması, sonrasında ise 
6 Mayıs 2002 tarihinde Bush yönetimi esnasında geri çekmesi; BM Güvenlik Konseyi’nden 1422 sayılı kararı çıkartarak, ABD vatandaşı barış gücü askerleri ve personelinin geçici olarak yargı kapsamı dışında tutulmasının sağlanması ve ABD vatandaşlarının UCM’ye iade/teslim edilmesinin önlenmesine hizmet eden ve dokunulmazlık veya madde 98 antlaşmaları olarak da adlandırılan iki taraflı uluslararası antlaşmalar yapması, silahlı çatışma hukukuna saygı derecesini göstermektedir. 


5. ABD’nin Irak’tan Çıkış Senaryoları 

ABD, uluslararası kamuoyunun büyük çoğunluğu tarafından başlangıçta hukuka aykırı bulunan Irak’ı işgalini, BM sistemindeki etkinliği sayesinde 1483 sayılı kararı çıkartarak tanıtmış, 1511 sayılı karar ile işgal dönemi ile ilgili düzenlemeleri yapmış ve nihayet 1546 sayılı karar ile de işgali BM nezdinde hukuki hâle getirmiştir. Bundan sonraki süreçte de faaliyetlerini hukuki zeminde sürdürme eğilimi beklenmelidir. Bu kapsamda söz konusu senaryoları Uluslararası Harp ve Harekât Hukuku açısından şu şekilde değerlendirebiliriz. 

a. Birinci Senaryo (ABD 2005 Yılı Sonuna Kadar Irak’tan Çıkmaz) 

BM Güvenlik Konseyi’nde alınan 1546 sayılı kararın müzakereleri sırasında yetki devrinin yapılacağı Irak'ta, işgal sona ererken, egemenlik tam ve eksiksiz olarak yeniden Iraklılarca tesis edilirken, kendi yapılarını güvenlik sebebiyle oluşturamayan bir devlet nasıl olacak da çok uluslu güçle birlikte yaşayacak?" sorusu en önemli sorun olarak ortaya çıkmıştır. Sonunda, Irak Geçici Hükümet Başkanı İyad Allavi ve ABD Dışişleri Bakanı Colin Powell bu konuda uzlaştıklarını açıklayan ayrı ayrı yazılmış mektuplarını Güvenlik Konseyi üyelerine göndermişlerdir. Allavi mektubunda, yetki konusunda anlaştıklarını, operasyonlarla ilgili kararların Iraklı bakanlar ve çokuluslu gücün komutanları tarafından oluşturulacak "Ulusal Güvenlik Konseyi Komitesi"nde alınacağını 
belirtmiştir. Powell da, düzenlenecek her operasyon öncesinde Iraklıların 
fikrinin sorulacağı konusunda söz vermiştir. Bu karar neticesinde 28 
Haziran 2004 tarihinde Irak’ta yönetimi Geçici Hükümet devralmıştır. Bu 
prosedür sonucunda Uluslararası Hukuk açısından işgalin sona erdiği ve 
Irak’taki ABD güçlerinin yerel otoritenin daveti üzerine orada bulunan 
güçler hâline geldiği değerlendirilebilir. Yine Uluslararası Hukuk açısından ABD’nin 2005 yılı sonuna kadar kalan sürede, BM nezdinde yeni bir girişimle buradaki güçlerinin statüsünü değiştirecek veya görevi uluslararası örgütlere devredecek bir karar tasarısı çıkarması beklenmemektedir. Silahlı Çatışma Hukuku açısından ise Irak’taki durum niteliği uluslararası veya uluslararası olmayan mahiyette olsun bir silahlı çatışmadır. Bu nedenle Cenevre Sözleşmelerine taraf olan ABD güçlerinin eylemlerinin bu sözleşmelere, örf ve adet hukuku kurallarına uygun olması gerekir. Ancak ulusal ve uluslararası basından takip edilen haberler doğru ise, bu güçlerin Irak’ta sözleşme hükümlerinde ağır ihlal olarak belirlenen davranışları sergiledikleri ifade edilebilir. 

b. İkinci ve Üçüncü Senaryo (ABD 2006 Yılından İtibaren Kademeli Olarak Irak’tan Çıkar/ABD Irak’tan Çekilebilir Ancak Bölgeden Çekilmez) 

ABD’nin gerek iç ve gerekse uluslararası kamuoyu baskısı ve ülkesel çıkarları nedeniyle Irak’taki direnişin boyutları ne olursa olsun, Vietnam benzeri bir kaçışla bölgeden ayrılması uzak bir ihtimaldir. Bunun yerine, gerekli şartlar olgunlaştıktan sonra yetki devirleri ile kademeli olarak çekilme yönünde bir hareket daha kabul edilebilir ve hukuki gözükmektedir. Bu kapsamda hukuka uygun bir geri çekilme için Irak içindeki görevlerini uluslararası örgütlere (NATO, Arap Ülkeleri Birliği) veya BM Barış güçlerine bırakmak için gerekli altyapıyı 
oluşturmaya çalışacağı değerlendirilmelidir. Bu amaca yönelik olarak kamuoyunu hazırlamak için gerekli zaman da mevcuttur. ABD, Irak’ta Anayasanın hazırlanarak daimi hükümetin kurulması sonrasında, bu hükümetle yapılacak kuvvetlerin statüsü benzeri bir anlaşma ile Irak’taki güçlerini kademeli olarak geri çekebilir. Yine bu tür anlaşmalar ile Irak’ta daimi üslenmesine imkân verecek kazançlar sağlayabilir. Daimi hükümetin göreve başlaması ile ABD’nin buradaki etkin kontrolünün de son bulacağı değerlendirilebilir. Silahlı Çatışma Hukuku açısından ise önem arz eden husus işgalin fiilen bitiş zamanıdır. Bu süre içerisinde sözleşmeler tarafından korunan kişiler (siviller, savaş esirleri, savaş dışı kalanlar) bu koruma haklarından aynı şekilde yararlanacaktır. NATO’nun 
İstanbul zirvesinde Irak güvenlik güçlerinin eğitiminin ittifak tarafından 
yapılmasına yönelik karar, ABD’nin Irak’tan kademeli çekilme yönündeki 
faaliyet takviminin ilk adımlarından biri olarak değerlendirilebilir. 

6. Sonuç 

Bölge açısından, ABD’nin aynı gerekçeleri kullanarak terörle topyekûn mücadele kapsamında, Suriye ve İran’a yönelik müdahale çabaları olabilir. Ancak, Irak konusunda yaşananlar sonrasında uluslararası kamuoyunu ve BM’yi, bu yönde ikna etmesi ve bu müdahaleleri aynı rahatlıkla yapabilmesi mümkün gözükmemektedir. 

Irak’ın federatif yapısının ABD güçlerinin çekilmesi sonrasında gevşeyerek dağılması ve müteakiben bölgede bir Kürt devleti kurulması ihtimali ile bu kapsamda ortaya çıkması muhtemel çatışmaların hukuki statüsüne yönelik gelişmelerin, bölgede istikrarı olumsuz etkileyeceği değerlendirilebilir. 


Uluslararası hukuk gibi sürekli gelişen bir alanda bugün hukuka uygun gözükmeyen bazı şeyler, hukukun evrimi sayesinde çok kısa süre içerisinde hukuksal hâle gelebilmekte, gelişen hukuk bugünün standartlarını tamamıyla değiştirebilmektedir. ABD’nin terörle topyekûn savaş kapsamında sıklıkla başvurduğu önleyici meşru müdafaa kavramının uzun vadede bir uluslararası örf ve adet kuralı hâline gelmesi de beklenebilir. 


HARP AKADEMİLERİ DERGİSİ 2006

 ***






2 Mart 2017 Perşembe

IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER


IRAK’TAN IRAĞA, 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 


2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

ORSAM 
Rapor No: 21
ORSAM-ORTADOĞU TÜRKMENLERİ PROGRAMI Rapor No: 7
Kasım 2010 
ISBN: 978-605-5330-60-6 
Ankara - TÜRKİYE © 2010 



Bu raporun içeriğinin telif hakları ORSAM'a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, 
yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; 
ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. Stratejik Bilgi Yönetimi,  Özgür Düşünce Üretimi 

Tarihçe;

Türkiye’de eksikliği hissedilmeye başlayan Ortadoğu araştırmaları konusunda kamuoyunun ve dış politika çevrelerinin ihtiyaçlarına yanıt verebilmek amacıyla, 
1 Ocak 2009 tarihinde Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) kurulmuştur. Kısa sürede yapılanan kurum, çalışmalarını Ortadoğu özelinde yoğunlaştırmıştır. ORSAM, Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı’na bağlı bir kuruluştur. 

Ortadoğu’ya Bakış; 

Ortadoğu’nun iç içe geçmiş birçok sorunu barındırdığı bir gerçektir. Ancak, ne Ortadoğu ne de halkları, olumsuzluklarla özdeşleştirilmiş bir imaja mahkûm edilmemelidir. 
Ortadoğu ülkeleri, halklarından aldıkları güçle ve iç dinamiklerini seferber ederek barışçıl bir kalkınma seferberliği başlatacak potansiyele sahiptir. 
Bölge halklarının bir arada yaşama iradesine, devletlerin egemenlik haklarına, bireylerin temel hak ve hürriyetlerine saygı, gerek ülkeler arasında gerek 
ulusal ölçekte kalıcı barışın ve huzurun temin edilmesinin ön şartıdır. Ortadoğu’daki sorunların kavranmasında adil ve gerçekçi çözümler üzerinde durulması, uzlaşmacı inisiyatifleri cesaretlendirecektir. Sözkonusu çerçevede, Türkiye, yakın çevresinde bölgesel istikrar ve refahın kök salması için yapıcı katkılarını sürdürmelidir. 
Cepheleşen eksenlere dâhil olmadan, taraflar arasında diyalogun tesisini kolaylaştırmaya devam etmesi, tutarlı ve uzlaştırıcı politikalarıyla sağladığı uluslararası desteği en etkili biçimde değerlendirebilmesi, bölge devletlerinin ve halklarının ortak menfaatidir. 

Bir Düşünce Kuruluşu Olarak ORSAM’ın Çalışmaları; 

ORSAM, Ortadoğu algılamasına uygun olarak, uluslararası politika konularının daha sağlıklı kavranması ve uygun pozisyonların alınabilmesi amacıyla, kamuoyunu ve karar alma mekanizmalarına aydınlatıcı bilgiler sunar. Farklı hareket seçenekleri içeren fikirler üretir. Etkin çözüm önerileri oluşturabilmek için farklı disiplinlerden gelen, alanında yetkin araştırmacıların ve entelektüellerin nitelikli çalışmalarını teşvik eder. ORSAM, bölgesel gelişmeleri ve trendleri titizlikle irdeleyerek ilgililere ulaştırabilen güçlü bir yayım kapasitesine sahiptir. ORSAM; web sitesiyle, aylık Ortadoğu Analiz ve altı aylık Ortadoğu Etütleri dergileriyle, analizleriyle, raporlarıyla ve kitaplarıyla, ulusal ve uluslararası ölçekte Ortadoğu literatürünün gelişimini desteklemektedir. 
Bölge ülkelerinden devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve STK temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, bilgi ve düşüncelerin gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. 


TAKDİM 

Türkiye, modern Irak’ın kuruluşundan bugüne Irak’tan sürekli olarak göç almıştır. Irak’ın içinden geçtiği siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçlere bağlı olarak göçün ölçeği ve dinamikleri değişiklik göstermiştir. Ancak 1991’de yarım milyon Iraklı mültecinin sınırlarına dayanması Türkiye’nin uzun süredir karşı karşıya kaldığı en büyük mülteci kriziydi. 2003 sonrası dönemde, Türkiye’ye 
yönelik Irak kaynaklı göç 1991 krizine göre daha düşük bir düzeyde de olsa devam etti. Kuşkusuz Irak, Türkiye’nin göç aldığı ülkelerden yalnızca biridir ve incelenmesi gereken tek ülke değildir. Ancak Irak’ın içinden geçtiği kritik sürecin Türkiye’yi de içine alan çok geniş ve çok boyutlu bölgesel etkilerinin olması, ORSAM olarak ilgimizi Irak’a yoğunlaştırmamızı gerekli kılmaktadır. 

Diğer taraftan, Irak’tan göçün sürmesi ve 2003 sonrasındaki göçün açtığı yaraların sarılamaması, Irak’ın yeniden inşası sürecinde büyük sıkıntılar oluşturacaktır. Dr. Didem Danış’ın belirttiği gibi, Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede 
mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. 

Dr. Didem Danış’ın, 2003 sonrasında Irak’tan komşu ülkelere ve Türkiye’ye yönelik göç sürecinin araştırıldığı bu çalışması iki ana bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası olmak üzere üç dönemde Irak göçünün gelişimi ele alınmaktadır. Raporun ikinci bölümünde 
ise, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekilleri, sosyal ve ekonomik koşulları incelenmektedir. Son bölümde ise Türkiye’deki Iraklılarla ilgili bazı politika önerileri sunulmaktadır. 

Raporda, göç sürecinin dikkat çekici pek çok boyutu bulunabilir. Bunlar arasında, mültecilerin Irak’taki yerlerine geri dönme olasılığının tartışıldığı bölümde ulaşılan sonuçların bilhassa önemli olduğu düşüncesindeyiz. Tespitlere göre, mültecilerin geri dönüşü için yurtlarını terk ederek gurbet yollarına düşmeleri ne neden olan faktörlerin ortadan kalkması şimdilik bir hayal olmanın ötesine geçmemektedir. Nitekim yapılan araştırmalar da pek çok Iraklı’da için geri dönüş beklentisinin kalmadığını göstermektedir. 

ORSAM olarak önümüzdeki dönemde, Irak’tan gerçekleşen göçün farklı boyutlarına ilişkin yeni çalışmalar yayınlamayı planlamaktayız. Zira bu “sessiz kriz” insani boyutlarla sınırlı kalmayacaktır. 
Üzerinde çokça düşünülmesi, araştırma yapılması ve politika önerileri geliştirilmesi gerekmektedir. 
Yeni çalışmalarla ilgili her türlü görüş ve tekliflerinize açık olduğumuzu belirtmek isteriz. 
Bu vesileyle, Dr. Didem Danış’a ve ekibine titiz çalışmaları için teşekkürlerimizi sunuyor, yeni çalışmaların hazırlanması için güzel bir örnek oluşturması temennisinde bulunuyoruz. 

Hasan Kanbolat 
Başkan 
Hazırlayanlar: 
Araştırmacı: Dr. Didem Danış, ( Galatasaray Üniversitesi ve ORSAM Danışmanı ) 
Araştırma Asistanları: Damla Bayraktar, Gül Çatır, Emin Salihi 
Raportörler: Dr. Didem Danış, Damla Bayraktar 

IRAK’TAN IRAĞA: 2003 SONRASI IRAK’TAN KOMŞU ÜLKELERE VE TÜRKİYE’YE YÖNELİK GÖÇLER 

Özet;

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açmıştır. 

Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler olmuştur. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yönelmiştir. Türkiye de, Iraklı sığınmacı göçmenler için önemli bir ülke olmuştur. 1991 yılında yarım milyon Iraklının Türkiye sınırlarına gelmesini 
tetikleyen mülteci krizinden beri az ama sürekli bir Iraklı göçü devam etmiştir. 

Irak göçünün gelişimi üç dönemde ele alınabilir: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren ilk dönem, 1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle pek çok Iraklının bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmesine yol açmıştır. 2003’te Amerikan işgaliyle başlayan ikinci dönemde, Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olmuş, ancak kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 2003-2006 arası 
dönemde, ülkeye huzur ve demokrasi geleceğini düşünen Amerika Birleşik Devletleri’nin etkisiyle, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) Iraklıların iltica dosyalarını askıya alarak, komşu ülkelerde sığınma başvurusu yapanların uzun bir bekleme dönemi yaşamalarına neden olmuştur. 

Irak göçünün üçüncü ve şimdilik son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. BMMYK bu kararında, Irak’ın özellikle güney ve orta bölgelerinde şiddet olaylarının yoğun olarak yaşandığını belirtmiş ve bu bölgelerden göç eden kişilerin sığınılan ülkeler tarafından geri çevrilmemesi gerektiğinin altını çizmiştir. 

2007 yılından itibaren ABD’nin Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Komşu Arap ülkelerindeki durumdan farklı olarak, Iraklıların çoğu Türkiye’de geçici bir süre kaldıktan sonra başka ülkelere göç etmiştir. Bunun başlıca nedeni Türkiye’nin imzalamış olduğu anlaşma ve düzenlemelere göre Türkiye’nin diğer Avrupa’dan gelmeyenler gibi Iraklılar için de bir iltica sağlama yükümlülüğünün bulunmamasından kaynaklanmaktadır. 1951 Cenevre Sözleşmesi’ndeki coğrafi sınırlama maddesinin hâlâ korunuyor olması ve İskân Kanunu’nun sadece Türk kökenli yabancıların vatandaşlık alabilmesini mümkün kılması, Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerinin önünde bir engel teşkil etmektedir. Bu yüzden Türkiye, Iraklıların önemli bir kesimi için geçici süre kalınacak transit bir ülke olarak görülmektedir. 

BMMYK tarafından 2007 yılında yayınlanan bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. 
Diğer komşu ülkelere oranla daha az sayıda Iraklının Türkiye’yi tercih etmesinin sebepleri arasında, yasal engeller, coğrafi uzaklık, dil farkı (Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkçe bilmemesi), Türkiye’nin pahalı olması ve Türkiye’de mültecilere yardım eden sivil toplum kuruluşlarının az olması gibi faktörler sayılabilir. 

Türkiye’deki Iraklı mevcudiyeti farklı tipolojiler barındırmaktadır. Bunlar dört grup altında toplanabilir: 
Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret amacıyla mekik dokuyan göçmenler ve ikamet izniyle oturan yasal göçmenler. 

Irak’tan göçün en bariz etkilerinden biri Irak’ın etnik ve dini çeşitliliğinin yok olması; ülkede mekânsal açıdan ayrışmış, toplumsal olarak parçalanmış bir yapının ortaya çıkması olmuştur. 
Bir başka önemli etki ise, Irak’ın ulusal bütünlüğünün sosyal anlamda parçalanması anlamına gelen cemaatçiliğin güçlenmesidir. Akrabalık, hemşerilik, etnik veya mezhepsel aidiyetler çevresinde kurulan dayanışma ağları ve bundan beslenen cemaatçi ilişkiler, sadece Irak’ta kalanlar için değil, Irak dışında kendilerine yeni bir hayat kurmaya çalışan göçmenler için de önemli bir dayanak haline gelmiştir. Ancak, mevcut kargaşa ortamında cemaatleşme ve adam kayırma güçlenerek “öteki”leştirme, birbirine güvensizlik ve düşmanlığa dönüşmüştür. 

Ve son olarak, göçün en ağır sonuçlarından biri Irak’ın yetişmiş insan birikimini kaybetmesidir. 
Iraklılar içinde eğitimli ve orta sınıf meslek sahibi kişiler gerek genel çatışma ortamı gerek doğrudan kendilerine yapılan tehditler yüzünden ülkeyi terk etmektedir. Irak’ın geleceği tartışılırken sıklıkla göz ardı edilen ve telafisi on yıllar sürecek bu “insan kapasitesi kaybı” Irak’ın yeniden inşası sürecinde en çok sıkıntı yaratacak unsurlardan bir olacaktır. 

Giriş 

Irak’ta 1991’den beri sürmekte olan şiddet ve istikrarsızlık ortamı dört milyondan fazla kişinin ülke dışına göç etmesine, bir o kadar kişinin de ülke içinde yer değiştirmek zorunda kalmasına yol açtı. Irak dışına yönelik göçün en önemli durakları komşu ülkeler oldu. 1991-2003 arasında milyonlarca Iraklı’yı kabul eden İran, 2003 sonrasında bu rolünü Suriye ve Ürdün’e bıraktı. Suriye’ye bir milyona yakın Iraklı sığınırken, yarım milyondan fazlası da Ürdün’e yöneldi. 

Toplam iki milyona yakın Iraklı şiddet ve çatışma ortamından kaçıp komşu Arap ülkelerine sığınırken, Türkiye’deki Iraklı sayısı çarpıcı bir şekilde düşük kaldı. BMMYK’nın 2007’de yayınladığı bir rapora göre Türkiye’de sadece 10 bin Iraklı bulunmaktaydı. Ancak resmi sığınmacıların sayısı az olsa da 1991’deki büyük iltica hareketinden beri Türkiye’ye yönelik devam etmekte olan bir göç hareketi olduğu bilinmektedir. 

Bu raporda, Iraklıların göç etmesine neden olan koşullar, göçün farklı dönemlerde aldığı şekiller ve Türkiye’de bulunan Iraklıların yasal statüleri ve sosyo-ekonomik durumlarına değindikten sonra, ilgili kurumlarla ilişkilerini inceleyeceğiz. Araştırmanın saha çalışmasını yürüttüğümüz İstanbul’da Iraklılar arasında en dikkat çekici gruplar, üçüncü bir ülkeye yer-leştirilmek üzere sığınma başvurusunda bulunanlar ve ikamet izniyle oturanlar oldu. Bunlar dışında çalışma amaçlı gelmiş ve çoğunlukla gerekli evraklar olmadan ikamet eden kişiler bulunmaktaydı. Ancak İstanbul, Ortadoğu’nun ekonomik açıdan en dinamik kenti olmasına rağmen, Iraklı göçmen ve mülteciler için çeşitli 
dezavantajlar taşımaktadır. Yüzbinlerce Iraklının yaşadığı Şam veya Amman’a kıyasla, İstanbul’da kiraların yüksekliği, hayat pahalılığı, Türkmenler dışındaki Iraklılar için dil ve kültürel farklılıklar, yardım kuruluşlarının sınırlı sayıda ve kapasitede olması, Iraklı sığınmacı ve göçmenler için Türkiye’yi zor bir alternatif haline getirmektedir. Tüm bu faktörlerden daha önemli olansa, Türkmenler dışındaki Iraklıların Türkiye’de kalıcı yerleşimlerine sıcak bakılmıyor oluşu ve geçici olarak görülmeleridir. Sonuçta Türkiye pek çok Iraklı için geçici bir süre kalınan transit bir ülkedir. 

Bu çalışma, Yakın Doğu Fransız Enstitüsü’nden (Institut Français du Proche-Orient) Geraldine Chatelard ve East London Üniversitesi’nden Philip Marfleet tarafından yönetilen “Irak Göç Örüntüleri” başlıklı uluslararası araştırma kapsamında Türkiye’de gerçekleştirilmiştir. Suriye, Ürdün, Türkiye ve Lübnan’da farklı ekipler tarafından yapılan saha çalışmalarının Türkiye ayağı Dr. Didem Danış tarafından yürütülmüştür. 
Araştırma bulguları, Mayıs 2009’da Şam’da yapılan bir atölye toplantısı ve Ocak 2010’da Beyrut’ta yapılan bir konferansla araştırmacılar arasında paylaşılmıştır. ORSAM tarafından desteklenen Türkiye’deki çalışmada, Damla Bayraktar, Gül Çatır ve Emin Salihi araştırma asistanları olarak görev almışlardır. Nisan-Mayıs 2009 ve Eylül-Kasım 2009 tarihleri arasında İstanbul’da yüz yüze görüşmeler 
yapılarak gerçekleştirilen araştırma sırasında, Türkiye’ye göç etmiş farklı etnik ve dini kökenlerden gelen, farklı yasal statülere sahip yirmi Iraklının yanı sıra ve bu kişilerin bağlantıda olduğu kurumlarla görüşülmüştür. 

Bu kurumlar arasında, 

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK), 
Uluslararası Göç Örgütü (IOM), 
Irak Konsolosluğu, Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD), 
Kerkük Vakfı, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı (İKGV), 
Uluslararası Katolik Muhaceret Komisyonu (ICMC), 
Caritas, Keldani-Asuri Yardımlaşma Derneği (KADER), 
Helsinki Yurttaşlar Derneği Mülteci Destek Programı bulunmaktadır. 

Bu araştırma için, bir karşılaştırma zemini olması açısından Didem Danış’ın 2003 - 2006 yılları arasında doktora tezi kapsamında İstanbul’da yürüttüğü 
saha araştırmasının bulgularından da faydalanılmıştır. 

Bu rapor iki ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, Irak göçünün gelişimini incelerken üçlü bir dönemselleştirme yapacağız: 2003 öncesi, 2003-2006 arası ve 2007 sonrası. İlk olarak, Saddam Hüseyin yönetiminin hüküm sürdüğü 2003 yılına dek süren dönem incelenecektir. 
1980-88 İran-Irak Savaşı, 1991 Körfez Savaşı ve sonrasında uygulanan uluslararası ambargolar sırasında siyasi baskılar ve sosyo-ekonomik sebeplerle 
pek çok Iraklı bazen bireysel, bazen de kitlesel olarak ülke dışına göç etmiştir. 2003’te Amerikan işgaliyle Baas rejiminin düşmesi kısa bir süreliğine Iraklıların umutlanmasına ve yurtdışındakilerin bir kısmının geri dönüşüne neden olsa da, çok kısa sürede kötüleşen şiddet ortamı yeni göç dalgalarını tetiklemiştir. 20032006 arası dönemde Irak’tan ülke dışına yönelik göç özellikle komşu Arap ülkelere yönelmiş ve BMMYK’nın Iraklıların iltica dosyalarını dondurmasından dolayı belirsizlikle biçimlenen uzun bir bekleme dönemi yaşanmasına neden 
olmuştur. Irak göçünün son dönemi 2006 yılının Aralık ayında BMMYK tarafından Iraklıların uluslararası koruma ihtiyacı ile ilgili bir tavsiye kararı almasıyla başlamıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) Irak’tan mülteci kabul etmeye başlamasıyla Türkiye’deki sığınma başvurularının işlenmesi hızlanmış ve Iraklılar kurumlar arası etkin işbirliği sayesinde başarılı bir şekilde üçüncü ülkelere yerleştirilmiştir. 

Raporun ikinci bölümünde, Türkiye’ye gelen Iraklıların göç ve ikamet şekillerini, sosyal ve ekonomik koşullarını inceleyeceğiz. Ülkemizde bulunan Iraklılar dört farklı statüde bulunmaktadır: Düzensiz göçmenler, sığınmacılar, iki ülke arasında ticaret başta olmak üzere çeşitli sebeplerle git-gel yapanlar ve ikamet izni veya vatandaşlık hakkı kazanmış olanlar. Ayrıca, diğer alternatif güzergâhlara kıyasla İstanbul’un tercih edilme nedenlerini tartıştıktan sonra, İstanbul’da bulunan Iraklıların göçünü düzenleyen ve onlara yönelik hizmet sunan kurumları 
tanıtacağız. Son olarak, Türkiye’de bulunan Iraklılarla ilgili politika önerileri sunacağız. 


***




DÖNEMLERE GÖRE IRAK’TAN GÖÇ 

1.1. 2003 Öncesi Irak’tan Göç 

BÖLÜM 1: 

Irak’tan göç denildiğinde akla ilk olarak, 1991 Körfez Krizi sonrasında yarım milyon Iraklının Türkiye’ye, bir milyona yakınının da İran’a sığındığı 
“büyük kaçış” gelir. ABD öncülüğündeki müttefik kuvvetler Kuveyt’i işgal eden Irak’a saldırdıktan kısa bir süre sonra, Mart 1991’de, kuzeyde Kürtler, güneyde de Şiiler Saddam Hüseyin yönetimini düşürmek üzere ayaklanmışlardır. Ancak, bu eylemleri el altından teşvik eden müttefik güçler, daha sonra Baas yönetiminin toparlanmasına seyirci kalmayı tercih edince, Irak ulusal ordusu tarafından isyancılara yönelik şiddetli bir bastırma operasyonu yürütülmüştür. Böylece, önce Şiiler, sonra da Kürtler en yakın komşu ülkelere kitlesel olarak 
sığınmak için yollara dökülmüştür. 

Mart-Nisan 1991’de Türkiye’ye akın eden ve çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu, aralarında Türkmen ve Hıristiyanların da bulunduğu sığınma hareketi aslında Türkiye için ilk değildi. İran’la yapılan savaşın bitmesiyle, Mart 1988’de Halepçe’de yaşanan ve 5 bin kişinin ölümüne neden olan kimyasal saldırıya benzer bir katliama maruz kalmaktan korkan 100 bin civarındaki1 Kürt nüfus, güneydoğu sınırından giriş yaparak Türkiye’ye sığınmıştı. Nisan 1991’de yarım milyon Iraklı, Türkiye sınırına kaçmaya başladığında, 1988 sığınmacılarından 30 bin kadarı Türkiye’de bulunmaktaydı (Kaynak, 1992: 47). 

Bu ikinci iltica krizinin hacmi ve hızı karşısında hazırlıksız yakalanan Türk hükümeti bir yandan eldeki imkânların kısıtlılığı, öte yandan ülke içindeki Kürt meselesinin bir süredir alevlenmiş olmasından dolayı, çoğunluğunu Kürtlerin oluşturduğu Iraklı sığınmacı grubuna şüpheyle yaklaştı ve başlangıçta sınır kapılarını açmak konusunda isteksiz davrandı(Kirişçi, 1994 ve 1993). Ancak, bu durum uzun sürmedi ve uluslararası kamuoyunun da etkisiyle, Iraklılar kısa sürede Türkiye’ye kabul edilerek, sınıra yakın bölgelerde geçici kamplara yerleştirildiler. 

1991’deki kitlesel mülteci krizi sanıldığı kadar uzun sürmedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önerisiyle Britanya ve ABD, 36. paralelin 
kuzeyinde “güvenli bölge” kurulması ve Türkiye’ye kaçan sığınmacıların Irak içindeki bu bölgede korunmasını sağlayan bir projeyi iki ay içinde hayata geçirdiler. “Güvenli Bölge” uygulaması, mülteci akımlarını azaltan ve yönünü ters çeviren bir strateji olarak görüldü. 1991’deki kriz sırasında, Irak içinde “güvenli bölge” yaratma projesinin de, bu açıdan bakıldığında istenen sonucu verdiğini söylemek yanlış olmaz. 1991 Mayıs sonunda Muhteşem Kaynak’ın yaptığı araştırmaya göre, iki ay gibi bir süre içinde yüzbinlerce Iraklı geri dönmüş, 
Türkiye’de sadece 14 bin sığınmacı kalmıştı. Ekim ayına gelindiğinde bu sayı 5 bine düşmüştü (Kaynak, 1992: 49). 

Büyük mülteci krizi geçtikten sonra, 1990’lı yıllar boyunca Irak’tan göç daha küçük ölçekli ama istikrarlı bir şekilde devam etti. Bu göçü tetikleyen başlıca etken, 1991 Körfez Savaşı’nı takip eden dönemde uygulanan ambargoların ekonomik ve sosyal anlamda Irak’ta yol açtığı ağır tahribat oldu. Körfez Savaşı sırasında altı hafta boyunca süren ve ülkenin altyapısına ağır hasar veren hava saldırılarıyla başlayan süreç, BM denetiminde uygulanmaya başlayan ambargolarla Irak’ın gündelik yaşamı üzerinde ağır ve yaygın bir hasara yol açtı. 6 Ağustos 1990’da BMGK’nın 661 sayılı kararıyla Irak’la ticaret yapılmasına –tıbbi amaçlar için üretilmiş ürünler ile insani gıda maddeleri hariç olmak 
üzere – yasak getirilmişti.2 


1991 ve 2003 arasındaki bu ortamda, göçün ufak ufak ama sistematik bir şekilde devam etmesi, Irak’taki durumu yakından takip eden araştırmacılar için çok da şaşırtıcı olmadı. 1990’larda Irak’taki atmosfer, özellikle gençler arasında genel bir memnuniyetsizlik hissiyle biçimlenmişti. Gençlerin, anne babaların dan müreffeh Irak’ın 1970’lerde kalan güzel günlerine dair dinledikleri nostaljik öyküler, kendilerini bir parçası olarak hissedemedikleri yeni Irak’ta giderek şiddetlenen bir rahatsızlık duygusuna dönüştü. Gençler başta olmak üzere, 
pek çok Iraklı için göç –Iraklıların ifadesiyle “çıkış”– ülkedeki sosyal ve ekonomik kriz ortamından son kurtuluş yolu anlamına geliyordu (Lafourcade, 2001). 

Ambargo yıllarında ekonomik altüst oluş, yaygın güvensizlik ve geleceğe yönelik belirsizlik hissi gibi olguların Irak’tan göçü tetikleyen unsurlar olduğunu söyledik. Bunlara ek olarak, devletin ekonomik ve sosyal alandan çekilmek zorunda kalırken, siyaset alanında şiddetini arttırdığını, baskı ve gözetim politikasının da Irak’tan kaçış arzusunu güçlendirdiğini belirtmek gerekir. Halkın gündelik yaşam zorluklarına çözüm bulamayan Iraklı yöneticiler, iktidarlarının devamını sağlamak için toplum üzerindeki baskılarını arttırdılar. Benzer bir süreç ülkenin kuzeyinde 90’lı yılların ortalarında birbirleriyle savaşmaya başlayan Kürt gruplar arasında da yaşandı. 

Bu kuvvetli göç arzusuna rağmen, çeşitli engelleyici faktörler 2003’e kadar göçün etkisinin, potansiyelinin altında kalmasına neden oldu. 

Bu kısıtlayıcı unsurlar arasında hem Irak yönetiminin göçü engelleme çabası, hem de göç etme hayali kurulan ülkelerin katı göç ve iltica politikaları sayılabilir. Öncelikle Irak hükümetinin, insanların ülke dışına çıkışını denetlemeye 
yönelik uyguladığı baskılar –örneğin pasaport edinmek için ödenmesi gereken yüksek ücretler, ülke dışına çıkacakların dönüşlerinde almak üzere yatırması şart koşulan depozito uygulaması veya göç etmiş kişilerin Irak’ta kalan ailelerine çıkarılan zorluklar–, ardından da Batı hükümetlerinin Iraklıların vize başvurularına yönelik olumsuz tutumları ve Irak göçüne kapıları kapatmış olması, bu göçün gerçek kapasitesine ulaşmasını engelledi. Bu durum, 
2003 sonrası Saddam Hüseyin rejiminin düşürülmesiyle birlikte değişecek, pasaport veya turist vizesi alma prosedürleri Iraklılar için kolaylaş tırılacaktı. Yönetimin zorunlu kıldığı çıkış yasaklarının ortadan kalkması, ileriki bölümlerde de anlatılacağı gibi göçün artışında önemli bir kolaylaştırıcı etmen haline gelecekti. 

Kısıtlayıcı politikalar yine de, Irak vatandaşlarının yurtdışına gitme arzusunu tümüyle yok edemedi. Irak göçünü 10 yıldan uzun süredir takip eden Fransız araştırmacı Geraldine Chatelard’a göre “1990 ve 2002 arasında 1,5 milyondan fazla Iraklı dönmemek üzere ülkeyi terk etti” (Chatelard, 2005: 123). Irak’tan ayrılanların sayısı hakkındaki tahminler, farklı görüşlere göre, 2 ila 4 milyon arasında değişiklik gösteriyor olsa da, her 6 veya 10 Iraklıdan birinin ülkeyi terk ettiği anlamına gelen bu sayıların her halükarda çok ciddi bir olguya işaret ettiğine kuşku yoktur (Danış, 2009a). 

1.2. 2003-2006: İşgal Altında Yaşam ve Göç 2003’te Saddam Hüseyin’in iktidardan düşmesiyle, Irak göçü hız ve şekil değiştirdi. 2003’e kadar Irak’tan kaçanların önemli bir kısmını oluşturan Şii ve Kürt gruplar, kendileri için ekonomik ve siyasi anlamda kazanım vaat eden bölgelerde yeni bir gelecek umuduyla kalmayı tercih ettiler. Bunda elbette, Saddam Hüseyin’in düşüşünden sonra Irak’ın “barış ve demokrasi yolunda ilerleyen bir ülke” olduğunu iddia eden ABD başta olmak üzere Batı ülkelerinin, Iraklıların iltica başvurularına yönelik olumsuz tavrının da etkisi oldu. İşgalin ilk yıllarında şüpheci de olsalar, Irak halkında bir umut yeşermişti. 

2003-2004 bu sebeplerden dolayı genel göçün azaldığı, hatta dönemsel geri dönüşün başladığı yıllar olmuştur. 1959 yılında kurulmuş olan Irak Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği (ITKYD) Başkanı Mehmet Tütüncü de, yaptığımız görüşme sırasında 2003-2005 arası Irak’a geri dönüşler yaşandığını teyit etmiştir: “ 2003’e kadar göç devam etti. 2003’te [Irak’a] Geri Dönüş başladı. İnsanlar büyük bir umutla geri döndü. Kalanların birçoğu da 2-3 sene bekledi durum düzelsin diye.” (Mehmet Tütüncü ile görüşme, 11.11.2 )

İşgal sonrası ilk yıllarda Irak’tan yurtdışına göç edenler daha çok yeni şekillenen Irak siyasetinde aradıklarını bulamayan ve bu sebeple sosyoekonomik zorluklarla karşılaşan gruplar oldu. 
2003 sonrası Irak’taki iktidar konumlarının değişmesiyle yaşam koşulları zorlaşan, yeni baskılara maruz kalan Türkmenler ve Asuri-Keldani Hıristiyanlar,  on yıllardır devam eden göç sırasında kurulan ilişki ve akraba ağları sayesinde Irak dışına göç etmeye devam ettiler. Öte yandan, Kuzey Irak’ta kurulan yeni Kürt oluşumunun yarattığı iyimser havanın etkisiyle Kürtlerin 
yurtdışına göçlerinde azalma yaşandı. 

Ancak 2005’ten itibaren her şey değişmeye başladı. Güvenlik durumu çok ciddi derecede kötüleşirken, şiddet, kargaşa, adam kaçırma, tecavüz ve nerede ne zaman patlayacağı bilinmeyen bombalar gündelik yaşamın ayrılmaz bir parçası haline geldi. Irak’taki işgal sonrası şiddet o derece tırmandı ki, pek çok Iraklı düzen ve asayiş uğruna, Saddam Hüseyin dönemini arar hale geldi. Kasım 2009’da İstanbul’da görüştüğümüz Iraklı sığınmacılar “2003’den beri her şeyin çok kötü, her günün bir öncekinden daha kötü” olduğunu ifade ettiler. En sık dile getirilen şikâyetlerden biri de “eskiden bir Saddam vardı, şimdi bin oldu” sözüydü: 

"2003’ten sonra hiçbir şekilde emniyet yoktu. Saldırının hangi taraftan geleceği bile belli değildi. Hükümetin kendisi çeteydi zaten. Bir sorun olduğunda polise gidemiyorduk. Polisin kimin tarafında olduğu belli değildi. Orada [Irak’ta] güvende olmak için kendine, kendi akrabalarına güvenebilirsin ancak. […] En 
son tehdit, ağabeyim aracılığıyla bana yapıldı. Ağabeyime, burayı terk etmemi yoksa beni öldüreceklerini söylemişler. Ben de ayrıldım. Zaten ayrılma fikri hep kafamda vardı. Kendini bile koruyamayan bir hükümet beni nasıl 
koruyacak." (Iraklı erkek sığınmacı, 38 yaşında, İstanbul’da görüşme 17.11.2009) 

Ancak 2003-2006 yılları arasında Irak’ta yaşanan bu sıkıntılara ve göçün devam ediyor olma-sına rağmen, ülke dışına kaçan Iraklıların iltica başvuruları donduruldu. Batılı ülkelerin göz yumduğu bu manasız kararın ardında, Saddam 
Hüseyin sonrasında Irak’ın bir “barış ve demokrasi ülkesi” haline geldiği yolundaki iddia etkili olmuştu. 

Oysa yukarıda aktardığımız üzere, Irak’ta yaşam koşulları her geçen gün kötüleşiyordu ve mülteci statüsü tanınmaması, Irak’tan göç olmadığı anlamına gelmiyordu. Irak’a komşu ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de Iraklıların çoğu bekleme halindeydi. Batı ülkelerinin kapıları kapaması yanında, Türkiye’de Avrupa dışından gelenlere iltica hakkı tanımaması ve sığınmacılara yönelik sosyal hizmetlerin sınırlı kalması Iraklıların bu ucu açık bekleme dönemlerinde 
sıkıntıları arttıran bir faktör oldu. 


Grafik-1: 2002-2006 Yılları Arasında Endüstrileşmiş Ülkelere Kabul Edilen Iraklıların Sayısı 
Kaynak: BM Mülteciler Yüksek Komiserliği 

Irak’ın komşu ülkelerindeki tabloya bakıldığında, 2003-2006 arasında bu ülkelere sığınmış çok az kişinin mülteci hakkı alabildiği görülür. 2005’te BMMYK aracılığıyla Ürdün’den sadece 171, Suriye’den 133, Lübnan’dan ise 309 Iraklı üçüncü bir ülkeye yerleştirilmiştir. Aynı yıl, Türkiye’den başka bir ülkeye mülteci olarak yerleştirilen Iraklıların sayısı 33’tür.3 

Irak işgalinin ilk yıllarında, yani 2003-2006 arası dönemde işgal sonrası Irak’taki ortamın düzenli hale geleceğine dair beklentiler Irak’tan göç eden kişilerin yaptıkları iltica başvurularının dondurulmasına neden olmuştur. Irak’taki 
durumun sanıldığı gibi bir barış ve demokrasi ortamı olmadığı ancak 2006 yılında kabul edilmiştir. 
Şubat ayında Samarra’daki bir Şii camisine yapılan saldırı ve pek çok Iraklının ülkeden kaçmasına neden olan şiddet olayları Irak’ta güvensizlik ortamının her geçen gün kötüleştiğini ortaya koymaktaydı. 



***

26 Şubat 2015 Perşembe

Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?





Irak’tan Sonra Hedef Ülke Hangisi?




 
ABD Devlet Başkanı Obama’nın “Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmekte aciz kalmakla” nitelendirmesine rağmen, Beyaz Saray’ın “Suriye’deki ılımlı muhalefetin” desteklenmesi amacıyla 500 milyon dolar tahsisat talebi Washington’un Suriye’ye yönelik gecikmiş bir taahhüdü olarak değerlendirildi. Ancak, analist Thierry Meyssan’a göre bu tahsisat talebi Suriye odaklı değil: ABD Irak çevresinde büyük kapsamlı askeri güç tesis ediyor ve üçüncü bir ülkeyi hedefliyor.
Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bayan Bouthaine   Chaabane’nın Moskova’da bulunduğu sırada, Norveç Dışişleri Bakanlığınca düzenlenen uluslararası bir foruma katılmak üzere davet edilmişti. 170’ ten fazla Sayıda Suriyeli yetkili gibi Bayan Chaabane’nın da, özellikle yurtdışına seyahat yasağı olup, Batılı güçler tarafından yaptırım uygulama tehdidi altında olan kişiler listesinde yer alıyor.
Bouthaine Chaaban, Şama uğramadan, Moskova’dan direkt olarak Oslo’ya gitti. Forum faaliyetleri mesaisi sırasında, 18 ve 19 Haziran günlerinde, ABD eski Devlet Başkanı Jimmy Carter, Birleşmiş Milletler (BM) mevcut iki numaralı yetkilisi, ABD’li diplomat Jeffrey Feltman ve de İran Cumhurbaşkanı Hassan Ruhani Başkanlık Kabinesi Direktörü ile görüşmeler yaptı.Akla gelen bazı sorular; NATO üyesi bir ülke olan Norveç neden böylesi bir inisiyatifi alma gereğini duyuyor? ABD hangi mesajları vermek istiyor? 

Suriye ile hangi konuları görüşmek istiyor?

Taraflardan birisi şimdiye kadar bu görüşmeler ile ilgili herhangi bir açıÎklama yapmadı. Ve Oslo Forumu internet sitesi de, ne yazık ki, bu konuda dilsiz kalıyor.

ABD’nin denizaşırı ülkelerde faaliyet bütçesi

Başkan Obama, Oslo forumundan birkaç gün sonra, 25 Haziranda, 2015 yıl ına ilişkin denizaşırı ülkelerde diplomatik ve askeri faaliyetler 
(Overseas ContingencyOperations- OCO) bütçesini Kongreye sundu. 65,8 milyar dolarlık bütçeden, 5 milyarlık kısmı, Başkan Obama’nın 28 Mayıs’ta West Point konuşmasında kamuoyuna açıkladığı gibi, terörizm karşıtı faaliyetlerde işbirliği 

(Counterterorism Partnerships Fund CTPF) Fonun kurulmasına tahsis edilecek [1].
Beyaz saray’dan yapılan açıklamaya göre 4 milyar dolarlık bir bütçe Pentagon’un emrine ve beşinci bir dilim de Dışişlerinin kullanımına verilecek. 
- 3 milyar dolarlık tahsisat yerine göre, radikal ideolojilere karşı, terörizme finansman sağlama faaliyetlerine karşı mücadelede göreve çağrılacak terörizm karşıtı yerele güçlerin kurulmasında ve “Demokratik Yollarla” yönetilebilmelerinde kullanılacak. 
 - 1,5 milyarlık tahsisat, göçmen kitlesine yardım ederken, sınırların korunması amacıyla güvenlik hizmetlerin sağlanmasında, Suriye’deki 
çatışmaların komşu ülkelere sıçramasını önlemede kullanılacak. 
- 0,5 milyar “Suriye halkını korumak, muhalefetin elinde bulun bölgelerde istikrarı sağlamak, temel hizmetlerin sağlanmasını kolaylaştırmak, terörist tehditlerin karşısında durmak ve siyasi bir anlaşma koşullarını teşvik etmede kullanılacak, 
- Ve 0,5 milyarlık aşka bir dilim de olası yeni kriz durumlarıyla başa çıkmada kullanılacak. Beyaz Saray’ın bildirisindeki “muhalefetin kontrolünde bulunan bölgelerde istikrarı sağlamak” ibaresi neyi ifade ediyor? Bu ifadeyle devlet nüvelerinin oluşturulması söz konusu değil herhalde. 

Çünkü bu bölgeler çok küçük alanlar olup, birbirlerinden ayrık vaziyetteler. Olasılıkla İsrail için güvenlik alanların oluşturulması söz konusu: 

İhtiyaç hâsıl olması durumunda, Şam yönetiminin kıskaca alınabilmesi amacıyla, ilki, İsrail-Suriye sınır boylarında, ikincisi ise, Türkiye-Suriye 
sınırında bir güvenlik alanı. Washington’un Suriye muhaliflerine verdiği desteğin aslında Suriye Yönetimini devirme amaçlı olmadığı fikrini 
pekiştirmek için Filistin’de ikamet eden Yahudi topluluğunu korumak üzere bu alanların güvenliği “Suriyeli silahlı muhalif elemanlarına” 
bırakılacaktır.
Bu taktiksel hareket, Başkan Obama’nın 20 Haziran’da CBS This Morning programında yaptığı konuşması içeriğine çok yakın. 

Konuşması şöyleydi; “ Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirebilecek kapasiteye sahip ılımlı bir Suriye muhalefet gücünün olduğu varsayılan 
kavramının doğru olmadığını düşünüyorum. Bildiğiniz gibi Suriye’de ılımlı bir muhalefet ile çalışmayı denemekle çok zaman harcadık .(….)  
“Bu ılımlı muhalefetin, bir miktar silah göndermemiz halinde, kısa bir sürede yalnızca Esad yönetimini değil, aynı zamanda, yüksek derecede 
kalifiye amansız cihatçıları da devirebileceği düşüncesi bir fanteziden ibaret. Amerikan halkı ve belki de Washington ve de basın kuruluşlarınca bu hususun anlaşılmasının önem arz ettiğini düşünüyorum” [2]

JPEG - 20.8 kb

Washington Uluslararası Adalet Divanı cezasıyla karşı karşıya
ABD Kongresi onay verirse, yönetim tarafından Suriye’deki cihatçılara verilen destek, CIA’nın gizli bir programı olmaktan çıkıp, Pentagonun kamuya yönelik bir programı şekline dönüştürülecek.
Bu dönüştürme işlemi, üçüncü bir ülkedeki muhalif hareketleri askeri açıdan örgütleme ve bu hareketlere gizli yollardan finansman sağlama ve bir ülkede farklı nitelikte bir devlet ortaya çıkmasına imkân vermeyi yasaklayan uluslararası hukuk ilkelerini ihlal eder niteliktedir. Kongre bu talebi geri çevirse bile, uluslararası hukuk ilkelerini çiğneyen bu durumun, Suriye egemenliğine karşı bir tehdit olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz. Suriye bu hususu Uluslararası Adalet Divanına, yani Birleşmiş Miletler İç Mahkemesine taşırsa, ABD tarafından cezalandırmaya mahkûm edilir. Küçük bir devlet olan Nikaragua 1984’te, ülkesinde faaliyet gösteren Kontra’lara açıkça destek verdiği için ABD’yi mahkemeye vermişti. Mahkemenin bir karar verebilmesi için iki yıl beklemek gerekiyor. Birleşmiş Miletlerin utangaç Genel Sekreteri Ban-Ki Moon’un, Suriye’yi töhmet altında bırakan bir açıklama yapması şaşırtıcı değil. Bu anlamda, “yabancı güçlerin vahşi cinayetler işleyen ve İnsan Haklarını, Uluslararası Hukukun temel prensiplerini ihlal eden örgütleri askeri olarak desteklemeye devam etmede herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır” şeklinde dolambaçlı bir ifadeyle açıklamada bulunabilir [3]. Washington yönetimi, Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane’den ülkesinin ABD’yi şikâyet etmeyeceği yönde bir güvence aldıktan sonra, kuşkusuz Suriye topraklarında herhangi bir girişimden bulunmayacak. Ancak, neye karşılık ABD’yi Uluslararası Adalet Divanına şikâyet etmeyecek? ABD yetkilerinin yaptıkları açıklamalarında çıkarılan kanıt niteliğindeki izlenimler, hedefin Suriye olduğu gösterir gibi. Oysa gerçek hedefin başka yerlerde olduğu anlaşılıyor; bu hedef yalnızca Irak olamaz.
Irak’ın istikrarsızlaştırılmasının sürdürülmesi,
Irak’ta IŞİD örgütü saldırıları devam ediyor. Washington yönetimi, olayların bu yönde gelişmesinden dolayı şaşkınlık içinde olduğunu ve Irak’ın toprak bütünlüğü korunması taraftarı olduğunu iddia ederek, Fransa ve Suudi Arabistan’ında desteğiyle, cihatçıları kontrolü altında bulunduruyor [4].Dış dünyaya bilgi vermekten aciz kalan büyük bir ülke topraklarının üçte biri iki günde ele geçiren küçük bir terörist grubun efsanesi yayılınca, NATO ve CCG Medya kuruluşları Sünni kesimi oluşturan halkın IŞİD örgünü desteklediği yönünde yayın yaptılar. Sünni kesim ve Hıristiyan nüfustan oluşan 1,2 milyon kişilik bir kitlenin evlerini terk ederek, IŞD saldırılarından kaçmasının pek önemi yok. Bu yöndeki bir açıklama, aynı zamanda, Washington tarafından işgal hazırlıklarını maskelemeye de yarar.  ABD, beklenildiği gibi, birliklerini Irak topraklarına göndermeyeceğini ve Nuri El-Maliki’nin başında bulunduğu Irak Federal Hükümetine yardıma gelecek ülkelere engel olamayacağını bildirdi. El-Maliki, IŞİD mevzilerini bombalamak üzere Irak topraklarına giren Suriye güçlerine teşekkür ederken, ABD Dışişleri Bakanı John Kerry kaşlarını çatıyordu: “Öteden beri zaten yüksek olan mezhepsel tansiyonu daha da azdırmaya neden olacak başka girişimlere ihtiyaç olmadığını bölgedeki bütün aktörlere açık bir dille ifade ettik” [5].   Başkan Obama, Irak Başbakanı Nuri El-Maliki’yi kendi kaderiyle baş başa bırakarak, büyük hoşgörü edasıyla, esas itibariyle ABD’ye ait binaların güvenliğini sağlamak üzere, 300 ABD askerinin Irak’a gönderilmesine onay verdi. Başbakan El-Maliki, perişan halde, yeni müttefik aramaya başladı. Nafile bir şekilde F-16 uçakları beklerken, Rusya yönetiminden ve Beyaz Rusya’dan bombardıman uçağı satın aldı.  İran yönetimi, Irak hükümetine silah ve danışman yardımı gönderdi. Ancak, IŞİD militanları saldırıları karşısında kaderleriyle baş başa kalan Şiilere yardım edecek savaşçı göndermedi. Washington ile Tahran arasında, en azında zımni olsa da, Irak’ın bölünmesi konusunda bir anlaşmanın olduğu anlaşılıyor. Büyükelçi Jeffrey Feltman, İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani Kabine Direktörü ve Suriye Cumhurbaşkanlığı siyasi temsilcisi Bouthaine Chaabane arasında bu husus ile ilgili olarak geçen konuşma mahiyetinin ne olduğunun bilinmesinde fayda var.  Aksi halde, en fazla, İran ve Suriye yönetimlerince, IŞİD saldırıları nedeniyle kesintiye uğramış, iki ülke arasındaki geçiş koridorunun sağlanması karşılığında ABD planına yardımlarının ve pasif kalmaları işinin bir şarta bağlandığı yönünde bir yorum yapılabilir.  Hangi şartlar altında olursa olsun, Genişletilmiş Büyük Ortadoğu (Greater Middle East) projesinin yeniden düzenlenmesinin, 2003 ve 2007’deki başarısız girişimlere rağmen, bugün Irak’ta meydana gelen gelişmelerle daha da somutlaştırılmış bir başlangıcına tanık oluyoruz. Genel anlamda, bir devletin parçalanması hemen bir günde gerçekleşmez, ancak, bu aşamadan önce en azında on yıllık bir kaos dönemine ihtiyaç vardır.  İlk acı çeken taraf olacak Türkler, Irak Kürdistan’ı Bölgesel Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani’yi Ankara’da ağırladılar. Barzani, Kerkük’ü tekrar Bağdat Federal Hükümetine vermeyeceğini taahhüt etti ve Türkiye’deki Kürtlerin ayaklanmasına yol açabilecek herhangi bir girişimde bulunmayacağı yönünde Ankara’ya güvence verdi. Gelişme gösteren olayların mantığı, gelecek yıllarda Türkiye’de de bazı olayların su yüzüne çıkması yönünde kaçınılmaz olarak patlak vermesine neden olacak nitelikte olsa da, Ankara’nın önünde daha yeterli zamanı var. Recep Tayyip Erdoğan virajı dönerken, üç yıldan beri geri planda üs yeri verdiği ve silah yardımı yaptığı yabancı paralı askerlere aniden desteğini keserek, Suriye ile olan sınırlarını kapattı. Bu politikayı izlemesindeki amaç, yalnızca, Türkiye Kürtlerin başkaldırmaya yeltenmemelerini engellemek değil, aynı zamanda, Ordusunun bu durumdan faydalanarak, hükümeti devirmeye kalkışmamasının önünü kesmek içindir.  Eski subayların ve Saddam Hüseyin dönemi muhafız alayı askerlerinin IŞİD örgütü bünyesinde toplanması Irak’taki durumda değişiklik olduğu anlamına geliyor. Bu askerler her şeyden önce, Irak Başbakanı El-Malikinin hükümet kurması sürecinde ABD’yi, Suudi Arabistan’ı ve İran rejimini yardım etmekle suçluyor. El-Maliki hükümetinin izlediği politikayla dışlandıkları için, Bağdat yönetiminden öç almayı bekliyorlardı. İranlıların emelli Şii nüfus kesimini kapsadığını ve günün birinde intikam almak üzere Suudi Arabistan’a döneceklerini biliyorlar

Suudi Arabistan hedefi                   Olayları bu açıdan dikkate alacak olursak, Washington yönetimi, strateji uzmanı Fransız Laurent Muraviec planına uygun olarak, Suudi Krallığına yeni bir şekil verme zamanının geldiğini düşünüyor. Strateji uzmanı Muraviec 2002’de üç cümleyle ifade edilen planını Pentagon’a sunmuştu: Irak taktik bir mihverdir; Suudi Arabistan stratejik bir eksendir; Mısır ise stratejik bir ödüldür [6]. Başka bir deyişle ifade edilecek olursa, Suudi Hanedanlığı, Mısır’ın kontrol altına alınmasıyla, (olasılıkla) düşmelerinin bir yolunu açabilecek nitelikteki Irak koşullardan hareketle devrilemez.  Bölgede izlenen stratejinin bir sonraki hamlesinde hedef olduklarının bilincinde olan Hanedanlık mensupları, ortak çıkarlarını savunmak üzere, aralarında süregelen iktidar mücadelesini bir tarafa bıraktılar. Fas’ta uzun bir dinlenme dönemi geçiren Kral Abdullah Riyad’a döndü. Dönüş güzergâhında, uçağı Kahire’ye indi. Kral Abdullah, hareket etmede zorluk çektiğinden dolayı, General El-Sissi’yi uçağında kabul etti [7].   ABD yönetiminin, yakın zamanlarda, ailesini iktidardan indirme yollarını aramayacağı teyidini aldı. Suudi Krallığı, niyetinin iyice anlaşılması için, IŞİD örgütünü kontrol ettiğini söyledi ve gelecekte de kontrol altına alacağı taahhüdünü verdi. Uçakta kendisine eşlik eden Prens Bander Bin Sultanı yeniden görev başına çağırma kararını vermişti.   Prens Bander, 2001’den ve Usame Bin Ladin’in ölümünden bu yana, uluslararası cihatçı hareketlerin başında bulunuyordu. Gizli savaşların büyük ustası Prens Bander, Beşar Esad’ı devirmede başarısızlık yaşadı. Suriye’de kullanılan kimyasal silah krizinde ABD’eyle anlaşmazlık yaşadı ve John Kerry’nin talebi üzerine görevden alındı. Görev başına dönüşü Suudilerin büyük kozudur: Prens Bander iş başında olduğu sürece, Washington yönetimi Suudi Krallığına karşı cihatçı saldırı düzenleyemez.   ABD Dışişleri Bakanı Kerry öfkeli bir şekilde, ve de beklenmedik bir zamanda, bütün yumurtaları aynı sepete koymaması için, Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfetah El-Sissi’ye gerekli uyarılarda bulunmak üzere Kahire’ye gitti. Mısırdaki askeri rejimi artık Suudi bağışlarından tamamıyla bağımsız: John Kerry 572 milyon dolar tahsisatı (darbeden bu yana bloke edilen her zamanki yardımım üçte biri) serbest bıraktı ve Golan tepelerini istikrara kavuşturmak (aynı zamanda İsrail’in güvenliğini sağlamak) amacıyla taahhüt edilen 10 adet Apache helikopterin teslim edilebileceğini bildirdi.   Dışişleri Bakanı Kerry, Suudi Arabistan’da istikrarsızlık yaratma seyahatine devam ederek, 25 Haziran’da Brüksel’e giderek NATO zirvesine katıldı. Açıklamasında Irak’taki durumunun “stratejik açıdan istihbarat toplamaya, hazırlık çalışmalarına, bazı sorulara cevap bulunmasına, reaksiyon zamanlarına, karşılık verme doğasının düşünülmesine” evresine geçmesi gerektiğine vurgu yapıyordu: 4-5 Eylül’de Galler ülkesinde yapılacak zirve gündem maddesinden yer alabilecek “operasyonel kullanılabilirlik” konusu.  Bakan Kerry, ertesi gün, 26 Haziran’da, Paris’te, meslektaşları Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün Dışişleri Bakanlarıyla bir araya geldi. Birleşik Basından edinilen bilgilere göre, Washington yönetimi Suudi Arabistan ve Ürdün’ün, Irak’taki Sünnilere destek vermek üzere Bedevi kabilelerin sınırlarını geçerek silah aktarmasını ve parasal yardım yapmasını arzu ediyor (IŞİD’ı desteklemek) [8].                     Bakan Kerry, seyahatine devam ederek, 27 Haziran’da Suudi Arabistan’a gitti. Orada Suriye Ulusal Koalisyonu Başkanı Ahmed El-Cerba ile görüştü. Yapılan açıklamada El-Cerba’nın (Kral Abdullah gibi) Bedevi Kabileleri Odasına üye olduğu ve Irak’a seyahat ettiğini ve “Suriye Ilımlı Muhalefetinin” Irak’ta istikrar sağlanması için yardım edebileceği vurgulandı [9]. Yapılan bütün yardımlarla Irak’ta askeri önemli bir rol oynayabilecekken, bazılarının Suriye’deki yönetimi devirmede nasıl oldu da “yetersiz” kaldıkları merak ediliyor ve IŞİD ile şahsi ilişkileri bulunan El-Cebra niye bu işi üstlensin.

Suudi resmigeçidi                              Suudi Kralı Abdullah, ABD Dışişleri Bakan Kerry’i ağırlamadan kısa bir süre önce,“terörist örgütler veya diğer yapıların ülkesinin güvenliğine zarar verebilecek duruma gelmesi haline karşılık, ulusunun kazanımlarını ve toprak bütünlüğünü, ülkesinin güvenliğini ve Suudi Arabistan halkının istikrarını (…) korumak amacıyla gerekli her türlü tedbirleri almaya karar verdi” [10].   Suudi Kralı Abdullah, Irak dosyası yönetimini, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın devrilmesinde başarısızlık yaşanması ve Obama yönetimine karşı husumet duyguları beslemesi nedeniyle Bakan Kerry’nin talebi üzerine, 15 Nisanda görevden el çektirdiği Prens Bander bin Sulatan’a emanet etti.  Riyad yönetimi, Washington’un Irak’ı bölme projesinde yardım etmeye hazırdır. Ancak, Suudi Arabistan sınırlarını aşmasına izin vermeyecek.  Ulusal Konsey tarafından iş başına getirilen Suriye “geçici hükümeti”, verilen mesajı alarak, General Abdullah El-Bashir’i görevden alıp, bütün askeri ekibini lağvetti. Artık ne askeri birliği ve ne de subayları bulunan Suriye Ulusal Konseyi kesin olarak söyleyebilir ki, taahhüt edilen 500 milyon dolar, ilgili ellerce teslim alınır alınmaz, doğrudan IŞİD’e aktarılacak.                 Thierry Meyssan                                Çeviren; Nizamettin Karabenk            Kaynak   El-Vatan (Suriye)
[1] «Discours à l’académie militaire de West Point», Barack Obama, Réseau Voltaire, 28 maggio 2014.
[2] “Obama: Notion that Syrian opposition could have overthrown Assad with U.S. arms a "fantasy"”, CBS, 20 juin 2014.
[3] «Crisis in Syria: Civil War, Global Threat», Ban Ki-Moon, Huffington Post, June 25, 2014. Version française : «Syrie: mettre fin à l’horrible guerre», Le Temps, 27 juin 2014.
[4] “Washington Irak’ı bölme planını uygulamaya koyuyor”, yazanThierry Meyssan, Tercüme Nizamettin Karabenk, Voltaire Sitesine , 16 Haziran 2014.
[5] “Kerry issues warning after Syria bombs Iraq”, by Hamza Hendawi and Lara Jakes, Associated Press, June 25, 2014.
[6] Le lecteur téléchargera ici le texte de l’exposé Powerpoint que m’avait alors transmis un informateur états-unien. Malheureusement, j’ai perdu les images. Taking Saudis out of Arabia, Laurent Murawiec, Defense Policy Board, 10 juillet 2002.
[7] “Saudi king makes landmark visit to Egypt”, Al-Arabiya, June 20, 2014.
[8] “US, Sunni States Meet on Mideast Insurgent Crisis”, Lara Jakes, Associated Press, June 26, 2014.
[9] «Kerry, Syrian Coalition Leader During Their Meeting in Jeddah», Department of State, June 27, 2014.
[10] « Décret de la Cour royale : le serviteur des Deux Saintes Mosquées ordonne de prendre toutes les mesures nécessaires pour préserver la sécurité du royaume », Agence de presse saoudienne, 26 juin 2014.
http://www.voltairenet.org/article184508.html

..