SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİYASET etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2018 Perşembe

' BEYAZ ',


'Beyaz', 

Serdar Ant
SERDAR  ANT  HEDDAM YAZILARI

 
Türk Siyasal yaşamı üzerine konuşurken, siyasal aktör olarak dikkate almamız gereken unsurlar nelerdir?

Siyasi Partiler1

Kuşkusuz ilk akla gelen siyasi partilerdir. Sivil toplum örgütlerini, meslek kuruluşlarını, toplum üzerinde etki sahibi olan kimi aydınları, sınıfsal karakteri ortada olan medyayı da yine bu çerçevede sayabiliriz. Ama ilk aşamada en göze batan, en etkin aktörler siyasal partilerdir.Türkiye’nin bugünkü koşullarında siyasal partilerin, özellikle de Meclis’teki iki büyük muhalefet partisi olan CHP ve MHP’nin tatmin edici bir seçenek olmadıkları ve etkili bir muhalefet sergilemedikleri ortadadır. 

MHP
Örneğin, MHP’nin özellikle 22 Temmuz seçimleri sonrasında büyük bir hayal kırıklığı yarattığı inkâr edilemez bir gerçektir. Seçimler öncesinde “Apo asılsın” diyerek meydanlara ip atıp duygu sömürüsü yapan ve oy avcılığına soyunan, ama seçim sonrasında PKK uzantısı DTP’nin milletvekilleri ile el sıkışan bir partinin inandırıcılığı kuşkuludur artık. Üstelik iş bununla da bitmemektedir. Avrupa Birliği’ni savunan MHP’dir, ABD ile stratejik müttefik olmanın gereklerini en iyi kendisinin yerine getireceğini iddia eden MHP’dir, liberal ekonomi taraftarı olan MHP’dir, özelleştirmeler konusunda “uslu siyaset” yapan MHP’dir, türbana destek veren MHP’dir. Bu liste uzar gider.

CHP
CHP’ye gelince, onun da MHP’den temelde hiçbir farkı yoktur aslında. Ne ABD ile ilişkiler, ne AB, ne ekonomi, ne de diğer meselelerde… Örneğin Cumhuriyeti kuran partinin bugünkü lideri, Atatürk’ün ölümünden sonra karşıdevrim sürecini tetikleyen “ikinci adam” İsmet İnönü’nün 1963′te açtığı yolda inançla yürüdüğünü göstermek istercesine AB üyeliği konusunda şunları söylemekten çekinmemektedir: “Biz bu projeyi başından beri istiyoruz. Türkiye’nin tam üyeliği için AB’de irade var mı, yok mu? Asıl mesele bu. Tam üye olacaksak 20 yıl da 30 yıl da bekleriz, ama tam üye yapılacağımızı bilirsek daha iyi motive oluruz.” (Milliyet, 11.4.2008) 

AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri

Bu bağlamda AKP, DSP, ANAP, DP, SHP ve diğerleri için de aynı şeyler, şu ya da bu derecede geçerlidir. Sonuçta bütün partilerin aynı kumaştan olduğunu iddia etmek bir abartma olmaz.

Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde debelenmektedir
İşte bu nedenle Türk siyasal yaşamı yıllardır bir kısırdöngü içinde debelenmektedir. İlkesizlik ve ikiyüzlülük artık kanıksanan davranışlar olmuştur. Siyaset, program ve proje ekseninde değil (çünkü bu düzlemde partiler arasında hiçbir fark yoktur!), lider merkezli olarak yapılmaktadır. Bunun doğal bir sonucu olarak partiler, liderlerin kişisel mülkü haline gelmiştir. Parti içi siyasette, en büyüğünden en küçüğüne kadar hiçbir partide ne özgürlük ne demokrasi vardır. Siyasal yaşamda yıllardır egemen olan, bir liderler oligarşisidir aslında. Örneğin bugün “merkez-sol” CHP’de siyaset yapan, ama geçmişte merkez-sağ bir partide yetkili konumlarda bulunmuş ünlü bir siyasetçinin “partileri, genel başkanlar ve genel başkanın etrafındaki heyetler yönetirler. Yoksa dışarıdan, ‘ben de varım, benim de hakkım var, benim de fikrimi alın’, gibi yaklaşımlardan bir hayır çıkmaz.” şeklindeki sözleri hiçbir tepki görmemekte, gerçeğin dile getirilmesi olarak kabullenilmektedir. Laik şeyhlerin liderliğindeki laik tarikatlar haline gelen partilerde, siyasal yaşam bir şeyh-mürit ilişkisini aratır çerçevede şekillenmektedir. Bilindiği gibi, şeyh-mürit ilişkisinin belirleyici özelliği dinsel niteliği değildir. İlişkiye şekil veren nitelik itaattir, mutlak sadakattir. Müridin şeyhine bağlılığı sorgusuz sualsiz, körü körüne benimsenen bir inanç üzerinde yükselen, aklın süzgecinden geçirilmeden içselleştirilen bir itaat ve sadakat duygusu temelinde boy verir. Şeyh her zaman haklıdır, hikmet sahibidir, ne söylese doğrudur, yerindedir. Eleştiriden bağışıktır. Hatta eleştirilebilir olduğu düşünülemez bile… Dokunulmazdır. Deyim yerindeyse bir tür küçük Tanrı’dır! Bu nedenle mürit bağımlı bir “kişiliktir”. Ne aklı, ne vicdanı, ne de irfanı hürdür. Özgürlüğü ve bağımsızlığı bir karakter özelliği haline getirememiş olduğundan, aklının değil şeyhin kılavuzluğuna ihtiyaç duyar. Birey olduğunu sanır, ama ağanın marabasından, padişahın dalkavuğundan farkı yoktur. Bunun için de kendi eksikliğini, boyun eğdiği şeyhini yücelterek gidermeye çalışır. Ve sonunda şeyh uçar! Ama o güzel deyimde belirtildiği gibi, şeyhi uçuran mürittir aslında! Bu zihinsel yapı çerçevesinde şekillenen kulluk ilişkisi, günümüz Türkiye’sinde sadece tarikatlarda ve cemaatlerde değil, siyasal partilerde de egemendir.

TSK, BOP ve Türban
Güneş Operasyonu
Tahmin, Tevil ve Takdir
Siviller ve Askerler
ABD ve AB'nin Kucagindaki Yönetim
ABD’nin Hedefi
Hain?
Genelkurmay Başkanları
Bir Türkiye Analizi
12ler
ABD ve Darbeler
ABD Hizmetindeki F-16'lar  
Ordu

Bu bağlamda Türk siyasal yaşamında bir başka aktör öne çıkmakta, en azından kitlelerin gözünde bir umut haline gelmektedir: Türk Silahlı Kuvvetleri ya da ordu… Bu nedenle (belki biraz paradoksal görünebilir) ordunun da en az siyasal partiler kadar eleştirel bir gözle değerlendirilmesi, mercek altına alınması zorunludur. Öte yandan eleştiri bir beklenti ile yapılır. Ne kadar sert olursa olsun, özünde bir umudu, bir değişim beklentisini içerir. Ne olduğu ve yıllardır aynı çizgide ısrarla devam etmeleri nedeniyle de artık değişemeyecekleri ortaya çıkmış “parti” denilen laik tarikatların eleştirilmesi zaman kaybından başka bir şey değildir artık.

Asker ve Siyaset

Ordu bağlamında düşünmeye başlayınca ilk akla gelen soru, askerin siyasal yaşamda bir etkisi, bir rolü, bir ağırlığı olup olmadığıdır. Kısacası, asker siyasetin dışında mıdır Türkiye’de? Bu soruyu yanıtlamadan önce, bir parantez açıp bir noktayı açıklığa kavuşturmak yanlış anlaşılmamak için zorunludur. Bu yazı çerçevesinde “ordu” derken işaret etmek istediğim, ordu adına karar alıcı konumda olanların varlığıdır. Yaptığımız konuşmalarda, yazılarımızda aslında bu karar alıcıları eleştiriyor ya da destekliyoruz. Bu alınan kararlar neticesinde şekillenen ordunun tavrı ve izlediği politikalar, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin her üyesi (ya da üyelerinin çoğunluğu) tarafından paylaşılmakta mıdır bilinmez, ama bizim ordumuzun en önemli özelliklerinden biri disiplin anlayışıdır. “Emir, demiri keser” biçiminde de ifade edilen bu özellik, en basit bir “er-erbaş” ilişkisinde geçerli olduğu gibi, hiyerarşinin en üst basamakları için de geçerlidir. Bu durumda herhangi bir konuda ordu içinde bir oy ya da görüş birliği olmasa bile, son tahlilde en üst makamlarda ve kilit konumlarda olanların demiri bile kesen emirleri bağlayıcı olur. Onun için ordu soyutlaması, siyasal ilişkiler düzleminde, aslında ordunun yönetiminde kilit konumda olanları ve onların tutumlarını simgeler.

Kuşkusuz bütün siyasal sistemler, bir anlamda, belli bir askeri gücün varlığına dayanır. Dolayısıyla askerin mutlak anlamda siyaset dışı olduğunu iddia etmek zaten mümkün değildir. Ama Türkiye’de askerin siyasete ilgisinin birçok başka ülkeden daha farklı ve yoğun olduğu da su götürmez bir gerçektir. Türkiye’nin tarihsel, kültürel, sosyal koşullarından ve dışa bağımlığından kaynaklanan bu ilginin ve askerin siyasetle iç içeliğinin gerekli olup olmadığı ayrı bir tartışma konusudur, ama bunun bir olgu olduğu inkâr edilemez. Siyasetle bu derece iç içe olan bir kurum, ister istemez onun yarattığı kirlenmeden ve yıpranmadan da etkilenir. Hele ki Türkiye gibi emperyalizme bağımlı bir ülkede, siyasal yaşamın gelgitleri orduyu da vurur ya da ordu da aslında bu gelgitler çerçevesinde bir rol sahibidir zaten.

Ordunun tavrı, izlediği politikalar ve tutumu
O zaman orduyu, siyasal-ideolojik ilişkiler düzleminde siyasi partilerle aynı kategoride değerlendirmemek için ordunun partilerden farklı bir siyasal duruş ve yöneliş içinde olması; üstelik bu duruş ve yönelişin salt söylemle sınırlı kalmayıp, siyasal pratiği belirleyecek bir eylemliliği, kısacası somut açılımları da içermesi gerekmez mi ? Açık konuşmak gerekirse, örneğin yukarıda siyasal partileri eleştirirken değindiğimiz konulardan hangisinde ordunun tutumu bu partilerinkinden daha tutarlıdır ya da farklıdır? TSK’nin karşı olmadığını Genelkurmay Başkanı’nın defalarca açıkladığı AB’ye tam üyelik konusunda mı? Kaldı ki AB üyelik sürecinin Türkiye’ye getirdikleri ve Türkiye’yi getirdiği nokta da artık gözlerden saklanamayacak şekilde ortadadır ve Türkiye’nin egemenliği ile ulusal bütünlüğünü tehdit eden bir içeriktedir. Ya da ondan habersiz adım at(a)madığımız ABD ile ilişkilerde mi? Veya sosyoekonomik düzen ve liberal ekonomik politikalar bağlamında mı? Dünya Bankası ve IMF reçeteleri hakkında mı? Özelleştirmeler konusunda mı? Türban meselesinde mi?

Belki bir tek DTP-PKK konusu bu çerçevede değerlendirilemez. Zira ben bugüne kadar bölücülerle tokalaşan, Kürtçüleri Meclis’e taşıyan bir asker görmedim. Bugünden sonra da böyle bir şey olacağını sanmıyorum. Ama kimi çevrelerce “Kürt sorunu” diye adlandırılan sorunun ortaya çıkmasında ve bugünkü duruma ulaşmasında emperyalist güçlerin etkisi ve desteğinin varlığı da reddedilemez. Ne yazık ki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de bu eksende, yani emperyalizm karşısında çok tutarlı bir çizgi içinde olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Bu konuyu güncel somut bir örnekle açalım.

26 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde yer alan bir haber “MGK’dan Kuzey Irak’a Yeşil Işık…” başlığını taşımaktaydı. “Şubat ayında Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara ziyaretine onay veren MGK, önceki gün Ankara’nın diyalog kurmadığı bölgesel Kürt yönetimi ile temas için kapı araladı. Bu aşamada daha önce planlanmış dört aşamalı süreç devreye sokulacak. Sürecin ilk aşamasını bölgesel Kürt yönetiminin Başbakanı Neçirvan Barzani ile temas oluşturacak.” diyen haber, “bölgesel Kürt yönetimi… Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini” karşılarsa daha sonraki aşamaların gerçekleşeceğini bildiriyordu. “Buna göre Türk yetkililerinin Kuzey Irak’ta Neçirvan Barzani ile görüşmesi ya da Neçirvan Barzani’nin Türkiye’ye davet edilmesi söz konusu olacaktır.” Daha sonra da “bölgesel Kürt yönetimi lideri Mesut Barzani ile temas gündeme gelecek. Bunun da yine Barzani’nin Ankara’ya davet edilmesi ile gerçekleştirilebileceği” belirtilmektedir.

Bu haberin Cumhuriyet’te yayınlandığı gün, aynı sayfada yer alan bir başka haber de “bir binbaşı, bir er şehit…” başlığını taşımaktaydı. “Bir binbaşı, bir er şehit…” başlıklı haber bölgesel Kürt yönetiminin “Türkiye’nin PKK ile mücadele konusundaki beklentilerini”, bir bakıma nasıl karşıladığının da bir göstergesidir. Türkiye, birkaç ay önce Kuzey Irak’a bir sınır ötesi askeri harekât gerçekleştirdiğinde, harekâtın ilk gününden itibaren Türk askerinin Irak topraklarından çekilmesi ve harekâta son vermesini sürekli dile getiren “Bölgesel Kürt Yönetimi” değil miydi? Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı, daha birkaç ay önce Barzani’nin PKK’ya destek verdiğini, terörü koruyup kolladığını söylemiyor muydu? Barzani-Talabani ikilisi “kedimizi bile vermeyiz” diyerek PKK’lı teröristlere kol kanat germiyor muydu? “Bölgesel Kürt Yönetimi” lideri Barzani, PKK’nın terörist eylemleri karşısında Kürtleri kastederek “Onlar kendi kaderlerini kendileri belirleyecekler. Türkiye’de bu Kürt sorunu için hiçbir askeri çözüm yolu yoktur” demiyor muydu? Ne çabuk unutuldu bunlar? Ve şimdi MGK, Kuzey Irak’a yeşil ışık yakıyor!

Milli Güvenlik Kurulu, Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında hükümetin belli üyeleri, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’ndan oluşan anayasal bir kurumdur. Barzani liderliğindeki “Bölgesel Kürt Yönetimi” ise, ABD emperyalizminin emri ve desteği ile Kuzey Irak’ta kurulan kukla devlettir. O kukla devlet, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) temel taşlarındandır ve BOP’un amaçlarından biri de Türkiye’yi bölmektir.

Türkiye’nin milli güvenliğinden sorumlu olanların bu kukla devleti tanıma yolunda adım atıp, yeşil ışık yakmaları nasıl değerlendirilmelidir? Kendini “BOP Eş Başkanı” ilan eden Başbakan’ın ve siyasal iktidarın bu tanıma konusundaki hevesi anlaşılabilir! Peki, ya asker? Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları? MGK üyesi olan komutanlarımız, Barzani’nin artık terör ve teröristle bir ilişkisinin olmadığını mı düşünmektedirler? Türkiye’nin milli güvenliği ile ilgili kararlar alan bu kuruldan, askerlerin onay vermediği bir karar çıkabilir mi?

“Sözde-özde Atatürkçülük?”

Öte yandan yakın geçmişte yaşananlar bağlamında düşünürsek, siyasal partilerin 22 Temmuz 2007 sonrasında devleti teslim almak için atağa kalkan AKP’ye karşı dirençli ve tutarlı bir muhalefet sergiledikleri pek iddia edilemez. Ne var ki, ordunun da etkili muhalif bir tavır aldığı söylenemez. “Sözde-özde Atatürkçülük” nutukları atanlar, 22 Temmuz sonrasında ne yazık ki tek kelime söylememiş, tek bir tepki göstermemişlerdir. “Düşündüğümüz zaten biliniyor” diye yaşananları geçiştirmişlerdir. Oysa merak edilen düşünülenler değil, yapılacak olanlardı. Türkiye neler yapıldığını da yaşayarak öğrenmiştir! 22 Temmuz seçimlerinden sonra ordu ile hükümet arasında adı konulmamış bir uyumun varlığından bahsetmek mümkündür. Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, Başbakan’ın Kasım 2007 başında gerçekleşen ABD gezisi öncesinde “Dışişleri Bakanlığı ile uyum içindeyiz. Başbakan’ın ABD ziyaretinin sonuçlarını bekliyoruz. Artık oyalanmayacağız. Askerle hükümet arasında bir uyumsuzluk varmış gibi gösterilmesi de doğru değil. Devlet bir bütündür” demekte bir sakınca görmemiştir.

Kuşkusuz asker ile siyasi iktidarın uyum içinde hareket etmesi devlet ciddiyetinin gerektirdiği bir davranıştır. Dolayısıyla Genelkurmay Başkanı’nın açıklaması da teorik olarak ve genelde doğrudur. Ne var ki Türkiye’nin bugünkü koşullarında riayet edilmesi gereken bir duyarlılık mıdır bu? Mevcut “yasal” hükümetin ne olduğunu, amacını, niyetlerini ve bugüne kadar yaptıklarını yaşayarak görüyoruz. Birçok yurtseverin, Atatürkçünün kaygılandığı gibi ulusun, vatanın ve devletin geleceği gerçekten tehlikedeyse ve o tehlikeyi küçümsememek gerekiyorsa, bu tehlikenin ortaya çıkmasında mevcut “yasal” hükümetin sorumluluğu ve rolü mutlaktır. Onun için her ne nedenle olursa olsun, böyle bir siyasi iktidarla uyumu korumak, bunun olması gerektiğini söylemek, üzerinde ciddi bir şekilde düşünülmesi lazım gelen ve sorgulanmayı gerektiren bir davranıştır.

Ordunun da izlediği çizgi günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur Bu çerçeveden bakıldığında ordunun da izlediği çizgi bakımından günümüzün siyasal partilerinden pek bir farkı olduğunu söylemek oldukça zordur. İşte bu nedenle, Türk siyasal yaşamında bir kör dövüşü yıllardır sürüyor. Özal gidiyor, Çiller geliyor; Derviş gidiyor, Şimşek geliyor; Yılmaz gidiyor, Erdoğan geliyor. Kimi zaman muhtıralar veriliyor! Kimilerine göre ordu, kimilerine göre de iktidar rejimin teminatıdır, ilericidir, çağdaştır vs… Laiklik, herkesin kafasına göre tanımladığı, bir anlamda her niyete yenen bir muz haline getirilmiştir! Bütün bunlara rağmen ABD’nin etkisi ve baskısı hep Türkiye’nin üzerindedir. Çünkü teminatı kim olursa olsun, rejim ABD’nin istediği rejimdir. Uygulanan program hep aynı programdır. Kazananlar hep aynı, kaybedenler de hep işçi, emekçi, köylü, memur, esnaf, kısacası halktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır?

Peki, Türk Silahlı Kuvvetleri kimin yanındadır? Somut konuşalım, IMF reçetesi ya da Dünya Bankası programlarının uygulanmasını isteyenlerin mi, yoksa o uygulama sonucu işsizlik ve sefalete mahkûm olanların mı? Eğer ikincisinin yanındaysa, bu ülkede emperyalizmin ekonomik programı son 30 yıldır neden aralıksız uygulanmaktadır? TÜPRAŞ özelleştirilirken, TEKEL ve OYAK satılırken tepki gösteren tek bir asker olmamıştır! Tıpkı susarak alkışlayan partilerimiz gibiydi ordu da… Oysa TÜPRAŞ, her şey bir yana, TSK’nin ana ikmal kaynağıdır. Bu durum askeri hiç mi rahatsız etmemiştir? “İncirlik kapatılsın” diyen etkili konumdaki tek bir komutanımız çıkmamıştır bugüne kadar. Üstelik Genelkurmay Başkanı, Türkiye hakkındaki niyetlerini artık sağır sultanın bile duyduğu AB’yi savunmakta, “TSK’nin AB’ye karşı olamayacağını” ilan etmekte, Genelkurmay İkinci Başkanı “BOP takdire şayandır, makul bir girişimi desteklemeye istekliyiz” demektedir! ABD ile stratejik müttefikliği sorgulayan ve karşı çıkan, AB hayali ile gözü bağlanmamış askerleri bekleyen emekliliktir! Ama Türk askerinin kafasına çuval geçiren sözde “stratejik müttefik”, PKK ile masaya oturmamız gerektiğinden bile bahsedebilmekte; PKK, tüm AB ülkelerinde yasal olarak faaliyet gösterebilmektedir artık!

“Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler”

  Dost, acı söyler demişler. İnsan sevdiğini eleştirir. Az ya da çok bir umut, bir beklenti şekillendirir eleştiriyi. Orduyu eleştirmemizin nedeni de budur. Peki, AB ve ABD hayranı olanların bu eleştirilere vermesi gereken yanıt, “ Hain Edebiyatı ” ekseninde mi olmalıdır?

Yaşananlara baktığımızda, “günümüz koşullarında ordu ile partilerimizin savundukları politikalar arasında ne fark var?” diye sormamak elde mi? Belki “bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler” denebilir. Ne var ki, bu “beyaz” üzerinde de düşünülmelidir artık.

1“Parti” Nasıl Kurulur?

Geçenlerde sanal ortamdaki tartışma gruplarından birinde bir avukat tarafından gönderilen bir çağrıya rastladım. Bu mesajda bir Türkiye değerlendirmesinden sonra, “Büyük Millet Partisi”nin kurulması için çağrı yapılıyordu. Bilmem ki, bu davete icabet edecek birileri olacak mı? Ne var ki, dikkatimi bu çağrı değil de, bu çağrıya verilen yanıtlardan biri çekti. Şöyle yanıtlanıyordu bu parti kurma daveti:

“Benim şu ana kadar edindiğim bilgi ve deneyimlere göre, parti inşası böyle çağrılarla olmaz. Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir. Hem kadro, hem de program hemen hemen eşit önemdedir. Programı benimseyen dışarıda kalmış kişiler de kısa sürede kadroya katılır. “

İşte Türkiye’de siyaset tam da bu nedenle ölüdür! Ülkemiz, işte bu nedenle bir “siyasi partiler mezarlığı” haline gelmiştir. İki sayfa yazı yazıp parti kurmaya çağrı yapmak gerçekten de eleştirilmeyi hak ediyor. Evet, ilanla, çağrıyla parti kurulmaz. Ne var ki, bunu eleştiren kişinin yaklaşımının da bu çağrıyı şekillendiren zihniyetten bir farkı var mı?

Deniliyor ki “Parti kuracak olan irade, kurmay kadroyu bir araya getirir. Bu kadro bir program hazırlar. Hazırlanan bu program ve partinin kadrosu ilan edilir.”

Nedir o “irade”? Halk mı, belli bir sınıf mı, belli bir zümre mi?

Meçhul!

Dahası o “kurmay kadro” nasıl tespit ediliyor? Kim onu “kurmay” olarak atıyor? Yetkiyi kimden alıyor?

Açıktır ki, “kurmaylığı” kendinden menkul…

Sonuçta, işte kendini “kurmay” olarak adlandıran ve çoğunlukla topluma tepeden bakan bir avuç muhteris, oturup bir program hazırlıyor ve sözde “parti” kuruyor. Sonra da o programı benimseyip kendisine “askerlik” yapacak, her söyleneni sorgusuz sualsiz uygulayacak parti kadrolarını aramaya başlıyor! Bu maya tutarsa parti kurulmuş oluyor!

Bu durum Türkiye’de çok karşılaşılan bir manzaradır. Böyle bir yapıda ne yaratıcılık olur, ne katılımcılık, ne üretkenlik… Bu kafa yapısı hiçbir zaman halkla bütünleşemez, hatta halka ulaşamaz bile. Türkiye’de türlü iddialarla ortaya çıkan partilerin en temel açmazı da budur.

“Parti” adı verilen bu tarikatlar aslında üye değil, mürit aramaktadır! Programı değil, “kutsal kitabı” vardır. Parti üyesi olan müritler, o programda ne yazdığını bile bilmezler. “Program” olarak oluşturulan metnin ne anlama geldiği, günün birinde birileri tarafından ortaya konulduğunda da apışıp kalırlar, kafaları karmakarışık olur! Çünkü ne o programın oluşturulması sırasında görüşleri sorulmuştur, ne de daha sonra o konuda özgürce konuşup değerlendirme yapma, katkıda bulunma imkânları vardır. Ne yapılacağına, ne tür politikalar uygulanacağına parti lideri-şeyhi ve yakın çevresi karar verir, buna boyun eğmek de partinin “çelik disiplini” gibi fiyakalı laflarla yutturulmaya çalışılır üyelere. Parti adı verilen bu tür “siyasal tarikatlar” kendi içlerinde demokratik olmadıkları için toplumu da demokratikleştiremezler en nihayetinde. Süreç, o sözde “kurmayın” iradesi ile şekillendiği için, o “kurmay” da ölmeden liderlik koltuğunu terk etmez. Seçim yenilgisi, siyasal skandal vs. nafile… İnsan, hiç malını mülkünü bırakıp gider mi?

Bugün Türkiye’nin ihtiyacı bu tipte yeni partiler kurarak var olan hurdalığa yeni katkılar yapmak değildir. Bu yapıyı değiştirebilmektir. Partileri, “lider mülkü” olmaktan, “tek adam partisi” halinden kurtarmaktır.

Somut birkaç soru soralım. Örneğin bugün CHP’de “ikinci adam” kimdir? Diyelim ki, Baykal Hakk’ın rahmetine kavuştu, parti kimin Genel Başkanlığı altında toplanır, yola hangi liderlikle devam eder, varlığını sürdürebilir? Aynı şeyi, MHP, DSP, İP ve diğerleri için de söylemek mümkündür. Çünkü bu partilerin hiçbirinde “ikinci adam” bırakılmamıştır! Bu tek adam egemenliğinin devam etmesi için, liderden sonra yedekte bekleyen bir “ikinci adam”ın var olmasının gerekliliği değildir kastettiğim. Şu andaki yapıda egemen olan lider (yani şeyh!), kendisinden başkasına, bir alternatife kesinlikle tahammül edemez. Kendi iktidarına olası bir tehdittir çünkü o “ikinci adam”! Onun için her şeyi lider-şeyh ve onun seçtiği yakın çevresi belirler. Programı, tüzüğü, politikaları, stratejiyi, taktiği, her şeyi… Partililerden de uyması, itaat etmesi beklenir. Sorgu, tartışma, öneri, katkı yok! İtaat eden, iyi partilidir; karşı çıkan, “hain”!

Bu kısır ve baskıcı zihniyetin doğal sonucu da parti sayısının sürekli artmasıdır. Çünkü parti içi muhalefet, nefes alacak kanal bulamayınca, dışarıya akar ve yeni bir örgütlenmeye gider. Ne var ki, o da “tek adam” zihniyetinin egemen olduğu siyaset okulunda yetiştiğinden, yeni parti de bu anlayışta şekillenir. Bu süreç, sonuçta siyasal parçalanmışlık ve birbirine benzer yapıların oluşturduğu bir partiler mezarlığı yaratır. Türkiye’deki siyasal partiler mevzuatı da bu sakat yapının yaşamasına ve kendini yeniden üretmesine elverişlidir. Türkiye’nin hali, bugün budur ne yazık ki…

Ülkede kaç siyasal parti olduğunu bilen var mı? Ya da kaç “sol” parti olduğunu? Veya siyasi yelpazede aynı yerde bulunan kaç parti olduğunu? Bir önceki seçimde, diyelim ki CHP’ye oy verenlerden bir kısmının, bir sonraki seçimde MHP’ye kayması işte bu nedenle hiç şaşırtıcı değildir. Seçmenin gözünde seçim, bir tür deneme-yanılma eylemidir! Ya da filanca partinin merkez sağdan ya da soldan transferlerle kendi çıkmazına çözüm aramaya çalışması yahut falanca partinin her seçimde yerinde saymasına rağmen, parti içi yapıda yaprak kımıldamaması… Bunlar, bildik olaylardır Türkiye’nin siyasal partiler hayatında…

Milletin Siyasetten uzak durmasının bir nedeni de bu değil mi? Siyaseti, bir tür “ Esnaflık ” haline getiren bu “ Kifayetsiz Muhterislerin ” varlığı ve tahakkümü, çürüme ve siyasal yozlaşmanın önemli nedenlerinden biridir.



***

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Başbakan olduktan sonra Recepleşmeye başladı




Başbakan olduktan sonra Recepleşmeye başladı

Hızlı. Zeki. Sistematik düşünebiliyor, konuşabiliyor. Siyasetçiler gibi lafı eveleyip gevelemiyor. Sonuca odaklı. Kibar. Ve en önemlisi karşısındakine saygılı. Kim olursa olsun, hangi statüde olursa olsun. Poz olsun diye değil, hakikaten. 

Siyaseten de değil, hakikaten.

Tanıştığım andan itibaren kendimi onun yanında rahat hissettim, gerilmedim, “Onu bunu sorayım mı, sormayayım mı?” diye düşünmedim.
Geçen hafta dört mitingini izledim. Beni şaşırttı, tahmin ettiğimden daha başarılıydı. Evet henüz yeni. Arada hatalar da yapıyor. Ama mesela hatalarını kabul ediyor, düzeltmeye çalışıyor. Bilmediğini öğrenmek için çaba harcıyor. Ve bence en önemlisi bir CHP’li olarak çok çalışıyor. Teşkilatın hâlâ ona yetişip yetişemeyeceğinden kuşkulu insanlar.
Bu fotoğraflar Ankara’da CHP Genel Merkezi’nde Mehmet Turgut tarafından çekildi. Genellikle siyasiler, özelikle parti başkanları, ağır toplar böyle pozlar vermiyor. Kamuoyundaki ciddi imajları bozulacak diye.
Tam bunu yazarken Clinton’ın veda klibi geldi aklıma, bisikletle Beyaz Saray’ı dolaşıp kendisiyle dalga geçişi...
Kılıçdaroğlu da tecrübeli bir satranç oyuncusu, o fotoğraflar poz olsun diye çekilmedi gerçeği yansıtıyor, kim bilir belki de gerçekten kendisiyle satranç oynuyor...

*  Sizce kafa kafaya mısınız şu anda?

- Hayır, her an önde olabiliriz.


/images/100/0x0/55eace72f018fbb8f897e408


*  Pardon, bu kendinize güven neden?
- Anadolu’yu dolaştıkça, yurttaşları dinledikçe, seçim meydanlarındaki heyecanı gördükçe, her an önde olabiliriz diyorum.
*  Bazen o meydanlar doluyor ama oy, sandığa yansımıyor. Böyle bir korkunuz var mı?
- Olmaz olur mu, var! Çünkü hükümet, yurttaşlar üzerinde bürokrasiyi kullanarak çok ciddi baskı uyguluyor. Para dağıtmalar, kömür dağıtmalar, yiyecek dağıtmalar, bunlar avantaj olarak sunuluyor, “Evet oyu kullanmazsanız, bir daha yok!” deniyor. Resmen tehdit. Ayrıca yeşil kart ve çocuklar için ödenen eğitim parasının da kesilmesi söz konusu...
*  Bunlar ‘şehir efsanesi’ değil yani...
- Hayır efendim. Bunun belgeleri var. Daha bir sürü şey var.
*  Gerçi, ben size itiraf edeyim, diyelim ki bir köyde yaşıyorum, eğer ‘Hayır’ oyları çok çıktığı için bizim köyün yolunu yapmama gibi bir ihtimalleri varsa, ben de ‘Evet’ derim! Kim ister cezalandırılmak?
- Ama işte böyle böyle seçim kazanıyorlar. Siz biliyor musunuz onlara oy çıkmadı diye yolu yapılmayan kaç köy var Türkiye’de? Yüzlerce. Elektriği olmayan köy bile var...
*  İyi de sadece AK Parti zamanında olmadı herhalde böyle şeyler...
- Doğru ama bunun dozu biraz vardı, bu iktidar döneminde her şeyin ölçüsü kaçtı.
*  Siyaset biraz da böyle bir şey değil mi, sanki bu tür manevralar, numaralar siyasetin gereği...
- Hayır, hayır. Gereği, her yurttaşa eşit mesafede yaklaşmak. Ben, bana oy vermeyen kişiye, hizmet götürmeyerek onu cezalandırma hakkına sahip değilim. Çünkü o, hizmet götürmediğim insan da bana vergi veriyor.
*  İyi de elinde avucunda zaten hiçbir şey olmayan o vatandaş ne yapacak? Halk, o kadar alışmış ki, sizinkilere, “Niye eliniz boş geliyorsunuz!” diyormuş.
- Bakın, insanlar Türkiye’de değişimin önünü açmak istiyorlarsa, “Hayır” oyu vermek zorunda...
*  Sizin moralinizi bozmak istemem ama ben ‘Evet’ çıkacağını düşünüyorum. Tanıdığım herkes ‘Evet’ diyeceğini söylüyor. ‘Evet’ çıkarsa, yıkılır mısınız?
- Ne münasebet. Sonuca saygı duyacağım, başka ne yapabilirim ki? Ne hayır çıktı diye göbek atarız ne ‘Evet’ çıktı diye üzüntüden kahroluruz. Ama şu da var: 1980’deki Anayasası oylamasında yüzde 90 civarında ‘Evet’ çıktı ve şimdi o ‘Evet’lerin ne kadar yanlış olduğunu konuşuluyor. İnsanlar, bilinçlendikçe, kendi anayasalarına, özgürlüklerine ve haklarına sahip çıkmalı. Ben bunu anlatmaya çalışıyorum.
*  AK Parti, hiç iyi bir şey            yapmadı mı?
- O çok meşhur lafı tekrarlamam gerekecek: Duran saat bile günde iki kez doğruyu gösterir!
*  Siz, Başbakan’la yazlıkta komşu olsanız, anlaşabilir miydiniz? O sizin anlaşabileceğiniz biri mi?
- Evet. Tayyip Bey olduğu sürece anlaşırız. Hiçbir sorunumuz olmaz. Ama Recep Bey’le anlaşma şansımız yok!
*  Nasıl ayırıyorsunuz ikisini?
- Tayyip Bey, halka kopmamış biri. Hepimiz gibi. Normal, sıradan, Ama Başbakan olduktan sonra bu kimliğini unuttu, Recepleşmeye başladı, Recep Bey oldu! Yurttaşlarına bağırıp çağırıp azarladı, tehdit etti, yaşamı farklılaşmaya başladı, başka bir kimliği çıktı ortaya.
*  Size AKP’nın içinden de dosyaların geldiği doğru mu?
- Doğru.
*  Niye yolluyorlar?
- Dillendiremedikleri için... Cesaret edemedikleri için... Dosyalar geliyor biz de bakıyoruz. Ama her an bir dosya çıkarmıyoruz. Çünkü sürekli yolsuzluk dosyaları çıkarırsanız, insanlar alışıyor, sıradanlaşıyor, haber değeri kalmıyor.
*  Başbakan’ın sizinle ilgili her gün söylediği eleştirilerin dozajı artıyor. Sizce bu ne anlamına geliyor?
- Benden çekindiği anlamına geliyor...
*  Gerçekten böyle mi değerlendiriyorsunuz...
- Evet. Sayın Başbakan zeki bir adam, altındaki gücün kaydığını görüyor, gerçekten de zemin kayıyor. Her kayış, onun biraz daha hırçınlaşmasına yol açıyor. Ben gelecekte daha da hırçınlaşacağını tahmin ediyorum.
*  Siz, birileriyle konuşurken telefonda dikkat mikkat ediyor musunuz?
- Nasıl edeceğim ki?
*  Sizin de ortaya çıkabilecek utanacağınız bir şey yok mudur hayatta?
- Her insanın hayatında şu ya da bu şekilde ortaya çıkmasını istemediği, yaptığından pişman olduğu bir şeyler vardır.
*  Onları didikliyorlardır diye düşünüyor musunuz?
- Her türlü şeyi didikliyorlar. Gayet iyi biliyorum. Devlette şu anda hangi duyarlı merkezlerin harekete geçirildiğini, benimle ilgili, “Acaba ne bulabiliriz?” diye dosyalar oluşturulduğunu biliyorum. Hatta kimlerin yaptığını, o işlerin başındaki kişilerin isimlerini bile...
*  “Başbakan daha da hırçınlaşacak” diyorsunuz ama siz de ondan geri kalmıyorsunuz ve şakır şakır cevap veriyorsunuz. Siz de Başbakan’ın hırçınlaşmasına çanak tutmuş olmuyor musunuz?
- Oluyorumdur. Bir-iki yerde de yanlış yaptım, sizi daha önce itiraf etmiştim zaten, Çağlayan’da, “Erkeksen çık karşıma!” demem hataydı, “Yiğitsen, mertsen çık karşıma” demeliydim.
*  Bu arada, onun havuzlu villasından kime ne? Sizin partide hiç mi yok? Suç mu insanın havuzlu villasının olması?
- Tabii ki değil, ben de o anlamda söylemedim zaten. Keşke herkesin havuzlu villası olabilse. Alın teriyle kazanılmış paralarla alınan havuzlu villaların başımızın üzerinde yeri var. Ama kaynağı meçhul havuzlu villanın kaynağını sorgulamak zorundayız. Affedersiniz ama siz siyasete, ayağınızda yırtık ayakkabıyla başladığınızı, mahallede su ve simit satarak yaşamınızı sağladığınızı söyleyeceksiniz, sonra da birden bire dolar milyoneri olacaksınız. İnsanın kafasının karışmaması mümkün mü? Ben mesleğe girdiğim andan itibaren, sayın Başbakan’ın aldığı aylığın en az iki katını aldım. İkimizin de mal varlığı meydanda, kıyaslanamayacak kadar bir fark var. O zaman açıklasın, onun mal varlığının kaynağı ne?
Siyaseten bunu öğrenmemiz lazım.


TELEVİZYON TEKLİFİMİ KABUL ETMİYOR


/images/100/0x0/55eace72f018fbb8f897e40a


*  Esas olarak, siz her şeyi bunun üzerine mi kuruyorsunuz: İktidar yanlılarında görülen ani ve sebepsiz zenginleşme...
- Benim karşı olduğum, inançları ve etnik kimlikleri sömürerek zenginleşme. Benim vicdanım bunun siyasete alet edilmesini kaldırmıyor.
*  Sezen Aksu da, Orhan Pamuk da “Evet” verecekleri açıklamışlar, “Keşke bir imkan olsa da şunları ikna etsem” türü düşünceler geçiyor mu içinizden?
- Hem de nasıl. Aslında Sayın Başbakan’ı o yüzden televizyona davet ediyorum. O kendi mitinginde bir şey anlatıyor, ben kendi mitingimde başka bir şey.
Sonra da bunlar gazetelere bölük pörçük bir ‘atışma’ olarak yansıyor. Oysa vatandaş, ana muhalefet lideriyle, Sayın Başbakan’ı ekranda bir arada görse, kim neyi doğru söylüyor, kim söylemiyor bir de öyle değerlendirse. Fena mı olur akşam yemeğinden sonra bizi dinlese ve kararını verseler? Ama kabul etmiyor...
*  Çünkü o Başbakan ve iktidar onda, belki de taviz vermek istemiyor...
- Ama Amerika’da başkan adayları televizyonlara çıkıyorlar, tartışıyorlar. Madem ‘Demokrasi’ diyoruz, ‘hak- özgürlük’ diyoruz, ‘yurttaşın bilgilenmesi’ diyoruz, e o zaman kabul et teklifimi. Etmiyor. Neden biliyor musunuz? Yanıtını veremeyeceği sorular çıkacak karşısına diye çekiniyor. Ben çok uzun yıllar kamuda çalıştım. 27.5 yıl... Pek çok konuya Sayın Başbakan’dan daha vakıfım. O, danışmanlarıyla gelsin, ben tek başıma olayım...
*  Kendinizi nasıl hissediyorsunuz?
- Yeni transfer olmuş bir futbolcu gibi! Yorgunluk yok bende. Geniş kitlelerle bağlantı kurmak hoşuma gidiyor, herkese dokunmak, tokalaşmak istiyorum. Esnafı, simitçisi, kağıt toplayanı, bu insanların hepsiyle özel, sıcak, yakın ilişki kurmak istiyorum. Beni selamlayanların arasında lokantadan çıkıp gelen bir garson varsa, otobüsü durduruyorum. Bu, benim için çok önemli...
*  Biraz da merak var, değil mi? Sizi görmek istiyorlar...
- Evet, “Yeni biri, bakalım ne söyleyecek ne anlatacak?” Aynı merak bende de var. Vatandaş neden şikayetçi öğrenmek istiyorum, verilen sözler neden tutulmamış, meydanlarda haykırıyorum, Anadolu Ajansı’ndan çıkardığım şeyler, “Bunlar, bunlar yapıldı mı?” Hep bir ağızdan bağırıyorlar: “Hayıııııır!”
*  Siz CHP’nin uzun zamandır gitmediği yerlere de gidiyorsunuz değil mi?
- Evet, Rize’de 10 küsur yıl miting yapılmamış mesela. Bir de şöyle bir yöntem izledik, taşımayla insanları bir yerden bir yere getirmek yerine, biz insanların ayağına gittik. Bir ilde hepsi toplanabilecekken, hayır biz ilçelere gidiyoruz. Günde, 13-14 yere gittiğimiz oluyor. Konya’nın ilçelerinin aşağı yukarı önemli bir kısmına gittik mesela. Seydişehir ve Ereğli gerçekten görkemli mitinglerdi. Gençleri görünce daha çok heyecanlanıyorum.

EVREN BİLE BU KADARINA CESARET  EDEMEDİ

/images/100/0x0/55eace72f018fbb8f897e40c
Anayasa değişikliklerinin doğru algılandığını zannetmiyorum. Şeytan ayrıntıda gizlidir. “Evet” diyeceklerin, bu anayasa değişikliğiyle gelecek değişimlerin farkında olmadıklarını düşünüyorum. Haberleri bile yok. Kenan Evren’in bile elimizden almaya cesaret edemediği bir hakkı, “12 Eylül Anayasa’sını değiştiriyoruz” gerekçesiyle bu iktidar alıyorsa, ben buna nasıl “evet” derim?
SEÇME HAKKI OLMAYAN LOKANTA GİBİ
Lokantada oturuyorum, garson önüme menü getiriyor. “Şu şu yemekleri seçeceğim” diyorum, “Maalesef, tamamını yiyeceksin!” diyor. “Ama seçme hakkım var” diyorum. Cevap: “Hayır, bu lokantada yok!”  Anayasa değişikliği istenen 26 madde var ya hepsine “Evet” diyeceksin ya hepsine “Hayır.” Ne ahlaka? Ne Avrupa Birliği standartlarına ne de Venedik kriterlerini uyar.
İKTİDAR, ‘BENİM MEMURUM’ GİBİ ‘BENİM YARGICIM’ DEME PEŞİNDE
*  Siz anayasa değişikliğini, iktidarın yargıyı siyasallaştırma çabası olarak mı görüyorsunuz...
- Görmüyorum, öyle! Eğer siz, yargıyı yürütmenin eline verirseniz, yargıyı siyasallaştırırsınız. Yargıyı siyasallaştırmanın bedelini bu toplum zaten  çok ağır ödedi. Adnan Menderes, siyasi bir mahkemede yargılandı. Başbakana timsah gözyaşları döktüren Deniz Gezmiş, yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren bir siyasi mahkemede yargılandı. ‘Adalet mülkün temeli’yse, yani devletin temeliyse, o zaman biz kendi ellerimizle devletin temeline dinamit yerleştiriyoruz. Yargı, bağımsız, tarafsız olmalı. Yargıç, kanunlara ve kendi vicdanına göre karar vermeli. Ama siz onu siyasallaştırırsanız, tıpkı “Benim memurum” gibi, “Benim yargıcım” dersiniz, o yargıç adalet arayan yurttaşın hakkını teslim etmez. Çünkü sizin yargıcınızdır, sizden yana çalışır, sizin haklarınızı korur, vatandaşın değil. AKP’nin bu konudaki karnesi kırık.
Sayın Başbakan Samsun’da dedi ki, “Biz Anayasa Mahkemesi’ne hiç üye atamadık.” Doğru değil, atadılar. Üstelik hileli bir yolla. Koşulları uygun değildi, üst düzey kamu görevi yapmamıştı. Birini alelacele denizcilik müsteşar yardımcısı yaptılar, bir ay maaş aldıktan sonra Anayasa Mahkemesi’ne atadılar. Kim yaptı? Bu hükümet yaptı.
Hileyle Anayasa Mahkemesi’ne üye tayin ederseniz, o mahkemeye saygı kalır mı? O yargıcın verdiği karar doğru bile olsa, bu bizim düşüncelerimizde kuşku yaratmaz mı? Yaratır. Olay bu...

BUNUN NERESİ DEMOKRASİ
Şu anda benim Danıştay’a gitme hakkım var. Ama o hak, bu anayasa değişikliğiyle elimden alınıyor. Yeni anayasa değişikliği kabul edilirse, göreceksiniz, bir sabah, işadamları bile içeri alınabilir, tutuklanabilir, işkence görebilir. 

/images/100/0x0/55eace72f018fbb8f897e40e


Yasadışı işlem
yapıldıysa, onlara yasadışı işlem yaptıran
savcı hakkında soruşturma açma yetkisi, sadece bakana ait. Ve siz buna demokrasi diyorsunuz.
Bunun neresi demokrasi?
Aç bırak yalvarsın cahil bırak sana muhtaç kalsın
*  Türkiye, günden güne muhafazakarlaşıyor mu?
- Benim yorumum şöyle: Yoksulluk arttıkça, dış dünyayla ilişki kesiliyor, insan kendi iç dünyasına kapanıyor. Oysa, o insanlara iş olanağı sağlarsanız, onları üretici kılarsanız hayata bakışı değişir. Kadını iş yaşamından çıkardık, Anadolu’da yeteri kadar kadın çalışmıyor, çalışamıyor, iş de bulamıyor...
*  Peki bu da mı Ak Parti’nin suçu!
- Elbette. Ben ekonomi okudum. Bizim ekonomi kitaplarımızda  ‘istihdam yaratmayan büyüme’ diye bir kavram yoktu. Eğer bir ülkede büyüme varsa, istihdam da artar. Ama gel gör ki, bu hükümet zamanında büyüme var ama istihdam artmıyor. Ve işsizliğe çözüm getirilemiyor.
*  Bugüne kadar diğer bütün iktidarlarda iş vardı da şimdi mi yok...
- Hiçbir zaman işsizlik bu boyutlarda değildi.
*  Mevcut işlere kendi adamlarını mı yerleştiriyorlar?
- Böyle toptan bir suçlama yapamayız. Ama artık Türkiye’de yaygın ve kronik hale gelmiş bir işsizlik problemi var. Gençler arasında yüksek, üniversite mezunları arasında daha da yüksek. Mesela mezun olmuş, atama bekleyen 300 bin öğretmen var. Kendileri oturdular ‘Atanamayan Öğretmenler Platformu’ kurdular. Okullarda öğretmen yok ama öğretmenlerin de atamaları yapılmıyor...
*  Neden?
- Belki bütçe dengesi yüzündendir. 30 bin kişiden fazla alınmayacak deniyor. 30 bin dolunca, başkasını alamıyorlar. Diğerlerini farklı şekilde istihdam ediyorlar, sözleşmeli falan. Ama onun da iş güvencesi yok. Kısacası, Ak Parti yoksulluğun devam etmesini sağlıyor.
Sonra da o yoksulluğu siyasal sömürü alanı haline getiriyor. Bu AK Parti’nin klasik politikası. Geçenlerde çok güzel bir pankart gördüm: Aç bırak yalvarsın, cahil bırak sana muhtaç kalsın...            
Tam da bu!

OĞLUM, GÜNEY KORE’DE DOKTORA YAPACAK


/images/100/0x0/55eace72f018fbb8f897e410

*  Kitaplar?
- Evvel eski, kitap merakım var. Sahafları dolaşmayı çok severim, bazı kitaplar vardır Türkiye’de 100 tane basılmıştır, bir tanesi de bendedir. Fakat çok fazla kitap oldu şu anda. Ayrı bir yerde duruyor. Belki de bütün kitapları bir üniversiteye bağışlayacağım...
*  Çocuklarınız ne kadar gurur duyuyor sizinle? Onların siyasetle hiç alakaları yok gibi, genel başkan seçilirken çeşitli görüntüler izlemiştim, “Nereden geldi bu başımıza?” der gibilerdi...
- Beni destekliyorlar. Ama medyanın kendilerine ilgi göstermesinden biraz rahatsızlar. Hayatlarını özgürce yaşamak istiyorlar. Bir kızım avukat, İstanbul’da. Oğlum da doktora yapmaya Güney Kore’ye gitti.
*  Bateri çalan oydu değil mi?
- Evet. Orada önce Korece öğrenecek, bir yıl sonra da doktorasını yapmaya çalışacak. ODTÜ’de master yaparken Uzakdoğu ekonomileri üzerine bir çalışması vardı, orayı seçti...
*  Kore’den bir gelin getirsin de göreyim sizi! “Ne yaparsan yap, sakın bir Koreli ile gelme!” dediniz mi?
- Yok canım der miyim, hayat onun hayatı.
*  Bir de resim koleksiyonunuz varmış...
- Evet ama gayet mütevazı bir koleksiyon. Ben resmi seven biriyim, sergileri gezerim. Olanaklarım ölçüsünde aldığım resimler var evde. Hediye olarak gelenler de oldu, onlar tanınmış ressamlar değil. Tanınmışlardan Fikret Otyam var, Ayatullah Sümer’in bir tablosu var, İran’a gittiğimde Dadaşi diye bir ressamdan bir tablo almıştım, bir de bir Gürcü ressamın var. Çok fazla değil zaten...
ERDOĞAN’IN EN SEVDİĞİM ÖZELLİĞİ
*  Kendinizi İsmet İnönü’yü koltuğundan eden Bülent Ecevit gibi hissediyor musunuz?
- Kendimi Kemal gibi hissediyorum.
*  Başbakan’a 4 bin lira tazminat ödemek zorunda kalmışsınız. Canınınız acıdı mı?
- Daha ödemedim, Yargıtay’a gitti. Ben orada haklı olduğuma inanıyorum.
*  Siz başbakan kadar çalışıyor musunuz? Onun kadar çaba harcadığınızı düşünüyor musunuz?
- Daha fazla çalıştığıma inanıyorum... Çok daha fazla!
*  Başbakanın en beğendiğiniz yanları...
- Aklına geleni rahatlıkla söylemesi. Dobra dobra bir adam kimliği sergilemesi.
Bu algıyı yaratması güzel
bir şey...
SEN ÖNDER SAV’IN MEMURUSUN
*  ‘Memur Kemal’i sizi incitmek, küçümsemek için söyledi değil mi?
- Tabii tabii ama hata yaptığını fark etti. Belki de uyardılar, artık demiyor. Zaten hemen laf değiştirdi “Ben memur demek istemedim, sen o partide memursun demek istedim” dedi. İsmini vermedi ama “Sen Önder Sav’ın memurusun!” demeye getirdi. Ama ağzından çıkmış oldu, ben memurlara havale ettim Recep Bey’i...
*  ‘Önder Sav’ın memuru’ olarak anılmak sizi rahatsız ediyor mu?
- Hayır. Partinin içinde güzel bir çalışmamız var. Merkez Yönetim kurulunda düşüncelerimizi rahatlıkla tartışıyoruz, geleceğe yönelik hedeflerimiz belirliyoruz. Ben hayatımdan memnunum.
*  Size hâlâ ‘Kemal Abi’ diyen var değil mi?
- Tabi tabii, Kemal Abi, Kemal Baba... Bazı arkadaşlar “Sayın Genel Başkanım” diye düzeltmeye çalışıyorlar, “Yok” diyorum, “İçinizden nasıl geliyorsa öyle deyin...”
*  Sizin tılsımınız kimseyi karşınıza almamak mı?
- Evet ama tılsımım değil,bu benim mizacım. Ben doğrudan doğruya insanları hedef alan, onları suçlayan biri değilim. İnsanları dinlemek gerekiyor. Bürokrasiye girerken bana şunu söylemişlerdi: “Sana ileride evet diyebilirler ama hayır diyeni mutlaka dinle!” Ben de bunu hayatımın her alanında uyguladım. Gerçekten de “Evet” diyen çoktur söylediklerimize, asıl “Hayır” diyeni dinleyeceksin.
*  Evde en çok “Hayır” diyen kim? Kim itiraz eder en çok size...
- Eşim.
*  Arada, “İyiyim, hoşum, dürüstüm ama yeteri kadar karizmam yok!” diyor musunuz?
- Aslında ben karizmanın ne olduğunu bilmiyorum. Belki de zamanla oluşan bir şeydir. Toplumun beğenisi arttıkça insanın karizması da artar.
*  Uçakta nasıl geçiyor vakit?
- Bulmaca ve sudoku çözüyorum, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.
*  Bir de siz, iyi briç oynarmışsınız...
- Bayılırım. Eskiden çok        oynardım. Satranç da çok severim. Şimdilerde tek başıma oynuyorum. Bir rakip arıyorum ama yok, tek rakibim benim.
KARIMDAN İZİN ALDIM
*  Bu işlere kalkışırken karınızın iznini aldınız mı, çünkü herhalde görüşemiyorsunuz...
- Siyasete girerken söyledim. Çok mutlu olduğunu sanmıyorum ama bana izin verdi. Ona çok destek olamadım ben, çocukların nasıl büyüdüğünü bile fark edemedim.
*  Suçluluk duyuyor musunuz, ailenin bütün yükü onun üzerinde diye...
- Duymamak mümkün değil. Beni tanır o, bir görev üstlendiğim zaman, o görevi en iyi şekilde yerine getirmek için çaba harcayacağımı bilir. Ama ne yapsın katlanıyor.
*  Çocukları geçtik, ya torun sevgisi...
- Yok onunla da ilgilenemiyorum. Hatta geçen gün İzmir’de, “Torun, hava alanına gelebilir mi bir görebilir miyim” dedim. Ama öyle bir kalabalık vardı ki, kucağa alıp sevmem mümkün değil, çağırmaktan vazgeçtim.
*  Karınızın teyze kızı olması sizi hiç rahatsız etmedi mi?
- Hayır etmedi. Üniversiteye başladığım yıl gördüm onu, daha önce görmemiştim bile...
*  Bir yıl Fransa’da yaşadınız, o nasıl bir hayattı?
- Sorunsuz. İyi bir gelirim vardı. Üniversiteye devam ettim, yabancı dil bölümüne, sonra Paris’i ve bütün Avrupa’yı gezdim.
*  Arabayla mı?
- Yok hayır, trenle daha çok. Ben ehliyeti emekli olduktan sonra aldım...



http://www.hurriyet.com.tr/basbakan-olduktan-sonra-receplesmeye-basladi-15660882


***

1 Mart 2015 Pazar

SİYASET VE SİYASİ AHLAK,





SİYASET  VE  SİYASİ  AHLAK,



 24 Şubat 2000 Perşembe 

"MUTLULUĞU TATMANIN TEK ÇARESİ, ONU PAYLAŞMAKTIR."


Yoldan geçen ilk kişiyi çevirin. Tahsilli-cahil, yaşlı-genç, kadın-erkek ayırımı gözetmeden sorun. "SİYASET VE SİYASETÇİ DENİLİNCE AKLINIZA NE GELİYOR". Yoldan çevirdiğiniz ilk kişinin ve ondan sonra takibeden diğerlerinin cevabının sanki sözleşmiş gibi ayni olduğunu göreceksiniz. Ne yazık ki alacağınız bu cevap; utandırıcı, kaygılandırıcı ve binlerce yıllık maziye sahip bu asil milletin geleceği açısından ürküntü vericidir.

SİYASET kelimesi; maalesef yolsuzluk, hırsızlık, soygunculuk, güvenilmez ve inanılmazlık kelimeleri ile eş anlamlı olarak algılanmakta ve kullanılmaktadır. Ayrıca; yalan, yanlış, eksik ve doğruluğundan şüphe duyulan konuşmalarda "SİYASET YAPMA" şeklinde tanımlanmaktadır.
Ülkemiz ve asil insanımız açısından son derece üzücü ve utanç verici olarak değerlendirdiğim bu duruma kadar nasıl gelinmiştir ? Bu durumu kimler ve neden yaratmışlardır ? Bundan ne gibi faydalar umulmaktadır.?

Kanaatimce bu sorular ve muhtemel cevapları; Türkiye'nin önümüzdeki birkaç yılının değişmez ve vazgeçilemez gündemini oluşturmalıdır. Düşünebilen ve fikir üretebilen bütün beyinlerimiz bu kötü imajın silinmesi için gayret göstermelidir. Kimler tarafından ve nerede, neler yapılabilir ? sorularının cevapları aranmalıdır. Çünkü devlet olabilme ve devlet kalabilmenin tek şartı; onu yaşatacak siyasetçilere layık oldukları gerçek değerleri kazandırmaktan geçmektedir.

Ansiklopedileri karıştırdığımızda "siyaset" kelimesinin karşısında"DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÖNETME SANATIDIR" ibaresini buluruz. Bunun açık anlamı şudur; siyaseti herkez yapamaz. Herkez istediği için siyasetçi olamaz. Siyaset yapabilmek için ancak bir sanatkar seviyesine erişmek, yani yaptığı işi en üst düzede gerçekleştirmek zorunluluğu vardır.

Misal verelim. Berberlerin; gelecekte neyi, nasıl yapacaklarına dair fikir yürütmek, bunun politikalarını tesbit etmek ve kurallarını koymak için çok iyi berber olmak yetmez. Mesleği bir sanatkar seviyesinde icra etmek ve bu işten yararlananların olurunu almak gerekmektedir. Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde berberlerin iyi temsil edilemeyeceği açıktır. Konuya bu mantıkla baktığımızda dünyadaki en zor ve en kompleks faaliyet olduğu bilinen devlet yönetimi işlerinin; sıradan ve niteliksiz kişiler vasıtası ile yerine getirilemeyeceği gerçeği görünür.

Bilgisiz, kültürsüz, yeteneksiz, devlet ve millet geleneğini anlamamış, milli hasletlerimiz ve milli gücümüzü yeterince tanıma bilincine erişememiş bir takım insanların her seçim döneminde yenilenen seçim kanunlarına dayanarak yüce meclisimize girmeleri ile bugünkü kötü olarak değerlendirilen "siyasi ahlak ve imaj" hep birlikte yaratılmıştır.

İç ve dış politikamızı yürüten SİYASİ GÜÇ UNSURU; ülkemizin milli gücünü teşkil eden EKONOMİK GÜÇ, ASKERİ GÜÇ, DEMOĞRAFİK GÜÇ, COĞRAFİ GÜÇ, BİLİMSEL VE TEKNOLOJİK GÜÇ, ve PSİKO-SOSYAL GÜÇ unsurlarını kullanır. Onları seçilen milli hedefler doğrultunda yönetir ve yönlendirir. Bütün bu sayılan güç unsurlarının birbirleri ile koordinasyonunu ve uyum içinde birlikte çalışmalarını sağlar. Bu unsurların bir bütün halinde milli hedeflerimiz doğrultusunda geliştirilmesi için gerekli tedbirleri alır.

Bu kadar ağır bir yükü üstlenecek olan siyasetçilerimizin bugün içine düştükleri durumun adını sokaktaki sade vatandaşımız koymuştur. Vatandaşlarımız görünüşe göre haklıdır. Çünkü görünen köy klavuz istememektedir. Yıllardır,"seçilmek için"karşısına gelen kişiler hep aynidir. Ayni isimleri yine ayni yöntemlerin uygulandığı bir ortamda karşısında görmektedir. Kimi seçecektir ? Nasıl seçecektir ? Bu güzel sehitler yurdu toprakların yönetimini kimlere verecektir. Yöntem çok basit ve kolay. Açın gazete arşivlerini aradığınız bütün bilgileri ve hatta aradığınızdan fazlasını orada bulabilirsiniz.

İŞTE BUNLARDAN SEÇİLMİŞ BİRKAÇ ÖRNEK;

 * Başbakanlık gibi ülke yönetiminde ve siyaset alanındaki en üst noktaya ulaşmış kişiler daha önceki başbakan veya bakanlar tarafından hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık, bilgisizlik ve hatta vatan hainliği ile suçlanabiliyor.

 * Bir başka başbakan ve iki bakanı devleti iyi yönetemediler diye asılıyor. Daha sonra "hayır onlar gelmiş geçmiş yöneticilerin en iyileri idiler " denilerek," devlet şehidi" olarak ilan edilip vatandaşlarımın akın akın ziyaret ettiği anıt mezarlara defnediliyorlar.

 * Muhalefette iken kara denilen hususlara, iktidarda iken ak denilebiliyor. Dün kitle iletişim araçlarının tümü kullanılarak, milletin gözlerinin içine baka baka, bangır bangır söylenenler ve verilen bütün sözler;söyleyenler tarafından unutuluyor. Millet yine ,aptal,sağır ve kör olarak görülmeye devam ediliyor.

 * Vatandaşın seçtikleri; atanan bürokratlar tarafından kolaylıkla yerlerinden alınabiliyor. Onu seçen milyonlar düşünülmüyor ve bir kalemde silinebiliyor.

 * Hükümet etmek; ülke menfaatlerini millet adına gözetmek ve kollamak yerine, kendi yandaşlarına şuursuzca ve açıkça menfaat dağıtmak için ulaşılması gereken bir görev olarak algılanıyor ve kabul görebiliyor.

 * Vatandaşın ekmeği ile geçim zorlukları; sadece seçim propaganda alanlarındaki nutuklarda bırakılarak, nasıl ve kısa sürede köşe dönebilirim hesapları yapılıyor.

 * İnsanoğlunun varoluşundan itibaren daima korumaya özen gösterdiği "adalet ve adaleti sağlayan hukuk sistemi" bizzat onu yapanlar tarafından hiçe sayılıyor. Sokaktaki sade vatandaş kendi sorunlarını kendisi çözmek ikilemi ile karşı karşıya kalıyor. Çözemiyor. Sonunda adalet sisteminin yerini alan mafya düzeninden yardım umuyor.

 * Şeçimlerde en büyük oyu alarak parlamentoya giren iktidardaki bir parti kapatılıyor .Bu partinin 35 yıldır siyaset dünyasında yer alan profesör ünvanlı başkanına siyaset yasağı getirilebiliyor.

 * Vatandaşlarımız seçtiği milletvekilinin hizmet için değilde, sağlanan menfaat karşılığı parti parti dolaşmasını utanarak ve fakat büyük bir kinle izliyor.

Yukarıda sadece ilk anda akla gelen birkaç tanesini sıraladığım olayların yarattığı bir ortamın tabii sonucu olarak bu günlere gelinmiştir. Bunları yapanlar küçük bir kesim olmasına rağmen etkisi bütün kesimi kaplayacak kadar büyük olmuştur. Bu konuda ülkemiz üzerinde milli menfaati olan dış güçlerin ve ülkemizin güçlenmesini istemeyen çeşitli çıkar çevrelerinin etkisinin de önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Onlar bunun böyle olmasını istediler ve ne yazık ki istediklerini de elde ettiler. Milli güç unsurlarını yönetip yönlendiremeyecek kişilerin siyaset dünyamıza girmesini destekleyerek her türlü olumsuzluğun temeli olan "Siyasi Ahlâk" unsurunun yokolmasına zemin hazırladılar.

Ülkemizin geldiği nokta vahimdir. Ulaşılabilecek en son noktadır. Mevcut altyapısı ve potansiyeli ile Türkiye ve Türk halkı; kendisine rağmen oynanan bu çirkin oyunu hiçbir zaman haketmemiştir. Oyunun farkındadır. Fakat gücü bugün bu tabloyu değiştirmeye yetmemektedir.

Türkiye;DEMOKRATİK MÜCADELE ADINA YILLARDIR BU ORTAMIN HAZIRLANMASINA KATKIDA BULUNAN VE BAŞKA HİÇBİR İŞ YAPMADAN SİYASET YAPTIĞINI ÖNE SÜREREK " SİYASİ AHLAK VE SİYASETÇİ" İMAJINI; YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, KÖŞE DÖNMECİLİK VE SOYGUNCULUK SEVİYESİNE İNDİRTEN YILLANMIŞ SİYASİ KİŞİLİKLERDEN MUTLAKA KURTULMALIDIR.

Yeni, dinamik, heyecanlı, vatan ve millet sevgisi ile dopdolu, şuurlu ve bilinçli kadrolar; en küçük beldede siyaset yapan mahalle muhtarlığından başlayarak milletvekilleri ve bakanlığa kadar uzanan siyasi görevleri paylaşmalıdır. Bu ülkenin 2000'li yılların lideri olabilmesi için bu kaçınılmaz ve öncelikli ihtiyacıdır.

Bütün yönleri ile denenmiş, verebileceklerinin azamisini vermiş, gelecekten hiç bir beklentisi kalmayan eskimiş siyasetçilerin yerlerini aydın ve geleceğe ümitle bakan genç nesillere devretme zamanı gelmiştir. Bunu sağlayacak yasal düzenlemeler yapılarak ülkeyi içinde bulunduğu bu ortamdan çıkartacak ve siyasi ahlâk kavramını lâyık olduğu düzeye çıkartacak kadroların önü açılmalıdır. Siyaset ivedilikle bir kaç kişinin tekelinden çıkartılıp geniş halk kitlelerinin katılımı ile güçlendirilmelidir.

18 Nisan seçimlerinden sonra ortaya çıkan siyasi istikrar ve uyumlu çalışmalar ile T.B.M.M.'nin gayretli çalışmaları bu şekilde devam ettiği takdirde bu imajın yeniden kazanılmasına önemli katkıları olacağını da vurgulamak istiyorum.

Halkımız adına bu güzel günleri görebilmenin özlemini çekiyorum. Türkiye ve Türk Milletinin güçlenmesine gönül veren kadroların bilinçli ve planlı çalışmaları sonında siyaset kelimesinin lügât karşılığı olan "DEVLET İŞLERİNİ DÜZENLEME VE YÜRÜTME SAN'ATI " vasfına yeniden kavuşacağına inanıyorum.

Dr. Tahir Tamer Kumkale
24 Şubat 2000 Perşembe


http://www.kumkale.net/yazi.asp?id=37
..