16 Şubat 2015 Pazartesi

MEKÂNSAL PAYLAŞIM AÇISINDAN BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ VE TÜRKİYE 1


MEKÂNSAL PAYLAŞIM AÇISINDAN BÜYÜK ORTADOĞU  PROJESİ VE TÜRKİYE 1

Yrd. Doç. Dr. Taşkın DENİZ 
Karabük Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü 
taskindeniz@karabuk.edu.tr 

ÖZET 
Bu çalışmada; mekân ve siyaset ilişkisi kapsamında Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye ilişkisi üzerinde durulmuştur. Siyasi coğrafya açısından; Ortadoğu kavramına, Büyük Ortadoğu Projesi’nin görünür ve gerçek hedeflerine, stratejik ve tarihi arka planına, hangi ülkeleri kapsadığına, Türkiye’nin projedeki yeri, rolü ve önemine değinilmiştir. 

Mekanı oluşturan coğrafi özelliklerin her ülkede aynı dağılışa sahip olmaması, coğrafi özelliklerin yeniden paylaşımı için plan ve projelerin ortaya konmasına neden olmaktadır. Bu projelerden biri de, Büyük Ortadoğu Projesi’dir. Ortadoğu’ya demokrasi götürme amacı taşıdığı öne sürülen projenin aslında enerji kaynaklarının ucuz ve güvenli arzının sağlanması temelli olduğu ortadadır. Irak ve Afganistan’daki gelişmeler ile Arap Baharı sürecinde yaşananlar, bu durumun kanıtlarıdır. Projeden en fazla etkilenen devletlerin başında; bölge ile sınır komşusu olması, sosyo-kültürel ve tarihi bağlarının bulunması ve ekonomik ilişkileri nedeniyle Türkiye gelmektedir. 
Türkiye, bir yanda müttefiki ABD ve destekleyicileri diğer yanda ortak bağları bulunan Ortadoğu devletleri ve halkları arasında yer almaktadır. Böylesine bir 
ortamda Türkiye, siyasi ve ekonomik gelişmeleri stratejik açıdan değerlendirmeli, kendi çıkarları doğrultusunda politik davranmalıdır. Bunu 
yaparken denge unsuru olarak çok dikkatli davranmalıdır. Çünkü Türkiye, her ne şekilde olursa olsun coğrafi konumunun sağladığı avantajlar ile projenin 
merkezinde yer almaktadır. 
Anahtar Kelimeler: Siyasi Coğrafya, Türkiye, Orta Doğu, Büyük Orta Doğu Projesi, TAŞKIN DENİZ, 

GİRİŞ

19. yüzyıl sonlarından itibaren modern sanayinin Avrupa’da hızla yayılması sonucunda ucuz ve bol hammaddeye sahip olma konusunda ortaya çıkan rekabet ortamı, dünya siyasetinde sömürgeciliğin doğmasını sağlamıştır (Özey, 1999:115). 20. yüzyılın başlarından itibaren hızla yayılan sömürge yarışı, ihtiyaç duyulan enerji kaynakları açısından zengin ülkelerin elde tutulması mücadelesine ve bu ülkelerin mekanlarına yönelik siyasi girişimlerin ortaya konmasına neden olmuştur (İşcan, 2004:49). Günümüzdeki en önemli fosil enerji kaynaklarının petrol ve doğalgaz olması, söz konusu kaynakların belirli sahalarda bulunması, bu sahalar üzerindeki devletlerin mekanlarına yönelik siyasi girişimleri artırmıştır.  Bu sahalardan biri de kuşkusuz, Ortadoğu’dur. Özellikle son 100 yıl içerisinde Ortadoğu’ya yönelik siyasi, askeri ve sosyo-ekonomik müdahaleler, bölgenin her açıdan önemini ortaya koymaktadır. Bu özellikleri nedeni ile gerek Ortadoğu gerekse de Ortadoğu ile ilgili girişimler üzerine yerli ve yabancı çok sayıda bilimsel çalışma yapılmıştır. Tayyar Arı (Basra Körfezi’nde ve Orta Doğu’da Güç Dengesi, BOP, Orta Doğu ve ABD: Politika mı? Propaganda mı?, 
Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diploması), Emin Baydil (Sovyetlerin Yıkılmasından Sonra Nato’nun Yeni Hedefleri ile Orta Doğu Bölgesi Arasındaki İlişkiler Üzerinde Jeopolitik Bir Değerlendirme), Nihat Ersin (Orta Doğu Savaşlarının Perde Arkası), Abdullah Şahin (Büyük Orta Doğu Projesi ve Türkiye) gibi yerli çalışmaların yanı sıra Ronald Asmus (Türkiye İçin Yeni Bir Duruş Aranıyor), Joschka Fisceher (Küresel Güvenlik ve Nato), Joshua Muravchik (Blaming America First: Middle East Quarterly) gibi çok sayıda yabancı çalışmalar ortaya konmuştur. 

“ORTADOĞU” KAVRAMI 

“Ortadoğu” kavramı yüzyıldan fazla bir süredir kullanılmasına karşın bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak kavramın mekânsal açıdan sınırları netlik kazanamamıştır. Genel olarak Ortadoğu denildiğinde Arap yarımadası, bu yarımada üzerindeki devletler ve bu devletlerarasında yaşanan sorunlar akla gelmektedir. Günümüzde Ortadoğu kelimesi her devlet ve millet tarafından değişik ifade edilmektedir. Örneğin; Ön Asya, Batı Asya, Yakın Doğu, Middle East, Moyen Orient ve Eş-şarku’l-evsat gibi. En fazla kullanılan ifade ise 
“Ortadoğu” dur. 

Ortadoğu kavramı ilk kez 1902 yılında Amerikalı Alfred Thayer Mahan tarafından National Review dergisinde yayımlanan “The Persian Gulf and International Relations (Basra Körfezi ve Uluslararası İlişkiler)” adlı makalesinde kullanılmıştır. Mahan bu makalesinde, Basra Körfezi’nin dünya ekonomisindeki önemini belirtirken Arap yarımadası ve Hindistan arasında kalan sahayı “Middle East“ olarak ifade etmiştir. 

Bu sahada Almanya, Rusya ve İngiltere’nin nüfuz mücadelesi verdiğini ve ABD’nin güçlü devlet olabilmek için bu sahayı kontrol altına alması gerektiğini vurgulamıştır (Şimşek, 2005:10). ABD’de ortaya çıkan Ortadoğu kavramını Avrupa’ya taşıyan ise 1909 yılında yazdığı “Problems of Middle East“ adlı kitabı ile Angus Hamilton olmuştur. Mahan gibi Hamilton’da, Basra Körfezinin sömürgeci devletler açısından önemini ve bu nedenle yaşanabilecek sorunları anlatmıştır. Kavrama resmiyet kazandıran ise 1911 yılında Hindistan’da Lord Curzon olmuştur. Lord Curzon, resmi konuşmalarında ilk kez Ortadoğu 
kavramını kullanmıştır. Bu resmiyet İngiltere’de Sömürgeler Bakanlığı’nda Middle Eastern Department adlı bir idari bölümün kurulması ile iyice pekiştirilmiştir. Söz konusu idari bölümün çalışmaları ile Ortadoğu kavramı, İstanbul Boğazı ve Hindistan arasında kalan sahayı kapsayacak şekilde tekrar tanımlanmıştır (Dursun, 2003:1). Bu arada İngiltere’deki Cografi Adlar Daimi Komisyonu (Permenant Commission on Geographical Names) adlı kurulus, "Yakındoğu”yu sadece Balkanları ifade edecek şekilde yeniden tanımlarken "Ortadoğu" kavramını da Türkiye, Mısır, Arap Yarımadası, Körfez bölgesi, İran ve Irak'ı kapsamına alacak şekilde sınırlarını belirlemiştir. Böylece 20. yüzyılın 
baslarında İstanbul Boğazı’ndan Hindistan'ın doğu kıyılarına kadar uzanan bölge "Ortadoğu" olarak isimlendirilmiş oldu (Davison, 1960:669-671). Kavrama dayalı mekânsal sınırlamalar dikkate alındığında, Avrupa kıtasının dünyanın merkezi olarak kabul edildiği ve bu nedenle Avrupa kıtasına göre bir yön tayinin yapıldığıdır. Yani söz konusu mekân, Avrupa’ya göre “Ortadoğu” dur. Shileds’e (2003:204) göre; “Doğu sözcüğü bir yöne, bir yere ya da bir bölgeye işaret ederken bazen mistisizme, egzotizme ve geri kalmışlığa işaret eden politik bir 
metafora dönüşebilmektedir.“ Yıldız’ın (2004:22) da ifade ettiği üzere; 
günümüzde Ortadoğu ve Bop ifadesi ile Cebelitarık’tan Kırgızistan’a, Kazakistan’a, Kafkasya’ya, Yemen’e ve Sudan’a kadar uzanan bölge bir bütün olarak ele alınmaktadır (Harita-1). 

Ortadoğu sadece belirli bir coğrafi bölgeyi değil aynı zamanda farklı kültürleri, medeniyetleri, sosyal yapıları ve ilişkileri de ifade etmektedir. Geleneksel yapılarla modern yapıları, kaos ile düzeni, sosyal zıtlıkları, zenginlerle en fakirleri, geleneksel monarşilerle demokratik uygulama çalışmalarını barındırmaktadır (Dursun, 2003:2). Öztek’e göre (2008:273) bölge, gerek jeostratejik konumu ve zengin enerji kaynakları gerekse de terör boyutlarına varan ve giderek yayılan etnik-milliyetçi, radikal dinci akım ve hareketleri ile dünyanın en önemli bölgelerinden birini teşkil etmektedir. 




Harita 1: Türkiye ve BOP Kapsamında Olduğu Öne Sürülen Ülkeleri Gösteren Bir Harita 

SİYASİ COĞRAFYA AÇISINDAN ORTADOĞU 

Ortadoğu, petrolün bilinmediği ve sanayide kullanılmadığı dönemlerde, dünyanın üç kıtasını birleştiren köprünün başlangıç noktası olması ve Akdeniz-Kızıldeniz-Hint Okyanusu gibi üç önemli suyolunun kavşağında bulunması nedeniyle, bugünkü gibi, güçlü devletlerin mücadele sahası olmuştur. Tarihin eski çağlarında Ortadoğu’da huzur, düzen ve refahı sağlamak için gerek Mısırlılar gerekse de Sümerliler egemenlik kurmaya çalışmış ancak tam olarak başarılı olamamışlardır. 
Bütün Ortadoğu’nun egemenliğini ancak 6. yy’da Pers İmparatorluğu 
sağlayabilmiştir. Pers İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra Ortadoğu’da, İran’da kurulmuş olan Sasani devleti ile İstanbul merkezli Bizans İmparatorluğu’nun egemenlik mücadelesi yaşanmıştır. Ancak; 

İslamiyet’in doğuşu ve yayılmaya başlaması ile birlikte Ortadoğu’da İslamiyet (Müslümanlar) egemen olmuştur. Ortadoğu’da doğan ve buradan bütün dünyaya yayılan İslamiyet, Hıristiyanlık ile olan mücadelesini yine bu topraklar üzerinde gerçekleştirmiştir. İslamiyet’in Türkler tarafından kabul edilmesinden sonra Ortadoğu zaman içerisinde Büyük Selçuklu Devleti, Anadolu Selçuklu Devleti ve Osmanlı Devleti’nin kontrolüne geçmiştir. Tarihte Ortadoğu’da siyasi istikrarı en 
uzun süre (16. yy ile 19. yy arasında yaklaşık 400 yıl) koruyan devlet, Osmanlı Devleti olmuştur (Ersin, 2003:20-21). 

Osmanlı Devleti’nin güç kaybetmeye başlaması ile birlikte Ortadoğu’da sömürgeci devletlerin etkisi ön plana çıkmıştır. Sömürgeci devletlerin, bölgede Osmanlı egemenliğinde yaşayan milletleri kışkırtması ile Ortadoğu eski istikrarsız dönemlerini yaşamaya başlamıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından sonra bölgede milli devletler kurulmuş ancak bu durum petrolün keşfedilmesi ve sanayide kullanılmaya başlanması nedeniyle istikrarın sağlanmasında çok etkili 
olamamıştır. Aksine I. Dünya Savaşı’ndan itibaren Ortadoğu, petrol ve doğalgaz nedeniyle sömürgeci devletlerin mücadele sahasına dönüşmüştür. Bu durum, mekân -mekâna dayalı fiziki unsurlar -siyaset üçgeni arasındaki ilişkiyi yansıtan bir örnek olarak siyasi coğrafyada yerini almıştır. 

Ortadoğu tarih boyunca kültürlerin buluşma noktası olmuştur. Bunun üç temel nedeni şunlardır (Ersin, 2003:21-22); 

1) İnsanların ve devletlerin yaşamlarına yön vermede çok etkili olan semavi dinler (İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik) ilk kez bu sahadan dünyaya yayılmıştır. 

İlk kurulan Yahudi Devleti’nin başkenti olması ve Hz. Süleyman Mabedi’nin bulunması nedeniyle Kudüs (Kudus-i Şerif, Jerusalem), tarihsel kökenlerini buraya bağlayan İsrail oğulları için önemlidir. Beytüllahim’de (Filistin, Batı Şeria) doğan Hz. İsa, Peygamberliği’nin başlamasından çarmıha gerildiğine inanıldığı M.S. 30 yılına kadar Kudüs’te yaşamıştır. Miraç olayının gerçekleştiği ve Mescid-i Aksa’nın da bulunduğu yer olması, Kuran’da geçen birçok Peygamberin Kudüs’te yaşaması açısından Müslümanlar için de ayrı bir öneme sahiptir 
(Fotoğraf-). Ayrıca Kudüs, Hicretten sonra kısa bir süre Müslümanlar için kıble görevi de görmüştür. Benzeri örnekler, Ortadoğu’da egemen olmanın anlamını sadece petrol ve doğalgaza egemen olmaktan öte ideolojik (dini düşünce anlamında) açıdan da değerli kılmaktadır. 




Fotoğraf-1 Zeytin Tepesi’nden Kudüs (www.google.com.tr) 

2) Ortadoğu aynı zamanda; eski Yunan, Mezopotamya, Mısır, Hint, Çin ve İslam kültürlerinin de sentez sahasıdır. Bu durum Ortadoğu’nun ilk uygarlıklara beşiklik yapmasına neden olmuştur. 

3) İnsanlar arasındaki ilk ticaret, ilk tarımsal faaliyetler, hammaddelerin kontrolüne yönelik insanlığın ilk büyük savaşlar ve ilk yazılı anlaşmalar bu sahada yaşanmış önemli tarihi olaylardandır (Parlar, 2002:12). 

Ortadoğu’nun tarih boyunca karmaşa içerisinde olması ve demokrasi sorunun aşılamamasındaki en önemli etkenlerin başında, çıkarları ve amaçları birbirlerinden farklı özellikler taşıyan etnik yapı çeşitliliği de gelmektedir. Demokratikleşme sorunu aşılamadığı sürece, bölgeye ilişkin “istisnacı” yaklaşımların devam edeceği bir gerçektir (Muravchik, 1994:15). Arap Baharı sürecinde de ön planda olan Ortadoğu devletlerinin nüfus ve etnik yapıları incelendiğinde, nüfusun etnik çeşitliliği göze çarpmaktadır. Bu çeşitlilik içerisinde; bölgede etnik olarak Arapların -Türklerin ve Farsların çoğunlukta olması ve nüfusun yaklaşık % 90’ının Müslümanlardan oluşması yani bir İslam coğrafyası olması, önemli ortak özellikler olarak ortaya çıkmaktadır. İslâmiyet’in 
yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role sahip olmuştur. Bölgede Müslümanlar çoğunluk oluşturmasına karşın hepsinin İslam anlayışı aynı değildir. Toplam Müslüman nüfusun yaklaşık 2/3’si Sünni iken, 1/3’i ise Şii’dir (www.ulkeler.com.tr.,
www.pbs.org/globalconnections). 

Böylesine etnik ve inanç çeşitliliği, Arapların ulusal birlik ve beraberlik kurarak milli bir güç oluşturmalarını da engellemektedir. Bu konuda aralarında  yüzyıllardır süren sınır çatışmaları ve kan davaları, ekonomik sıkıntılar, 
ekonomik çıkarların paylaşımı, eğitim düzeyinin düşük olması, 
kaçakçılığa bağlı rant mücadelesi, demografik sorunlar, diğer güçlü devletlerin oyunlarına gelmeleri ve sürekli olarak kışkırtılmaları, su sıkıntısının yarattığı gerginlik, yapay çizilmiş devlet sınırları da önemli rol oynamaktadır 

Ortadoğu; dinsel, tarihsel, demografik ve sosyo-kültürel nedenlerin yanında ekonomik açıdan da hayati bir öneme sahiptir. Çünkü bu saha; bilinen petrol rezervlerinin % 60’ı ve doğalgaz rezervlerinin ise % 35’ine sahiptir. Bu nedenle bölge, enerji merkezi durumunda olup jeoekonomik açıdan çok değerlidir. Ayrıca Ortadoğu, dünya silâh piyasası için en önemli pazar durumundadır. Dünya silâh ithalatının yaklaşık % 70’i bu bölge devletleri tarafından gerçekleştirilmektedir (Arı, 2006:57-67). Örneğin; 2012 yılı için silahlanmaya ayrılan bütçenin 
yaklaşık olarak İran’da 13 milyar $, Irak’ta 17 milyar $, Suriye’de 3 milyar $, BAE’nde 40 milyar $ ve Suudi Arabistan’da 50 milyar $ olduğu açıklanmaktadır. Söz konusu devletlere ait rakamlar dahi bölgenin genelinde silahlanma için ayrılan bütçenin büyüklüğü ortaya koymaktadır. 

Yukarıda belirtilen nedenler dışında Ortadoğu, siyasi coğrafyacıların öne sürdüğü mekana dayalı teorilerde de hep önemli yer tutmuştur. Mackinder’in “dünya adası” olarak ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölge genel olarak, Ortadoğu’dur. Ayrıca Mahan’a göre dünyayı yönetebilmek için elde tutulması gereken deniz ticaret yolları (Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi, Babül Mendep Boğazı ve Süveyş Kanalı) yine bu bölgede bulunmaktadır. Geçmişte Osmanlı İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise ABD ve SSCB, Ortadoğu hâkimiyeti sayesinde birer dünya gücü olmuşlardır 




(Harita-2). Şekil: 2012 Yılı İçin Açıklanan Silahlanma Bütçeleri 

Ortadoğu, gerek ABD gerekse de Avrupa devletleri açısından stratejik öneme sahip bir mekândır. ABD ve Avrupa devletleri için Ortadoğu’nun önemi; enerji kaynaklarına ucuz ve güvenilir bir şekilde ulaşabilme, açık ve güvenli bir deniz ticaret yolu, İran’ın kontrol altında tutulması, Basra Körfezi’nden dünya pazarlarına sorunsuz ulaşan enerji kaynakları, silah pazarı ve İsrail’in güvenliği şeklinde özetlenebilir. Bu nedenlerden dolayı Ortadoğu tarih boyunca her zaman önemini korumuş ancak bu özelliği aynı zamanda mekânsal açıdan bölgenin karmaşa içerisinde bırakılmasına neden olmuştur. Aralık 2010’dan beri proje 
kapsamında bulunan devletlerde yaşanan Arap Baharı süreci de, Ortadoğu’nun kaderini ortaya koyan gelişmelere örnektir. 

BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) 

Ortadoğu devletlerinin demokratikleşmesini öngördüğü belirtilen proje; Türkiye, İran, Irak, Suriye, Suudi Arabistan, İsrail ve Filistin’i kapsayan Merkezi Ortadoğu’yu; Türk Cumhuriyetlerinin bulunduğu sahayı kapsayan Kafkasya’yı; Fas, Tunus, Cezayir, Libya ve Mısır’ın bulunduğu Kuzey Afrika’yı ve kısmen de olsa Güneydoğu Asya’yı kapsayan geniş bir mekânı ifade etmektedir. Kesin sınırları tartışmalı olan bölgede yaklaşık 1.7 milyar insan yaşamakta ve bölge 12 milyon km²’lik bir alanı kapsamaktadır. Proje görünürde 11 Eylül saldırıları ile 
meşrulaşmış; NATO ve G8 devletlerinin müdahil olması ile kapsamı genişlemiş; Afganistan savaşı -Irak işgali ile askeri boyutu ön plana çıkmış ve son olarak Arap Baharı süreci ile de gelişimini sürdürmüştür. 
Neden Ortadoğu?: Avrupa devletleri ile ABD’nin, Ortadoğu’yu hedef olarak seçmesinin görünürdeki nedenleri; 

a) Bölgede radikal ve militan İslamcıların var olması. 


ABD ve Batılı devletler bu unsuru söz konusu sahaya askeri ve siyasi müdahalede bir gerekçe olarak sunmaktadır. Bu amaçla ABD tarafından bölgedeki Müslüman devletlere yönelik laik, İslamcı, köktendinci gibi hedef gösterici ifadeler kullanılmaktadır. 

b) Bölgede yer alan ülkelerin bir kısmında yoğun olarak uyuşturucu üretilmesi ve uyuşturucu ticaretinin yaygın olması. 


Bölgede uyuşturucu ticaretinden elde edilen haksız kazancın terör örgütlerine finansman sağladığı bilinen bir gerçektir. Bu nedenle projenin bir amacı da, bölgedeki uyuşturucu üretimini ve ticaretini engelleyerek terör örgütlerine sağlanan finansmanı kesmektir. 

c) Üretilen NBC (nükleer, biyolojik ve kimyasal) silahlarının İran ve Afganistan gibi devletlerdeki aşırı radikallerin ve militanların eline geçebilecekten endişe edilmesi. 

d) ABD’nin uygulamaya koyduğu yeni küresel yapılanmada, kendisine ve İsrail’e yönelik en önemli tehditlerin (İran ve Suriye’nin) bu bölgede bulunması. 

e) Bu nedenlerden dolayı Ortadoğu’nun kontrol altına alınmasının gerekliliği düşüncesidir. 

Bop Nasıl Doğmuştur? Çoğu tarih ve siyaset bilimciye göre Büyük Ortadoğu Projesi’nin yaratıcısı, Yahudi asıllı tarihçi Bernard Lewis’tir. Lewis, 1916 yılında İngiltere’de dünyaya gelmiş ve yaşamının büyük bir kısmını İngiltere’de geçirmiştir. ABD’de Princeton 

Üniversitesi’nde Ortadoğu konusunda dersler verdikten sonra emekliye ayrılmış, yıllarca İsrail -ABD ve İngiltere arasında çalışmalarına devam etmiştir. 

Lewis’e göre Amerikan halkı için; “ABD, Vaat Edilmiş Toprak”, Amerikan halkının kendisi ise “Tanrı Tarafından Seçilmiş Üstün Bir Halktır”. Bu nedenle; vaat edilen topraklarda yaşayan bu üstün halk dünyayı yönetmelidir. Bu yönetimi de kendi çıkarları için uygun bölgelerden başlayarak sağlamalıdır. Bu bölgelerin başında da Ortadoğu gelmektedir. Çünkü ABD için gerekli enerji kaynakları ve bu enerji 
kaynaklarına sahip -yönetilebilecek-diktatör rejimler bu bölgede yer almaktadır. Bernard Lewis’in bu görüşleri BOP’un temellerini oluşturmuştur. 

Lewis’e göre Ortadoğu devletleri 3’e ayrılmaktadır (Şahin, 2004:56). Bunlar; 

1) Ülke halkı aslında ABD yanlısı olmasına rağmen yönetimleri anti Amerikancı olan devletler (Irak gibi), 

2) Ülke halkı aslında ABD karşıtı olmasına rağmen yönetimleri Amerikancı olan devletler (Mısır ve Suudi Arabistan gibi), 

3) Hem ülke halkı hem de yönetimleri ABD yanlısı olan devletler (İsrail gibi). 

Bu açıdan ele alındığında ABD’nin Ortadoğu’da yapması gereken ilk iş; “iyi ve kötü diktatörlükleri belirlemek ve daha sonra demokratik ve çoğulcu bir değişimin önderliğini yapmaktır.“ Bu değişim süreci, 11 Eylül saldırılarının ardından Irak’ta başlamış ve 2010 yılı aralık ayında tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılarak Arap Baharı adı ile devam etmektedir. Lewis’in görüşleri göz önüne alındığında, görüşlerinin temelinde mekâna dayalı unsurların paylaşımına yönelik siyasi girişimlerin yattığı görülmektedir. 

ABD’nin güvenlik eski danışmanı Condelezza Rice’nin, 7 Ağustos 2003’te The Washington Post’ta yayınlanan ve 22 ülkeyi hedef alan ‘Transforming the Middle East’ yani ‘Ortadoğu’yu Dönüştürmek’ başlıklı yazısı, ABD Başkanı George W. Bush’un 6 Kasım 2003’te açıkladığı ‘Ortadoğu’yu Özgürleştirme Stratejisi’ ve Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in Davos’ta açıkladığı ‘Büyük Ortadoğu’da Reform Projesi’; 10 yılı aşkın bir süredir dünya kamuoyunda tartışılmaktadır. 
ABD, 2004 yılında yapılan G8 Toplantısı’nda ve ardından gerçekleştirilen İstanbul Zirvesi’nde yeni Ortadoğu perspektifini içeren Büyük Ortadoğu Projesi’ni ilan etmiştir. Terörün kaynağı olarak gördüğü Ortadoğu’da köhneleşmiş yönetimlerin değişmesi, kadın haklarının geliştirilmesi, okur-yazar oranının yükseltilmesi, bölgeye demokrasinin götürülmesi, insan hakları ihlallerinin önlenmesi gibi söylemlerle ortaya attığı “Büyük Ortadoğu Projesi” ile Ortadoğu’da Batı standartlarında demokrasiler kuracağını ve özgürlük yayacağını dile getirmiştir. 
Gerçekten bu proje Ortadoğu’daki doğal kaynakları ele geçirme ve yönetme hareketi mi? ya da tam tersine ABD’nin dile getirdiği gibi bölgenin insanlarını batı standartlarında demokrasi ve özgürlüğüne kavuşturma hedefi mi?. Zaman içerisinde parçalar yerine yerleştikçe ortaya çıkacak tablo, bu soruların cevaplarına netlik kazanacaktır. 

Görünürdeki Hedefleri Nelerdir?: ABD ve müttefikleri için BOP; Ortadoğu’da siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel dönüşümleri hedeflemektedir. Projenin ön planda tutulan hedefleri şunlardır; 

1) Ortadoğu’ya serbest piyasa ekonomisini getirerek, bölge ekonomisinin uluslararası ekonomi ile entegrasyonunu sağlamak. 

2) Enerji kaynakları güvenliğinin sağlanmasına bağlı olarak, güvenlik için duyulan askeri güce ihtiyacın azalması, askeri harcamaların düşmesi ve böylece elde edilecek gelirlerin sosyo-kültürel gelişmeye yönelik alanlarda kullanılmasını sağlamak. 

3) Yöneticilerin sınırlı süre ve yetkiler ile iktidarda kalmasını sağlamak. 

4) Devlet gelirlerinin ve bu gelirlere kaynaklık eden unsurların yöneticilerin değil de devletin ve halkın çıkarları için kullanılmasını sağlayarak, halkın refah düzeyini artırmak. 

5) Dine dayalı hukuk sistemlerini kaldırarak laik hukuk sistemi getirmek. 

6) İnsan hakları ve hukuk üstünlüğünün kabul edilmesi ile kadınerkek eşitliğini sağlamak. 

7) Serbest ve hür seçimlerin yapılabildiği demokrasi sistemini getirerek kalıcı kılmak. 

8) Eğitim, okullaşma, bilgi teknolojilerinin kullanımı, basın medya özgürlüğü ve özellikle kız çocuklarının okullaşma oranını artırmak. 

9) Kitle imha silahlarına, etnik çatışmalara, uyuşturucu yapım ve satımına, insan kaçakçılığına, ağır insan hakları ihlallerine engel olmak ve terörü kaynağında kurutmak. 

10) Batı değerlerini, düşünce tarzını ve yaşayış şeklini bölge insanlarına getirmek. 

11) Bu amaçların gerçekleşmesini sağlayarak Ortadoğu’ya istenen siyasi ve sosyo-ekonomik düzeni getirebilmektir. 

3 Kasım 2003'te Powell, Ortadoğu’da özgürlüğün yayılması için kaçınılmaz olan sekiz konu bulunduğunu, Amerikan politikasının, insan onurunu ilgilendiren bu ilkeler üzerinde ısrarcı olacağını söylemiştir. Söz konusu sekiz ilke şunlardır: Hukuk, devletin gücünün sınırlandırılması, düşüncenin özgürce açıklanması, inanç özgürlüğü, adaletin eşit dağıtımı, kadınlara saygı, dinsel ve etnik hoşgörü, özel mülkiyete saygı (Woodward, 2002:83). 

Gerçek Hedefleri Nelerdir?: ABD ve müttefikleri aslında; Ortadoğu‘da enerji kaynaklarının denetimini sağlamayı, silah ticareti için yeni pazar alanları oluşturmayı, Suriye ve İran üzerinden Rusya ve Çin’e karşı bölgedeki nüfuzunu etkili kılmayı planlamaktadır. Yine İsrail’ in bölgedeki güvenliğini sağlamak ve büyük bölümü Müslüman olan coğrafyada ‘Ilımlı İslamiyet’i’ yaymak diğer asli amaçlardandır. Hacısalihoğlu (2004), Ilımlı İslam için ‘dinsel değil, siyasal bir 
nitelemedir ve ABD kaynaklıdır.’ şeklinde yorumda bulunuyor. Özbek’in de (2005:109) belirttiği gibi, ılımlı kavramından amaç, İslam’ı daha laik bir çizgiye çekmek değil, aksine, İslam’ı ABD’nin denetimi altına alarak üniter yapıların çözülmesinde araç olarak kullanabilmektir. Yani Ilımlı İslam’la amaç, İslam’ı ılımlaştırmak ve daha laik bir çizgiye çekmek değil, İslam’ı üniter yapıların çözülmesinde bir araç olarak kullanmaktır. Gerçek hedeflere bağlı yaşanacak dönüşümlerle ABD, dünya üzerindeki hâkimiyetinin devamlılığını sağlayacak ve olası rakiplerini de kontrol altına almış olacaktır. 

Hacısalihoğlu (2004:6-7), BOP’un stratejik arka planını şu şekilde ifade etmektedir: “ABD için Avrasya, ekonomi-politik egemenliğin mekânsal odağıdır. Soğuk savaş sonrasının jeopolitik merkezidir. ABD’nin olası rakiplerinin topraklarıdır. Dünya’nın en zengin enerji doğal kaynakların anavatanıdır. Yeni pazar alanıdır. Yeni mücadele sahasıdır.” 

ABD, Avrasya coğrafyası ve enerji kaynakları üzerinden küresel hegemonyasını sürdürmek istemektedir. Bu amaçla, 11 Eylül terör saldırılarının hemen ardından “korunmak için saldır” stratejisini öne sürmüş ve uygulamaya koymuştur. Bu çerçevede Avrasya’ya ilişkin Hıristiyan Batı ve Müslüman Doğu kavramları oluşturulmuş ve radikal İslam yeni tehdit olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur. Buna bağlamda Ortadoğu coğrafyası, ”uluslararası tehdit üreten bölge” olarak kabul edilmiştir. Bu esnada Avrupa’da yaşanan karikatür krizleri ve Papa 16. Benedictus’un açıklamaları gibi olaylar, Ortadoğu’da mezhep çatışmalarına ortam hazırlamıştır. 

ABD, projeye destek veren ve proje kapsamında yer alan devletler arasındaki işbirliği ve koordinasyonu sağlamak için 3 kısımdan oluşan bir kurum oluşturmuştur. Bu kurumlar; Demokrasi Yardım Diyalogu (Democratic Assistance Dialogue DAP), Gelecek İçin MENA Forumu (Greater Middle East and North Africa Forum For Future) ve MENA Demokrasi Fonu (Greater Middle East and North Africa Foundation for Democracy)’dur 
(http://www.state.gov; 
http://mepi.state.gov). 

Bu kurumlar tarafından gerçekleştirilen çalışmalar, proje kapsamındaki devletlerarası koordinasyonda önemli rol oynamaktadır. 
ABD ve müttefikleri tarafından öne sürülen gerçekleşme ihtimali, çoğu Müslüman devlet tarafın karşılanmaktadır. Bunun en önemli nedenleri şunlardır: 

a) Batı’nın bu görünür hedeflerinin altında gerçekte yeni bir mekânsal paylaşım faaliyetinin (petrol ve doğalgaz yataklarının ele geçirilmesi, Rusya ve Çin’e karşı güçlenilmek istenmesi) yattığı düşüncesi. 

b) ABD’nin, kitle imha silahlarının varlığını öne sürerek Irak’a müdahale etmesine karşın bu tür silahlara ulaşılamaması. 

Bu nedenden dolayı bölgede terör ve kütle imha silahlarının engellenmesi ile demokrasi ve özgürlük götürme gibi söylemlerin gerçek hedefler değil de aracı hedefler olduğuna inanılmaktadır. 

c) Özellikle Irak Savaşı sırasında Irak’taki hapishanelerde yaşanan olumsuz uygulamalar. 

d) Ortadoğu’daki devletlerin aslında, ABD’ye rağmen ayakta kalmayı başaran rejimler nedeniyle değil de ABD sayesinde ayakta durmayı başaran rejimler (İsrail gibi) yüzünden sıkıntılar yaşıyor olması. 

e) ABD’nin Ortadoğu politikasını, İsrail merkezli sürdürmesi ve bu konuda uluslararası örgütleri ve diğer güç merkezlerini dikkate almaması. 

f) ABD’nin Ortadoğu devletlerini sürekli insan hakları konusunda eleştirip müdahale etmesine karşın, İsrail’in Filistin’de (Gazze ve Batı Şeria şehirlerinde) yaptığı insan haklarına aykırı uygulamalara ses çıkartmaması ve hatta bu konu ile ilgili olarak BM’e verilen önergeleri veto etmesi. 

g) İsrail’in Lübnan işgali sonrası ortaya çıkan eleştirilerden ve Hizbullah’ın etkin bir güç olmaya başlamasından rahatsızlık duyuyor olması. 

h) ABD’ye karşı oluşan muhafazakâr ve radikal güçlerin; ABD destekli Ürdün, Katar ve Suudi Arabistan gibi otoriter rejimlerin güvenlikleri açısından bir tehdit oluşturmasından duyulan kaygının varlığı. Bu kaygıların doğruluğu, 2011 yılı başlarında Kuzey Afrika ve Arabistan Yarımadası’nda başlayan domino etkisi ile kendisini göstermiştir. 

ı) ABD’nin bir yandan Ortadoğu’ya demokrasi getirmek istediğini söylerken diğer yandan Ortadoğu devletlerini birer silah yuvasına dönüştürmesine bağlı paradoks. 2012 yılı için ABD ile Suudi Arabistan arasında 60 milyar $‘lık ve Katar ile 3.5 milyar $‘lık silah ve savunma sistemleri anlaşmalarının imzalanması, bu paradoksa örnektir. 

Buna göre proje aslında sınırları çok geniş olan Ortadoğu’nun siyasi, ekonomik ve stratejik açıdan ABD’nin etkisi alanına girmesini öngören, ABD ve müttefikleri açısından insani yardım amaçlı yapılan ve İslam dünyasında pek de samimi bulunmayan bir mekânsal paylaşımı ifade etmektedir. 


2  Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK


..

15 Şubat 2015 Pazar

Müstakbel-Türkten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler







Müstakbel-Türkten Sözde Vatandaşa: Cumhuriyet ve Kürtler 




Doç. Dr. Mesut Yeğen 
23 Mayıs 2009 


Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nde yapılan konuşma metni, araştırmacıların kişisel kullanımları için web sayfamıza konulmaktadır. Bu konuşma metinleri, ticari amaçlarla çoğaltılıp dağıtılamaz veya Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi'nin izni olmaksızın başka kurumlara ait web sitelerinde veya veritabanlarında yer alamaz. 

İki soruya cevap vermeye çalışacağım. Bunlardan biri, neden bir Kürt meselemizin var olduğu; ikincisi ise mensubu olduğumuz Cumhuriyet’in bu meseleyi nasıl algıladığı, bu meseleyle nasıl baş etmeye çalıştığı. 

İlk sorunun cevabı belli: Nasıl olmasın ki? Böylesi bir geçmişe ve böylesi bir nüfus kompozisyonuna sahip olup, üstüne üstlük de böylesi bir dünyada yaşayıp da Kürt meselemizin olmaması için ancak mucize gerekirdi. Şunu demek istiyorum: Osmanlı’nın mirasçısı olup 1877-1924 arasında yaşanmış olanları yaşadığımız için; nüfusumuzun aşağı yukarı yüzde onuna denk düşen ve dil ve toprak birliğine sahip olup da, hiçbir surette tanıma lütfunda bulunmadığımız ulusal bir topluluğumuz var olduğu için; ve dünya, insan haysiyetinin giderek daha önem kazandığı bir yer olduğu için bir Kürt meselemiz var. Kaldı 
ki, Türkiye bu türden bir meseleyle ilk kez uğraşmıyor. Türkiye, bir ulus-devlet olarak örgütlenmeye koyulduğu zamanlardan beridir, ekalliyetler meselesi, Şark meselesi, Güneydoğu sorunu gibi adlar altında bu türden meselelerle uğraşıyor, başka pek çok ulus-devlet gibi. Malum, dünyanın pek çok yerinde siyasi topluluklar bu türden sorunlarla uğraşıyor. Etno-politik meselelerle yüzleşmek, cebelleşmek, ulus-devletler çağında istisna değil, kural. 

Etno-politik meselelerin mevcudiyeti “evrensel” olmakla birlikte, meseleyle 
cebelleşmenin, bu türden meseleleri “halletmenin” evrensel bir biçimi yok. Modern siyasetin bu türden meselelerle mesaisi çokça enstrüman üretmiş durumda: Arındırma, mübadele, tehcir, ayrımcılık, tenkil, asimilasyon, grup hakları vermek, özerklik, federasyon, konfederasyon, ayrılma bu türden enstrümanların en bilinenleri. Bu enstrümanların hangisinin hangi durumda “işlevsel” olabildiğini, “meseleyi çözdüğünü” gösteren bir kural da yok. 

Aslında, bu kuralsızlık durumuna vâkıf olabilmek için Türkiye’nin yakın tarihine 
bakmak kâfi. Türkiye’nin son yüzyılı, bu enstrümanların pek çoğuna birden müracaat edildiğini gösteriyor. Türkiye’de etno-politik meselelerin “hallinde”, arındırma, mübadele, tehcir, ayrımcılık, tenkil, asimilasyon, grup haklarının tanınması ya da ayrılma enstrümanlarının hepsi kullanıldı. 

Türkiye’nin siyasi birliğine kastettiğine hükmedilen durumlarda öncelikle köktenci etnik homojenleştirme enstrümanları devreye girdi. “Ermeni meselesi”nde tehcir, “Rum meselesi”nde mübadele öncelikli enstrüman olarak kullanıldı. “Arap meselesi” ise ayrılmayla hallolundu. Ancak, “kesin çözüme” ulaşılamadığından, bu meselelerin “halli” ikincil enstrümanlara müracaatı mecbur kıldı. Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Türkiye sınırları içinde kalan az sayıda Ermeni, Rum ve Yahudi yurttaş, şüphesiz uluslararası zorlamaya (Lozan) bağlı olarak, anadilinde eğitim görme, yayın yapma ve serbest ibadet gibi grup 
haklarıyla donandı. [“Cumhuriyet grup tanımaz” fikrinin yanlışlığı şu: Cumhuriyet grup tanıyor, ancak dış baskıyla; yurttaşına hakkı dış baskıyla veriyor.] Ne var ki, ulusal-kültürel homojenleştirmenin görece dışında kalabilmek ayrıcalığıyla donanmış olmanın bir maliyeti de oldu: Gayrimüslim yurttaşlar sıklıkla ayrımcılıkla baş başa kaldı. Arap yurttaşlara düşen ise, homojenleştirmenin bir başka biçimi, asimilasyon oldu. 

Ülkenin siyasi birliğine kastedilmediğine hükmedilen durumlarda ise öncelikle 
asimilasyon gibi “mutedil” homojenleştirme teknikleri, zaman zaman da tenkil devreye girdi. Balkanlar’dan ve Kafkasya’dan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalan Müslüman gruplar asimilasyon üzerinden Türklüğe davet edildi; Anadolu’nun yerleşik Müslüman kavimlerinden Kürtler de öyle. Ne var ki, Kürtlerin durumunda kullanılan tek enstrüman asimilasyon olmadı. Onlar zaman zaman “tedip ve tenkil” de edildi. 

Etnopolitik meselelerin halli için uygun enstrümanın seçilmesi işinde aslolanın 
“kuralsızlık” olduğunu gösteren Türkiye tecrübesi bir başka şeyi daha gösteriyor: Kullanılan benzer enstrümanlar asimetrik sonuçlar verebildiği gibi, farklı enstrümanlar benzer sonuçlar üretebiliyor. 

Örneğin, asimilasyon siyaseti, Müslüman grupların sebep olması muhtemel bir etno-politik sıkıntıyı nerede tümüyle bertaraf etmiş görünürken, Kürtlerin durumunda aynı netice alınamadı. Kürtlerden gayrı Müslüman grupların neredeyse tamamı Türkleşmeye rıza göstermişken, mühim sayıda Kürt, Türklük dairesinin dışında kaldı. Aslında, aynı durum bir başına Kürtlerin durumunda dahi söz konusu oldu. Türkleşmeye direnen çok sayıda Kürde karşı, epey Kürt de Türkleşti. 

Keza, etno-politik meselelerin hallinde kullanılan farklı enstrümanların benzer netice ürettiği de ortada. Mübadele, tehcir ve asimilasyon gibi farklı araçların kullanımı, kimi durumlarda bir ve aynı sonucu üretmiş görünmektedir: Bu araçların her biri etnik homojenleşmenin gerçekleştirilmesinde işlevsel olmuş, neticede bu araçlar vasıtasıyla “meşgul olunan” toplulukların sebep olması muhtemel sorunların hallinde “epeyce başarılı” olunmuştur. Bu asimetrik araçların istihdam edilmiş olmasına bağlı olaraktır ki, bugün Türkiye’de Çerkez, Boşnak, Yahudi, Rum ya da Ermeni “meselelerinin” hiçbiri “Cumhuriyet’in geleceğini ipotek altına alabilecek hacimde” değildir. 

Neticede, modern devletlerin hemen hepsini bir biçimde uğraştıran etno-politik 
meselelerle Türkiye de neredeyse yüz yıldır uğraşıyor; hem de çokça çeşitli araçları kullanarak. Yüz yıldır süren uğraşın ardından oluşan bugünkü resim şunu gösteriyor: Türkiye, geride kalan yüz senenin ardından, etno-politik meselelerini Cumhuriyet’in geleceğini “tehdit edebilecek” kudretten mahrum bırakmayı becermiştir. Bunun anlamı şu: Meskûn olduğumuz mekân ve mensup olduğumuz cemaat, memleketin gayrimüslim sakinlerini “göndermek”, Türk olmayan Müslüman sakinlerini de Türkleştirmek vasıtasıyla ulusallaştırılmış olup, bu durum cemaatin kalan mensuplarına da benimsetilmiştir. Başka bir deyişle, selefleriyle beraber Cumhuriyet, mensuplarını, Türklerden ve Türkleşmişlerden 
oluşan bir siyasi topluluk fikrine razı etmiş gibidir. Kürtler hariç! Geride kalan yüzyıl gösteriyor ki, yurttaşların büyük çoğunluğu, kendilerine yakıştırılan ulusal-çerçeveye razı olmuşken, Kürtler, daha doğrusu Kürtlerin mühim bir kısmı bu ulusal çerçeveye razı değil. Kürtler, geride kalan yüzyılda olduğu gibi önümüzdeki birkaç onyıl daha Cumhuriyet’i meşgul edecek görünüyor. 

Şimdi, bu istisnai durumun, memleketin Türk olmayan mensuplarının büyük kısmının “razı edildiği” ulusal çerçeveye Kürtlerin razı edilememesinin, başka bir deyişle Kürt meselesinin ya da Kürtlerin bu “cüretinin” elbette makul bir açıklaması olmalı. 

Kanaatim o ki, bu istisnai hale yol açan ilk sebep şu: Kürtler bugün yaşadıkları 
yerlerin kadim sakinlerinden. Bugün yaşadıkları yerlere hatırlanabilir bir “eski” ya da yeni zamanda gerçekleşmiş bir göç durumuyla gelmiş değiller. Mühim sayıda Kürdün Türkleşmeye, başka bir deyişle, kendilerine sunulan ulusal çerçeveye itiraz edebilme cüretini göstermesinin ilk sebebi bu. Kürtlerin, göç vasıtasıyla yeni bir vatan edinen toplulukların çoklukla gösterdiği asimilasyona yatkın olma eğilimini paylaşmayıp, kendilerine sunulan ulusal çerçeveye itiraz edebilmesinin ardında, yaşadıkları toprakların kadim sakinleri olmalarından kaynaklanan güçlü bir bizlik duygusuna sahip olmaları yatıyor. 

Kürtlerin Osmanlı siyasi birliğine, bu siyasi birliğin merkeziyle yaptıkları bir 
uzlaşmayla dahil olmuş olması ve bu uzlaşma neticesinde edinilen “ayrıcalıklara” bağlı olarak Osmanlı merkeziyle uzunca bir müddet “gevşek bir ilişki” yaşamışlıkları da bu cüreti beslemiş olmalı. Kürtler yüz yıldır kendilerine sunulan ulusal-politik çerçeveden başka bir politik çerçeve içerisinde yaşadıklarını hatırlıyor ve anlaşılan o ki bu başka politik çerçeveye bağlı olarak muhafaza edebildikleri farklılıklarını bugün de devam ettirmek istiyorlar. 

Epey bir nüfus oluşturmaları da Kürtleri cüretkâr kılmış olsa gerek. Cumhuriyet’in ilk nüfus sayımından beri Kürtlerin toplam nüfus içindeki hacminin yüzde on beş civarında olduğu biliniyor. Fırat’ın doğusundaki illerin pek çoğunda ise bu oran yüzde ellileri epey aşıyor. Neticede, belirli bir bölgede meskûn, nüfusça epey büyük bir etnik grup olmaları, Kürtleri güçlü bir bizlik duygusuyla teçhiz edip, Türkleşmeye itiraz edebilme cüretiyle donatmış olmalı. 

Mühim sayıda Kürdün Cumhuriyet’in sınırları dışında kalmış olması da aynı sonucu doğurdu. Kürtler özellikle Irak’ta ulusal kimliklerini korumak şansına biraz daha fazla sahip oldu. Türkiye dışındaki Kürtlerin deneyimleri, kısa ömürlü Mehabad Cumhuriyeti, Irak’ta tecrübe edilen özerklik, İran ve Irak’taki Kürt “hareketliliği” ve bilhassa Barzani miti Türkiye Kürtlerinin “bizlik” duygusunun ayakta kalmasına yardım etti. Dolayısıyla, bu sınır dışı referans da Kürtlerin cüretkârlığına katkıda bulunmuş olsa gerek. 

Cumhuriyet’in asimilasyon kapasitesinin zayıflığını da aynı çerçevede 
değerlendirmek mümkün. Ulusal pazar örgütlenmesinin zayıflığı, coğrafyanın yarattığı dezavantajlar, ama özellikle de Cumhuriyet’in mali yetersizliği, inşa edilmek istenen ulusal çerçevenin Kürtlere kabul ettirilebilmesini zorlaştırdı. Kürtlerin cüretinin ardında biraz da bu “yetersizlik” yatıyor. 

Son olarak, “Türkleşin!” komutuna uymamak ve çizilen ulusal çerçeveyi kabul 
etmemek şeklindeki cüretlerinin bir başka mühim kaynağı da Kürtlerin geleneksel toplumsal ilişkilerini korumakta gösterdikleri hassasiyet ve modern zamanlarda gösterdikleri siyasi performans oldu. Geleneksel ilişkilere tutunmakta gösterilen ısrar, mühim sayıda Kürdü Türkleştirme işinin menzili dışında tuttu. Bunun kadar önemlisi, bir kısım Kürt “elit”, bütün bir yüzyıl boyunca “Kürt ideali”ni modern siyasi enstrümanları kullanarak geleceğe taşımakta kararlı oldu. Hülasa, söz konusu cüretin ardında yukarıda saydığım nesnel unsurların yanı sıra irade unsuru da yer aldı. 

Netice itibarıyla, başlarken sorduğum “Neden bir Kürt meselemiz var?” sorusuna cevabım bu. Bahsettiğim bu vasıfları sebebiyledir ki, Kürtler Cumhuriyet’in önerdiği ulusal çerçeveye bunca güçlü bir biçimde itiraz edebildi. Öte yandan, bahsettiğim bu itirazın kategorik bir itiraz olmadığı da ortada. Kürtlerin mühim bir kısmının bu ulusal çerçeveye dahil oldukları da açık. Demem o ki, Cumhuriyet’in kurduğu ulusal çerçeve bir kısmıyla çalışmazken, bir kısmıyla da çalışmış, işlemiş durumda. Bu halin de elbette tarihsel sebepleri var. Zaman kısıtlılığı sebebiyle bu sebepleri geçelim. 

Birinci soruya cevabım bu kadar. Şimdi ikinci soruya, “Cumhuriyet Kürt meselesini nasıl algıladı ve Kürt meselesinde ne yaptı?” sorusuna geçebilirim. 

Cumhuriyet ve Kürt Sorunu 

Hemen kaydedebiliriz: Cumhuriyet’in Kürt meselesine dair algısı epey bir değişken oldu. Cumhuriyet, Kürt meselesini bazen geçmişin kalıntılarının gösterdiği dirençten, bazen başka devletlerin fenalıklarından, bazen Kürtlerle meskûn bölgenin geri kalmışlığından, bazen de sadakatsizlikten kaynaklanan bir mesele olarak algıladı. Bu algı biçimlerine tanıma, asimilasyon, tedip ve tenkil ve ayrımcılık politikaları eşlik etti. 

 Bütün bu algı ve siyaset çeşitliliğini kabaca üç dönem üzerinden incelemek mümkün görünüyor. Bu dönemleri “inkârdan önce”, “inkâr dönemi” ve “ikrar dönemi” olarak adlandırmayı öneriyorum. 

 İmparatorluğu takip eden ve Cumhuriyet’i önceleyen birkaç çetin yıla denk düşen ilk dönemde Kürt meselesi etnik mahiyeti teslim edilen siyasi bir mesele olarak algılandı ve meseleyle tanıma siyasetiyle cebelleşildi. 1924’ten 1990’lara kadar uzanan ikinci dönemde ise Kürt meselesi etnik mahiyetten mahrum ve inkılâplarla ya da güvenlik siyasetiyle uğraşılması gereken sosyal ya da iktisadi bir mesele yahut da bir asayiş meselesi olarak görüldü. Bu dönemin favori siyasetleri ise inkılâp, tedip ve tenkil ve tabii ki asimilasyon oldu. 

 1990’larla açılan üçüncü dönemde ise Cumhuriyet Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar eder oldu. Halen devam eden ve zikzaklarla döşeli bu son dönemde Cumhuriyet’in siyaset repertuarı genişledi: Baskı siyaseti devam etti, asimilasyon siyaseti çeşitlendi, tanıma siyaseti geri döndü ve en önemlisi ayrımcılık siyaseti peydah oldu. 

Şimdi bu üç döneme biraz daha yakından bakmak istiyorum 

İnkârdan Önce 

1918-1924 arasındaki bu ilk dönemde bir müddet için ikili bir iktidar durumu yaşanmış olduğunu biliyoruz. Enteresandır ki, bu yıllarda ikili iktidarın her iki tarafı da Kürt meselesine baktığında, selefleri İttihatçılardan farklı olarak, ıslahatla halledilecek sosyal bir meseleyi değil, etnik karakterli bir politik sorunu görüyordu. Yine her iki hükümet de Kürt meselesiyle tanıma siyasetiyle meşgul olacağını vaat ediyordu. 

Mesela, dönemin dönemin İngiliz Dışişleri Bakanlığı belgelerinden anlıyoruz ki, 10 Temmuz 1919’da Sadaret’te bir kısım Osmanlı nazırının ve dönemin Kürt aydın ve ileri gelenlerinin katıldığı bir toplantı yapılmış ve Kürdistan’a Kürt bir valinin ve Kürt memurların atanacağı sözü verilmiştir. Aynı toplantıda İstanbul hükümetinin temsilcileri özerk bir Kürdistan fikrine yakın durduklarını da belirtmişlerdir. Bundan çok daha önemlisi, Cumhuriyet’i kuracak olan kadro da Kürtleri mahsus hukukları tanınması gereken bir topluluk olarak tanıyor ve Kürt meselesiyle tanıma siyasetiyle uğraşacağını beyan ediyordu. 

Görünen o ki, bu dönemde Cumhuriyet’in kurucuları açısından Kürtler ülkenin, etnik hukuklarına saygı gösterilmesi gerektiğine hükmedilen Müslüman kavimlerindendi; tıpkı Çerkezler ve Lazlar gibi. Bu hükme varan da bilindiği üzere, Cumhuriyet’i kuran Meclis ve onun başkanıydı. Mustafa Kemal, gizli bir Meclis oturumunda şunları söylemekteydi: 

Suret-i umumiyede prensip şudur ki, hudud-u milli olarak çizdiğimiz daire dahilinde yaşayan anasır-ı muhtelife-i İslamiye yekdiğerine karşı ırki, muhiti, ahlaki, bütün hukukuna riayetkâr özkardeşlerdir. Bizce kat’i olarak muayyen bir şey varsa, o da hudud-u milli dahilinde Kürt, Türk, Laz, Çerkes vesair bütün bu İslam unsurlar müşterekülmenfaadır. 


Bu bir kez telaffuz edilmiş, kazai bir hüküm olmadı. “Kürtlerin serbesti-i inkişaflarını temin edecek vech ve surette hukuk-ı ırkiye ve içtimaiyece mazhar-ı müsaadat olmaları[nın]” kabul edildiğini belirten Amasya Protokolü’nün; Kürtlere yaşadıkları bölgelerde bir tür özerklik verileceğini duyuran İzmit beyanının ve “Kürtlerle meskûn menatıkta [...] hem siyaset-i dahiliyemiz ve hem de siyaset-i hariciyemiz nokta-i nazarından tedricen mahalli bir idare” kurulacağını bildiren Vekiller Heyeti siyasetinin, bütün bunların müellifi Cumhuriyet’in kurucusu ya da kurucularıydı. 

Dolayısıyla, görünen o ki, 1918-1924 arası dönemin nazik koşulları, Cumhuriyet’i Kürt meselesini etnik mahiyetli siyasi bir mesele olarak algılamaya ve tanıma araçlarıyla meşgul olmaya mecbur bırakmıştır. 


Cumhuriyet ve İnkâr 

Dönemin nazik koşullarının geride kalmasıyla beraber Cumhuriyet önce tanıma 
siyasetinden vazgeçti, ardında da meselenin etnik içerikli siyasi bir mesele olduğunu kabul etmekten. 
1924’te yürürlüğe giren Anayasa, ülkede Türklükten başka etnik kimliklerin de var olduğu gerçeğini kabul ediyor, ancak bunların yeniden üretimine izin verilmeyeceğini beyan ediyordu. Anayasaya göre, “Memleket dahilinde hukuk-u mütesaviyeyi (hukuksal eşitliği) haiz başka ırktan gelme kimseler bulun[makla]” beraber, “devlet, Türkten başka bir millet tanımaz”dı; çünkü “devletimiz bir devlet-i milliye”ydi. Anayasa açıktı: Kolektif hakları Lozan Antlaşması’yla tanınan gayrimüslim azınlıkların haricindeki yurttaşların Türkleşmekten başka çaresi yoktu. Tanıma siyaseti geride kalmıştı. 

Geçmişin Direnci Olarak Kürt Meselesi: Aşiret ve Eşkıya 


Bu yeni durumda Kürt meselesiyle artık tanıma siyaseti değil, inkılâp ve asimilasyon siyaseti çerçevesinde meşgul olunacaktı. Cumhuriyet’in kurucularına göre Kürt meselesi tanıma siyasetiyle ele alınması gereken kıvam ve hacimdeki siyasi bir mesele olmayıp, inkılaplar vasıtasıyla çözülebilir bir sosyal meseleydi. Bu algı, 1925’teki ayaklanmanın önderlerini yargılayan İstiklal Mahkemesi’nin karar konuşmasında bütün belirginliğiyle karşımızdadır: 


Kiminiz hasis kişisel çıkarlarınıza bir zümreyi alet, kiminiz yabancı kışkırtmasını ve siyasi harisleri rehber ederek hepiniz bir noktaya, yani bağımsız Kürdistan teşkiline doğru yürüdünüz. Senelerden beri düşündüğünüz ve tertiplediğiniz genel ayaklanmayı yaparak bu bölgeyi ateş içinde bıraktınız. Cumhuriyet hükümetinin kesin hareketi, Cumhuriyet ordusunun öldürücü darbeleri ile irticanız ve ayaklanmanız derhal yok edildi ve hepiniz yakalanarak hesap vermek üzere adalet huzuruna çıkarıldınız. Herkes bilmelidir ki, genç Cumhuriyet 
hükümeti kışkırtıcılık ve irtica[ya], her türlü lanetli faaliyetlere kesin surette göz 
yummayacağı gibi, hatta kesin tedbirleri sayesinde bu gibi eşkıya hareketlerine yol vermeyecektir. Senelerden beri şeyhlerin, ağaların, beylerin baskısı altında sömürülen, eriyen, inleyen bu bölgenin zavallı halkı artık sizin kışkırtıcılığınızdan ve kötülüğünüzden kurtularak Cumhuriyetimizin verimli ilerleme ve saadet vaad eden yollarında yürüyerek refah ve saadet içinde yaşayacaktır. (Vurgular, tarafımdan eklenmiştir.) 



Bu uzun metin aslında temel bir şeyi göstermektedir: Cumhuriyet açısından Kürt meselesi, bizzat Cumhuriyetçe temsil olunan “şimdi”nin alt etmeye koyulduğu “geçmiş”in direncinden başka bir şey değildi. Kürt meselesinde, Kürt ayaklanmasında ortaya çıkan şey, kurulan yeni ulusal çerçeveye yönelik ulusalcı ya da etnik mahiyetli bir itiraz değil, geçmişin şimdiye, geleneğin modernliğe itirazıydı. Kürdistan idealini kışkırtanlar, hepsi geçmişe ait unsurlar olarak mürteciler, eşkıyalar, şeyhler ve ağalardı ve şimdinin kurucusu Cumhuriyet 
hükümetince inkılâplar vasıtasıyla ortadan kaldırılacaklardı. Ancak geçen zaman içerisinde Cumhuriyet sadece tanıma siyasetinden vazgeçmedi. Bir müddet sonra meselenin etnik mahiyeti de tümden inkâr edildi. 1930’larla birlikte, Cumhuriyet açısından Türk vatanında Kürt de yoktu, Kürt meselesi de. Mesele artık etno-politik mahiyeti de olmayan toplumsal bir meseleydi ve eşkiyalık ve aşiret gibi geri toplumsal yapıların direncinden ibaretti. 

Nitekim 1930’da modern ve seküler bir örgüt, Hoybun tarafından idare edilen Ağrı ayaklanmasına dair gazete haberleri “tayyare bombardımanının eşkıyaları temizlediği”ni müjdeliyordu. Anlaşılan, eşkıyalık hava kuvvetlerini istihdam etmeyi gerektiren bir hacme ulaşmıştı. Yine gazete haberleri eşkıyalara karşı Cumhuriyet’in vatandaşlar tarafından korunduğunu bildiriyordu. Dersim isyanının önderi Seyyid Rıza da eşkıyalık suçlamasıyla idam edildi. Aynı dönemin meşhur İskân Kanunu da, bir Türkleştirme işi olduğu bizzat kanun gerekçesinde duyurulan iskân faaliyetinin aşiretlerle ilgili bir iş olduğunu savunuyordu. Kanuna göre, Türkleştirilecek olanlar Kürtler değil, etnik bir kimlikten mahrum aşiret mensuplarıydı. 

Beri yandan, aşiretlerin ve eşkıyalığın direnciyle ilgili bir mesele olması, Kürt 
meselesinin aynı zamanda bir medenileşme meselesi olduğunu da gösteriyordu. Mesela İnönü’ye göre, Tunceli’de gerçekleştirilen ıslahat programı “mıntıkayı medenileştirme” amacını gütmekteydi; keza Yunus Nadi’ye göre, Cumhuriyet rejiminin “Tunceli vilayetinde yaptığı şey askeri bir sefer değil, medeni bir yürüyüştü”. Yine aynı yazara göre, “hükümet Tunceli’nin dağlı bedevilerine şu hakikati” anlatmaktaydı: “Ya bu deve güdülecek ya da bu diyardan gidilecek”ti. 

Bölgesel Geri Kalmışlık Meselesi Olarak Kürt Sorunu 

Özetlemek gerekirse, Cumhuriyet, Kürt meselesini, 1930’lardan 1950’ye kadar, 
modern, seküler ve milli bir devlet-toplumun inşa edilmesinin önündeki engellerden oluşan bir toplumsal mesele olarak algıladı. 1950’lere gelindiğinde ise Kürt ayaklanmaları son bulmuş, milli bir devlet inşa etme işinin büyük kısmı halledilmiş, siyasi entegrasyon aşağı yukarı gerçekleştirilmişti. Ne var ki, iktisadi entegrasyon, özellikle Kürtlerin yaşadığı bölgelerde henüz zayıftı. Bu durumda Cumhuriyet, Kürt meselesini bir iktisadi bütünleşme sorunu ve bununla irtibatlı bir bölgesel geri kalmışlık meselesi olarak algıladı. Cumhuriyet açısından siyasi ve askeri direnci kırılan Kürtlerin yapması gereken az bir şey kalmıştı: 
İktisaden de bütünleşmek. 

Bu algının tezahürlerini 1950 ve 1960’lardaki hükümet programlarının tamamında görmek mümkündür. Örneğin 1969’daki AP hükümet programında şunlar yazıyordu: 

Ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olan memleketimizin bütün bölgelerinin 
kalkınması, Anayasamızın bir icabıdır. (…) Hedefimiz Türkiye’nin bütün bölgelerini tüm olarak çağımızın medeniyet seviyesine çıkartmaktır. Bunun içindir ki, memleketimizin tümüne şamil bir kalkınma planı tatbik olunurken, geri kalmışlığın yaygın ve tesirli olduğu bölgelerde özel tedbirler alınmasına ihtiyaç görmekteyiz. Bu özel tedbirlerin maksadı, memlekette imtiyazlı bölgeler yaratmak değil, bütünleşmeyi perçinlemektir. 

 Kürt meselesinin ekonomik bütünleşmenin gecikmesiyle alakalı bir bölgesel geri kalmışlık meselesi olduğu şeklindeki algı aşağı yukarı 1990’lara kadar en popüler algı biçimlerinden biri oldu. Cumhuriyet hükümetlerinin hemen hepsi, uzunca bir dönem Kürt meselesinin bölgesel kalkınma yoluyla halledilebilecek iktisadi bir geri kalmışlık meselesi olduğu zehabına kapıldı. 

Ecnebi Kışkırtması Meselesi Olarak Kürt Sorunu 

Bütün bu dönem boyunca Kürt meselesi, esas olarak reform ya da inkılâplarla 
çözülebilir toplumsal bir mesele olarak algılanmakla beraber, meselenin toplumsal bir zeminden mahrum olduğuna dair alternatif bir algı da paralel olarak işliyordu. Bu paralel algıya göre, Kürt meselesi başka devletlerce kışkırtılan suni bir meseleydi. 

Kürt meselesinin ardında ecnebi kışkırtmasının bulunduğu, daha 1925 Şeyh Sait 
ayaklanması esnasında “tespit” edilmişti; ancak, ecnebi kışkırtması olarak Kürt meselesi fikri zamana ve zemine bağlı olarak farklı biçimlerde içeriklendirildi. Kışkırtanlar bazen Batılı emperyalistler, bazen Kuzeyli komünistler, bazen de Güneyli komşular oldu. Kurtuluş Savaşı’nın hemen ardından Anadolu’ya dair planları boşa çıkarılan Batılı ülkeler, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Kuzeyli komünistler, 1980 sonrasında ise Güneyli komşular kışkırtıcılık rolünü üstlenmişti. Bugün, kışkırtma sırasının yeniden Batılılara geldiği bilinmektedir. 

Politikalar: İnkılâp, Tenkil ve Asimilasyon 

Sonuç olarak, 1924’le 1990 arasında Cumhuriyet Kürt meselesini ya sosyoekonomik bir mesele ya da bir asayiş meselesi olarak gördü. Bu iki algının ortak noktası, Kürt meselesinin etnik mahiyetli siyasi bir sorun olduğunun inkârına dayanıyor olmalarıydı. 

Bütün bu algıya eşlik eden siyasetler de malum inkılâp, tenkil ve asimilasyon oldu. Geleneksel toplumsal yapılar inkılâplarla tasfiye olunmaya çalışıldı. Tasfiyeye direnç gösterenler tedip ve tenkil edildi. 

Hem inkılâp hem de tenkil siyaseti asimilasyonist sonuçlar ürettiyse de asimilasyon siyasetini bağımsız bir üçüncü siyaset olarak ele almak gerekir. Asimilasyon siyaseti altında ne yapıldığı ya da en azından ne yapılmak istendiği en açık biçimiyle, Cumhuriyet’in rehber metni olmuş olan Şark Islahat Planı’nda ve Umumi Müfettişlik raporlarında mevcuttur. Bu raporlarda yer bulanları “öneriler” ve “yapılanlar” şeklinde aktarmak uygun olur. 

Önce öneriler: Türk nüfus ve nüfuzunu hâkim kılmak için “en mühim menzil hatları üzerindeki köylere Türk yerleştirmek ve yeniden Türk köyleri tesis etmek; Türk olup Kürtlüğe mağlup olmaya başlayan vilayet ve kaza merkezlerinde Türkçe’yi hâkim kılmak; Kürt mıntıkası içinde bilhassa kız mekteplerine ehemmiyet vermek; Fırat’ın garbındaki vilayetlerimizin bir kısmında dağınık bir surette yerleşmiş olan Kürtleri Türk yapmak; Van’la Midyat arasındaki hattın batısında, Ermenilerden kalan araziye Türk muhacirleri yerleştirmek; Ermenilerden kalan emvalin satılmamasını, hatta Kürtlere icar dahi edilmemesini” sağlamak. Kürtlerle meskûn bu bölgeye “Yugoslavya’dan gelen Türk ve Arnavutlarla İran ve Kafkasya’dan gelecek Türkleri yerleştirmek. Vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair müessesat ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den maada (başka) lisan kullananları cezalandırmak. Askere alınanların başka bölgelerde askerlik yapmasını sağlamak ve bölgede yerli memur bulundurmamak. Bölgede görev yapan batılı memurları Kürt kızlarıyla evlenmeye özendirmek, bunlardan bölgede yerleşmek isteyenlere arazi vermek; bölgede yerleşik Türk, Kürt ve Aleviler arasında kız alıp vermeyi teşvik etmek. İdari tedbirlerle köylerden çocuk 
toplamak; Türk kültürü ve temsil esasına müstenit okutma yapmak.” 

Uygulamalar: Kürtlerin asimilasyonu için önerilen bu işlerin ne kadarının 
gerçekleştirilebildiği epey belirsiz olmakla birlikte, bütün bu önerilerin kâğıt üzerinde kalmadığı da muhakkak. Cumhuriyet, kuruluşunun hemen ardından bürokrasinin geliştirdiği önerileri uygulamak için yola koyuldu. 1925 isyanının hemen ardından uygulanan ilk önlem, isyana karışanların aileleri ve yakınlarıyla birlikte batı bölgelerinde iskân edilmesi oldu. Daha kapsamlı bir uygulama 1934 yılında geldi. Bu yıl kabul edilen İskân Kanunu’nun hedefi, Anadolu’nun demografik kompozisyonunun etnik mülahazalar uyarınca yeniden düzenlenmesi ve Türk olmayan unsurların Türkleştirilmesiydi. Türkleştirme, Türk 
olmayanların Türk bölgelerine, Türklerin de Türk olmayan bölgelere yerleştirilmesi yoluyla gerçekleştirilecekti. 

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Türkçe’den başka dillerde yayın ve eğitime, Lozan hükümleri saklı kalmak üzere, izin verilmedi. Nitekim bugün de, mevcut anayasanın 42. maddesi, milletlerarası anlaşma hükümleri saklı kalmak üzere, eğitim kurumlarında Türk vatandaşlarına Türkçe’den başka bir dilin anadil olarak öğretilmesini yasaklamaktadır. Kürtçe üzerindeki baskının daha yakın zamanlı örneği 1983 yılında çıkarılan ve 1991 yılında kaldırılan 2932 sayılı yasa oldu. Kürtçe üzerindeki kısıtlamalar eğitim ve yayın alanıyla sınırlı kalmadı. Cumhuriyet’in ilk yıllarında uygulanan Şark Islahat Planı uyarınca “açıkta” Kürtçe konuşmak da yasaklanmaya çalışıldı. 

Soyadları, yer adları ve köy adlarının Türkleştirilmesini ve çocuklara Kürtçe adlar konmasının yasaklanmasını da aynı fasıldan saymak gerekir. 1934 yılında kabul edilen 2525 sayılı Soyadı Kanunu’nun üçüncü maddesi “[r]ütbe ve memuriyet, aşiret ve yabancı ırk ve millet isimleri[nin]” soyadları olarak kullanılmasını yasaklıyordu. 1949 yılında çıkarılan İl İdaresi Kanunu ise yer adlarının değiştirilmesi yetkisini İçişleri Bakanlığı’na veriyordu. Bu yetkinin cömert bir biçimde kullanıldığı malum. Keza, 1972 yılında çıkarılan 1587 sayılı Nüfus Kanunu’nun 16. maddesi de doğan çocuklara Kürtçe isim konmasını yasaklıyordu. 

 Asimilasyon siyasetinin bir başka mümtaz aracı yatılı bölge (ilköğretim) okulları 
(YİBO) oldu. Bu aracın halen kullanılmakta olduğu malum. Milli Eğitim Bakanlığı verilerine göre, bugün toplam 299 yatılı bölge okulunun 155’i, diğer bir deyişle yüzde 52’si Kürtlerin yoğun yaşadığı illerdedir; keza, bu okullarda okuyan toplam 142.788 öğrencinin 84.442’si ya da yüzde 59’u yine bu illerdendir. 

Sonuç olarak, 1924’le 1990 arasında kalan ikinci dönemde Cumhuriyet Kürt meselesinin etnik mahiyetini inkâr etti ve meseleyi inkılâplarla ve baskıyla giderilebilir sosyal bir mesele ya da asayiş meselesi olarak algıladı. Bütün bu dönemde meseleyle inkılâp, tenkil ve asimilasyon araçlarıyla meşgul oldu. 

İnkârdan İkrara, Asimilasyondan Nereye? 

1990’larla beraber Cumhuriyet’in algısı da araçları da değişmeye yüz tuttu. Neyin değiştiğine geçmezden önce, değişimi mümkün ya da mecbur kılan bağlamı hatırlamak gerekiyor. 

1990’larla beraber Kürt meselesinin sadece PKK’nın askeri faaliyetlerinden ibaret bir güvenlik meselesi olmadığı, şehirlere yayılmış ve kitleleri mobilize eden siyasi bir mesele olduğu idrak edildi. 1991 seçimleri de gösterdi ki, Kürtlerin memnuniyetsizliği ciddi ölçülerdeydi ve Kürt yurttaşlar içinde bulundukları ulusal çerçeveye itiraz ediyordu. 

Bu genel bağlam içinde Cumhuriyet yöneticileri inkâra dayalı tutum ve algılarını 
yenileyeceklerine yönelik işaretler vermeye başladı. İlk olarak, 1991 yılında Meclis 1983’te çıkarılan Kürtçe yayın yasağını kaldırdı. Aynı sene Başbakan Süleyman Demirel Diyarbakır’da meşhur konuşmasını yaptı ve Türkiye’nin Kürt realitesini tanıdığını beyan etti. Takip eden zamanda da Cumhurbaşkanı Özal, PKK’yı silahsızlandırmanın yollarını aramaya koyuldu ve malum bir ateşkes sağlandı. 

Ne var ki, üvertür mahiyetindeki bu tanıma siyaseti Özal’ın ölümü ve PKK’nın 33 silahsız askeri katletmesiyle geride kaldı. Ardından, 1993-1999 arasında Kürt meselesinin en kanlı dönemi yaşandı. PKK militanlarına ve PKK’nın destekçisi olduğuna hükmedilen sivillere yönelik merhametsiz bir şiddet kampanyası başladı. HEP ve DEP kapatıldı. Binlerce köy yakıldı ya da boşaltıldı ve bir milyonun üzerinde yurttaş yerinden edildi. Başka bir deyişle, erken 90’ların üvertür tanıma siyasetini hacimli bir baskı siyaseti takip etti. 

 1990’ların sonunda durum yeniden değişti. Değişikliği mümkün kılan, 1999 senesinde Öcalan’ın yakalanıp Türkiye’ye getirilmesi ve Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığının onaylanmasıydı. Öcalan’ın yakalanmasının ardından PKK ateşkes ilan edip mensuplarını sınır dışına çekti ve bağımsız bir Kürdistan kurma idealinden vazgeçtiğini açıkladı. Buna mukabil hükümet, Öcalan’ın idam cezasını uygulamaya koyacak süreci başlatmadı ve ardından da Meclis idam cezasını kaldırdı. Olağanüstü hal kaldırıldı ve Kürtçe üzerindeki kısıtlamalar azaltıldı. Özel kurslarda Kürtçe’nin öğretilmesine izin verildi. TRT haftada yarım saat Kürtçe yayın yapmaya başladı ve ardından da özel televizyonların haftada dört saate kadar Kürtçe yayın yapmasına izin verildi. Başka bir deyişle, 1990’ların sonundan itibaren bir tanıma siyaseti devreye girdi. 

 2004’te durum yeniden değişti. Bu kez sebep, Irak’ta Kürdistan Bölgesel 
Yönetimi’nin kurulması, AB’nin reform taleplerine karşı güçlü bir ulusalcı rezistansın ortaya çıkmış olması ve PKK’nın ateşkese son vermesiydi. Bütün bunlar ülkede milliyetçi duyguları alevlendirdi. Bu ortam tanıma siyasetinin ilerlemesini durdurdu. Ordu, tanıma siyasetinin sınırlarını çizdi ve yapılacak reformların bireysel haklar alanıyla ve kültürel haklarla sınırlı kalacağını buyurdu. 

 Tanıma siyasetinin durakladığı ve milliyetçililiğin tedirginliğinin arttığı bu yıllarda Kürtlere ve Kürt meselesine dair görece yeni bir algı peydah oldu. İlk kez Kürt yurttaşların sadakati sorgulanır oldu. Popüler düzeyde hızla büyüyen bu şüphe resmi düzeyde de dile getirildi ve Kürt yurttaşların bir kısmı için “sözde vatandaşlar” ibaresi kullanılır oldu. Dahası, bir kısım yazar tehcir ve mübadele seçeneklerini konuşmaya başladı. 

 Irak’ta oluşan durumu değerlendiren İlker Başbuğ bu yeni durumun bölgede Kürtlere psikolojik bir güç verdiğini ve vatandaşlarımızın bir kısmı için yeni bir aidiyet modeli oluşturabileceğini söyledi. 2008 yılında da başbakan “Beğenmeyen gitsin” mealinde sözler söyledi. 

 Kürtlerin sadakatine dair şüpheler sadece sözel olarak ifade bulmadı, jestler yoluyla da ifade edildi. Malum, 2002’den beridir savaş uçakları Diyarbakır, Yüksekova ve Cizre gibi Kürt muhalefetinin güçlü olduğu şehirlerin ya da cenaze törenleri ya da mitingler için toplanan kalabalıkların üzerinde alçak uçuş yapma alışkanlığı edindi. Irak’taki operasyondan dönen uçakların bu şehirler üzerinden alçak uçuş yaparak geçmesi, buralarda yaşayan yurttaşlara dair algı hakkında ipucu vermektedir sanıyorum. Keza, 1943’te 33 Kürt köylüsünü mahkeme kararı olmaksızın kurşuna dizdiren Mustafa Muğlalı’nın adının bu köylülerin kurşuna dizildiği Özalp’teki jandarma kışlasına verilmesi aynı neviden bir jest olsa gerek. 

 Uzun lafın kısası, seksen sene boyunca “müstakbel Türkler” olarak görülen Kürtler 2000’lerle beraber “sözde Türkler”, “sözde vatandaşlar” olarak görülmeye başladı. 

 Kürt meselesinin bir tür sadakatsizlik meselesi olduğuna dair bu algının güçlenmesine resmi ve popüler düzeylerdeki ayrımcı pratikler eşlik etti. Örneklendirmek gerekirse, 2003-2008 arasında Ordu valisi fındık toplamak için gelen Kürtleri il sınırlarından içeri sokmadı. Adana valisi 2008’de PKK yanlısı gösterilere katılanların yeşil kartlarının iptal edileceğini ve yoksulluk yardımı alamayacaklarını duyurdu. Aliağa kaymakamı, Rojda isimli bir çocuğun 
törenlerde şiir okumasına engel oldu. Ayrımcılık Kürt yurttaşların seçtiği vekillere ve belediye başkanlarına da uzandı. Belediye başkanları resmi törenlere davet edilmedi, vekillerle el sıkışılmadı. 

 Bütün bunlar, geride kalan yirmi yılda Cumhuriyet’in hem algısının hem de siyasetinin değiştiğini gösteriyor. Onlarca yıllık inkâr döneminden sonra Cumhuriyet 1990’ların başında Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etti. Ancak bu ikrar durumuna eşlik eden uygulamalar aslında ortada salınımlı bir algının mevcut olduğunu gösteriyor. Görünen o ki, Cumhuriyet, Kürt yurttaşlarını “farklılığı hukuken teslim edilmiş bir grup vatandaş” ile “sadakatsiz bir grup vatandaş” olarak algılamak arasında salınıyor. 

 Algıda bu değişim, Kürt meselesinde takip edilen siyasete de yansıdı. Erken 90’ların üvertür tanıma siyasetini 1993-1999 arasının baskı siyaseti takip etti. 2000’lerle beraber yeni bir tanıma dalgası ortaya çıktı; ancak bunu da ayrımcı bir siyaset takip etti. Beri yandan bütün bu yirmi yıl boyunca asimilasyon siyaseti de çeşitlenerek devam etti. Görünen o ki, bu salınımlı algı ve uygulamalar bir müddet daha devam edecek. Cumhuriyet seksen yıllık inkârın ardından Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etmiş, ancak bu ikrara eşlik edecek siyasette kararsız kalmış gibidir. 

Cumhuriyet’in başında farklılıkları ve farklılıklarından kaynaklanan hakları tanınan, ama bu tanımanın bedelini ayrımcılığa maruz kalarak ödeyen gayrimüslimlere davranıldığı gibi mi davranılacak Kürtlere; yoksa, farklılıkları tanınmış eşit yurttaşlar olarak mı? Görünen o ki, devlet Kürtlerin ve Kürt meselesinin etnik mahiyetini ikrar etmişse de, henüz bu soruya kesin 
yanıtını oluşturabilmiş değil. Kürt meselesinin hacminin Cumhuriyet’in ilk zamanlarındaki azınlıklar meselesiyle kıyaslanamazlığı, istese de istemese de Cumhuriyet’i ikinci cevabı vermeye mecbur edecek gibi. 

http://www.obarsiv.com/cagdas_turkiye_seminerleri_0809.html 

..