2 Mart 2017 Perşembe

Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 2



 Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 2

Söylem Analizi 

Suriyeli mülteciler hakkındaki köşe yazıları söylem analizine tabi tutulduğunda karşılaşılan manzara daha karmaşıktır. Söylem mevzubahis olduğunda 
dilin nasıl kullanılıp kurgulandığına bağlı olarak olumlu içerikle olumsuz söylem gelişt irmek veya tam tersi mümkündür. Bu açıdan bakıldığında içerik 
ile söylemin örtüşmediği durumlar rastlanabilen vakalardır. Bu durum, örneklerle söylemi incelemeden önce olumlu ve olumsuz söylemlerin sayısına 
bakmayı faydalı kılmaktadır.


Tablo 3: Olumlu-olumsuz söyleminin aylara göre dağılımı 

Bu dağılıma baktığımızda en fazla dikkat çeken değişikliğin içerik söyleme aktarılırken Hürriyet gazetesinin köşe yazılarında daha olumlu bir dil kullanıldığıdır. 
Bu ilk bakışta olumlu bir değişiklik gibi gözükmektedir. Ancak ilgili köşe yazılarına daha dikkatli bir şekilde bakıldığında, bu yazıların odak 
noktasının iç siyaset olduğu, mültecilerin yaşadığı sorunlardan bahsederek hükümeti yıpratmaya dönük yazılar olduğu gözükmektedir. Dolayısı ile yazıların 
ana odağı mültecilerin sorunlarına odaklanmak yerine onları iç siyasetin malzemesi yaparak kendi pozisyonunu tahkim amacıyla kullanmaktadır. Böylesi 
bir yaklaşımda mesele şu şekilde işlenmektedir: 

“Şimdi yaz, idare edebiliyorlar ama üç ay sonra nerede, nasıl hayatta kalabilecekler meçhul! Bakıyorum memleketimizin zengin Müslümanları, lüks 
davetlerle iftar yemekleri verme yarışı içindeler. Başta Başbakan olmak üzere devletliler bu davetlere katılıyor, yiyor, içiyor, nutuk atıyorlar. Ama Suriyeli 
göçmenlerin hallerine el uzatan kimse yok. Binlerce kilometre ötede deprem olduğunda “Müslüman kardeşlerimize yardım” diye ortalığa dökülen örgütlerin 
de hiçbiri ortada yok. Türkiye, ölümden kaçan bu insanlara elbette “Sizi istemiyoruz” diyemezdi. Normal ve insani olan tutum o göçmenlere kapıları 
açmaktı. Anormal olanı ise onları böyle ortalıkta bırakmaktı. “Saldım çayıra, Mevlam kayıra” diye özetlenebilecek bir göçmen politikası, bu hükümetin 
utancı olmalıdır.”20 

Örnekten de açıkça görülmektedir ki her ne kadar ilk bakışta olumlu bir söylem üretilse de, daha dikkatli ve detaylı bir inceleme, mültecilerin içerisinde 
bulunduğu zor şartların dillendirilmesinin esas amacının mültecilerin şartlarını iyileştirmek çabası olmadığını, konunun siyasi çıkarlar ve tartışmalar 
için kullanıldığını göstermektedir. Benzer bir sorgulama Sabah gazetesi köşe yazıları için yapıldığında içerik ve söylem bazında olumlu-olumsuz 
dengesinin pek değişmediği sonucuna ulaşmak mümkündür. Değişimin gözlendiği kısıtlı yazılarda ise dengeli veya olumsuz içerik ile olumlu söylem üretmiştir. 

İçerikten söyleme geçilirken köşe yazılarının mülteci meselesine bakışlarındaki değişikliğin analizinden sonra, dikkat edilmesi gereken bir diğer 
husus olumlu veya olumsuz içeriğin hangi odakla ve amaçla üretildiğidir. Bu mukayesenin daha kolay yapılabilmesi için iç politika, dış politika, güvenlik 
ve insani odaklı olmak üzere dört ana perspektif belirlenmiş ve incelenen köşe yazılarının hangi perspektif(ler)i yansıttığı üzerinde durulmuştur. Bu 
noktada ilk dikkat çeken husus her iki gazetede de insani perspektifin diğer perspektiflerle karşılaştırıldığında azınlıkta kaldığıdır. Mülteci meselesi incelenen 
yazılar için büyük oranda başlı başına bir insani mesele olmanın ötesinde iç politikayı, dış politikayı ve güvenliği ilgilendirdiği oranda sorunsal 
haline getirilmiştir. Aşağıdaki örnekler bu noktayı daha anlaşılır kılacaktır:

 “İçişleri Bakanlığı’nın sokaklardaki içler acısı durumda olan Suriyeli mültecilerin toplanacağını, kamplara yerleştirileceğini ve kayıt altına alınacağını 
açıkladıktan sonra Suriyeliler toplanmaya başlandı. Üsküdar’da, Taksim’de çocuklarıyla perişan halde yaşayan aileler yok artık! Şimdi “ 
Gözümüzün Önünde ” değiller... Sorunu çözdük mü, yoksa halının altına mı süpürdük? Çok önceden yapılması gereken bir işti bu... Kamplarda sokaklardan 
daha mı iyi durumdalar, yakında öğreniriz nasıl olsa... Ve daha önemlisi 1,5 milyona ulaştığı söylenen Suriyeliler ile ilgili uzun vadeli çözümümüz ne? 
Bunu bilen bir yetkili var mı acaba?”21 

Suriyeli mültecilerin “içler acısı” durumundan, “çocuklarıyla perişan halde yaşayan ailelerden” ve “uzun vadeli çözüm”den bahseden bu yazı ilk 
bakışta Suriyeli mültecilere duyarlıymış gibi gözükmektedir. Ancak yazının ürettiği söylemsel pratiklere bakılınca tablonun tam tersi olduğu, yazının tam 
da Suriyeli mültecilerin “gözümüzün önünde” olmasından şikâyetçi olan “estetik” duruşu eleştirirken, aynı estetik kaygıları paylaşan bir söylem geliştirdiği 
ortaya çıkmaktadır. “Kamplarda sokaklardan daha mı iyi durumdalar, yakında öğreniriz nasıl olsa” cümlesi bu söylemsel pratiği ortaya koymaktadır. 
Kamplarda daha iyi şartlarda olup olmayacağı belli olmayan Suriyeli mültecilerin, şehirlerden yani insanların gözü önünden toplanmasının olumlanması 
söylemsel pratiği açığa çıkartmaktadır. Yazının tartıştığı nokta Suriyeli mültecilerin daha iyi şartlarda yaşaması ve gündelik çözümler yerine kalıcı çözümlerin geliştirilmesi olsaydı, Suriyeli mültecilerin şehirdeki yaşam şartlarından daha iyi bir ortam sunmayacağından şüphelenilen kamplara yerleştirilmesi olumlu bir gelişme olarak sunulmazdı. 

Sabah gazetesindeki köşe yazılarında da benzer bir perspektif kaymasını gözlemlemek mümkündür. İlk bakışta mülteciler sorununa insani açıdan 
yaklaşan söylemlere sahip olan yazıların daha derin bir analizle dış politika perspektifli olduğu gözlemlenmektedir: 

“Kobani’den biraz ileride Yumurtalık’ta giriş kapısı ve toplanma merkezi var. Burada AFAD’ın koordinatörlüğünde ilk kayıtlar ve sağlık kontrolleri yapılıyor. 
Toz toprak içinde o alana gidiyoruz. Bir yanda canlı yayın araçları, bir yanda AFAD Koordinasyon TIR’ı bir yanda da BM Mülteci Örgütü’nün araçları 
var. Tam ortalarında ise çocuklar ve kadınların hatta bebeklerin ağırlıkta olduğu mülteci Kürtler. O manzarayı her gün izlemekle görmek farklı şey. Birkaç parça eşya ve hayvanlarıyla sınıra dayanan bu insanların yüzlerindeki acı ve çaresizlik insanı sarsıyor. Konuştuğum sürece gözyaşları sel gibi akan üç kadından birinin feryadı “Çağdaş Dünya”ya isyandı: “Bu kırımı, bu zulmü bu dünyanın devletleri görmüyor mu? Bu devletlerde vicdan yok mu?” BM’nin ekibi var ama gıda ve ilaç yardımı dışında bir şey yaptıkları yok. Bu yüzden onlara kucak açan Türkiye’nin yaptıklarının ne anlama geldiğini hepsi iyi 
biliyor ve hakkını veriyor.”22 

Diğer örneklere benzer bir şekilde bu yazı da Suriyeli mültecilerin gayri insani koşullarından bahsederken, diğer yandan da mültecilerin koşullarını ikinci plana iten bir başka söylemi üretmektedir. Benzer köşe yazıları özellikle Kobani şiddet eylemleri ve Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği manipülasyonları bağlamında daha belirgin hale gelmektedir: 

“Türkiye’nin IŞİD’e yönelik dolaylı destek verdiğine ve Türkiye- Suriye sınırını IŞİD’in geçişleri sırasında kullandığına dair herhangi biçimde doğrulanması mümkün olmayan ithamlar arttı. Neredeyse, IŞİD’in tüm gücünü, geçirgenliği yüksek olan Türkiye’nin Güney sınırından aldığını ortaya süren, hatta bunu haritalar aracılığıyla ortaya koyan demeçler birbiri ardından ortaya döküldü. Bugün, korunmadığı öne sürülen o sınıra, binlerce insan bir anda yığıldı, sınır kontrolü yapıldıktan sonra Türkiye’ye alındılar. Ancak bir anda, sanal ortamda resmi ya da gayriresmi yüzlerce haber, “Türkiye sınırını Kürt mültecilere kapattı” biçiminde yansıdı”23 

Yukarıda alıntılanan kısımda bir diğer Sabah yazarının yine savunmacı bir refleksle batı basınında var olan Türkiye’nin IŞİD’e destek verdiği ithamına 
karşı pozisyon alarak, Türkiye’nin konumunu Suriyeli Kürt mülteciler üzerinden meşrulaştıran bir söylem ürettiğini görmek mümkündür. 

Her iki gazetede de mültecilik meselesinin insani boyutunu farklı amaçlarla araçsallaştıran yazıların yanında birebir mültecilerle alakalı olumlu ve olumsuz söylem geliştiren yazılar da vardır. Örneğin Hürriyet’in köşe yazarlarından biri, sokak izlenimlerini anlatırken vatandaşlara dair gözlemlerini paylaşmakta ve onların “yoksulluktan, Suriyeli sığınmacılardan, bonzaiden”24 şikâyetçi olduğunu söyleyerek, mültecileri uyuşturucu madde bağımlılığı ile benzeştiren olumsuz bir söylemi üretmektedir. Aynı gazeteden bir başka yazar da mültecilerin varlığını başlı başına bir sorun olarak gören şu cümleleri halkın şikâyeti olarak köşesine taşıyıp desteklemektedir: 

“Emek Mahallesi’nin öncelikli şikâyeti galericiler olmuştur. Fakat son günlerde Suriyeli sorunu, galericileri gerisinde bıraktı. Artık canımıza tak dedi. Hiçbir şey yapmasalar bile, tedirgin oluyoruz. Parkları işgal edip, çocukların oynayacağı yerlere yatıp, ihtiyaç gideriyorlar.”25 

Bu örnekte mültecilerin varlığını “hiçbir şey yapmasa bile” sorun olarak algılayan bir söylem vardır. Mülteci meselesine bu bakış açısı ile yaklaşılınca en temel insani ihtiyaçlardan olan barınma ihtiyacı çocukların oyun oynaması ile mukayese edilebilmektedir. Bu örnekte çocukların oyun alanlarının ellerinden alınması ve insanların tedirginliği üzerinden açıkça nefret söylemi geliştirilmekte dir. 

Mültecilere karşı nefreti ve şiddeti körükleyen söylemin bu kadar açık olmayan başka örnekleri de vardır: 

“Suriyeliler çok zor şartlarda yaşıyor. Mültecilerin yerleştiği bölgelerdeki halkın bir bölümü Suriyelilerden rahatsız. Mülteciler, ülkelerindeki savaş bitene kadar sadece kamplarda değil, belli ki şehirlerde yaşamaya devam edecekler. Eğer kamplar yetersizse ya da mültecilerin tamamı kamplara gönderilemiyorsa lokal çözümler aranmalı. Bu noktada da en büyük görev yerel yönetimlere yani belediyelere düşüyor. Halkları kaynaştırmak, yaşanabilecek sosyal patlamalara engel olmak, acil ihtiyaçlara hızlı çözümler bulmak ancak bölge yöneticisinin eliyle olabilir. Aksi takdirde üzücü olayların yenilerinin yaşanması kaçınılmaz.”26 

Bu örnek Suriyeli mültecilerin çok zor şartlar altında yaşadığını vurgulasa da yerel halkın tepkisini meşrulaştıran bir söylem üretmektedir. Özellikle 
alıntılanan kısmın sonunda yer alan yerel yönetimlerin soruna çözüm bulamaması halinde ortaya çıkacak saldırı, linç, düşmanlık gibi şiddet olaylarını 
“kaçınılmaz” olarak niteleyen ifade şiddeti ve düşmanlığı meşrulaştırmaktadır. 

Sabah gazetesinde yer alan köşe yazarlarında ise genel olarak daha ölçülü bir dil dikkati çekmektedir. Mülteciler hakkında olumsuz söylem geliştirilen örneklerde bile mültecilerin salt varlığı bir sorun olarak görülmemiş, olumsuz söylem daha dengeli bir üslupla üretilmiştir: 

“Türkiye’de işsizlik yüzde 9’u aşmışken (ki bu “iş arayanları” kapsayan resmi rakam; bir de anasının babasının emekli maaşına yamanan kronik işsizler 
var)...Ortadoğu’daki yangın, midesi guruldayanlara yüz binleri ekledi. Bugünlerde vergi artışlarından konuşmaya başlamamız boşuna değil. Mültecilerin, o da ancak bir kısmına yapabildiği yardımı karşılamak için Ankara, çaresi yok, bize yüklenecek.”27

 Bu gibi örnekler mültecilerin varlığını doğrudan bir sorun olarak görmeyip, yaşadıkları zor şartlara insani bir perspektiften dikkat çekse de, yerel 
halk ile mültecilerin karşı karşıya gelmesi en muhtemel sorun alanlarından birisi olan işsizliği ve ek ekonomik maliyeti gündeme getirerek olumsuz bir 
algıya zemin hazırlamaktadır. Söylem analizinde söylenen kadar söylenmeyenler de kurucu bir rol oynayabilir. Buna göre Suriyeli mültecilerin sadece 
sokaklarda yaşamak ve dilenmek gibi olumsuz özellikleri ile anılmaları başlı başına bir sorundur. Hâlbuki mültecilerin ekonomik yük olmak veya dilenmek 
dışında Türkiye toplumuna olumlu katkılarının olduğu da aynı gazetenin bir başka köşesinde dillendirilmiştir: 

“Kampta 70 tane de üniversitede okuyan öğrenci var. Diş hekimliğinden, tarih, arkeoloji ve tıp fakültesine kadar bir sürü branşta eğitim alıyorlar. Türkçeyi 
öğrenen rahatlıkla istediği bölüme kaydolabiliyor ve burslarını devlet karşılıyor.”28 

Mültecilerin eğitimsiz ve mesleksiz insanlardan ibaret olmadığını vurgulayan bu haber mültecilerin medyada temsili noktasında olumlu bir örnektir. 
Benzer bir şekilde mültecilerin her zaman ekonomik yük getirmediği bazı durumlarda iş gücü piyasasına olumlu katkı yaptığını dillendiren köşe yazılarına29 da rastlamak mümkündür. 

Sonuç: Toplum ve Söylem 

Ele alınan gazetelerde mülteciler hakkındaki köşe yazıları söylem analizine tabii tutulduğunda Türkiye’de medyaya, siyasete ve topluma dair bir dizi sonuca 
ulaşmak mümkündür. Medya hakkında söylenebileceklerden ilki Türkiye medyasının aşırı siyasallaşmış görüntüsüdür. Medyanın aşırı siyasallaşması 
ile kastedilen liberal bir yanılgı ile medyanın kamusal bir görev yaptığı ve “objektif” olması gerektiği vurgusu değildir. Aksine medya sektörünün 
hiçbir zaman ekonomi-politik ilişkilerden azade olmadığı kabulünü verili kabul ederek Türkiye medyasının siyasi görünümüne mültecilerle alakalı köşe 
yazılarının söylemsel analizi ile mercek tuttuğumuzda karşımıza çıkan aşırı siyasallaşmış bir görüntüdür.30 Mülteciler konusu bağlamında bu siyasallaşma 
bahsedilenin de ötesinde bir dereceye ve daha vulgar bir hale gelmiş görünmektedir. Aşırı siyasallaşmış bir medyanın mültecilerle ilgili içerik ve söylemi bulunduğu siyasi-ideolojik konumdan üretmesi beklenir. Ancak incelenen gazetelere bakıldığında köşe yazısı içerik ve söylemlerinin belli bir ideolojik-siyasi konumdan değil çok daha yüzeysel bir hükümet karşıtı pozisyondan üretildiğine tanık olunmaktadır. Hürriyet gazetesinde yayınlanan köşe yazıları göstermektedir ki yazıların dili dışlayıcı tonlara sahiptir. Yazıların kalkış noktasından hareketle bu dışlayıcı yaklaşımın arkasında Hükümetin mültecilere karşı açık kapı politikası izlemiş olması ve genel olarak AK Parti Hükümetine olan politik mesafe bulunmaktadır. Kıyaslama yaparak vurgularsak 
sadece siyasi karşıtlık üzerine oluşturulan bu pozisyonun yanında söz gelimi Avrupa’daki milliyetçi ve aşırı sağ partilerin mülteci karşıtlığı veya güvenlikçi 
söylemi kendi içerisinde görece çok daha sahici bir siyasi pozisyon olarak kalmaktadır. 

Aynı şekilde Sabah gazetesinde üretilen mülteci dostu içerik ve söylem özellikle Kobani şiddet eylemleri sonrasında dönüşüme uğramıştır. 
Bahsedilen dönemde Sabah’ın genel mülteci dostu söyleminde hükümete yakın siyasi pozisyonun etkisi daha belirgin hale gelmiş ve Türkiye’nin dış 
politikasının meşrulaştırılması odaklı söylem ağırlık kazanmıştır. 

İkinci aşamada medya söylemini doğuran siyasi-ideoloijik tabloya daha geniş bir toplumsal perspektiften bakmak istediğimizde başvurmamız gereken 
olgu Türk modernleşmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Çok uluslu ve kültürlü heterojen bir imparatorluk ahalisinden homojen bir ulus ve devlet yaratmak kurucu cumhuriyet elitlerinin ana amaçlarından bir tanesiydi.31 Modernleşme iradesinin kültür, sanat, eğitim, din ve toplumsal hayat alanlarında uyguladığı tektipleştirici milliyetçi politikalar neticesinde farklı ve yabancı olana karşı tedirginlik – hatta bazı durumlarda düşmanlık- toplumda belli oranda karşılığı olan bir tutum haline gelmiştir. Bunun bir yansıması olarak, mültecilere bakışta insan onuruna, yaşam hakkına ve adalete dayanan kapsayıcı bir tutumdan ziyade milliyetçi ve mülteci düşmanı tutum ağırlık kazanmıştır. Mülteci dostu söylemlerin en olumlu örneklerinde bile söylemin mültecilerin içerisinde bulunduğu kötü şartlara referansla kurulduğu gözükmektedir. Bu açıdan köşe yazılarında sık sık geçen “zorunlu misafir” veya “ülkelerine geri dönmeyecekler” gibi vurgular dikkat çekicidir. Son olarak, söylem ile toplum arasındaki bağlantıyı göstermesi açısından “zorunlu misafirlik”ten daha kuşatıcı bir söylem oluşturan nadir örneklerin Sabah gazetesinde bulunması dikkat çekicidir. 


Notlar 

1 Miş, N. (2013) “Türkiye’nin Suriye Politikası”, Türk Dış Politikası Yıllığı içerisinde, Burhanettin Duran v.d. (der.) Ankara: SETA Yayınları, s.163. 

2 Türkiye’nin tarafı olduğu uluslararası anlaşmalara ve Türk hukukuna göre mülteci ve sığınmacı kavramları farklı hukuki konumlara ve anlamlara denk gelmektedir. Mevcut mevzuata göre Türkiye’ye zorunlu olarak göç eden Suriyelilere mülteci statüsü verilmemiştir. Ancak bu yazının temel odağı hukuki bir analiz olmadığı için Suriyeli göçmenlere yaygın kullanımda olduğu gibi mülteci denilmesi tercih edilmiştir. 

3 Medyanın çatışmacı değil barışçıl bir dili benimsemesi farklı bağlamlarda literatürde tartışılmıştır. Savaşlarda ve kriz anlarında medyanın nasıl bir dil kullanması ile alakalı tartışmaların bir örneği için bakınız: Lynch, J. & Galyung J. (2010). Reporting Conflict: New Directions in Peace Journalism. St.Lucia: University of Queensland Press. 

4 Syrian Observatory for Human Rights, “More that 300000 people killed since the beginning of the Syrian Revolution,” 02.12.2014. http://syriahr.com/en/2014/12/morethat-
300000-people-killed-since-the-beginning-of-the-syrian-revolution/ , erişim tarihi: 13.03.2015. 

5 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

6 Tablo Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin güncel bilgilerinden hazırlanmıştır. Bilgiler için bakınız: The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

7 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, 
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim tarihi: 13.03.2015. 

8 Amnesty International Report 2014/15, Middle East and North Africa Regional Overwiev, London, 2015, s.44. 

9 Human Rights Watch World Report 2014, “Syria”, New York, 2014. s.605-615. 

10 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Syria Regional Refugee Response, http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224, erişim 
tarihi: 13.03.2015. 

11 The Office of the United Nations High Commissioner for Refugees, Turkey External Update 28.01.2015, 
http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/unhcr_turkey_operational_update_2015_01_28_(3).pdf, erişim tarihi: 12.03.015. 

12 Hürriyet Daily News, “UN shrinks food aid to Syrian refugees in Turkey as funding dwindles”, 06.03.2015, 
http://www.hurriyetdailynews.com/un-shrinks-food-aid-tosyrian-refugees-in-turkey-as-funding-dwindles-.aspx?pageID=238&nID=79300&NewsCatID=359, 
erişim tarihi: 12.03.2015. 

13 Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı Raporu 2013, Türkiye’deki Suriyeli Sığınmacılar, Haziran 2013, 
https://www.afad.gov.tr/Dokuman/TR/60-2013123015491-syrianrefugees-in-turkey-2013_baski_30.12.2013_tr.pdf, erişim tarihi: 25.03.2015. 

14 Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi ve Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Raporu 2015, Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye etkileri, Haz: Oytun Orhan, Sabiha Şenyücel Gündoğar, Ankara, Ocak 2015, 
http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/09012015104258.pdf, Erişim tarihi: 25.03.2015. 

15 Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi Raporu 2014, Türkiye’deki Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum Araştırması, Haz: Murat Erdoğan. Ankara, Kasım 2014, 
http://www.hugo.hacettepe.edu.tr/HUGO-RAPOR-TurkiyedekiSuriyeliler.pdf,erişim tarihi: 25.03.2015. 

16 Ekonomi ve Dış Politika Araştırmalar Merkezi Raporu, Türk kamuoyunun Suriyeli sığınmacılara yönelik bakış açısı 2014, 
http://www.edam.org.tr/tr/File?id=1152, erişim tarihi: 25.03.2015. 

17 Meyer, M. (2001). “Between Theory, Method, and Politics: Positioning of the Approaches to CDA,” in Methods of Critical Discourse Analysis, 
Ruth Wodak & Michael Meyer (eds.), 14-31. London: Sage Publications, p.17. 

18 Fairclough, N. (2000). “Discourse, Social Theory, and Social Research: The Discourse of Welfare Reform,” Journal of Sociolinguistics, 4(2), p.167-9. 

19 cited in Richardson, J. E. (2007). Analysing Newspapers: An Approach From Critical Discourse Analysis. New York: Palgrave Macmillan, p.37. 

20 Yılmaz, M. M. “Hafızaları Tazeleyelim,” Hürriyet, 16.07.2014. 

21 Semercioğlu, C. “Çeşme’de Beach Dayağı,” Hürriyet, 05.08.2014. 

22 Övür, M. “Bu Dünyanın vicdanı Yok Mu?” Sabah, 27.09.2014. 

23 Gümüştekin, T. “Türkiye Sınırı Sorun Değil Mi?” Sabah, 20.09.2014. 

24 Küçükşahin, Ş. “Ekmeleddin İhsanoğlu İzlenimleri,” Hürriyet, 09.07.2014. 

25 Tekeci, F. “Meydanda Fuhuş Pazarlığı,” Hürriyet, 14.07.2014. 

26 Gürel, D. “Çelik Köprü neden Açılmıyor,” Hürriyet, 20.08.2014. 

27 Aköz, E. “Suriyeli Dilenciler,” Sabah, 27.09.2014. 

28 Gayberi, M. “İşte Türkiye’nin Büyük Başarısı” Sabah, 25.09.2014. 

29 Kadak, Ş. “Antepli Sanayici Suriyeli İşçi İçin Kota İstiyor,” Sabah, 15.10.2014. 

30 Türkiye medyasının Akdeniz’e kıyı olan diğer başka ülkelerde olduğu gibi aşırı siyasallaşmış olduğu daha önce medya çalışmaları literatüründe tartışılmış bir tespittir. 
Bu tartışmanın önemli bir metni için bakınız: Hallin, C. D. & Mancini, P. (2004). Comparing Media Systems: Three Models of Media and Politics. Cambridge: Cambridge University Press. 

31 Bu konuda daha detaylı bilgi için bakınız: Zürcher, E. J. (2005) Turkey: A Modern History. London& New York: I. B. Tauris. 



****

Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili BÖLÜM 1


Suriyeli Mültecilerin Türkiye Basınında Temsili, BÖLÜM 1  

İsmail Çağlar 
[Yrd. Doç. Dr., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi] 
Yusuf Özkır 
[Yrd. Doç. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi] 

Özet 

2011 yılı ilkbaharında Suriye’de Esed rejimine karşı başlayan barışçıl gösteriler, rejim güçlerinin şiddetli müdahalesi sonucunda iç savaşa dönüşmüştür. 
Suriye’deki durum 2015 yılında hala değişiklik göstermezken, beraberinde başka ülkelere göç eden ciddi bir mülteci kitlesi oluşturmuştur. 
Türkiye de Suriyeli mültecilerin en fazla göç etmeyi tercih ettiği ülkelerden birisi olmakta ve bundan dolayı Suriyeli mülteciler meselesi Türkiye kamuoyunun önemli bir gündemi haline gelmektedir. Bu bağlamda hemen her gün Türkiye gazetelerinde ve medyanın diğer mecralarında Suriyeli mültecilerle ilgili içeriklerle karşılaşmak mümkündür. Bu çalışma 2014 yılında Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarını kapsayan dört aylık bir süreçte Türkiye’nin ana akım gazetelerinin önemli iki tanesi olan Sabah ve Hürriyet gazetelerinde Suriyeli mültecilerle alakalı köşe yazılarını analiz etmektedir. Eleştirel söylem analizi metodu kullanılarak yapılacak bu incelemenin amacı ideolojik tarihsel arka planın ve mevcut AK Parti hükümetine karşı alınan pozisyonun Suriyeli mültecilerle alakalı köşe yazılarının söylemi üzerindeki belirleyiciliğidir. Sonuç olarak milliyetçiliğin farklı seviyelerde de olsa her iki gazetenin Suriyeli mülteciler hakkındaki söyleminde belirleyici olduğu ön plana çıkmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: Suriyeli Mülteciler,Söylem, Analiz, Türkiye Medyası,Milliyetçilik 

Giriş 
Tunus’ta Aralık 2010’da başlayan Arap Baharı 2011 yılı ilkbaharında Suriye’ye ulaştığında, Beşşar Esed yönetimindeki Suriye özgürlük, adalet ve eşitlik arayışındaki barışçıl eylemlere devlet şiddetinin en katı şekliyle cevap vermiş ve Arap Baharı’yla bölgede başlayan değişim dalgası Suriye’de kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. 2011-2015 tarihlerinde aralıksız devam eden iç savaşın ve neden olduğu yıkımın ne zaman sona ereceğine ve Suriye’de kalıcı barışın nasıl oluşturulacağına dair belirsizlik sürmektedir. Şam yönetiminin reform çağrılarına cevap vermeyerek kendisine muhalif olanları öldürerek tüketmeyi hala bir çözüm aracı olarak görmeye devam etmesi, çözüme dair belirsizliğin ve karamsarlığın gerekçesi olarak öne çıkmaktadır. Diğer belirleyici etken ise meseleye müdahale edebilecek zemine sahip küresel güçlerin, Suriye’de yaşanan katliamları kendi çıkar ilişkileri penceresinden değerlendirmeleri ve Suriye’yi adeta bir satranç tahtası olarak masada tutmak istemeleri olarak görülmektedir. 

Suriye’de devam eden iç savaş bir yandan Suriye’yi harabe haline getirirken diğer yandan Suriye yönetimi ile komşu ülkeler arasındaki ilişkileri de 
büyük ölçüde etkilemiş ve değiştirmiştir. Arap Baharı’nın Suriye’ye ulaştığı ilk günden bu yana Suriye yönetimini reform yapmaya ve barışçıl gösterilerin 
taleplerine kulak vermeye davet eden ülkelerden birisi olarak Türkiye, hem siyasi/ekonomik olarak Suriye yönetimiyle ilişkilerini asgari seviyeye çekmek 
zorunda kalmış hem de Suriye’de yaşanan iç savaşın sonuçlarını en fazla yaşayan ülkelerden birisi olmuştur. Suriye’de yaşanan devlet şiddeti karşısında 
ülkesini terk etmek zorunda kalan milyonlarca insana kapısını açan Türkiye savaşın neden olduğu insani dramın hafifletilebilmesi için ilk günden bu yana 
Suriyelilere elini uzatmış durumdadır. 

 Türkiye’nin Suriye politikasındaki temel eğilim başlangıçta taraflar arasındaki arabuluculuğu sürdürmek ve Esed’i reform yapmanın gerekliliğine ikna etmekti. O dönemde AK Parti Hükümetinin Başbakanı olan Tayyip Erdoğan’ın ve yine aynı dönemde Dışişleri Bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun Esed’la yaptığı uzun soluklu görüşmeler sonuç vermeyince Türkiye ile Şam yönetimi arasındaki müzakere ipleri kopmuş ve Türkiye’nin politikası sivil halktan yana bir eğilim kazanmıştır. Türkiye’nin Esed’i reform yapmaya ikna etmeye çalıştığı zaman diliminde Suriyelilerin ülkeyi terk etmeye başladığına dair ilk işaretler de gelmeye başlamıştır ve Nisan ayında Suriye’den Türkiye’ye ilk göç gerçekleşmiştir. Suriye’den Türkiye’ye göçlerin başladığı ilk günden bu yana Ankara, Suriyelilere yönelik açık kapı politikasını devam ettirmiş, bu bağlamda insani krizin hafifletilmesi için istikrarlı bir siyaset izlemiştir.1 

Öte yandan Esed yönetiminin uyguladığı orantısız şiddetten kaçmak zorunda kalan insanların hayatta kalabilmek için komşu ülkelere göç etmeye 
başlaması, bölgeyi yeni bir durumla karşı karşıya getirmiştir. Şimdilerde devasa boyutlara ulaşan bu yeni durumu, bütün çıplaklığıyla insani trajedi olarak 
tanımlamak mümkündür. Böylece Nisan 2011’de Suriye’den ilk göçlerin başlamasıyla birlikte Türkiye, Suriyelilerle ya da Suriyeli mültecilerle2 yüzleşmiştir ve iç savaşın hala devam etmesi neticesinde Suriyeli mülteci sayısı artmıştır. 

Göçlerin başlamasıyla birlikte Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin temel insani ihtiyaçlarının karşılanabilmesi konusu kamuoyunun yoğunlaştığı önemli 
alanlardan birisi olmuştur. Gerek kamu düzeyinde gerekse medya düzleminde Suriyelileri içine alan değerlendirme sayısının hayli arttığı görülmektedir. Suriyeliler öncelikle barınma, beslenme, giyinme, sağlık, eğitim ve sosyalleşme gibi asgari ihtiyaçlarının karşılanabilmesi başlıklarıyla gündeme gelmiştir. 
İkinci aşamada ise Suriyeli mültecilerin toplumsal uyumu, rehabilitasyonu, kadınların ve çocukların korunabilmesi, Suriyeli işçiler, çalışma koşulları 
veya çalışıp çalışmamaları, kamplarda mı yoksa şehirlerde mi yaşamaları gerektiği gibi başlıklar Suriyelilerle ilgili en fazla tartışılan konular arasına 
girmiştir. 

Bu konuların tartışıldığı ve somutlaşarak ete kemiğe büründüğü zeminler arasında medyanın oynadığı rol hiç kuşkusuz süreci doğrudan etkilemektedir; 
görüntülü ve yazılı haberlerde Suriyeli mülteci imajının nasıl aktarıldığı toplumdaki bakış açısına yön verebilmektedir. Suriyelileri konu edinen haber 
bültenlerinde, manşet haberlerde ve köşe yazılarında sığınmacıların korkulacak, karanlık kimseler olarak sunulması veya polis operasyonları bağlamında 
habere dönüştürülmesi; ekonomide yaşanan anlık durağanlıkların ve işsizlikrakamlarındaki görece artışların Suriyeli mültecilerle bağ kurularak medyada konu edilmesi, toplumsal alanda farklı neticeleri olabilecek bir atmosferin önünü açacak niteliktedir. Medyanın, bir taraftan kamusal görevi olan aktarıcı işlevini yerine getirirken böylesi hassas konularda nefret dilini pekiştiren dışlayıcı yaklaşım yerine, meseleyi politik yaklaşımların dışında tutarak, dengeli 
ve barışçıl bir bakış açısına sahip olması gerekmektedir.3 Türkiye’de medyanın Suriyeli mülteciler mevzubahis olduğunda nasıl bir söylem ve tutumu 
benimsediği bu açıdan incelenmeye değer bir konudur. 

Türkiye’de medyanın Suriyeli mültecilere ilişkin söylemini analiz etmeye aday olan bu makale, öncelikle Suriye’deki iç savaş nedeniyle ortaya çıkan 
mülteci meselesinin genel hatlarına temas ettikten sonra, Türkiye’deki mültecilerin durumu hakkında bilgi verecektir. Bu arka plan bilgilerinden sonra 
çalışmanın ana odağı Hürriyet ve Sabah gazetelerinin mülteciler hakkında ürettiği içeriğin eleştirel söylem analizine tabi tutulması olacaktır. İçerik ve 
söylem boyutunda yapılan analiz, sonuç kısmında söylem ile toplumun ilişkisini kuracaktır. Çalışma bu izleği takip ederek Suriyeli mülteciler meselesinin 
Türkiye basınındaki temsillerini göstermek ve bu temsillerin Türk modernleşmesi ve güncel siyasi pozisyonlara ilişkisini kurmayı amaçlamaktadır. 

Suriye İç Savaşının İnsani Bilançosu 

Suriye’de 2011 yılında başlayan ve devam eden iç savaşın insani maliyeti hesaplandığında oldukça ürkütücü rakamlara ulaşılmaktadır. Suriye İnsan Hakları Gözlem Örgütü (SOHR) rakamlarına göre 2014 yılı Aralık ayına kadar yaklaşık 300 bin kişi hayatını kaybetmiştir.4 Resmi olmayan rakamlara göre 
bu oranın 500 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Milyonlarca kişi yaralanmış ve sakat kalmıştır. Ülkenin büyük bölümü harabeye dönüşmüştür. 
Kentler ve kasabalar yaşanamayacak şekilde yerle bir olmuş ve Suriye’nin bilinen çehresinden geriye büyük bir enkaz yığını kalmıştır. Bu tablo büyük bir 
zorunlu göçmen kitlesi doğurmuştur. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliğinin (UNHCR) Mart 2015 verilerine göre Suriye iç savaşı nedeniyle 
kayıtlı mülteci sayısı 3 milyon 900 bini bulmuştur.5 Aynı rakamlara göre mültecilerin yaş aralıklarına ve cinsiyetlerine göre yüzdelik dağılımı 



Tablo 1’deki gibidir. 
Tablo 1: mültecilerin yaş aralıklarına ve cinsiyetlerine göre yüzdelik dağılımı 6 

Suriye’den çıkabildikten sonra farklı ülkelere göç edenlerin sayısına bakıldığında UNHCR tarafından 12 Mart 2015’te güncellenen bilgilere göre Türkiye’deki (kayıtlı veya kayıt için başvuran) Suriyeli sayısı 1 milyon 698 bin 472’dir. Türkiye dışında Suriyelilerin en fazla göç ettiği ülkeler arasında Ürdün, Lübnan ve Irak bulunmaktadır. Birleşmiş Milletler kayıtlarına göre, Ürdün’de 625 bin 178 Suriyeli mülteci bulunmaktadır. Lübnan’daki kayıtlı 


Suriyeli sayısı 1 milyon 183 bin 109 olarak belirtilmiştir. Irak’a sığınan Suriyeli sayısının ise 244 bin 731 olduğu belirtilmektedir. Mısır’a sığınan mülteci 
sayısı 136 bin 661 olarak verilmiştir. Kuzey Afrika ülkelerindeki mülteci sayısı ise 24 bin 55 olarak aktarılmaktadır.7 Bu rakamların resmi rakamlar olduğu düşünülürse kayıt altına alınmayan ya da alınamayan çok sayıda Suriyelinin de ülkeleri dışında, farklı yerlerde yaşam savaşı verdiği söylenebilir. 

Suriye’de yaşanan insani kriz karşısında uluslararası toplumun ve özellikle zengin ülkelerin sığınmacıların yaşam standartlarının düzeltilebilmesi için yeterince destek olmadığına dair eleştiriler yapılmaktadır. Bu bağlamda Londra merkezli Uluslararası Af Örgütü iç savaş nedeniyle ölenlerin sayısının her geçen gün arttığını, ülkede milyonlarca kişinin evsiz kalmaya devam ettiğini belirtmiştir. Uluslararası Af Örgütü, iç savaşın sürdüğü Suriye’den 
kaçan sığınmacıların “yükünün” Türkiye’nin de aralarında bulunduğu bölge ülkelerinin üzerine yıkıldığını, zengin ülkelerin üzerine düşeni yapmadığını, 
gelişmiş ülkelerin kendi topraklarına kabul ettikleri sığınmacı sayısının genel fotoğrafın büyüklüğü yanında oldukça az olduğunu vurgulamaktadır.8 Küresel 
güçlerin Suriye konusundaki yaklaşımını değerlendiren başka bir görüşe göre Suriye’deki iç savaşın durması için Esed rejimine yeterli baskının yapılmadığı 
vurgulanmaktadır. New York merkezli İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) 

2014 raporunda Suriye’deki kriz tablosunu detaylı şekilde irdelemektedir. 

Rapora göre insani felaketin gittikçe arttığı ve Esed yönetiminin kimyasal silahlarla işlediği katliamların da bölgedeki insani trajediyi derinleştirdiği vurgulanmaktadır. Rapor, aynı zamanda BM Güvenlik Konseyi’ne eleştiri yöneltmekte ve Beşşar Esed’in ölümcül hava saldırılarını ve sivillerin öldürülmesini durdurmak için gerekli çabanın gösterilmediği ifadelerini kullanmaktadır.9 

Suriye iç savaşının Türkiye açısından anlam haritası irdelendiğinde siyasi, ekonomik ve güvenlik boyutları dikkat çekici başlıklar olarak öne çıksa da 
meselenin insani ve toplumsal tarafı öncelikli konu olarak masada yer edinmeye başlamıştır. BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Ocak 2015 rakamlarına 
göre Türkiye’deki Suriyeli sığınmacı sayısının toplamı 1 milyon 698 bin 47210 olarak verilmektedir. Türkiye’nin 2014 yılında yaptığı bir düzenlemeyle Suriyeli sığınmacılara geçici çalışma izni, ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetinden faydalanma imkânı tanımış olması Türkiye’nin sığınmacılara bakış açısını gösteren örneklerden birisidir. Türkiye’de yaşayan Suriyelilerin temel ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için Başbakanlığa bağlı Afet ve Acil Durum 
Yönetimi Başkanlığı (AFAD) işlevsel bir görev üstlenmiştir. AFAD tarafından yönetilen 25 barınma merkezinde hayatını sürdürenlerin sayısı 229.257’dir.11 
Türkiye’deki mültecilerin bir kısmına kısıtlı destek veren BM, Mart 2015’te yaptığı açıklamada bağışçıların artık yardım yapmadığını gerekçe göstererek 
kendi gözetimindeki 9 kampa artık hizmet veremeyeceğini, su ve yiyecek ihtiyacını karşılamayacağını deklare etmiş, bu giderlerin Türkiye tarafından 
karşılanmasını beklediklerini açıklamıştır.12 


Suriyeli mültecilerin sayısal oranı, yaşam koşulları ve sosyal uyumu gibi konuların kamuoyunda giderek daha fazla yer edinmeye başladığı görülmektedir. 

Başlangıçta medyada yer verilen haber ve köşe yazılarıyla gündeme gelen Suriyeliler, süreç içerisinde sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, 
devletin ilgili birimleri ve akademi tarafından daha fazla irdeleniştir. Türkiye’deki Suriyeli mültecilerin durumunu konu edinen çalışmalara bakıldığında 
Başbakanlığa bağlı olarak çalışan AFAD’ın13 genel durumu istatistiki verilerle anlatan çalışmaları dikkat çekmektedir. AFAD raporlarına ek olarak, 
Suriye’deki iç savaşın sonuçları ve Türkiye’de yaşayan Suriyeli mültecilere dair Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) ile Türkiye Ekonomik 
ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV) tarafından düzenli hazırlanan raporlarda Suriye’deki iç savaş ve mültecilerin durumu farklı boyutlarıyla irdelenmektedir. 
Sonuncusu Ocak 2015’te yayınlanan raporlarda hem mültecilerin yaşam koşulları hem de Türkiye’ye etkileri üzerinde durulmaktadır.14 

Yakın tarihli bir diğer kapsamlı çalışma ise Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi tarafından hazırlanan rapordur. Suriyelilerin 
Türkiye’deki toplumsal şartlara uyumu ve toplum tarafından nasıl karşılandıkları konusu raporun omurgasını oluşturmaktadır.15 Türkiye’deki Suriyeli 
sayısının resmi olmayan rakamlara göre 2 milyonu aşmış olması, nüfus yoğunluğu bakımından da Suriyelileri gündeme getirmeye başlamıştır. Bu raporların yanında Ekonomi ve Dış Politikalar Araştırma Merkezi tarafından hazırlanan ve Türk kamuoyunun Suriyeli mültecilere bakışını irdeleyen rapor16, bu makalenin konusu ile ilişkisi açısından ayrıca dikkate değerdir. 

Eleştirel Söylem Analizi 
Teorik ve Metodolojik Çerçeve 

Eleştirel söylem analizi sosyoloji ve medya çalışmaları literatüründe uzun süredir detaylıca tartışılan bir konudur ve devam eden tartışma bir noktada kaçınılmaz olarak kavramın ifade ettiği sınırları muğlaklaştırmıştır. Söylem analizini teorik bir zeminde ele alan Michel Foucault’un öncüsü olduğu makro yaklaşımlardan, söylem analizini daha çok metodolojik bir unsur olarak değerlendiren Ron Scollon’un başını çektiği mikro yaklaşımlara kadar çeşitli bakış açıları vardır.17 Bu kadar geniş bir yelpaze içerisinde hangi teorinin ve modelin analiz için kullanılacağını tespit etmek zordur. Ancak bu tercihi şekillendirirken literatürden hareket etmek yerine, analiz edilecek medya içeriğinden hareket etmek seçimi kolaylaştıran bir unsur olabilir. 

Geniş alana yayılan, hâkim bir toplumsal söylemi analiz ederken Foucaultvari bir teorik yaklaşımı kullanmak daha isabetli gözükse bile, zaman aralığı, konu ve incelenecek malzemenin kaynağı gibi farklı unsurlarla sınırlandırılmış bir söylemi çalışmak için daha metodolojik bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu açıdan bakıldığın da Norman Fariclough’un eleştirel söylem analizi modelini kullanmak uygun gözükmektedir. Fairclough söylem analizi için üç aşamalı bir yöntem önermekte dir.18 Fairclough’un modeline göre ilk aşamada metnin kendisi analiz edilmelidir. Ancak metin analizi başlı başına bir kıymeti haiz olmayıp, ikinci aşamada yapılacak söylem analizine zemin hazırlamalıdır. Fairclough söylemi sosyal bir süreç olarak değerlendirdiği için söylem analizi de tek başına anlamlı bir hedef değildir. Söylem analizinden hareketle üçüncü aşama olan sosyal eylemin analiz edilmesine geçilmesi gerekmektedir. 


Nihayetinde analize tabi olan metinler – bu çalışmada köşe yazıları- bir sosyal eylemin parçasıdır. Bilinçli bir hedefle yapmasalar bile, metni üretenler 
içerisinde yaşadıkları toplumdan bağımsız olmadıkları için toplumda var olanı metne yansıtmaktadırlar. Eleştirel söylem analizi bu ilişkileri ortaya koyabildiği 
müddetçe sosyolojik olarak anlamlıdır. Fairclough’a göre de söylem analizi birçok farklı seçenek arasından somut ve özellikli bir dilin seçilmesi ile sosyo-kültürel yapılar arasındaki ilişkiyi ortaya koymalıdır.19 Bu açıdan bakıldığında bu çalışmada ele alınacak iki farklı gazetenin Suriyeli mültecilerinden bahsederken kullandıkları dil, bu gazetelerin Türkiye’nin siyasal, toplumsal, sosyal ve kültürel konum farklılıklarında nereye denk düştükleri ile alakalıdır. Gazetelerin Suriyeli mülteciler hakkında ürettikleri söylem gazetelerin hali hazırda bulundukları sosyal konumdan da etkilenmektedir. 

Bu noktalardan hareketle bu çalışma kapsamında yapılacak eleştirel söylem analizi Fairclough’un modelini takip ederek, birinci aşamada belirlenen 
örnekleme kapsamına giren gazetelerde üretilen Suriyeli mülteciler hakkındaki içerikleri metin analizine tabi tutacaktır. Bu aşamada içerik nitelik ve nicelik yönünden değerlendirilecektir. İkinci aşamada ise söylem analizi yapılacak, Suriyeli mülteciler hakkındaki içeriğin nasıl bir söylem ve dil ürettiği 
incelenecektir. Üçüncü aşamada mülteciler hakkında üretilen söylem ve dil, söz konusu gazetelerin daha geniş perspektifte yer aldığı söylem ve dil içerisine konumlandırılıp anlamlandırılacaktır. 

Eleştirel söylem analizine başlamadan önce açıklığa kavuşturulması gereken son nokta ise örneklemin hangi kıstaslara göre belirlendiğidir. Suriyeli mültecilerin Türkiye’ye ilk girişinin Mart 2011 tarihine kadar gittiği göz önüne alınılırsa ilk olarak zaman dilimi kısıtlaması yapılmalıdır. Konunun gazetelerde sık olarak yer aldığı düşünülürse, analiz yapabilmek için gerekli nicelikteki içeriğe dört aylık bir zaman dilimi içerisinde ulaşılması mümkündür. 

Sürecin başlarındaki dört aylık zaman dilimindense sona doğru seçilen dört aylık zaman dilimi güncellik açısından daha avantajlı olacaktır. Bu kıstaslar 
göz önünde bulundurulduğunda 2014 yılı Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarının seçilmesi uygun gözükmektedir. Ayrıca bu seçim 6-7 Ekim olayları 
olarak bilinen, Suriye’nin Kobani kentine gerçekleştirilen IŞİD saldırıları sonrası, Türkiye’nin birçok şehrinde yapılan şiddet eylemlerinin mülteciler hakkındaki söyleme yansımasını analiz etme imkânı vermesi açısından da faydalıdır. Bir diğer kısıtlama çalışmaya dâhil edilecek gazeteler ve içerik çeşitleri konusunda yapılmalıdır. Türkiye’de gazetelerden örneklem oluştururken baskı sayısı, siyasi konum, okuyucu profili gibi çok çeşitli kriterlere dayanan seçimler yapılabilir. Bu çalışma için baskı sayısını ve siyasi konumu göz önüne alan bir seçim yapıldığında Hürriyet ve Sabah gazeteleri uygun gözükmektedir. Bu seçim ile ana akım medyanın nabzını tutmak ve siyasi konum farklılaşmalarının doğurabileceği söylem farklılaşmasını gözlemlemek mümkün olacaktır. Son olarak yapılacak bir diğer kısıtlama ise ne tür içeriğinanalize dâhil edileceği noktasında olmalıdır. Kapsayıcı olması açısında gazetelerin çevrimiçi içeriğinde mülteci, göçmen, zorunlu misafir, Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile tarama yapılmış, elde edilen sonuçlar içerisinden köşe yazıları seçilmiştir. Türkiye’de müstakil bir haber yazım geleneği gelişmeyip, haberler anonim yazıldığı veya ajans haberleri değişikliğe uğramadan gazete içeriklerine taşındığı için haber içeriklerine bakmaktansa sadece köşe yazılarına bakmak tercih edilmiştir. 

İçerik 

Sabah ve Hürriyet gazetelerinin Temmuz, Ağustos, Eylül ve Ekim aylarında çevrimiçi içeriğinde yer alan köşe yazılarında mülteci, göçmen, zorunlu 
misafir, Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile tarama yapıldığında Sabah gazetesinde 47 Hürriyet’te ise 45 sonuca ulaşılmıştır. Hürriyet’te 8 Sabah’ta 
ise 16 yazının Suriyeli ve Iraklı anahtar kelimeleri ile gelen ancak mülteci meselesine temas etmeyen içerikte olduğu tespit edilmiş ve değerlendirme 
dışı bırakılmıştır. Değerlendirme dışı köşe yazıları çıkartıldığında ortaya şöyle bir dağılım çıkmaktadır;

Temmuz Ağustos Eylül Ekim Toplam 


Tablo 1: Kapsam dışı içerik çıkarıldıktan sonra aylara göre dağılım 

Bu dağılıma bakınca dikkat çeken ilk husus Sabah gazetesinde Kobani eylemlerinden önce Temmuz ve Ağustos aylarında Suriyeli mültecilerle alakalı 
görece az sayıda sırası ile 2 ve 3 tane köşe yazısı yazılmışken, aynı dönemde Hürriyet gazetesinde 14 ve 12 tane köşe yazısının yer almasıdır. Ele alınan 
dönemin Kobani şiddet eylemleri sonrasına denk gelen son iki aylık Eylül ve Ekim döneminde ise Sabah gazetesinde 14 ve 10 tane köşe yazısına karşılık, 
Hürriyet’te bu sayı 3 ve 8 şeklindedir. 

Temmuz Ağustos Eylül Ekim 



 Tablo 2: Olumlu-olumsuz içeriğin aylara göre dağılımı 
Tablo 2’de verilen dağılımı Tablo 3’deki detaylarla birlikte okuduğumuzda rakamların farklılaşması daha anlamlı bir hale gelmektedir. Rakamlara 
göre IŞİD güçlerinin Suriye Kürt bölgesindeki Kobani şehrine saldırmaları, HDP siyasi çizgisinin Türkiye’yi Kobani’ye destek olmamakla suçlaması ve 
6-8 Ekim tarihlerinde gerçekleşen Kobani şiddet eylemleri ele alınan gazetelerde yayınlanan Suriyeli mültecilerle ilgili haberlerin sayısını ve niteliğini 
belirgin şekilde etkilemiştir. AK Parti hükümetine karşıt bir yayın politikası izleyen Hürriyet’te Kobani sürecine kadar mültecilerle ilgili olumsuz içerik 
barındıran köşe yazısı sayısı, aynı dönemde hükümet politikalarına yakın bir yayın çizgisi benimseyen Sabah’a oranla oldukça fazladır. Kobani sürecinden 
sonra ilişki tersine dönmüş, Sabah’ta yayınlanan köşe yazısı sayısı Hürriyet’in rakamlarını geçmiştir. Sabah’ta çıkan köşe yazılarının sayısı Kobani süreci 
dolayısı ile artsa da haberlerin niteliği olumsuzlaşmamış, olumlu bir seyir izlemeye devam etmiştir. Yapılan içerik analizi göstermektedir ki Sabah gazetesinde sayısı artan ve mülteciler hakkında olumlu içerik üreten yazılar genelde Türkiye’nin IŞİD’den kaçan Suriyeli Kürt mültecilere kapılarını açtığı 
halde, Kobani’ye gerekli desteği vermemekle itham edilip sokakların terörize edilmesini eleştiren yazılardır. Kobani sürecinde Eylül-Ekim aylarında 
Hürriyet’in köşe yazılarındaki olumlu-olumsuz oranının daha dengeli bir hale gelmesi de aynı süreçle açıklanabilir. Hürriyet’te yer alan köşe yazısı sayısı 
Kobani süreci öncesine göre artan olumlu içerik üreten haberlere baktığımızda, bu haberler de Sabah’takiler gibi Türkiye’nin mültecilere kapılarını açtığından ve dolayısı ile Kobani’ye destek olduğundan bahsetmektedir. 

Siyasi pozisyonun ve milliyetçiliğin mülteciler hakkındaki köşe yazılarının içeriğini belirlemede etkin faktörler olduğunu tespit ettikten sonra analizi 
detaylandırıp, bu iki konumun köşe yazılarında hangi söylemlerle hayat bulduğunu incelemek yerinde olacaktır. ,

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

TÜRKİYE DÜNYANIN NERESİNDE



TÜRKİYE  DÜNYANIN  NERESİNDE

Turkish Journal of Middle Eastern Studies 
Cilt: 2, Sayı: 1, 2015, ss.169-175 
Türkiye Dünyanın Neresinde? Hayali Coğrafyalar, Çarpışan Anlatılar 
Murat Yeşiltaş, Sezgi Durgun, Pınar Bilgin (Der.) (İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2015) ss. 272 
Değerlendiren: 

Selma Bardakçı* 
* Bahçeşehir Üniversitesi, İstanbul; 
e-mail: selmabardakci@gmail.com 


TÜRKİYE ORTADOĞU ÇALIŞMALARI DERGİSİ 


Türkiye Dünyanın Neresinde? Hayali Coğrafyalar, Çarpışan Anlatılar” adlı çalışma, özellikle Soğuk Savaş dönemiyle birlikte Türkiye’de etkisini 
ve popülaritesini oldukça artıran güvenlik merkezli klasik jeopolitik yaklaşımı,eleştirel jeopolitiğin yöntemleriyle derinlemesine analiz eden bir kitap 
olarak literatürdeki yerini almıştır. Kitap dokuz makaleden oluşmaktadır. Bu makalelerin ana noktası ve çalışmanın özünü oluşturan fikir; Türkiye’de 
devlet merkezli klasik jeopolitik anlayışın uzun yıllar boyunca egemen olması ve sorunların çözümü konusunda coğrafi determinizme dayanan bu 
anlayışın bir ideoloji haline dönüşerek belirli aktörler aracılığıyla kutsallaştırılmasıdır. Bu kutsallığın karşısında farklı seçeneklerin ve inanışların 
da var olabileceğini göstermeye çalışanların buluşma noktası olan eleştirel jeopolitik yaklaşım bu çalışma içerisindeki yazarları biraraya getiren ortak 
bir perspektif olmuştur. 

Türkiye’nin coğrafi konumunu ve kimliğini tanımlamak için kullanılan tüm kavramlar siyasal ve toplumsal olarak bir inşa sürecinden geçmektedir. 
Jeopolitik söylemler etrafında iktidarların kendi siyasalarını meşrulaştırmak için coğrafyayı bir kader olarak kabul ettiği, bunun sonunda pek çok 
farklı jeopolitik Türkiye tahayyülünün tarih içerisinde iç içe geçtiği ve bir güç mücadelesi halinde olduğu kitabın vurguladığı önemli noktalardandır. 
Çalışma; “ Türkiye Dünyanın Neresinde? sorusuna verilen cevapların hangi ideolojik tasavvurların temsili olduğunu ve bu tasavvurların hangi aktörler 
tarafından nasıl inşa edildiğini göstermesi açısından okuyucuyu tatmin edici bir içerik sunmuştur. 

Yeşiltaş ve Durgun’un giriş makalelerinde; eleştirel jeopolitik perspektifinden yararlanılarak klasik jeopolitiğin sorunları ve kısıtları analiz 
edilmiştir. En önemli sorun olarak ise jeopolitiğin “bilimsel gerçeklikleri yansıtan bir ideoloji” olarak değer görmesi ve farklı siyasi düşüncelerin 
şeklini alarak devletin tüm vücuduna nüfuz eden bir “ilim” iddiasıyla ortaya çıkmış olması gösterilmiştir. Türkiye’de hakim bir paradigma olarak 
en son örneğini Prof.Dr. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik adlı çalışmasında gördüğümüz klasik jeopolitik gelenek içerisinde yer alan jeopolitik 
söylem Türkiye tarihinde sadece belli siyasi gruplar tarafından kullanılmamıştır. Yazarlar; Kemalist jeopolitik, Türkçü- Milliyetçi jeopolitik ve  İslamcı – Muhafazakar jeopolitik olarak üç farklı modelden bahsederler. (ss.18) İdeolojik olarak birbirinden farklı olan bu grupların, Türkiye’nin  konumu ile ilgili kendi inandıkları jeopolitik tahayyülü somutlaştırmak için kullandıkları söylemler farklı da olsa, hepsinin ortak noktası coğrafyanın  ülkelerin kaderlerini belirlediğine dair yaptıkları vurgudur. 

Klasik jeopolitik yaklaşım; çok taraflı ve çoğulcu bir aktörler birimi etrafında hareket etmemektedir. Jeopolitik konusunda akıl yürütebilecek ve devletin politikalarını şekillendirebilecek kesimler çoğunlukla devlet merkezli bir anlayışa sahip, homojen, ayrıcalıklı bir karar vericiler grubu olmuştur. Çünkü onlara göre gerçek tek ve tartışılmazdır. Ortada olan tek gerçek ise; Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal coğrafya ve bu siyasal coğrafyanın dikte ettiği politikalardır. Karar vericiler bir veri olarak gördükleri coğrafi konumdan yola çıkarak kendi Türkiye tahayyüllerini gerçekleştirmek ve jeopolitik söylemlerle beraber bu tahayyüllerini somutlaştırarak bir iktidar pratiği haline dönüştürmek, politikalarını meşrulaştıracak ları bir zemin oluşturmak isterler. Eleştirel jeopolitik sayesinde bu karar vericilerin ülkenin jeopolitik gerçeklikleri karşısında uygulamaya koydukları politikaların başarısızlığı halinde sorumluluklarından kaçmak için günahlarını yine jeopolitik gerçekliklere yükledikleri görülmektedir. 

Pınar Bilgin’in kaleme aldığı makalede; jeopolitik yaklaşımın nasıl kutsallaştırıldığı, bilimsellik atfedilerek tartışma götürmez hale getirildiği 
ve sonunda “Jeopolitik Dogma” olarak Türkiye’nin dış ve iç siyasetinde uzun yıllar boyunca güvenlik eksenli bir anlayışın hâkim olmasına neden olduğu anlatılmaktadır. Türkiye’nin coğrafi konumunun gerektirdiği şekilde önceden belirlenmiş ve değişmez olan gerçek temel alınarak politikaların üretilmesi gerektiği “jeopolitik dogma”nın önemli özelliklerindendir. Bu düşünceye dayanarak; Türkiye’de siyasetin hükmü göz ardı edilmiş ve asıl temel alınması gerekenin coğrafyanın şekillendirdiği bilimsel politikaların olması gerektiği ordu tarafından üretilmiştir. Makalede sadece belli bir kesimin siyasi amaçlarını meşrulaştırmak için jeopolitiği kullandığı iddiası da doğrulanmamaktadır. Türkiye’de var olan sorunların çözümü ve jeopolitik endişelerin giderilmesi noktasında pek çok siyasi aktör jeopolitik söyleme ihtiyaç duymuş ve eylemlerini meşru kılacak zeminin şartlarını oluşturmaya çalışmıştır.( s.52) 


Murat Yeşiltaş’ın; farklı yaklaşımlara sahip oldukları bilinen üç Genel Kurmay Başkanı’nın, (Başbuğ, Büyükanıt ve Koşaner) “Türkiye’nin güçlü bir ordu tarafından korunmaya muhtaç olduğu ve tehlikeli bir coğrafya üzerinde bulunduğu” önkabulüyle yaptıkları açıklamalarla başlayan makalesinde; Türkiye’deki güvenlik kültürünü sürekli ve yeniden üreten bir aktör olarak ordunun jeopolitik üretimi içerisindeki rolü analiz edilmiştir. 
Ordunun Türkiye siyasetini ve sorunlarını açıklamada kullandığı yöntemi “jeopolitikleştirme” olarak tanımlayan Yeşiltaş; ordunun jeopolitiği Türkiye’nin güncel siyasi meselelerini açıklamada kullandığı ve eylemlerine meşruluk kazandırmak amacıyla başvurduğu bir araç olarak gördüğünü de vurgulamaktadır. (ss.66) Örneğin Kürt sorunu uzun yıllar boyunca TSK’nın yayınladığı metinlerde bir güvenlik sorunu olarak anlatılmış, Türkiye’nin 
sahip olduğu jeopolitik konumdan dolayı Türkiye’yi karıştırmak isteyen güçlerin, milli birlik ve beraberliği bozmak için kurguladıkları bir durum olarak ortaya konmuştur. 

Devlet merkezli klasik jeopolitik yaklaşımın söylemler üreterek bunları bir iktidar pratiği haline getirmesinde önemli rollerden biri de eğitim sistemine düşmektedir. Toplumun zihinsel inşası ve dönüşümü, devletin en önemli aygıtlarından biri olan okullar aracılığıyla sağlanır. Bu kapsamda Sezgi Durgun, okullarda verilen coğrafya eğitimini formel jeopolitiğin bir ifadesi olarak tanımlamıştır. (ss.97) Türkiye’nin kuruluşundan bu yana okul coğrafyasındaki Türkiye anlatılarında farklılıklar olsa da sürekliliği temsil eden temel nokta; Türkiye’nin sahip olduğu hassas coğrafya ve iç-dış düşmanların sürekli tehdit olarak yer alması sebebiyle güçlü bir ordunun gerekliliğidir. Türkiye’deki siyasi atmosfere ve farklı ideolojideki grupların iktidarı devralmasıyla birlikte Türkiye’nin konumlandırılması ile ilgili coğrafya kitaplarına farklı tanımlar yansımıştır. Örneğin; 1940’lı yıllardan itibaren coğrafya ders kitapları okul coğrafyası, Türkiye’yi bir köprü ülke olarak konumlandırırken 2000’lerin ortasından itibaren iktidarın siyasi duruşunu da yansıtan ” Merkez Ülke ” metaforu ön plana çıkmaya başlamıştır. 

Bu merkez ülke olma karakteri iç politikada farklı kimliklerin tanınması ve çok kültürlü bir topluma referans verirken, dış politikada ise bölgesinde aktif küresel bir aktör olma halini, ifade eder. Ebru Thwaites Diken’in makalesinde de belirttiği gibi bu dönemde Türkiye “ Doğu” ile “Batı” arasında bir köprü olmaktansa (ss.196), bölge ülkeleriyle entegre ve model bir ülke olma durumunu yansıtmaktadır. Bu vesileyle; okul coğrafyasının devleti 
yönetenlerin jeopolitik zihniyetlerini yansıttığını ve pekiştirdiğini görebiliyoruz. 


Daha önce de vurgulandığı gibi Türkiye’nin kuruluş yıllarından itibaren “iç ve dış düşmanlar” söylemiyle beslenen siyaseti, devletin yönetimi ve idaresi konusunda orduya bu alanda hareket edebilmesi için meşru bir zemin hazırlamaya yardımcı olmuştur. Gencer Özcan’ın ilgili makalesinde; Türkiye siyaseti içerisinde yıllara göre değişiklik gösteren, ancak çoğunlukla özgürlüklerin kısıtlanması ve güvenlik odaklı bakışın sürdürülmesi sonuçlarını doğuran jeopolitik söylemin bir iktidar pratiği haline getirildiği görülmektedir. Özcan’ın makalesinin önemli noktalarından biri jeopolitik söylemin iç siyasette oluşturduğu anormal durumdur. Genelde jeopolitik konuşulurken dış politika ve bölgesel sonuçları dikkate alınırken, Özcan’ın makalesinde askerlerin sahip olduğu jeopolitik söylemin Türkiye’nin demokrasisine olan etkisi örneklendirilmiştir. Başbakan Nihat Erim; Türkiye’nin jeopolitik konumunu “ Dünyanın en Tehlikeli bir Noktası” olarak tanımlarken, 1961 Anayasası’nın getirdiği hakları bir lüks olarak değerlendirmektedir. 
(ss.134) Bu gibi jeopolitik söylemler sonucunda; Türkiye siyasetinde ordu önemli bir aktör olarak ortaya çıkmış ve bu söylemler çerçevesinde hareket etmeyenler “vatan haini” olarak nitelendirilmiş böylece demokrasinin kesintiye uğratılmasına zemin hazırlanmıştır. Jeopolitik söylemin Türkiye’de güvenlik kültürünün toplumsallaşmasında ve güvenlik karşısında özgürlüklerin askıya alınmasında sahip olduğu araçsal rol bu makalenin önemli bir tespitidir. 


Eleştirel jeopolitiğin önemli dallarından biri olan popüler jeopolitik yaklaşım; Lerna Yanık’ın makalesinde popüler kültür öğelerini açıklamakta kullanılmıştır. Türkiye ile ilgili farklı jeopolitik tahayyüllerin varlığına dikkat çeken ve bu tahayyüllerin belli dönemlerde popüler kültür üzerinden vücut bulduğunu anlatan yazar, Kurtlar Vadisi Irak filmi ve Fatih Akın, Orhan Pamuk gibi isimlerin eserleri üzerinden “jeopolitiğin gündelik yansımalarını” ortaya koymuştur. (ss.160) Popüler kültür alanında ortaya koyulan bu eserlerin temsil ettiği ideolojilerin veya kimliklerin büyük ölçüde farklı olduğu görülmektedir. Kurtlar Vadisi Irak filmi, dönemin siyasi elitlerinin de Türkiye’yi konumlandırdığı jeopolitik zihniyet ile paralellik gösteren Ortadoğu bölgesinde bir “düzen kurucu” ülke modelini, popüler kültür aracılığıyla pekiştirmektedir. Türkiye’nin sahip olduğu zorlu coğrafyanın ve imparatorluk bakiyesinin, Türkiye’ye özel bir misyon yüklediği inancı bu film aracılığıyla yeniden üretilmiştir. Fatih Akın ve Orhan Pamuk’ın 
eserlerinde ise; Türkiye’nin çokkültürlü kimliğine, hiçbir coğrafyaya ait olmama durumuna ve arada kalmışlığına vurgu yapılmaktadır. Yanık’ın bu makalesi; Türkiye’nin kimliği ve konumu ile ilgili pek çok farklı hikâyenin popüler kültür aracılığıyla toplumsal düzlem üzerinde iç içe girdiğinin somut bir göstergesidir. 

Türkiye’de klasik jeopolitik anlayıştan yola çıkılarak çoğu zaman iç ve dış siyaset ayrımı muğlaklaştırılmıştır. Bunun en başarılı örneklerinden biri Behlül Özkan’ın makalesine konu olan Kıbrıs meselesidir. Kıbrıs meselesi; 1950’li yıllarla birlikte “milli dava” adı altında devlet aygıtları tarafından topluma benimsetilmeye çalışılmıştır. Yazar, Kıbrıs meselesinin farklı ideolojik söylemler etrafında nasıl bilimselleştirildiğini, Kıbrıs politikasını toplumun tüm kesimleri gözünde meşru hale getirebilmek ve üzerinde tartışma açılmayacak bir konu haline getirmek için ortaya atılan “doğallaştırılmış jeopolitik” söylemleri incelemiştir. (ss.207) Türkiye’deki iktidar grupları tarafından adeta bir iç politika meselesi haline getirilen Kıbrıs, Türkiye’ye olan coğrafi yakınlığı ve tarihi bağlarından dolayı vazgeçilemeyecek bir dava olarak Türkiye siyasetindeki yerini almıştır. Bu makalede de görüldüğü gibi coğrafi determinizm ve coğrafyanın politika karşısındaki üstün olma durumu uzun yıllar boyunca dış politikada ve günümüzde de devam eden Kıbrıs meselesinde önemli bir rol oynamıştır. 

Özellikle Soğuk Savaş sonrasında Türkiye’nin dış politika ajandasında önemli bir yer tutan Avrasya coğrafyasının kapsamı ve sınırları Türkiye’deki farklı siyasi düşünceler tarafından farklı şekilde tanımlanmıştır. Erşen makalesinde; formel jeopolitik açıdan Avrasya coğrafyasının üç farklı şekilde idealize edildiğine işaret etmiştir. (ss.251) 
Örneğin; 
Avrasya coğrafyası; 2000’lerde askerlerin farklı çekinceleri sebebiyle destekçisi olmadıkları Avrupa Birliği reformları karşısında, alternatif olarak gördükleri bir coğrafya olarak karşımıza çıkarken; bugün AK Parti’nin Türkiye’yi merkez ülke olarak değerlendiren jeopolitik yaklaşımı Avrasya’yı Osmanlı mirası düşüncesi altında geçmişten gelen bir verili coğrafya olarak tanımlamaktadır. 

Buradan da anlaşılacağı gibi Avrasya pek çok farklı kesim için alternatif bir coğrafi temsil olurken bu coğrafi temsile onları yönlendiren nedenler ve kimlikler farklılık göstermektedir. Avrasya’yı Türklük vurgusuyla okuyanların yanı sıra İslam dünyası merkezli bir gelenekten beslenen Avrasya yorumları da özellikle 2000’li yıllarla birlikte ön plana çıkmıştır. 

Sonuç olarak Türkiye’de bulunan pek çok farklı aktör, jeopolitiğin unsurlarına sarılarak politikalarını meşrulaştırma ve sahip olduğu etki alanını koruma imkânı bulmuştur. Türkiye’de jeopolitiğin bu kadar tartışılmaz ve kutsal olduğu vurgulanırken, bu “tek gerçeklik” ile ilgili birçok farklı ve çatışan Türkiye temsilinin var olduğunu göstermesi de kitabın önemli katkılarından biridir. Çalışmada da vurgulandığı üzere; Türkiye’yi yönetenler tarafından coğrafya temel alınarak yapılan açıklamalar çoğu zaman kurtarıcı bir görev görmüş ve aktörlerin jeopolitik söylemler etrafında politikalarını meşrulaştırmak amacıyla kullandıkları bir araç olarak güncel ajandalarında her zaman yerini almıştır. 

Kitap içerisinde ele alınan konular Türkiye’de varolan hâkim ideolojileri, bu ideolojilerin oluşturduğu jeopolitik tahayyülleri ve dönemin ruhunu anlamak açısından da önemli bir kaynak niteliğindedir. 2000’li yılların or-tasından itibaren özellikle dış politikada güvenlik eksenli yaklaşım zemin kaybetse de klasik jeopolitik yaklaşım bugün Türkiye’nin bölgesel konumunu belirlemede ve buna uygun politikaların üretilmesinde kayda değer bir ilgiye sahiptir. Artık ordunun ülke siyasetinde yer almıyor olması, bu, devlet ve güvenlik merkezli jeopolitik yaklaşımların sona erdiği anlamına gelmez. Özellikle güvenlik – özgürlük ikilemi açısından günümüzde yapılan tartışmalara ışık tutması açısından jeopolitik söylemin geçmiş muhasebesi yapılarak bugünün jeopolitik söylemleri analiz edilmeye çalışılmalıdır. Kitapta yapılan tüm tartışmalar bugünün güncel tartışmalarını eleştirel jeopolitiğin ışığında değerlendirme imkânı sağlamakta ayrıca gelecek çalışmalar için de bir kapı aralamaktadır. Günümüzde özellikle Ortadoğu bölgesinin geçirdiği transformasyon, Rusya’nın sahalara geri dönüşü, Amerika’nın göreceli olarak dünya siyasetinde azalan etkisi, Asya’nın ekonomik olarak yükselişi, Avrupa Birliği’nin varolma sorunsalı gibi gelişmeler Türkiye’nin karar vericilerine yeni jeopolitik söylemleri ve pratikleri oluştururken kullanacakları zengin bir menü sunmaktadır. 

“ Türkiye Dünyanın Neresinde ? Hayali Coğrafyalar, Çarpışan Anlatılar ” bu değişimlerin ortaya çıkaracağı yeni jeopolitik söylemleri eleştirel bir bakış açısıyla değerlendirmek ve 
Türkiye’nin dünya coğrafyasındaki konumunu mitlerle, popüler kültürle, akademiyle inşa etmek isteyen aktörleri analiz etmek isteyenlerin mutlaka 
başvurması gereken bir çalışmadır. 


****