AÇISINDAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
AÇISINDAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ocak 2018 Cuma

ABD’NIN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ TÜRKİYE AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ ,

ABD’NIN IRAK’TAN ÇIKIŞ SENARYOLARININ TÜRKİYE AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ VE BU BAĞLAMDA TÜRKİYE’NİN GELİŞTİRMESİ GEREKEN STRATEJİLERİ,



Dr. Gamze Güngörmüş KONA,
1 APRIL 2014

ABD’nin Irak’tan çıkış senaryoları kapsamında en olumlu senaryo olarak nitelendirebileceğimiz bu senaryoda ABD’nin sadece 2005 yılı sonuna kadar Irak’ta kalacağı ön görülmektedir. Ancak, ABD bu kısa süreç içinde Irak’ın güvenliğini sağlamak, sivil yönetimi Irak halkı gözünde meşrulaştırmak, Irak’ın zaruri alt yapı ihtiyaçlarını gidermek, Irak’taki federatif yapıyı koruyabilmek ve bu yapının ileride konfederasyona dönüşmesini engelleyebilmek adına Irak’taki etnik ve dini gruplar arasında dengeye dayalı işbirliğini tesis etmek gibi amaçlarının tümünü gerçekleştiremeyeceği için yoğun bir çaba harcayacaktır. 

28 Ağustos 2007 Salı
ABD'nin Irak Politikaları

Harp Akademileri Komutanlığı – Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (SAREN) tarafından düzenlenen “ABD’nin Irak’tan Çıkış Senaryoları” konulu Sempozyum ’da sunulan Tebliğ, 15-16 Haziran 2005

Dr. Gamze Güngörmüş Kona

Strateji I : “2005 yılı sonuna kadar Irak’tan çıkmayacak olan ABD” (Senaryo I) Karşısında Türkiye’nin Geliştirmesi Gereken Stratejiler (Strateji I):

ABD’nin Irak’tan çıkış senaryoları kapsamında en olumlu senaryo olarak nitelendirebileceğimiz bu senaryoda ABD’nin sadece 2005 yılı sonuna kadar Irak’ta kalacağı ön görülmektedir. Ancak, ABD bu kısa süreç içinde Irak’ın güvenliğini sağlamak, sivil yönetimi Irak halkı gözünde meşrulaştırmak, Irak’ın zaruri alt yapı ihtiyaçlarını gidermek, Irak’taki federatif yapıyı koruyabilmek ve bu yapının ileride konfederasyona dönüşmesini engelleyebilmek adına Irak’taki etnik ve dini gruplar arasında dengeye dayalı işbirliğini tesis etmek gibi amaçlarının tümünü gerçekleştiremeyeceği için yoğun bir çaba harcayacaktır. Bu senaryo; Irak’ın siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan daha az sorunlu olmasını ve federatif yapısını korumasını sağlayacağı gibi; Türkiye’nin de ulusal güvenliğine, Irak ve Orta Doğu devletleri ile gelecekte geliştireceği ilişkilere ve Orta Doğu’daki siyasal duruşuna olumlu bir getiri sağlayacaktır. Bu nedenle bu senaryo karşısında tartışılması gereken temel konu; “Türkiye’nin bu senaryonun gerçekleşmesi için geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır” konusu olmalıdır.

1. ABD 2005 sonu gibi oldukça kısa bir zaman içinde Irak’tan çekileceği için burada düzeni istediği biçimde şekillendiremeden gitmek durumunda kalacaktır. Ancak, ABD 2005 yılı sonunda Irak’tan çekildiğinde Irak üzerindeki etkinliğini güvenlik açısından Nato, sosyal ve ekonomik açılardan ise BM üzerinden sürdürmeye devam edecektir. 2005 sonrası Irak’ta güvenlik sorunlarını Nato üzerinden sağlayacak olan ABD Nato üyesi Türkiye’den askeri ve lojistik destek talebinde bulunabilecektir. Bu durumda Türkiye’nin koşul olarak öne sürmesi gereken temel unsur federatif yapının devamının sağlanması ve Kuzey Irak’taki kürt gruplara Sünni ve Şiilere oranla daha fazla fırsat tanınmasının engellenmesi olmalıdır.

2. ABD 2005 sonunda Irak’tan çekildikten sonra İngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi devletler özellikle ekonomik beklentilerle Irak üzerindeki hareket alanlarını geliştirmek isteyeceklerdir. Petrol bu bağlamda belirleyici faktör olacaktır. Türkiye’nin hedefi ptro-politiğin merkezini Bağdat’ta tutmak, bu merkezin Kerkük’e kaymasını engellemek olmalıdır.

3. ABD 2005 sonunda Irak’tan çekilmeden önce hem Irak genelinde kendisine karşı olumsuz tavır alan grupları yatıştırmak hem de Irak işgali sonrasında dünya kamuoyundan gelen tepkileri gidermek adına Irak’ın zaruri altyapı ihtiyaçlarını karşılama yoluna gidecektir. Bu aşamada Türkiye Türk firmaları vasıtası ile Irak’ta pek çok altyapı çalışmalarında yer almalıdır.

4. ABD 2005 yılı sonunda Irak’tan çekildikten sonra Irak’ın içişlerine karışmamaları için bölge ülkelerinden Türkiye, İran ve Suriye ile belli anlaşmalar imzalama yoluna gidebilir. Bu noktada Türkiye’nin pazarlık masasında görüşmesi gereken en önemli konu Kuzey Irak ve Kerkük-Musul olmalıdır.

5. Türkiye ABD’nin 2005 yılı sonunda Irak’tan çekilmesinden sonra ardından bıraktığı federatif yapının konfederatif yapıya dönüşmesini engellemek için Iraklı Şiilere ve Sünni Araplara özerkliklerini ancak federal yapı içinde koruyabilecekleri, konfederasyon tesis edildiğinde ise Kürtlerin bu yapı içinde dış devletlerin de desteği ile en etkin unsur olacağı anlatılmalı, böylelikle Şiiler ve Sünniler federatif yapıyı korumaları özendirilmelidir.

6. Konfederatif bir Irak’ta belirleyici unsur durumunda olacak Kürtler ile Orta Doğu genelinde müttefiklik ilişkisi geliştirmeyi planlayan İsrail’e bu türden bir siyasal yapılanmanın uzun vadede Irak’ın yakın çevresi için bir tehdit unsuruna dönüşebileceği diplomatik bir dille izah edilmelidir.

7. ABD’nin 2005 yılı sonunda Irak’tan çekilmesinden sonra İran Orta Doğu genelinde Iraklı Şiiler üzerinden revizyonist politikasını uygulamaya devam edecektir. Bu durumda Türkiye İran’ı dengeleyebilecek devletler ya da gruplar ile ilişkilerini geliştirmelidir.

8. 2005 yılı sonu gibi kısa bir zaman içinde Irak’tan çıkacak olan ABD Irak’ı istediği biçimde ve tam düzenleyemeden çıkacaktır. Bu tarihten sonra Irak üzerindeki kontrolünü tümü ile yitirmek istemeyecek olan ABD Irak’ta bir üs oluşturacaktır. Bu üs; Irak’ta işler ABD’nin istediği biçimde gelişme göstermeyecek durumlarda devreye sokulacak ve bu üsse gerektiğinde askeri destek Türkiye’den talep edilecektir. Türkiye bu üssün hangi amaçlarla kullanılacağını net bir biçimde tespit etmeden, destek vermekten kaçınmalıdır.

9. Etnik unsurların çeşitliliği bakımından oldukça zengin bir ortam arz eden Orta Doğu coğrafyasında Sünni Araplar, Şii Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan Irak’ın bu unsurların bağımsızlıklarını kazanarak parçalanması diğer Orta Doğu devletlerine gayet olumsuz bir örnek teşkil edecektir. Orta Doğu genelinde siyasi nüfuzunu tam olarak tesis etmek isteyen ABD’ye Irak’ı örnek alıp, Orta Doğu genelinde bağımsızlık mücadelesine girişen çeşitli etnik unsurlarla mücadele etmesinin ne denli zor olacağı ciddi biçimde anlatılmalı ve böylece Kürtlere bağımsız bir devlet kurdurabilmek adına Irak’ı parçalamayı göze alan ABD’ye Orta Doğu genelinde büyük siyasi kayıplar verebileceği açıklanmalıdır;

Strateji II : “2006 yılından itibaren kademeli olarak Irak’tan çekilecek olan ABD” (Senaryo II) Karşısında Türkiye’nin Geliştirmesi Gereken Stratejiler (Strateji II):

Bu senaryo kapsamında ABD’nin 2006 yılından itibaren kademeli olarak Irak’tan çekileceği öngörülse de bu denli kısa bir süre içinde Irak’tan çekilecek olan ABD ardında; siyasal, etnik, ekonomik ve sosyal açılardan oldukça karmaşık bir Irak, etnik ve dinsel bazda parçalanma ihtimali kuvvetli bir Irak, yani konfederatif yapıya dönüşme ihtimali yüksek bir Irak bırakacaktır. Bu nedenle bu senaryo kapsamında tartışılması gereken temel konu; “Türkiye’nin etnik, dini, ekonomik ve siyasal açılardan gayet karmaşık bir görünüm arz eden ve konfederatif bir yapıya dönüşme ihtimali gayet güçlü bir Irak karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır” konusu olmalıdır.

1. Konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel bir Irak kapsamında siyasal kazanımlarını artırmış Kürtler, siyasal avantaj sağlamaya çalışan Şiiler ve geçmiş dönemlerdeki siyasal üstünlüklerini korumaya çalışan Sünniler arasında belirmesi kuvvetle muhtemel ciddi çıkar çatışmaları karşısında Türkiye hiçbir grup, aşiret ya da parti ile işbirliğine girmemelidir. Orta Doğu toplumlarının genelinde gözlemlenen kaygan ve kırılgan yapı içinde mevcut dengeler kolaylıkla değişebildiği gibi mevcut stratejik ortaklıklar ve işbirlikleri de aynı kolaylıkla değişim gösterebilmektedir. Bu nedenle Türkiye her bir grup, aşiret ya da partiye eşit uzaklıkla durup bunların yanında ya da karşısında tavır almamalıdır;

2. Konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel bir Irak’ta dış güçlerin desteği sayesinde diğer aşiret, grup ya da partiler karşısında daha fazla güç kazanması muhtemel Kürt oluşumların sınır ötesi operasyonlarını engelleyebilmek için Türkiye İran-Irak sınırını tümü ile kendi güvenlik kontrolüne almalıdır;

3. Türkiye Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde yaşayan Kürtlerin Konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel bir Irak kapsamında Kuzey Irak’ta güçlenen Kürt hareketine destek vermelerini engelleyebilmek için sistemle özdeşleşebilmelerini sağlamalıdır. Türkiye genelinde özellikle adı geçen bölgelerde yaşayan Kürtleri sisteme entegre etmenin en çabuk ve kalıcı yönteminin o bölgelerin ekonomilerini yükseltmek olduğu unutulmamalıdır. Bölgeye yönelik siyasi olmayan güvenliğin teminatı olarak görülen ve bu şekilde yapılacak yatırımlar olası güvenlik tehdidini kısa vadede giderecektir;

4. Bilindiği üzere, İsrail bölgedeki hareket alanını ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyonun ardından oldukça genişletmiştir. Operasyonun ardından konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel bir Irak olası gelecek ortamında İsrail’e Irak ve Suriye’den gelebilecek tehditlerin nitelik ve niceliği de azalmış olacaktır. İstanbul’da iki Sinagog’a düzenlenen insanlık dışı saldırıların ardından İsrail bölgede daha fazla ABD desteği sağlayabilecek ve daha rahat hareket edebilecektir. Türkiye bu türden bir İsrail karşısında İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeli ve İsrail’i, tehdit unsuru olarak saydığı bu iki Orta Doğu devleti ile göstermelik de olsa dengelemelidir;

5. İran, konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel bir Irak kapsamında Irak’lı Şiileri yanına çekerek değişen Orta Doğu dengelerinde tutunmaya çalışacaktır. Bu dengeler içinde tutunmayı başaran İran bir süre sonra Orta Doğu genelinde revizyonist tavır alacaktır. Revizyonist bir İran’ın Türkiye’yi bocalatabilmek için Türkiye sınırları dahilindeki Şii unsurları ve İslami motifleri kullanmayacağı söylenemez. Bu türden bir İran karşısında Türkiye Irak’taki Sünni Arapları ve ABD’yi birer dengeleyici unsur olarak kullanmalıdır;

6. Konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel ve merkezi otoritenin gücünü yitirmiş olduğu Irak olası gelecek ortamında petrol politikalarının merkezi otoritenin silikleştiği Bağdat’tan, bağımsız Kürt Devleti’nin kurulma aşamasında olduğu ya da kurulduğu Kuzey Irak’a kayacaktır. Bu türden bir ortamda Türkiye, Kafkasya bölgesinde Azerbaycan ve Orta Asya bölgesinde Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmeli ve petrol alış-verişini bu bölgelerde yer alan ülkelerle gerçekleştirmelidir. Bu petro-politik Rusya Federasyonu’na rağmen değil Rusya Federasyonu dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir.

7. ABD’nin bölgeden ayrılmasının ardından karşılaşılacak olan konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel Irak ve karmaşık Orta Doğu ortamında grup ve aşiretler arası iç savaş kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Bu iç savaşa Türkiye duygusal ya da pragmatist her ne sebeple olursa olsun asker göndererek, diplomatik yoldan destek vererek ya da anlaşmalar imzalayarak asla müdahale etmemelidir. Bu aşamada Mustafa Kemal’in Orta Doğu’ya ilişkin mesafeli tavrı düstur teşkil etmelidir;

8. ABD Irak’ı ve Orta Doğu bölgesini düzenlemeden ya da düzenleyemeden bölgeden uzaklaşmış olsa dahi Irak ve Orta Doğu’ya ilişkin politikalarından vazgeçmeyecek ve adı geçen devleti ve bölgeyi aynı bölgede yer alan güvendiği müttefiklerinin üzerinden yönlendirmeye devam edecektir. Bu aşamada, Türkiye de payına düşen sorumluluğu üstlenmiş olacaktır. Burada dikkat edilmesi gereken Orta Doğu’daki bazı devletlerle husumeti yoğunlaştırmadan ve yeni düşmanlar yaratmadan ABD’nin politikalarına aracı olmaktır. Denge önemlidir çünkü Türkiye bölgede istediğini ABD’ye rağmen elde edemeyeceği gibi Arap Orta Doğusuna rağmen de elde edemeyecektir. Ancak, olayların ve sürecin dışında kalmanın da Türkiye’ye bir getirisi olmayacaktır;

9. Konfederatif yapıya dönüşmesi muhtemel Irak’ta dış güçlerin desteği sayesinde diğer aşiret, grup ya da partiler karşısında daha fazla güç kazanması muhtemel Kürt oluşumların sınır ötesi operasyonlarını engelleyebilmek için Türkiye İran-Irak sınırını tümü ile kendi güvenlik kontrolüne almalıdır;

Strateji III : “2025 ve sonrası Irak’ta çekilen ancak bölgede etkinliğini devam ettiren ABD” (Senaryo III) Karşısında Türkiye’nin Geliştirmesi Gereken Stratejiler (Strateji III):

Bu senaryo kapsamında ABD’nin 2025 yılından sonra Irak’tan çekileceği öngörülmektedir. Ancak, 2025 yılına dek Orta Doğu bölgesi genelinde ve Irak özelinde bu denli uzun bir süre varlığını devam ettirecek olan ABD, sadece Irak’ta değil tüm Orta Doğu bölgesi kapsamında siyasal, ekonomik ve sosyal ortamı kendisine en yüksek fayda sağlayabilecek ve en az zararla kapatabilecek bir şekle büründürecektir. 2025 yılına dek sürecek olan bir ABD hakimiyeti neticesinde Irak özelinde üç net mikro senaryo ortaya çıkabilecektir: 1. Irak özelinde 2025 ve sonrasında ortaya çıkabilecek en net mikro senaryo; ABD destekçisi ve ABD karşıtı ülkelerden oluşan bir Orta Doğu ve yine ABD karşıtı ve ABD yandaşı gruplardan oluşan ideolojik ve siyasal açılardan ikiye bölünmüş bir Irak olacaktır. Bu nedenle bu mikro senaryo kapsamında tartışılması gereken temel konu; “Türkiye’nin ABD karşıtı ya da yandaşı olmak üzere ideolojik ve siyasal açılardan üzere ikiye bölünmüş bir Irak karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır” konusu olmalıdır. 2. Irak özelinde 2025 ve sonrasında ortaya çıkabilecek ikinci mikro senaryo; bu süreç içinde Irak’ın siyasal, sosyal ve iktisadi politikalarını belirleyen iki başat devlet olacaktır; ABD ve müttefiki İsrail. Bu nedenle bu ikinci mikro senaryo kapsamında tartışılması gereken temel konu; “Türkiye’nin Irak’ın siyasal, sosyal ve iktisadi politikalarını belirleyen iki başat devlet ABD ve müttefiki İsrail karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır” konusu olmalıdır. 3. Irak özelinde 2025 ve sonrasında ortaya çıkabilecek üçüncü mikro senaryo; bu süreç içinde Türkiye Irak politikalarından uzaklaştırılacaktır. Bu nedenle bu üçüncü mikro senaryo kapsamında tartışılması gereken temel konu; “Irak Politikalarından Uzaklaştırılan Türkiye karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır” konusu olmalıdır.

1. “Türkiye’nin ABD karşıtı ya da yandaşı olmak üzere ideolojik ve siyasal açılardan ikiye bölünmüş bir Irak karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır”

a. Nato üyeliği kimi kesimlerce şiddetle eleştirilmiş olsa dahi Soğuk Savaş döneminde Nato kapsamında ABD’nin politikalarına uygun davranması Türkiye’nin başta savunma ve güvenlik olmak üzere pek çok alanda kazançlı çıkmasını sağlamıştır. Bu bağlamda Orta Doğu genelinde bu türden bir olası gelecek ortamında Türkiye, ABD’nin safhında yer alarak politize ve polarize duruma gelen Orta Doğu bölgesinde Türkiye karşıtı grup karşısında güçlenecektir. Türkiye’nin kendisine karşı olan Orta Doğu ülkeleri ile mücadelesinin, kendisine karşı olan ABD ile mücadelesinden daha kolay olacağı unutulmamalıdır;

b. ABD yanlısı – ABD karşıtı Orta Doğu olası gelecek ortamında Türkiye Orta Doğu’da yer alan hiçbir devletin reel anlamda yanında yer almamalıdır. İleride bu gruplar arasında oluşabilecek olası uzlaşı karşısında Türkiye her iki tarafın da olumsuz uygulamalarına maruz kalabilir;

c. İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosunda ABD yanlısı Orta Doğu ülkeleri ve ABD karşıtı Orta Doğu ülkeleri birbirleri karşısında siyasal, askeri ve ekonomik yönlerden güçlenebilmek adına bölge dışından kendilerini her açıdan destekleyecek yeni müttefikler edinme yoluna gideceklerdir. Türkiye bu süreçte Orta Doğu’ya bazı Orta Doğu devletlerini sözde desteklemek amacı ile gelen Avrupa devletlerinden bazılarının desteğini kazanma yoluna gitmelidir. Böylece, Türkiye Orta Doğu’dan gelen ve gelecek olan tehditleri bu dış devletlerle geliştireceği ortaklıklarla bertaraf edebilecektir;

d. Orta Doğu bölgesine Batının tekrar yerleşmesi ile birlikte ilk aşamada bu gelişmeyi protesto etmek daha sonraları ise bu gelişme karşısında direnebilmek için bölgede İslami köktendincilik yükselecektir. Orta Doğu’da böylesi bir kıpırdanma Türkiye sınırları dahilindeki bu türden İslami oluşumları tetikleyecektir. Bu olası gelişmeyi engelleyebilmek için Türkiye’de tespit edilmiş olan yasa dışı İslami oluşumlar, bunlara yardım ve yataklık eden kişi ya da kişiler ciddi bir istihbarat faaliyeti ve operasyonla kökten temizlenmeli, bunun da ötesinde Türkiye’deki iktidarların laik, demokratik ve Atatürkçü çizgiden uzaklaşması engellenmelidir;

e. İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosuna paralel olarak değişecek olan Orta Doğu güç dengelerinde Türkiye Orta Doğu bölgesine ilişkin politikalarına Orta Doğu’daki gruplaşmanın herhangi birinde yer alarak değil, ABD ya da bölgeye gelen Avrupa devletleri üzerinden yön vermelidir. Aksi takdirde Orta Doğu politik batağının içine sürüklenebilir. Oysa yabancı devletlerin Türkiye’den talepleri hiç bitmeyeceği için ilişkiler karşılıklılık esasına dayanacak ve daha sağlıklı olacaktır;

f. İdeolojik açıdan ikiye bölünmüş Orta Doğu senaryosunda Orta Doğu bölgesinde yer alan bir grubun bir diğerine karşı güçlenme stratejisi doğrultusunda edinilen yeni müttefiklerin Türkiye’ye yönelik duruşları ve Türkiye’yi algılama biçimi de bu süreçte büyük önem arz etmektedir. Bölge ülkelerince bölgeye davet edilen Avrupalı müttefiklerin Türkiye ile geliştirecekleri ilişkinin belirleyici unsuru Kuzey Irak Kürtleri olacaktır. Bu aşamada, hem Avrupa devletlerinin hem de ABD’nin çeşitli dönemlerde farklı amaçlarını gerçekleştirmek için Kürt kartını kullandıkları gerçeği akılda tutularak, Kuzey Irak’ta kurulacak bir Kürt devletine bölgeye gelen ABD ve Avrupa devletleri tarafından destek verildiğinde Türkiye bu konu bağlamındaki karşıt duruşunu değiştirmemelidir.

2. “Türkiye’nin Irak’ın siyasal, sosyal ve iktisadi politikalarını belirleyen iki başat devlet ABD ve müttefiki İsrail karşısında geliştirmesi gereken stratejiler neler olmalıdır”

Geliştirilecek olan stratejilerde dikkate alınması gereken başlıca aktör İsrail’dir. ABD’nin yardımları ile Orta Doğu genelinde kendisi için potansiyel tehdit yaratan devletlerin sırayla elimine edildiğini, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti’nin kurulma aşamasında olduğunu ve Yol Haritası’nın ABD tarafından tereddütsüz rafa kaldırıldığını gören İsrail ABD ile birlikte Orta Doğu jeo-politiğinin ve jeo-stratejisinin tek belirleyicisi olacaktır. Türkiye’nin bu doğrultuda İsrail’in etkinliğini kırabilmek için geliştirmesi gereken stratejiler şu şekilde özetlenebilir.

a. Bilindiği gibi İsrail’in 1991 yılını takip eden süreçte Orta Asya Cumhuriyetleri ile ciddi ticari bağlantıları bulunmaktadır. Orta Asya Cumhuriyetleri ile iyi ilişkiler kapsamında Türkiye bu Cumhuriyetlere İsrail ile mevcut ticari ilişkilerini hafifletmelerini önermelidir. Ancak, bu teklifi getirirken Türkiye’nin bu Cumhuriyetleri tatmin edici bir takım öz kaynaklara sahip olması gerekmektedir;

b. İstihbarat faaliyetleri yoğunlaştırılmalıdır;

c. Mevcut durumda potansiyel İsrail aleyhtarı durumda bulunan Arap devletleri ve İsrail’in direkt karşısına alacağı Suriye ile ilişkiler, ABD’yi karşımıza almayacak ölçüde, İsrail’e karşı ‘stratejik ortaklığa’ kaydırılmalıdır. Böylelikle, olası İsrail-Ermenistan-Rusya Federasyonu stratejik üçlüsü karşısında Arap devletleri-Türkiye stratejik ortaklığı oluşturulmalıdır.

3. “Irak Politikalarından Uzaklaştırılan Türkiye” Karşısında Türkiye’nin Geliştirmesi Gereken Stratejiler

İlk bakışta gayet olumsuz gibi algılanan bu senaryo karşısında Türkiye Orta Doğu’ya ilişkin politikalarını kendi ulusal güvenlik endişelerine uygun olarak, bağımsız bir biçimde geliştirme imkanına sahip olabilir. Bu güne dek ABD başta olmak üzere, batılı bazı devletlerin isteklerini dikkate alarak geliştirdiği ve bu nedenle oldukça sınırlı olan Orta Doğu’ya ilişkin hareket alanı Orta Doğu’dan politik anlamda uzaklaştırılması ile özgürleşip, genişleyebilir. Bu bağlamda Türkiye,

a. Suriye, yeni Irak ve İran’a ilişkin dış politik önceliklerini yeniden belirlemelidir;

b. Türkiye, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti yapılanmasına ilişkin olarak kendisini Orta Doğu’dan dışlayan ABD’nin ve bu olası Kürt devletine yeni bir müttefik edinmek uğruna sınırsız prim veren İsrail’in isteklerini dikkate almaksızın sadece kendi güvenlik kaygıları doğrultusunda kendi Kuzey Irak politikasını geliştirmeli dir. Bu özgün Kuzey Irak politikası kapsamında geniş çaplı sınır ötesi operasyon lar, istihbarat çalışmaları ve çeşitli yaptırımlar uygulanmalıdır. Bu politika doğrultusun da Türkmenlere özel bir önem verilmeli ve bölgedeki Türkmen unsuru Türkiye’nin o bölgedeki politik ayağını oluşturmalıdır;

c. Orta Doğu’dan uzaklaştırılan Türkiye’nin bu bölge devletleri ile olan petrol alış-verişi ve ekonomik ilişkileri de zedelenecektir. Bu iki hususu telafi etmek amacı ile Türkiye’nin yönelebileceği en yakın ve en verimli coğrafya Orta Asya’dır. Orta Asya devletleri ile geliştirilecek çok yönlü ekonomik ilişkiler petrol hususundaki endişeleri de uzun vadede giderecektir;

ABD’nin Irak’tan çıkış senaryoları bağlamında Türkiye’nin geliştirmesi gereken stratejilerin tartışıldığı bu son bölümde; ABD’nin Irak’a düzenlediği operasyon ve Irak’ta yapılan seçimlerin ardından Orta Doğu’nun yeniden şekillendirileceği açıktır. Bu yeniden şekillendirme esnasında ve sonrasında ise hem Orta Doğu’da yer alan devletlerin jeopolitiğini hem Türkiye’nin kendi ulusal güvenliğini risk altında bırakacak bazı yeni unsurların ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Yapılması gereken; Türkiye’nin bu süreci en az kayıpla tamamlayabilmesi için akılcı, güvenilir ve somut sonuç verecek olan bir dizi strateji belirlemesi ve uygulamaya koymasıdır.


http://gamzegungormuskona.blogspot.com.tr/2007/08/abdnin-irak-politikalar.html


***

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU BÖLÜM 13


  ORTADOĞU TÜRKMENLERİ SEMPOZYUMU  BÖLÜM 13



OTURUM KÜLTÜREL BAKIŞ AÇISINDAN IRAK VE SURİYE TÜRKMENLERİ 


Lübnan Türkmenleri: Coğrafya, Demografi ve Kültür 
Mustafa İbrahim 


Sayın Doktor Habib Hürmüzlü Bey ve Sayın Büyükelçiler, 
Sayın Arap Ligi Büyükelçisi Sayın Muhammedül Fatih el Nasıri, 
Değerli meslektaşlarım, sayın katılımcılar, sayın medya mensupları, dünyanın dört bir yanına yayılmış olan Türkmenler ve özellikle de Ortadoğu’daki 
Türkmenler, sayın katılımcılar, Allah’ın Rahmeti, Bereketi ve Selamı üzerinize olsun. 


ORTADOĞU KÜÇÜK BEYLİKLERİN KONUMU VE ABD NİN ROLÜ

Gerçekten bu seminere katılmaktan büyük bir onur duyuyorum. Ben kişisel olarak bu toplantıyı aileyi bir araya getirmiş bir seminer olarak nitelendirmek teyim ve ana vatan Türkiye’nin Cumhurbaşkanı’na, Başbakanı’na ve halkına Türkmen halkına göstermiş oldukları ilgi ve önemden dolayı teşekkür ediyorum. Bu sempozyum, Türkmen nerede bulunuyorlarsa, bir şeye delalet ediyorlarsa o da Türk devletinin onlara karşı ne kadar büyük sevgi gösterdiğinin bir örneğidir. Genel olarak Lübnan Türkmenlerini tanıtmaya çalışırsak, Lübnan’da aşağı yukarı otuz bin civarında Türkmen bulunmaktadır. Bugüne kadar, bunun dışında rakamlar veriliyorsa da resmi bir nüfus sayımı yapılmamıştır. Şu şekilde 
dağılmıştır ve ikiye bölünmektedir. Bir bölümü çok eskiye dayanmaktadır bu Türkmenler Lübnan’ın kuzeyinde yer almaktadır. Diğerleri ise yeni gelmiş olanlardır ve onlar da Lübnan’ın Bekaa bölgesindedir ler. 

Eskiye dayananlar ve Lübnan’ın kuzeyinde yer alanlar 1517 yılında Sultan Selim’le birlikte geldiler ve özellikle Akkar ve Kavaşra bölgelerinde yer almaktadırlar ve esasında Suriye Türkmenleri ile akrabadırlar ve özellikle de Humus’un kırsal bölgesine ve Zahara al hısım bölgesindekilerle akrabadırlar. 
Diğer bölümleri ise ki bunlar yeni gelmiş olanlardır, Lübnan’ın doğusunda Baalbek şehrinde ve oradaki banliyölerde yaşamaktadırlar. 

Onların varlığı yüz elli yıl öncesine kadar uzanmaktadır özellikle de Baalbek köylerinde bulunmaktadırlar. Onlar da Suriye’deki Humus’un doğu bölgesindeki köylerdeki Türkmenlerle akrabadırlar. 

Kuzey Türkmenlerine gelince, Aydamon’da yedi bin Türkmen bulunmaktadır ve bu kişiler aynı zamanda Hıristiyanlardan birlikte yaşamaktadırlar, %75’i Türkmenlerden ve %25’i Hıristiyanlardan oluşmaktadır. Diğer Türkmenlerle karşılaştırdığımızda onlar aslında iyi durumdadırlar Çünkü onlar diğer Lübnanlılar kadar açılmış durumdadırlar ve Lübnan toplumuyla iç içe yaşamaktadırlar. Bundan dolayı da devlet görevlerinde bulunabilmektedirler. Bütün sektörlerde bu kişileri bulabilirsiniz, üniversite hocaları, doktorlar, mühendisler, subaylar, öğretmenler, ve Türkmen Aydamon 30 yıldan beri Akkar bölgesinde öğretmen lerin ve bilimin deposu olarak tanınmaktadır. Eğitim düzeyleri ise çok yüksektir. Çünkü Aydamon’daki Türkmenler köyün içinden iç kesimlere göç etmişlerdir ve yurtdışına da gitmişlerdir. Özellikle iş ve ticaret sebebiyle gitmişlerdir bu sayede de sosyal ve ekonomik yönden de daha iyi durumdadırlar. Bu da tabi ki bu bölgedeki Türkmen dilinin kaybolmasına neden olmuştur. 

Kavaşra bölgesine gelince oradaki toplum içine kapanık durumdadır ve hala Türkmen dilini korumaktadırlar çünkü bu bölgedeki herkes Türkmendir. 
Buradaki nüfus yaklaşık üç bindir. Bilim yönünden neredeyse yoksul sayılmaktadırlar ve son durumda özellikle Türkiye hükümetinin yapmış oldukları yardımlardan dolayı ve bazı burslar verdikten sonra ve köy içerisinde bir okul inşa ettikten sonra gelişmeler yaşanmıştır. Bekaa bölgesindeki Türkmenlere gelince onların sayısı yaklaşık yedi bindir ve onlar da şu şekilde dağılmaktadır. Türkmenler, Bekaa köylerinin çoğunda diğer etnik gruplardan Hıristiyanlardan ve Şiilerle birlikte yaşamaktadırlar ve içine kapalı bir toplumdur. Bazı köylerde hâlihazırda Türkmen dilini konuşmaktadırlar. Tabii Türkçe okuma va yazmaları yoktur. Sosyal ve kültürel açıdan, özellikle yoksulluktan dolayı eğitimden neredeyse tamamen yoksundurlar. Hâlihazırda tarım ve hayvancılıkla uğraşmaktadırlar. Bu kişilerin bir kısmının nüfus kaydında sicilleri bulunmamakta dır ve bugüne kadar Lübnan nüfus kâğıdına sahip değillerdi. Bekaa bölgesinde birçok aile mevcuttur. Bu ailelerin direk Türkmen aileler olduğu bilinmektedir. Bu aileler Lübnan’da bilinmektedir. Onlara direk “Siz Türkmen kökenlisiniz” denmektedir. 

Biz Türkmen sorunlarına ve özellikle de Bekaa bölgesindeki Türkmenlere ise büyük bir özen gösterilmesini istiyoruz. Çünkü en çok kültürel, ekonomik ve eğitim yönünden sıkıntılarımız var ve en çok ihtiyacımız bu alanlardadır. Bu anlamda çeşitli projeler geliştirilebilir. Okullar, hastaneler inşa edilebilir ve öğrencilerimizin Lübnan içinde ve dışında eğitim görmelerine yardımcı olunmasını talep ediyoruz. Özellikle yaz mevsimlerinde onlarca öğrencimizin anavatanına gelip buradaki gelenek ve görenekleri yakından tanımalarının ve buradaki yaz kamplarına katılmalarının faydalı olacağını söyleyebiliriz. Suriye’deki kardeş ülkemize göç eden Türkmen kökenli bin aile Lübnan’a gelmişlerdir. Aydamon, Kavaşra ve Bekaa bölgelerine yerleşmişlerdir. Türkmenlerin yoğun olduğu bölgelerde yer almaktadırlar. Bu durum Lübnan Türkmenleri için ekonomik yönden yeni bir yüke sebep oldu. Son on yıl içinde özellikle de Suriye ordusu Lübnan’ı terk ettikten sonra Türk kökenli Lübnanlılar 
açık bir şekilde ortaya çıktılar. Türkiye’nin Lübnan’daki Türkmenlerle ilişkisi siyaseti beklemeden hızlı bir şekilde harekete geçti ve de tarihi bir ziyaret gerçekleştirildi. Allah Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a uzun ömürler versin. Kendisinin Lübnan’a yaptığı ziyarette özellikle de ,kalkınma ve eğitim başta olmak üzere, 

Aydamon ve Kavaşra bölgelerinde belli başlı projelerinin açılışını gerçekleştir diler. Aynı şekilde Dışişleri Bakanı Sayın Davutoğlu’ nun Aydamon’a ve Kavaşra’ya yapmış oldukları ziyaretler bizim için çok büyük önem taşımaktadır. Aynı zamanda Türk büyükelçisi de sürekli olarak bu bölgeleri ziyaret etmekte dirler. Farklı ziyaretçiler de Türkiye’den gelip, Türkmen bölgelerini ziyaret etmektedir. Bu ziyaretler şüphesiz ki Türkmenlerin kendi varlıklarını korumalarına katkıda bulunmaktadır. Bundan dolayı Türk büyükelçisi ve bazı yetkililerin ziyarette bulunması bizi teşvik etti ve biz kendimizin de Türk haritasında var olduğumuzu görmeye başladık. Yaşasın Türkiye Devleti, Yaşasın Türkmen toplumu! 

Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi



DEĞERLENDİRME 
Prof. Dr Mahir Nakip 


Zamanımızı fazlasıyla aştığımız için değerlendirmeyi hemen yapmak istiyorum. Toplantıda emeği geçen herkese teşekkürler. ORSAM’a, destekçileri ve organizasyon başkanı Hamit Hürmüzlü’ye Türkmen ailesini bir araya getirdiği için şükranlarımızı sunuyoruz. Bildiğiniz üzere toplantıda Irak başta olmak üzere Suriye Filistin ve Lübnan Türkmenleri çeşitli yönleriyle ele alındı. Bunlardan kısaca bahsetmek isterim. Lübnan Türkmenlerini Mustafa İbrahim ve Zaher Sultan genel durumlarıyla değerlendirmişti. Az önce hocamızın da dediği gibi Lübnan ve Filistin’deki Türkmenlerin durumunu öğrenmek mahiyetinde bu bizim için bir ilk oldu. Lübnan’da anladığımız kadarıyla 30 bin Türkmen var. 

Kuzeydekiler sosyal açıdan gelişmiş ve ileri eğitimliler bu karşı durum da getirmiş. Ne yazık ki Türkçeyi unutmuşlar. Bekaa vadisi civarındakilerin Türkçe 
konuştuklarını öğreniyoruz. Filistin Türkmenleriyle ilgili olarak Alya El Hatip hanımın verdiği bilgiler de önemli 120 bin kadar Türkmenin İbrid, Zarka, Ürdün, Filistin içindeki kamplarda bulunduğunu öğrendik. Bunların birbirini tanıdıklarını ve sosyal yardımlaşma içinde olduklarını ifade ettiler. Suriye Türkmenleri biraz daha geniş ele alındı. İlk konuşmada Hasan Celal Güzel’in sunumu tüm Orta Doğu’daki Türkmenlerin tarihi serüvenleriyle başlamıştır. Daha sonra Mehmet Şandır beyefendinin, kendisi de bir Suriyeli Türkmen, güncel durum değerlendirmesini dinledik. Tarık Cevizci’nin ve Abdurrahman Mustafa’nın iç savaştaki Suriye Türkmenlerinin sahadaki durumu ve siyasi yapılanmaları hakkında bilgilerini dinledik. Bendeniz Türkiye’nin Suriye politikasında Türkmenlerin yeri hakkında bilgi vermeye çalıştım. Az önce Adil Şan bey bize bir 
Suriye Halep Türkmen folkloründen bir kesit sundu. Şunu öğrendik ki Suriye Türkmenleri acı içindeler. Mehmet Şandır Bey’in vurgusuydu sanırım konu Suriyeli Türkmenlerin meselesi olmaktan çıkmış ve Türkiye için milli güvenlik meselesi olmuştur. Özellikle Irak ve Suriye Türkmenlerinin karşılaştırmaları Irak’lıların siyasi ve basın yayın konularında tecrübelerinden faydalandıracakları izlenimi uyandırdı. 

Dikkat ederseniz sempozyumun konusu kendiliğinden Irak, 

1. Suriye 
2. Filistin ve Lübnan 
3. derecede olmak üzere ağırlık kazandı. 

Bu biri diğerinden üstünde demek değil Orta Doğu Türkmenleri bir ailedir. Orta Doğu halkı bir arada yaşamaktadır biz bunun farkında olarak sempozyumu 
düzenledik. Suphi Bey’in de dediği gibi Irak birikimi oldukça fazla. Edebiyat, müzik, kültür ve şairler tanıtım açısından büyük fonksiyon üstlendiler bu 
yüzden öne geçtiler. Suriye Türkmenleri kanayan yaramızdır. 

Şu anda bağrımız yanmaktadır Suriye halkı kardeşimizdir ama Türkmenlerin de adının duyulmasını arzu ederiz. Mehmet beyin de dediği gibi bu toplantının belki de en önemli çıktılarından biri de Filistin ve Lübnan olmuştur. Filistinlilerin bir kısmı Filistin’de bir kısmının Ürdün’de olması aslında dikkat çekici siyasi boyutu gündeme getirmektedir. Filistin davası içinde aldıkları rol önemlidir. Osmanlı zamanında bile devam ettiğinde göre bu Arap milletinin değil İslam aleminin davasıdır bu bakımdan ikisini birleştirmek açısından önemli bir bulgudur. Irak Türkmenlerinin Türkiye’yle bağlantılarını inceledik; 2003 sonrasındaki siyasi entrikaları ve realiteleri dinledik. Aydın Maruf’un da bahsettiği üzere şu anda bir 
anayasal hak olan federatif sistem çevresindeki soydaşlarımız Türkmenlerin bir parçası olup Türkmenlerden ayrılmaz bir toplumdur. Aydın bey bize bu insanların durumunu anlattı. İleride ne olur burası belirsiz fakat şu anda Irak’ın en müreffeh yaşayan bölgesidir. Türkmenlerin de orada varlık göstermeleri önemlidir. Bilgay Duman arkadaşımız bizzat sahadan geldiğinden güncel durumdan haber verdi. Habip Hürmüzlü Bey hukukçu olması münasebetiyle Türkmenlerin birikmiş olan müktesebatını bize aktardı. Ancak bir realite ortaya çıktı siyasette bu müktesebat çok getiri sağlamıyor. Bunun reel hayata geçmesi için Türkmen siyasetçilere ve Türkiye’ye rol düşmektedir. Bugün Avrupa nasıl Türkiye’ye siz tüketici kanunu çıkardınız ama iyi çalışmıyor diyebiliyorsa Tükiye’nin de Irak’a siz Türkmenlerle ilgili şu şu kanunları çıkardınız ama takip 
etmiyorsunuz demesi diplomasiye aykırı olmasa gerek. Necat Kevseroğlu ise Irak’taki bin yıla zengin yaklaşan Türk kültürünün eserlerini ve örneklerini 
gösterdi; çoğu yok olmak üzeredir. Suphi Saatçi’ye söz hakkı versek sabaha kadar kültür katliamları anlatır bir sanat tarihçisi olarak. 

Süleyman Şah türbesi tartışmasız en güzel örneklerindendir. Sanırım dünya da bize bu konuda hak verir. Bizim kültürümüz bu coğrafyada yayılmışsa bunu korumak da bize düşer ve korumayı kimse anormal karşılamaz. Irak hakkında sondan önceki konuşmayı yapan Dr. Aydın Beyatlı idi. O da önemli bir yaraya parmak bastı. Irak 1980’den beri bir travma yaşamaktadır. Irak-İran savaşı anlamsız bir savaştı; milyonlarca ölü yaralı var. Derken ambargo yılları ve bugüne gelindi; Irak toplumu hastadır. Tedavisi dünyanın görevidir. Türkmenler de yara aldı; mezhepçilik ve cehalet gibi birçok faktörden etkilendi. Dünyanın siyasi değil sosyo-kültürel ve sağlık açısından da bakması gerekir. Bunu Amerika’dan beklemeyin, kapitalizmi savunanın sosyal anlayışı yoktur. Sosyal yapıyı sağlam tutmak, toplumu sağlam tutmak demektir. Irak’a demokrasiyi 
getirdim demekle demokrasi gelmiyor. Bugün Irak’ta yapılan seçimde Şiiler’in milletvekili sayısında büyük bir değişim olacağını zannetmiyorum, Sünni Arap’ların veya Kürt’lerin veya Türkmen’lerin sayısında da büyük değişim olmayacaktır. Öyleyse bu demokrasinin ne anlamı kaldı? 

Matematiksel dağılım değişmiyorsa niçin seçimler tekrarlanıyor? Çünkü Amerika’nın getirmiş olduğu demokrasi etnik ve mezhepsel yapıya dayalı 
bir demokrasidir. Bu demokrasi ne bize ne de Ortadoğu’ya lazım değildir. Lazım olan insan odaklı, toplumsal sosyal problemleri çözen, herkese eşit mesafede olan bir demokratik çözümdür. Mehmet Ömer Kazancı, Irak Türkmen’lerinin kültürel mirasını Türkmen Kardaşlık Ocağı ile özdeşleştirdi. 

Bu çok doğrudur keşke bildirisi de öyle olsaydı. O zaman çok daha güzel şeyler söyleyebilirdi. Bunu da sonraki çalışmaya bırakabiliriz. 

Bu kurumun rolü mutlaka tezleşmeli ve kitaplaşmalıdır. Şimdi gelelim en son söze. En son sözü de izin verirseniz ana vatanımız Türkiye’ye getirelim. Türkiye cumhuriyeti bugün komünizm fobisinden kurtuldu. BM’de tek Türk bayrağı olan ülke değil beş tane daha var. Ortadoğu’da söz sahibi olan, güçlü bir ordu sahibi, gelişmiş toplumsal yapıya sahip bir ülkedir Türkiye. Bu mirasını da asla kötüye kullanmamış; hiç bir ülkenin toprağını işgal etmemiş; kimsenin iç işlerine doğrudan karışmamıştır. 

Ortadoğu’da soydaşı olan Türkmenlerin meseleleriyle ilgilenmek zorundadır. Lübnan’dan gelen konuşmacının da dediği gibi oraya el atmış bulunmaktayız. Bu konuda hızlı ve planlı adımlarla ilerlememiz lazım. Biz yaptık oldu olmamalı ve adımların arkası gelmelidir. Orta Asya’ya hepimiz gittik. Ben bir eğitimci olarak Azerbaycan’da işletme, istatistik, pazarlama dersleri verdim. Azeriler için çok şey ifade etmese de bizim için önemliydi. Gittik okullar kurduk fakat bugün oradaki gücümüz yeterlidir diyemiyoruz çünkü hızımızı devam ettirmedik. Yani iyi başladık ama devam etmemiz lazım. Ortadoğu’da da aynı durum mevzu bahis. 

Bugün Türkiye’de dünya Türkleriyle ilgilenen 3 temel kuruluş vardır: biri TİKA biri Yunus Emre Vakfı biri de Yurt Dışı Türkleri ve Akraba Topluluğu Vakfı’dır. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin yumuşak yüzleridir. Bu mesele kendisini iyi anlatmak açısından Afrika’ya Uzak Doğu’ya veya Avrupa’ya kadar gidebilir. Ancak giderken kendi soydaşlarının da haklarını koruması gerekmektedir. Dolayısıyla buradan şu mesajı vermek istiyorum. Yurtdışı Türkler ve Akrabalar Topluluğu iki yıldır uyguladığı politikadan vazgeçmeli her ülke için kontenjanlar ayırmalı. Bu bölgede çalışan yerel kurumlarla görüşerek öğrencileri seçmelidir. Buradan üç tane o bölgeyi tanımayan yardımcı doçenti oraya göndererek öğrenci seçmemelidir. Orada taraflı insanlar olabilir fakat siz aralarına tarafsız birini koyarak durumu tarafsızlaştırabilirsiniz. Fakat tamamıyla uzmanlara 
bırakırsanız ne Türkmenler ne Türkiye’liler bundan faydalanabilir. TİKA artık alt yatırım ile uğraşıyor önemli bir durumdur, Hariciye ile işbirliğindedir fakat Irak’a girememektedir. Nedeni, Irak yönetimi izin vermiyor, Kuzey Irak da 1300 Türk şirketine izin veriliyor, TİKA’ya yok. Türkiye’nin dış politikadaki gücünün sorgulanması için bir sebeptir. Mutlaka TİKA o coğrafyalarda en azından Osmanlı eserlerini restore etmelidir. Telafer’de içme suyu, Suriye’nin sınıra 1 km mesafedeki köyünde elektrik yoktur. Bu insani meselelerle ilgilenmeliyiz. Fakat 
binlerce kişiyi kamplarımızda tutmayı biliyoruz. Onlar kardeşlerimizdir. Fakat mesele tamamen siyasi değildir. Topluluklar ekonomik yönden güçlendirilmelidir. Bu üç kurum bu konuda üzerine düşeni yapmalıdır. 


Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara Türk Tarih Kurumu, Türk İşbirliği ve Koordinasyon 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 Ajansı Başkanlığı ve Türkmeneli İşbirliği ve Kültür Vakfı 
Başkanlığına katkılarından dolayı teşekkür ederiz.

www.orsam.org.tr
orsam@orsam.org.tr 


***


4 Ocak 2017 Çarşamba

DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER


DÜNYA NÜKLEER ANLAŞMA TARİHİ ARKAPLANI, BÖLGE VE TÜRKİYE-İRAN İLİŞKİLERİ AÇISINDAN MUHTEMEL ETKİLER 






ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 




  <  Göktuğ Sönmez Lisans derecesini Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden ve yüksek lisans derecesini London School of Economics (LSE) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden almıştır. Halihazırda Londra Üniversitesi Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu (School of Oriental and African Studies -SOAS)’ nda doktorasını yapmaktadır. Akademik araştırma alanları arasında Uluslararası İlişkiler Teorisi, Türk Dış Politikası, Enerji Politikaları ve Uluslararası İlişkilerde Din bulunmaktadır. Bu alanlarda Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) ve Ortadoğu Stratejik 
Araştırmalar Merkezi (ORSAM) gibi çeşitli düşünce kuruluşlarında araştırmalarda bulunmuştur. >


   14 Temmuz 2015 tarihinde imzalanan nükleer anlaşma ile P5+1 Ülkeleri ve İran Arasında yıllardır süren gerginlik sona yaklaşmış gibi görünmektedir. “ Anlaşma-Sonrası İran”ın, İran-Batı İlişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran ilişkileri açısından neler getireceği bu çalışmanın çerçevesini oluşturmaktadır. 

Bu bağlamda, “ Yaptırımlar Sonrası ” Atmosferde İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin ilişkileri düzeltmenin yanı sıra potansiyel olarak pek çok farklı fırsat sunduğu iddia edilmektedir. 

Ayrıca, İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulmasının daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine imkân verebilecek olduğu düşünülmektedir. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

İran, nükleer görüşmelerde Batı ile uzlaşmacı bir düzleme gelmiş görünüyor. Oluşması muhtemel yeni dinamikler, İran’ın sadece Batı ile ilişkileri açısından 
değil, bölgedeki pozisyonu ve komşularıyla olan ilişkileri üzerinde de yeni bir dönemin başlangıcına imkân verebilir. Bu yeni atmosferin yalnızca İran ekonomisi ve İran’ın bir uluslararası aktör olarak uluslararası sistemle “sosyalleşmesi” değil, aynı zamanda bölgesel güç politikaları üzerinde de muhtemel etkilerini irdelemek gerekmektedir. 

Zira Batı ile İran arasındaki yeni düzlem, hem bölge hem de dünya açısından ciddi sonuçlar doğuracaktır. Özellikle de Suudi Arabistan’ın liderliğini yaptığı 
Yemen operasyonu1 ve bunun İran’da sebep olduğu tepkiye ek olarak Batı’nın sık sık İran’a Esad rejimine olan desteği dolayısıyla eleştiriler getirdiği bir dönemde İran ile Batı arasında gerçekleşebilecek bir yakınlaşma, önemli siyasi sonuçlar doğurabilir. 

Bu makalede, bu manzaradan hareketle, ortaya çıkacak yeni aktörün -“anlaşma-sonrası İran”ın- İran-Batı ilişkileri, İran’ın bölgesel pozisyonu ve Türkiye-İran 
ilişkilerine olası etkileri analiz edilmektedir. Enerji güvenliğinden bölgesel çatışmalara bazı ana meseleler ele alınmakta ve geleceğe projeksiyonlar yapılmaktadır. 

Bundan önce, İran’ın nükleer programının tarihi arka planına değinilmekte, böylelikle en tartışmalı bölgesel meselelerden birinin bugünkü halini almasındaki 
dönüm noktaları görülebilecektir. Akabinde, nükleer anlaşmanın olası etkileri bölgesel manada ve İran-Batı ilişkileri düzleminde incelenmektedir. Son olarak da, bu olası anlaşmanın Türkiye-İran ilişkilerine etkisi, iki ülkenin enerji bağlarından bunların siyasi, ekonomik etkileşimine ve ikilinin bölgesel kimi konulardaki ortak duruşlarına kadar pek çok konuyu kapsayacak şekilde analiz edilmektedir. 


Bu çerçevede, bu çalışmanın ana argümanı, İran-Batı ilişkilerinde bu yeni dönemin sadece ilişkileri düzeltmek anlamında bir fırsat sunmadığı, aynı zamanda İran-Batı ve İran-Türkiye arasında daha sağlıklı ilişkilerin kurulması yoluyla daha istikrarlı bir Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin oluşmasına ve Doğu-Batı enerji koridoru açısından daha güvenli enerji akışı sağlanabilmesine de imkân verebilecek olmasıdır. Buna karşın, anlaşmanın uzun vadede sunabileceği bu potansiyelin hayata geçirilmesi; aktörlerin seçimleri, ortaya çıkacak atmosferi hem bölgesel hem küresel düzlemde değerlendirme noktasında imkânları ve bu imkânları değerlendirme iradeleri nispetinde olacaktır. 

Tarihi Arka Plan: “ Barış İçin Atom ” 



Programından Nükleer Krize Nükleer anlaşmanın muhtemel etkilerini analiz etmeden önce kısa bir tarihi arka plan aydınlatıcı mahiyette olacaktır. Şu nokta 
dikkati caliptir ki İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı –programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle-en sert biçimde 
eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. Eisenhower’ın 1953’te BM’deki “Barış İçin Atom” konuşmasını müteakip aynı isimle ABD tarafından ortaya konan programda nükleer enerjinin barışçıl maksatlarla kullanımının desteklenmesi amaçlandı. Şah döneminde, İran ‘79 Devrimi’ne kadar bu manada sadece ABD’den değil, dönemin Batı Almanyası’ndan ve Fransa’dan da ciddi bir destek aldı. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması (NSYÖA/NPT)’
nı imzalayan İran, hukuki olarak da askeri manada “nükleer devlet” mahiyetinde olmayacağına güvence vermiş oluyordu.2 Ancak devrimden hemen önce, 
1970’li yılların sonlarına doğru, özellikle ABD açısından İran’ın nükleer çalışmalarına dair şüpheler mevcuttu. 

 < İran’ın nükleer programı, başlangıç noktasında bugün tam da bu programı – programın muhtemel askeri maksatları sebebiyle en sert biçimde eleştirilen aktörler tarafından doğrudan desteklenmiştir. >

Bu şüphelere, İran’ın lazer zenginleştirme ve plütonyumu yeniden işleme çabaları ve İran Atom Enerjisi Kurumu’nın, İran’ın hâlihazırda edindiği nükleer konusundaki birikimiyle kısa sürede nükleer bomba yapabilecek noktaya gelebileceğine dikkat çeken raporu sebep olmuştu. Bu ortamda, ‘79 Devrimi şüphesiz ki tarafların tavır değişimleri açısından en önemli dönüm noktası oldu. 

Devrimi takip eden süreçte Şah’ın 20 nükleer tesis inşası gibi iddialı planları devrimin lider dini-siyasi figürü Humeyni tarafından rafa kaldırıldı. Almanya ve 
Fransa ile yapılan anlaşmalar iptal edildi. Kısaca İran’ın nükleer programı sonraki 8-9 sene için gündemden kalkmış görünüyordu, ta ki İran ile Irak arasındaki 
savaşa kadar. Savaş sonrası Tahran bu konudaki tavrını gözden geçirdi ve uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya 
koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında tohumlarını eken başlangıç noktası kabul edilebilir. Karar alınmış olmakla beraber, hayata geçirilmesinde artık ABD, Almanya ve Fransa ihtimalleri devre dışı olduğuna göre hem nükleer tesislerin inşası hem de nükleer konusundaki uzmanlığın transferi noktasında yeni destekleyici aktörler aranması ve işbirlikleri tesis edilmesi gerekmekteydi. Bu noktada Çin ve Rusya muhtemel aktörler olarak değerlendirildi. Sovyetler’in 1980’lerde İran ile bu minval üzere yaptığı anlaşmalar, dağılma süreci ve beraberinde gelen ekonomik ve siyasi sancılar sebebiyle askıda kaldı. Ancak 1995’te İran ve Rusya sadece Buşehr’de nükleer tesis inşası için değil3 – ki bu tesisin inşası Batı Almanya tarafından başlatılmış, ancak inşaat çalışmaları devrim sonrası kesintiye uğramış ve İran-Irak Savaşı’nda da ciddi hasar görmüştü - aynı zamanda nükleer teknik bilgi (knowhow) anlamında da Rusya’nın İran’a desteği üzerinde anlaştı. Devrim sonrası İranı açısından bu anlaşma, nükleer konusundaki en ciddi başarı olarak görülebilir. 



En az bu anlaşma nispetinde önem arz eden bir diğer kırılma noktası, 2002 yılında Natanz’daki gizli uranyum zenginleştirme tesisi ve Arak’taki ağır su reaktörü projesinin İran Ulusal Direniş Konseyi isimli muhalif grup tarafından dünyaya duyurulmasıydı.4 Bu kırılma noktası, nükleer krizi ve bununla nasıl baş edileceği sorusunu küresel düzeyde en ciddi manada önümüze koyan tarih olarak nitelenebilir. Bu tarihi takiben yaptırımlardan ambargolara, sert siyasi söylemlerden İran’ı “haydut devlet (rogue state)” ve “şer ekseninin (axis of evil) parçası” olarak nitelemeye varan ifadelere, İran-Batı ilişkileri uzun soluklu bir kriz tecrübe etti. 5 

Bu kapsamda bazı anahtar aktörlerin krize yaklaşımına oldukça kısa değinmek gerekirse, İsrail sık sık İran’ın nükleer programına dur denmesi noktasında 
askeri seçeneği gündeme getirirken ABD, bu seçeneği bir yandan her daim masada tuttuğu sinyalini verirken, bu seçeneği İsrail kadar sık dillendirmemeye özen gösterdi. 

  <  İran-Irak Savaşı sonrası Tahran uranyum zenginleştirme çalışmalarının tekrar başlaması yönünde irade ortaya koydu. Bu karar, bizim bugün İran nükleer krizi olarak bildiğimiz meselenin devrim sonrasındaki süreç dikkate alındığında başlangıç noktası kabul edilebilir. >

Almanya ve Fransa görüşmeler, pazarlıklar vesair yollarla diplomasi seçeneğine ağırlık veren bir duruş benimsediler. Rusya ve Çin, İran’ın nükleer programı konusunda olumlu tavır benimserken Türkiye de programın barışçıl maksadına olan inancına binaen her devletin NSYÖA’nın 4.maddesi6 dolayısıyla nükleer teknolojinin barışçıl kullanımına hakkı olduğunu ve dolayısıyla İran’da bu bağlamdaki hakkının elinden alınamayacağı yönünde bir siyaset benimsedi. Aynı zamanda Türkiye, yaptırımların artırılmasına dair de eleştirel bir tutum sergiledi. Bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucundan İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimalindeki risklere dikkat çeken Türkiye,7 bu argümandan hareketle diplomasinin kullanılacağı, kendinin de gerektiği takdirde arabulucu rolü üstlenebileceği bir çözümün altını çizdi ki 2010 yılında İran-Türkiye-Brezilya arasındaki nükleer takas anlaşması da bu konudaki en önemli somut adımlardan biriydi.8 

Nükleer Krizin Çözülmesi ve Muhtemel Etkileri 



P5+19 ülkeleri ve İran arasında yıllardır süren gerginliğin, Kasım 2013’teki çerçeve anlaşma ve Nisan 2015’te 2015 yazında nihai anlaşmanın yapılması üzerinde yapılan görüşmelerle beraber düşüşe geçtiği söylenebilir. Nisan’daki görüşmeler neticesinde İran’ın zenginleştirme seviyesi, kapasitesi ve depolama 
noktasında yakından takip edileceği ve bu alanlarda kısıtlamalara tabi olacağı üzerinde mutabakat sağlandı. 


Uranyum zenginleştirme ve ağır su reaktörleri de görüşmelerin önemli bir başlığıydı. Natanz tesisinin tek zenginleştirme tesisi olarak bırakılması, Arak’taki 
ağır su reaktörünün ise silah düzeyinde plütonyum zenginleştirmesi mümkün olmayacak şekilde yeniden yapılandırılması, Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu 
(UAEK) görevlilerinin erişim imkânlarının artırılması, kullanılmış yakıtın tekrar işlenmesinin engellenmesi maksadıyla ihraç edilmesi ve NSYÖA’nın Ek Protokolü’nün uygulanması kararlaştırıldı. Bunların karşılığında, İran’ın en önemli talebi, ekonomisine ciddi manada toparlanma imkânı verecek olan yaptırımların 
kaldırılması noktasında olmuştur. 

Hem AB hem de ABD bu talebi makul karşılamış, BM de hâlihazırdaki tüm kararların gündemden kaldırılacağını belirtmiştir.10 

Temmuz 2015’teki anlaşmayla İran, Natanz tesisinde 10 yıl boyunca geçerli olacak şekilde uranyum zenginleştirme kapasitesini 20,000 santrifüj seviyesinden 6,000 santrifüj seviyesine indirmeyi, 15 yıl boyunca düşük ve orta düzeyde zenginleştirilmiş uranyum stoğunu yüzde 96 oranında azaltarak elindeki stoğun -yüzde 3.67’den daha fazla zenginleştirilmemiş olmak kaydıyla- 300 kg’dan fazlasını ülke dışına göndermeyi ya da seyreltmeyi, önümüzdeki 15 yılda yeni uranyum zenginleştirme ve ağır su tesisi inşa etmemeyi ve Arak tesisini silah düzeyinde plütonyum zenginleştirilmeyecek şekilde yeniden dizayn etmeyi kabul etti. 

Karşılığında ABD, BM ve AB ise yaptırımları kaldırma kararı aldı. Bunun istisnası ise sekiz yıl boyunca balistik füze teknolojisi transferi üzerindeki kısıtlamanın, 
5 yıl boyunca ise silah ambargosunun devam edecek olması şeklinde ortaya kondu.11 



< Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. >

 < Türkiye, bir yandan programın askeri amaçlara evrilmesine kati suretle karşıtlığını dillendirirken, diğer yandan da yaptırımlar ve ambargolar sonucunda İran’ın tamamen kaybedilmesi ve marjinalleşmesi ihtimallerine dikkat çekti. >


Anlaşma, İran’ın bugüne kadar Suriye konusundaki tutumu göz önünde bulundurulduğunda Esad rejiminin geleceğine de etki edebilecektir. 

Dünyanın ikinci en büyük kanıtlanmış doğalgaz ve dördüncü en büyük kanıtlanmış petrol rezervlerine sahip olan Iran, anlaşma sonrası dönemde bu enerji kaynaklarından çok daha etkili biçimde istifade edebilme imkânına kavuşabilecektir. Bunu yaparken de Batı’nın, şimdiye kadarki enerji anlaşmaları çabaları üzerinde nükleer program krizi dolayısıyla uyguladığı baskının ortadan kalkmasına ek olarak anlaşma sonrası oluşacak ekonomik toparlanma sayesinde yenilenebilecek enerji altyapısıyla enerji üretimi ve ihracında verimliliği artırabilecek ve ek olarak da yeni projelerle Avrupa’nın enerji talebiyle buluşma imkânı yakalayacaktır 
ki bunun da ekonomik getirisi açıktır. Böyle bir ihtimal, Avrasya’daki enerji satrancını ile güvenilir ve erişilebilir enerji arzının sağlanmasını doğrudan 
etkileyecektir. İran’ın özellikle doğalgaz noktasında Avrupa’nın “arzın çeşitlendirilmesi” ve böylelikle 

Rusya’ya aşırı bağımlılığın engellenebilmesi çalışmaları açısından olumlu bir katkı yapması mümkündür. Elbette bu ihtimal, nihai anlaşma sonrası Batı ile İran 
arasında yakın irtibatın sürdürülmesi ve arıttırılması ile mümkündür. Aksi takdirde, Rusya ile İran’ın enerji alanında ilişkilerini kuvvetlendirmesi durumunda AB’nin arzı çeşitlendirme çabaları ciddi sorunlarla karşılaşacak, “enerji kartı”nın gelecekte kendisine karşı stratejik kullanımını engelleme imkânı daha da azalacaktır. 

Dolayısıyla AB’nin, enerji arzının güvenliğini artırabilmesi için proaktif bir dış politik anlayışla İran’ı nihai anlaşmanın hemen akabinde “sosyalleştirme” ve 
böylelikle enerji alanında İran’la ilişkilerde Rusya’nın bir adım önüne geçmesi gerekmektedir. Aksi takdirde uzun vadede şimdikinden daha tehlikeli ikili bir bağımlılık manzarası ortaya çıkabilir. AB, İran’ı Avrasya’daki enerji mücadelesine dâhil edebilirse, Rusya’nın pozisyonunun önemini azaltma şansına ilaveten Rus fiyat politikası üzerinde de baskı kurma imkânı elde edebilir ve Rusya’nın enerji hegemonu statüsünü siyasi ve ekonomik olarak sorgulanır kılabilir. Bu bağlamda Rusya-İran ilişkilerindeki yakın temasın limitlerinin S-300’lerle ilgili anlaşma, nükleer işbirliğinin devamı ve Esad rejimine yaklaşım gibi noktalarda sınanmakta olduğunu ve sınanacağını 
gözden kaçırmamak gerekir. 

Kısaca, İran’ın Batı için, Rusya’nın hâlihazırdaki konumunu yeniden gözden geçirtebilecek bir potansiyel arz noktası olması hasebiyle enerji konusu, anlaşma sonrası düzlemin en önemli meselelerinden biri olacaktır. 

Güncel bölgesel gelişmeler ve gerginlikler bağlamında da nihai anlaşmanın oldukça önemli etkileri olabilecektir. Yemen’deki iç savaşın bölgeselleşen bir 
sorun haline gelmesi, bu süreçte mezhep odaklı bir ayrışmanın Suudi Arabistan’ın Anlaşmanın muhtemel etkileri kapsamında enerji arzı oldukça önemli bir yer tutmaktadır. Bir diğer önemli etkinin Yemen odaklı gerginliğe olması beklenebilir. 



Şii ve İran karşıtı nosyonları dolayısıyla gündeme gelmesi ve cevaben İran’ın oldukça sert açıklamalarla duruma tepki göstermesi düşünüldüğünde, bu ahval içerisinde nihai anlaşma önem arz ediyor. İran ve Batı arasında yakın temas, Yemen meselesinde çözümü işaret edebilir. 

Zira günden güne bir “savaş makinesi”ne dönüşen Suudi Arabistan, ABD ile olan sıcak ilişkileri dolayısıyla krizde daha yapıcı bir tutum sergilemesi yönünde 
ikna edilebilir,12 tabi İran’ın Yemen konusunda sessizliği kapalı kapılar ardında anlaşma için bir bedel olarak hâlihazırda gözden çıkarılmamışsa. 

Zamanlama dikkate alındığında, Suudi Arabistan’ın, öngörüyü doğrular nitelikte, Yemen’e kapsamlı askeri operasyonlarını oldukça kısa sürede durdurmuş olması dikkat çekicidir. Yemen’deki krizin uzun vadeli çözümü açısından bakıldığında ise İran ile Batı arasında daha yakın bir ilişki, İran ile Suudi Arabistan arasında saldırgan tavrın terki ve İran ile Türkiye arasında işbirliği önemli noktalardır. 13 

<   Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına da mühimdir. >


Bölge, Arap Baharı ve sonrasında her ne kadar çakışan siyasetler izlemiş olsalar da İran ve Türkiye arasındaki işbirliğinden fayda sağlayabilir. 

Mezhepsel farklılıkların altını çizen ve şiddet yanlısı bir tutum benimseyen hareketlere karşı da bu siyasi irade önemli bir denge unsuru olabilir. Bölgesel 
istikrara tehdit oluşturan ve dolayısıyla bölgesel hatta küresel işbirliğiyle mücadele edilmesi gereken IŞİD’le mücadele noktasında böyle bir bölgesel temas fayda sağlayabilir. Zira hâlihazırda Irak’tan Suriye’ye ve Yemen’e istikrarsız bölgesel dinamikler, bu grupların yükselişine ve benzer yeni oluşumların ortaya çıkmasına uygun ortam sunmaktadır. 

Türkiye’nin Balkanlarla ve Avrupa Komşuluk Politikası kapsamındaki ülkelerle ilişkilerinde olduğu gibi ortak “Batı bağlantısı” İran ile Türkiye arasındaki 
diyaloga da ek bir güçlendirici etki yapacaktır. Siyaset yapımında Batı’ya daha yakın eğilimler gösteren ve Türkiye, Mısır hatta Suudi Arabistan’la ekonomik ve 
siyasi irtibatı kuvvetli bir İran, bölgede zayıf devlet mekanizmalarının güçlendirilmesine ve bölgesel ekonomik ilerlemeye ciddi katkı sunabilir. 

Arap Baharı’nı takip eden süreçte hükümetler birbiri ardına değişmektedir. Mısır örneği bu trendin en belirgin sembolü olarak karşımızda durmaktadır. Suriye’deki Esad rejimi İran tarafından büyük destek görmektedir. Kendisinin en önemli bölgesel rakiplerinden Türkiye, 2011’den bu yana 250 binden fazla insanın hayatını kaybetmesinden sorumlu olan ve demokratikleşme ile reform konusundaki vaatlerini yerine getirmeyen Esad yönetiminin fotoğraftan çıkması gerektiği yönünde ısrarını sürdürüyor. Ortadoğu ve Kuzey Afrika genelinde ve Suriye özelindeki bu gelişmeler, artçı sarsıntılarıyla bölgesel istikrarı tehdit etmekle ve İran ile Türkiye gibi bölgenin önemli aktörleri arasında gerginliğe sebep olmakla kalmıyor, aynı zamanda bölgeye dış müdahale ihtimalinin de mütemadi olarak masada kalmasına yol açıyor. 

Türkiye ile İran arasındaki işbirliği aynı zamanda Şii-Sünni ortak hareket kabiliyetini sembolize etmesi ve mezhep odaklı olmayan bir bölgesel duruş ortaya konabilmesi adına mühimdir. 

Irak Savaşı ve sonrası süreç, bu ihtimalin olası sonuçları hakkında önemli bir referans olarak önümüzde durmaktadır. Bu referansa bakarak savaş sonrası 
Irak’ın yeniden yapılandırılması ve bölge dışından gelen aktörlerin bölgede uzun soluklu bulunmasının engellenmesi gibi konularda Türkiye ile ortak noktalarda 
buluşabilen İran’ın konumunu gözden geçirmesi gerekebilir. İran ve Batı arasında daha makul bir düzlem aynı zamanda Türkiye ile İran arasında birbirini suçlayıcı tavrın bir kenara bırakılması ve ortak bir noktada buluşulması iradesine katkı sağlayabilir. İran’ın uluslararası toplumla sosyalleşmesi, enerji kaynaklarının artan miktarlarda sisteme eklenmesine ilaveten gereken yasal ve bürokratik uyumun hayata geçirilmesi ve ekonomisinin Batı’yla çok daha entegre hale gelmesi çok daha anlaşılabilir ve işbirliğine açık bir İran ortaya çıkarabilir. Bu imkân değerlendirilemediği takdirde ise ekonomik anlamda güçlenen ve enerji kaynaklarının ihracında ve komşularıyla ilişkilerinde çok daha az maniyle karşılaşan bir İran’ın artan bir özgüvenle beraber artan materyal kaynakları sayesinde kendisine yakın gruplara çok daha etkin destek sağlaması da mümkün. Bu ihtimalin sadece Yemen ve Suriye üzerinde değil Şii nüfusa sahip ve Necef ve Kerbela’nın gibi iki sembol şehrin de içerisinde bulunduğu bir Irak’a da etkisi olabilir. IŞİD Irak’ta ilerlerken diğer tarafta daha fazla siyasi ve ekonomik güç talep eden bir Şii yükselişi, Irak’ta orta/uzun vadeli bir krize sebep olabilir. Bu da IŞİD’le mücadeleden önemli bir gelir kaynağı olarak bölgenin hidrokarbon kaynaklarının Batı’ya güvenli ve sürdürülebilir ihracına ve mezhep odaklı bölgesel gerilimlerin kontrol altına alınmasına dair çabalara kadar pek çok bölgesel çabanın geleceğini tehdit edecektir. 

Görülüyor ki bölgedeki enerji siyaseti örneğinde olduğu gibi bölgesel siyasi yansımalar noktasında da nihai anlaşmanın sonuçları, hem Batı’nın tavrına ve 
hızlı davranmasına hem de İran’ın agresif bir tutum ile halihazırdaki ılımlı tutumu arasında yapacağı seçime bağlı gözüküyor. İran’ın önümüzdeki dönemde siyasi ikliminin de bu seçimde muhtemel etkisi göz önüne alındığında uzun vadeli ve kurumsallaşmış bir ilişki düzlemi kurulmasının Batı için önemi anlaşılmaktadır. 

Nihai Anlaşma Sonrası Türkiye-İran İlişkilerine Dair Beklentiler 

İki önemli bölgesel güç, İran ve Türkiye, ‘79 Devrimi’nden sonra ve özellikle 1990’larda zirveye çıkan bir şekilde güvensizlik ve şüphe ile dolu, büyük ölçüde 
güvenlikleştirilmiş ( Securitised ) bir ilişki yaşadı. Geçtiğimiz on yılda ise, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın 
nükleer programına dair tutumu, iki ülkeyi birbirine yaklaştırdı. İki tarafın Arap Baharı süresince ve sonrasında kendi “etki alanları”nı oluşturma çabaları, ilişkileri zedelediyse de 1980’ler ve 1990’lara kıyasla çok daha olumlu, ekonomik anlamda istisnai ve enerji alanında beklentilerin her zamankinden daha yüksek olduğu bir ikili atmosferden bahsetmek mümkün. 

<  Geçtiğimiz on yılda, özellikle savaş sonrası Irak konusunda ortak siyasi tavırlar ve Türkiye’nin İran’ın nükleer programına dair tutumu, İran ve Türkiye’yi birbirine yaklaştırdı. >

14 Temmuz 2015’te imzalanan nihai anlaşma ve akabinde yaptırımlardan arınmış bir İran’ın ortaya çıkışı şüphesiz ki bu ilişkiye de ciddi manada etki edecektir. 

Ekonomik boyuta bakıldığında, iki ülke, ekonomik etkileşimleri açısından son on yılda oldukça etkileyici bir performans ortaya koydu. 
Bunun gerçekleşmesinde, ilişkinin özellikle Irak Savaşı sonrası ortak iradelerin fark edilmesiyle beraber güvenlik temelinden kaydırılması kadar Türkiye’nin 
eskiye kıyasla dışarıda ve yakın çevresi özelinde çok daha aktif bir ekonomik profile sahip bir “tüccar devlet”e dönüşümü de rol oynadı. 

Türk İstatistik Enstitüsü rakamlarına göre 2000’de 1 milyar dolar civarı olan ticaret hacmi, 2014’te 13 milyar dolar seviyesine çıktı ve böylece İran Türkiye’nin altıncı, Türkiye ise İran’ın beşinci en büyük ticaret ortağı konumuna geldi. Nihai anlaşma sonrası Batı’dan ve özellikle de ABD’den gelecek itirazların ortadan kalkacağı düşünülürse geleceğe dair enerji anlaşmalarıyla da beslenecek ticaret hacminde ciddi bir sıçrayış beklenebilir. Cumhurbaşkanları Recep Tayyip Erdoğan ve Hasan Ruhani, sıkça ekonomik bağlantının daha da kuvvet lendirilmesi ve 30 milyar dolar hedefine ulaşılması yönünde söylemlerde bulunmakta, işadamlarını da bu maksat çerçevesinde desteklemektedirler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerdeki İran ziyaretinde de bu konuların altı çizilmiş, ilaveten Yemen konusunda işbirliğinin önemine vurgu yapılmıştır. 

Türkiye’nin, Doğu-Batı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. Özellikle ABD’nin Türkiye’nin bu alandaki işbirliği çabalarına karşı şimdiye kadarki negatif yaklaşımı ve nihai anlaşma sonrası bu tutumun yumuşamasıyla oluşacak yeni ortamın muhtemel sonuçları düşünülmeye değer bir nokta. 

TANAP’ta öngörülen nihai kapasite 60 bcma düzeylerinde ki bu miktar hâlihazırdaki şemaya ek olarak Azerbaycan’a ilaveten yeni arz merkezleri gerektirebilir.14 

Bu noktada İran, ileriki dönemde, nükleer krizin de çözülmesiyle önemli bir aday olabilir. İlaveten, iki ülke yeni boru hattı projeleri üzerinde de çalışabilir. 
Türk Akımı’nın 63 bcma planlanan kapasitesine ek olarak 

TANAP’ın taşıdığı doğalgaz kapasitesindeki planlanan artış Türkiye’nin transit rolüne ciddi katkı sunacaktır. 15 Zira, TANAP’ın 2030 civarında ulaşması öngörülen 60 bcma doğalgaz taşıma kapasitesi ve Türk Akımı’nın 63 bcma kapasitesi toplam düşünüldüğünde Türkiye üzerinden taşınan bu 123 bcma doğal gaz, Avrupa talebinin beşte birinden fazlasını oluşturmakta. 

İran açısından bakıldığında ise İran böyle bir durumdan sadece ekonomik olarak kazançlı çıkmayacak, aynı zamanda küresel enerji oyununda önemli bir arz 
Merkezi olarak profilini güçlendirecek ve dolayısıyla ekonomik toparlanmanın yansıra uluslararası toplum içinde daha yüksek bir pazarlık gücüne kavuşabilecektir. 

Güvenlik açısından değerlendirildiğinde ise, anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması 
Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. Her ne kadar Türkiye’nin resmi söylemi programın askeri amaçları olmadığına dair inancın altının çizilmesi yönünde 
ve programı barışçıl maksatlarına binaen destekler nitelikte olsa da bu ihtimalin kesin biçimde ortadan kaldırılması, Türkiye’nin orta ve uzun vadede tehdit 
algılamasında muhtemel başlıkları revize etmesini sağlayacaktır. 

 <  Türkiye’nin, DoğuBatı enerji koridoru kapsamında enerji merkezi (hub) rolü açısından İran gazını Avrupa’ya taşıma isteği göz önünde bulundurulduğunda 
İran ile Batı arasındaki ilişkinin yeni dinamikleri büyük önem arz ediyor. >

İran’ın bölgesel bir gerginlik neticesinde görece kısa sürede bu vakte kadar elde ettiği nükleer teknoloji ve uzmanlık sayesinde programı askeri bir mahiyete 
büründürmesi, her ne kadar güncel İran liderliği bu eğilimi göstermekten uzak olsa da ilerisi adına bir ihtimaldir. Bölgede de istikrarsızlığın istisna değil 
norm olduğu düşünüldüğünde yalnız rekabetlerin değil yakınlaşmaların geleceği de öngörülebilir değildir. Bu da böyle bir ihtimalin köklü biçimde ortadan kalkmasının faydasını ortaya koymaktadır. 

Özellikle Balistik Füze Savunma sistemi ve Arap Baharı üzerinden iki gücün yaşadığı dönemsel gerginliklerin ilişkiyi yeniden kısmen güvenlik boyutuna 
taşıdığı düşünüldüğünde bu nokta daha önemli hale gelmektedir. Güvenlik boyutundan ilişkiyi tekrar uzaklaştırmada (desecuritisation) da İran’ın sisteme 
entegrasyonu ve nihai anlaşma sonrası Batı’yla ilişkilerini kuvvetlendirmesi ile beraber ılımlı bölgesel tutumları ön plana alan daha makul bir aktör haline gelmesi de fayda sağlama potansiyeline sahiptir. 

Netice itibariyle Batı ile İran arasında oluşabilecek yeni dinamikler, Suriye’deki çatışma ortamından enerji güvenliğine kadar pek çok alanda değişim fırsatı doğurabilir. 
Eğer yaptırımlar sonrası dinamikler doğru analiz edilir ve Batı hızlı hareket edebilirse İran’ın hem bölgesel ve küresel konumu hem de Batı’yla ilişkileri 
açısından oldukça farklı bir resim görebiliriz. Bu değişimin ölçüsü ise tekraren, öncelikle P5+1 ülkelerinin ve İran’ın nihai anlaşmanın uygulanması konusundaki kararlılığından ve samimiyetinden, ikincil olarak Rusya ve Çin gibi diğer aktörlerin bu süreci engelleme noktasındaki çabalarından ve son olarak da Ahmedinecad’ın İran siyasetine tekrar dönme olasılığından (ki Ruhani’nin anlaşma dolayısıyla kazanacağı ekonomik ve siyasi Batı desteği bu ihtimalin ortadan kaldırabilmesinde büyük rol oynayacaktır) veya benzer bir siyasi figürün ortaya çıkıp çıkmamasından büyük oranda etkilenecektir. Son olarak, Türkiye’nin kendi güç ve menfaat merkezli hesaplarıyla uyumlu şekilde bölgedeki genel duruşunu ve günlük dış politikasını gelişmelere göre konumlandırma kabiliyeti, Türkiye’nin bu yeni oluşan atmosferden ne denli faydalanabileceğini belirleyecek tir. Türkiye ve İran daha yakın bir ekonomik ilişki, ekonomik etkileşimlerinde ciddi bir artış ve daha istikrarlı bir bölgesel denklem tecrübe edebilirler. Öte yandan iki ülke bölgenin küresel ölçekte yankı bulan bu en tartışmalı konularından birinin normalleşmesinden doğan fırsatları kaçırabilir, 
yukarıdaki olumlu tabloyu tersine de çevirebilirler. 

<   Anlaşma ile beraber öngörülebilir yakın gelecekte askeri manada bir “nükleer İran” ihtimalinin ortadan kalkması, Türkiye adına ciddi bir kazanım olacaktır. >


Notlar 

1 Bkz. “Saudi Arabia launches air strikes in Yemen”, BBC, 26/3/2015, 
http://www.bbc.com/news/world-us-canada-32061632>, erişim 2/4/2015. 
2 Daha detaylı bir tarihi arka plan için, bkz. Mustafa Kibaroğlu, “Iran’s Nuclear Ambitions from a Historical Perspective and the Attitude of the 
West”, Middle Eastern Studies 43:2 (2007), pp. 223-245 
3 Anton Khlopkov and Anna Lutkova, “The Bushehr NPP: Why Did It Take So Long?”, Center for Energy and Security Studies, 
http://ceness-russia.org/data/doc/TheBushehrNPP-WhyDidItTakeSoLong.pdf,   Erişim 27/05/2012. 
4 Amin Saikal, “The Iran Nuclear Dispute”, Australian Journal of International Affairs 60:2 (2006), pp. 193-199, at p. 193. Also, see Aylin G. Gürzel and 
Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50, at p. 38. 
5 For a more detailed analysis of sanctions, see Andrew Parasiliti, “After Sanctions, Deter and Engage Iran”, Survival: Global Politics and Strategy 
52:5 (2010), pp. 13-20, at p. 17 
6 Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşmasının 4. Maddesi şöyledir: 
(1) Bu antlaşmanın hiçbir hükmü, ayrıcalık gözetmeksizin ve I Ve II nci maddelere uygun olarak, antlaşmaya taraf olan bütün devletlerin, nükleer 
enerjinin barışçıl amaçlarla araştırılmasının, üretiminin ve kullanılmasının geliştirilmesi ile ilgili vazgeçilmez haklarını olumsuz biçimde etkiler şekilde 
yorumlanmayacaktır. 
(2) Bu antlaşmaya taraf bütün devletler, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla kullanılmasının, sağlayacak cihaz, madde, bilimsel ve teknolojik bilgilerin 
mümkün olan en geniş ölçüde alışverişini kolaylaştırmayı üstlenirler ve bu alışverişe katılma hakkına sahiptirler. Bunu gerçekleştirebilecek antlaşmaya taraf devletler, 
dünyanın kalkınmakta olan bölgelerinin ihtiyaçlarını gereğince göz önünde tutarak, özellikle işbu antlaşmaya taraf nükleer silahlara sahip olmayan devletlerin 
topraklarında, nükleer enerjinin barışçıl amaçlarla uygulanmasının daha da geliştirilmesine, tek başlarına veya diğer devletlerle veya uluslararası örgütlerle birlikte, 
katkıda bulunmak üzere işbirliği de yapacaklardır. NSYÖA/NPT maddeleri konusunda daha detaylı bilgi için bkz. “The Treaty on the Non-Proliferation 
of Nuclear Weapons”, 
http://www.un.org/en/conf/npt/2005/npttreaty. html. 
7 Türkiye’nin konuya yaklaşımına dair bkz. Mustafa Kibaroğlu and Barış Çağlar, “Implications of a Nuclear Iran for Turkey”, Middle East Policy 15, 
no. 4 (2008), pp. 59-80; Aylin Gürzel and Eyüp Ersoy, “Turkey and Iran’s Nuclear Program”, Middle East Policy, 19:1 (Spring 2012), pp. 37-50; 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
8 Bkz. Mehmet Özkan, “Turkey–Brazil Involvement in Iranian Nuclear Issue: What Is the Big Deal?”, Strategic Analysis, 35:1(2010), pp.26-30 and 
Aylin Gürzel, “Turkey’s Role in Defusing the Iranian Nuclear Issue”, The Washington Quarterly, 35:3 (2012), pp. 141-152. 
9 Terim, 2006’dan itibaren konuyla ilgili ortak diplomasi yürütme maksadıyla hareket eden Çin, Fransa, ABD, Birleşik Krallık ve Almanya’yı ifade eder. 
10 Bkz. “Iran nuclear deal: negotiators announce ‘framework’ agreement”, The Guardian, 3/4/2015, 
http://www. t h e g u a r d i a n . com/world/2015/apr/02/iran-nuclear-deal-negotiators announce-framework-agreement>, erişim 16/4/2015. 
11 Bkz. “Full text of the Iran nuclear deal”, The Washington Post, 
http://apps.washingtonpost.com/g/documents/world/full-text-of-the-iran-nucleardeal/1651/ , 
Erişim 20/7/2015 ve “Iran nuclear deal gets UN endorsement, paving way for sanctions relief”, Reuters, 20/7/2015, 
http://www.rt.com/news/310276-un-resolution-iran-deal/, Erişim 21/7/2015. 
12 Yazının yazıldığı günlerde Suudi Arabistan’ın tutumu -Yemen’deki Husi güçlerine karşı mücadelesini sürdüreceği yönündeki söylemine 
karşın- kapsamlı operasyonunun sona erdiğini ilan etmelerinin akabinde hâlihazırda yumuşamış görünmektedir. Bkz “Saudi-led coalition announces 
end to Yemen operation”, Reuters, 21/4/2015, 
http://www.reuters.com/article/2015/04/21/us-yemen-security-saudi-idUSKBN0NC24T20150421
Erişim 21/4/2015. 
13 “Iran and Turkey back political solution to Yemen crisis”, Al Jazeera, 8/4/2015, 
http://www.aljazeera.com/news/2015/04/rouhani-iran-turkey-agree-stop-yemenwar-150407192559290.html>, erişim 15/4/2015. 
14 Bkz. Lada Evgrashina, “Azeri oil fund to help finance TANAP gas pipeline”, Reuters, 6/11/2012, 
http://www.reuters.com/article/2012/11/06/azerbaijanenergy-idUSL5E8M6C1P20121106
Erişim 17/11/2013 ve Gulmira Rzayeva, “TANAP – Hazar Gazını Avrupa’ya Taşıyan Atılım Projesi”, 
http://www.hazar.org/UserFiles/yayinlar/MakaleAnalizler/Gulmira_ Rzayeva.pdf,  Erişim 16/11/2014. 
15 Bkz. “Russia drops South Stream gas pipeline plan”, BBC, 1/12/2014, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-30283571   Erişim 2/12/2014; “ Putin Blames EU as Russia abandons plans for South Stream gas pipeline”, The 
Guardian, 1/12/2014, 
http://www.theguardian.com/business/2014/dec/01/russia-blames-eu-as-it-abandons-plans-for-south-stream-gas-pipeline 
Erişim 2/12/2014; “In Diplomatic Defeat, Putin Diverts Pipeline to Turkey”, The New York Times, 1/12/2014, 
http://www.nytimes.com/2014/12/02/world/europe/russian-gas-pipeline-turkey-south-stream.html?_r=0  Erişim 2/12/2014. 


ORSAM, Ortadoğu Konusunda faaliyet gösteren tarafsız bir düşünce kuruluşu dur. 

ORSAM Ortadoğu ile ilgili bilgi kaynaklarını çeşitlendirmeyi ve bölge uzmanlarının düşüncelerini Türk akademik ve siyasi çevrelerine doğrudan yansıtabilmeyi 
hedeflemektedir. 
Bu amaçlar doğrultusunda ORSAM, Ortadoğu ülkelerindeki devlet adamlarının, bürokratların, akademisyenlerin, stratejistlerin, gazetecilerin, işadamlarının ve 
sivil toplum kuruluşları temsilcilerinin Türkiye’de konuk edilmesini kolaylaştırarak, yerel perspektiflerin güçlü yayın yelpazesiyle gerek Türkiye gerek dünya kamuoyuyla paylaşılmasını sağlamaktadır. ORSAM yayın yelpazesi içinde kitap, rapor, bülten, politika notu, konferans tutanağı ve ORSAM dergileri Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri bulunmaktadır. 

©Bu metnin içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir. ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 

Göktuğ SÖNMEZ 
RAPOR; No.29, 
TEMMUZ 2015 
ORSAM BÖLGESEL GELİŞMELER DEĞERLENDİRMESİ 
Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi (ORSAM) 
Süleyman Nazif Sokak No: 12-B Çankaya / Ankara 
Tel: 0 (312) 430 26 09 Fax: 0 (312) 430 39 48 
www.orsam.org.tr 



****