9 Mart 2015 Pazartesi

SİYASAL İŞPORTA,



 SİYASAL İŞPORTA,




Yekta Güngör Özden
09.08.2004/Sayı:62


Yıllardan beri cumhuriyetle demokrasinin amaçlandığını, cumhuriyetin demokrasinin yönetim biçimi, yöntem biçimi ve uygulamadaki adı olduğunu, bu amacı gerçekleştirmek için yapılması gerekenleri başarma görevimizin getirdiği sorumlulukları, niteliklerin ve ilkenin sözde ve kağıt üstünde kalmaması çabasının hepimizi onurlandıracağını söyleyip yazdık. Bugünkü yapısı ve yaşama geçiş biçimiyle gerçek demokrasiden uzak olduğumuzu yineleyip vurguladık. Bizi çok konuşmakla, gereksiz sözler söylemekle suçlayanlar görev gerekleri ile yurttaşlık sorumluluğunu ayıramayan önyargılarla birleşti. Bugünlerde demokrasinin özde mi, sözde mi olduğu tartışmaları başladı. Demokratik yaşamın gerekleri konusunda görevi kapsamında elinden geleni yapmaya çalışanlardan biri olarak bırakınız yerinde saymayı, geriye gitmeyi bir türlü içime sindiremiyorum. Anlayış, eğitim ve tutumdan kaynaklanan aykırılıklarla özlediğimiz demokrasiye kavuşamıyoruz. Temelde kişilik sorunu olarak özetlenebilecek boşluklar ve bozukluklar giderilmesi güç durumlar değil. Ahlâklı, çalışkan, eğitimi yeterli, sorumluluk bilinçli yurttaşlar demokrasiyle asla bağdaşmayan nice eylem, işlem ve durumu önleyebilir. Demokrasimizin Avrupa ölçülerine gelmesi kolaylıkla sağlanabilir. Bu doğrultuda siyasal partilerimize ve yöneticilerine büyük sorumluluk düşmektedir. Çalışkan, özverili, demokrasiyi kendi içinde ve ailesinde özümsemiş yöreticinin ülkesinde gerçekleşmesine katkısı doğaldır. Pamukova’daki “hızlandırılmış tren” diye kamuoyuna sunulan, geçen yazımızda zaman ve yol düzenlemesi sağlanarak iş yapmış görülmek ve övünmek için adlandırıldığını belirttiğimiz trenin kazası nedeniyle olağanüstü toplantıya çağrılan TBMM’nde Ulaştırma Bakanı hakkında verilen gensoru önergesinin gündeme alınmasının reddi düşündürücüdür. Uygar ülkelerde, gerçekten demokrat topluluklarda, gerçekten hukuksal niteliğini kazanmış devletlerde bu tür durumlarda Bakanlar hiç bir öneri, uyarı ve istem olmadan kendiliğinden görevi bırakır. Yayınlanan belgeler açıklanan sözler ve herkesin izlediği durumlar karşısında sorumluluğu açık yöneticilerin hiçbir şey olmamış gibi yerlerini korumaları şaşılacak bir pişkinliktir. Bakanı savunan sözcünün “nazar ve kader”e yollama yapması anlayış çarpıklığının ibretlik bir göstergesidir. Yasama organın denetim görevinin engellenmesi demokrasi adına bir yitiktir. Sorumluluğun gereklerine hazır olduğunu söyleyen Bakan yargıdan kaçınırsa nasıl hesap vermiş olacaktır? Ölenlerin ağırlığını kendisi ve partisi taşımakta güçlük çekeceklerdir. Siyasal çoğunluğa güvenerek, milletvekili transferleriyle Anayasa değişikliklerinde zorunlu halk oyuna sunma sınırını aşarak amaçlarına ulaşacaklarını sananlar aldanmasalar bile bir gün mutlaka muhalefete geçecekler ve asıl aklama yerinin yasama organı değil, yargı organı olduğunu öğreneceklerdir. Önceki Başbakan ve Bakanları Yüce Divan’a gönderirken usulsüzlüğü göze alanların kendi dokunulmazlıkları konusunda verdiği sözleri unutmaları siyasal işportanın ne durumda olduğunu açaklamaktadır. İlkellik, bayağılık, aşağılık, çirkinlik demokrasinin zehiridir. Feodal yapının, aşiret, tarikat, cemaat düzeninin süre geldiği ortamda demokrasinin nice bedeller gerektirdiği tartışmaları giderek yoğunlaşır. Buyrukla istifa ettirilen Başhekimin sözleri ağır bir uyarıdır.
Olaylardan
1. Onbeş günde bir yazının değineceği o kadar çok olay var ki, sıralaması bile güçlük taşıyor. Neresinden başlanacağı şaşırtıyor. Uyuşturucu kaçakçılığından tutuklanan oğlunun Polis Karakolu basılarak kaçırılmasından sorumlu önceki milletvekillerinden biri için yine bir önceki milletvekilinin araştırma yapan siyasetçilerle partisinin suçlaması gerçekte devlete yönelik bir gözdağı iken yetkililer susmayı yeğlemişlerdir. Irak’ta askerlerimizin başına çuval geçirilmesinde, Barzani ve Talabani’nin Kerkük’ü kürtlerle doldurmalarında, susulduğu, tepkisiz kalındığı gibi.
2. Güney Kıbrıs Rum kesimin, istediği ödünleri aldıktan sonra, Annan Planı’nı yeniden masaya koydurma çabalarının gereken ilgiyle izlendiğinden kuşku duyulmaktadır.
3. ABD’nin Çin, Kuzey Kore ve İran için tasarladıklarının neler getirip götüreceğinin gözetildiği de kuşkuların içindedir.
4. Artan PKK/Kongra-Gel saldırıları Türkiye’yi istenilen çizgiye getirmek için kullanılan baskılardan biridir. Türkiye’yi sıkıştırmak için nelerin kullanıbileceğinin işaretleri verilmektedir. Karakola saldırılar Ağrı’da bir polisi şehit etmiştir.
5. Irak’ta rehin Türkler sorunu sürerken işçi Murat Yüce’nin daha sonra kamyon şoförlerinden Osman Alişan’ın hunharca öldürülmesi, işgal ve işkence olaylarına eklenen büyük bir insanlık suçudur. Egemenliği NATO eliyle GOP açılımı için göstermelik devreden ABD’nin aczi giderek belirginleşmektedir. Kongra-Gel’in terörüne engel olması çok kolay olan ABD’nin hâlâ şehitler vermemize ilgisiz kalması, sınırlarımızda silah kaçakçılığı, mayınlı saldırılar birbirinden kopuk değil, birlikte değerlendirilmelidir. 15. Munzur Festivali’nden sonra kolluk güçlerine saldıranlar, Diyarbakır Mardin Kapısı Polis Karakolu’nda bekçinin şehit edilip polisin yaralanması, Hakkâri’de TNT ile desteklenmiş mutfak tüplerinin yola döşenmesi aynı kaynaktan gelen uluslararası destekli kötülüklerin yenileridir. Irak’ta 40 bine yakın sivilin öldüğü unutulmamalıdır. Irak’ın işgalini destekleyenler niçin susuyor?
6. Trafik kazalarının boyutu herkesi yürekten yaralamaktayken hâlâ demiryollarına olumsuz yaklaşılmaktadır. Demiryollarını “Komünist işi” gören kafanın yakınları akıl hocalığına soyununca bu iktidardan başka şey beklenemez. Gerçekte demiryollarını ihmal, ülkeye ihanettir. Ama kadrolaşmaya öncelik ve ağırlık veren siyasal iktidar her şeyi kullandığı gibi demiryolu olayını da aldatmacaları kapsamına almıştır. Trafik kazaları ülkemizin acı kaynağı olmuştur.
7. Avrupa Birliği Anayasası’nı hazarlayan konvansiyonun Başkanı, önceki Fransa Cumhurbaşkanlarından Valéy Giscard D’Estaing’nin Türkiye’nin AB üyeliğine karşıtlığını açıklarken Yunan gazetesine söyledikleri ilginçtir. Avrupalıların ikiyüzlülüğüne değinerek onları yalan söylemekten vazgeçmeye çağırması bizim yalancıları da uyarmalıdır. Avrupalıların tutumu giderek açığa çıkmaktadır.
8. İran’ı “kendi evi” gibi ziyarete giden Recep Tayyip Erdoğan’ın doğalgaz bedelinden indirim sağlayamadığı bellidir. Gaz anlaşması değiştirilememiştir. Başka olumlu değişmelerde sağlanamamıştır. Erdoğan’la geziye katılan bayan gazetecilerin sıkmabaş kullanmaları ülkemize gelen İran’lı gazetecilere açıkbaş koşulu konulmamasıyla ağır bir çelişkiyi vurgulamaktadır. Ödün veren Türkiye, öğüt alan Türkiye, ölen Türk, övülen iktidar. Bu tersliği çözmedikçe aydınlığa çıkılamaz.
9. Enflâsyon rakamlarıyla kamuoyu yanıltılmaktadır. Alım güçlüğü çekilirken, işçi, memur, emekli büyük sıkırtılar içindeyken ekonomik komikliklerden çekinilmemektedir. Kimileri ya da kimi kesimler için kolaylık, bolluk, eğlence, vur patlasın-çal oynasın düzeni söz konusu ise de işsizlik, iflâslar intiharlar, gelir dağılımında ve ücretlerdeki adaletsizlik ve dengesizlik ayyuka çıkmıştır. Bunları görmezdenlikten gelerek tersini savumak masal anlatmaktır. Kanımızca iktidar iç ve dış hiç bir konuda başarılı olamamıştır. Neyi iyi yaptı? Kayseri’deki toplu temel atma olayı da bir siyasal şovdur. Aynı anda atılmış sayılan 139 temel iktidara destek kampanyasıdır.
Besleme ve yalaka medya kesiminin çabalarıyla hiçbir kara ak olamaz. Kendileri ve yandaşları için çıkardıkları açık, vergi bağışı yasası mı? Eve dönme yasası mı? Hizbullahçıların salıverilmesi mi? Kadroloaşma mı? Köprü ücretlerine zam mı? Asgari ücretin iki yılda bir belirlenmesiyle zaten düşük olan ücretlerin eflâsyon karşısında büsbütün erimesi mi? Sıkmabaş dayatmasıyla eğitim-öğretim düzenin bozulması mı? Silâhlı Kuvvetler’e, üniversiteye, Yargıya kafa tutularak, Cumhurbaşkanı’na saygısızlık yapılarak kabadayılık taslama mı? Saltanat düğünleriyle sırıtan gövde gösterisi mi? Yabancı etkisinin artması, işbirlikçilerin şımarması, gerici sermayenin güçlenmesi mi? Fethullan Gülen’in ABD’nde konuk olması, İstanbul saldırılarının sorumluları gericilerden kaçanların yakalanmaması, Kıbrıs, Ege, Ermeni sorunlarının aleyhimize gelişmeleri mi? Daha niceleri. Esnafın kepenk kapatması, gazilerin, emeklilerin aylıkları, canakıyma olayları, fuhuş patlaması, aftan çıkanların cezaevine dönmesi, kapkaç, gasp, sıfır alan öğrenci sayısı, ırza geçmekten rüşvete kadar işlenen suçlar mı?
10. Urla’da yüzme bilmeyen kızlarını erkeklerin kurtarmasına sözde inanç nedenleriyle karşı çıkan tutumunun nerelerde olduğumuzu, ilkelliğin ve bağnazlığın nelere malolduğunu gösterirken Başbakan İran’lılara özgürleşme ve liberalleşme öğüdünde bulunuyor. Güler misiniz, ağlar mısınız? AİHM’nin kararına karşı sıkmabaşı savunan, devlet protokolüne taşıyamayınca evsahiplerinin nezaketini kötüye kullanıp kendi düzeyindeki uluslararası protokola sokan Başbakanın bu konuda sözlerine kim inanır? Urla olayının en acı yanlarından biri de ölüme neden olan aileler hakkında kovuşturma açılmamış olmasıdır. Kaçak Kur’an kursları, gizli kurslarda yakalanan küçük yaştaki çocuklar ülkemizin nereye çekilmek istendiğinin kantılarından kimileridir.
11. Terörün dini, imanı, milliyeti olmadığını yıllardan beri söyleyip yazdığımızda bizi suçlayanlar, savunup koruduğumuz lâiklik ilkesi nedeniyle bize saldıranlar şimdi bizim gibi konuşmaya başladılar. Köktendinci terörü söz ve davranışlarıyla, tutum ve dolaylı destekleriyle kışkırtanlar bunlar değil miydi? Şimdi yakınmaya hakları var mı? Demokrasiyi amaçlayan cumhuriyeti karalayıp kötüleyenler, numaralayarak aşağılayanlar, gerçekleşmesini engelleyenler demokrat olabilir mi? Sözle, defterlere yazmakla, ileti yayımlamakla demokrat olunsaydı şimdiye kadar çektiklerimizin hiçbirini yaşamazdık.
Utanma, arlanma kalmamış. Yüzleri de kızarmıyor. Olanları nasıl içlerine sindirebiliyorlar. Nasıl başlarını yastığa koyabiliyorlar? Vicdan sızını ancak vicdanı olan duyar. Ulusal kimliği yadsıyan yurttaş olamaz. Yurttaş olamayan kul-köle kalır. Cemaat yapısı tebaalığa dayanır. Cumhuriyetle kazanılan düzeyin dışında kalanlar bağımlılardır.
13. İnsanlarımızın dine bağlılıklarının yanında din bilginlerinin olmamasından yararlanan inanç sömürücüleri arasında kimi politikacı gençler de katıldı. Oy almak, iktidara gelmek ve iktidarda kalmak için sıkbaşı savunan, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarını gözardı ederek şeriat simgesine açılım isteyenler ne olduklarını ortaya koyuyorlar. Siyasetin çocuk işi olmadığını anlayıncaya kadar azgınlıkların önlenmesi güç boyuta vardığını görecekler. Böyle ne dediğini, ne yaptığını bilmez duruma düşen heveslilerin yanında yıllarca yurtdışında çalışmış bilimadamları için de lâikliğe karşı çıkanlara rastlanmaktadır. Lâiklik karşıtlarına araç olma düzeyine inenler ne dediklerinin ve ne yaptıklarının ayırdında olmayanlardır. Lâiklik zaten yozlaştırılıyor, uygulanmıyor, şeriat baskısıyla saptırılıyor. Bu durumuyla bile toplumsal barışın, inanç ve düşünce özgürlüğünün güvencesi, ulusal birliğin dayanağı olma, çağdaşlaşmanın öncülüğünü yapma özelliğini taşıyor. Ülkenin dün nasıl bugün nasıl olduğunu bilmeyenler, anlamayanlar, anlamak istemeyenler, şeriat özlemcilerinin yurt içinde ve dışında yaptıklarını yadsıyanlar sağlık denetiminden geçmelidir. Hayallerle, oyunlarla, kumar ve falla, mucize öyküleriyle oyalananlar, sosyetik parıltılarla gözleri kamaşanlar kendilerini sorgulamalıdır. Yansızlık, bilimselliğin onurudur. Siyasetçilere hoş görünmek için ödün verilemez.
14. Demokratikleşme çabalarının getirdiği yükler de gözetilmelidir. AİHM’nin Türkiye’ye kestiği para cezaları 45 trilyon TL.na ulaşmıştır. Yanlı kararlardan çekinmeyen AB organları Türkiye’ye yüklenmektedir. 2003 yılına kadar 9729 başvurudan 219’u dostane çözüme bağlanarak sonuçlanmıştır. Eğitim giderlerimiz düzeyimizin göstergesidir. GSMH’da 76. sırada olan ülkemiz eğitim harcamalarında 110. sıradadır. Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Raporu’nun bu acı gerçeği iktidarın akıl yerine inancı geçirme çabasına koşuttur. Şimdilerde sözde ermeni soykırımı için ABD’nde yargının sigorta şirketlerini ödeme zorunda bırakan kararıyla Türkiye’ye yönelik tazminat ve toprak istemleri gündeme gelecektir. Başbakan soru soran gazetecileri azarlayacağına bu tür olumsuz gelişmeleri önleme çalışmalarını başlatmalı, başlamış sürüyorsa daha etkin kılmalıdır. Dincilik dayanışmasıyla güçlükler aşılamaz. Dincilikle bireysellik de bağdaşamaz.
Çok dikkat çekicidir. Belçika’da doğalgaz sızmasıyla ölen 15 kişi için bayraklar yarıya inerken Türkiye’de tren kazasında ölen 39 kişi için benzer bir uygulamadan kaçınılmıştır. Töre cinayetleri ile kan ve toprak dâvalarının sürdüğü ülkemizde hukukla kavgaya tutuşulduğu gözlenmektedir. Anayasa’ya, yargıya karşı bir iktidar kendi ağını örmek için herşeyi göze almaktadır.
15. Cumhurbaşkanı yeni yasaları çok haklı nedenlerle bir kez daha görüşülmesi için TBMM’ne geri göndermiştir. Aravermeyi Eylül ayının ikinci yarısında keserek Türk Ceza Yasası Tasarısı’nı görüşeceği öğrenilen TBMM’ne geri çevrilenler yanında hangi tasarıların getirileceği bugün bilinmemekteyse de iyi-kötü kestirilmektedir. YÖK Yasası değişikliği getirilecektir. Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin budanacağı, süresinin kısaltılacağı Anayasa değişikliği, Anayasa Mahkemesi üyelerinin gereksiz yaşsınırını artırma önerisiyle birlikte başka sözde yeniliklerle gündeme gelebilecektir. Sayıştay’ın yetkilerini artıracak tasarı da gündeme alınabilecektir.YAŞ kararlarına karşıoy vermeyi kabadayılık gösterisi durumuna getiren iktidarın yeni gösterilere girmesi de olasıdır. Anayasa’da YAŞ kararlarının yargı denetimi dışında tutulması kuralı varken kararlara karşıoy koymanın hiçbir anlamı yoktur. Anayasa kuralı değişikliğine çalışmaları, onu başarırlarsa ona karşın alınacak olumsuz kararlara karşıoy koyabilirler. Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri’nin sivillerden atanmasıyla iktidarın etkisine girecek kurulun geleceği de tartışılacaktır. Başbakana bağlı sivil, asker kadar bağımsız ve özgür çalışacaktır.
Faşistler
Geçmişte ülke-ulus yararına aykırı tutum ve davranışlarıyla tanına kimileri şimdilerde çıkarları için gerici iktidarların yandaşı olmayı yeğledi. Bir insan kurumu olarak ülkeyi ve ulusu kapsayan devletten, devletin kurucusu ve koruyucusu Türk Silâhlı Kuvvetleri’nden, demokrasiden, insanlıktan, hukukun üstünlüğünden yana olmak yön ve yol değiştirenler için faşistlikle suçlanma nedeni ve gerekçesi oldu. Oysa gerici iktidarların goygoyculuğuna soyunmakla, Stalin komünizminin kursaklarında kalmasıyla çılgına dönen bu dönekler ve sapkınlar, asıl faşistlerin kendileri olduğunu unutturmak, gözlerden kaçırmak istemektedirler. Irkçı-turancı damgalı faşistleri, bunların desteklediği ve bunlarla birlikte davranan şeriatçıları, numaracıları, çıkarcıları bırakıp, demokrasiyi amaçlayan bağımsızlıkçı, özgürlükçü, ulusal egemenlikçi cumhuriyeti, varlığımızın temeli olan ilkeleri savunan, küresellşme adıyla gündeme getirilen tekelci emperyalizme, işgallere, işkencelere, haksızlık ve yolsuzluklara karşı çıkanları suçlayanlar en koyu, en kötü faşistlerdir. Bizim hiçbir sakıncalı akımla ve yandaşlarıyla ilgimiz, bağlantımız yoktur. Uyduruk sol, bizim dışımızdadır. Yurtseverlikle ülke sorunlarının gerçekçi çözümleri için çalışıyor, hiçbir şey beklemeden, karşılık istemeden, para-pul almadan, patron emrinde olmadan üzerimize düşeni yapmak çabamızı içtenlikle sürdürüyoruz. Atatürkçülere faşist diyenlerin kim olduklarını tanıyanlar bilir. Kem söz sahibinindir. Demokrasinin disiplin olduğunu bilmeyenler, bir zamanlar solcu geçinip şimdi köktendincilere destek olanlar yeni faşistlerdir.
Yineleme
Bir kez daha, son olması dileğiyle, yineliyorum.Atatürkçü Düşünce Derneği için yalnızca örgütün sağlıklı geleceği amacıyla görüşlerimi açıklıyor, kimseyi desteklemiyor, yan tutmuyor, kişisel hiçbir şey istemiyor ve beklemiyorum. 1998-2000 döneminde Genel Başkanlığı gelir fazlasıyla bıraktım ve oybirliğiyle aklanarak görevden ayrıldım. Aynı Genel Kurul’da 2000-2002 dönemi için en çok oyu alarak seçilmeme karşın Genel Başkanlığı kabul etmeyip geride kalmayı uygun buldum. 2 Haziran 2002 Genel Kurulu’nda da Tüzüğün öngördüğü süre bitince tümüyle görevden ayrıldım. Yine yöneticilerle birlikte oybirliğiyle aklandık. Genel Başkanlığım sırasında bir kez yol giderim sağlanarak İstanbul’da temsili bir törene gidip geldim. Bunun dışında hiçbir giderim olmadı, hepsini kendim karşıladım. Hattâ başkalarınınkini bile ben ödedim. Derneğin herhangi bir borcuyla hiçbir ilgim yoktur. Bunun dışındaki sav tümüyle gerçekdışıdır. Benim ve benimle birlikte çalışanların neler yaptığı dergilerde, Genel Kurula sunulan çalışma raporlarında yazılıdır. Belleği tozlananlar, küllenenler, bozulanlar, sakatlananlar varsa buna bir şey diyemem. Geçmişi konuşmak beceri değildir. Onu aşmak, yeni kazanımlar sağlamak önemlidir. Parti kurmayı 168 Şube Başkanı istedi. Oluşunca karşı çıkanlar onları suçlamalıdır. Atatürkçü partiyi karalayıp Atatürk karşıtlarıyla işbirliğine girmek, Atatürkçülüğü sulandıranlardan adaylık istemek, birlikteliğe çalışmak çelişkidir. “Derneğe siyasetçi girer, siyaset giremez” ilkesini gözardı etmek, gençleşmeyi, yenilenmeyi bırakıp kişiler için Tüzük değiştirmek, hukuka aykırı oluşumları övmek, bunlar için bildiri yayımlatıp dağıttırmak sorgulanmalıdır. Ben üstüme düşen sorumluluğun gereği söylemem zorunlu olanları söyledim, yazdım. Bundan sonrası benim dışımdadır. Anlayacaklar için yeterli sunuşları yaptım. Gayri meşru (geçersiz) duruma düşülmemesi için gösterdiğim çabayı değerlendiremeyip aykırılıkların etik olduğunu savunanlar İçişleri Bakanlığı’nın kararını iyi okumalıdır. Tüzük Kurultayı’nda alınan kararlar Olağan Kurultay’ın onayına sunulmaz. Kaldıki böyle bir şey olmamıştır. Olsa da geçersizdir. Bunun tersini savunup örgüte yaymak aldatmacadır. Derneğe asla yakışmayan bir tutumdur. Kimlerin kimleri listelere, nelere taşıdıklarını bilmeyenler yanlış bildikleriyle gerici medyaya malzeme sağlayanlar, Atatürkçülük karşıtlarını sevindiren gelişigüzel yazıp suçlamaya, yargı kurmaya kalkışırlarsa gülünç olurlar. Kişiliklere değinmek bir ölçüsüzlüktür. İş buraya varırsa söylenecek çok söz olur. Derneği adına ve onuruna yaraşır durumdan, düzeyden, çizgiden uzaklaştırıp kişisel egemenliğe ve siyasal parti etkilerine açmak en ağır kusurdur. Dernekte kimse kimseye Atatürkçülük öğretmeye yeltenmemeli, kalkışmamalı, Atatürkçülüğün gereklerinin yerine getirildiğini çalışmalarla kanıtlamalıdır. Her şey ortadadır. Öz ve özveri birbirini tamamlar. Özveri göstermeyenler yararlı ve yaraşır olamazlar. Derneği kullanmak ve kullandırmak bağışlanamaz. Benim ne yaptığımı merak eden ya da kötü niyetli anlatımını ölçmek isteyen 5.4.2002’de 082621 no.lu makbuzla yaptığım bağışı, düzenli ve eksiksiz yatırdığım ödentileri, başka sağladıklarımı öğrenmeli, örnek almalıdır. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler.

http://www.turksolu.com.tr/62/ozden62.htm

.

Sarıklı ve Çarşaflı Sulu Demokrasi



Sarıklı ve Çarşaflı Sulu Demokrasi,



Yekta Güngör Özden

Sarıklı ve çarşaflı sulu demokrasiKavukların devrildiğini, kapatılan inanç sömürüsü yerlerinde kimselerin olmadığını sanmayınız. Asıl örtü beyinlerde, kafanın içinde olduğundan aydınlanma başarıya ulaşmış sayılamaz. Siyaset ve ticaret için dinsel öğeleri kötüye kullanmaktan kaçınmayan sözde demokratların, sözde dindarların, sözde milliyetçilerin, sözde Atatürkçülerin giderek çirkinleşen tutumları da bu olumsuzluğu ağırlaştırmaktadır. Bir parçası olduğumuzu söylememize karşın sürekli bizi iten Avrupa’yla gözdesi olmaya çalıştığımız ( !) ABD’nin kapısında titrerken anlayış ve yaşam biçimi yönünden onlara ters düştüğümüzü sıkmabaşlı giysilerle açıklıyoruz. Çelişkili davranış onların bize inanmalarını güçleştiriyor, engelliyor. Sıkmabaşçılar (kullananlarla onları destekleyenler) bayrağımıza o örtü kadar önem vermediklerini saygısız duruşları, bu bağnazlığı ve sapkınlığı eleştirmek yerine eylemlerine destek verenlerin yazılarıyla belgeliyorlar. Ne kadar üzücü durumlar yaşanmaktadır. Uluslararası önemli toplantılar, görüşmeler, devlet işleri sıkmabaşlarla ilgili haberlerin altında kaldı. NATO’nun İstanbul toplantısı, Recep Tayyip’in Paris gezisi, sıkmabaşlı eşine ilişkin değerlendirmelerle gölgelendi. Abdullah Gül sıkmabaşlı eşiyle Kıbrıs’taki Barış Harekâtı Kutlama Töreni’ne katıldı. Yukarıdan aşağıya birşey bildiğini sanan kimileriyle, birşey sanılan kimileri sıkmabaş inatlarını bilgisizlik sırıtan demeçleriyle sürdürdüler. Yasal dayanak yokluğundan, Anayasa’da bulunmayan bir kavramı kimsenin dayatamayacağından, vakıf üniversitelerinde kullanılmasının sakıncalı olmadığından söz ettiler. Onca önemli iç ve dış sorun dururken sıkmabaşın gündemin ön sıralarında tutulması, AKP iktidarının hiçbir konuda başarılı ve inandırıcı olamazken tutunacak tek dal olarak yandaşlarının duygularını okşamasına, inanç sömürüsü yoluyla siyaset yapma hastalığının ateşini koruduğuna bağlanmalıdır. Tıpkı AB çabaları gibi. AB’nin Türkiye koşulları sürmektedir. Doğru-yanlış bir yana, AB’nin Türkiye için genelde olumlu düşünmediği açıktır. Devletten devlete siyasal rüşvet sayılacak girişimlerle, tipik doğulu tutumuyla yaklaşımlarla sonuç almaya çalışmak ne kadar sakıncalı ise Avrupa ülkelerinin sıkmabaş için aldıkları kararları, çıkardıkları yasaları, ödünsüz uygulamaları ortada iken içerde sıkmabaş yaygarasını sürdürüp dışarda AB’ne yaraşır olduğunu ileri sürmek o kadar sakıncalıdır. AB’ne yutturulmaya kalkışılan “değişmişlik” sahte bir etikettir. AB’nden görüşme günü almaktan öteye bir amaç taşımadığı anlaşılan AKP iktidarı böyle ikilemli davranmaktadır. Amacı, görüşme günü almayı başarı ilân edip AB bilinci yetersiz halkoyunu aldatmak, böylece gelecek seçimleri kazanmak, bildiğini daha kolay okumaktır. Bu oyuna gelen o kadar çok kişi, bu oyunun senaryolarına katkıda bulunan öyle büyük bir medya kesimi var ki.
Yine lâiklik
Olumsuz çabalarının nedeni lâikliktir. Bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin kaynağı olan lâiklik günümüz iktidarının başlıca düşmanıdır. Lâiklik benimsendiği sürece amaçlarına ulaşmaları olanaksızdır. Lâikliği geçersiz, etkisiz, önemsiz duruma düşürmeden içleri rahat etmeyecektir. Lâiklik kimseye kötülük yapmadı. Tersine, kötüleri ve kötülüklerini engelledi. Din-inanç sömürüsü yapan kara vicdanlıları birazcık önledi. Lâiklik tam uygulansa, ödünlerle içi oyulmasa ne bu iktidar oluşurdu ne de önceki ustaları. Şimdilerde tam şeriat düzeni istendiğinden, kökü ve karakteri belli bu iktidar bu konuda elverişli araç sayıldığından, lâik cumhuriyet ve Türkiye karşıtı tüm bölücüler aynı amaçta birleştiğinden ortamı uygun bularak saldırıya geçmişlerdir. Yetki ellerinde olduğundan hiçbir şeye aldırmadan yürüyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’ne, Atatürk’e, lâikliğe, hukuka, bağımsızlığa, özgürlüğe andiçenlerin donukluğu sürdükçe bu yürüyüş sürecek, hattâ hızlanacaktır. Demokrasiyi de bu yolda kullanmaktadırlar. AB, ABD ilişkisi de böyle. Karşılıklı kullanma. Yabancı sermaye ve işbirlikçi yerli sermaye ilişkisi de bu nedenle. Lâiklik bilimsel, toplumsal, siyasal, hukuksal, ekonomik gelişmeyi mi engelledi? Adam yaraladı, yaktı, öldürdü mü? Lâiklik benimsenmese ve uygulanmasa idi, Türkiye’miz kimi doğu ve ortadoğu ülkelerinden daha kötü toplumsal koşullar içinde kalırdı. Günümüzde bu kadar tehlikeli olan gericilik o zaman ne kadar daha katı ve kötü olurdu, kestirmek güç değildir.
Tehlikenin ağırlığı
Lâiklik konusundaki tehlikenin asıl ağırlığı Atatürkçü geçinenlerden gelmektedir. Sözde Atatürkçülerin, böyle tanınıp sanılanların tutumu lâiklik karşıtlarını güçlendirmekte, onlara açık-dolaylı destek sağlamaktadır. Bu tür Atatürkçülerin çoğu yapaylıklar yapısı. Kimi oyun oynuyor, kiminle oynanıyor. Yakından tanıyanların en olumsuz biçimde niteledikleri kimi san ve sıfatla vitrinde. Bir şey sanılıyor. Konuşmacı oluyor, bir yerlere çağırılıyor. Bilmeyenler sıfatına, ordan burdan aşırdığı sözlere, yaptığı alıntılara, ciddî tanınan bir kaç kişinin sözlerine katılmasına bakıp ona oy da veriyorlar. Böyle sahte Atatürkçüler, gerçek Atatürkçülerin kötülenmesine öncülük ettiği gibi Atatürkçülüğe soğuk bakılmasına, karşı çıkılmasına da neden oluyorlar. Kimi Atatürkçülerin birbirlerini suçlamaları, kimilerinin suç sayılacak eylemlere girmeleri, düşkünlük ve tutkuları da eklenince gericilerin ortamı hazırlanmış oluyor. Değersiz kişilerin önlerde, kimi kuruluşların yönetimlerinde görünmeleri tepkilere neden olmakta, ilgileri koparmakta, yakınlaşacakları uzaklaştırmaktadır. Lâikliği benimseyenler üzerlerine düşeni tam olarak yerine getirseler, karşıtlarının hiç bir başarısı olamaz. Lâle Devri gibi anılacak bir “Erdoğan Devri” lâiklerin ilgisizlik, tepkisizlik ve tembellik katkılarıyla siyasal tarihimizde yer alacaktır. Amaçlarına ulaşmak için Ekim’de başlayacak yeni yasama yılında Anayasa değişikliği kapsamlı biçimde gündeme gelecek, önemli yasa değişiklikleriyle toplumsal ve ulusal yaşam olumsuzluklar içinde kalacaktır. Kamu Yönetimi Temel Yasası, Yerel Yönetimler Yasası, Yök Yasa Tasarısı bunların başlıcalarıdır. Kimi kuruluş yetkilileri feryada başladılar. Biz söyleyip yazarken dudak bükenler şimdi “lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Türk devrim ve Atatürk ilkeleriyle tehlikede” diyorlar. Daha önceleri neredeydiniz?
Çağdaşlık yalnızca giysiyle ölçülmez. Ama giysiyle belli olur. Kafanın içine değil, dışına önem verenler, dinsel olduğunu savladıkları biçimleri ulusal ortamlarda, hukuksal gereklerin üstünde ve önünde tutanlar, kendi sakatlıklarını dayatanlar, hoşgörüyle karşılanamazlar. Avrupa ve ABD için devleti ele geçirme amaçları olmayan sıkmabaşlıların Türkiye için herşeyi yapmaya kararlı oldukları unutulmamalıdır. Avrupa ve ABD kendileri için tehlike oluşturmamasına karşın toplumsal yaşam için sakıncalı bulup yasaklayınca, Türkiye’de rejim karşıtlığının ve lâikliği yıkma girişimlerinin simgesi durumunda algılandığını, bu amaçla kullanıldığını, sonradan ortaya çıkarılıp geçmişi hortlatan niteliği bulunduğunu kimse gözardı edemez. O zaman neyi ve niçin tartıştığımızı bilmemiz gerekir. Halkın temiz duygularını sömürerek siyasette yer tutmak için hiç bir gereği, zorunluluğu olmayan sıkmabaşı savunmanın anlamı yoktur.
Bu gidişle
Devrim Yasaları’nın etkisiz yaptırımlarla uygulanmaktan alıkonması, Anayasa’nın 4. maddesi güvencesi kapsamına alınmaması da bir eksikliktir. Din yoluyla iktidar en ucuz, en kolay yöntem olduğundan iktidar partisi bunu izlemiş ve uygulamış, kimi muhalefet particikleri de “türban sorununun kendi iktidarlarında çözülebileceği” sözüyle sömürü kervanına katılmışlardır. Ulusla, ulusalcılıkla hiçbir ilgisi olmayan, tersine şeriatçılık ve tutuculukla daha iyi birlikte olacakları görülen kimileri de “Millî” sözcüğünü başa alıp yayınlar çıkarmaya, yapılanmaya gitmektedirler. Oy beklentisiyle dincilik taslayanların ulusalcılıkla hiçbir bağlantıları olamaz, savunulamaz. Bir yeni siyasetçi yabancı konukların Recep Tayyip’in eşinin sıkmabaşına ses çıkarmadığını, onunla birlikte resim çektirdiğini söyleyip eleştirmesine şaşırmış. Yabancı konuk ne diyecekti? Bir şey söyleyebilir miydi? Bu durumu “geçerli sayma” diye değerlendiren yeni siyasetçinin aymazlığıdır asıl şaşırtıcı olan. Hukukla, ekonomiyle, siyasetteki başarıyla, projelerle değil, din yoluyla iktidar olmak gerçek ve geçerli bir yükselme sayılamaz. Zaten iktidar partisindeki birliktelikler, özetle değinilen hukuk, ekonomi, siyaset için görüş ve düşünce birliğiyle değil, dinci tutum birliğiyle oluşmuştur. Köktenci anlayış ve amaç uyumu öndedir. Tarikat ve şeriat dayanışmasıyla ortaya çıkan bir yapı vardır. “Kader birliği” dedikleri birbiri için herşeye katlanmak ve herşeyi yapmak anlaşmasının özü budur.
ABD öncülüğünde geliştirilen, Türkiye’mizi “merkez ülke” konumu ötesinde “cephe ülke” konumuna sokan GOP (BOP) izlencesi ABD’de oluşturulan “Ilımlı islam” izlencesiyle örtüşmektedir. Fethullan Gülen’in konukluğu gelişmeler için bir kozdur. Ilımlı islâmla, AB ve ABD yanlısı bir Türkiye düşlenmektedir. Küresel emperyalizmin avuçlarında kıvranan bir Türkiye. Lâiklik sarsılmış ve atılmış, kullanılmaya elverişli iktidarın dinci açılımına göz yumularak atlama tahtası yapılmış bir Türkiye. Türkiye batılılarla bütünleşme sözüyle onların içinde eritilmiş, istenildiği gibi karıştırılmış, karılmış bir geçiş yolu, koridor, köprübaşı, bekleme ve dinlenme alanı, ne derseniz deyin. Karakol, rampa da denilebilir. AB dilencisi, ABD oyuncağı durumuna düşürülen bir Türkiye. Bunun için de Kemalizmi, ulusalcılığı, ulus devleti, lâikliği yıkmak, kaldırmak. Atatürkçüleri yok etmek gerekli görülüyor.
Küçük değiniler
Bir yazar “Lâikliğin güvencesi AB’dir. Artık darbeler geçmiştir” dedi. Asıl güvence yurttaşların bilincidir. Dış güvencelerin değeri yoktur. Dışarda güvence aramak, güvenceyi bilmemek, ona yaraşır olmamaktır. Ayrıca bilgili, demokrat, aklı başında yurttaş darbe istemez. Ancak ulusun “sürü” yerine konularak ne yapılırsa yapılsın katlanması da istenemez, beklenemez. Direnme hakkı doğaldır. Hukuka uygun tepkilerle kamuoyunun etkilenmesi, hak ve özgürlüklerine sahip çıkıp onları koruması çalışmaları yapılabilir. Yazarların kendi köşelerinde yaptıkları da, kendilerine göre, bundan başkası değildir. Kendileri için uygun bulduklarını ulus için öngörmemek çelişkidir. Uygar kişiler hukuk dışılıktan sakınır ve kaçınır. Kimsenin böyle bir şey düşünmemesi kötülüklerin sürmesi için yöneticileri de yüreklendirmemelidir. Lâiklik karşıtı iktidarı kullanmak için ona destek verenlerde güvence aramak usdışı bir değerlendirmedir. Onların olanları hoşgörmesi bizim de hoşgörmemizi gerektirmez.
TBMM Başkanı’nın herşeyi, kamusal alanı Anayasa’da araması büsbütün yanlıştır. Kimilerinin de bunu sağlamak için Anayasa değişikliği önermesi de sorunu ağırlaştırıcı bir yaklaşımdır. 1961 Anayasası döneminden beri bağlayıcı yargısıyla Anayasa’yı yorumlamaya yetkili tek organ Anayasa Mahkemesi’dir. Her şey Anayasa’da yer almayıp onun yenilenip güncelleştirilen yorumlarla etkili kılınan kurullarıyla anlam kazanır. Zaman, yer, durum yönünden özellikleriyle ele alınıp değerlendirilmesi gereken kamusal alan basit sözcükler ve siyasal yandaşlıkla nitelendirilemez. Recep Tayyip’de vakıf üniversitelerini başka alan sanmış ve uygulamayı oraya kaydırmak istemiştir. Üniversiteler devlet eliyle, yasayla kurulan kamu tüzel kişilikleridir. Devlet üniversitesiyle vakıf üniversitelerini yasaların uygulanma olanı olarak birbirinden ayırmak yanılgıdır. Üniversitelerde başörtüsü kullanma yasağı da Anayasa Mahkemesi’nin 1980/1-12 sayılı kararı ile getirilmiş, bu iptal kararını izleyen yorumlu red kararıyla da görüş pekiştirilmiştir. Anayasa mahkemesi kararlarının Anayasanın 153/son maddesi gereğince kesin bağlayıcılığı gözetilir, yasa üstü, bir tür Anayasa kuralları sayılabilecek düzeyde olduğu gözetilirse yeni bir kural, tanım, dayanak aramaya gerek yoktur. Yazılmasında yadsınmayacak ölçüde büyük katkım bulunan ilk kararda açıklanan görüşler AİHM’in son kararına da dayanak oluşturmuştur. Sorun hem ulusal, hem uluslararası bağlamda çözülmüşken gerginlik yaratmanın ne derece sakıncalı ve zararlı olduğu bilinmelidir. Anayasa değiştirilmeden Anasaya Mahkemesi kararına ters düşen yasa çıkarılamaz.
Sıkmabaş için ölçü arayıp “Kamusal alan” sınırlamak da doğru değildir. Kamusal alanlar kimi zaman özel alan durumuna, özel alanlar da kamusal alan durumuna dönüşebilir. Kullanış amacı, kullanılanlar gözetilirse bu durumlar kaçınılmazdır. Genelde devletin, yönetimlerin malı olan alanlar kamu-kamusal alandır. Yalnız iyelik değil, kullanma da söz konusu olabilir. Özellikler aranır. Şapkayla, sıkmabaşla girilip girilemeyeceği, oturulma, kalma biçimleri, gelenek, görenek, düşünülür. Saygı, uygunluk, kurallar bağlılık, yasal gerek gözetilir. Bir müze, bir park, bir pazar yeri, bir piknik alanı kamusal alan durumuna gelebilir. Gelmediği zamalar da olur. Sokak ve kaldırım bir görev sırasında, bir olay zamanında kamusal alan olabilir. Kaldı ki devletin yerleridir. Hizmet alıp verme görevi ölçü alınabilir. Bunları sınırlamak güçtür. Gereksizdir. En kolayı, en doğrusu, direnmeden vazgeçip girilmeye çalışılan AB ölçütlerini benimsemektir. İnadı sürdürüp sıkmabaşı yaygınlaştırıp, yerleştirme çabası yaptırımları gerektirmektedir. Bunlar yapılmasa yaptırıma da gerek kalmaz. Akımlar tehlikeli olunca önlem doğal karşılanmalıdır. Özgürlük saptırmasıyla dayatmacılık geçerli olamaz, uygun karşılanamaz.
Kışkırtıcılar
Cumhuriyeti, kurucularını, ilkelerini, lâikliği kötüleyenlerin amaçlı eleştirileri köktendincileri kışkırtmaktadır. Hukuk öğrenimi yapıp diploma alan herkes hukukçu olsaydı bu ölçüde hukuksuzluk yaşanmazdı. Hukuku siyasallaştırmaya, demokrasiyi dinselleştirmeye soyunanlar çıplak kalırlar. İktidara gelip iktidar olunamaması bu yüzdendir. Uğraşacak, başarılacak o kadar çok konu ve iş varken sıkmabaşa odaklanıp ona esir, hatta mahkum olmak çağdaşlık değildir.
Millî Çözüm dergisinin Mayıs 2004 sayısının kapağında Atatürk’ün sözüne yer verilerek uyarı yapılıyor. Biz yıllarca bunu söylerken yadırganıp eleştiriliyorduk. Atatürk’ün değerinin bilnmeye başlanması sevindiricidir. Amasya Genelgesi övülmektedir.
Sıkmabaş konusundaki boşuna çabalar için son olarak şunları özetle sıralamak yararlıdır:
1. Bu zamanda 80 yıl öncesinin giyimine özentiyi, dönüşü, dini yönden zorunlu olmayan bir örtü biçimini böyle göstererek, özellikle özgürlükle ilişki kurarak dayatmak ve savunmak çağdışılıktır.
2. Böyle bir örtü biçimi, kimi devletlerin müslüman Başkanlarının başları açık eşleri yanında ve protokol ilişkilerinde ülkemiz ve ulusumuz için iyi kanılar uyandırmamaktadır. Utandırmaktadır.
3. Öğretim ve eğitim yerlerinde kullanılmasına olanak vermeyen Anayasa Mahkemesi Kararı AİHM Kararıyla doğrulanmıştır. Sokağa karışılmadığına göre devletin kendi yerlerine, üniversitelerine karışması yerinde görülmeli, direnmekten vazgeçilmelidir.
4. Gerçek demokrasilerde son sözü yargı söyler. Artık siyasal katlar bu konuda susmalıdır.
5. Yine gerçek demokrasilerde karar bilimsel nedenlerle eleştirilse de saygıyla karşılanır, karara karşı çıkılmaz, uyulur. Meclislerdeki sayısal çoğunlukla Anayasa’ya, hukuka, devlete, ilkelerine karşı çıkılmaz. Böyle davrananlar demokrat olduklarını, değiştiklerini savunamazlar.
6. Kamusal alan, kamu alanından daha geniş de tutulabilir. Görevin, hizmetin ve kurumla durumun özellikleri uygulama için özgünlükler getirebilir. Hukuk ilkeleri, bireylerin kişisel istençlerinin üstünde olduğu gibi, devlet istenci de kişisel eğilimlerden üstün, öncelikli ve ağırlıklıdır. Özgürlükler kişisel değerlendirmelerle özünden soyutlanıp kötüye kullanılamaz. Kamusal alanı coğrafî, geometrik bir alan gibi değerlendirip demagoji yapmanın hiç kimseye yararı yoktur. Hele Cumhurbaşkanlığı’nı bu nedenlerle eleştirmek çirkinliği asla bağışlanamaz. Bu kafalarla bir yere varılamaz.
Atatürkçü Düşünce Derneği
Toplumsal yaşamımız için varlığı zorunlu bir kuruluş olarak övgüye değer çalışmalar yapması özlenen dernek tartışmalı bir ortama getirilmiştir. Bu konuda hiç bir kişisel beklentisi, istemi olmayan, hiç kimseyi desteklemeyen, genel kurullarına katılmayan önceki genel başkanlardan biri olarak tam bir yansızlıkla, tartışmasız bir gerçekçilik ve yapıcı bir tutumla görüşlerimi sözlü ve yazılı biçimde açıkladım. Ama dinletemedim. İkili, oyalayıcı, içtenliksiz tutumlarla yürümek yeğlenince, disiplin ve değerbilirlik gözardı edilince uzaklaştım. İlkeli, tutarlı, içtenlikli, dostça yönelişim, hukuksal uyarılarım aldırışsızlıkla karşılanıp kuruluşa ve yöneticilerine karşı çirkin davranışları olanlara dayanıldı. Benim asla tenezzül etmediğim durumlar hiç bir çekinme, sıkılma duyulmadan çıkarla ilişkilendirildi. Derneğin Tüzük değişikliği için düzenlenen olağanüstü genel kurulu ile son olağan genel kurulundaki aykırılıklar, adına ve onuruna yaraşmayan tutumlar, kimlerin ne yapmak istediklerini daha iyi gösteren davranışlar, gerçekleri örtüp geçmişi kötüleyerek yanlışlıkları geçerli göstermek, çocuk avuturcasına nedenler getirip başkalarını suçlamakla gelişen olaylar kimseye bir şey kazandıramazdı. Nitekim öyle oldu. İçişleri bakanlığının geçersiz saydığı kararlar çabamızın anlamını ortaya koydu. Doğru ve zorunlu tutum şu olmalıdır sanıyorum: Aykırılıkların, yanlışlıkların çarpıklığa dönüşmemesi için ilgililerle görüşülüp çok iyi düzenlenmiş bir Genel Kurul, yine çok iyi saptanmış bir gündeme göre yansız, etkin bir yönetimin başkanlığında toplanmalıdır. Değişikliklerden önceki içeriğiyle Tüzük uygulanmalı, değişiklikler isteniyorsa son Yasa değişiklikleri de gözetilerek bu Genel Kurulda karara bağlanmalıdır. Nutukla, yazıyla, bir etkinlikle, medya desteğiyle, güdümle, bağımlılıkla olmaz. Bu onuru geçersizliği kanıtlanmış şimdiki yönetim taşımalı, ayrılmaları gereğini gözeterek yönetimi yeni ellere teslim etmelidir. Onlardan sonra Tüzük değişikliği kabul edilirse ona göre olağanüstü bir genel kurulda şimdi ayrılanlar yönetime gelebilir. Bu yol izlenmezse, kurucular, önceki genel başkanlar bir çözüm bulmazlarsa Mahkemenin Medeni Yasa ve Dernekler Yasası’na göre atayacağı kayyum kurulu sorunu çözüp aydınlığı sağlamalıdır. Tartışmalı, kuşkulu, gölgeli durum derneğimize yakışmaz.
ADD Şube Başkanları’nın siyasal parti kurulması önerilerinin 2002 genel kurulundan sonra yaşama geçirilmesi, şimdiki yöneticilerden kimilerinin daha önce aynı yolda çalıştıkları, partinin Dernek yönetiminde olmayanlar tarafından kurulmasından sonra dernekle hiç bir ilişkisi kurulmadığı, partiyi önerenlerin bile uzak kalıp partiye karşı çıkıldığı, zararına davranıldığı gerçekleri tersine çevrilerek siyasetle uğraşıldığı için dernek işlerinin aksadığı ileri sürülmüştür. Disiplin suçu işleyenlerin, terbiye dışı bildirilere imza koyanların, ayrılık yaratıp şimdiki genel başkanı bile hedef alanların yönetime taşındığı bir anlayış benimsenemez. Hukuk er-geç egemen olacak, onur kazanacaktır.
Güncel olaylardan kimileri
Milletvekilleri lojmanlarının satılması tamamlanmamışken yeniden lojman yapımına gidilmesi, tepkiler üzerine kooperatifler kurup kişisel olarak konut edinme türüne dönüştürülmüştür. Meclis Başkanı ile Başbakan arasındaki görüş ayrılığı söz konusu olmayıp kısa sürede konutlara başlanacağı görülecektir.
Basına sansür dönemi geri gelmektedir. Bu arada “Mütareke basını”nı aratacak “Mandacı, sömürgeci besleme basın”ın oluştuğu karikatürlerle ileri sürülmektedir. Kimi medya ilgilileri utanmadan Atatürk dönemini kötüleyip ekonomik gelişmenin baskıyla önlendiğini yazabiliyor. 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi, Dünya Ekonomik Buhranı, 2. Dünya Savaşı, Ululsal Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki kuruluş dönemi, yokluklar, yoksunluklara karşın kazanılanlar yadsınıyor. Devrim iyileştirme değil, yoktan varetmek, yeniden yapma ve yaratma anlamında bir oluşumu gerçekleştirmek, kötüyü yıkıp iyiyi kurmaktır. Bunları başardıktan sonra iyileştirmek, günün koşullarına uydurmak, yenilemek ve güçlendirmek kolaydır.
Aynı doğrultuda Özel İdare Yasası’nın Cumhurbaşkanı’nın geri çevirme gerekçesini de kendine göre eleştiren, üniter devlet konusunda bilimdışı görüşler sergileyen yazarlar türedi. Tıpkı, hanedan düğünü türü ilkellikleri, çarşaflı görüntüleri kutlayan dalkavukluk yazıları gibi. Oysa eleştirilecek nice düzenlemeler var. Türk Ceza Yasası çalışmaları, Kamu Yönetimi Temel Yasası, demokratik gerekleri gözardı eden Dernekler Yasası ve öbürleri. İşte Yüce Divan’a gönderme kararındaki yanlışlık. En koyu, en tehlikeli, en sakıncalı partizanlık olan kadrolaşma. Diplomalı işsizler. Yeniden gündeme alınan nükleer santraller. Meclis’e büyük cami, genel kurul mescidi, kadınlar mescidinden sonra yeni bir mescidle dördüncü tapınma yeri yaptırılması, DDY binasının otele dönüştürülmesi. Bunları ele alan yok gibi. “Hızlı tren”le halk aldatılıyor.
PKK-Kongra/Gel saldırılarının sürmesi. Yeni şehitlerle yanan yüreğimiz. Fransa’daki Ermeni Dâvası’nı Savunma Komitesi (DCCA)’nin Türkiye Paris Başkonsolosluğu’nu sözde ermeni soykırımıyla ilgili savlarını yadsıdığı için dâva etmesi saçmalığı da ilgi görmedi. Eski DEP’li hükümlülere KESK Genel Başkanı’nın yemek vererek Türk-Kürt ayrılığından ve Türkiye’nin en büyük sorununun Kürt sorunu olduğundan söz etmesi de geçiştirildi. Lâik Türkiye Cumhuriyeti’nin temelini oluşturan ilkelerle bağımsızlığını öne alarak savunmayı “Jakoben, devrimci, işlev yönünden de rasyonel değil” diyerek suçlamak modası yaygınlaşıyor. Atatürkçülere düşmanlık, düşmanlara ödün beceri sayılıyor.


..

Çözüm Sürecinin 1993’ten Alması Gereken Dersler





Çözüm Sürecinin 1993’ten Alması Gereken Dersler,



Yazar: Cesur Korkak
 05 Mayıs 2013


Tarih tekerrürden ibarettir der bir kaide. Bir kuralsa tarihten ders alınması gerektiğidir. Bugün gerçekleştirilen barış sürecinde de tarihin tekerrür etmemesi için, gereken dersler alınmalıdır. 
1993 yılında denenmiş çözüm süreci ve barış

1993 yılında denenmiş çözüm süreci

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne miras kalan problemler, ‘Misak-i Milli ve Musul’ meselesi, cumhuriyetin ilk dönemlerinde Kürtlere karşı geliştirilen politikalar, her ne kadar İslamcı bir isyan da olsa Kürt meselesiyle birlikte anılan Şeyh Said İsyanı, Dersim isyanı, darbeci zihniyetin Kürtlere karşı tutumları, PKK’nın ve siyasi uzantısı gibi gözüken son aldığı ad itibariyle adı Barış ve Demokrasi Partisi olan siyasi grubun ortaya çıkışı, doğuda yapıldığı söylenen faili meçhul cinayetler. Yani konu çok boyutlu ve derin. Bugün yaşanılanları daha iyi anlamamız için hepsini ayrı ayrı araştırmamız gerekmekte.
Bu yazıda ise daha yakın tarihte 1993 ’te denenmiş olan çözüm sürecinden ve o süreçten bugün almamız gereken derslerden bahsetmek istiyorum. Çünkü sürecin işleyişi bugüne çok benziyor. Biraz araştıran ya da yaşı müsait olanlar şimdi yaşananların çok benzerinin 1993 ’te de gerçekleştiğini görecektir.

Peki neydi o zaman problemin çözülememesinin nedeni?

Apo tek taraflı ateşkes ilan ediyor. Bazı şartlar ileri sürüyordu. Önce kısa süreliğine verilen ateşkes sonra süresiz olarak uzatılıyordu. Bu jestlere karşılık o zaman ki hükümeti oluşturan Başbakan Süleyman Demirel ve Başbakan Yardımcısı Erdal İnönü ile Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL görünürdeki şekliyle bu barışın sağlanması için ellerinden geleni yapıyordu. PKK’lı teröristlerden silahlı çatışmaya katılmayanlarını affedecek kanuni düzenleme, olağanüstü hal bölgesi valiliğinin kaldırılması gibi sözler veriliyordu. Devletin en üstü olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan birlikte doğu illerine geziye gidiyor ve halka vaatlerde bulunuyordu. Başbakan Süleyman Demirel Kürt kimliğini tanıyacağız diyordu. Kansız, barış içinde bir nevroz bile kutlanmıştı o dönemde. Ne kadar da bugüne benziyor değil mi? Sonu benzemesin!
Nisan 1993 ’te 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölmesi/öldürülmesi sonra Mayıs 1993 ’te 33 silahsız askerin Bingöl’de şehit edilmesi. Bir anda her şey tepetaklak oldu. Ağızlar susup silahlar konuşmaya yeniden başladı. Yeniden her yıl binlerce insanın hayatını kaybettiği çatışmalara devam edildi.
Turgut Özal’ın ölümü hala araştırılıyor. Kesin bir sonuç yok. 33 askerin şehit edilmesi emrini kimlere hizmet eden, kimler verdi? Bunun cevabı da henüz net değil. Yapılan katliamın Ergenekon’la bir ilişkisinin olup olmadığı da araştırılanlardan. Olayda daha pek çok soru var. Sivil durumda olan askerler neden korumasız sevk edilmişti? Olayın faili olarak gözüken o zamanların PKK liderlerinden ve şu an tutuklu olan Şemdin Sakık var. Şemdin Sakık kendisinin orada olmadığını iddia ediyor. Katliamdan gazi olarak kurtulan askerlerden Osman Partal’ sa Şemdin Sakık’ ın da orada olduğunu söylüyor.

Sonuçta tamamen aydınlanmayan iki vaka

1. Turgut Özal öldü mü / öldürüldü mü? Öldürüldü ise kimler ve neden yaptı?
2. Barış süreci devam ederken 33 askerin şehit edildiği Bingöl katliamı kimlerin emriyle ve hangi amaçlarla yapıldı?
Bugün çözüm süreci devam ettirilirken Allah korusun yine aynı senaryoların yaşanmaması için tarihten ders alınmalı ve kesinlikle provokatif eylemlerin olabileceği unutulmamalıdır. Kesinlikle askeri olarak da hükümet olarak da her şey bitmeden gevşeme olmamalı, PKK ile çatışmalar devam ediyormuş gibi tedbirlere devam edilmelidir. Halkın ise provokatif eylemlere karşı dikkatli olması ve bilinçlendirilmesi gerekmektedir.
1993 ’te Cumhurbaşkanı ANAP’tan, Başbakan DYP’den Başbakan Yardımcısı ise SHP’dendi. Bu da PKK terör örgütü karşısında politika geliştirirken bir yandan da yanındakilere dikkatle bakmayı gerektiriyordu. Şu an ki hükümet belki birçok yönüyle eleştirilebilir ama şu gerçek ki o yıllardaki hükümetlerden çok farklı. Öncelikle eli daha güçlü. % 50’lik bir oy desteği ile tek başına iktidara gelmiş bir parti. Cumhurbaşkanı da Başbakan da aynı siyasi gruptan olan, bu nedenle de aralarında siyasi hesaplaşma olmayan iki lider. Evet süreç oldukça hassas. Ancak bu hassas süreci yürütebilecek güç bu hükümetin yanında var.  Çözüm sürecinin sonunda geçmişte yaşanan hüsranların yaşanmaması ve bu kez barışın inşa edilebilmesi ümidiyle…
Yararlanılan Kaynak: 
Arşivci-Kürt Meselesi Belgeseli
.

BU AYDA BÖYLE GEÇTİ - SİYASİ NİNNİ,






BU  AYDA  BÖYLE  GEÇTİ, - SİYASİ NİNNİ, 



Yekta Güngör Özden
12.07.2004/Sayı:60

Bu ay da böyle geçti

NATO Zirvesi Bush’un gösterisiyle tamamlandı. Galatasaray Üniversitesi alanında cami ve köprüyü arkasına alarak yaptığı konuşmada kendince demokrasi tanımıyla Türkiye’de dinlere açılımı önerdi. Çoğulcu, katılımcı kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin lâiklik olmadan, birbirinin görüş, düşünce ve duygularına katlanma anlayışıyla donanmadan demokrasinin olmayacağını bilmeyen ancak inanç sömürücüleriyle özel amaçlılardır. Dünyada müslüman çoğunluğu barındıran 53-54 ülke içinde inancını en iyi yaşayanlar, dinsel gerekleri ve görevleri bağımsız ve özgür biçimde yerine getirenler Türkiye’dedir. Müslüman olmayan yurttaşların bile bu konularda yakınması yokken, tüm yurttaşlar hiç bir inanç ayrımına bağlı tutulmadan anayasal ve yasal haklarını eşitlikle kullanırken, inanç sömürüsüyle iktidar yolları bile açıkken, dinler için bir engel varmış gibi gerçekdışı yaklaşımlarla dincilik yapmanın anlamı içerdeki iktidara destek olmak, onları kullanmak ve onlardan kimi şeyler koparmak için onları okşamak, kamuoyunu bu doğrultuda etkilemektir. Türkiye’deki inançların güvencesi, köktendincileri iktidara bile taşıyan hoşgörünün kaynağı, dayanağı da lâikliktir. Dinler yönünden hiçbir sorun yoktur. Köktendincilikle, inanç sömürüsüyle, siyaset-ticaret-tarikat dayanışmasıyla sahneye çıkanlar, gerçekdışı savlarla sürekli istekte bulunacaklar, aldıklarıyla yetinmeyecekler, davranışlarını geçerli göstermek için yakınacaklar, eleştireceklerdir. Çoğunluğun asıl öğelerinden biri olan kürt kökenli yurttaşlarımızı kışkırtarak azınlık yapmaya, daha sonra toprak istemeye, ayrı devlet kurmaya yönelen kürtçülerle şeriatçıların eşitlik ve özgürlük yaygaraları, batılıların bunlara destek vermeleri birlikte ele alınırsa, devletin tek’liğine, ülkenin tüm’lüğüne, ulusun birliğine, lâikliğe ve demokrasiye kıyılmak istendiği daha iyi anlaşılır. Türkiye’nin yetkilileri ülkelerini savunamamakta, haksız, gereksiz eleştirileri, anlamsız önerileri karşılayamamakta, saygınlığımız gölgelenmekte, onurumuz yara almaktadır. Kendi ülkelerindeki durumu gözardı eden yabancılar Türkiye’deki gerici kalkışmaları, terörle gerçekleştirilen olayları bilmezlikten gelmektedirler. İBDA-C, Hizbullah, kadrolaşma, Başbakanlık Basın Danışmanı’nın tarikat törenlerinde zikir çekmesi, Başbakan ve Dışişleri Bakanı eşlerinin toplantılara başörtüleriyle katılmaları, yabancı ülke devlet başkanlarının ziyaretlerinde de dinsel örtünmeyle boygöstermeleri, direnişin boyutları hakkında yeterli uyarı sayılmaktadır. Türkiye’yi ateşe atmanın formüllerinin geliştirildiği NATO Zirvesi’nde kalan yalnızca okşamadır. Avrupa’nın güvenlik örgütü oluşturulmasında dışlanan Türkiye kendisine verilecek yeni görevlere hazır olduğu güvenini vererek beklediklerini de alamamıştır. GOP (BOP) açılımının Türkiye için bir açmaz olacağı açıktır. ABD çocuk kandırırcasına egemenlik devri oyunuyla ilgilileri oyalamış, NATO’nun sırtına yüklediği sorumlulukla kendini kurtarmaya çalışmıştır. ABD’nin kaçışı, suç ortağı aramasının tezgâhıdır. NATO’nun kuruluş nedeni unutulmuş, yeni konumu, yeni yapısı, ABD’nin ağırlığıyla yeni yükümlülükler altına sokularak yeni işlevinin belirlenmesi turistik etkinlikler içinde yitmiştir.

AB Beklentisi

Yasama organından kaçırılan kimi işlemler, iktidarın Bakanlar Kurulu kararıyla oldu-bitti yaratmasıdır. İncirlik için ek olanaklar, üs istemleri, Irak polisinin içte ve dışta eğitimi NATO’nun tortusu, AB’nin çalımıdır. AB kapısını aralamak, eşikten atlamak için AKP iktidarının yapamayacağı, veremeyeceği şey yoktur. Ödünler, işlemlerle, tutumla, durumla, duruşla birbirini izlemektedir. Katılmayı, girmeyi, almayı asla kesin kılmayan görüşme günü (tarihi) Türkiye’ye verilerek Türkiye oyalanacak, başka ödünler alınacak, on yıla uzayan zaman içinde alacak başka şey kalmayınca Türkiye’ye kapı gösteri lecektir. Belki de AB dağılacak, sorun kendiliğinden kalkacaktır. Eşit konumla girmek, Ege sorunları, kıt’a sahanlığı ve karasuları konularında Yunanistan’ın istediği Lahey Uluslararası Adalet Divanı’na gitmeyi kabul etmeye bağlanabilecektir. Yunanistan’ın anlamsız ve aşırı istekleri Heybeliada Ruhban Okulu açılışıyla yenilenmektedir. Türkiye Lozan Anlaşması gereği Ege adalarının silahtan arındırılması konusunda bile bastıramamakta, Patrikhane’nin ekümenik girişimlerini, kapının kapalı tutulmasını bile engelleyememektedir. Her şey AB’ye girişe odaklanmıştır.
AB ülkelerinin yetkilileri ikilemli, yanıltıcı konuşmalarını çekinmeden sürdürüyor. Gerçeği açıklayan yok. Çıkarlarına uygun çıkışlarıyla birbirleriyle yarışıyorlar. Ülkelerindeki seçim koşullarını gözeterek, birbirleriyle ilişkilerine bakarak Türkiye’yi koşturuyorlar. Uyarılarımıza dudak bükenler koşul üstüne koşul geldikçe pişmanlıklarını dile getiriyorlar. AB her gün değişiyor. DEP’lilerin salıverilmesini “tarihi gün” nitelemesiyle öne çıkardılar. Sanki suçsuz bulunmuşlar, sanki afla bağışlanmışlar, sanki devlet özür dilemiş, sanki bir haksızlık kanıtlanmış gibi. Uyum yasaları kapsamında yeniden yargılama evresinde tutuklu kalınan, ceza olarak çekilen süre gözetilerek yargıçların anlayışlarıyla salıverilmeleri kahramanlık gösterisine dönüştü. Toplantılar, mitingler, yabancı ülke büyükelçilerine yemekler, asker-sivil ayrımlı konuşmalar sürerken KONGRA/GEL militanları boş durmuyor. Van-Gürpınar’da yola döşenen mayının şehit ettiği üç askerden sonra Van Valisi Hikmet Tan’a düzenlenen saldırı kimlerin ne peşinde olduklarına ilişkin kanıları güçlendirdi. Ama AB uykusu derinliğini koruyor. Özür dilemek yerine “tutsaklar”dan söz eden Leyla Zana, yurttaşlığı dışlayıp ulusal kimliği yadsıma gösterilerinde başrolde. İlgili davanın dosyasına utanmadan “Utanç dosyası” diyenler çıktı. Başıbozukluk, bölünme, ulusal birliğin öğelerini bir bir yıkma “demokratikleşme” gösteriliyor. Diyarbakır mitingindeki konuşmalar, öneriler bir yana, kalabalığın açtığı pankartlar, attığı sloganlar şımarıklığın, ölçüsüzlüğün, inadın boyutunu sergiliyor. Tehlikenin yakınında değil, karşısında, içinde olunduğu bir gerçek. Bu gidişle Apo’nun Başbakanlığıyla kürt devleti de gündeme gelebilir. Affı için yüzlerce imzalı dilekçenin verilebilmesi, pekgözlülük ötesi çirkin bir yüzsüzlük, tam bir çarpıklıktır. Bölücülerin salıverilmeleriyle etekleri zil çalan sözde demokratlarla beğenilerini açıklayan sözde sosyal demokratlar, hele halkı aldatan iktidarlar ilerde ulusun yüzüne nasıl bakacaklar, izleyeceğiz. Barzani, “Bütün kürtleri birleştirip bağımsız devlet kuracaklarını” söyledi, Türkiye’den ses çıkmıyor. Suskunlukla olur verircesine, desteklercesine açıklık gerektiren bir tutum var. NATO eliyle görev almaya özendiren kışkırtılar, medyada AB ve ABD yalakalıklarıyla sırıtıyorlar. ABD’nin Irak işgaline karşı çıkan savaş ve işgal gerekçelerini gerçekçi bulmayan, diktayı, zulmü ve kıyımı kınamakla birlikte ülkesinin toprak batanlağana, bağımsızlığını savunan yöneticisini bu tutumla destekleyen kimseleri terbiyesizce, alçakça suçlayan, rezilin rezili mikropları besleyen medya gruplarına tepkiler artmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk, Atatürkçülük, Türkiye Cumhuriyeti, lâiklik, hukukun üstünlüğü karşıtlığını demokratik olma koşulu sayan sapık bir anlayış çöreklendiği köşelerden salyalarını kusuyor. Önceleri ne yapılmışsa kötülüyorlar. Devlet, ulus, ulusalcılık, toprak tümlüğü, bağımsızlık, güvenlik, Atatürk ve ilkeleri yerilecek, AB, ABD, NATO, Yunanistan, bölücülük, federasyon, şeriatçılık, çıkarcılık, tüm kötülük ve pislikler övülecek. Medyadaki bozguncuların, yıkıcıların, ahlâksızların, sapkınların, yalancıların, maşaların görevi bunlar.
Nüfus sayımı için yarım gün evde kalmaya demedik söz bırakmayan cici demokratlar, NATO kapatmalarında dillerini yuttular. Süslü, sesli sözde demokratlar saatlerce beklemeye katlanarak Bush’un yâverlerini dinlediler. Para ne kadar çok şeye kadir. Bilmiyorlar ki demokrasi islâm kültürüyle yapılmamış, özgür düşünceyle, bilgiyle, ahlâk ve erdemle gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İslâmiyeti gölgeleyen aykırılıklar, sömürüyle yaygınlaştırılmak isteyen kötülükler önlenmek istenmiştir. Demokrasiyi islâmiyete karşı göstermek çabası, islâmiyetten yakınanların bekledikleri ödün nedeniyle, yumuşak yaklaşımıdır. Yakınmaları demokrasiden değil islâmiyettendir. Ama işlerine gelince, Suudi Arabistan örneğinde olduğu gibi, en katı dinci rejim en demokratik düzen gibi kabul görmektedir.
Bu arada “Kemalist lâiklik-liberal lâiklik” gibi yapay ayrımlara, yararsız tanımlara girilmektedir. Faşistlikten şeriatçılığa geçerek gününü gün etmeye çalışan gerici ve çıkarcı karması, işine gelmeyen her oluşumu kötülemekten zevk almaktadır. Lâiklik lâikliktir. Bir tanıma sığdırmak, temelinden ayırıp kendince anlamlar yüklemek, uygulama yöntemlerine, yöneticilerin yaklaşımına bakış tanımlar kalkışmak usa aykırıdır. Değişik tanımları yapılabilir. İnançlar yönünden saygın bir yansızlığın yaşamın her alanındaki uscu, hoşgörülü, anlayışlı, eşitlikçi, insancıl yansımasıdır. Devlet-din ilişkilerinden, inanıp inanmamışın kınanmasına, yönetimde din kuralları yerine hukukun geçerliğine, varsayıma karşı gerçeğin, inanca karşı usun, dine karşı bilimin yeğlenmesine değin uzar. Ülke koşulları, gelenekler, toplumsal yapı, dinlerin ayrılığına bağlanan özellikleri, kültür ve eğitim düzeyi, alışkanlıklar, hattâ ekonomi bile uygulamayı etkileyen nedenlerdendir. Lâikliğimiz gerçek amacına ulaşmış, gerçek niteliği ve içeriğiyle uygulanmış değil ki liberalleşmesi istensin. Sanki aşırılık, sertlik, gereksizlik varmış gibi yumuşatılması isteniyor. Tıpkı “Ilımlı islâm” önerisi gibi köktendinciliğin, gericiliğin baskısı altında lâiklik gerektiği gibi yaşanmamaktadır. Sulandırılıp yozlaştırılmış değil, engellenmiş, karşı çıkılmıştır. Anlamsız, geçersiz ve etkisiz kılma çabaları devlet yöneticileri desteğiyle artmaktadır. Yitirilme tehlikesi yaşanmaktadır. Emniyette Fethullahçılar yazıları, her organda kadrolaşma haberleri, örgütlenme olanakları, akçalı güçleriyle karşıdevrimcilerin ağırlığı açık. ABD’nin Fethullah’ı konuk etmesiyle, PKK-KONGRA/GEL’i koruması arasında ayrım yapılamaz. Hoşgörünün ölçüsü kaçınca koruma ve destek sayılması doğaldır. İkisi de lâik Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı kullanılacağından korunmaktadırlar.

Siyasal Ninni

Halkımız enflasyonun düştüğü, büyüme hızının arttığı sözleriyle avutulmaktadır. Haksızlık, hırsızlık, soygun, hortum, gizli ortaklıklar, bayilikler, dokunulmazlıklar kim vurduya gitmektedir. SSK primlerini işçiye ödetmek, emekli aylıklarını indirmek, emeklilik yaşını artırmak, yeni af yasalarıyla kendilerini ve yandaşlarını kurtarmayı sürdürmek, 28 Şubat’ta uzaklaştırılan gerici öğretim görevlilerini üniversiteye döndürmek, sıkmabaşlıları çağırarak eğitim-öğretim ortamını bozmak unutturulmak isteniyor. Ödemeler dengesinin câri işlem açığı Ocak-Nisan 2004 toplamı 6.9 milyar dolar, dış borç 150 milyar dolar, iç borç 195 katrilyon, toplam borç 260 milyar dolar. Bağımlılığın gerçek nedeni ümmetçilik anlayışının ulusallığa ters düşmesi, engellemelere karşı yabancı desteğinde duraksanmaması ve çıkarın ilkelerin üstüne çıkmasıdır. Ne rastlantı. İçerde yaralamaktan yatanlar, para cezasını ödeyemediği için karanlıkta kalanlar varken 35 bin kişinin katiline af istemek, Yunanistan’ı sevindirmek, insanların gözlerinin içine baka baka kendi inanç katılıklarıyla toplumsal barışı yıkmak. Gerisi onları ilgilendirmiyor. Halkın alımgücü kalmamış, intiharlar, iflâslar, suçlar, bunalımlar artmış onlara ne. Düğün-dernek, alkış, şamata, türban-flama. Dünyada benzin varil başına 1,5 dolar ucuzlarken Türkiye’de %5 zam kimsenin umurunda değil. Yalan, dolan, haksızlık, adaletsizlik, kötülük, pislik, her tür aykırılık, bu mu dindarlık? Öbür yanda AB ve ABD ortaklığı, Irak’ın kuzeyinde kürt devleti oluşumuyla, Türkiye’yi sarsıp bölecek kimi kararlarla, askeri ambargolarla, Kıbrıs, Ege sorunları, Gürcistan, Ermenistan, İsrail olaylarıyla, iktidarları kullanıp halktan, hukuktan kaçarak bildiğini okumaktadır. Eğilen, izilip büzülen, azarlanıp küçümsenen, aşağılanıp dışlanan, yalvar yakar duruma düşüp sık sık kulağı çekilen, ağladıkça sırtı okşanıp yanağı sıkılan, zavallı yerine konulan ne verilirse onunla yetinen insanlar sanılıyoruz.
Sivas kıyımının yıldönümü, acıların yenilenmesiyle geçti. Sanıkların yurtdışına kaçmasından daha kötüsü onların getirilmesinin sağlanamamasıdır. Toplam seçmenin %25, oy kullanan seçmenin %35 oyuyla yasama organında %65 çoğunluğu bulunan AKP iktidarı, içerdeki kükreyişinin tersine dışarda süt dökmüş sevimli gibi. Başörtüsü kararı nedeniyle eleştiri, yandaşlarını kışkırtma sözleri, Cumhurbaşkanına, üniversitelere eleştirisi, halka sitemi yapmacık. DEP’lilerin gösterileri için bildiri yayımlayan milletvekillerini azarlaması da kabadayılık. Sorunların çözümü, barışçı, hukuka saygılı bir tutumun belirtisi yok. Zamların arkası kesilmiyor. Üniter yapıya aykırı İl Özel Yönetimler Yasası gündemde. Memurların geçim sıkıntısı, yaşam koşullarının ağırlığı dayanma çizgisini aştı. Soygunlar halkın sırtına yük oldu. Merkezden başarılamayanlar yerel yönetimler eliyle kotarılacak. Sayıştay’daki yandaşlarla silâhlı kuvvetler daha etkisiz duruma düşürülecek. Nasıl kürt liderler ABD’ne güvenip horozlanıyorlar, içimizdeki bölücüler AB’ne güvenip KONGRA/GEL ile Türkiye Cumhuriyeti’ni bir tutuyorsa, kimi siyasetçiler de kendilerini herşeyle, herkesle bir tutuyor. Kendinden başkasına hak tanımıyor, yol vermiyor. Okumayan bir toplumun sayrılıkları yaşanmaktadır. Uygar tepkiden uzak, her şeye katlanan, hak arama özgürlüğünün anlamını ve adını bilmeyen insanlar kötülüklerle başa çıkamazlar. Çeviri yasalar iktidarın sümeninde sırasını bekliyor. Batılılar buyurdukça gündeme getiriliyor.
Emperyalizm 1. ve 2. dünya savaşlarının ürünü. Günümüzde çirkinliğin örtülmesi, karşıtlığının önlenmesi için “Küreselleşme-Globalleşme” adıyla gündemde tutuluyor. Amaç değişmedi, adı değişti. Direnci kırmak için sıcak, süslü, ilgi çekici sözcükler seçildi. Neoliberalizm de vahşi kapitalizmin yeni adı. Özgürlük esintisi değil, derin, çok derin devlet dayatması. Üstelik ABD markası. Marshal yardımı, Truman doktrini, doğrultuları aynı. Şimdilerde BOP’tan GOP’a dönüştürülen NATO destekli izlence aynı (senaryonun yeni versiyonu) oyununun yeni uyarlanması. Irak, Afganistan’a Türkiye coğrafyasının değiştirilebileceği ekleniyor. Açıkçası ABD’nin amacı, ereği değişmedi. Din araç olarak kullanılıyor. ABD için her yol geçerli, her yöntem makbûl. Irkçılık, şeriatçılık kimi kafabozucunun, enseparlatıcının “yenilenme” dediği geriye dönüş. Çirkinlik, sömürü, her yönüyle faşizmin hortlaması, neofaşizm. Ortadoğu diktatörlüklerinin kimin sayesinde ayakta durduğu gözetilirse değinmemize katılmamak olanaksızdır. Ahlâksız ve adaletsiz demokrasi olmaz. Akılsız demokrasi hiç olmaz. Türkiye’ye dayatmak istediklerini petrol aldıkları ülkeler için düşünmeyenler inandırıcı olamazlar, bunlara asla güvenilmez.
Medyanın tutumuna aldırmayanlardan birisiyim. Kimleri hangi nedenyle nasıl dışladığını, unutturmaya çalıştığını, yalnız bırakmaya uğraştığını, kimlerin reklamını niçin yaptığını, onları nasıl kullandığını, kullanamadıklarına nasıl kızdığını biliyorum. Yalakalık ve yavşaklıkla aynı kişiye hem “gerici”, hem “komünist” etiketinin nasıl yapıştırıldığını gördüm. Birbirlerine saldırıları, dayanışmaları, karakter yapılarındaki benzerlikler, kişilik özellikleri, giderek değer yitimi nedenleri her gün yeni örneklerle izlenmektedir. Sözünde durmayan birisi yine benim Atatürkçü Düşünce Derneği’yle olmayan ilgimi ısıtıyor. Gerçekleri yansıtan yayınlar işine gelmeyenler benim çıkarım nedeniyle böyle yazıldığını söylüyormuş. Ne denilse boş. Ne çıkarım olabilir? Siz kimsiniz, nesiniz? Siz ne yaptınız, ben neler yaptım? Bilenler biliyor. Sizi, sanınız ne olursa olsun konuşmaya değer bulmam.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararı
Gericilerle yandaşları doymak bilmiyorlar. İşlerine gelince AB’ni ve organlarını övüyor, kapısında ellerini açıp yalvarıyorlar, işlerine gelmezse demediklerini bırakmıyorlar. Hem kim ve ne olduklarını unutarak, uslarını yitirmiş, terbiyelerinden soyutlanmış gibi. AKP lideri şimdiye kadarki sakıncalı sözlerinin en kötüsünü AİHM’nin başörtüsü kararı nedeniyle söyledi. Halkı kışkırtan, sokağa dökmeye, devlete ve güçlerine karşı çıkmaya, hukuk çiğnemeye özendiren sözleri AB’ne ne ölçüde yaraşır olduğunun göstergesidir.Halk sizi desteklemiyorsa demek ki haksızsınız, yanlış yoldasınız, dönünüz, vazgeçiniz. Bu dayatma ve inadı bırakınız. Uğraşacak başka şey mi yok? Otuz yıldır insanlarımızı başörtüsü yüzünden huzursuz ettiniz, toplumsal barışı sarstınız, öğretim-eğitim ortamını bozdunuz, gençleri kurunlığa attınız. Sizin iktidar hırsıyla inanç sömürüsü yapmanız nedeniyle gündeme gelen başörtüsü sorunu ülkeye zarar verdi. Hiçbir yararı olmadı. Özgürlük, kişisel tercih türü yapay gerekçelerle yaşama geçirmek istediğiniz başörtüsünün en sıkı biçimiyle Türkiye’nin görünümünü kararttınız, yanlış kanı uyandırdınız. Dinsel yönden hiçbir zorunluğu bulunmayan, küçücük kızların aldatılarak ya da ailesi, bir yakını zoruyla kullandığı örtü biçimiyle onları toplumdan ayırdınız. Devletin ilkelerine, hukukun gereklerine karşı duruma düşürerek kavgaya soktunuz. Anayasanın 4. maddesi gereğince 2. maddesindeki lâiklik niteliğinin değiştirilmesi önerilemezken, milletvekili andında Atatürk ilkelerine, ayrıca lâikliğe bağlı kalmak açıklığı varken, Anayasanın 153/son maddesi gereğince yasama organını bile bağlayan 7.3.1989 günlü, Esas 1989/1, Karar 1989/12 sayılı Anayasa Mahkemesi kararı ortada iken, Anayasa değişmedikçe bu karara uymak zorunlu iken, başka yargı kararları da bu doğrultudayken, bayan milletvekilleriniz ile bayan Bakanınızın başı kapalı değilken, AB ülkelerinde bu tür örtüler yasalar ve kararlarla yasaklanırken sizin direnmeniz büsbütün anlamsız, hattâ sakıncalı olmaktadır. Yitirilen zamana, insanlara, araç-gereçlere yazık oluyor. Anayasa ile oynamayınız, yasaları kullanmayınız, gençlere ve ailelerine acıyınız. Lâik cumhuriyete, Cumhurbaşkanına, yargıya, üniversitelere, aydınlara, başı açıklara karşı kışkırtmacılığı bırakınız. Bunlar bir Başbakana asla yakışmıyor. Bu tür, nerede ve nasıl biteceği belirsiz ayaklanma çağrısı içerikli konuşmalarla toplumsal barışı bozmayınız. Düğüne çağırmak için gittiğiniz Kralın eşinin başına bir daha bakınız. Ülkemize gelen müslüman inançlı devlet başkanlarının eşlerinin başlarının açıklığını anımsayınız. Devlete karşı hükümet, adalete karşı iktidar olmaz. AİHM, Anayasa Mahkemesi’nin yukarda açıklanan kararını doğrulayarak, sıkmabaş yasağının insan hakları ihlali olmadığını açıkladı. Kıyameti kopardınız. Hani AB’ne girmek için Anayasaları, yasaları değiştirmiş, uyum yasaları çıkarmıştınız. Hani bunlarla övünüyordunuz. Hani eksiğiniz kalmamıştı. Hiç anlamadığınız, bilmediğiniz belli olan hukuka kafa tutmanız sizi asla büyütmüyor. Sokağa karışan yok. Kızlarınızı başörtüsü için yurtdışına gönderip bu durumla bağdaşmayan bir ortamda yetiştirmeyi uygun buluyorsunuz, böylece örtüye ve altındaki saçlara sığınıyorsunuz. Bilimsel ve sosyolojik destekçilerin gazıyla siyaseti yozlaştırıyorsunuz. Köktendinciliğin simgesi olduğunu, ayrımcılığın tanıtma bayrağı gibi kullanıldığını bilmezlikten geliyorsunuz. Sizleri birleştirecek, siyasal yürüyüşünüzü etkileyecek başka araç yok mu? Dini kullanmak, kızları kandırmak zorunlu mu, koşul mu? Çağdaşlığı, aydınlanmayı, dostlukları, kardeşlikleri, saygıyı, güveni, temizliği, dürüstlüğü dışlayıp kuruntu, kuşku ve korkularla toplum yaşamı sağlanamaz. Türban adıyla kullanılan sıkmabaşı, sımsıkı başörtüsünü kimlerin niçin kullandığını Avrupa da öğrendi. Siyasal islâmın, ılımlı islâm sunumuyla yaşamı karartmasına, insanları birbirinden uzaklaştırmasına, hak ve özgürlüklerini kullanıp yaşamasına engel olmasını AİHM de uygun bulmadı. Başörtüsünün bağımsızlıkla, özgürlükle, kişisel tercih, bireyselleşmeyle, kendini anlatmakla, sivilleşmeyle hiçbir ilgisi yoktur. Dinle ilgisi olmadığı gibi. Dinle ilgisi olsa da hukuk devletinde kuralların ve ilkelerin üstünde yeri yoktur. Kişisel tercihlere değil, herkesi bağlayan kurallara uyulur. Dünyanın hiçbir yerinde Mahkemesinin kararına karşı çıkan, uymayan, tanımak istemeyen, uygulamayan iktidar görülmemiştir. Bilimsel eleştiri ayrı şeydir, saygıyla karşılayıp uymak ve uygulamak ayrı şeydir. Anayasa Mahkemesi’nin kararı hukukun üstünlüğünü, Anayasal lâiklik ilkesini savunanlarla alaya kalkışan, onları düşman ilan edip teröre hedef gösteren insanlık dışına düşenlere yanlışlıklarını, yanılgılarını gösterirken, AİHM Türk yargısının haklılığını vurgularken kimi siyaset adamının üniversitelerde başörtüsüne bu kararlara karşın destek vermesi acı bir belirtidir. AİHM kararı lâikliğin değerini, yaşamsal önemini bir kez daha anlatmıştır. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının lâiklik konusundaki çabaları bir kez daha en iyi duygularla anılmıştır. Usdışı, çağdışı düşünenler artık kendilerine gelmelidir. Kadınlarımızı aşağılayan, AB ülkelerinde dışlanmalarına neden olan, dogmanın katılıklarıyla yaşamı çekilmez kılan, gereksiz, anlamsız, yararsız uygulamalardan, bağnazlık yansıtan zıtlaşma ve inattan dönmek gerekir. AB ölçütlerine karşı çıkanlar AB’ye giremez. AB’yle bütünleşmek yalan olur. Kendilerine açılım getirecek, kullanacaklarsa yandaş olup tersine durumlarda karşı çıkmak ikilemi kimseyi kurtarmaz. Dinsel simgeler hukuk devletinde egemen olamaz, geçerli olamaz. Başbakanla Dışişleri Bakanı’nın eleştiri dışına çıkan sözleri, tehditleri, “Türban ayıbı” yakıştırması destek bulmamıştır. İktidar şakşakçısı yazarların Hıristiyan ve Jakoben bilinçaltına bağlayarak mahkemenin yanlı olduğunu, gerçekçi davranmadığını, önyargılı bulunduğunu ileri sürmesi, özgürlüğe, eşitliğe, çoğulculuğa karşı göstermesi bu kavram ve kurumları yeterince anlamadıklarını, kendi koşullanmışlıklarını ortaya koymaktadır. Usa, hukuka, demokrasiye, çağdaşlığa, uygarlığa, devrime, yargıya, kadınlara saygıya, kardeşliğe, barışa, esenliğe vurulan darbeyi görmezlikten gelenler spekülasyon suçlamasına bile kalkışabiliyor. Anlayış ve hoşgörü ilkelerde, ulus ve devlet yaşamını etkileyecek olumsuzluklarda sakıncalıdır. Özel yaşamla devlet yaşamını ayıramayacak duruma düşenler dayanışma çabasıyla tükeniyorlar.
Bir kez daha yineleyelim: “Türban” diye tanıtılıp kullanımı “özgürlük” diye savunulan sıkmabaş gerçekte geriye dönüş eğiliminin, lâik cumhuriyete karşı direnişin, gericiler arasındaki dayanışmanın simgesi durumuna getirilmiştir. Tutsaklığı, bağımlılığı, köktendinci karanlığı ve eskiliği, kadının dışlanmışlığını yansıtmaktadır. Geleneksel, yöresel, doğal, alışılmış başörtüsüyle hiçbir ilgisi yoktur. İnanç sömürüsünün aracı kılınmıştır. Zorlama, tümüyle yandaşları sıkmabaşçıların oyunu yitirmemek içindir. AB’ne girmek için Kıbrıs ödününü veren, asker kullanımı, üs açılımı, Ermeni soykırımı, kürt devleti, Ege, karasuları, kıt’a sahanlığı konularında yeni ödünlere hazır görünen iktidar sıkmabaş inadıyla AİHM’ne bile saldırmaktadır. Sıkmabaş AB’den daha mı önemlidir? Anayasa’yı Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay kararlarını dinlemeyen iktidar hukuksal geçerliliğini yitirir. AB, sıkmabaş yasağını AİHM kararına uymayı koşul getirirse ne yapacaktır? Dinden anlamayan, hukuk tanımayan aldatılmışların, bağnazların, inadı, dayatması mı önemli, AB mi önemli diye yine sorulacaktır. İktidardan yanıt istenecektir. AB’ne gerçekten girmeyi istiyorlarsa, verdikleri ödünleri anımsayıp, kendileri için ödün saysalar da sıkmabaştan vazgeçmelidirler. Başın içi dışından önemlidir.
Kamusal alan tanımı elbet sorunun çözümünde yararlı olacaktır ama asıl kalkış noktası amaç ve anlayıştır. Devlete ilişkin ve devlet işlerinin görüldüğü yerlerde görev yapanlar (hizmet alıp verme biçiminde) kurallara uymak zorundadırlar. Üniversite öğrencileri de öğrenim ve eğitim yapmakla görevlidirler. Abdullah Gül’ün saptırma ile konuyu hafife aldığı, kendi tutuculuklarını başkalarına yüklemeye çalıştığı görülmektedir. Bunların değişmesi olanaksızdır. AB’den tarih almayı girme gibi gösterip seçmenleri aldatarak baskın seçim bile düşünebilirler. Bunların inançlı olduklarına bile inanmak güç. Lâiklik konusundaki tutumları, başörtü dayatması da bölücülüktür. Ne var ki insanımız ciddi konularla, sanatla, bilimle pek ilgilenmemektedir. Yakında Recep Tayyip’in kızının düğünü, konuklar, kılıklar, armağanlar yine gazete ve dergilerin başsayfalarını doldurur. Üniversitelerde kamplaşmayı gösteren atama tepkileri yeni olaylarla arkada kalır. İmralı sultanı debdebeli yaşamını sürdürür, birçok yurttaş sürünür. Teröristler bağışlanır, devletini, ulusunu koruyanlar teröre açık tutulur. Başbakan, kızının düğününe ilişkin çağrı için yurtdışına gidip kralla görüşür. Ana muvafakat partisi durumuna düşen ana muhalefet partisi cılız tepkilerle toplumun tepkisini çeker. AKP iktidarı dikensiz gül bahçesinde oturmaktadır. Aydın işsizler ordusu partizanlık ve kadrolaşma nedeniyle giderek büyümektedir. Her yerde yandaş, her yerde sıkmabaş. Bakalım neler olacak arkadaş?


..

Apo Meclis’e! Ne Şaka, ne Paranoya!




Apo Meclis’e!  Ne Şaka, ne Paranoya!




GÖKÇE FIRAT
14.06.2004/Sayı:58


21 Temmuz 2003’te, bundan yaklaşık bir yıl önce, TÜRKSOLU’nun “Türk’ün Ateşle İmtihanı” özel sayısını çıkarttığımızda orada şu tespitlerde bulunmuştuk:
“...Türkiye Cumhuriyeti, geçtiğimiz 8 ayı bu hükümetle geçirmiştir. Son 8 ayda Türk devletinin ne kadar kırmızı çizgisi varsa hepsi paspas olmuş durumdadır.
8 ayın kısa bir bilançosunu yapalım:

1- Kıbrıs hemen hemen elden çıkmıştır.
2- Kuzey Irak’ta kukla Kürt devleti kurulmuştur.
3- ABD Türkiye’ye karşı silahlı harekata başlamıştır.
4- PKK neredeyse yasallaşmıştır.
5- PKK Ortadoğu çapında hareket etmeye başlamıştır.
6- Ordu pasifize edilmiştir.
7- Devlet şeriatçı kadrolarla doldurulmuştur.
8- Türban devlet giysisi haline gelmiştir.

Bu hükümet 8 ay daha başımızda kalırsa...

Bu 8 ay az, AKP biraz daha iktidarda kalsın dersek önümüzdeki 8 ayda neler olacağını da bilelim:

1- Kıbrıs tümden kaybedilecek, Rauf Denktaş Kıbrıs’tan sürülecek.
2- ABD Türkiye’yi Kuzey Irak’tan atacak.
3- Kuzey Irak’taki Kürt devleti resmen ilan edilecek.
4- PKK’nın başı hapisten çıkıp, yasal siyasete atılacak.
5- Cumhurbaşkanlığı kaldırılıp Başkanlık sistemine geçilecek, sonra bu başkanlık hilafete dönüştürülecek.
6- MGK kaldırılacak, Genel Kurmay halifeye bağlanacak.
7- Başı açık gezmek yasaklanacak
8- Atatürkçülerin idam edilmesi için Hilafet orduları kurulacak.
...

Bu yazdığımız 8 maddeyi iyi okuyun. TÜRKSOLU’nun bundan bir yıl önce yazdıkları kimileri için kötü bir şaka, kimileri için bir paranoya, kimileri içinse en hafifinden abartmaydı.
Tehdidi algılamayan ve geleceği göremeyen kafalar Türkiye’nin bu hale getirilmesine yol açmıştır. Yine aynı kafalar, bugün de tehdidi görememektedir.”
Düşmanımız ve biz
Tespitlerimizin ne kadar doğru çıktığını ortaya koymak için yazmıyoruz bunları, okurlarımız zaten gazetemizin yaptığı tüm siyasi tespitleri tarihin doğruladığını çok iyi bilirler. Bizim anlatmak istediğimiz, Türkiye’nin göz göre göre buraya getirildiğidir.
PKK terör örgütü, bir stratejik plan uygulamaktadır. Bu planın son noktası, bağımsız büyük Kürdistan’ın kurulmasıdır. Ancak hedefe ulaşmak için, o hedefi yakınlaştıracak bazı ara hedeflerin belirlenmesi gerekmektedir. Küçük hedeflerden büyük hedefe, ara aşamalardan ana palna varılacaktır.
Karşımızdaki düşmanın niyetinin ne olduğunu biliyorsak, onun atacağı adımların sonuçlarını önceden kestirmemiz gerekir. Düşmanın attığı her adımın, kesinlikle bir sonucunun olacağını bilmemiz gerekir. Düşman, “etkinlik olsun diye” faaliyet yürütmez, yürüttüğü tüm faaliyetlerin bizi bölecek hedefleri vardır.
Fakat değil düşmanın adımlarının takip edilmesi, karşımızdaki terör örgütü düşman olarak bile kabul edilmemiştir. Türkiye’de yaratılan hava şudur: Kürtler ezilmekte ve bazı kültürel-demokratik haklar talep etmektedirler. Bu talepleri bahane eden bir terör hareketi doğmuştur ama devlet o terör örgütünü etkisizleştirmiştir. Şimdi o terör örgütü ve onun uzantısı olan siyasal parti, düzen içine çekilmiştir. Bu nedenle ortada Türkiye’nin bölünmesi geibi bir tehlike yoktur.
Oysa bizim böyle okuduğumuz tabloyu, terör örgütü ve onu besleyen Batı merkezleri şöyle okumaktadır: Türkiye’yi bölme planımız için terör yolu ile önemli bir askeri güç zaten oluşturduk. Şimdi bu askeri gücü geri çekip bazı manevralarla kendi terörümüzü meşrulaştıralım. Bunun için öncelikle kültürel ve demokratik haklar isteyelim. AB ve ABD’de bunun arkasında olunca Türk devleti boyun eğecektir. Ayrı dili, ayrı kültürü kabul edilen topluluk, artık millettir. Bu milleti yaratmak yetmez, bu milletin kendi milli liderlerinin de olduğunu kabul ettirelim. O nedenle DEHAP’ı bu milletin partisi olarak kabul ettirelim, liderlerini de lider olarak kabul ettirelim.
Kimlikten millete, milletten milli lidere,
sonra gelsin Barış Gücü
Geldiğimiz noktada PKK terör örgütünün üyeleri olduğu açıkça ispatlanmış dört bölücünün salıverilmesi çok öemli bir aşamaya geldiğimizi ortaya koymaktadır. Düşman startejisi başarı kazanmıştır. Düşman şu gerçeği Türk devleti dahil herkese kabul ettirmiştir:

-Bizim Türk milletinden ayrı bir kimliğimiz var.
-Bu kimlik milli bir kimliktir.
-Bu kimlik ayrı bir dile sahiptir.
-Bu kimlik artık kendini ifade etmektedir.
-Bu kimlik milli bir kimliktir.
-Milli kimlik milli liderine sahip çıkar!

Bu dört teröristin salıverilmesi, terör yoluyla yaratılan bir azınlığın, liderliğine sahip çıkması, hatta onu hapisten bile kurtarmasıdır. Böyle büyük bir başarıyı elde eden azınlık, kendi kimliğine daha bir inançla sarılacak, hedefe yaklaştığını bilecek, daha fazla motive olacaktır. Bir terör örgütünü ve bu örgütünün kontrolüne girmiş kitleleri, en fazla motive edecek şey, sanırız budur.
Sanırız diyoruz, çünkü birşey daha var...
Çünkü esas liderleri hâlâ içerde. O halde yeni hedef bellidir, liderliğin özgürlüğüne kavuşturulması!
Doğrusu terör örgütü bu hedefi için de önemli yol katetmiştir. Önce bu sözde liderin asılmaması için Meclis’ten yasa çıkarttılar. Sonra onun artık demokrat bir filozof olduğunun propagandasını yaptılar. Liderleri şu an öyle yazılar yazıyor ki kimse bu adamcağıza terörist demez: Varsa yoksa kadın, aşk, seks. Yani yeni bir Ahmet Altan doğuyor İmralı’da!
Şimdi Apo’nun davası AİHM’de. Orada onun bir adada hapsedilmesinin demokratik olmadığı ortaya çıkacak. Ve Türk devleti onu diğer terör mahkumlarının da olduğu bir hapishaneye nakledecek. Çünkü Türkiye’nin altına attığı o AB Kriterleri’ne göre bunu yapması gerek!
Adadan normal hapishaneye geçen Apo, böylece özgürlüğe biraz daha yaklaşacak. Sonra bir af ve tıpkı bu dört terörist gibi ver elini özgürlük...
Dört terörist çıkar çıkmaz Dışişleri Bakanı ile görüştüler. Sonra da Genel Kurmay Başkanı’na ateşkes çağrısı yaptılar. Şimdi sırada 7 ili kapsayan bir ‘yurt gezisi’ pragramları var.
Bunların yaptığını, Apo da aynen yapacaktır. Ama onu Dışişleri Bakanı değil, Başbakan karşılar! Bugün Barzani ile Talabani ile hareket edenler, Apo ile hayli hayli eder. O zaman Rum Kürt ittifakı da Meclis’e taşınmış olur. İki yıldır söylüyoruz, dilimizde tüy bitti, göreceksiniz Apo Meclis’e de girecek! Girecek çünkü düşman ortada ama devlet yok! Bu terör örgütü ile mücadele etmek benim görevim diyen bir organ hâlâ ortada yok.
Bunun nelere mal olacağını ise yine biz söyleyelim. Terör örgütünü devlet durdurmazsa, millet durdurur. O zaman ortaya bir iç boğazlaşma çıkar. Ama bu boğazlaşmayı kullanacak olan yine Batıdır. Ondan sonra Kosova’da, Ruanda’da, Somali’de görevlendirilen NATO ya da BM Barış güçleri gelip ülke yönetimine el koyarlar.
Yani Apo’ya ses çıkartmayanlar, sanmasınlar ki Meclis’te Apo ile birlikte bu ülkeyi yönetebilirler. Türkiye’ye çizilen senaryo farklıdır. Türkiye mozaik diyenler Türkiye’yi mozaik devletçiklere bölmek için buraya Barış Gücü ile gelecekler. Bugün yaşadıklarımız, o müdahaleyi meşrulaştıracak etnik boğazlaşmanın ön adımları sadece...