8 Mart 2015 Pazar

PATRİOT FÜZELERİ VE TÜRKİYE





PATRİOT FÜZELERİ VE TÜRKİYE 



21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü                        
Anayasal Düzen-Hukuk-Adalet Araştırmaları Merkezi
18 Eylül 2009 Cuma
Alaettin Parmaksız tarafından yazıldı.

12 Eylül’ün yıldönümü tartışmaları yapılırken medya’ya düşen bir haber gündemi oldukça değiştirdi.

Gündeme düşen haber Türkiye'nin ABD'den Patriot füzeleri alacağı ve toplam maliyetinin7.8 milyar dolar olacağı, ABD hükümetinin satışın onaylanması için 
Amerikan Kongresine talepte bulunduğu şeklindeydi. 

Genelde basınımızda zaman, zaman yapıldığı gibi haber, gerçekle gerçek dışını çorba yaparak vermişti. Ancak ana konumuz bu değildir bu teknik ayrıntı 
incelemenin içinde zaten ortaya konulacaktır. Bu inceleme'nin birkaç amacı vardır. Bu nedenle uzunca bir inceleme olacaktır. Tehdit nedir. İran Türkiye'ye 
bir tehdit midir? Mevcut tehditler kapsamında Türkiye'nin Patriot füzelerine ihtiyacı var mıdır? Silahlanma mekanizmaları nasıl çalışır, kararlar nasıl 
alınır. Olayın ekonomik ve siyasi yönleri nelerdir kısaca yaşadığım tarihsel iki olay da aktarılarak konu incelenecektir. 

Anlaşılmayıkolaylaştırmak açısından konu:

Tehditler gözönünde bulundurularak teknik yönü ile Patriot Füzelerine ihtiyaç olup olmadığı,

Ortadoğu Coğrafyasıolayın siyasi boyutları olarak,

Ekonomik boyutları,olmak üzere üç ana başlık altında incelenecektir.

Tehditler gözönünde bulundurularak teknik yönü ile Patriot Füzelerine ihtiyaç olup olmadığının incelenmesi.

Bir silah sistemine ihtiyaçolup olmadığınıbelirleyen birinci faktörülkeye yönelik tehdit ve bu tehdidin ortadan kaldırılması için alınacak tedbirlerdir. 
Doğal olarak bütün askerler savunma açısından tehdidi minimize etmek isterler, bu onların görevidir. Yani Ordu ülkeye yönelik olabilecek bütün tehdit ve risk 
ihtimallerini kısa orta ve uzun vadeli olarak değerlendirerek bu tehditleri ortadan kaldırarak ülkenin bekasını sağlayacak tedbirleri geliştirir. 

Bu tedbirlerin içine savunma sanayinin gelişmişlik durumuna göre ihtiyaç olan sistemlerin milli olarak üretimi, ortak üretim veya satın alması şeklinde 
tecelli eder. Bu sadece olayın kamuoyunca görünen yüzüdür. Görünmeyen ve çok önemli diğer yüzü de bu planlamaya paralel sistemi kullanacak personelin 
yetiştirilmesi, sistemin idamesini sağlayacak lojistik sistemin kurulmasıdır ki bazen bu konu yıllar alır. Bu nedenle sistemlerin temini hakkında ilke kararı 
alındığında Silahlı Kuvvetler personel yetiştirmeye başlamalıdır. Aksi halde sistem envantere girdiğinde onu kullanacak personel bulunmaz.

NATO ve Dünyanın bütün gelişmişordularında hava savunma sistemleri üç kademelidir. Alçak irtifa hava savunma sistemleri, Orta irtifa hava savunma 
sistemleri, Yüksek İrtifa hava Savunma sistemleridir. Kısaca değinmek gerekirse alçak irtifa hava savunma sistemleri, klasik hava savunma silahları ile kısa 
menzilli füzelerden oluşan bir sistemdir. Orta irtifa hava savunma sistemleri ise menzili daha uzun bazı füzeler ile Hava Savunma uçaklarının oluşturduğu bir 
sistemdir. Yüksek irtifa hava savunmasını ise daha uzun menzilli (Patriot, S-300 benzeri) Füzeler sistemi ile hava savunma uçaklarından oluşur.Füze sistemleri 
genelde uzaydaki bilgi sağlayan uydularla desteklenir.

Şöyle bir açıklama yapalım eğer ciddi bir tehdit ile karşı karşıya iseniz, o tehdidin kullanılacağı ortam sizin göklerinizse, savunamadığınız gökleriniz 
sizin değildir ve hasmınız orayı size karşı kullanır. Bu açıkladığım yöntem klasik anlamda hava savunmasında planlamaya esas alınmak zorundadır. 

Tehdit nedir? Bu konuda çok değişik ve karmaşık tarifler yapılabilir. Askeri anlamda Ulusal menfaatlerimizin çatıştığıbir ülkenin elinde bulunan ve 
kullandığızaman bizim bekamızıtehlikeye sokan imkan kabiliyetleridir. Ordu açısından hasım devletin silahlı Kuvvetlerinin imkan ve kabiliyetleridir. İçinde 
bulunduğumuz çağda tehditler ve riskler sadece hasım ordular değildir. Tehdit nasıl belirlenir? Bu konu TSK tarafından sürekli yapılan bir değerlendirmedir. 
Türkiye'ye yönelik tehditler sürekli analiz edilerek ana değişiklikler varsa konuyu MGK'na getirerek karar alınmasını teklif eder. Yani şimdi Patriot Füzeleri  nin ihtiyaç olarak belirlenmesi için MGK'nın İran'ı Türkiye için tehdit olarak belirleyip buna yönelik tedbirlerin alınmasını hükümete tavsiye etmiş, hükümette bu konuda ki siyasi değerlendirmelerini de yaparak tedbirler geliştirmesini TSK'den talep etmesi gereklidir. Normal çark bu şekilde işler veya Silahlı Kuvvetler tehdidi ortaya koyarak alınması gerekli tedbirleri teklif eder. Bu teklifler doğrultusunda sistem üretilecek mi satın mı alınacak çalışmaları yapıldıktan sonra Savunma Sanayi Müsteşarlığı görevlendirilir. Böyle bir değerlendirme yapılıp yapılmadığını bilmiyoruz. Ancak siyasi iktidarın özellikle Kıbrıs ve Ermenistan konusunda yanlış uygulamaları olsa da dış politikada ortaya koyduğu temel bir görüş vardır. Komşuları ile olan sorunları çözerek sıfır sorunlu komşular haline getirmek.

Bu konuya tekrar döneceğim ancak hemen şunu belirtmekte yarar var. Klasik anlamda ki bir savunma planlamasından hareket edersek Türkiye'nin yüksek irtifa hava savunmasında zafiyet vardır. Ancak Varşova paktının yıkılmasından sonra artık dünyadaki tehdit algılamaları değişmişsalt komşularınsilahlanması bir tehdit olmaktan çıkarılmıştır. Bunun yerine ekonomik çıkarların korunması öncelikli hale gelmiştir. Bu nedenle ülkelere saldırı ya ekonomik olarak yapılır 
ya da Psikolojik harekatla desteklenmiş elitlerin beynine yapılan bilgi savaşıyla desteklenir. Günümüzde Ekonomik mücadele ve ekonominin can damarı olan 
ham madde kaynaklarına erişim daha öncelikli hale gelmiştir.

Yüksek irtifa hava savunmasında zafiyet olduğunu belirtmiştim. Bu zafiyet Varşova Paktıyıkılmadan çok ciddi olarak değerlendirilebilirdi. Zira Sovyetlerin 
Sıcak denizlere inmek perpektifinde geliştirdiği silah sistemleri ve füzelerülkemiz açısında ciddi bir tehditti.

Şimdi kimse Sovyetlerin en azından orta vadede bu şekilde tekrar ortaya çıkacağınıiddia edemez. O halde haberlerde söz konusu olduğu gibi İran'ın 
Nükleer silahlanmasıve Füze sistemlerini geliştirmesi Türkiye için tehdit mi? sorusunu sormamız gerekir.

Bu soruya yalın olarak verilecek askeri güç mukayesesi projeksiyonunda verilebilecek cevap evet tehdittir. Ancak iki ülke arasındaki tarihi ilişkiler 
gelişimi, sosyal yapı, inanç anlayışı, ekonomik ve politik ilişkiler ile en önemlisi geleceğe ait ortak çıkarlar bir ülkenin tehdit kategorisine alınıp 
alınmamasına etki eder.

 Orta Doğu coğrafyası ve olayın tarihi ve siyasi boyutu

Şimdi kısaca İran'la olan tarihi ilişkilere bakarsak İran'la 1639 yılında imzalanan Kasr-Şirin antlaşmasından bu yana toprak talepli bir çatışma olmamıştır. 

Sosyal yapıya göz atarsak, İran Nüfusunun önemli bir bölümü Türk asıllı olup bunun dışında kalan Farslar'ın da halk olarak Türklere bakışının negatif 
olduğunu iddia etmek gibi bir iddiayı destekleyecek bilimsel veri elimizde yoktur.

İran'ın inanç yapısı ile Türkiye'nin ki oldukça farklıdır. Ancak bu farklı inançlar politik arenaya taşınmadığı sürece bir sorun yaratmamıştır. Sorun 1980 
de İktidara gelen Humeyni ve onu takip eden yöneticilerin özellikle 20 yıl boyunca rejim ihracına yönelik politikalarından kaynaklanan bir anlaşmazlık 
olmuştur. Bu rejim ihracı en çok Türkiye'ye yönelik olmuş, en ziyade saldırılar Cumhuriyete ve onun kurucusuna yöneltilmiştir. Halen de bu saldırılar bazen 
yapılmakta şuur altlarından kolayca atılmamakta, Ülkemize gelen İranlı yetkililer Anıtkabire gitmemektedirler. Ancak kimse bunları önlemenin yolunun Patriot füzesi almak olduğunu söyleyemez.

Özetle İran bizim için silahlanmıyor, dünyanın ekonomik orjinli paylaşım savaşında zengin petrol yatakları nedeniyle hedef olduğunun farkındadır. Kendi 
başına Saddam'ın başına gelenlerin gelmesini istemediği için caydırıcı bir güç elde etmeye çalışıyor.Sanırım 1956 yılında petrol şirketlerini millileştiren 
Musaddık'a yapılanlarda hafızalarının derinliklerinde durmaktadır. Yoksa İran, Ortadoğu da diğer devletler gibi paylaşıma ve sömürüye açık olsa batının ve 
ABD'nin en büyük müttefiki olur. Tıpkı Şah döneminde olduğu gibi.

Türkiye ile İran arasındaki ekonomik ilişkiler her geçen gün artarken, coğrafyası nedeniyle birçok konuda İran ülkemize bağımlıyken ve arada aramızda 
ciddi bir anlaşmazlık yokken İran neden ülkemizi karşısına alsın? İran'ı aptallar yönetmiyor ve onlarında köklü bir devlet gelenekleri var. İran açısından Türkiye'yi karşısına alacak, yani bizi tehdit görecek hiçbir politik ve askeri durum ortada yoktur. Şimdi şunu söyleyebiliriz. Politik olarak İran bölgede bir güç olmak istemektedir. Bu konuda da kendisine rakip olarak Türkiye'yi gördüğünden ekonomik ve siyasi anlamda belli bir çekişmeyi yürütmüştür ve halen de yürütmektedir. Ancak İran Silahlı Kuvvetleri ve İran ekonomisi Türkiye'ye karşı bir savaşı göze alacak ve sürdürecek imkan kabiliyette değilken neden birkaç füze ile ülkemizi tehdit etsin.

Geleceğe yönelik ortak çıkarlar açısından konuya baktığımız zaman Varşova Paktı'nın yıkılmasından sonra ortaya çıkan Avrasya Coğrafyasındaki politik durum ve ekonomik imkanlar bu bölgede iki ülkenin mümkün olduğu kadar çıkarlarını bir birine yaklaştırarak ortak hareket etmesini gerekmektedir. Kafkaslarda istikrar ancak böyle sağlanabileceği gibi BOP'un engellenmesi de ancak bu şekilde olur. Dışişleri Bakanlığı da İran'la ilişkileri geliştirmek için büyük çaba harcamakta olup yavaşta olsa yol alınmaktadır.

Yani hangi pencereden bakarsan bak, İran Türkiye için bir tehdit değil bölgede önemli bir ekonomik ve politik rakiptir. O zaman bu Patriot işi nereden çıktı 
işte şimdi 15 sene önce yaşanmış bir hatıramı nakletme zamanı geldi.

AMERİKA'NIN SAVAŞMANİPLASYONLARI

Anlatacağım olay Güney Kore'de bire bir yaşanmıştır. Ben 1993-1995 Yıllarında Güney Kore'de askeri ateşe olarak görevliydim.

Güney Kore de ilk defa demokratik diyebileceğimiz seçim 1993 yılında yapılmış ve Kim Yongsam Başkan seçilmiştir. Başkan seçim propagandasında iki sloganıöne çıkarır. Eğer seçilirse Güney Korelilerce kutsal dağolarak kabul edilen ve Seul'un ortasında bulunan Namsan dağındaki yabancılar buradan çıkarılıp evler yıkılacak ve burasıhalka açık yeşil alan yapılacak. İkincisi de Kore deki Amerika'nın askeri varlığına son verilecektir. Amerika'nın BM kapsamında 8 
Ordusu Güney Kore de konuşludur. Güney Kore Silahlı Kuvvetleri Kore savaşından 1995 yılına kadar bu ordunun harekat komutasındadır.1995 yılında Milli Komutaya geçmiştir. 

Kim Yongsam seçimi kazanır. Bende bütün diğer ülke diplomatları gibi Namsan Dağında ki bir Apartmanın 22. Katında oturuyordum. Bize evlerin boşaltılması 
için tebligat yapıldı ve belli bir süre verildi. Sonuçta Namsan Dağındaki bütün apartmanlar ve villalar yıkıldı. Bu arada Amerika ile askerlerin geri çekilmesi 
için yapılan görüşmelerde mutabakat sağlandı ve 44 bin olan Amerikan askerleri 38 bin civarına düşürüldü. 

1994 yılında tampon bölge de sürdürülen barış görüşmeleri çıkmaza girdi ve arkasından hafiften Amerikan gazetelerinde, Kuzey Kore'nin nükleer kabiliyet 
kazandığıve Güneye saldırabileceğine dair yayınlar başladı. Daha sonra bu yayınlar hızla artarak Güney Kore'de önce İngilizce yayın yapan daha sonra da 
Korece yayın yapan gazetelere sıçradı.

Olayın ciddiyetine inandırmak maksadıyla ABD tarafından Amerikan üslerini hava ve füze saldırılarına karşı korumak maksadıyla Patriot bataryaları yerleştirildi. Amerikan Büyükelçiliği NATO ülke Büyükelçiliklerine savaş çıkması halinde hava alanlarının kapatılacağı, dost ve müttefik ülke diplomatlarının Amerikan üslerine tahliye edilebileceğini, gibi söylemler geliştirildi. Hatta gayri resmi olarak böyle bir savaş çıkarsa Türkiye'nin 1950 de olduğu gibi Kore'ye yardıma gelip gelmeyeceği soruldu. Bende kendilerine bu konuların ateşe'nin karar vereceği bir konu olmadığını, Türk Devleti'nin karar mekanizmaları olduğunu belirtince şahsi görüşün ne diye sordular. Resmi görevli olarak şahsi görüşlerimi değil TSK'nın görüşlerini yansıtabileceğimi belirttim. 
Böylece yükselen tansiyona diğer kordiplomatiği de dahil etmek istiyorlardı. Türk Büyükelçisi de bunun bir provokasyon olduğunun bilincinde idi. Teşekkür 
ederek tahliye isteğimiz olmadığını belirttik.

Ancak her gün haberlerle tansiyon yükseliyor televizyonlarda düzenlenen açık oturumlar Korelileri iyice endişelendiriyordu. Aslında Televizyonlar kontrol 
altındaydıancak İngilizce yayın yapan Amerikan ordu kanalı olan AFKN olayı sürekli gündemde tutarak körüklüyordu.

Güney Kore gazeteleri endişe içinde Kuzeye çok yakın olan sanayinin nasıl saldırılardan korunacağını işlemeye başladı. Heyecan yavaş, yavaş halka mal 
ediliyordu. Nihayet Güney Kore Amerika'dan sanayi tesislerinin hava savunması nı sağlamak maksadıyla bir batarya Patriot füze savunma sistemi satın almak istedi. 

Ancak Amerikalılar buna yanaşmadısizin ihtiyacınız altıtabur dediler. Halk savaşpsikozuna girince Başkan Kim Yongsam ABD ziyaret etti. ABD bir açıklama 
yaptı " dostlarımız istediği sürece biz onları terk etmeyiz" diye. Böylece askerlerin çekilmesi bir lütuf olarak durduruldu ve 6 Tabur Patriot Füzesavar 
sistemi Güney Kore'ye satıldı. Yaklaşık maliyetinin altı milyar dolar olduğu o zamanki gazetelerde yer almıştı. Yine belirtildiğine göre bu sipariş sayesinde 
sistemi üreten firma ayakta kaldı. 

Başkan Amerika'dan döndükten sonra savaştamtamlarıyavaşladı. Bir ay sonra da unutuldu. Ne zaman İran ve ya Kuzey Kore'nin nükleer faaliyeti söz konusu olsa 
bu olayıhatırlarım. Aynıoyun Irak işgali öncede Irakta kimyasal ve biyolojik silahların tespit edildiği yalanıBM de dillendirildi. Savaştan sonra da bir şey 
bulunamadı. Olmayan şey bulunamaz. Şimdi ister istemez ülkemizde de aynı manipülasyonlar yapılıyor mu diye düşünmeden yapamıyorum. 

Konu incelenirken ülkelerin jeostratejik konumun milli politikaları yönlendirmesi büyük önem arz etmekte olup kısaca bu konuya göz atalım. 

Dünyada bütün ülkelerin milli politikalarının ana eksenini onun coğrafyası belirlemektedir. Yeryüzünde işgal ettiği coğrafya her ülkenin uluslararası 
ilişkilerdeki politik davranışlarını ve hareket tarzlarını direkt olarak etkiler. Hiç bir ülke coğrafyasının ona yüklediği sorumluluklardan kaçınamaz. 
Çünkü devletler coğrafyaları ile bir bütündür. Ülkelerin coğrafi konumları uygulanacak ulusal, bölgesel ve evrensel politikaların ana belirleyicilerinden 
biridir.

Coğrafi konumun politikayıetkileri konusunda en yetkin çalışmaları yapan E.Korg. Suat İlhan "Coğrafyalar jeopolitiğe, jeopolitik politikaya kaynak olur, yol 
gösterirler. Bu sebeple jeopolitik, coğrafyanın, politikaya verdiği yön olarak tanımlanır" şeklinde açıklamaktadır.

Türkiye Cumhuriyetinin işgal ettiği coğrafyanın yerini dünya üzerinde gözönüne getirdiğimiz zaman, bu konum yüzyıllardır emperyal güçlerin mücadelesinin merkez noktasında kalmakta olduğunu görürüz. Bu nedenle coğrafyamız fırsatlarıve tehditleri aynı anda ortaya çıkarmaktadır. Devleti yönetenlere düşen sorumluluk ortaya çıkan tehditleri fırsatlara dönüştürebilmektir.

Eğer tehditler fırsatlara dönüştürülebilirse Ülkemiz bölgesel bir güç olarak Cumhuriyetin 100. yılınıkutlayacak, aksi takdirde sürekli beka sorunlarıile 
karşı karşıya kalacaktır.

Türkiye yine coğrafyasının ona yüklediği zorunluluk nedeniyle coğrafi olarak konumlandırmaya uygun olan bir kıta ve ada devleti değildir. Ancak kolayca bir 
kıta içi devleti veya kenar devleti de diyemiyoruz. Bu tanımlama baktığımız pencereye göre değişmektedir. Eğer Türk jeopolitiğine bir Türk gözü ile 
bakarsak; Afrika, Avrupa ve Asya'nın kesişme noktasındaki bir kıta içi devlet olarak görülür. Ancak Soğuk savaş döneminde komünizmin sıcak denizlere inmesine mani olacak stratejiler açısından bakıldığında bir kenar devletidir. 

Doğaldır ki ülkelerin politikalarınıbelirlemede coğrafyalarının yanında tarihleri ve kültürleri de çok önemli rol oynamaktadır. Gurur duyduğumuz tarihimizin yüklediği sorumluluklar aynı zamanda coğrafyanın ortaya koyduğu zorluklarla doludur. Bunu kısaca açıklamak gerekirse Türkiye kendi Milli çıkarlarını koruyabilmek için batıda Balkanlar, Güneyde Akdeniz ve Ortadoğu, Doğu da Kafkaslar bölgesi doğrudan ilgi alanındadır. Ancak bu bölgeler aynı zamanda dünya çıkarlarının çatışma noktaları olup politik istikrara da sahip değildir.

Türkiye Soğuk Savaş döneminde NATO'nun güney kanadında bir kenar kuşak görevi icra etse de 1990'lar da Varşova Paktı yıkıldıktan sonra tam bir merkez ülke özelliği kazanmıştır. Özellikle Kafkaslar da hem kıtaları birbirine bağlayan bir menteşe hem de Kafkasların kapısını açan bir kilit durumundadır.

Soğuk savaşın sona ermesinden sonra Avrasya enerji kaynaklarına yönelen ABD için Türkiye Coğrafyasıayrıbir önem kazanmış durumdadır. Bu bölgenin önemi en iyi şekilde Büyük Satranç Tahtasında Briziniski değerlendirmiştir. Bu değerlendir me özetle aşağıya çıkarılmıştır.

Büyük satranç tahtasına göre Kafkaslar:

Bugünün Avrasya Balkanlarındaki(Kafkaslar anlamında) rekabet direkt olarak üç komşu gücün arasındadır. Rusya, Türkiye ve İran. Bu rekabetin içinde uzaktan 
uzağa Çin, Ukrayna, Pakistan, Hindistan ve Amerika da vardır.

Üç ana rakip yalnızca jeopolitik ve ekonomik çıkarlarla hareket etmezler; tarihi dürtüler de işin içindedir. Her biri bir zamanlar bölgede siyasi veya kültürel 
açıdan egemendiler. Her biri diğerine kuşkuyla bakar. Aralarında kafa kafaya bir savaşpek olası değilse de rekabetin kümülatif etkisi bölgesel kaosa yol 
açabilir. 

Türkler ve İranlılar da bölgenin tarihi rakibidirler. Son yıllarda bu rekabet canlanmıştır. İran'ın İslam toplumu kavramına karşı Türkiye modern ve laik bir 
alternatif olma imajınısunmaktadır. 

İran'ın cari jeopolitik hırsları Türkiye kadar geniş kapsamlı olmamakla birlikte (daha ziyade Azerbaycan ve Afganistan'a yöneliktir), bölgedeki tüm Müslüman 
nüfusu (Rusya'nın kendisi bile) İran'ın dini çıkarlarının hedefidir. Gerçekten de Orta Asya'da İslam'ı canlandırmak İran'ın başlıca hedefleri arasındadır. 

Öte yandaki Çin'in genel jeopolitik menfaati Rusya'nın egemen rol arayışıyla çatışma halinde, Türkiye ve İran'ın tamamlayıcısı niteliğindedir. 

Görüldüğü gibi bu cadıkazanında kaynayanlar jeopolitik güç, muazzam potansiyel zenginlik, milliyetçi/dinci misyonların tatmini ve güvenliktir. Ancak bu yarışın odak noktası erişimdir. Sovyetler Birliği'nin çöküşüne kadar bölgeye erişim Moskova'nın tekelindeydi. Bütün demiryolları, gaz ve petrol boru hatları, hatta hava ulaşımı merkezden geçiyordu. Rus jeopolitikçileri bunun böyle kalmasını tercih ederler, zira bilmektedirler ki bölgeye erişimi kontrolü altında tutan jeopolitik ve ekonomik ödülü de kazanma şansına sahiptir. 

Amerika'nın bölgedeki jeostratejik konumu çok açıktır: Amerika Avrasya'nın bu kısmında egemen olamayacak kadar uzak fakat olaylardan uzak duramayacak kadar güçlüdür. Bölgedeki bütün devletler yaşamlarını sürdürmek için Amerikan varlığınıgerekli görmektedirler. Rusya, bölgedeki tek egemen devlet olamayacak 
kadar zayıf, fakat büsbütün dışlanamayacak kadar yakın ve güçlüdür. 

Türkiye ve İran etkili olacak kadar güçlüdürler fakat kendi sorunları dolayısıyla kuzeyin kafa tutmasını veya bölgenin iççatışmalarını önleyemeyebilirler.(Öyleyse ABD'NİN ekonomik ve politik çıkarları açısından bu iki ülkenin güçlü olmaması gereklidir) 

Sonuçta Amerika'nın birincil menfaati, bu jeopolitik alanda tek başına hiçbir gücün hakim olmamasını sağlamak ve global toplumun buraya finansal ve ekonomik erişimini temin etmektir. 

Amerika'nın en kuvvetli jeopolitik desteğine layıkülkeler Azerbaycan, Özbekistan ve Ukrayna'dır. Bölgede Amerika, istikrarlı ve batıya dönük bir Türkiye ile aynı 
ortak çıkarları paylaşmaktadır. Türkiye'nin gidişatı ve yönelimi Kafkas ülkelerinin geleceği için özellikle belirleyici faktör olacaktır. 

Bölgesel dengenin kurulmasıve sürdürülmesi, Amerika'nın Avrasya jeostratejisi nin temel hedefi olmak zorundadır. 

Yukarda ki değerlendirme her ne kadar ABD'nin çıkarlarıaçısından konuya bakıyor olsa da bölgenin ve iki ülkenin önemini doğru şekilde ortaya koymaktadır.   

Ekonomik boyutlar açısından konunun incelenmesi

Konunun ekonomik boyutunu incelediğimiz zaman ortaya atılan rakamlar oldukça yüksek olup Türk Ekonomisinin kaldıracağı bir yük değildir. Ancak şunu da belirtelim Milli Savunma Bakanı'nın açıkladığı gibi olay ihale safhasına geldiği zaman katılan ülkelere göre bu rakamlar çok değişecek ve belki de %50 oranında düşebilecektir. Ancak bu rakamlar bile işsizliğin zirve yaptığı, eğitim ve sağlık sorunlarının her gün derinleştiği bir Türkiye'de tehditle orantılı olarak 
göze alınabilecek rakamlar değildir. Herhalde ekonomistler yarıya inse bile dört milyar dolar ile neler yapılabilir ortaya koymalıdır. Mesela bu kaynakla kaç tam 
donanımlı üniversite kurulabilir veya hastane yapılabilir veya kaç yurt öğrencileri tarikatların tasallutundan kurtarmak için inşa edilebilir?

Hafızalarımızı biraz yoklarsak bu silahların Polonya ve Çekoslovakya'da konuşlanmasını Rusya kendisine tehdit olarak ilan ettiği için ABD füzesavar 
kalkanını buralarda kurmaktan vaz geçti. Üstelik bu sistemi kurmak için bu ülkelere hatırı sayılır ekonomik yardımla birlikte sistemlerin maliyetini de 
kendi bütçesinden karşılayacaktı. İkinci olasılıkta Avrupa kamuoyundaki tepkileri azaltmak için muhtemelen NATO kapsamında konuşlandırılacaktı. Bir an 
şöyle düşünelim bu füze kalkanı söz konusu ülkelerde kurulsaydı İran'ın füzeleri Türkiye için tehdit olmayacak mıydı? Eğer tehditse oralardan Türkiye'yi korumak mümkün değildir. Öyleyse sorun Türkiye'nin korunması değildir. Problem ABD'nin problemidir. Eğer sorun bizim değilse biz niye İran'ın tepkisini çekecek projeye imza atalım, göze alınamayacak ekonomik harcamaları yapalım. Biz Amerika'nın muhafızı mıyız. Üstelik te muhafızlık yaparken harcamaları da kendi cebimizden yapacağız.

Bura da kısaca bir anımıdaha nakledeceğim. 1984-1985 Yıllarıydı ve henüz Varşova Paktı bütün haşmetiyle ortadaydı. ABD bazı Türk uçaklarının NATO kapsamında nükleer yetenek kazandırılmasının gerekli olduğunu belirtmiş ve bu NATO'da kabul görmüştü. Ancak yeteneğin kazandırılması için gerekli parayı uçaklar Türk Uçağı olduğu için Türkiye'nin karşılaması talep edilmişti. Konu zamanın Genelkurmaya Başkanı Orgeneral Necdet ÜRUĞ'a arz edildiğinde, Nükleer savaş bizim sorunumuz değildir, kimin sorunu ise parayı da o ödesin diyerek red etmişti.

Bütün bu açıklamalardan sonra kısaca şunu belirtelim. Türkiye'nin resmi devlet dokümanlarına göre birinci tehdit iç tehdit olup bu da bölücü terör örgütüdür. 
Eğer birinci tehdit buysa –Devlet böyle söylüyor- askeri planlamalar kısa ve orta vadede buna yönelik olarak yapılmak zorundadır. Ülkemizin yüksek irtifa hava savunmasındaki zafiyet uzun vadeli planlamalarda göz önüne alınması gerekli bir durum olduğunu değerlendiriyorum.

O zaman terörle mücadelede zayiatıazaltmak için bu konuda daha çok teknoloji kullanımına yönelik projelere yönelelim. Bu konuda en önemli hususlardan birisi 
havadan ateşedebilecek silah sistemlerine sahip insansız hava araçlarıdır. ABD Afganistan da yoğun şekilde kullanmaktadır. Böylece sınırdan sızmalar ve 
dağlarda gizlenmeler anında hem tespit edilecek hem de imha edilebilecektir. İnsansız hava araçları sadece bu gün değil gelecek açısından da çok önemlidir. 
Bu nedenle şu anda acil ihtiyaçlar satın alınarak temin edilse de geleceğe yönelik üretim planlaması yapılmalıdır. Bu gün ülkemize bu sistemleri satmak 
isteyen Güney Kore bu sistem için araştırmaya 1995 yılında başlamıştır.

İkinci konu bölgede silahlıhelikopterlerin etkinliği bilinmektedir. Bu sistemlere yönelelim. Burada önemli konu bu helikopterlerin uzun süre mücadele 
bölgesinde kalmasıdır. Bunun önlemi de en kısa mesafelerde en kısa zamanda akaryakıt ve mühimmat ikmalinin yapılması ile sağlanmaktadır. Öyleyse bu 
ikmalleri sağlayacak hava platformlarını devreye sokacak sistemleri alalım.

Anlaşılıyor ki Hükümet ABD tarafından İran'a izlenecek politikalar bakımından baskı altında olup hayır diyememektedir. O zaman önüne şöyle bir teklif 
koyabilir. Sistemler NATO kararı ile konuşlansın. Maliyetini ABD veya NATO karşılasın, bunlar tamamen Türk personeli tarafından kullanılsın. İşletme ve 
idame masraflarına NATO katkıda bulunsun birlikte NATO'ya tahsisli olsun.

Bir diğer alternatif uzun vadeli Yüksek İrtifa Hava Savunma zafiyetini gidermek için ya AR-GE faaliyetlerine kaynak ayırarak gelecek 15 yıl içinde kendi 
Füzesavar sistemlerimizi kuralım. Ya da siyasi olarak ABD ile mutlaka bir şeyler yapılacaksa ortak üretim teklifini götürelim.

Bazı çevrelerde aslıne kadar var bilemiyorum ancak ABD'nin bu konuda Türkiye'yi ikna etmek için NATO konusunda baskı yaptığı dillendirilmektedir. Bunun bir şehir efsanesi olduğuna inanmakla birlikte Orta Doğunun şu politik ortamında NATO'nun, Irak Afganistan savaşı, Avrasya Coğrafyasına erişim ve son olarak ilan edilmese de Irak Kuzeyinde kurdurduğu kukla devletin bekası için ABD bize bizim ona olduğumuzdan 10 kat daha fazla muhtaçtır. Yeter ki ülkemizin coğrafyasının bize sağladığı avantajları bilip ona uygun politikalar geliştirelim.

Orta Doğuda bize karşı yapılan pazarlıklarda ihtimal vermemekle PKK'nın Irak'ta varlığını sonlandırmak gibi bir taahhüt sonucu Patriot füzelerinin satın alınması ve konuşlandırılması isteniyorsa bırakın insanlık suçu olan terörizmi desteklemek ve müttefikine karşı kullanmak onuru onlarda kalsın. 

Sonuç:

Ülkemizin Yüksek İrtifa Hava savunmasında zafiyet vardır. Bu zafiyeti istismar edebilecek bölge ülkeleri İran, İsrail ve Rusya bölge dışı ülkeleri ise Çin ve 
ABD'dir. İsrail, Çin, ABD, Rusya ne kadar tehditse İran'da o kadar tehdittir.

İran askeri açıdan Türkiye'ye bir tehdit değil bölgede siyasi bir rakiptir. Nükleer silahlanması uzun vadede başta Türkiye olmak üzere bazı ülkeleri bu yarışa sokabilir

İran ABD veya İsrail'den gelecek saldırılara karşı kendisini savunmak maksadıyla Füze savunma sistemlerini geliştirmeye çalışmakta olduğunu, Saldırıya uğramadı ğı sürece bu füzeleri kullanamayacağını, bu alımlarda askeri gerekçelerin yeterli olmadığını başka faktörlerin de devrede olduğunu değerlendiriyorum.

ABD'nin Israrla Karadeniz de yüzer platformlar bulundurmaya çalışması Trabzon Limanınıısrarla istemesi ile birlikte Türkiye'de Patriot Füze sistemlerini ister 
bizim paramızla ister ABD parasıyla konuşlandırmaya çalışmasıkısa vadede olmasa da orta vade de İran'a yapılacak bir askeri operasyonun ayak sesleri olarak algılanabilir. 

* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Milli Güvenlik Araştırmaları Bölüm Başkanı
..

5 Mart 2015 Perşembe

Ortaasya Türk Devletleri ile İlişkilerimiz




Ortaasya Türk Devletleri ile İlişkilerimiz 

A. Nazmi Çora
18 Nisan 2000 Salı 

"İNSANLAR SİZİN AYAK İZLERİNİZİ, TAVSİYENİZDEN DAHA ÇABUK TAKİP EDER."

Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında olası bir işbirliği ve entegrasyon için çok önemli engeller vardır. Ayrıca Türkiye ile Türk Cumhuriyetlerinin böyle bir entegrasyon durumunda bahsedilen bu belli başlı güçleri ve güçler dengesi faktörünü gözönünde bulundurması gerektirmektedir.

Bu durumda politik olarak Pan-Türkizmin gerçekçi olmadığı açıkça görülmektedir. Ama yine de Ortak Pazar gibi bazı projeleri gerçekleştirme olasılıkları vardır. Fakat böyle bir Ortak Pazar'da ancak güçlü alt yapı, ekonomik yatırımlar, güçlü ve iyi yetişmiş kadrolar ve bölgesel istikrarla kurulabilir. Yalnız, Türkiye'nin istenen ölçüde yeterli ekonomik gücünün olmaması ve vaadettiği bazı sözleri yerine getirememesi, kendisine karşı olan güveni sarsmaya başlamış ve hayal kırıklığına uğratmıştır. Eğer bugünlerde Ortak Pazar kurulursa, Türkiye hazır olmadığı ve yeterli güce sahip olmadığı için bu durum Türkiye aleyhine dönüşebilir.

Pek tabii ki Türkiye lider olma sorumluluğunu üstlenecektir ve yükümlülüklerini mümkün mertebe yerine getirmeye çalışacaktır. Nitekim bu ülkelerle olan işbirliği de her geçen gün artmaktadır. Türkiye buradaki etkinliğini sürdürebilmek için kendisine bazı partnerler bulabilir. Bu, tek bir güce bağlanmak anlamına gelmemektedir. Bilakis, Türkiye'nin klasik güç-dengesi oyununu oynamak suretiyle bölgedeki etkinliğini ve harekat kabiliyetini arttırmasıdır.

Bunun da ötesinde Türkiye, devlet ve özel sektör arası ekonomik işbirliğini ekonomik ve ticari alanlarda gerçekleştirmek için birlikte hareket etmeli ve de geniş ekonomik potansiyeli değerlendirebilecek dış ve iç organizasyonları bir araya toplamaladır.

Türkiye ve Türk cumhuriyetleri arasında kültür birliği, ekonomik ve ticari işbirliklerinin yanısıra, Türkiye bu ülkelerle liberal ve serbest piyasa ekonomisi zihniyeti kazandırma yolundaki çalışmalarını daha da hızlandırmalı ve somut çalışmalar ortaya koymalıdır. Bu devletlerin dünya politikasına entegrasyonu açısından da Türkiye sorumludur. Ayrıca, Türkiye, bölgedeki iç gelişmelerin şekillenmelerinin de yollarını arayabilir.

Son olarak, Rusya'da totalitarizme geri dönülmemesi ve bu cumhuriyet halklarının özgürlük içinde yaşamlarını devam ettirebilmeleri için, Rusya'daki demokratik hareketler, gruplar desteklenmeli ve ayrıca bu yeni bağımsızlığını kazanmış devletler de güçlendirilmelidir. Sosyal, ekonomik, politik ve kültürel yapılanmalar kendi temellerine dayandırılmalıdır. Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler kendi mantığı ve gerekliliği içerisinde tutulmalı ve bütün bunlar için münasip politikalar uygulanmalıdır. Örneğin, bugünlerde Türkiye onların en çok ihtiyacını duyduğu ve bağımsız olarak yaşamak için arzuladıkları ahlaki değerler, din ve laiklik mevzuları üzerinde ağırlığını koymalıdır.

Şüphesiz, ekonomik ilişkilere kültürel destek, sürekli ve sağlıklı ilişkiler için gereklidir. Bu durumda Türkiye'nin bu çeşit ihtiyaç ve beklentilerini desteklemesi ve sağlaması çok önemlidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin en belirgin özelliğinin maalesef bağımsız bir aktör olmaması ve bağımsız bir milli politika üretememesi olduğunu da burada itiraf etmemiz gerekmektedir.

İslam Ülkelerinin entegrasyon hareketlerinde de görüldüğü üzere, entegrasyon açısından potansiyel bir tehlike olarak bu ülkeler arasında ulus-devlet olmanın keskin yanlarının en temel ve en önemli engel olduğunu da iddia edebiliriz. Nitekim, Ali Bulaç'a göre, Avrupa ülkeleri ve ABD kendi bölgelerinde bir entegrasyon sürecinde olmalarına rağmen, Türk cumhuriyetlerini ulus-devlet sisteminin keskin yanlarına doğru özellikle yönlendirmektedirler . Bu durumda Türkiye'nin, bu ülkeleri özellikle etnik milliyetçilik ve ulus-devlet sisteminin keskin taraflarının yani, cumhuriyetlerarası çatışma durumu ve hatta cumhuriyetlerin kendi sınırları içerisindeki muhtemel bölünme ve çatışmalara karşı uyarması gerekmektedir.

Ayrıca, Türkiye ve diğer Türk cumhuriyetleri, 21'inci yüzyılın yeni uluslararası sistemi içerisinde güçlü, etkili olmayı ve isole edilmemeyi istiyorlarsa, bu cumhuriyetlerde laik-islam temelli bir birlik atmosferinin Türkiye'nin öncülüğünde kurulması gerekmektedir ve bu Türkiye'nin temel politikası olmalıdır. Akabinde ise, haliyle iktisadi ve siyasi ilişkiler ilerleyecek, gelişecek ve birbirini etkileyecektir. Uygun bir ortamda da, bu ilişkiler birbirini etkileyecek ve iktisadi işbirliği siyasi yakınlaşmayı ve bütünleşmeyi de beraberinde getirecektir. (Yazan: A. Nazmi Çora)

Dr. Tahir Tamer Kumkale
18 Nisan 2000 Salı

DENKTAŞ LA BERABER KIBRISTA GİTTİ Bu Bir Denktaş Reklamıdır!



 DENKTAŞ LA BERABER KIBRISTA GİTTİ     
Bu Bir Denktaş Reklamıdır!

20 Nisan 2000 Perşembe 

ELBETTE DENKTAŞ 
K.K.T.C = DENKTAŞ
DENKTAŞ VARKEN BAŞKASI ASLA
DENKTAŞ'IN ALTERNATİFİ YİNE DENKTAŞ'TIR
DENKTAŞ'IN İSMİ KIBRIS'TAN BÜYÜKTÜR

Evet Bu bir Denktaş reklamıdır.
Aslında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Rauf DENKTAŞ Bey'in kesinlikle reklama ihtiyacı yoktur. Bu yazı 15 Nisan 2000 'de Yavruvatan Kıbrıs'ta yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde diğer Cumhurbaşkanı adaylarının demokrasi ve özgürlük gibi gerekçelerle Sayın Denktaş aleyhinde yürüttükleri çirkin seçim kampanyasını kınamak ve K.K.T.C. Türk Toplumunu uyarmak ihtiyacından kaleme alınmıştır.

Kısaca özetlemek gerekirse Sayın Rauf Denktaş; yani kıbrıs davasının ve özgürlüğünün babası, kurucusu, 26 yıllık yasal ve gerçek lideri dururken ve yeniden cumhurbaşkanı adayı olduğunu açıklamışken, seçimlere 8 adayın katılması düşündürücüdür. Bu adaylar seçim propagandası adı altında zaten bir avuç olan Türk Toplumunu birleştirecek yerde, onu bölük pörçük edecek ve güçsüz bırakacak temaları pervasızca işlemektedirler.

K.K.T.C. gibi küçük bir ülkede dünyaya adeta demokrasi dersi verir gibi çok adaylı ve kıran kırana bir seçim kampanyası sürdürülmesi kanaatimce çok sakıncalıdır. Bu toplumun her alanda dağılmaya değil, tek bir yumruk gibi bütünleşmeye ve bu bütünlüğü her şart ve durumdan istifade ederek dünya kamuoyuna göstermeye ihtiyacı vardır.

Denktaş ismi Kıbrıs ile bütünleşmiştir . Kıbrıs Türk Toplumunun bağımsızlık mücadelesinin her safhasında Denktaş vardır. 26 yıllık mutlu, huzurlu , özgür ve demoktatik yaşamın tamamı onun liderliğinde hayat bulmuştur. 1974'te doğan ve bugün 26 yaşına gelen nesil yaşantısının tamamında Denktaş'ı lider olarak görmüştür. Bu neslin eski ve yeniyi karşılaştırma şansı yoktur. Onlar daima huzur ve güven içinde yaşadılar. İşte K.K.T.C'de bugün gördüğüm manzara şudur. Yenilik , değişiklik ve bilmeden belkide macera arayan bu neslin aklını çelerek oylarını toplamak adına ; şanlı bir geçmiş ve şerefli bir mücadele karalanmak istenilmektedir.

Denktaş; aklı ile, fikri ile, duygularıyla ve tecrübeleriyle herşeyini bugüne kadar olduğu gibi Kıbrıs Türk Halkının emrine vermeye hazır olduğunu açıklamıştır. Denktaş varken ona rakip olmanın demokratik bir mücadele ve hak olarak izahı mümkün değildir. Demokratik mücadele bir toplumun birlik ve beraberliğini tehdit edecek şekilde sürdürülemez ve sürdürülmemelidir.Buna Türk toplumu sandıkta layık olduğu cevabı mutlaka verecektir. Bu kaçınılmazdır. Fakat düşmanların gözü önünde ve sevinçle izledikleri bu mücadele bazı milli değerleri zayıflatmakta, birlik ve beraberlik duygusunun derin yaralar almasına neden olmaktadır.

 *Türk insanı, kadirşinastır ve gerçek bir sağduyu sahibidir.
 *Türk insanı, aklını ve mantığını milli birlik ve bütünlüğü için nasıl ve ne zaman kullanacağını bilecek kadar demokrasi ve hürriyet aşığıdır.
 *Türk insanı, kendisine sahip çıkan liderlerini sonuna kadar destekleyecek manevi ve moral gücüne sahiptir.

Denktaş gibi efsanevi bir liderin karşısına Cumhurbaşkanı Adayı olarak çıkma cesaretlerinden dolayı bu değerli politikacıları da kutlamak mı gerekir? Yoksa; tek bir lider etrafında kenetlenmiş bir toplum görüntüsünü bozdukları ve bunun sonucunda uluslararası arenada arkasında toplumun tamamının desteğinin bulunmadığı bir görüntü yarattıkları için yermek mi gerekir?

İşte kanaatime göre işin püf noktası buradadır. Sorun budur.

Kıbrıs Türk Halkı, yıllardır sürdürdüğü tek bir toplum ve tek bir yumruk gibi olabilme fırsatına hala sahiptir. Yapılacak tek şey Sayın Denktaş'ın etrafında kenetlenerek sorumsuz politikacılara gerekli dersi vermektir.

Ucuz politik hedefler ve basit şahsi çıkarların bir milletin geleceğini ipotek altına almasına fırsat verilmemelidir.
Kıbrıs Türkü tarih önünde yeni bir sınav veriyor. Ya doğruyu görerek mutlu ve huzurlu yaşantısına devam edecek, ya da sonu belirsiz maceraların içine atılacak.

Denktaş'a rağmen Denktaşsız bir Kıbrıs imajını Türk ve dünya kamuoyuna izah etmek mümkün değildir.
 Yanlış yapanlar yanlışlarını düzeltmeli sağduyularını kullanarak adaylıktan çekilmeli ve onlar da Denktaş'ın etrafında bütünleşmelidirler. Doğrusu ve yakışanı da budur.

Kıbrıs Türkünün yeni bir lidere ihtiyacı yoktur. Yeni liderler arayışı içinde bulunulmasını gerektiren bir durum da mevcut değildir. Gereksiz, lüzumsuz ve de zamansız bir davranış olarak değerlendirilmektedir.

Tek isim tek lider etrafında kenetlenmiş bir Türk toplumu imajını devam ettirilmelidir. Yeni lider arayışları abesle iştigaldir.

Hayatını Türk Toplumunun mutluluğu ve gelişmesine adayan Denktaş'ın tarihi misyonu daha bitmemiştir. Türk toplumunun geleceğine verecek daha çok şeyleri vardır. Bunu engellemeye kimsenin hakkı ve gücü de yoktur.

Kıbrıs Türkü; üzerinde oynanan oyunları görmeli, bölmeye çalışanlara hakettikleri dersi vermelidir. Kimin önderliğinde daha iyiye ve daha güzele ulaşılacağının bilincinde olmalıdır. Oynanan oyunları mutlaka bozmalıdır. Bozacaktır da.

Sağduyu daima başarıyı getirecektir.

Kıbrıs Türk Halkının mutluluğu için parolası şu olmalıdır.

 Haydi Sandığa
 Denktaş varken, başkası asla,
 Denktaşla daima başarıya...

Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Nisan 2000 Perşembe

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=30

Galatasaray Milli Takımı ( 1 )


Galatasaray Milli Takımı (1 )




 24 Nisan 2000 Pazartesi 

"GÖREVLERİNİZİN TÜM SORUMLULUĞUNU TEK BAŞINIZA TAŞIMAK GÜCÜNE SAHİP OLMADIĞINIZI ÖNCELİKLE KABUL EDİN." (Attila)

Türkiye'nin son onbeş gününün gündemini Galatasaray futbol takımının UEFA Kupası final şansını yakalamak için verdiği olağanüstü mücadele teşkil etti. Medya ordumuz bu mücadelenin her saniyesini evimize taşıdı. Bütün millet yediden yetmişe Galatasaraylı olduk ve adeta o'nun başarısına kilitlendik. Olayın bütün ayrıntılarını nefeslerimizi keserek takip ettik. Çok şükür birinci mücadele başarı ile tamamlandı. İngiltere'de Leeds cehenneminden Kopenhag'daki finaller için vize aldık.

Şimdi gündemimizde Kupa Finali için Kopenhag'da önümüzdeki ay bir diğer İngiliz takımı olan Arsenal ile yapılacak final maçı var. Şimdi de bu maça kilitlendik. Sağolsun medyamız bu büyük ve zorlu görevide üstlendi. Arsenal takımının malzemecisinin küçük oğlunun hangi yemeklerden hoşlandığına kadar, bütün ince ayrıntıları öğrenmemiz için çok büyük çaba ve özveri göstereceklerinden şüphemiz yoktur.

Ne PKK Terörü, ne HİZBULLAH canilerinin faaliyetleri, ne mafya ekiplerinin birbirleri ile olan mücadelesi, ne Cumhurbaşkanlığı seçimi, ne düşen milli gelirimiz ve giderek daha fakirleşmemiz, ne parti kapatılması, ne kapanan fabrikalarımız ve artan işsizliğimiz ,ne 23 yıllık kronik enflasyonumuz, ne batırılan bankalarımız , ne örgüt yuvası haline gelen cezaevlerimiz, ve nede depremden zarar gören ve bir kısmı hala çadırlarda bulunan vatandaşlarımız.

Bunların hepsine bir sünger çektik. Unuttuk. Veya unutulduğunu sandık. İyiki Galatasaray'ımız var. Bir galibiyet. Hagi'nin penaltıdan ve Hakan Şükür'ün üç İngilizi geçerek attığı muhteşem gol; BÜTÜN DERTLERİMİZE DEVA.

BİR FUTBOL TAKIMI VE BİR GALİBİYET HERŞEYE YETİYOR VE HERŞEYİ UNUTTURABİLİYORSA, BİZ DE BUNDAN SONRA BÜTÜN GÜCÜMÜZLE GALATASARAY'A SAHİP ÇIKALIM ve YENİ GALATASARAY'LAR YETİŞTİRMEK İÇİN MİLLİ GÜCÜMÜZÜ SEFERBER EDELİM.

Gündemi binbir çeşit olayla dolu olan Türkiye Televizyonlarının başarılı haber kanalları tam kadrosu ile seferberliğe geçerek, tam iki saat kesintisiz Galatasaray canlı yayınını haber olarak veriyorlar. Yazılı basının baş sayfası'nın tamamı ve geri kalanın dörtte biri yine Galatasaray'la doluyor. Ve her Türk bundan sonsuz bir mutluluk ve coşku duyuyorsa diyecek bir fazla şey yok .Ayni şekilde devam edelim.

Futboldan pek anlamam. Sporu severim. Şahsen aksatmadan yaparım ve bunun sadece benim sağlığım için gerekli olduğunun bilinci ile spora önem veririm. Fakat ülke gündeminin bu kadar çok işgal edilmesini ve milletin adeta galibiyete şartlandırılmasını anlamam mümkün değil. Ya Galatasaray gününde olmasaydı?, ya eskiden olduğu gibi İngiltere'den 6 gol yiyip gelselerdi ve birde dayak yeselerdi. Ne olurdu bu memleketin hali. Düşünmek dahi istemiyorum.

Kendi gündemi olmayanların, gündemi elinden kaçıranların, vizyonu olmayanların, mevcut gündem maddelerinden hoşnut olmayanların klasik numaralarından birine daha şahit olduk. Hiç bir katkıları olmadığı halde Galatasaray'ın başarısının ardına sığınıp gündemden yararlanmaya çalışan zavallıları bir kere daha bütün açıklığıyla gördük.

Galatasaray bir spor Klubü olarak kendisinden beklenenden çok fazlasını bu millete vermiştir. Değerli yöneticilerini ve sporcularını disiplinli ve başarılı çalışmalarından dolayı kutluyorum. Ülkeyi, milleti, bayrağı, gurur ve haysiyetimizi daima yüksekte tutmuşlardır. Milletimize yıllardır özlemini duyduğu güzellikleri tattırmışlardır. Disiplinli, özverili vede inançla çalışmanın daima başarı getireceği gerçeğini bir kere daha vurgulamışlardır.

MİLLETİMİZİN VE YÖNETİCİLERİMİZİN GALATASARAY'DAN ALACAKLARI ÇOK DERSLER VARDIR. Galatasaray camiasında profesyonelliğin en güzel ve çarpıcı örnekleri sergilenmiştir. Sistemli çalışmanın ve kuralcı olmanın bu başarıda büyük katkısı olduğuda bilinmektedir. Bundan da ders almamız gerektiğini vurgulamak istiyorum.

Ne yazıkki " Türkiye'de son yıllarda başarılı bir şey söyleyin "dendiği zaman akla Galatasaray gelmektedir. Oysa milletimiz her alanda başarının özlemini çekmektedir. Bir futbol takımının başarısının dahi milli bayram sevinci ile karşılandığı bu güzel yurtta vatandaşımız gerçek başarıya muhtaçtır.

25 yıldır % 50'nin üzerinde seyreden kronikleşmiş bir enflasyonla yaşamak bu milletin kaderi değildir. Dünyada bu kadar büyük ve uzun süren cezaya çarptırılmış başka bir millet yoktur. 10 yıl önce aylarca tepesine bomba yağan, yakılıp yıkılan ve toprakları üçe ayrılan ve on yıldır halkı uluslararası ambargo altında bulunan komşumuz Irakta dahi ,ekonomi bizim kadar acz içinde değildir. Fevkalade güçlü potansiyeline, genç ve enerjik nüfusa ve yeterli bilgi birikimine rağmen ; dünyada Para birimi PARA, KURUŞ, LİRA olupta tedavüldeki en küçük parası 5000 lira olan ve bunun 20 tanesi ile sandviç büyüklüğünde bir ekmek alınabilen başka bir ülke yoktur.

İşte bu tabloyu düzeltin. Bundan büyük başarı olamaz. Başarın,  sevinelim Milletçe gerçek bir bayram yapalım. Bir Cumhuriyet lirası; 35.000.000 TL.olmuş. Bir Dolar; 600.000 lira'ya çıkmış. Evet gündemimiz bu olmalı. Devletin birinci görevi güvenlik ve beka sağlamaktır. İkinci ve en önemli asli görevi vatandaşının refahını sağlamaktır.

Ne yazık ki Galatasaray'ın büyük başarısı bu temel gündemi kurtarmaya yetmiyor. Galatasaray'ın başarısının arkasına sığınarak ucuz kahramanlık yapmak kolay. Zor olan; vatandaşı içine düştüğü ekonomik çıkmazdan kurtararak kahraman olmak.

Neden bu halde bulunduğumuzun çok güzel bir örneğini geçenlerde Ulaştırma Bakanlığının açtığı telefon ihalesinde gördük. İş Bankası ve İtalya ortaklığı; yeni kurulacak cep telefonunun isim hakkını 2,5 milyar dolara satın aldılar ve bir kalemde devletin kasasına 3 milyar tutarında bir para soktular. HERKEZİN VE MEDYANIN GÖZÜ ÖNÜNDE ŞAİBESİZ BİR İHALE GERÇEKLEŞTİĞİNE HEP BİRLİKTE ŞAHİT OLDUK. Demek ki böylede oluyormuş. Demek ki hakkı bu imiş. Peki bu ihaleden önce yapılan TELSİM ve TURKCELL ihalelerini neden 500 milyon dolara verdik. Evet PTT'nin kurulu, alt yapısı hazır sistemlerini asli değerinin beşte birine vermişiz. Devlet ve dolayısıyla milletimiz demek ki bu işten 4 milyar dolar kaybetmiş. Peki kim kazanmış?. İşte bu meçhul. Ama birileri mutlaka kazanmış. İşte başarı bunları düzeltmekte. Bunları düzeltin. Milleti soyulmaktan kurtarın. Bilerek ve isteyerek milletimize giydirildiği anlaşılan enflasyon belasından bu ülkeyi kurtarın. İşte o zaman milletimin gerçek bayramı olacaktır. Galatasaray'ımızın şahsi başarısı bunun yanın da çok sönük kalacaktır.

Herşeye rağmen milletimizin az da olma sevinmesine vesile teşkil ettiği için Galatasaray Klübü'nü candan kutluyorum. Başarılarının daim olmasını diliyorum. Başaracaklarına da inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale

24 Nisan 2000 Pazartesi


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=31

SPORDA SON VERİLEMEYEN DEHŞET Taksim'de Spor Faciası ve Holigan Dehşeti..


SPORDA SON VERİLEMEYEN DEHŞET   
Taksim'de Spor Faciası ve Holigan Dehşeti..


7 Nisan 2000 Cuma 

"RÜZGARIN YÖNÜNÜ TAYİN EDEMEYİZ... FAKAT GEMİLERİN SEYRİNİ AYARLAYABİLİRİZ."

Spor gençliktir, güzelliktir. İnsan bedeninin ve ruhunun geliştirilmesidir. Daha sağlıklı düşünebilmek ve hayatı bütün güzellikleri ile yaşayabilmek için insanlar için spor çok önemlidir. Tarihin ilk çağlarından itibaren insanların sporla ilgilenildiği bilinmektedir. Zaman içinde spor kurumsallaşmış, sistemleşmiş, ekonomik ve uluslararası boyutlar kazanmıştır.

Ülkeler arası spor müsabakaları giderek centilmenlik ve spor karşılaşması olmaktan çıkmıştır. Spor karşılaşmaları adeta ülkelerin kıyasıya mücadele ettiği ortamlara dönüşmüştür.

Bugün bütün dünyada kitleleri peşinden sürükleyen en yaygın spor dalı FUTBOL 'dur. 1820'de İngiltere'de doğan bu oyun, 1863 te kuralları konularak günümüze kadar geldi. İngiltere Futbol'un beşiği olarak bilinirken, HOLİGAN ismi verilen azgın taraftarları ile bu spora şiddet, saldırı , kan ve vahşeti getiren ülke olarak ta tarihteki yerini aldı.

1970 lerde önce İngiltere içindeki lig maçlarında başlayan HOLİGAN dehşeti giderek İngiliz takımlarının oynadığı dış sahalara taşındı. Geçen 30 yılda yabancı ülkelere maç yapmaya giden İngiliz takımlarının taraftarlarının ; hemen hemen her ülkede müsabaka öncesi ve sonrasında olay çıkartarak ortalığı savaş alanına çevirmesi adeta olağan hale geldi. Uluslararası Futbol yöneticileri tarafından defalarca İngiltereye dış sahalarda maç yapma yasağı getirilirken, pek çok maçta da hükmen yenik olarak ilan edildiler. Medeniyetin ve üzerinde güneş batmayan dev İngiliz Milletler Topluluğunun lideri bir ülkenin temsilcilerine yakışmayan olaylar verilen bütün cezalara rağmen maalesef önlenemedi.

Bu defa da İstanbul Taksim Meydanı kana bulandı. Dün gece LEEDS takımı ile İstanbula gelen Holigan Grubundan iki kişi malesef çıkan kargaşa ortamı sonucunda hayatlarını kaybetmişlerdir. Ayrıca 5 kişide yaralanmıştır.

Gün boyu basın organları olayı enine boyuna dünyaya taşıdı. Olayın ,içeri ve dışarıdaki yansımaları bütün yönleri ile anlatıldı. Sebep ne olursa olsun spora ölüm karıştırmanın affedilir ve bağışlanabilir bir yönü olamaz. Olayın failleri derhal bulunup yargı önüne çıkartılmalı ve en ağır şekilde cezalandırılmalı ve dünya kamuoyu bilgilendirilmelidir...Bu gibi olayların iki ülke arasında misilleme yapılmasına yol açmayacak şekilde tedbirler gecikmeksizin alınmalıdır.

"GALATASARAY'LI HİÇ BİR TARAFTAR LEEDS ŞEHRİNE VE MAÇA GELMESİN" Şeklindeki resmi ağızlardan yapılan beyanatlar ise; spor ve spor ahlakı açısından son derece yanlış,sakıncalı ve de tehlikelidir. Bilakis önümüzdeki hafta stadın yarısı Galatasaray seyircilerine tahsis edilerek birkaç kendini bilmezin yarattığı kaos ortamının spor camiasının kurallarını bozamayacağı hususu dünya spor kamuoyuna gösterilmelidir.

EĞER BİR ÜLKENİN TARAFTARI BİR DİĞER ÜLKEDE MAÇ İZLEYEMEYECEKSE BU GİBİ DEV ORGANİZASYONLARIN YAPILMASINA LÜZUM YOKTUR. Bu durumda her ülke kendi içinde kalır ki, bu da ekonomik bir devin kendi kendini katletmesi olur.

Burada varsa suçlu; yeterli tedbir alamayan her iki tarafın güvenlik kuvvetleridir. Holigan vahşeti yeni değildir. Bütün dünya bilmektedir. Ayrıca bu gibi olayları yaratanların kimlikleri de İngiliz polisince bilinmektedir. Nitekim bu isimler sonradan bildirilerek sahaya sokulmamaları için İstanbul polisine bildirilmiş ve şahışlar sahaya alınmamıştır. Olayların olabileceği gözönüne alınarak ,maç için gelen bütün İngilizler kontrol ve denetim altında bulundurulur ve bu müessif hadiselerin olması önlenebilirdi. İnşallah bundan sonrası için ders olmuştur.

Vahşeti şiddetle kınıyorum. Hele spora vahşet karıştırmayı kesinlikle affetmiyorum. Fakat milyonlarca insan içinden çıkan birkaç kendini bilmezin sebep olduğu polisiye bir olayın iki ülke ilişkilerini etkileyecek tarzda İngiliz yetkililerince yorumlanmasına da anlam veremiyorum.

Spor bir centilmenlik oyunudur. Nitekim dün gece bu centilmence mücadeleye Ali Sami Yen Stadında birlikte şahit olduk. Yenmek ve yenilmek önemli değildir. Önemli olan centilmence mücadele ederek bu işten haz almak ve neşelenmektir. Spor savaş değildir. Sahalarda savaş alanı değildir. Bugün sen yenersin. Yarın da ben seni yenerim. Yenmek kadar yenilmeninde faydalı tarafları vardır. Yenilgi insanları kamçılar,onları geliştirir. Daha iyiye ve daha güzele gitme arzularını güçlendirir. "Her Çıkışın bir inişi vardır" sözü unutulmamalıdır.

Sonuç olarak ;Spor adına yapılan vahşeti bir kere daha şiddetle kınıyorum. Bunun sonuncu ve ders alınacak örnek olmasını diliyorum. İngiliz Hükümetine ve kamuoyuna da buradan çağrıda bulummak istiyorum.
 - Lütfen sağduyulu olunuz.
 - Birkaç kendini bilmez insanın yarattığı hadiseleri büyüterek spora leke sürmeyiniz.
 - Ülkenizin kapılarını sonuna kadar Galatasaray taraftarlarına açarak üzerinizdeki HOLİGAN lekesini siliniz.
 - Futbolu siz dünyaya getirdiniz, mezara siz koymayınız.
 - Kazananın Leeds veya Galatasaray değil futbol olmasına katkıda bulununuz. 
Biz,
 Türklerin bu konuda size her türlü desteği vereceğini de unutmayınız.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
7 Nisan 2000 Cuma

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=27

4 Mart 2015 Çarşamba

NATO'nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma


NATO'nun Yeni Stratejik Konsepti: Aktif Angajman, Modern Savunma





Dr. Emine AKÇADAĞ
24 Kasım 2010










Değişen uluslararası konjonktür ve güvenlik tehditleri nedeniyle NATO’nun 1999 yılında kabul ettiği stratejik konseptin güncelliğini yitirmesi Müttefikleri yeni bir stratejik konsept arayışına itmiştir. NATO’nun 60. kuruluş yıldönümünde, 3-4 Nisan 2009 tarihlerinde düzenlenen Strazburg/Kehl Zirvesi’nde alınan karar çerçevesinde İttifak’ın yeni “Stratejik Konsepti”nin hazırlık çalışmalarına başlanmıştır.

Mayıs 2010’da yeni konseptin hazırlanması için görevlendirilmiş Uzmanlar Grubu’nun raporu yayınlanmış, akabinde de bu rapor ışığında hazırlanan belge İttifak üyelerine sunulmuştur. Son olarak 19-20 Kasım’da Lizbon’da düzenlenen NATO Zirvesi’nde de İttifak’ın yeni “Stratejik Konsepti” üye devletler tarafından onaylanmıştır.

İttifakın gelecek on yılını şekillendirecek rapor 38 maddeden oluşmaktadır. Temel görev ve prensiplerbaşlıklı ilk bölümde, NATO’nun en temel ve değişmez prensibinin üyelerinin özgürlük ve güvenliklerinin gerek siyasi gerekse askeri araçlarla sağlanması olarak belirtilmiş, günümüzde Atlantik İttifakı’nın öngörü yapılması zor olan dünyamızda istikrarın temel kaynağı olduğu vurgulanmıştır. Bireysel özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti prensiplerine bağlı olan NATO üyelerinin bir değerler topluluğu oluşturduğu; 1949 yılında İttifak’ın kurulmasından itibaren Avrupa ve Amerika arasındaki siyasi ve askeri bağların NATO bünyesinde güçlendirildiği; bu transatlantik bağın, Avro-Atlantik bölgesindeki barış ve güvenliğin sağlanmasında temel teşkil ettiği ifade edilmiştir.

Günümüzdeki güvenlik ortamı, NATO üyesi devletlerin halklarının ve topraklarının güvenliğini etkileyecek unsurları bünyesinde barındırdığından güvenliği sağlamak adına İttifak’ın sorumluluğunda olan ve üstlenmeye devam edeceği üç temel göreve işaret edilmiştir: ortak savunma, kriz yönetimi ve işbirlikçi güvenlik.

Washington Antlaşması’nın 4. maddesinde belirtildiği üzere üye devletlerin toprak bütünlüğünü, siyasi bağımsızlığını ve güvenliğini ilgilendiren tüm konularda NATO’nun tek ve vazgeçilmez istişare forumu niteliğinde olduğu ifade edilmiş; NATO’nun üstleneceği tüm misyonları en etkili şekilde yerine getirmesi için Müttefiklerin sürekli bir reform, modernizasyon ve değişim süreci ortaya koyacakları taahhüt edilmiştir.

Güvenlik ortamı başlıklı ikinci bölümde, günümüzde Avro-Atlantik alanında barışın hakim olduğu ve NATO bölgesine yönelik konvansiyonel saldırı olasılığının düşük olduğu belirtilmiş; bununla birlikte konvansiyonel tehdidin göz ardı edilemeyeceği, zira pek çok ülkenin önemli derecede modern askeri kabiliyete ulaşmasının uluslararası güvenliği etkileyebileceği, özellikle balistik füzelerin yaygınlaşmasının NATO bölgesi için ciddi bir tehdit olduğunun altı çizilmiştir.

Nükleer silahların, diğer kitle imha silahlarının ve bunların fırlatma araçlarının yaygınlaşmasının global istikrar ve refah üzerinde ciddi sonuçlara neden olabileceği; terörizmin NATO ülkelerinin vatandaşlarının güvenliği ve daha geniş olarak uluslararası istikrar ve refah için doğrudan bir tehdit olduğu; NATO’nun sınırları dışında oluşan bir istikrarsızlık ve çatışmanın özellikle aşırıcılık, terörizm ve silah, uyuşturucu, insan ticareti gibi yasadışı uluslararası aktiviteleri beslemesi durumunda doğrudan İttifak’ın güvenliğine yönelik bir tehdit oluşturacağı; artış gösteren siber saldırın günümüzde daha organize hale geldiği ve idari birimlere, şirketlere ve ekonomilere ciddi maliyette zararlar verdiği belirtilmiştir.

İletişim, ulaşım, transit yollar, uluslararası ticaretin yapıldığı ana arterler, enerji güvenliği ve istikrarın tüm ülkeleri ilgilendirdiği göz önüne alınarak bu alanların zarar görmemesi için aktif uluslararası işbirliğinin gerekli olduğunun; özellikle lazer silahları, elektronik savaş teknikleri ve uzay bağlantısını engelleyen teknolojiler gibi farklı teknolojik unsurların herkes için ciddi sonuçları olabileceğinin; sağlığa yönelik riskler, iklim değişikliği, su kaynaklarının azalması, artan enerji ihtiyacı gibi çevresel tehditlerin İttifak’ı ilgilendiren bölgelerin güvenlik yapısını değiştirebileceğinin altı çizilmiştir.

Savunma ve caydırıcılık başlıklı üçüncü bölümde, İttifak’ın hiçbir ülkeyi düşman olarak görmediği, ancak herhangi bir üyesinin güvenliği tehdit edildiğinde, NATO'nun kararlılığından şüphe edilmemesi gerektiği vurgulanmıştır. Uygun konvansiyonel ve nükleer kapasite etrafında şekillenen caydırıcılığın NATO stratejisinin temel elemanı olduğu, NATO’nun nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya için çalışacağı ancak bu tür silahlar var olduğu sürece İttifak’ın nükleer silaha sahip bir güç olarak kalacağı ifade edilmiştir.

Üye devletlerin halklarının güvenliğine yönelik tüm tehditlere karşı onları savunmak ve caydırıcılığı sağlamak için NATO’nun gereken her türlü kapasiteye sahip olduğundan emin olunacağı ve bu amaçla:
- Konvansiyonel ve nükleer güçlerin birleşiminden oluşan güçlerin bulundurulmaya devam edileceği,
- Büyük çaplı ordular arası operasyonlar ile ortak savunma ve krizlere cevap amaçlı daha küçük çaptaki operasyonları her an gerçekleştirebilme kapasitesinin korunacağı,
- 5. maddeden doğan sorumluluğu yerine getirmek üzere etkin ve hareketli konvansiyonel kuvvetlerin korunup geliştirileceği,
- Eski ve yeni tüm güvenlik tehditlerine karşı savunma için gereken tüm tatbikat, uygulama, planlama ve bilgi paylaşımının sağlanacağı,
- Müttefiklerin nükleer roller hususunda ortak savunma planlamasına, barış zamanı nükleer güçlerin konuşlandırılmasına ve komuta, kontrol ile istişare birimlerine en geniş şekilde katılımının sağlanacağı,
- NATO halklarını ve topraklarını balistik füze saldırısına karşı korumak üzere kabiliyet geliştirileceği ve bu konuda Rusya ve Avro-Atlantik’teki diğer ortaklarla işbirliğine gidileceği,
- NATO’nun kimyasal, biyolojik, radyolojik ve nükleer kitle imha silahlarına karşı kendini koruma kapasitesinin geliştirileceği,
- Siber saldırıları öngörme ve tespit etme yeteneğinin geliştirileceği,
- Uluslararası terörizmle mücadele etme kapasitesinin arttırılmaya devam edileceği,
- Müttefikler arası dayanışma ve ortaklarla işbirliği halinde enerji altyapılarının, kritik transit yolların ve bölgelerin korunması da dahil olmak üzere enerji güvenliğine katkıda bulunulacağı,
- Gelişen teknolojilerin güvenlik boyutunun geliştirileceği,
- Savunma bütçesinin gereksinimlere uygun olarak artırılacağı,
- Tüm tehdit unsurlarına karşı savunmayı ve caydırıcılığı sağlamak için NATO’nun genel durumunun incelenmeye devam edileceği belirtilmiştir.

Kriz yönetimi vasıtasıyla güvenlik başlıklı bölümde NATO’nun sınırları dışında patlak veren kriz ve çatışmaların, İttifak için doğrudan bir tehdit unsuru oluşturabileceği; bu nedenle NATO’nun krizin önlenmesi ve yönetimi, çatışma öncesi durumun kontrol altına alınması ve yeniden yapılanmaya yardımcı olunması amacıyla üzerine düşeni yapacağı ifade edilmiştir. Afganistan ve Balkanlara yönelik operasyonlar etkin kriz yönetimi için uluslararası işbirliğinin önemini ortaya koymuştur.

En iyi kriz yönetiminin krizin çıkmasını engellemek olduğu, dolayısıyla NATO’nun sürekli uluslararası ortamı izleyeceği ve analiz edeceği belirtilmiştir. Kriz önlenemediği durumlarda da NATO’nun husumetin yönetilmesine katkıda bulunacağı; çatışmanın bitmesinden sonra da NATO’nun istikrar ve yeniden yapılanmanın tahsisine katılacağı dile getirilmiştir.

Kriz yönetiminin etkin şekilde gerçekleştirilmesi için:
- Olası bir krizin öngörülebilmesi amacıyla bilgi paylaşımının artırılacağı,
- Operasyonlara yönelik doktrinlerin ve askeri kapasitelerin geliştirileceği,
- Sivil kriz yönetimi biriminin oluşturulacağı,
- Entegre sivil ve askeri planlamanın güçlendirileceği,
- Kriz bölgelerinde yerel güvenlik güçlerinin oluşturulmasına katkıda bulunulacağı,
- Kriz yönetiminde uzman sivillerin teşvik edileceği,
- Krizlerin tüm aşamasında Müttefikler ve ortaklar arasında siyasi dayanışmanın sağlanacağı belirtilmiştir.

İşbirliği aracılığıyla uluslararası güvenliği geliştirme başlıklı bölüm, silahların azaltılması, silahsızlanma ve silahların yayılmasının önlenmesi;  açık kapı; ortaklıklar alt başlıklarından oluşmaktadır. Bu bölümde gerek konvansiyonel gerekse kitle imha silahlarına yönelik silahlanmanın azaltılması ve silahsızlanma çalışmalarında NATO’nun etkin rol oynayacağı kaydedilmiş; NATO’nun kapılarının İttifak’ın değerlerini paylaşan, üyelik statüsünün gerektirdiği yükümlülük ve sorumlulukları yerine getirme istek ve kapasitesinde olan tüm Avrupalı demokrasilere sonuna kadar açık olduğu vurgulanmıştır.

NATO’nun barışçıl uluslararası ilişkiler isteği taşıyan tüm örgüt ve devletlerle siyasi diyalog ve işbirliği geliştireceği, ortak güvenlik çıkarları konusunda tüm dost ülkelerle dayanışmada bulunulacağı;  NATO operasyonlarına katılan ortakların stratejinin oluşturulması ve karar alma sürecine katılımının sağlanılacağı; ortaklıkların daha da geliştirileceği ifade edilmiştir.

2008 yılında imzalanan deklarasyon uyarınca BM ile özellikle iki örgütün birimleri arasındaki bağlantıların güçlendirilmesi, düzenli siyasi istişare, kriz yönetimi için işbirliğinin geliştirilmesi hususlarında siyasi diyalogun artırılacağı kaydedilmiştir.

AB ile ortaklığın NATO için temel teşkil ettiği; güvenlik tehditleri ile mücadelede AB’nin kapasitesini artıracak bir çerçeve sunan Lizbon Antlaşması’nın yürürlüğe girmesinin tebrik edildiği; AB üyesi olmayan İttifak üyelerinin tehditlerle mücadele çalışmalarına önemli katkı sağladığı, dolayısıyla AB ve NATO arasındaki stratejik ortaklık için AB üyesi olmayan Müttefiklerin bu çalışmalara tam katılımının önem taşıdığı vurgulanmıştır.

Ayrıca NATO-Rusya işbirliğinin ortak barış, istikrar ve güvenlik ortamı oluşturulmasına yaptığı katkı nedeniyle stratejik bir önem arz ettiği; bu nedenle özellikle füze savunması, terör karşıtı operasyonlar, uyuşturucu maddelerle ve korsanlara karşı mücadele ile uluslararası güvenliğin desteklenmesi gibi ortak güvenlik çıkarlarının olduğu konularda Rusya ile siyasi istişare ve işbirliğinin geliştirileceği; diyalog ve ortak hareket hususlarında Rusya-NATO Ortaklık Konseyi’nde yararlanılacağı da belgede yer almıştır.

Avro-Atlantik Ortaklık Konseyi ve Barış için Ortaklık Programı’nın, özgür ve barışçıl Avrupa anlayışının merkezinde yer aldığı; Akdeniz ülkeleri ile dostluk ve işbirliğine dayalı ilişkilerin geliştirilmeye devam edileceği; NATO-Ukrayna ve NATO-Gürcistan Komisyonları bünyesinde iki ülke ile ortaklığın ilerletileceği; Akdeniz Diyalogu’nun devam ettirileceği; Körfez ülkeleri ile güvenlik bazlı ortaklığın geliştirileceği belirtilmiştir.

Reform ve değişim başlıklı bölümde İttifak’ın güvenliğini sağlamak amacıyla NATO’nun her türlü kaynağa sahip olması gerektiği, bu nedenle de kuvvetlerinin konuşlanma ve operasyon bölgesinde kalma kapasitesinin artırılacağı, savunma planlama konusunda maksimum tutarlılığın sağlanılacağı, dayanışma ve rantabilite hususunda kapasitenin artırılacağı, kapasitelerin, normların, yapıların ve finansmanın geliştirileceği, çalışma metotlarının iyileştirilmesi ve maksimum fayda sağlamak için sürekli bir reform süreci içinde olunacağı dile getirilmiştir.

21. Yüzyıl için İttifak başlıklı son bölümde ise bireysel özgürlük, demokrasi, insan hakları ve hukuk devleti gibi ortak değerlere dayanması, üyelerinin özgürlük ve güvenliğini korumanın ortak amaç olması nedeniyle İttifak’ın umut kaynağı olacak şekilde başarıyla ilerlediğinin altı çizilmiştir.

Kaynak : “Strategic Concept For the Defence and Security of The Members of the North Atlantic Treaty Organisation”, Lisbon Summit, November 2010, Bkz.


(Erişim 22 Kasım 2010)


..

3 Mart 2015 Salı

Açılım’ın Gizli Tarihi




Açılım’ın Gizli Tarihi

Mehmet Ali Güller 

20 Ekim 2011 tarihinde TBMM’de “terör” konulu bir kapalı oturum yapılmıştı. 
Ağzından “milli irade” lafını düşürmeyen AKP yönetimi, Türkiye’nin bu en önemli sorununu milletten gizleyerek konuşmuştu! Peki ne konuşulmuştu? 
O günkü Aydınlık gazetelerini okuyanlar anımsaycaktır: Aydınlık “açık kaynaklara” ve Açılım’ın asıl sahibi olan ABD’li Kürt uzmanlarının raporlarına 
bakarak, Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi, özerklik, Öcalan’ın durumu gibi konuların masada olduğunu yazmıştı.Artık o kapalı oturumda ne 
konuşulduğu daha da somutlandı. CHP Milletvekili Engin Özkoç, 10 yıl boyunca gizli kalması gereken o kapalı oturumda TBMM’ye gelen PKK 
şartlarını suç olmasına rağmen açıkladı, iyi de etti.PKK 20 Ekim 2011’de TBMM’ye 6 şart koymuştu: 


1) Türkiye’nin 25 eyalete bölünmesi. 
2) Öcalan’ın serbest bırakılması. 
3) Özerklik koşullarının gündeme getirilmesi. 
4) Eyalet başkanlarının TBMM’ye getirilmesi. 
5) Özerklik hakkının saklı kalması. 
6) Her eyaletin kendi özerk güvenlik güçlerinin olması.


PKK’NİN 6 ŞARTI NE DURUMDA ?

Peki PKK’nin TBMM’ye sunduğu bu 6 şart ne durumda?AKP Hükümeti, Türkiye’nin idari yapısını eyalet modeline geçirebilmek için çok uğraştı ama 
Türkiye’nin milli kuvvetlerini tam aşamadı. Eyalet yerine “kalkınma ajansı” modeliyle bir geçiş uygulayabildi.Türkiye, 25 ayrı kalkınma ajansına 
bölünmüş durumda! Fırat Kalkınma Ajansı, Dicle Kalkınma Ajansı, Serhat kalkınma Ajansı gibi...Daha da önemlisi, örneğin Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’nın Ankara’nın yerine Barzani yönetimiyle sınır kapısı açılabilmesi gibi anlaşmalar imzalayabilmesi dir!

Özerkliğe gelirsek: 

BDP Öcalan’ın talimatıyla 14 Temmuz 2011’de “demokratik özerklik” ilan etti. Özerkliğin sahası, AKP’nin 25 kalkınma ajansına böldüğü Türkiye’nin 7 kalkınma ajansına denk geliyor.
PKK, özerkliğin fiiliyata geçebilmesi için de pilot bölge uygulaması başlattı. 
Cizre o pilot bölgelerin başındadır.
Özerk güvenlik güçleri mi? 
PKK, pilot bölgelerde asayiş birimleri, karakollar kurarak hayata geçirmeye çalışıyor. 
Yol kesip ehliyet soran PKK birimleri artık sıradan haberler kategorsin de.Öcalan’ın durumu mu? 
İmralı’da kendisine yeni bir villa yapıldı, yerleşmek üzere. 
AKP kendisine sekreterya kuruyor. 
Öcalan istediği zaman MİT’in Bursa’daki yerine gidebiliyor ya da yatla Marmara’da özel görüşmeler yapabiliyor. 
Şimdi de sağlık gibi gerekçelerle adım adım serbest bırakılmasının yolu yapılıyor.

AÇILIM 12 MART 2003’TE BAŞLADI.

Açılım’ın hep 2009’da başladığını varsayıyoruz. Oysa AKP sandıktan çıkarıldığı gün Açılım başladı! Zira AKP, Adalet ve Kalkınma Partisi değil, Açılım Partisi’dir!
Daha ilk AKP Hükümeti, yani Abdullah Gül’ün başbakan olduğu ilk hükümet başlatmıştır Açılım’ı. ABD, Öcalan’dan alınan 12 Mart 2003 tarihli “Biat mektubuyla” başlattı Açılım’ı...Başbakan Abdullah Gül, Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Özkök, Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun, o mektuba dayanarak “PKK’yi Dağdan indirma planı” adı altında Açılım’ı “Kamuoyuna açıklanmadan” başlattı!

2003-2005 tarihleri arasında Öcalan’ın Erdoğan’a yazdığı mektuplar ve 2005 yılında MİT Müsteşarı Emre Taner aracılığıyla yapılan müzakereler sonrasın da, Erdoğan 2005 Ağustos’unda Diyarbakır Açılımı’nı başlattı!2006’da Murat Karayılan’ın Erdoğan’a, Öcalan’ın Bülent Arınç’a mektup yazması ve AKP’nin Sabri Ok’la görüşmesi gibi gelişmeler sonucunda  Ekim 2006 tarihli AKP-PKK seçim anlaşması yapıldı!2008 Oslo süreçlerine, 2009 Kürt Açılım’larına ve son olarak 2013 Öcalan Açılım’larına böyle adım adım gelindi. Merak edenler bu ayrıntıları Kaynak Yayınları’ndan çıkan “Hükümet-PKK görüşmeleri” isimli kitabımdan okuyabilirler.KRİTİK 2015Önümüzdeki seçime giden 6 ay, Türk ile Kürt’ü ayrıştıran ve Kürt’ü bölgede ABD’nin BOP planlarına kurşun yapan bu Açılımlar akımından kritik önemdedir. AKP’nin başkanlık sistemiyle yönetilen bir Türk-Kürt federasyonu için ABD’yle yaptığı ilk anlaşmanın hayata geçirilmesi çabaları, 2015’in en önemli konusu olacaktır.Ancak bölgesel koşulların değişmesi, sorunun Açılımcılar lehine değil, Türkiye ve bölge lehine çözümünü dayatmaktadır.Bu nedenle yılın son yazısında yeni yılınızı kutluyor ve 2015’in bu en önemli mücadelesi için şimdiden hepimize başarılar diliyorum!

http://www.aydinlikgazete.com/m/?id=57992&t=makale