1 Mart 2015 Pazar

REFERANDUM SONUÇLARI ÜZERİNE KAYBETTİKLERİMİZ



REFERANDUM  SONUÇLARI  ÜZERİNE KAYBETTİKLERİMİZ,



Referandumun Sonuçları

I- DEMOKRASİNİN ZAFERİ DEĞİL 12 EYLÜL SİVİL DARBESİ

Demokrasinin zaferi değil 12 Eylül sivil darbesi



























12 Eylül Referandumu halkın %58'inin evetiyle kabul edildi. Bu, 12 Eylül Anayasasının oylanmasından sonra ikinci önemli halk oylamasıdır ama ne içerik olarak ne yöntem olarak ne de sonuç olarak ilkinden farklıdır.
Her ne kadar AKP'liler ve onun satılık yandaşları bunu bir "demokrasi zaferi" gibi sunmaya çalışsalar da, bu tarihe "sivil darbe" olarak geçecektir.
"12 Eylül askeri darbesi", 1961'in özgürlükçü anayasasını kaldırmış, onun yerine baskıcı, faşist bir anayasa getirmişti.
Şu anki "12 Eylül sivil darbesi" ise, 1980 Anayasasının bile daha gerisinde, çok daha baskıcı, çok daha faşist bir anayasa getirmiştir.
"12 Eylül askeri darbecileri" halkı anayasayı oylamaya götürürlerken her türlü demokratik propaganda hakkını engellemişler, "hayır"ı yasaklamışlar ve baskı altında "evet" çıkartmışlardı.
Bugünkü "12 Eylül sivil darbecileri" de benzeri bir baskı ortamını kurmuştur. Bu defa coplar, panzerler değil, bilbordlar, gazete ilanları, TV programları, el ilanları ile tek taraflı bir "evet" çalışması yürütülmüş, "hayır"cılar bizzat Başbakan tarafından darbecilikle suçlanmış, "postmodern bir baskı" altında halktan "evet" istenmiştir.
AKP başarısız
AKP açısından bir zafer gibi sunulan bu referandum sonuçları AKP için gerçekten zafer midir peki?
Devletin tüm imkanları kullanılarak, karşısında hiçbir ciddi muhalefet olmadan, halk açıkça korkutularak, halka rüşvet dağıtarak, camiler propagandaya açılarak, iftarlar istismar edilerek elde edilen % 58, AKP lideri Tayyip'in açık bir başarısızlığıdır.
Her tür baskıya, şantaja, üçkağıda rağmen halkımızın %42'si AKP'ye ve onun faşist liderine "hayır" deme yürekliliğini ve sorumluluğunu gösterebilmiştir.
Bu açıdan "hayır" oyu veren yurttaşlarımızı bu cesaretlerinden dolayı kutluyoruz.
Hayır diyen bu %42, AKP'yi ilk seçimde iktidardan düşürecek bilinçli, sağlam, yıkılmaz bir kitledir.
AKP, bu %42'nin ilk seçimde kendisini yıkacağını görecektir.
Tayyip Efendi ise, %58'lik "evet"e hiç de güvenmesin.
Bu %58, baskı koşullarında, şantajla, cehaletle, bilinçsizlikle verilen oylardan oluşmaktadır. Ama ilk seçimde bu %58'in düşeceğini göreceğiz. Çünkü halkımız anayasa konusunda kandırılmıştır ama AKP ve Tayyip konusunda halkımızın kanmayacağı ortadadır. Çünkü halkımız AKP'nin de Tayyip'in de ne olduğunu gayet iyi bilmektedir.2007'de %47 olan oyunu 2009 yerel seçimlerinde %38'e düşüren AKP'nin oyları önümüzdeki 2011 seçimlerinde %38'in de altına düşecektir.
Hukuk darbesi sonuçsuz kalacak
12 Eylül referandumunun püf noktası AKP'nin Anayasa Mahkemesi ve HSYK'yı ele geçirmesiydi. Ancak AKP'nin bu planı da tutmayacaktır. Artık tümüyle korunmasız kalan, demokratik yolların AKP'nin "postmodern sivil darbesi" ile kapatıldığını gören halkımız, elbette AKP faşizmi ile hesaplaşacaktır.
AKP'nin bugüne kadarki en büyük şansı, muhaliflerini "demokratik teamüller içinde" mücadeleye zorlamasıydı. Ancak görülecektir ki demokrasinin AKP'nin bir oyuncağına dönüştüğünü gören halkımız AKP ile mücadelesine AKP'nin anladığı dilden konuşarak devam edecektir.
Bunun dışında AKP'nin kendisi için ele geçirmeyi planladığı Anayasa Mahkemesi ve HSYK, AKP'nin eline geçmeyecektir.
Geçmeyecektir çünkü AKP 2011'de Meclis çoğunluğunu yitirecek ve hükümetten düşecektir.
Üstelik Cumhurbaşkanı Gül'ün süresi de en geç 2013'te sona erecektir.
Kısacası Anayasa Mahkemesi ve HSYK, yeni Hükümet ve yeni Cumhurbaşkanı tarafından belirlenecektir.
Yeni dönemde Tayyip Erdoğan'ı ve Abdullah Gül'ü, ele geçirmeye çalıştıkları Anayasa Mahkemesi'nin kuracağı Yüce Divan'da yargılanırken göreceğiz!
Ve üstelik o gün geldiğinde kendi atadıkları üyelerin bile "kalemlerini kırdıklarını" görecekler!
Tayyip ve Abdullah Bey bilmeliler ki siyasette vefa yoktur, kendi atadıkları üyelerin elinden sonsuzluk şerbetini tadacaklardır.


II- AKP VE TAYYİP BİR EVET UĞRUNA GÜNEYDOĞU'YU PKK'YA TESLİM ETTİ

AKP Güneydoğu'yu PKK'ya teslim etti


















12 Eylül Referandumunun en önemli sonucu Türkiye'de baskıcı faşist bir iktidarın kuruluşu olacaktır ama bunun tam tersine ülkenin Güneydoğusunda devlet hakimiyeti tümüyle bitmiş, egemenlik PKK'nın eline geçmiştir.

PKK'nın referandumu boykot taktiği, hükümetin ve muhalefetin ortak yanlışı ile başarıya ulaşmıştır.

AKP, PKK'nın boykot taktiğinin aslında "hayır" olduğunun propagandasını yaparak, bölgeyi tümüyle PKK'nın egemenliğine teslim etmiştir.
Muhalefet ise PKK'nın boykotunun aslında son anda değişeceğini, "evet"e döneceğini beklemiştir.
Görünen gerçek odur ki, Türkiye'de bölücü terör örgütünün gerçek niyetini ne iktidar ne de muhalefet hâlâ anlayamamıştır.
PKK'nın özerklik ilan etme kararı verdiği bir dönemde bölgeyi başıboş bırakmak, boykotun uzun vadeli zararını görmemek, bölücülüğe gözlerini kapatmak olmuştur.
Aynı aymazlık referandumdan sonra bile sürmektedir. Pek çok kesim boykotun Güneydoğu'da başarısız olduğunu iddia ederek bölücülüğün geldiği aşamayı halktan gizlemektedir.

PKK boykotunun sonuçları












BDP'liler boykot sonuçlarını Apo posterleri açarak ve BDP binalarına PKK bayrakları asarak kutladılar.

%50'nin üzerinde boykot çıkan iller Haritada gözüküyor.
(Haritayı büyütmek için üzerine tıklayınız)


Ancak tüm Türklerin bilmesi gerekir ki, bölge artık devlet hakimiyetinden çıkmıştır.
Hakkari'de toplam 128.000 seçmenden sadece 10.000'i oy kullanmıştır. Boykot oranı %92'dir.
Şırnak'ta 197.000 seçmenden sadece 37.000'i sandığa gitmiştir. Boykot oranı %78'dir.
Mardin'de 385.000 seçmenden 157.000'i oy kullanmıştır. Boykot oranı %67'dir.
Batman'da 260.000 seçmenden 100.000'i oy kullanmıştır. Boykot oranı %60'tır.
Diyarbakır'da 850.000 seçmenden 280.000'i oy kullanmıştır. Boykot oranı %65'tir.
Van'da 530.000 seçmenden 220.000'i sandığa gitmiştir. Boykot oranı %55'tir
Bu altı ilde toplam 2.350.000 seçmenden 1.546.000'i boykot ederek sandığa gitmemiştir.
Bu oranlar hiç de önemsenmeyecek oranlar değildir. Tehlikeyi küçültmek tehlikenin varlığını azaltmaz tersine o tehlikeye karşı mücadele gerekliliğini azaltır. Şu an hem iktidarın hem de muhalefetin yaptığı ortak yanlış budur.
İçişleri Bakanı ve Başbakan PKK'nın bağımsızlık kutlamasını izledi
PKK'nın boykot kararı ve hazırlığı bilindiği halde devlet hiçbir önlem almamış ve bölgede Türk devletinin değil PKK'nın sözünün geçtiğini gösterme şansı PKK'ya verilmiştir.
Seçim günü sandık güvenliği sağlanamamıştır.
Seçim günü oy kullanacak vatandaşın güvenliği sağlanamamıştır.
Seçim günü polislerin bile can güvenliği sağlanamamış, polislere taşlı, molotoflu saldırılar düzenlenmiş, bir polisimiz bıçaklanabilmiştir.
İçişleri Bakanı'nın bunca olaydan sonra hâlâ koltuğunda oturabilmesi bile büyük bir pişkinlik örneğidir. İçişleri Bakanlığı tüm enerjisini ve personelini hayır kampanyası yürüten muhalefeti engellemek için tahsis etmiş, bölgeyi ise PKK militanlarına teslim etmiştir. Bundan sonra bölgede PKK'nın sözü daha fazla geçecektir.
Hele hele seçim gecesi Diyarbakır'da belediye başkanı ve PKK'lı milletvekillerinin de katıldığı PKK bayraklı gösteri tam bir felakettir. İçişleri Bakanlığı ve Hükümet, PKK'nın bağımsızlık gösterisini izlemekle yetinmişlerdir.

Türkiye referandumda Güneydoğu'yu kaybetti

Bu referandumun en önemli sonucu "evet" çıkan illerle "hayır" çıkan iller arasındaki bölünmüşlük değildir.
Türkiye bu referandumda bir bölgesini Amerikan emperyalizmine teslim ederek çıkmıştır.
Bu yüksek boykot oranları PKK'nın uluslararası alanda özerklik ve bağımsızlık taleplerini güçlendirecektir.
Bu da AKP'nin PKK'ya, Tayyip'in Apo'ya en büyük hediyesidir.
AKP ve Tayyip bir "evet" uğruna Türkiye'yi böldürecek bir referandum sandığını Güneydoğu'ya koymuş ve adeta Kürtlerin bağımsızlığını oylatmıştır.
Bu, AKP iktidarının tarihindeki en büyük ihanetidir.
Erzurumluya Hakkari tavrı almak yakıştı mı?
Bu noktada AKP'ye kanarak "evet" oyu veren Erzurum, Yozgat, Kayseri, Konya gibi Türkçü ve milliyetçi hassasiyetleri yüksek vatandaşlarımıza da bir uyarı yapmak isteriz.
Erzurum'un evet oranı ile Hakkari'nin evet oranının aynı olması nedendir?
Erzurumlu vatandaşımız düştüğü yanlışın farkına varmalıdır, Hakkari tavrı almak Erzurumluya yakışmakta mıdır?
AKP en büyük istismarlarından birini de şehitlerimizi ve PKK'yı kullanarak yapmıştır. Ama hem şehit hassasiyetlerimizin yüksek olduğu milliyetçi illerimizde, hem de bölünmeyi talep eden yarlerde aynı "evet"leri almıştır.
Demek ki milliyetçi Türk şehirlerinin uyanması ve gerçek tehlikeyi görmesi gerekmektedir.
Referandumda ortaya çıkan Kürt istilası
Bir diğer önemli nokta ise PKK'nın boykotu Adana ve Mersin gibi illerimizin bazı mahallelerine kadar genişletmesi olmuştur.
Yıllardır Kürt istilası dediğimiz gerçek referandum günü ortaya çıkmış ve bazı mahalleler toptan boykot etmiştir. Demek ki Mersin ve Adana gibi illerimize göç eden bazı Kürtler, tercihlerini PKK'dan yana kullanmıştır.
Bu, bölücülük tehlikesinin yerel, Güneydoğu ile sınırlı olmadığını göstermektedir.
Bir süre sonra bölücülük büyük şehirlerimizde de yıllardır buralara göçertilen Kürt tabanı kullanarak güç kazanacaktır.
Güneydoğu'yu PKK'ya terk eden yanlış buralarda da tekrarlanırsa bu ülke topyekün Türklerin egemenliğinden çıkacaktır.

Türkiye'yi birleştirecek program

Referandumun gösterdiği gerçek, bu ülkenin birliğini, bütünlüğünü ve geleceğini savunan tüm yurttaşlarımızın, en az PKK kadar kararlı olması gerektiğidir. Gerek iktidarın gerekse muhalefetin Kürt bölücülüğüne taviz verme politikası Kürtleri kazanmaya değil kaybetmeye yol açmıştır.
Hele hele "hayır"cı muhalefet Güneydoğu'da aldığı hezimetten sonra Kürtçülük yarışını bırakmalıdır.
Kürtçülük yarışı Türkiye'yi bölmekte, ve ne iktidar ne de muhalefet kazanmaktadır, kazanan sadece PKK ve Amerikan emperyalizmidir.
Türkiye'yi birleştirecek program, Atatürk'ün 6 Ok'u, Atatürk'ün milliyetçiliği, etnik bölücülüğe karşı mili mücadele, teröre karşı acımasız olmaktır.
Türkiye Türklerindir.

III- KILIÇDAROĞLU'NUN NİFAKLARI

AKP kazanmadı muhalefet kaybetti





































Referandum sonuçlarını değerlendirirken elbette ilk başta rakamlara bakmalı ve kim kazandı, kim kaybetti buradan çıkartmalıyız.
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki AKP referanduma "kaybetmiş" durumda başladı ama bitirirken "kazanmıştı."
Ülkemizde bir yıl önce yerel seçimler yapıldı. Bu seçim sonuçlarını baz alırsak, "evetçi" partilerle "hayırcı" partilerin almış oldukları 2009 oyları bizim için ilk veridir.
2009 seçimlerinde toplam seçmen sayısı 39.708.000'di. Ancak bu seçimlerdeki DTP oylarını çıkartırsak 37.437.000 oya ulaşırız.
Peki bu oylar "evetçi" ve "hayırcı" partiler arasında nasıl bölüşülmüştü?
"Evetçi" partiler AKP, SP ve BBP'dir. Bunlar 2009 seçimlerinde 18.413.000 oy almışlardı.
"Hayırcı" partiler ise CHP, MHP, DSP, DP ve diğer ufak partilerdir. Bu partilerin aldıkları toplam oy ise 19.024.000'di.
Yani 2009 sonuçlarına göre "hayır" oyları "evet" oylarından 610.000 adet fazlaydı. Eğer 2009 sonuçları referandum sandığına yansısaydı hayır %51, evet %49 olacaktı.
Ama "evet" oyları %58 "hayır" oyları %42 çıktı.
Demek ki referandum sürecinde "evetçi cephe" oylarını %9 arttırırken "hayırcı cephe" %9 oy kaybetmiş.
Bu durum net oy sayısında biraz daha bariz biçimde ortaya çıkıyor.
2009'da 18.413.000 olan "evetçi" oylar 21.788.000'e çıkmış.
2009'da 19.024.000 olan "hayırcı" oylar 15.855.000'e düşmüş.

Yani sadece oranlar değil, net oylar da düşmüş. Hele hele seçimlerde oy kullananan insan sayısının 1 milyon kişi arttığını da düşünürsek, "hayırcı cephe" için ortada ciddi bir hezimet söz konusudur.



MHP de CHP de kalelerinde kaybetti


Şimdi "hayırcı" partiler başta MHP ve CHP olmak üzere birbirlerine girmiş durumda. Ortada %42'lik bir "hayır" oyu var ve iki parti de bu oyları kendi oyu olarak görüyor ve adeta referandumu kazandıklarını iddia ediyorlar.
Muhalefetin bu tavrı Bizans kuşatılırken papazların meleklerin cinsiyetini tartışmasına benzemektedir. AKP yargıyı ele geçirecek referandumu kazanmış, PKK boykotu başarılı olmuş, ülkemiz bölünmeye ve kopkoyu bir karanlığa sürüklenirken muhalefet "oy"larının boyunu yarıştırmaktadır.
Ama her şey ortadadır. Bu iki parti de kendi seçmenlerini dahi "evetçi cephe"ye kaptırmış durumdadır.
Bugün seçim yenilgisini görmeyen muhalefet 2011 yılındaki seçimlerde çok daha büyük bir hezimete uğrayacaktır.
Özellikle CHP kanadının seçim değerlendirmeleri son derece büyük bir çarpıtmaya dayanmaktadır. CHP'liler MHP kalelerinin eridiğini oysa CHP kalelerinin oylarını koruduğunu iddia etmektedirler. Ama bu bütünüyle yalandır.
Daha yakından bakalım.
İzmir'de "Hayır" oyu 1.430.000'dir. Oysa 2009 yılında bu rakam 1.523.000'di. Demek ki İzmir gibi bir kalede 100 bin kişi "Evet cephesi"ne geçmiştir.
Antalya'da "hayır" oyu 2009 yılında 663.000'di. Şimdi bu rakam 582.000'e düşmüş durumda. Yani Antalya'da da 80 bin kişi "evetçi cephe"ye geçmiş durumda.
Muğla'da 354.000 olan "Hayır" oyu bu seçimde 333.000'e düşmüş. 21 bin "hayırcı" "evet cephesi"ne geçmiş.
Aydın'da 413.000 "hayırcı" 375.000'e düşmüş. 38 bin kişi "evetçi" olmuş.
Ankara'da 1.588.000 olan "hayır" oyu 1.210.000'e düşmüş. 378 bin kişi kaybedilmiş.
İstanbul'da 3.175.000 olan "hayır" oyu 3.000.000'a düşmüş. 175 bin kayıp var.
Bunlar net insan kayıplarıdır. Muhalefet kendine oy verenleri bile ikna edememiştir.

Kılıçdaroğlu'nun nifakları

O halde bu net kaybın öncelikle ortaya konulması gerekiyor.
İkinci olarak bu kaybın nedenini ortaya çıkartmak gerekir.

1-) Muhalefet referandumda AKP'nin tuzağına düşmüştür. AKP meydanlarda demokrasi vaat ederken, muhalefet AKP ve Tayyip Erdoğan'ın yolsuzluklarına ve kişiliğine saldırı başlatmıştır.
Kısacası ortada bir referandum paketi vardır ama muhalefet paketin üstünden atlayıp AKP ve Tayyip'le dalaşmaktadır. Bu yanlış strateji muhalif tabanın AKP'nin yalan ve kirli propagandasına teslim edilmesi ile sonuçlanmıştır.
Tayyip Erdoğan meydanlarda sürekli muhalefeti suçlamış, referandumun yararlarını anlatmış, ama muhalefet bu paketin özgürlükleri ortadan kaldıracak bir hukuk katakullisi olduğunu söyleyememiştir.
Referandum "iş ve aş" sloganları ile kazanılamazdı. Çünkü seçmen gayet bilinçlidir. 2011 seçimlerinde Tayyip'e oy vermeyecek pek çok insan bu nedenle kendisine özgürlük getireceğini düşündüğü anayasaya evet demiştir.
Ama bu bile muhalefetin strateji belirleyemediğini ve kazanacak bir strateji üretme yeteneğinden yoksun olduğunu göstermektedir.
2-) Muhalefete en büyük zarar ise kuşkusuz Kılıçdaroğlu'nun "genel af" çıkışıdır. Bu, AKP'ye yapılmış en büyük seçim yardımıydı. AKP'nin tüm bilbordlarından, gazete ilanlarından daha fazla etkili oldu.
Bugün CHP MHP'nin kalelerini kaybettiğini söylemektedir ama bu kalelerin düşmesinin nedeni MHP'den çok CHP liderinin genel af çıkışıdır.
MHP'nin milliyetçi tabanı Kılıçdaroğlu'nun PKK'ya af sloganından sonra kendisine "ben kimlerle işbirliği yapıyorum" sorusunu sormuştur.
Kılıçdaroğlu bu şekilde "hayırcı cephe" içine en büyük nifak tohumunu ekmiş ve MHP'li seçmenleri AKP'ye itmiştir.
3-) Kılıçdaroğlu'nun nifak stratejisi bununla bitmemiştir. İlk önce "türbana özgürlük" sloganını atmıştır. Bu şekilde parti içinde bile bir çatlama yaratılmış, laik CHP tabanı soğutulmuştur.
Diğer taraftan "türbancı cephe"ye de büyük bir koz olarak rahibe afişleri hazırlatılmıştır. Böylece Kılıçdaroğlu'na sempati ile bakan bu kesim de kaybedilmiştir.
Hem türbancılara hem de laiklere nifak projesi CHP'yi hem sahillerde hem de bozkırlarda vurmuştur.
4-) Görüldüğü gibi Kılıçdoroğlu'nun nifak stratejisi referanduma en büyük zararı vermiştir.
CHP örgütlerinin çalışmamasını vb. bir sürü eksiği saymaya bile gerek yok.
CHP'yi bizzat kendi lideri batırmıştır.
5-) Üstelik seçim günü Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamaması uzun vadede Kılıçdaroğlu'nu bitirmiştir. Oy bile vermeyi beceremeyen bir insana bu ülkede kimse lider gözüyle bakmaz.
CHP 6 ay içinde iki liderini de rezil etmiştir. Baykal'ı kasetle tasfiye edenler Kılıçdaroğlu için kaset bile hazırlama gereği duymamışlardır.
Çünkü Kılıçdaroğlu kendi komedi trajedi filmini kendi çekmiştir.
O artık tüm Türkiye'nin güldüğü bir liderdir.
6-) Oy verememesinin nedenini partisine atan bir lider ise çok daha vahim bir tablo sergilemektedir.
Bu nasıl bir liderliktir ki kendi beceriksizliği için etrafındakileri suçlamaktadır.
Bu suçlamalar bile Kılıçdaroğlu'nun bir lider değil bir piyon olduğunu, bir kukla olduğunu göstermektedir.
7-) Gelelim en önemli sonuca bugün hem MHP hem de CHP büyük bir yenilgi içindedir. Kendi tabanları erimektedir. Seçime kadar sürecek 8 aylık dönemde AKP'nin tuzaklarla dolu arazisinde bu liderler ve partiler sürekli yıpratılacak, gözden düşürülecek, rezil edilecektir.
O halde bu referandumun en önemli sonucu bu muhalefetten, bu muhalefet liderlerinden "adam" olmayacağıdır.

Türkiye bu muhalefetle ve bu liderlerle Tayyip'i yıkamaz.
O halde çözüm AKP'yi yıkacak bir ulusal seçeneği inşa etmektir.
Bu ise Ulusal Partililere düşen görevdir.


..

SİYASET VE SİYASİ AHLAK,





SİYASET  VE  SİYASİ  AHLAK,



 24 Şubat 2000 Perşembe 

"MUTLULUĞU TATMANIN TEK ÇARESİ, ONU PAYLAŞMAKTIR."


Yoldan geçen ilk kişiyi çevirin. Tahsilli-cahil, yaşlı-genç, kadın-erkek ayırımı gözetmeden sorun. "SİYASET VE SİYASETÇİ DENİLİNCE AKLINIZA NE GELİYOR". Yoldan çevirdiğiniz ilk kişinin ve ondan sonra takibeden diğerlerinin cevabının sanki sözleşmiş gibi ayni olduğunu göreceksiniz. Ne yazık ki alacağınız bu cevap; utandırıcı, kaygılandırıcı ve binlerce yıllık maziye sahip bu asil milletin geleceği açısından ürküntü vericidir.

SİYASET kelimesi; maalesef yolsuzluk, hırsızlık, soygunculuk, güvenilmez ve inanılmazlık kelimeleri ile eş anlamlı olarak algılanmakta ve kullanılmaktadır. Ayrıca; yalan, yanlış, eksik ve doğruluğundan şüphe duyulan konuşmalarda "SİYASET YAPMA" şeklinde tanımlanmaktadır.
Ülkemiz ve asil insanımız açısından son derece üzücü ve utanç verici olarak değerlendirdiğim bu duruma kadar nasıl gelinmiştir ? Bu durumu kimler ve neden yaratmışlardır ? Bundan ne gibi faydalar umulmaktadır.?

Kanaatimce bu sorular ve muhtemel cevapları; Türkiye'nin önümüzdeki birkaç yılının değişmez ve vazgeçilemez gündemini oluşturmalıdır. Düşünebilen ve fikir üretebilen bütün beyinlerimiz bu kötü imajın silinmesi için gayret göstermelidir. Kimler tarafından ve nerede, neler yapılabilir ? sorularının cevapları aranmalıdır. Çünkü devlet olabilme ve devlet kalabilmenin tek şartı; onu yaşatacak siyasetçilere layık oldukları gerçek değerleri kazandırmaktan geçmektedir.

Ansiklopedileri karıştırdığımızda "siyaset" kelimesinin karşısında"DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÖNETME SANATIDIR" ibaresini buluruz. Bunun açık anlamı şudur; siyaseti herkez yapamaz. Herkez istediği için siyasetçi olamaz. Siyaset yapabilmek için ancak bir sanatkar seviyesine erişmek, yani yaptığı işi en üst düzede gerçekleştirmek zorunluluğu vardır.

Misal verelim. Berberlerin; gelecekte neyi, nasıl yapacaklarına dair fikir yürütmek, bunun politikalarını tesbit etmek ve kurallarını koymak için çok iyi berber olmak yetmez. Mesleği bir sanatkar seviyesinde icra etmek ve bu işten yararlananların olurunu almak gerekmektedir. Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde berberlerin iyi temsil edilemeyeceği açıktır. Konuya bu mantıkla baktığımızda dünyadaki en zor ve en kompleks faaliyet olduğu bilinen devlet yönetimi işlerinin; sıradan ve niteliksiz kişiler vasıtası ile yerine getirilemeyeceği gerçeği görünür.

Bilgisiz, kültürsüz, yeteneksiz, devlet ve millet geleneğini anlamamış, milli hasletlerimiz ve milli gücümüzü yeterince tanıma bilincine erişememiş bir takım insanların her seçim döneminde yenilenen seçim kanunlarına dayanarak yüce meclisimize girmeleri ile bugünkü kötü olarak değerlendirilen "siyasi ahlak ve imaj" hep birlikte yaratılmıştır.

İç ve dış politikamızı yürüten SİYASİ GÜÇ UNSURU; ülkemizin milli gücünü teşkil eden EKONOMİK GÜÇ, ASKERİ GÜÇ, DEMOĞRAFİK GÜÇ, COĞRAFİ GÜÇ, BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK GÜÇ, ve PSİKO-SOSYAL GÜÇ unsurlarını kullanır. Onları seçilen milli hedefler doğrultunda yönetir ve yönlendirir. Bütün bu sayılan güç unsurlarının birbirleri ile koordinasyonunu ve uyum içinde birlikte çalışmalarını sağlar. Bu unsurların bir bütün halinde milli hedeflerimiz doğrultusunda geliştirilmesi için gerekli tedbirleri alır.

Bu kadar ağır bir yükü üstlenecek olan siyasetçilerimizin bugün içine düştükleri durumun adını sokaktaki sade vatandaşımız koymuştur. Vatandaşlarımız görünüşe göre haklıdır. Çünkü görünen köy klavuz istememektedir. Yıllardır,"seçilmek için"karşısına gelen kişiler hep aynidir. Ayni isimleri yine ayni yöntemlerin uygulandığı bir ortamda karşısında görmektedir. Kimi seçecektir ? Nasıl seçecektir ? Bu güzel sehitler yurdu toprakların yönetimini kimlere verecektir. Yöntem çok basit ve kolay. Açın gazete arşivlerini aradığınız bütün bilgileri ve hatta aradığınızdan fazlasını orada bulabilirsiniz.

İŞTE BUNLARDAN SEÇİLMİŞ BİRKAÇ ÖRNEK;

 * Başbakanlık gibi ülke yönetiminde ve siyaset alanındaki en üst noktaya ulaşmış kişiler daha önceki başbakan veya bakanlar tarafından hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık, bilgisizlik ve hatta vatan hainliği ile suçlanabiliyor.

 * Bir başka başbakan ve iki bakanı devleti iyi yönetemediler diye asılıyor. Daha sonra "hayır onlar gelmiş geçmiş yöneticilerin en iyileri idiler " denilerek," devlet şehidi" olarak ilan edilip vatandaşlarımın akın akın ziyaret ettiği anıt mezarlara defnediliyorlar.

 * Muhalefette iken kara denilen hususlara, iktidarda iken ak denilebiliyor. Dün kitle iletişim araçlarının tümü kullanılarak, milletin gözlerinin içine baka baka, bangır bangır söylenenler ve verilen bütün sözler;söyleyenler tarafından unutuluyor. Millet yine ,aptal,sağır ve kör olarak görülmeye devam ediliyor.

 * Vatandaşın seçtikleri; atanan bürokratlar tarafından kolaylıkla yerlerinden alınabiliyor. Onu seçen milyonlar düşünülmüyor ve bir kalemde silinebiliyor.

 * Hükümet etmek; ülke menfaatlerini millet adına gözetmek ve kollamak yerine, kendi yandaşlarına şuursuzca ve açıkça menfaat dağıtmak için ulaşılması gereken bir görev olarak algılanıyor ve kabul görebiliyor.

 * Vatandaşın ekmeği ile geçim zorlukları; sadece seçim propaganda alanlarındaki nutuklarda bırakılarak, nasıl ve kısa sürede köşe dönebilirim hesapları yapılıyor.

 * İnsanoğlunun varoluşundan itibaren daima korumaya özen gösterdiği "adalet ve adaleti sağlayan hukuk sistemi" bizzat onu yapanlar tarafından hiçe sayılıyor. Sokaktaki sade vatandaş kendi sorunlarını kendisi çözmek ikilemi ile karşı karşıya kalıyor. Çözemiyor. Sonunda adalet sisteminin yerini alan mafya düzeninden yardım umuyor.

 * Şeçimlerde en büyük oyu alarak parlamentoya giren iktidardaki bir parti kapatılıyor .Bu partinin 35 yıldır siyaset dünyasında yer alan profesör ünvanlı başkanına siyaset yasağı getirilebiliyor.

 * Vatandaşlarımız seçtiği milletvekilinin hizmet için değilde, sağlanan menfaat karşılığı parti parti dolaşmasını utanarak ve fakat büyük bir kinle izliyor.

Yukarıda sadece ilk anda akla gelen birkaç tanesini sıraladığım olayların yarattığı bir ortamın tabii sonucu olarak bu günlere gelinmiştir. Bunları yapanlar küçük bir kesim olmasına rağmen etkisi bütün kesimi kaplayacak kadar büyük olmuştur. Bu konuda ülkemiz üzerinde milli menfaati olan dış güçlerin ve ülkemizin güçlenmesini istemeyen çeşitli çıkar çevrelerinin etkisinin de önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Onlar bunun böyle olmasını istediler ve ne yazık ki istediklerini de elde ettiler. Milli güç unsurlarını yönetip yönlendiremeyecek kişilerin siyaset dünyamıza girmesini destekleyerek her türlü olumsuzluğun temeli olan "Siyasi Ahlâk" unsurunun yokolmasına zemin hazırladılar.

Ülkemizin geldiği nokta vahimdir. Ulaşılabilecek en son noktadır. Mevcut altyapısı ve potansiyeli ile Türkiye ve Türk halkı; kendisine rağmen oynanan bu çirkin oyunu hiçbir zaman haketmemiştir. Oyunun farkındadır. Fakat gücü bugün bu tabloyu değiştirmeye yetmemektedir.

Türkiye;DEMOKRATİK MÜCADELE ADINA YILLARDIR BU ORTAMIN HAZIRLANMASINA KATKIDA BULUNAN VE BAŞKA HİÇBİR İŞ YAPMADAN SİYASET YAPTIĞINI ÖNE SÜREREK " SİYASİ AHLAK VE SİYASETÇİ" İMAJINI; YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, KÖŞE DÖNMECİLİK VE SOYGUNCULUK SEVİYESİNE İNDİRTEN YILLANMIŞ SİYASİ KİŞİLİKLERDEN MUTLAKA KURTULMALIDIR.

Yeni, dinamik, heyecanlı, vatan ve millet sevgisi ile dopdolu, şuurlu ve bilinçli kadrolar; en küçük beldede siyaset yapan mahalle muhtarlığından başlayarak milletvekilleri ve bakanlığa kadar uzanan siyasi görevleri paylaşmalıdır. Bu ülkenin 2000'li yılların lideri olabilmesi için bu kaçınılmaz ve öncelikli ihtiyacıdır.

Bütün yönleri ile denenmiş, verebileceklerinin azamisini vermiş, gelecekten hiç bir beklentisi kalmayan eskimiş siyasetçilerin yerlerini aydın ve geleceğe ümitle bakan genç nesillere devretme zamanı gelmiştir. Bunu sağlayacak yasal düzenlemeler yapılarak ülkeyi içinde bulunduğu bu ortamdan çıkartacak ve siyasi ahlâk kavramını lâyık olduğu düzeye çıkartacak kadroların önü açılmalıdır. Siyaset ivedilikle bir kaç kişinin tekelinden çıkartılıp geniş halk kitlelerinin katılımı ile güçlendirilmelidir.

18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya çıkan siyasi istikrar ve uyumlu çalışmalar ile T.B.M.M.'nin gayretli çalışmaları bu şekilde devam ettiği takdirde bu imajın yeniden kazanılmasına önemli katkıları olacağını da vurgulamak istiyorum.

Halkımız adına bu güzel günleri görebilmenin özlemini çekiyorum. Türkiye ve Türk Milletinin güçlenmesine gönül veren kadroların bilinçli ve planlı çalışmaları sonında siyaset kelimesinin lügât karşılığı olan "DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÜRÜTME SAN'ATI " vasfına yeniden kavuşacağına inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Şubat 2000 Perşembe


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=37
..

ZAMLARIN.., ZAMLARI VE KIYAK EMEKLİLİK.,


ZAMLARIN.., ZAMLARI VE  KIYAK EMEKLİLİK.,



 20 Şubat 2000 Pazar 


"AZA SAHİP OLAN  DEĞİL, ÇOĞU İSTEYEN YOKSULDUR."

Üretilen mal ve hizmetlerin belli bir maliyeti vardır. Bu maliyet üzerine devletin koyduğu vergileri ilave ettikten sonra esas maliyet ortaya çıkar. Üreticide bunun üzerine günün rayicine uygun olarak kendi karını koyar ve malını (veya hizmetini) pazara sunar. Pazarda konulan bu fiat üzerinden mal satılır. Bu ticaretin doğal işleyiş tarzıdır.

Hangi sebeple olursa olsun mal ve hizmetin alıcısı yoksa, konulan pazar fiatının hiç bir kıymeti olmaz. Çünkü mal satıcının elinde kalır.Burada herkez zarardadır. Üretici-Satıcı -Alıcı birbirini tamamlar ve biri olmadan bunlar hiçbir işe yaramaz. Buda ticaretin doğal işleyişidir.

Geçen son yirmi yılda ülkemizde ticaretin doğal işleyişine uymayan olaylar oluyor. İnsanımız hiç alışmadığı ve de layık olmadığı bir muamele ile karşı karşıya bulunuyor. Evet; milletimizin % 90 'nını çok yakından ilgilendiren ve adeta canından bezdiren "zam sağanağı"ndan bahsediyorum. ZAM'mın lügatlardaki manası; Ekleme, Katma ve Arttırma olarak geçer. Üretilen mal ve hizmetlere yapılan plansız , proğramsız, düzensiz ve zamansız zamlar; milletin gelecek ile olan bağlarını , beklentilerini, ümit ve arzularını tamamen ortadan kaldırdı. Sonunda yapılan zamlar mal ve hizmetlerin fiatını devamlı arttırırken, bu mallardan yararalananlanın sayısı ile birlikte bu insanların kültür değerlerinide azalttı ve nihayet insanlarımız geleceğini değil ; gününü ve hatta saatini kurtarabilmenin hesabını yapar hale geldiler.

Modern toplumlarda; artık devlet ticaret yapmamaktadır. Devlet sadece ekonominin hedeflerini belirleyerek, muhtelif gelişmelere göre dengeleri tesise çalışmaktadır. Doğrusu budur. Hele toplumsal bir patlamaya dönüşecek zam sağanağında devletin rolü ya hiç olmamalı, yada olacaksa tamamen bunu önlemeye yönelik olmalıdır. Oysa ülkemizde herşeyi etkileyen ulaştırma hizmetlerinin lokomotifi olan benzine her hafta yapılan ve % 300' leri bulan zammı anlamak mümkün değildir. Devletin borç almak için verdiği faizlere yaptığı zammı da anlamak mümkün değildir. Özel sektöre adeta yol gösteriyor. Sende böyle yap diyor. Bir bakıma yangına körükle gidiliyor.

Siz; zarar etmemek için malınıza ve hizmetinize zam yapıyorsunuz . Fakat bu zamlarla mal alacak kimse kalmadığından ve vatandaşın alım gücü bittiğinden malınızı kimseye satamıyorsunuz. Elinizde mal kaldığından yeni üretime gidemiyorsunuz. Yeni piyasa şartlarına göre kendinizi geliştiremediğinizden önce iç ve sonra bunun tabii sonucu olarak dış pazarıda kaybediyorsunuz. Bu kısır döngüyü bile bile yıllardır sürdürüyorsunuz.

25 sene önce 10 Lira olan Amerikan Doları bugün tam 565.000 TL olmuş. Paramızın satınalma gücü tam 5650 kat düşmüş. Yeni nesiller bizim kullandığımız "PARA" ve "KURUŞ" mevhumunu tanımıyor. En küçük para birimimiz olarak 5000 lirayı biliyor. Oysa benim neslim 30 yıl; 30 kuruşa ekmek yedi ve 15 kuruşa gazete okudu. Hadi bütün aydınlar görev başına .Böyle geçmiş bir ömrü bugün 25 yaşındaki bir gence izah edin ve anlamasını bekleyin. Üzülmeyin ama bunu ne onlar anlayabilir , nede siz anlatabilirsiniz.

Acaba o genç; kendi çocuğuna neyi, nasıl anlatacak bilinmiyor. Bunun kabahatini enflasyona bağlamak en kolay yol. Fakat olay ekonomik boyuttan çoktan çıkmış ve değerlerini yitiren bir milletin toplumsal hastalığına dönüşmüştür. Sosyal boyutlara ulaşmıştır. Toplumumuzun büyük kesimiyle psikolojik tedaviye ,yani rehabilitasyona ihtiyacı vardır.

Ekonomiye taze parayı sokarsınız, zamlar yarın biter. Herşey stabil hale gelir.İşler kısa zamanda rayına oturur ve dengeler yeniden tesis edilir. Fakat dengesi bozulmuş bir toplumu bugünden yarına düzeltmek okadar kolay değildir. Sosyal hadiselerin tedavisi zordur. Zamana ihtiyaç gösterir. Fakat bugün görülen odur ki, bu konu ilgili ve yetkililerimizce yeterince anlaşılamamıştır. Ufukta ve yakın geleceğimizde bu konuda alınması düşünülen hiç bir tedbir görülmemektedir. İnsanımızı dahada çıldırtan , çaresizleştiren ve bunalıma sürükleyen zam yağmuruna karşı; " "Ekonomi ilmi böyle istiyor, hep beraber fedakarlık yapmalıyız"dan başka bir çalışma şimdilik yok.

Her zammın mutlaka maliyet içinde açıklayıcı bir sebebi mevcuttur. Bu sebep ne kadar geçerli olursa olsun, zam olmadan önce alıcının alma gücü yoksa yapılan yeni zam üreticiye ve satıcıya bir şey kazandırmadığı gibi toplumsal husumetide arttırmaktadır.

Hele ülkemiz insanının büyük kesimini teşkil eden bordrolu personele sormadan devlet otomatik vergisini keserse ; ve maaşlara verilen zamlar ülkedeki enflasyon gereği artan fiatlardan daima aşağıda kalırsa; ve bu işlem aralıksız 25 yıl devam ederse; bu insanların davranış bozukluğu içine girmesi ve bir anlamda çıldırması için bütün şartlar oluşmuş demektir.

Okumuşunuz .Kafa yormuşsunuz. İyi bir iş sahibi olmuşsunuz ve görevinizi bihakkın en iyi şekilde yerine getiriyorsunuz . Yaşınız ve tecrübenizle beraber sorumluluğunuz ve mevkiiniz ilerliyor. Çocuklarınızın tahsili ve yaşınızın gereği sağlık masraflarınız artıyor. Üretime katkınızın daima artmasına rağmen elinize geçen para ile herzaman daha az şey alabiliyorsunuz. Yine bu durum tam yirmi beş yıldır hep geriye doğru devam ediyor. Yeni yetişen kuşaklar geleceğini sizde görerek karamsarlığa kapılıyorlar ve siz onlara bu durumu bütün iyiniyetinize, doğruluğunuza ve vatanseverliğinize rağmen izah edemiyorsunuz. Ve bu millet hala bu yükün altında yaşamaya devam ediyor. Bu ne güç .Bu ne büyük millet yarabbim. Bu ne üstün kültür değerleridir ki hala dimdik ayakta. Avrupalı ve Amerikalı bakıyor. Şaşıyor. Çünkü bu gördüklerinin onların aldığı kültürde yeri yok.

Çok basit bir istatistik değerlendirmesi ile anarşi ve terör faliyetlerinin , PKK, HİZBULLAH gibi terör örgütlerinin orjinlerine ve destek buldukları yerlere bakıldığında; hep milli gelirden en az pay alabilen Doğu ve Güneydoğu Anadoludan olması basit bir rastlantı değildir. İş yok. İşsiz çok. Üretim var, alıcı yok . Satıcı var. Alıcıda var; ama alıcıda alacak para yok . Peki ne olacak bunun sonu.? Doğal olarak bunun sonu toplumsal patlamadır. Peki neden patlamıyor bu insanlar ? Oda milli kültüründen ve devlete olan binlerce yıllık saygıdan kaynaklanıyor. Peki yönetim ne yapıyor. "Bunların nasıl olsa sesleri çıkmıyor o halde zamma devam edelim"diyor. Zam çare oluyormu ?.Bugüne kadar olmuşmu ? 20 senedir neyi zamla düzeltebilmişler ? .Hiçbirşeyi....

Deprem oldu; afetler birbirini kovaladı. Vatandaş olanını - bitenini verdi. Bütün gücüyle afetzedelerin yardımına koştu. Türk birlik ve beraberliğinin en güzel örneklerini sergiledi. Verdiği verginin aynısın, hiç kazanmadığı halde bir daha verdi. Ne oldu alınan paranın 5 katı bir kalemde , 5 bankanın içini boşattırarak birkaç kişiye verildi. Bunu saklamanız ve vatandaşa izah edebilmeniz mümkün değil. .500 TELEVİZYON ve 1500 RADYONUN GÜNDE 24 SAAT YAYIN YAPTIĞI DEMOKTATİK BİR ÜLKEDE ARTIK MAZERETLERİNİZİ ÇOK DİKKATLİ HAZIRLAMALISINIZ Bunu yapamazsanız. Yarın herşey meydana çıktığında üzülürsünüz. Mecliste muhalafetin bulunmaması sizi sevindirmesin en büyük muhalefet sokaktaki sessiz kitledir. Onun sesi iyi duyulmalı ve nabzı iyi ölçülmelidir.

Psikolojik açıdan insanımızın zamlara dayanma gücü son haddine ulaşmıştır. ZAM haberini duyan sokaktaki sade ve sessiz çoğunluk adeta parlamaktadır. İnsanlar; kendisinin , ailesinin ve cocuklarının sadece bugününü değil yarınınıda düşünmek ve bunun hesaplarını bugünden yapmak zorundadırlar. 30 sene önce emekli olan 30 yıllık bir işçi ve memur kendi başını sokabileceği sosyal mevkiine yakışır bir ev alabiliyordu. Ve kendinede biraz para kalıyordu. Bugün en yüksek dereceli emekli memur ev değil, oda bile alamıyor. İşte bu çok basit gibi görünen konu bu insanı hayata küstürüyor. Sağlığını bozuyor ve iş verimini düşürüyor. Namusuyla çalışınca böyle oluyor. O halde ne yapacak. Normal dışına taşacak.Bu sefer onlar kazanıyor.Yapamayanlar bir kat daha kahroluyor. Bu yara giderek büyüyor. Bu yaranın tedavi zamanı gelmiştir ve hatta geçmiştir.

Sonuç olarak; ülkemizde arkasında meclisin, yani bir bakıma halkın çoğunluğunun desteğini almış bir iktidar vardır. Milletimiz hala kendilerine büyük güven beslemektedir. Sayın büyüklerimiz; toplumumuzu iyi incelesinler. Hala bu toplumu rehabilite edebilme şansları vardır. Sosyal olayların uzun sürecek olan tedavileri yöneticilerimizin yönetim maharetlerini ortaya koymaları için önemli bir fırsattır.

Durdurun bu zam furyasını. Kazanın insanlarımızı . Bunu yapacak güçte ve sayıdasınız. Yeter ki inanın.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
20 Şubat 2000 Pazar


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=18

.

BALKANLARIN NERESİNDEYİZ.?

BALKANLARIN  NERESİNDEYİZ.?






4 Şubat 2000 Cuma 

Balkanlar; adını bölgede bulunan Balkan Dağlarından alır. Türkçede Balkan sözcüğü ; genellikle orman yada çalılıkla kaplı engebeli, sert ve yalçın araziye verilen isimdir. Halkımız bugün bu kelimeyi yaygın olarak kullanmaktadır. Balkan Yarımadası; batıda Adriyatik, doğuda Karadeniz ile kuzeyde ise Tuna ve Sava Nehirlerinin açtığı ovalarla çevrilidir. Güneyde ise birçok ada ve yarımada ile Akdenizin ortalarına kadar ilerler. Uzunluğu 600 kilometreyi bulan ve yüksekliği 2376 metreye ulaşan Balkan Dağları çok sarptır ve çok az geçit verir .Dağlar bu yapısı ile yarımadanın belkemiğini teşkil eder. Çeşitli kültür ve etnik yapıya sahip 60 milyona yakın insanın yaşadığı bölgede birbirleri ile problemleri bulunan Türkiye,Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ,Makedonya, Yugoslavya ( Sırbistan + Karadağ ), Hırvatistan , Slovenya ve Bosna - Hersek devletleri bulunmaktadır.

Bu devletlerin ve bunları meydana getiren milletlerin ortak özelliği 500 yıla yakın bir süre Osmanlı egemenliği altında yaşamış olmalarıdır. Müslüman Türklerin yönetiminde asırlarca yaşamış olmalarına rağmen Balkan milletleri milli özelliklerini hiç kaybetmeden günümüze kadar gelmişlerdir. Bugün Balkan Yarımadası ırk, dil, din ve mezhepler bakımından dünyanın en karmaşık bölgelerinden birisidir. Coğrafi yapıya yayılmış olan bu karışıklık tarihi ihtiraslar, ülkelerin birbirleri ile olan menfaat çatışmaları, büyük devletlerin çıkarları, doğu ve batı toplumları arasındaki tabii köprü olma durumu bölgede devamlı sıcak çatışmaların yaşanmasına ve nihayet bir dünya savaşının yaşanmasına yol açmıştır. Balkan milletleri bugün bir siyasi bütünlük içinde değildir. Uluslar birkaç ülke bayrağı altında bulunmaktadır. Bu durum yaşanan kargaşanın temel sebebini oluşturmaktadır. Tarihten günümüze intikal eden en önemli gerçek " Millet ve Milliyetçilik " duygularının daima canlı olarak tutulmasıdır.

Balkanlarda günümüzde mevcut başlıca problem sahalarını şu şekilde özetlemek mümkündür.

a. TÜRKİYE - YUNANİSTAN İLİŞKİLERİ:

Yunanistan'ın Mora'da kurulduğu 1829 yılından itibaren kabul ettiği Megal - i Idea' sının elde edilmesine yönelik milli politikası hiç değişmemiştir. Gelen bütün hükümetlerin milli hedefleri aynidir ve bundan kesinlikle taviz vermemektedir. Türkiye aleyhine toprak genişlemesini hedefleyen bu milli politika ilişkileri daima uzlaşmazlığa sürüklemektedir. Bugün iki ülke arasında Kıbrıs, Kıt'a Sahanlığı, Fır Hattı, Karasuları, Hava Sahasının Kontrolu, Batı Trakya ve Azınlıklar, Ege Adalarının Silahlandırılması gibi alanlarda anlaşmazlık devam etmektedir. Ayni savunma paktı içinde bulunmamıza rağmen Türkiye'yi tek ve en büyük düşman olarak gören Yunanistan uzlaşma ve dialoğ yerine sorunları daima tırmandıran bir politika izlemektedir.

b. YUNANİSTAN'IN AZINLIKLARA KARŞI TUTUM VE DAVRANIŞLARI:

Yunanistan ülkesinde yaşayan tüm azınlıkları HELEN olarak kabul etmektedir. Buna göre bu ülkede yaşayan Batı Trakya Türkleri, Makedonlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Sırplar azınlık değildir. Dolayısıyla hangi uluslararası anlaşma olursa olsun hiç bir hak tanınmamaktadır. Bu grupları asimile ederek eritmek için büyük bir baskı politikası takip etmektedir.

c. MAKEDONYA VE MAKEDONLAR:

Makedonya ;eski Yugoslavyanın dağılmasını müteakip kurulan 2 milyon nüfuslu genç bir devlettir. Devletleri olmasına rağmen Makedon milletinin çoğunluğu bu devlet sınırlarının dışında kalmıştır. Bugün Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistanda Makedonya adı ile anılan bölgelerde Makedonlar yaşamaktadır. Bu ülkelerin arasına sıkışmış bir coğrafyada bağımsızlığını ilan eden genç Makedonya Cumhuriyeti Büyük İskender zamanında kendilerinin olduğunu iddia ettikleri bölgeleri ve insanlarını geri istemektedir.

Tabii olarak Yunanistan ve Bulgaristan hem bu yeni ülkenin varlığına ve hemde kendi topraklarında böyle bir millet yaşadığı iddialarına şiddetle karşı çıkmaktadırlar. Konunun önümüzdeki günlerin önemli çatışma sebeplerinden biri olarak gündeme gelmesi kaçınılmazdır.

d. BÜYÜK BULGARİSTAN HAYALİ :.

Bulgaristan'ın Türk Trakyasını da içine alan Büyük Bulgaristanı yeniden kurma hayali değişmemiştir. Bu ülke; Yunanistandan Batı Trakya ile Ege Makedonyasını, Arnavutluktan Makedonya sınırındaki geniş bir bölge ile Makedonyanın tamamını istemektedir. Ülkesinde önemli bir çoğunluğu oluşturan Türklere karşı tarihi boyunca planlı bir şekilde asimile ve sindirme politikası uygulamıştır.Sovyetler Birliği ve Varşova Paktının güdümünden çıkmasını müteakip başlattığı yeniden yapılanma çalışmalarını tamamlayıp Büyük Bulgaristanı inşa faaliyetlerine yönelmesi beklenmektedir.

e. YUGOSLAVYA ( SIRBİSTAN + KARADAĞ ) :

Bilindiği gibi TİTO sonrası yönetimler Yugoslavyada istikrarı sağlayamamışlar ve sonunda federal cumhuriyetler 1990'dan itibaren Hırvatistan, Bosna - Hersek, Makedonya, Slovenya olarak bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Tarihteki büyük Sırp Devletini kurma hayalini daima muhafaza eden ve eski Yugoslavyanın en büyük toprak ve nüfusuna sahip olan sırplar geri kalan topraklarda Yugoslavya adına sahip çıkmışlardır. Halen Sırbistan ve Karadağ Federal Cumhuriyetleri ile özerk Voyvodina ve Kosova 'yı içine alan bölgede hükümranlıklarını sürdürmektedirler.

Sırplar meydana gelen bölünmeyi kabul edememiş ve bunu hazmedememişler dir. Önce Türk ve müslüman Boşnakların çoğunlukta bulunduğu Bosna - Hersek devletine vahşice saldırmışlar ve 21 nci asra girerken insanlık tarihine utanç içinde geçecek toplu katliamları gerçekleştirmişlerdir. Balkanlardaki son Türk izlerinin silinmesi yolunda büyük mesafeler almışlardır. Sonunda medeni alemin beşiği kabul edilen Avrupadaki bu insanlık ayıbına dünya müdahale etmiş ve Birleşmiş Milletler vasıtasıyla akan kan zorla durdurulabilmiştir. Fakat çözüm bulunanamıştır.

Bosna'da yeterli dersi almadığı belli olan sırplar bu defa Türkler ve müslüman Arnavutların çoğunlukla yaşadığı Kosovada milliyetçilik akımlarını bahane ederek toplu katliamlara girişmişlerdir. Sonunda Mart 1999 da NATO ülkeleri sırbistana havadan müdahale kararı vermiştir. 3 aya yakın devam eden hava saldırıları sonucunda ülke harabeye dönmüştür. Sonunda Sırbistan pes ederek teslim olmuş ve sözde barış sağlanmıştır.11 Haziran 1999' da yapılan anlaşmaya uygun olarak Sırp asker ve polisleri Kosova'yı terk ederek yerini Nato devletlerinin oluşturduğu 50 000 kişilik barış gücüne terk etmiştir. Kağıt üzerinde barış antlaşmaları onaylanırken Kosova'da barıştan yararlanacak kimse kalmamıştır. İnsanlık tarihinin gördüğü en büyük mülteci olayları yaşanmıştır. Kosovalı müslümanların tamamına yakını ülkelerini terk etmişlerdir. Kanaatime göre sorun çözülmemiştir. Yeni boyutlar kazanmıştır. Balkan ülkelerindeki muhtemel barışın kolay olamayacağını tescil ettirmiştir.

f. ARNAVUTLUK :
Uzun süre tek partili komünist bir rejim altında medeni dünyadan kendini soyutlayarak yaşayan Arnavutluk bulunduğu bölgenin en fakir ve her alanda geri kalmış bir ülkesidir. Arnavutların milliyetçilik duyguları çok kuvvetlidir. Arnavutlar Yunanistandaki Güney Epir bölgesinde Arnavutların yaşadığını israrla öne sürerek açıkça bölgeyi isterler. Yunanistan ise Arnavutluktaki Kuzey Epir bölgesinde Yunanlıların yaşadığını iddia eder ve oda bölgede hak sahibi olduğunu vurgular. Ayrıca Arnavutluk Kosova halkının % 80' e yakınının Arnavut asıllı olduğunu belirterek bölgesinde bağımsızlık mücadelesi veren Kosova Kurtuluş Ordusunu açıkça desteklemektedir.

g. Ayrıca yeni oluşturulan Hırvatistan, Slovenya, Bosna - Hersek ve Sırbistan arasında sınırlar ve doğal zenginliklerin paylaşılmasından doğan gerginlikler mevcuttur.

Bir bölge ne kadar karmaşık bir yapıya sahip olursa o bölgeye karşı standart ve devamlılık arzeden bir politika takip etmek çok güçtür. Bugün Balkanlarda 10 ayrı devlet vardır. Her birinin siyasi, ekonomik, kültürel ve etnik yapıları farklıdır. Birbirleri ile pek çok alanda ihtilafları bulunması bu ülkelerin yegane ortak yanlarıdır. Oysa bölge insanının Osmanlıya karşı başkaldırışının başladığı 1840 ' lardan beri huzura ve güvenliğe ihtiyaçları vardır.

Balkanlar Türkiye'nin arka bahçesidir. Atalarımız başşehir İstanbul'u korumak için Tuna Nehri ve Balkan dağları geçitlerini kontrol ve elde bulundurmaya özel önem göstermişlerdir. Bugün başkentimizin Ankara olarak seçilmesinin en önemli etkenlerinden bir tanesi de başkent İstanbul'u koruyacak yeterli arazi parçasının elimizden çıkmış olmasıdır.

Ruslar, 1870' lerden itibaren, yani Panslavizm akımı meydana çıktıktan sonra Balkanlar ile yakından ilgilenmiştir. Balkan halklarının çoğunluğunun Slav olmasından yararlanarak Batı'ya ve Osmanlı'ya karşı bir Slav birliği meydana getirmek için büyük çabalar harcamıştır.

Avusturya - Macaristan İmparatorluğu da Pan Cermenizm politikası ile bölgede faaliyet göstermiştir. Bu iki temel görüş Balkanlar üzerinde kıyasıya mücadeleye girmişlerdir. Hatta I. Cihan Harbini başlatan Sırp Prensi'nin vurulması olayı dahi bu iki görüşün çatışmasının bir neticesidir.

Bu akımlarla birlikte dünyada imparatorlukların zayıflaması sonucunda meydana çıkan milliyetçilik akımları asrın başında Balkan ülkelerinin birbirine girmeleri için önemli bir etken olmuştur. II. Cihan Harbi'nde savaşın bütün zorluklarını yaşayan bölge halkı önce kendi işlerindeki iç harplerle kendilerini zayıflatırken bölge ile yakından ilgilenen Sovyetler Birliği'nin desteği ile Komünizm'in ağına düşmüşlerdir. Romanya, Bulgaristan ve Arnavutluk kesin olarak Komünist Rusya'nın güdümüne girmişlerdir.Yunanistan 1946 -1948 yılları arasında komünistlerin meydana getirdiği iç harpten zorlukla sıyrılabilmiş ve demokratik dünyadaki yerini almıştır. Yugoslavya ise Tito'nun yönetiminde yine Komünist bir dikta rejimi uygulamış ve fakat bulunduğu coğrafyanın avantajlarını iyi kullanarak Batı ile yakın ilişkiler içine girmesini bilmiştir.

Şimdi Sovyetler Birliği'nin yıkılması ile meydana çıkan büyük kargaşa sonucunda Balkanların siyasi coğrafyası yeniden şekillenmiştir. Yeni devletler oluşmuştur. Fakat bu yeni devletlerin oluştukları coğrafyalar ile etnik, kültürel ve ticari yapıları isteklerine uygun oluşmamıştır. Mevcutla yetinmemektedirler ve diğer devletlerde bulunanlardan da pay almak istemektedirler. Balkanlardaki ateş Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Kosova, Arnavutluk'u kaplamış ve Avrupa'yı dehşete düşürmüştür. Bugün Birleşmiş Milletler ve NATO bu ateşi nasıl söndüreceklerinin telaşı içindedirler.

Bu coğrafyada birbirleriyle ihtilaflı ve kan davası güden bu kadar çok devlet ve millet bulunduğu sürece balkanlarda istikrar olmayacağı açıktır. Hele Bulgaristanın Karadeniz kıyılarından başlayarak Batı Trakya - Makedonya - Kosova - Arnavutluk'a uzanan müslüman ve Türklerin oluşturduğu bir kuşağın mevcudiyeti , balkanlarda milli menfaati olan süper güçleri son derece rahatsız etmektedir ve edecektir. Bu arada Doğu Almanya ile birleşerek süper bir kara devleti haline dönüşen Almanya ile Rusyanın bu kuşağın güneyine inmesine ABD'nin müsade etmeyeceğide açıkça görülmektedir.

Türkiye; kendi iç sorunları dolayısıyla bölgedeki olaylara önce uzak kalmış, bilahare süper güçlerin yanında ve onları destekleyerek katılmak zorunda bırakılmış bir görüntü içerisindedir. Oysa Türkiye'nin misyonu, potansiyeli ve büyük tecrübesi ile bölgede istikrarı sağlayacak yegane güç olarak rol alması gerekmektedir. Türkiye'nin bölge ülkeleriyle tek tek siyasi alandan önce ekonomik, kültürel ve Psikososyal alanda doğrudan temas halinde bulunması ve bu ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların çözümünde ağabey rölü oynaması beklenmektedir. Türkiye bunu yapacak güce, potansiyele ve tecrübeye sahiptir. Plevne'de Türkler bu topraklar için mücadelenin çok güzel örneğini vermişlerdir. Bütün olumsuz şartlara rağmen toprakların nasıl savunulabileceğini dosta düşmana göstermişlerdir. Balkan milletleri bundan örnek almalıdırlar.

1363'de Rumeli'ye geçerek Balkanlara adım atan Türkler, 1389'da Kosova Meydan Muharebesi'yle bölgeye yerleştiler. 500 yıl süren bir huzur , barış ve kalkınma dönemini başlattılar. Türkleri, Avrupa'dan atmak için her unsuru deneyen İngiltere, Rusya, Almanya gibi ülkeler, milliyetçilik akımlarını körükleyerek ve destekleyerek bölge halklarını ayaklandırdılar. Önce Osmanlı'yı bölgeden çıkardılar sonra bölge halklarını birbirine düşürerek Balkanlar'ı devamlı acı ve gözyaşına mahkum ettiler. Kaynayan Balkan milletleri birbirleriyle kıyasıya mücadele ederken 16 Haziran 1913'te Sultan Mehmet Reşat'ın Kosova'da atası Birinci Sultan Murat'ın şehit edildiği topraklarda kıldığı cuma namazına 100.000'i aşkın bir cemaatın katılması, bölge halkının Türklerden beklentilerinin en son göstergelerinden biridir.

Balkan devletleri son olarak 9 Şubat 1934'te Atatürk'ün önderliğinde Türkiye, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk ve Yugoslavya'nın katıldığı BALKAN ANTANTI adı altındaki Güvenlik ve İşbirliği Antlaşması etrafında birleştiler. Bu devletlerin dışişleri bakanlarının katılımıyla bir devamlı yönetim oluşturuldu. Ayrıca ekonomi, maliye ve ticari koordinasyonu sağlamak üzere her ülkenin beş üyesi ile temsil edildiği BALKAN ANTANTI DANIŞMA KURULU meydana getirildi. Ülkeler en son 1940 yılında Bükreş'te biraraya geldiler. Almanya'nın Romanya'yı işgali üzerine bu birlik kendiliğinden dağıldı ve bir daha biraraya gelemedi.

Sonuç olarak; bölgede tarihi, ekonomik, kültürel olarak hakkımız ve orada haklarını savunmamızı bekleyen soydaşlarımız vardır. Bölgede etkili olabilecek potansiyel gücümüz ve tecrübemiz mevcuttur. 2000 yılına adım attığımz bu günlerde bölge ülkelerine devamlı huzur ve barış temin edecek BALKAN ANTANTI gibi bir yapılanmaya süratle ve acilen ihtiyaç vardır. Balkan ülkeleri artık dışarıdan değil kendileri tarafından idare edilmelidir. Bugün bu işi başarabilecek yegane potansiyel güç ve devlet Türkiye Cumhuriyeti'dir. Bu tarihi görevden kaçmak mümkün değildir. Barışın sağlanması için bu tarihi göreve her alanda hazır olmalıyız ve gerekli her türlü adımı şimdiden atmalıyız.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
4 Şubat 2000 Cuma


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=13


ÖRGÜT VE TUTUKEVLERİ

ÖRGÜT  VE  TUTUKEVLERİ


2 Şubat 2000 Çarşamba 

"BANA BENDEN OLUR NE OLURSA, BAŞIM RAHAT OLUR DİLİM DURURSA."

TARİH : 26 OCAK 2000.

Jandarma özel timleri Metris Ceza ve Tutukevindeki İBDA-C örgütünün kaldığı koğuşlara ŞAFAK BASKINI adı altında bir operasyon düzenliyor.
Operasyonun hedefi; bir yılı aşkın bir süredir tutuklu olduğu halde üç seferdir koğuşundan alınamadığı için mahkemeye götürülemeyen ve her mahkeme günü isyan eden örgüt lideri bir sanığı hakim önüne çıkarmak. İfadesinin alınmasını sağlamak. Operasyon başarı ile sonuçlanıyor, isyan bastırılıyor. Bu defa sanıklar koğuşundan alınıp hakim önüne çıkartılıyor.

Basın ve yayın ordumuzun fedakar çalışanları önceden mevzilenmişler. Bu büyük ve son derece önemli olayı canlı olarak kamuoyuna duyurmanın telaşı içindeler.Adalet sisteminin, yakalayıp tutukladığı 65 İBDA-C örgüt üyesi karşısındaki aczini sergilemeye gelmişler sanki.

Bu kaçıncı isyan bilmiyoruz. Örgüt; lideri Salih MİRZABEYOĞLU'nu vermiyor. Onlar vermeyince de biz alamıyoruz. Onlar isyan ediyor. Ceza ve Tutukevi bir kere daha yakılıyor, yıkılıyor. Cezaevi çalışanları yine rehin alınıyor. Karşılıklı silahlı mücadele yapılıyor. Devletle pazarlığa oturuyorlar. Saatler süren pazarlıklardan sonra verilen tavizleri beyler lütfen kabul edip lütfederek isyanı bitiriyorlar. Tabi çoğunlukla onların dediği oluyor. Adalet Bakanımız " malesef hapishanelerde yönetimi tam olarak sağlayamadık" diyerek seminerlerde ve basın karşısında açıklama yapıyor. İşte kendi çok küçük fakat neticesi devlet otoritesine indirilen darbe olarak çok vahim olan bu olaylar basınımız tarafından kamuyu oluşturmak için çok güzel fırsatlar olarak değerlendiriliyor.

İsyanlar bastırıldıktan sonra tutuklu koğuşlarına girerek arama yapan kolluk kuvvetlerimiz basını çağırarak ele geçirdikleri bir cephaneliği dolduracak çap ve vüsatteki silah ve cephaneyi göstererek başarılarını vurguluyorlar. Bu haber malzemesini alan tecrübeli basınımız bu görüntüleri ballandıra ballandıra yayınlıyor. Her isyanda ayni yakma, yıkma, silah, cephane ve hapishanede bulunması yasak bir yığın malzemenin sergilenmesine herkez alıştı. Artık bu görüntüler haber niteliğini yitirdi.

Adaleti Sağlayamayan bir Sdalet sistemi ile devlet işlerinin sağlıklı yürüdüğünü iddia etmek mümkün değildir.

Efendim;

" Hapishaneler koğuş sistemi olarak inşa edilmiş. Ondan böyle imiş. Hücre sistemi olsa imiş bunlar olmazmış."

Özür; kabahatinden büyük. Yapmak istedinizde kim size engel oldu.? Paranız mı yoktu ?, Demiriniz mi yoktu ?, Çimento mu bulamadınız ? Yoksa bugünlerde Türk müteahhit ve mühendisleri yurtdışında dünyayı inşa ettikleri için elde inşaatçımız mı kalmadı?

Yapmıyorsunuz, veya yapmak istemiyorsunuz. Bu millet sizin 3 ayda 35000 ev yaptığınızın şahididir. Dünyaya karşı haklı kasılıyorsunuz. Japonların altı ayda yaptığını biz 3 ayda yaptık diye. Mazeretiniz bu olamaz sayın yetkililer. Lütfen devletimizi; Türk ve dünya kamuoyunda güçsüz gösterecek olayların gerçek sebebini açıklayınız. Gücünüz yoksa istediğiniz gücü bu millet size verir. Anlamak ve vatandaşın anlamasını beklemek mümkün değil.

Gelelim işin esas yanına, BU GÖRÜNTÜ ASLINDA DEVLET OTORİTESİN'İN ÇÖKTÜĞÜNÜN GÖRÜNTÜSÜDÜR. HUKUK SİSTEMİNİN ÇÖKÜŞÜDÜR. 65 milyonu temsil eden ve Cihan İmparatorluğunun mirası üzerine inşa edilen koca bir sistemin getirildiği yerin resmidir. Devletin koyduğu yasaları dinlemeyerek,yakalanıp cezalandırılmak için Ceza ve Tutukevine kapatılan 65 kişi; 65 milyonun gözünün içine baka baka " Biz senin yasalarını kabul etmiyoruz. Mahkemeni tanımıyoruz. Tanımadığımız bir sistemin mahkemesine de gelmiyoruz." diyorlar ve gelmiyorlar. Getirilemiyorlar.

Aslında kendi çok küçük ama yansıması çok büyük olan olayı, cezaevlerinin koğuş sistemi şeklinde inşa edilmesine bağlamanın yanlış olduğu görüşümü bir daha vurgulamak istiyorum. Olayların meydana gelmesinin sebebi devletimizin ve hukuk sistemimizin aczi ve sistemin bozukluğu değildir. Yetersiz ve yeteneksiz kadroların cezaevlerinde görevlendirilmesidir. Adam gibi adamların yokluğundandır. Bu sistemde , bu yönetmelikler ve kurallarla devletin gücü en iyi şekilde gösterilebilirdi. Gösterildi de. Bu cezaevleri yeni inşa edilmedi . İlk defa cezaevlerimize sanık ve suçlular getirilmiyor. Biz bu sistemle yıllarca hukukumuzu tatbik ettik. Bu derece acz içinde olduğumuz hiç bir dönem olmadı. Sorunun başı ve aslı personel zaafiyeti ve eğitim noksanlığıdır. Buradaki görüntünün asıl sebebi; gücünü gösteremeyen, yetkisini kullanamayan, basiretsiz ve cesaretsiz cezaevi yöneticileridir.

Binlerce yıllık köklü gelenekler üzerine inşa edilmiş devletimiz güçlüdür. Hiç kimse, hiç bir örgüt veya kuruluş devletten daha güçlü olamaz. Olmamalıdır. Fakat bugün devletimiz örgütler karşısında güçsüz durumda gösterilmiştir. Cezaevlerimiz devletin kontrolundan çıkmış ve ÖRGÜT CEZA VE TUTUKEVLERİ haline dönüşmüştür. Kanun ve kural dışı herşey buralarda yönetimin gözü önünde açıkça yapılabilmektedir.Buna ait haberler basınımız tarafından adeta dizi proğram halinde yayınlanmaktadır. Her türlü anarşi ve terör olayları buradan yönetilebilmekte, yeterince yetişmemiş militanlara buralarda akademik ve silah eğitimleri verilmektedir.

Burada mahkumlardan ziyade , onlara göz yuman, bilerek veya bilmeyerek cezaevlerini bu hale getiren yönetim başlıca sorumludur. Kanunları uygulamak yerine kanunsuzlukları destekler durumdaki sıralı yöneticilere bugüne kadar hiç hesap sorulmamıştır. Veya sorulamamıştır. Halkımız bu sorumsuzlardan hesap sorulmasını bekliyor. Üzülerek ve içi kan ağlayarak gelinen vahim durumu seyretmekle yetiniyor.

İsyan eden koğuşta ele geçen malzemeyi utancımızdan saklayacağımıza özenle bir araya toplar, gururla basını çağırır," işte biz bunları hapishanenin içinde ele geçirdik" diyerek takdir bekleriz. Gülelim ağlanacak halimize. Girmemize ramak kaldığımız avrupalı komşularımız bunları gördüğü zaman gülüyor halimize....

-Kim bunlar ?

-Kim bunları bu sorumlu mevkilere getirdi ?

-Görevini bilmeyen, yetkilerini kullanmaktan aciz, asli sorumluluklarını yerine getiremeyen bu yönetim kadrolarını kimler atadı?

-Hangi hak ve selahiyetle bu insanlar hala ayni görevlerinde tutuluyorlar ?

-Bu memlekette nice yetişmiş beyinler," Merkez valisi, Merkez emniyet müdürü, APK Uzmanı" gibi uydurma isimlerle boş oturup hizmet beklerken bu millet bu yeteneksiz kadroları beslemeye mecburmu ?

Birkaç gün önce Ulaştırma Bakanı Prof.Dr.Enis Öksüz'ün talimatıyla polis Sivil Havacılık Genel Müdürü Beyefendiyi 50000 dolar rüşvet alırkan suç üstü yakaladı. Tutuklanan genel müdürün bürosunda yapılan aramada daha pek çok rüşvet olayının belgeleri çıktı. Balık baştan kokar. Genel Müdür, bunu bu kadar açık ve serbestçe yaptığına göre kimbilir aşağısı ne yapıyor.

Kızılay, Türk Hava Kurumu, anlı şanlı devlet ve özel sektör bankalarımız, Turban gibi en büyük turizm kuruluşumuz ve daha nice kuruluşun sayın yöneticileri, batırdıkları kuruluşları için bugün yargı önündeler. Yani hep yönetim , yönetici ve insan hatası.

Suçluya hesap sormayan ve ona ceza veremeyen bir ülkede adalet tesis edilemez. Adaleti tesis edemeyen devlet, devlet olma vasfını muhafaza edemez. Atamız Osmanlı Devletinin 3 kıt'ada, 24 milyon km.kare topraklarda, 600 sene süren hakimiyetinin tek özelliği; her hal ve şartta adaleti mutlaka uygulaması olmuştur.

Devletimizin birinci ve temel görevi; devletin gücünü yeniden tesis etmek ve bunu dosta-düşmana göstermektir. Suçluya kendini saydıramayan devlet; normal yurttaşına hiç saydıramaz. Avrupalı olmak gayret gösteren sayın büyüklerimize duyurulur.

Lütfen gücünüzü bilin ve kullanın. 

KENDİ MİLLETİNİN SAYMADIĞI BİR DEVLETİ BİLİN Kİ BAŞKALARI HİÇ SAYMAZ VE DİKKATE ALMAZ.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
2 Şubat 2000 Çarşamba

http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=12

.

27 Şubat 2015 Cuma

"MUSTAFA" DA BİR " MC DÜNDAR " BELGESELİ YAPSA...





 "MUSTAFA" DA BİR "MC DUNDAR" BELGESELİ YAPSA...



Yazar Ali Tartanoğlu  
29 11 2008

Üç yıl boyunca annesini görememiş… Doğup büyüdüğü kente hasret ölmüş… Selanik’in düştüğünü öğrendiği an, elbette göz yaşları içerisinde “Selanik’i nasıl bırakırsınız!...” diye canciğer silah arkadaşlarının yakasına sarılmış (Çünkü o sırada kendisi başka bir cephede savaşmakta)… Dolmabahçe Sarayı’nın duvarına adeta kazınmış sözlerinde ifade ettiği üzere çok sevdiği İstanbul’dan, yabancılar Ankara’yı başkent olarak kabul edinceye kadar “kendisini mahrum bırakmış!..”

Annesini yitirdiğini düşünde görmüş, haberin bulunduğu telgrafı sunan emir erinin, (evet emir erinin!..) boynuna sarılarak elbette “ağlamış!!!...”

Hayatının kesintisiz en az on yılı, rütbesiz er koşullarında cephelerde, doğru dürüst banyoya, sıcak, rahat ve temiz bir yatağa, dumanı üstünde bir tas çorbaya hasret, ölümle burun buruna geçmiş…

Hastalığının son aşamasında bile, bütün unvanlarından, rütbelerinden sıyrılıp filinta tüfek bir çete reisi olarak Hatay’ı Fransız işgalinden kurtarmayı düşünebilmiş, başında bulunduğu devlete önerebilmiş…

Çocukları da, kadınları da, insanları da, hatta hayvanları da çok sevmiş…

Elbette çok kızıp öfkelenmiş de… Kendisine İskenderun’unu İngilizlere bırakması emredilince, Harbiye Nazır’ı Enver Paşayı kastederek “ahmak” dediği resmi yazılar yazabilmiş; ama bundan çok daha önemlisi “ben böyle bir emri yerine getirmem. Kim getirecekse gönderin, görevimi kendisine teslim edeyim” diyebilmiş… Hepsinden önce de, bu üst emre rağmen birliklerine “karaya çıkmaya kalkan olursa vurun” diyip, İstanbul’a da “ben böyle bir emir verdim. Bilginize…” tavrını koyabilmiş…

Ve sonuç… Emperyalist düşmandan özgürlüğünü almış, bağımsız, laik, modern bir ülke… Kendine güvenen, başkalarının, hatta eski düşmanların ceket iliklediği bir Cumhuriyet…

Şimdi siz, böyle bir önderi, bir komutanı, bir devrimciyi, imparatorluk yıkan bir devlet kurucusunu bu niteliklerinden tamamen sıyırıp, “canım işte o da hepimiz gibi gaz sancısı çekiyormuş, hepimiz gibi boğazını temizliyormuş, pisuarın önünde ayakta işiyormuş. Bizden hiç farkı yokmuş” diye, inatla, ısrarla ve sadece, insan olarak her birimizde ortak olan özelliklerle dayatıp durmaya kalkarsanız projektörler size de istemediğiniz şekilde, yani alıştığınız üzere sizi parlatmak için değil, loş yanlarınızı da sergilemek için dönecektir, döner. Eleştirilere derhal “anti demokratlık” damgası vurmak, demokratlık değil, şımarıklıktır..

Birilerinin, böyle sözüm ona bir “yorumsal” film yapma hakkı vardır. Ne yapalım! Devir “demirgrasi” devri!.. Ama bu hak, kaçınılmaz olarak başkalarının da yorumsalı eleştirme hakkını doğurur. Ne yapalım devir, “demokrasi” devri!!!...

Yorumsalın gerçekte kuşkusuz bu kadar önemsenecek bir yanı yok. Ama önemsenmesi için “hökümat” bile seferber oldu. Devletin en görkemli mekanları tahsis edildi; en ekabirler galaları teşrif buyurdukları gibi, bir de okullara talimat gönderdiler; öğretmenleri komutasında sürü sepet sabi sübyan sinema salonlarını doldurdu. Büyükler de “n’oluyo!..” diye, en azından merak ettiler.

Önemli olduğundan değil. Dünya reklam dünyası… İsterlerse serçeyi bülbül diye satarlar. Nitekim sattılar!..

Deniyor ki bu muhteşem yorumsal(!) için; “Böyle bir belgesel hiç yapılmamıştı, ilkti. Verdiği somut bilgiler ilk kez yayınlananlardı.”

Hayır!. Bir kere bu bir belgesel değil, bir “yorumsal!..” Yorumsalcı da kabul ediyor.

İkincisi yayınlanan somut bilgilerin hiçbiri, insani boyutta olsun veya olmasın, “ilk” değil.

İçki içtiği, sigara içtiği, bu toplumun bildiği, yazılıp çizilmiş bilgiler. Kaynak Yayınlarının, 25’inci cilde doğru ilerlemekte olduğunu sandığım “Atatürk’ün Bütün Eserleri” dizisinde, “Yahu, hesabımızı kitabımızı bilmiyoruz. Amma harcamışız!..” mealindeki notları, Madam Corin’e mektupları dahil, “ilk kez ben yayınlıyorum” denilen bilgilerin hepsi var.

Şimdi yorumsalcıya desek ki, niye taktın kafayı “insan Atatürk”e de, yatıyor kalkıyor habire insan Atatürk belgeseli yapıyorsun? Niye toplumsal kahraman, toplumsal kurucu önder, toplumsal Atatürk’ten böyle bucak bucak kaçıyorsun? Bir kere de böyle bir Atatürk belgeseli yapsaydın da “insan Atatürk” yorumsalına hak kazansaydın…

Eminiz o da diyecektir ki, efendim sizin dediğiniz Atatürk kitaplarda çok var… Ama senin dediğin Atatürk de çok var kitaplarda. Ortaya ilk sen atmıyorsun.

Yani çoluğa çocuğa “aaa Atatürk de bizim gibi bir insanmış” dedirtince ne olacak?!!..

Çevirdiğin bütün Atatürk filmleri “Atatürk de bizim gibi bir insandı” inadının, saplantısının bir ürünü… Hiç kahraman, devrimci, kurtarıcı, kurucu Atatürk filmi yapmayıp ille de “insan Atatürk”te ısrar edişinin nedeni, “boş verin kahramanlığını, devrimciliğini, kurtarıcılığını, kuruculuğunu… İşte… O da bizim gibi bir insan nihayet. Büyütmeyin” mesajı vermek değilse ne?

Yurttaşlarının gözünün içine baka baka konuşmaktan, onları gözlerinin ta içine baka baka dinlemekten hiçbir zaman kaçınmamış Atatürk’ün yüzünü, gözlerini niye sakladın seyirciden? Kendin bakamadığın, bakmak istemediğin için değilse neden? Mustafa Altıoklar’ın dediği gibi niçin hep arkasından konuştun?

Hadi sağ olsaydı yapabilir miydin böyle bir şey demeyelim. Ama Recep Tayip Erdoğan sağ; yapabilir misin “Mustafa” gibi bir “TAYYİP”?... Hazırladığını öğrendiğimiz Fetullah Belgeselinde, onu da bütün insani zaaflarıyla, cinsel yaşamıyla, loş bir odada arkası dönük otururken omuzu üzerinden ne idüğü belirsiz bir varlık olarak mı vereceksin? Yoksa Diyanet işlerinin 1959’da açtığı vaizlik sınavında “ayetikerime bilgisi”nden ancak (5) alabilmiş ilkokul mezunu bir garibanın nasıl olup da, hem de din-iman palavrasıyla, Türkiye ve Dünya sahnelerinin önemli bir aktörü haline gelebildiğinin gerçek perde arkasını mı anlatacaksın?

Buyur! Dolmabahçeler, Devlet Opera ve Balesi salonları, sinema salonları, kameralar ve ilkokul çocukları emrinde!..

Yorumsalda verilen sözüm ona “insan Atatürk”ü en çok kim sevdi biliyor musunuz? “Kurtuluş”tan, “istiklal”den, “bağımsızlık”tan, hatta bizatihi bu sözcüklerden hoşlanmayanlar… Lozan’ın masasından bile hoşlanmayanlar…

Şimdi yorumsalcıdan üç şey istenmeli:

1 – Önce otur belgeselci gibi, doğru dürüst bir kahraman, kurucu, önder, devrimci Atatürk, tarihi ve toplumsal kişiliğiyle bir Atatürk filmi yap.

2 – Görüntü sıkıntısı, kaynak sıkıntısı çekmezsin. Otur bir de “İNSAN RECEP TAYYİP” belgeseli yap!..

Ama işin kolayına, “yorumsal”a kaytarmadan… Dört dörtlük belgesel yap. Çünkü sen belgesel diye yine “yorumsal” yaparsan, bu defa da ortaya bir MUHTEŞEM RECEP TAYYİP SULTAN çıkar!..

“Yorumsal” değil, “belgesel!...” Çünkü yorumsalcı adını belgesel koyup, uygun gördüklerine “o da kim ki…” muamelesi yapıyor; sıkışınca da “canım bu benim yorumum” diyip çıkıyor. Demek istediğini de uçurabilir. Bu nedenle, asıl dikkatle izlenmesi gereken, zat-ı devletlilerinin FETULLAH belgeselidir.

Uygun görür veya görmezken ölçüt ne? Gazetecilik, belgeselcilik mi?.. Yoksa “bunların hangisi beni parlatır, bana para kazandırır; önce günün modasına göre çalışayım, Atatürk’ü küçülteyim, moda akımların aferinini alıp daha çok parlayayım; gün olur devran döner moda değişir, ‘harp olur darb olur’sa o zaman da ‘ama bakın ben kaç tane Atatürk belgeseli çektim. Hatta ‘başka Uğur Mumcu belgeseli yapacak adam mı kalmadı’ diye ayağa kalkan bir dinozor halk kitlesi ve bir iflah olmaz dinozor olmasaydı bir Uğur Mumcu Belgeseli de yapacaktım” mıdır ölçüt?..

3 – Bir “İNSAN YORUMSALCI” belgeseli gereksiz. Ama yorumsalcı, bir gece bir rüya görse; Mustafa Kemal Anıtkabir’den doğrulup kamera arkasına geçmiş olsa… Bir “GAZETECİ McDUNDAR” belgeseli yapsa!.. Hatta sadece Çağdaş Gazeteciler Derneği Onur Kurulu’nun 2003 tarihli raporunun ilgili bölümlerini belgesel yapsa!.. Uzman tanık da Çağdaş Gazeteciler derneğinin o dönemdeki Onur Kurulu Başkanı Rahmi Yıldırım olsa…

“O kadarı çok olur. Etmeyin, kıymayın…” denecekse, sadece TRT arşivlerindeki birçok master bandın bir gece ansızın nasıl kendiliklerinden mevzi ve mevki değiştirdiklerini belgeselleştirse, uzman tanık olarak da TRT genel müdür eski yardımcılarından Şener Tokcan’ı konuştursa. Ya da sadece Türkan Sultan belgeselinin öyküsünü belgeselleştirse; Seçil Büker’i veya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu üyelerini uzman tanık olarak konuştursa. Yahut sadece, kendi yaveri Salih Bozok’un “HEP ATATÜRK’ÜN YANINDA” başlıklı anılarının nasıl alt üst edilerek “YAVERİ ATATÜRK’Ü ANLATIYOR”a dönüştüğünün öyküsünü belgeselleştirse, buna da bendenizi uzman tanık olarak çağırsa. Filmin adını da, yine Rahmi Yıldırım’ın tanımından hareketle, “ROMANTİK İNTİHALCİ MCDUNDAR” koysa…

Çatılmış kaşlarıyla yorumsalcıya “belgesel böyle yapılır!.. Türkiye’ye ve bana hep bir yabancı gibi bakıyorsun, ama sen galiba işine de yabancısın…” dese!.. Bizi de “Ben çıkıp gelmesem, böyle yüksek ve kıymetli bir şahsiyetin belgeselini çekmek için ölmesini mi bekleyecektiniz!.. Ayıp ayıp!.. Bakın ne kadar bol malzeme de varmış!..” diye azarlasa…

Haklı. Çünkü McDundar da, sadece topluma değil, artık neredeyse tarihe mal oluyor. Bir “ROMANTİK İNTİHALCİ MCDUNDAR” belgeseli O hayattayken yapılmalı bu belgesel. Ama yine işin kolayına kaçmadan… Öyle yorumsal filan değil; adam gibi BEL-GE-SEL!.. O zaman hiç kuşku duymayalım samimiyetinden!


http://www.vatanpostasi.org/index.php?option=com_content&task=view&id=817&Itemid=45

.