Suriye İç Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Suriye İç Savaşı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Ekim 2020 Cuma

ARAP BAHARI SONRASINDA TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL ROLÜ.,

 ARAP BAHARI SONRASINDA TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL ROLÜ., 



2010 yılının son aylarında başlayan Arap Baharı Tunus’ta Bin Ali, Mısır’da Mübarek ve Libya’da Kaddafi rejimlerinin devrilmesiyle sonuçlanmıştır. 

Güçlü otoriter rejimlerin sona ermesi Ortadoğu coğrafyasında demokratik dönüşüm açısından olumlu bir hava yaratmıştır. Bu dönüşümün büyük ölçüde iç dinamiklerden kaynaklanması ve tabandan yükselen bir hareket olması dikkat çeken bir diğer husustur.9 Türkiye, bu süreçte demokratikleşmeyi ve siyasal değişimi destekleyen en önemli aktörlerden biri olmuştur. Son yıllarda dış politika etkinliğini ve Ortadoğu bağlamında bölgesel gücünü artıran Türkiye için Arap Baharı önemli bir sınav haline gelmiştir. 

Arap Baharında Türkiye Ortadoğu halklarının taleplerine kulak vererek otoriter rejimler karşısında demokratik bir tavır almak ile bu rejimlerin yanında yer alarak halk gösterilerini görmezden gelmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye tercihini ilkinden yana kullanmıştır. Halk gösterilerine destek verilmesi ve otoriter rejimlerin karşısında durulması Türkiye’nin ekonomik ve siyasal ilişkilerini zedeleyebilecek bir tercihtir. Ancak Türkiye toplumsal taleplere sessiz kalmasının bölgesel liderlik misyonuna ve bölge halkları nezdinde itibarına zarar vereceğini düşünmüştür.10 

   Ayrıca otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş sürecinde oynanacak olumlu bir rolün Türkiye’nin merkez ülke vizyonunu güçlendireceği değerlendirilmiştir. 

Türkiye Ortadoğu halklarının demokratik dönüşüm taleplerini dikkate alan bir politika izlemiştir. Örneğin Mısır’daki Mübarek yönetimini görevini bırakmaya davet eden ilk ülkelerden biri Türkiye olmuştur. Mısır ve Tunus’ta rejim değişiklikleri sonrasında kurulan yeni yönetimlerle ilişkiler olumlu bir seyir izlemiştir. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Mısır ziyaretinde verdiği mesajlarda görüldüğü üzere siyasal değişim içerisindeki Ortadoğu ülkeleri daha fazla reform için teşvik edilmiştir.11 

Muhalif hareketlerin iktidar tarafından sert karşılandığı ve çatışmaların yaşandığı ülkelerde Türkiye daha büyük sorunlarla yüzleşmiştir. Özellikle Suriye’de geniş tabanlı bir toplumsal muhalefetin varlığına rağmen Esad rejiminin varlığını sürdürmesi, Libya’da Kaddafi sonrası dönemde siyasal sistemin yeniden yapılandırılamaması ve nihayet Mısır’daki siyasal değişimin askeri darbe ile kesintiye uğraması Arap Baharına dair olumlu havayı ortadan kaldırmıştır. 

   Türkiye muhalif gösterilerin çatışmalara dönüştüğü ülkelere uluslararası  toplumun müdahalesi fikrine bir süre karşı çıkmıştır. Libya’da gerçekleşen NATO operasyonuna başta itiraz eden Türkiye sonradan operasyona destek verecektir. Tüm ikna çabalarına rağmen Esad rejiminin uzlaşmaması üzerine Türkiye tavrını değiştirecektir. Suriye’de çatışmaların bir iç savaşa dönüşmesi ile birlikte muhaliflere destek verilmeye başlanmıştır. Bunun yanında Esad rejimine karşı uluslararası toplumun harekete geçmesi ve Suriye’nin kuzeyinde güvenli bir tampon bölgenin oluşturulması önerileri uluslararası platformlarda dile getirilmiştir. 

Türkiye bu önerilerine taraftar bulamasa da Suriye politikasında müttefiklerinin desteğini almayı başarmıştır. Bu destek Esad karşıtı muhaliflerin desteklenmesi şeklinde ve büyük ölçüde söylem düzeyinde kalan bir destektir. İç savaş ilerledikçe Türkiye bu desteği de yitirecek ve giderek yalnızlaşacaktır. Diğer yandan Mısır’daki askeri darbeye karşı çıkan Türkiye bu konuda da uluslararası toplumun desteğinden mahrum kalmıştır. Böylece Suriye İç Savaşı ve genel olarak Arap Baharı Türkiye’nin bölgesel güç imajı üzerinde son derece olumsuz bir etkide bulunmuştur. 

Bu olumsuz etkinin ilk boyutu komşuluk politikasında hissedilmiştir. 2011 yılına dek başarıyla yürütülen komşularla sıfır sorun politikası Türkiye’nin sadece yakın çevresindeki ilişkilerini iyileştirmekle kalmamış genel olarak dış politikasında hareket yeteneğini güçlendirmiştir. Ancak 2011 sonrasında komşularla yaşanan sorunların artması tam tersi bir etki yaratmış ve Türkiye’nin dış politikasındaki etkinliğini zayıflatmıştır.12 

Komşularla “Sıfır Sorun” şeklinde tanımlanan politikanın dışsal etkilere ne derece açık olduğu Arap Baharı sürecinde görülmüştür. Bu politikaların güvenilir muhataplarla yürütülmesi hayati bir öneme sahiptir. Dolayısıyla otoriter rejimleri ve ciddi güvenlik sorunlarını barındıran bir coğrafyada Türkiye’nin bölge barışına katkı sağlayacak yüksek hedeflere dayanan politikalar geliştirmesi ne kadar önemli ve gerekliyse bu politikaları gerçekçi temellere oturtmasının da o kadar zorunlu olduğu anlaşılmıştır. Bu zorunluluk Suriye İç Savaşı’nda daha da belirgin hale gelmiş ve Türkiye Suriye’den kaynaklanan kapsamlı güvenlik sorunları ile yüzleşmiştir. 

Türkiye’nin Suriye İç Savaşı nedeniyle karşılaştığı güvenlik sorunları sadece birtakım tehdit ve risklerden ibaret değildir. Suriye İç Savaşı Türkiye’nin Ortadoğu’da tüm aktörlerle diyalog kurabilen ve belirli bir nüfuza sahip bölgesel güç imajını olumsuz etkilemiştir. Esad rejiminin kısa sürede devrileceği beklentisi ne dayanan Suriye politikası Türkiye’yi belirli bir safta konumlandırmıştır.13 

  Türkiye, Ortadoğu halklarının reform taleplerini dikkate alan bir tavır benimsemiş olsa da bu yaklaşım bölgesel politikalarda bazı sorunlara yol açmıştır. Rusya ve İran’la farklı yaklaşımların benimsenmesinin yanı sıra ABD ve diğer Batılı müttefiklerle çıkar farklılıklarının artması Türkiye’nin dış politika manevra yeteneğini sınırlamıştır. 

DİPNOTLAR;

9 Rosemary Hollis, “No Friend of Democratization: Europe’s Role in the Genesis of the  ‘Arab Spring’”, International Affairs, Cilt: 88, Sayı: 1, s. 81-94. 

10 Ziya Öniş, “Turkey and the Arab Revolutions: Boundaries of Regional Power Influence in  a Turbulent Middle East”, Mediterranean Politics, Cilt: 19, Sayı: 2, 2014, s. 208. 

11 Ümit Çetin, “Laiklik her dine eşit mesafede”, Hürriyet, 15 Eylül 2011. 

12 Piotr Zalewski, “How Turkey went from ‘Zero Problems’ to Zero Friends”. Foreign Policy, 22 Ağustos 2013, 

 http://foreignpolicy.com/2013/08/22/how-turkey-went-from-zero-problems-to-zero-friends/, (Erişim Tarihi: 12 Ocak 2017). 

13 Birgül Demirtaş, “Turkish-Syrian Relations: From Friend ‘Esad’ to Enemy ‘Esed’”, Middle East Policy, Cilt: 20, Sayı: 1, 2013, s. 111-120. 


ARAP BAHARI SONRASINDA TÜRKİYE’NİN BÖLGESEL ROLÜ., 

Suriye İç Savaşı ve Türkiye’nin Değişen Güvenlik Gündemi 

ANKASAM | Ankara Kriz ve Siyaset Araştırmaları Merkezi

www.ankasam.org


***

17 Şubat 2020 Pazartesi

Vekâlet Savaşından İstihbarat Savaşlarına: Suriye İç Savaşı

Vekâlet Savaşından İstihbarat Savaşlarına: Suriye İç Savaşı


Ali SEMİN
www.bilgesam.org
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. 
İzinsiz yayımlanamaz. 
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 

Orta Doğu’nun coğrafi, sosyo-kültürel ve çok etnikli yapısı, tarihsel geçmişindeki bölgesel ve küresel güçlerin mücadele alanı olmasına neden olmuştur. 

   Aynı zamanda siyasi, ekonomik, enerji ve güvenlik bağlamında yaşanan hadiselerin, Orta Doğu coğrafyasındaki güç mücadelesini daha da arttırdığı gözlenmektedir. 

   Bu minvalde, 29 Kasım 1947 tarihinde İsrail ve Filistin devletlerinin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda görüşüldükten sonra Filistin topraklarının bölün mesiyle kurulmasına kararlaştırılması, İsrail’in kurulması ve ardından 1948 Arap-İsrail Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Orta Doğu’nun kronik sorunları baş göstermiştir. Arap-İsrail savaşlarıyla başlayan süreçlere bakıldığında, Orta Doğu’da 1968 yılında Irak’ta Baas Partisi’nin iktidara gelmesi, İran’da 1979 Humeyni Devrimi, 1980-1988 İran-Irak Savaşı, 1990’da Saddam’ın Kuveyt’i 
işgali, 11 Eylül Hadisesi, ABD’nin 2002 yılında Afganistan’ı ve Mart 2003’te Irak’ı işgal etmesi gibi gelişmelerin uluslararası arenada ciddi sorunları beraberinde getirdiği ileri sürülebilir. 

2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta başlayan Arap uyanışı veya Arap isyanları Orta Doğu bölgesinde yeni siyasal sistemlerin kurulmasına ve bölgesel-küresel güç ilişkilerindeki rekabet ve güç mücadelesine yol açmıştır. Bilhassa Suriye’de ve Yemen’de meydana gelen halk isyanlarının iç savaşa dönüşmesinden sonra Orta Doğu’da Filistin-İsrail sorunundan sonra en büyük kriz ve olay olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Suriye iç savaşı artık bölgesel bir krizden çıkmış küresel sorun haline gelmiştir. Dolayısıyla Haziran 2012’den bu yana Suriye’deki iç savaşın önüne geçilmesi için gerek bölge ülkeleri gerekse uluslararası camia pek çok konferans, zirve ve görüşmeler düzenlenmiş ancak herhangi bir somut çözüm bulunamamıştır. Rusya’nın Eylül 2015’te askeri olarak sahaya inmesiyle beraber Suriye’de bulunan dış aktörler tarafından verilen vekâlet savaşlarının dengelerini değiştirmiş tir. Bu nedenle başta Türkiye olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri (ABD) işbirliği yapan İran dışındaki aktörlerin Suriye meselesinde yeni petner arayışına girdiler. Özellikle ABD ve Batı eksenli politikalar üreten ve diyalog yolu 
aralayan Türkiye’nin 24 Ağustos 2016 tarihinde Suriye’de başlattığı Fırak Kalkanı Harekâtı ve 19 Ocak 2017 tarihinde de Zeytin Dalı Hareketi ile iki sınır ötesi iki başarılı operasyonla 

Suriye’de artık hem sahada hem de Rusya- İran ile işbirliğine veya konjonktürel ortaklık halindedir. Bu bağlamda Türkiye, Rusya ve İran’ın 2017 yılında başlattığı Astana süreciyle söz konusu her üç ülkenin garantör olması Suriye iç savaşını tamamen sonlandırmasa da belli bölgelerde çatışmaları geçici olarak durdurabilmiştir. 

2018 yılında Suriye’de güç mücadelesi veren bölgesel ve uluslararası aktörlerin vekâlet savaşından istihbarat savaşlarına önemli bir çizgide geçtiğini söylemek mümkündür. Suriye’de yaşanan pek çok gelişmeleri kendi sınır ve ulusal güvenliğini tehdit ettiğini var sayan Türkiye de istihbarat savaşlarında da mücadele ettiği görülmektedir. 

Astana-Tahran ve Soçi Hattı Suriye’deki İç Savaşı Çözer mi?

Türkiye, Suriye iç savaşının başlamasından sonra 2013 yılında ABD ve Batılı ülkelere üç plan sunmuştur. Bu planlar Esed rejiminin devrilmesi için ılımlı muhaliflere eğit-donat planı, Suriye’de belirli bölgelerin güvenli ve uçuşa yasak bölge ilan edilmesidir. Ancak Washington yönetimi kabul ettiğini ifade etse de bu önerilere yanaşmamıştı. 

Bu nedenle Türkiye, Suriye’de ABD yerine sahada daha aktif olan Rusya ve İran ile işbirliğine giderek ülkede yaşanan mülteci akınını durdurmak ve belli bölgelerde çatışmaların durdurulması için ciddi ve somut adımlar atmaya başladı. Türkiye, Suriye’de Rusya ve İran eksenli işbirliğini kuvvetlendirmek amacıyla 2017 yılında önce Kazakistan’ın başkentinde Astana sürecini başlattı. Astana süreci aslında 2012 yılından bu yana Suriye’de çözüm arayışları olan Cenevre, Viyana, Paris, Kahire ve Riyad gibi başkentlerdeki zirvelere karşı ciddi, somut ve alt yapısı olan aktörlerin inisiyatifi kontrol etme çabası olduğu söylenebilir. 

Ancak şu bir gerçektir ki, Astana süreci dahilinde 4 Mayıs 2017 tarihinde alınan kararların en önemlisi; Türkiye, Rusya ve İran’ın garantör ülke olduğunun ilan edilmesi olsa da ABD, İsrail, Fransa, İngiltere, Çin ve sahada bulunan diğer aktörleri de Suriye topraklarında yok saymak veya söz konusu aktörler olmadan herhangi bir adım atmak pek mümkün görünmemektedir. Başka bir tabirle garantör ülkeler olarak belirli bölgelerde etkin ve etkili olsa da Suriye genelinde ki iç savaşı durdurmak kolay olmayacaktır. Bu açıdan 4 Mayıs 2017 tarihinde Türkiye, Rusya ve İran arasında Suriye’de imzalanan çatışmasızlık bölgeleri anlaşmasının aslında rejimin avantajına olduğunu ifade etmek mümkündür.   

 Çünkü bahse konu garantör ülkelerinin belirlediği Hums, Doğu Guta, İdlib vilayeti, Dera ve Kuteytra’daki çatışmasız bölgelerinde Esed rejimi, Tahran ve Tahran tarafından bariz bir şekilde ihlal edildiği görünmektedir. Dikkat edilirse İdlib dışındaki bölgeler Esed ordusu ve Rus uçakları tarafından bombalanarak rejimin kontrolünde geçmiştir. Aslında Astana’da yapılan anlaşmanın Suriye topraklarında rejim, muhalefet, bölgesel ve küresel güçlerin kontrol ettiği bölgelerde stebil de olsa kalmalarını sağlamaktı. 

Başka bir tabirle 2011 yılından sonra herhangi bir güç kontrol ettiği bölge varsa orada kalma strateji uygulanacak şeklinde ifade edilebilir. Aslında Astana zirvelerinde Türkiye’nin temel hedeflerinden biri çatışmasız bölgeler ilan edilerek Suriye topraklarına muhafaza etmek ve ülkenin kuzeydoğusundaki ADB-Batı ve rejim destekli PKK/YPG terör örgütü yapılı özerk bir Kürt oluşumunu önlemek olduğu söylenebilir. Türkiye’nin tüm girişimi Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumakla birlikte ülkenin siyasi sisteminin geleceğinde tıpkı Irak’ta olduğu gibi 
federalizme dönüşmesinin önüne geçebilmektir. 

Bu nedenle Suriye’de Türkiye-Rusya ve İran’ın orta/uzun vadede farklı politika veya stratejilerinin olmasına rağmen ABD’ye karşı birlikte hareket etmeyi öncelemiş oldukları görülebilir. 

Öte yandan, Astana sürecinde yaşanan gelişmelerin yanısıra Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Rusya Federasyonu Putin ve İran Cumhurbaşkanı 
Hasan Ruhani arasında 7 Eylül 2018 tarihinde düzenlenen Üçlü Tahran Zirvesinde ilk defa Türkiye ile Rusya’nın ayrıştığı ve fikir ayrılığına sahip olduğu net bir şekilde ortaya çıkmıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’de bulunan tüm taraflar ateşkes çağırısı yapması üzerine Putin’in itiraz etmesi Ankara-Moskova ve Tahran hattındaki görüş ayrılıkları tam anlamıyla belli olsa da Türkiye-ABD ilişkilerindeki PYD terörü konusundaki kadar derin değildir. 

Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır ki, Tahran zirvesinde ortaya çıkan ateşkes itirazlarına karşın yine de 12 maddelik bir bildirge yayınlanması tarafların Astana sürecini muhafaza etmek istediğinin bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Tahran bildirgesi aşağıdaki gibidir:

1. Astana formatının Ocak 2017’den bu yana sağladığı başarılardan, özellikle de Suriye Arap Cumhuriyeti genelindeki şiddetin azaltılmasında katedilen ilerlemeden ve ülkede barış, güvenlik ile istikrara yapılan katkıdan duydukları memnuniyeti ifade etmişlerdir.

2. Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğü ile BM Şartı’nın amaç ve ilkelerine olan kuvvetli ve devam eden taahhütlerini vurgulamış ve bunlara herkes tarafından saygı gösterilmesi gerektiğinin altını çizmişlerdir. Kim tarafından gerçekleştirildiğine bakılmaksızın, hiçbir eylemin bu ilkelere halel getirmemesi gerektiğini yinelemişlerdir. Terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına dair her türlü girişimi reddetmiş, Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğini zayıflatmayı amaçlayan ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını ifade etmişlerdir.

3. Sahadaki güncel durumu ele almışlar, 4 Nisan 2018 tarihinde Ankara’da yapılan son toplantılarının ardından Suriye Arap Cumhuriyeti’yle ilgili meydana gelen gelişmeleri değerlendirmişler ve aralarındaki mutabakat uyarınca üçlü eşgüdümü sürdürmek hususunda hemfikir kalmışlardır. 

Bu çerçevede, İdlip gerginliği azaltma bölgesindeki durumu görüşmüşler ve bu konuyu yukarıda belirtilen ilkelere ve Astana formatını tanımlayan işbirliği ruhuna uygun olarak ele almayı kararlaştırmışlardır.

4. BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan DAEŞ, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DAEŞ’le bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen ortadan kaldırılması amacıyla aralarındaki işbirliğini sürdürme kararlılıklarını teyit etmişlerdir. Terörle mücadelede, yukarıda belirtilen terörist grupların ateşkes rejimine katılmış veya katılacak olan silahlı muhalif gruplardan ayrıştırılmasının sivil zayiatın önlenmesi bakımından da dahil olmak üzere büyük önem arzettiğinin altını çizmişlerdir.

5. Suriye ihtilafına askeri çözüm getirilemeyeceğine ve ihtilafın yalnızca müzakere edilmiş bir siyasi süreç yoluyla sona erdirilebileceğine dair inançlarını yinelemişlerdir. Siyasi sürecin Soçi’de düzenlenen Suriye Ulusal Diyalog Kongresi’nin kararları ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararıyla uyumlu olarak ilerletilmesi amacıyla aralarındaki aktif işbirliğini sürdürme kararlılıklarını teyit etmişlerdir.

6. Suriyelilerin öncülüğünde ve sahipliğinde bir siyasi çözüme ulaşma sürecini ilerletme amaçlı ortak çabaları sürdürme konusundaki kararlılıklarını yinelemişler ve Anayasa Komitesi’nin kurulması ile çalışmalarının başlatılmasına yardımcı olmaya yönelik taahhütlerini vurgulamışlardır. 

Kıdemli memurları ile Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’nin Suriye Özel Temsilci si arasındaki yararlı istişarelerden duydukları memnuniyeti vurgulamışlardır.

7. Bütün Suriyelilerin normal ve huzurlu bir hayata yeniden kavuşmalarına ve acılarının hafifletilmesine yönelik tüm çabalara destek olma ihtiyacını vurgulamışlardır. Bu bağlamda, ilave insani yardım göndermek, insani mayın temizliği faaliyetlerini kolaylaştırmak, sosyal ve ekonomik tesisler de dahil olmak üzere temel altyapı unsurlarını eski haline getirmek ve tarihi mirası korumak suretiyle Suriye’ye yapılan yardımı artırmaları için başta Birleşmiş Milletler ve insani ajansları olmak üzere uluslararası topluma çağrıda bulunmuşlardır.

8. İhtiyaç duyan tüm Suriyelilere hızlı, güvenli ve kesintisiz insani erişim sağlanmasını kolaylaştırma yoluyla, sivillerin korunması ve insani durumun iyileştirilmesini hedefleyen ortak çabaları sürdürmedeki kararlılıklarını yinelemişlerdir.

9. Sığınmacıların ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişilerin Suriye’de ikamet ettikleri asıl yerlere güvenli ve gönüllü olarak geri dönüşleri için gerekli şartların oluşturulması ihtiyacının altını çizmişlerdir. Bu amaçla, Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) ve diğer uluslararası uzmanlık kuruluşları da dahil olmak üzere, ilgili tüm taraflar arasındaki eşgüdüm ihtiyacını vurgulamışlardır. [Suriyeli mülteciler ve ülke içinde yerlerinden edilmiş kişiler hakkında uluslararası bir konferansın toplanması fikrini değerlendirmek hususunda mutabık kalmışlardır.

10. BM ve Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) uzmanlarının katılımıyla yürütülen, alıkonulanlar / kaçırılanların serbest bırakılması, cenazelerin teslimi ve kayıp şahısların tespiti Çalışma Grubu’nun faaliyetlerindeki ilerlemeyi memnuniyet  ile karşılamışlardır.

11. Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Sayın Vladimir Putin’in daveti üzerine, bir sonraki toplantılarını Rusya Federasyonu’nda yapmayı kararlaştırmışlardır.

12. Rusya Federasyonu ve Türkiye Cumhuriyeti Devlet Başkanları, Tahran’daki Üçlü Zirve’ye evsahipliği yapmalarından ötürü İran İslam Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Hasan Ruhani’ye içten teşekkürlerini sunmuşlardır.

Yukarıda belirtilen gelişmelerin ışığında, Tahran zirvesinin temel çıkış noktası İdlib’de ateşkes ilan edilmesi Türkiye’nin temel hedeflerindendi. 

Bu bağlamda 17 Eylül’de Soçi’de Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Putin’in görüşmesi sonrasında İdlib mutabakatı imzalandı. Türkiye İdlib’deki radikal grupları ikna ederek ağır silahların 15-20 km’lik bir alandan uzaklaştırılmasını ve söz konusu bölgeyi tampon bölge ilan edilmesi için adeta ikna etme pozisyonundadır. Başka bir ifadeyle Soçi’deki zirveye Türkiye’nin Rusya ile radikal unsurlar arasında dolaylı olarak arabulucu görevi gördüğünü söylemek yanlış olmaz. 


    Bu bakımdan eğer ki Türkiye’nin İdlib’de bulunan radikal guruplarına yönelik ikna çabası kısa veya orta vadede başarılı olmazsa kentin yeniden rejim ve Ruslar tarafından bombalanmaya başlanacağını öngörmek mümkündür. 

İdlib Rusya-İran ve Rejim İçin Ne Anlama Geliyor? 

İdlib’in stratejik bir öneme sahip olmasıyla birlikte 8 yıldır devam eden Suriye iç savaşında kazanan tarafın olmamasından dolayı Esed rejimi ve Rusya’nın kenti kontrol ederek zafer ilanı çabaları içinde oldukları söylenebilir.

 Dolayısıyla Soçi zirvesinde rejimin ve Rusya’nın saldırıları önlendi, ancak orta vadede tekrardan kontrol amaçlı İdlib’e saldırılar düzenlenebilir. 

Örneğin el Kaide bağlantılı gurupları terör varlığı olarak gerekçe gösterilerek saldırılar başlatılabilir. İdlib’in tamamen tüm terör örgütlerinden temizlenmesi kısa vadede oldukça zor gözükmektedir. Çünkü İdlib’de radikal terör örgütleri içerisinde ılımlı gurupları ayırt etmek pek kolay görünmüyor. 

Türkiye’nin Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanlığı’nın Suriye’deki Operasyonları Başarılı mı?

Suriye’de yalnızca askeri olarak varlık göstermenin yeterli olmadığı, ülkedeki vekalet savaşlarının yanında istihbarat savaşının olduğu ortadadır. Türkiye’nin 2016 yılından beri Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı Harekatları ile Suriye’de düzenlediği sınır ötesi operasyonlarının başarılı olmasındaki temel etken; Türk Silahlı Kuvvetleri ile İstihbarat birimleri arasındaki koordinasyondur. 

Eğer ki Suriye topraklarında Türkiye’nin istihbaratı güçlü bir şekilde çalışmış olmasaydı askeri operasyonları da eksik kalırdı. Dolayısıyla TSK ile MİT’in Suriye’de koordineli olarak çalışmasının ciddi başarılar elde ettiği görülmektedir. Öte yandan, Türkiye’nin Suriye topraklarındaki yerel muhalif guruplarla yakından teması da başarısında etkendir. Gerek Özgür Suriye Ordusu’nu kontrolünde tutması gerekse sahadaki birçok gurubun içerisinde istihbarat 
toplama kabiliyeti Türkiye’nin Suriye sahasındaki operasyonel gücünü artırmaktadır.

    Bu nedenle, Türkiye’nin istihbarati başarısını önemli operasyonlarla gösterdiğini söylemek mümkündür. Örneğin 12 Eylül 2018 tarihinde 
MİT’in bizzat kendi elemanlarıyla herhangi bir dış istihbaratlardan destek almadan 53 vatandaşın hayatını kaybettiği Reyhanlı saldırısının planlayıcısı terörist Yusuf Nazik’i Suriye’nin Lazkiye kentinde yakalaması ve Türkiye’ye getirmesinin ciddi bir çalışma olduğunu kabul etmek gerekir. Lazkiye’de bulunan Rus ve Rejim güçlerine rağmen operasyon yapmak meşakattli bir durumdur. Terörist Nazik operasyonundan sonra bu kez 14 Eylül’de MİT, Zeytin Dalı Harekatı sırasında Piyade Üsteğmen Oğuz Kaan Usta ve Piyade Uzman Çavuş Mehmet Muratdağı’nın şehit edilmesi ve akabinde Usta’nın naaşının kaçırılması olayına karışan 9 teröristin Afrin’in Raco beldesinde yakalanıp Türkiye’ye getirdi. 
Bu tür operasyonların Suriye topraklarında yapılmasının en önemli göstergesi dünya kamuoyuna Türk istihbaratının Suriye’de ne kadar etkin olduğunu ve gerektiğinde operasyon yapabilecek güçtedir mesajını da vermektedir. Yukarıda belirtilen gelişmeler değerlendirildiğinde, Türkiye’nin Suriye meselesinde diplomatik, askeri ve istihbarati olarak var olmasının kendi sınır güvenliğini ve ulusal güvenliğini korumak bakımından hayati öneme sahiptir. 


www.bilgesam.org
BİLGESAM Hakkında
BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine    yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında;

Ali SEMİN.,

Mart 2011’de BİLGESAM Ortadoğu Araştırmaları Uzmanı olarak başlamış olduğu görevine, 1 Eylül 2015 tarihinden beri Araştırma Koordinatörü 
olarak çalışmalarına devam etmekte olan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış 
politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülke- leri, İran, Suriye, Libya, 
Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.


***

4 Aralık 2018 Salı

Suriye İç Savaşı

Üçüncü Senesinde Suriye İç Savaşı


Merve Önenli Güven 
Tarafından yazıldı.



           “Arap Baharı” adıyla 18/12/2010 tarihinde Tunus’ta başlayarak Ortadoğu ve Kuzey Afrika coğrafyasına yayılan ayaklanmalar 15/03/2011 tarihinde, Suriye’ye de sıçramıştır. Mart 2011’den itibaren devam eden ayaklanmalar neticesinde bölgede farklı fraksiyonlar baş göstermiştir. Bu yapılanmaların sayısının 1.000 civarında olduğu, söz konusu bu oluşumlara ise 100.000 kişinin bağlı olarak faaliyet gösterdiği yönünde bilgiler bulunmaktadır.[1]

            Bu yazıda, dördüncü yılına girmek üzere olan Suriye iç savaşının, hâlihazırda nasıl bir seyir izlediği, çatışmanın tarafı olan grupların son durumlarının ne olduğu, gelişmeler ışığında hangi dinamikler üzerinden iç savaşın nasıl bir boyut kazanabileceği hususlarının değerlendirilmesi amaçlanmaktadır.

Hangi Bölgeler Hangi Grupların Elinde?

Suriye’de günümüzde faaliyet göstermekte olan gruplar; muhalif, bağımsız, Kürt ve cihatçı şeklinde sınıflandırılabilirler. Suriye iç savaşının aktörleri;

Muhalif Gruplar:

                 -   Özgür Suriye Ordusu (ÖSO),

                 -   ÖSO bünyesinden türeyen Yüksek Askeri Konsey (YAK),

                  -   YAK’a bağlı; Suriye Şehitleri Tugayı, Kuzey Kasırgası Tugayı, Ahrar Suriye   Tugayı,

-    Suriye İslami Kurtuluş Cephesi ve bu cepheye bağlı olarak faaliyet gösteren; Faruk Tugayı, Sukuru’ş-Şam, Liva el-Tevhid, Liva el-Fetih, Ceyş el-İslam, Liva el-İslam,

-    Suriye İslam Cephesi ve bağlı grupları; El Hak Tugayı, Ensar el-Şam Tugayı, Ceyş-el Tevhid, Şam Mücahitleri Tugayı,

-    Ahrar-el Şam el-İslamiye Hareketi, 

Bağımsız Gruplar:

-          Ahfad el-Resul Tugayı,

-          Asala ve el-Tanmiya (Hakikilik ve Büyüme) Cephesi,

-          Duro el-Tavra Komisyonu,

-          Tecammu Ensar el-İslam,

-          Yarmuk Şehitler Tugayı,

-          Ulusal Birlik Tugayı,

Kürt Grup:

- PKK’nın Suriye kolu Demokratik Birlik Partisi (PYD) ve silahlı kanadı, Halk    Savunma Birlikleri (YPG),

Cihatçı Gruplar:

             - Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD)-diğer adıyla İslam Devleti-[2],

             - El Nursa Cephesi,

             - Ceyş el-Muhacirin ve el-Ansar (Göçmenler ve Destekçiler Ordusu)

               şeklindedir.[3]

            Esad Güçleri, nüfusun yoğun olduğu kuzey-güney batı hattı boyunca kontrolü elinde bulundurmaktadır. Bu çerçevede Esad’ın kontrolü altında olan bölgeler; Halep ve İdlip’in iç kesimleri, Lazkiye, Hama, Tartus, Humus, Şam ve Süveyde bölgeleridir. Ayrıca Halep Bölgesi’nin iç ve orta kısımları da Esad güçlerinin kontrolü altındadır.[4]

            ÖSO; Halep Bölgesi’nin kuzey batı ve batı bölgeleri, İdlip İli’nin batı, orta ve güney kesimleri, Humus Kenti’nin kuzey-orta kısmının küçük bir bölümü ile Dera İli’nin İsrail Sınırı/Golan Tepeleri hattı boyunca mevcudiyet göstermektedir.[5]

            IŞİD, Suriye’de yürüttüğü strateji çerçevesinde bölgenin doğal kaynaklarının ve petrol sahalarının bulunduğu orta ve doğu yönündeki alanları öncelikli olarak hedef almaktadır. Bu çerçevede IŞİD, Rakka ve Deruza Bölgeleri’ni kontrol altına almıştır. Ayrıca IŞİD’in Dicle ve Fırat Nehirleri boyunca ilerlediği görülmektedir. Bu noktadan da hareketle IŞİD’in öncelikli hedefinin, Suriye’deki ekonomik kaynakların kontrol altına alınması ve akabinde nüfus yoğunluğunun bulunduğu bölgelere doğru ilerlemek olduğu anlaşılmaktadır.[6]   

            PYD ise Suriye’nin kuzey bölgesini yani Suriye-Türkiye sınırı olan bölgeyi kontrol altında tutmaktadır. Bu bağlamda; Afrin, Kobani, Kamışlı, Haseke ve Resul-el Ayn Bölgeleri’nde hâkimiyet kurmuştur.[7]

            Söz konusu grupların kontrol altında tuttuğu bölgelerde, aynı zamanda gruplar birbirleriyle çatışmaya devam etmektedir. Bu çerçevede IŞİD ve PYD arasında PYD’nin hâkimiyet kurduğu; Kobani, Kamışlı, Haseke ve Resul-el Ayn Bölgeleri’nde çatışmalar yaşanmaktadır. Aynı zamanda söz konusu bu çatışmaların Eylül 2014 itibarıyla şiddet seviyesinin de arttığı gözlemlenmektedir. Bu duruma son olarak IŞİD’in, Kobani ile Telabyad İlçeleri arasındaki köylere yönelik gerçekleştirdiği saldırılar örnek olarak verilebilir. Bu saldırılar neticesinde bölgeden kaçan yaklaşık 3.000 kişi Türkiye sınırına gelmiştir. Saldırılar neticesinde IŞİD bölgede kontrolü sağladığını açıklarken, PYD Başkanı Salih Müslim tarafından bu açıklama yalanmış olup çatışmaların hala sürdüğünü ifade etmiştir.[8]

Halep, İdlip, Lazkiye, Hama, Humus, Şam ve Dera Bölgeleri’nde ise Esad güçlerinin baskın olmasına rağmen sınırlı küçük alanlarda muhalif güçlerle Esad güçleri arasında çatışmalar sürmektedir. Ayrıca ÖSO, PYD/YPG ve diğer muhalif gruplar tarafından IŞİD’e karşı ortak mücadele yürütmek amacıyla Burkan El Fırat ismiyle ortak bir savunma gücü oluşturulmuştur. Bahse konu oluşum tarafından IŞİD’e karşı Kobani’de Eylül 2014 içerisinde bir saldırı gerçekleştirildiği duyurulmuştur.[9]

            Esad’ın Stratejisi

            Beşar Esad Mart 2011’den itibaren başlayan ayaklanmalara yönelik sert müdahaleler gerçekleştirmiş, muhalefete yönelik verilen dış destek çerçevesinde bir dönem bocalamış, ancak hâlihazırda Suriye’nin nüfusunun yoğun olarak yaşadığı Halep, İdlip, Lazkiye, Hama, Tartus, Humus, Şam ve Süveyde üzerinde yeniden kontrolü sağlayabilmiştir. Ayaklanmaların başlamasıyla birlikte ortaya çıkan kaos ortamından dolayı ilk başta Esad ve Esad’a bağlı güçler, kontrolü sağlamakta zorlanmışlardır. Ancak 2014 yılına gelindiğinde karışıklığın devam etmesine rağmen kaos içerisinde, Esad’ın belli bir düzeni kurulabilmesi neticesinde önemli oranda kontrolü yeniden kendi lehine çevirebilecek bir pozisyon kazandığı söylenebilecektir. Esad’ın belli oranda yeniden güçlenmesine neden olan faktörler;

-          İran, Çin ve Rusya’dan aldığı destek,

-          Düzenli ordunun yerine Irak, Yemen ve İran’dan gelen gruplar üzerinden diğer güçlere karşı gerilla tarzı mücadele yürütmeye başlaması, bu durumun savaş kapasitesini geliştirmesi,

-          Sürmekte olan çatışmayı, kontrolü elde ettiği bölgelerin temas alanlarına kaydırabilmesi, bu şekilde iç kesimlere doğru güvenliğin sağlanması neticesinde bölgede yaşayan nüfusun güveninin kazanılması,

-          Belli bölgelerde elde ettiği kontrol üzerinden söz konusu alanlarda düzeni sağlayabilmesi, bu bölgelerde yaşayan nüfusun eski hayatlarına dönerek savaş ortamından bir nebze yalıtılabilmesi,

-          Dördüncü yılına girilmek üzere olan iç savaşın halkı yorması neticesinde, bölgede kalan insanların düzenin ve asayişin yeniden sağlanabildiği bölgelere geçmeyi tercih etmesi, bu bağlamda Esad’ın kendi kontrolü altında bulunan bölgelere geçmek isteyen gruplara da silahlanmamaları kaidesi dışında karışmaması ve göreceli rahat bir ortam sağlaması,

-          Bu çerçevede, muhalefet kanadının Esad’a oranla belli bir kontrol ve düzeni sağlayabilme noktasında geride kalması; ÖSO’nun kendi içerisinde oluşan çok başlılık neticesinde gücünü muhafaza edememesi, ayrıca IŞİD’in yöntemlerinin ve onun kontrolü altında kurulacak olası bir düzenin, Suriye’de yaşamakta olan çoğunluk tarafından kabul edilebilirliğinin bulunmaması,

-          Esad ve PYD’nin kontrolünün bulunduğu bölgeler dışında diğer grupların bulundukları ve kontrol altında tuttukları bölgelerde asayişi sağlayamamaları,
şeklinde sıralanabilir.

Söz konusu gelişmeler ışığında Esad’ın, sağladığı düzen ve asayiş ortamını muhafaza etmek yönünde bir strateji izlediği, kendisine bağlı güçleri temas bölgelerine konuşlandırarak sürmekte olan çatışmanın kontrol sağladığı bölgelerin merkezine ulaşmasını engellemeye çalıştığı anlaşılmaktadır. Kendi bölgesinde bulunan halka herhangi bir yaptırım ve zorlama uygulamayarak dışarıdan gelecek olanlara da göreceli olarak normal hayatlarına dönme imkânı yarattığı anlaşılmaktadır. Bu şekilde Esad’ın öncelikli hedefinin; düzenin ve asayişin kendi yönetiminde sağlanabildiğini göstermek ve bu şekilde nüfusun çoğunluğunu yeniden kendi kontrolü altına alarak sıcak çatışmayı belli bölgelerde sınırlandırmak olduğu değerlendirilmektedir.

            İç Savaşın Uzamasına Etken Olan Faktörler ve İç Savaşın Seyri

İç savaşın uzun süredir devam ediyor olmasının nedenlerinden birisi; aldığı önemli orandaki dış desteğe rağmen, ÖSO’nun bu süreçte kendi içerisinde parçalanmasıdır. Birlik olarak hareket etmek yerine, çok başlılığın ortaya çıkışı, ÖSO’nun Esad’a karşı mücadele kabiliyetini azaltmıştır. Netice itibarıyla da çatışmanın uzun sürmesine neden olan etkenlerden olmuştur. Ortaya çıkan istikrarsız ortam, iktidar-muhalefet çatışmasının yanında terör örgütleri başta olmak üzere farklı fraksiyonların da ortaya çıkmasını tetiklemiştir. Silahlı unsurların türemesi çatışmayı körükleyen bir faktör olmuştur.

Ayrıca ABD ve Batılı müttefikleri tarafından, Suriye’deki muhalif güçlerin Esad’a karşı savaşma kabiliyetlerinin arttırılması çerçevesinde yapılan silah yardımları, cihatçı ve radikal örgütlerin eline geçmiştir.[10] Bu durum da iç savaş ortamına yeni silahlı grupların katılarak karmaşanın boyutunun yükselmesine ve süresinin uzamasına neden olmuştur.   Esad’ın parçalanan gücü, Esad’a karşı alternatif olarak oluşturulan ÖSO’nun bu güç karşısında yetersiz kalması ve içerden aldığı belli orandaki desteği de beklenen güveni ve güvenliği sağlayamaması neticesinde yitirmesi nedeniyle bölgede PYD ve IŞİD etkin birer güç haline gelmişlerdir.

PKK/PYD ve IŞİD’in etkin güçler olarak ortaya çıkmalarından sonra bu güçlerini muhafaza edebilmeleri, daha önceden ellerinde var olan silahlara, çatışma ortamının sağladığı imkânlar neticesinde eklediği yeni ağır silahlar sayesinde gerçekleşmiştir. PKK/PYD’nin Rojova olarak adlandırdığı alanda edindiği kontrol ve söz konusu bölgede ilan ettiği özerklik karşısında Esad’ın, PKK/PYD’ye karşı mücadele yerine, PKK/PYD’nin gücünü kabullendiği görülmektedir.

Esad’ın PKK/PYD’ye olumlu tavrının en önemli nedenlerden birisi de iç savaşın başladığı dönemde Suriye Ordusu’nun muhalif gruplarla savaşma konusunda yaşadığı bocalama esnasında, PKK/PYD’nin etkin olduğu bölgeyi, kaçış ve korunma amaçlı kullanabilmesidir. Ayrıca AKP Hükümeti’nin Esad karşıtı takındığı tavır ve muhalif güçleri Türkiye’de örgütleme, söz konusu gruplara silah, para ve eğitim desteği vermiş olması da Türkiye için öncelikli tehditlerden birisi olan PKK’yı, Esad nezdinde iyi ilişkiler geliştirilmesi gereken bir aktör haline getirmiştir.

Hâlihazırda Suriye’de birbiriyle çatışan tarafların ortak bir düşmanları vardır, bu da IŞİD’dir. IŞİD faktörü Esad’a karşı savaşan güçlerin yönünün IŞİD’e dönmesine neden olmuştur. IŞİD’in Suriye’nin doğu bölgelerindeki enerji kaynaklarına odaklanması da daha içeri bölgelerde bulunan Esad güçleriyle şu anda karşı karşıya gelinmesini gerekli kılmamaktadır. Bu durumda da IŞİD’in yayılmacı stratejisi çerçevesinde karşısına çıkan muhalif grupları ve PYD’yi öncelikli hedefleri haline gelmektedir. Bu durumun en somut örneklerinden birisi; muhalif grup içerisinde yer alan İslamcı Ahrar El Şam’ın da aralarında bulunduğu İslamcı silahlı oluşumların, 09/10/2014 tarihinde Suriye’nin İdlip Şehri’nde, IŞİD’e karşı ortak mücadele yürütülmesi konusunda gerçekleştirdiği toplantı esnasında gerçekleştirilen bombalı saldırı neticesinde, Ahrar El Şam grubu lideri Hasan Abboud öldürülmesiyle görülmüştür.[11]

IŞİD, yayılmacı stratejisini öncelikli olarak kendisine ekonomik güç sağlayacak bölgelere doğru gerçekleştirmektedir. Bu çerçevede IŞİD, Suriye’de izlediği strateji çerçevesinde; bazı yerel güçlerden/aşiretlerden aldığı destekle de doğal kaynakların ve petrol alanlarının bulunduğu Rakka ve Deruza Bölgeleri’ni ele geçirmiş ve kontrol altına almıştır.[12] IŞİD’in Suriye’de ekonomik kaynakları ele geçirmiş olması, IŞİD’in savaş kapasitesini sürdürebilir hale getiren önemli bir etkendir.

Esad’ın, yeniden kontrol sağladığı bölgelere IŞİD’in karışmaması halinde, IŞİD’e karşı gücünü kullanmaktan sarfı nazar ettiği söylenebilecektir. Ayrıca birbirlerini öncelikli derecede tehdit olarak algılayan PKK/PYD ve IŞİD’in birbirlerine karşı savaşması da bu bağlamda Esad tarafından kullanılmaktadır.

  Sonuç    

Suriye’de 03/06/2014 tarihinde seçimler yapılmıştır. Seçimlere katılım oranının %73,42, Beşar Esad’ın aldığı oy sayısının 10 milyonun üzerinde ve %88,7 olduğu açıklanmıştır.[13] Savaşın gölgesinde gerçekleştirilen seçimler neticesinde Esad, yedi senelik dönem için yeniden seçilmiştir. Seçimler; çatışmalı ortamın devam ettiği, bu bağlamda Suriye’yi terk eden birçok Suriyeli vatandaşın bulunduğu, birçoğunun da hayatını kaybetmiş olmasıyla birlikte sorgulanır bir hale bürünmüştür. Birleşmiş Milletler (BM)’in açıklamasına göre iç savaş süresince üç milyondan fazla Suriye’li, mülteci konumuna gelmiştir. Bu sayı en yüksek orana iç savaşın üçüncü senesinde, bir senede bir milyon Suriyelinin ülkelerini terk etmeleriyle ulaşmıştır.[14] Demokrasinin sağlayıcı araçlarını kullanmış olmak, ortaya çıkan sonucun her zaman demokratik ve meşru olduğu anlamını taşımamaktadır. Ayrıca demokratik yollarla seçilmiş olmak da seçilenin seçildikten sonra meşru olmayan icraatlarını haklı hale getirmemektedir.

            Suriye’deki iç savaşın dinamiklerini oluşturan grupların yapıları incelendiği zaman, bu grupların mümkün olduğunca mevcudiyetlerini devam ettirme yönünde bir hareket tarzı izledikleri ve izleyecekleri görülmektedir. Her grup bölgede yaşanmakta olan çatışmalı ortamdan maksimum şekilde kazanç sağlayacak çerçevede planlamalar yapmaktadır. Bu durum da çatışmanın devamlılığını körüklemektedir. Örgütlerin mevcudiyetlerinin öncelikli olduğuna örnek olan durumlardan birisi de Ahrar el Şam Örgütü lideri Hasan Abboud’un öldürülmesinden yaklaşık bir hafta sonra liderliğe Hashim al-Sheikh’in getirilmesiyle görülmektedir.[15]  

            Günümüzde önem arz eden gelişmelerden birisi de ABD’nin IŞİD ile mücadelesini Suriye’de de gerçekleştireceği yönündeki açıklamasıdır. Rusya, İran ve Çin tarafından desteklenen Esad Rejimi’nin de bu hareket tarzına, Suriye’deki ABD varlığına karşılık verecek bir strateji izleyerek yanıt vereceği değerlendirilmektedir. Esad için ABD, IŞİD’den daha büyük bir tehdittir.

ABD başta olmak üzere Batılı güçlerin muhalif gruplara eğitim, para ve silah temini konusunda yardım ettiği açıkça bilinmektedir. Bu yardımın sonuçlarından birisi de muhalif güçlerin cihatçı gruplara yenilerek silahlarının bu grupların eline geçmesidir. Bu şekilde söz konusu gruplar savaşma kabiliyetlerini arttırmışlardır. IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin, Suriye’deki muhalif kanada silah desteği verecek olması da savaşma kapasiteleri düşmüş olan muhalif grupların yeniden güçlenmesine neden olacaktır. Hâlihazırda silahlı faaliyet gösteren grupların ellerinde teknolojik ve ağır silahlar bulunmaktadır. Yeni silahların da bölgeye gönderilmesi, Suriye iç savaşının daha da körüklenerek süresinin uzaması anlamına gelmektedir.

ABD’nin müdahalesi noktasında ise ABD’nin demokrasi kisvesi altında müdahale ettiği coğrafyaların başta Afganistan ve Irak olmak üzere mevcut halleri açıkça görülmektedir. Zaten Suriye iç savaşının, Esad’ın karşısında bir duruş sergileyerek tarafı olan ABD’nin, IŞİD’e karşı yürütülecek mücadele çerçevesinde Suriye’deki muhalif grupları daha da çok silahlandıracağını açıklaması, IŞİD karşısında yürütülecek mücadele stratejisinin temelinin çok da sağlam olmadığını göstermektedir. Ancak uzun vadede, önemli enerji ve doğal kaynaklar üzerinde hâkimiyet sağlayan ve bu gücünü genişleterek muhafaza etmeye çalışan IŞİD, Esad için de öncelikli tehdit konumuna gelecektir.


[1] Suriye Krizi: Silahların Ardında Kimler Var?, BBC, 29.10.2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/10/131028_suriye_isyanci_gruplar.shtml, 12.09.2014

[2] IŞİD’in taktiksel bir çerçevede yaptığı isim değişikliğine rağmen, bu yazıda örgütün yeni adı İslam Devleti değil IŞİD kullanılmıştır.

[3] Suriye Krizi: Silahların Ardında Kimler Var?, BBC, 29.10.2013, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/10/131028_suriye_isyanci_gruplar.shtml, 12.09.2014

[4] Syrian Civil War Map, 11.09.2014, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Template:Syrian_Civil_War_detailed_map, 18.09.2014

[5] Syrian Civil War Map, 11.09.2014, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Template:Syrian_Civil_War_detailed_map, 18.09.2014

[6] Syrian Civil War Map, 11.09.2014, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Template:Syrian_Civil_War_detailed_map, 18.09.2014

[7] Syrian Civil War Map, 11.09.2014, Wikipedia, http://en.wikipedia.org/wiki/Template:Syrian_Civil_War_detailed_map, 18.09.2014

[8] Sınırdaki 16 Kürt Köyü IŞİD’in Elinde, Milliyet Gazetesi, 18.09.2014, http://www.milliyet.com.tr/sinirdaki-16-kurt-koyu-isid-in/dunya/detay/1942178/default.htm, 19.09.2014

[9] Burkan El Fırat’tan IŞİD’e Operasyon: 15 Çete Üyesi Öldü, Ajans Fırat 11.09.2014, http://www.ajansafirat.com/news/guncel/burkan-el-firat-tan-isid-e-operasyon-15-cete-uyesi-oldu.htm, 12.09.2014

[10]Syria: The Odds Are Against The Opposition, 13.05.2014, http://www.aljazeera.com/indepth/opinion/2014/05/syria-odds-are-against-oppositi-201451165115169429.html, 10.09.2014

[11] Syrian Rebel Leader Killed In Bomb Attack, Al Jazeera News, 10.09.2014, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2014/09/cloneofsyria-rebel-leader-killed-suicide-blast-2-2014910105829919467.html, 10.09.2014

[12]Obama Admits ‘No Strategy’ On IS in Syria, Al Jazeera News, 29.08.2014, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2014/08/us-considers-attacking-islamic-state-syria-2014828214311218832.html, 10.09.2014

[13]Mısır ve Suriye Seçimleri Ne Anlama Geliyor? BBC, 05.06.2014 http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/140605_canli_misir_suriye_secim.shtml, 17.09.2014

[14] UN Says Syrian Refugees Pass Three Million, Al Jazeera News, 30.08.2014, http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2014/08/un-says-syria-refugees-top-three-million-mark-201482952430880804.html, 10.09.2014

[15] Syria Rebels Name Slain Leader’s Replacement, 10.09.2014, Al Jazeera News,  http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2014/09/syria-rebel-leader-killed-suicide-blast-201499181811320610.html, 10.09.2014

https://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2014/09/23/7767/ucuncu-senesinde-suriye-ic-savasi


***

17 Aralık 2015 Perşembe

Ankara-Washington Hattında Suriye İç Savaşı ve Güvenli Bölge Planı



Ankara-Washington Hattında Suriye İç Savaşı ve Güvenli Bölge Planı




www.bilgesam.org

Ankara-Washington Hattında Suriye İç Savaşı ve Güvenli Bölge Planı
Ali SEMİN






Arap coğrafyasında 2010 yılının Aralık ayında meydana gelen halk gösterilerine bağlı olarak Tunus, Mısır, Libya ve Yemen gibi ülkelerdeki rejimlerin 
devrilmesinin ardından Orta Doğu’daki dengelerin de değişmiş olduğu görülmektedir. Arap Baharı/Arap uyanışı ile beraber Orta Doğu’daki siyasi, 
ekonomik ve güvenlik alanlarındaki istikrarsızlık da her geçen gün artmaktadır. Arap uyanışından sonra bölgede kendini gösteren bölgesel ve küresel aktörler arasındaki güç rekabeti, diplomatik krizlere yol açmıştır. Orta Doğu’daki güvenlik boşluğunun ve ekonomik sorunların artmasından mütevellit, terör örgütlerinin ve devlet dışı silahlı milis güçlerinin hareket alanlarını genişlettikleri ifade edebilir. Bu sebeple Türkiye’nin Arap uyanışıyla birlikte Orta Doğu’da cereyan eden kaotik ortamdan siyasi ve ekonomik anlamda ciddi zarar gördüğü söylenebilir. 

Aslında ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesinin ardından ülkedeki terör eylemlerinde yükseliş yaşanması ve İran’ın hem Şii çoğunluklu Bağdat yönetiminde etkinliğini artırması hem de Orta Doğu’da (Şam, Beyrut ve Sanaa’da) bölgesel bir güç haline gelmesi Şii-Sünni gerilimini tırmandırmıştır. Türkiye 2011 yılına kadar dış politika ve kamu diplomasisi anlamında Orta Doğu’daki Şii-Sünni bloğun arasında dengeli bir siyaset izleyebilmiştir. Fakat Arap uyanışı sonrasında bölgedeki etnik, mezhepsel ve ideolojik ayrışmaların netleşmesi ve yükselişe geçmesi ile birlikte Türkiye’nin dengeli bir dış politika izlediğine yönelik algının değiştiği söylenebilir. 

IŞİD’in Irak’taki ve Suriye’deki ilerleyişine paralel olarak güç kazanması ve terörle mücadele konusunda bölgesel düzlemde güvenlik alanında işbirliği nin gerçekleştirilemeyişi Orta Doğu’daki krizleri beslemektedir. ABD öncülüğünde IŞİD’e karşı verilen mücadeleye Ankara’nın başlangıçtan itibaren temkinli yaklaşması, farklı yorumlara neden olmuştur. Ayrıca Türkiye’nin kuzey Irak’ın Kandil bölgesine ve PKK terör örgütüne yönelik hava operasyonları düzenlemesi, Bağdat hükümetinin tepkisine yol açmıştır. 

Bu yazıda Türkiye’nin IŞİD ile mücadelesinin etkileri analiz edilmeye çalışılacaktır. Ayrıca Türkiye’ nin İncirlik üssü nü açarak ABD liderliğinde kurulmuş uluslararası koalisyona aktif destek vermesi ve Suriye’de güvenli bölgenin oluşturulması hususundaki tutumu değerlendirilecektir. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 

Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - Fax: 0 212 217 65 93

© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 


Türkiye’nin IŞİD ile Mücadeledeki Temel Yaklaşımı

IŞİD’in 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinin ardından Irak’ta ve Suriye’de ilerlemesi, bölgede ciddi ölçekli bir terör sorununa kaynaklık etmektedir. IŞİD’e yönelik mücadelede, hem bölgesel hem de uluslararası anlamda farklı yaklaşımlar doğrultusunda hareket edildiği izlenimi mevcuttur. IŞİD’e karşı sürdürülen mücadelede amaç, hedef ve strateji hususlarının yeterince net olmaması, Türkiye’nin bu örgüte karşı mücadeledeki tutumunda kendini hissettirmektedir. IŞİD’in Irak’taki ilerleyişini engellemek amacıyla ABD öncülüğünde 2014 yılının Eylül ayında kurulan uluslararası koalisyonda, Türkiye fiili bir katılımcı olarak yer almamıştı. Hatta Suudi Arabistan’ın Cidde kentindeki IŞİD ile mücadele konferansında yayımlanan deklarasyonu da Türkiye imzalamamıştı. Ankara’nın uluslararası koalisyonun aldığı kararlara sözlü 
olarak destek vermesinin ise iki temel nedeni bulunmaktaydı: Öncelikle Türkiye, IŞİD’in Musul Başkonsolosluğu’ndan rehin aldığı 49 vatandaşının can güvenliğini tehlikeye atmak istememiştir. 

İkinci olarak ise Irak ve Suriye ile sınır komşusu olunmasından dolayı IŞİD tehdidinin Türkiye üzerinde daha fazla hissedilebileceği öngörülmüştür.

Öte yandan ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyona destek veren 60 ülkenin, IŞİD ile mücadele noktasında izlemiş olduğu çeşitli yöntem ve stratejilerin belirsizliğinden söz edilebilir. Çünkü IŞİD’e yönelik savaşta izlenen stratejilerin, Irak ve Suriye üzerinde farklılaştığı görülmektedir. 
Örneğin; Irak’ta uluslararası koalisyonun IŞİD’e karşı düzenlediği operasyonlar sayıca Suriye’dekilerden daha fazladır. Türkiye’nin IŞİD ile mücadeleye aktif destek verebilmesi için üç şartı bulunmaktadır: Bunlardan ilki Suriye’de sadece IŞİD ile mücadele edilmemesi, ayrıca ülkedeki Esed rejiminin de devrilmesi doğrultusunda çaba sarf edilmesi yönündedir. İkincisi, Türkiye sınırına yakın Suriye topraklarında güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesidir. Bir diğeri ise Esed rejimine karşı savaşan mutedil silahlı muhalif güçlerin eğitilmeleri ve silahlandırılmaları şeklinde tezahür etmektedir.

Bu bağlamda Türkiye’nin IŞİD’e karşı mücadelede öne sürmüş olduğu taleplere ilişkin bir değerlendirme yapıldığında; bu talepler ile ABD’nin Suriye’ye ve IŞİD’e yönelik politikalarının örtüşmediği görülmektedir. ABD’nin hem Suriye krizine yaklaşımında hem de IŞİD ile mücadeleye dair tutumunda bazı çelişkilerin mevcuttur. ABD’nin Suriye’deki IŞİD’e yönelik hava operasyonlarının neredeyse tamamı, ülkenin kuzeyindeki bölgelere düzenlenmektedir. Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır ki Irak’ta IŞİD’e karşı verilen mücadelede koalisyon güçleri; Irak güvenlik güçleri ve Peşmergeler ile birlikte hareket etmektedir. Suriye’de ise IŞİD’den geri alınan bölgelerin çoğunluğunun, PKK terör örgütünün Suriye uzantısı olan PYD’nin kontrolüne bırakıldığı görünmektedir. Bu nedenle -Eylül 2014’ten bu yana - uluslararası koalisyonca terör veya IŞİD ile mücadele doğrultusunda izlenen stratejiler neticesinde, örgütün Irak’taki (Bağdat ve Erbil gibi) ve Suriye’deki (PYD’nin kurduğu kantonlara) belirli bölgelere ilerleyebilmesi gibi bir gelişmenin önüne geçilmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin IŞİD ile mücadele noktasında kurulmuş uluslararası koalisyona aktif destek vermemesinin en önemli sebeplerinden birisini, yukarıda belirtilen çelişkiler oluşturmaktadır. 
Ayrıca IŞİD’e karşı mücadele hedefiyle kurulmuş, anti-terörizm nitelikli uluslararası koalisyon güçlerine bölge ülkelerinden katılım olmuşsa da güvenlik çerçevesinde bölgesel bir işbirliğine yine de ihtiyaç bulunmaktadır. Başta Türkiye, İran ve Suudi Arabistan olmak üzere diğer Arap ülkelerinden de etkin destek alınması yoluyla bölgesel düzlemde kurulabilecek kollektif nitelikli bir güvenlik ve istihbarat paylaşımı ağına büyük gereksinim vardır. Ancak böylesi bir işbirliğinin kurulabilmesi için bölgesel güç mücadelesinin ve rekabetin geri planda tutulması gerekir.

Ankara’nın IŞİD’e yönelik mücadele meselesindeki tutumunun değişmesi çerçevesinde ise terör örgütüne katılmış 1200 Türk vatandaşının orta ve uzun vadede Türkiye açısından ciddi bir ulusal güvenlik tehdidi olarakdeğerlendirilmesi kuvvetle muhtemeldir. Özellikle IŞİD’in Türkiye topraklarında düzenlediği saldırı eylemleri, Ankara’nın uluslararası koalisyon gücü içerisinde aktif şekilde rol almasına neden olmuştur. 

Şu noktaya değinmek gerekir ki IŞİD ve benzeri diğer terör örgütleri sadece eylem yaptıkları ülkelerde tehdit oluşturmamakta, tüm bölge için tehlike arz etmektedir. Türkiye, IŞİD terör örgütü nedeniyle ciddi anlamda ekonomik zarara uğramıştır. Bilhassa IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından Türkiye’nin Irak’a yaptığı ihracatta önemli düşüşler söz konusu olmuştur.

Suriye Krizi ve Güvenli Bölge Bağlamında Türkiye

Suriye krizi, Türkiye’nin Orta Doğu coğrafyasına yönelik dış politikasında önemli bir kırılma noktasıdır. Suriye krizi çerçevesinde Ankara’nın Esed rejimine karşı izlediği politikalar netice itibariyle Orta Doğu’daki çeşitli diplomatik ilişkileri olumsuz etkilemiştir. Zira coğrafi olarak Orta Doğu’da yer almasına karşın Suriye içerisindeki gelişmelerin, küresel bir krize ve güç mücadelesine dönüştüğü ifade edilebilir. Suriye krizi bölgeyi iki kutba ayırdığı gibi küresel güçleri de aynı ayrışmaya sevk etmiştir. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) daimi üyeler (ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya) arasında da güç rekabeti yaşanmıştır. Suriye krizinde Rusya ve Çin’in Esed rejimi aleyhine alınan kararları veto etmesi BMGK içerisindeki güç rekabetini gözler önüne sermiştir. Bu nedenle Türkiye tarafından Suriye krizi ve IŞİD ile mücadele doğrultusunda sunulmuş Esed’in devrilmesi, güvenli bölgenin oluşturulması ve ılımlı silahlı Suriyeli muhaliflerin eğitilmesi gibi öneriler uluslararası güçler tarafından yeterince göz önünde bulundurulmamıştır.

Türkiye’nin önerdiği güvenli bölgenin, mevcut uluslararası güvenlik sisteminde BMGK’nin girişimi neticesinde oluşturulması gerekmektedir. 

Nitekim Irak’ın Kuveyt’i işgali sonrası hava operasyonlarının önlenmesi amacıyla BMGK, 1991 yılında 688 no’lu kararını uygulayarak 36. paralelin kuzeyi ve 32. paralelin güneyindeki bölgeyi Irak Uçaklarının Uçuşunu yasaklamıştır. 

“Başta Türkiye, İran ve Suudi Arabistan olmak üzere diğer Arap ülkelerinden de etkin destek alınması yoluyla bölgesel düzlemde kurulabilecek kollektif nitelikli bir güvenlik ve istihbarat paylaşımı ağına büyük gereksinim vardır. Ancak böylesi bir işbirliğinin kurulabilmesi için bölgesel güç mücadelesinin ve rekabetin geri planda tutulması gerekir.”


Böylece güvenli bölge oluşturulmuştur.
Fakat burada şu kritik noktayı vurgulamak gerekir ki Irak’ın kuzeyi uçuşa yasak bölge ilan edilmiş olsa dahi Saddam rejimi helikopterler aracılığıyla havadan operasyonlar düzenlemeye devam etmiştir. Suriye’de oluşturulmaya çalışılan 
güvenli bölgenin ise Türkiye sınırındaki Suriye toprakları içerisinde yer alan Azez-Cerablus hattı boyunca 98 kilometrekare uzunluğa ve 45 kilometre 
derinliğe sahip bir alanda inşa edilmesi planlanmaktadır.2

Türkiye’nin IŞİD ve PKK terör örgütlerine karşı 24 Temmuz 2015 tarihinde başlattığı hava operasyonları sonrasında, Suriye’deki güvenli bölge hususu üzerine Ankara ve Washington arasındaki görüşmeler başlamıştır. ABD’nin Eylül 2014’ten bu yana IŞİD’e karşı mücadele edilebilmesi amacıyla uluslararası koalisyona İncirlik üssünün açılması şeklindeki talebine Ankara, Suriye’de güvenli bölge ve uçuşa yasak bölgenin ilan edilmesi karşılığında izin vermiştir. Fakat İncirlik üssünün uluslararası koalisyon güçlerinin kullanımına açılmasına Türkiye yönetimince izin çıkmasının ardından ABD, güvenli bölge yerine IŞİD’den arındırılmış bölgeler kavramını kullanmaya başlamıştır. Bu gelişme Ankara’nın 
Suriye’de inşa edilmesini istediği güvenli ve uçuşa yasak bölge şartlarına ilişkin, Washington yönetiminin tereddütlü olduğu izlenimini vermektedir. Bu nedenle Türkiye açısından bakıldığında güvenli bölgenin oluşturulması gibi bir durumun uluslararası hukuk teamüllerine uygun olabilmesi noktasında 1991 yılında Irak’ın kuzeyi için BMGK’den çıkan 688 no’lu kararının, Suriye’de işgalci konumuna düşülmesi şeklindeki bir riski bünyesinde barındırdığı söylenebilir. 

1  Ali Semin,”Türkiye’nin Irak Politikası Işığında Kuzey Irak Açılımı”, Bilge Strateji, Cilt 3, Sayı 5, Güz 2011,S.180-181.

2  http://bit.ly/1fHyO4M, (Erişim:15.08.2015). Aksi takdirde Türkiye’nin bahse konu girişimibenzer bir kararın uygulanmasında fayda vardır. 



Dolayısıyla Türkiye ve ABD arasındaki görüşmelerde net bir sonuca ulaşılmasının ardından BMGK’da tekrar görüşülüp ortak bir karara varılması daha isabetli bir yol haritası olacaktır. Çünkü Suriye topraklarında oluşturulması planlanan güvenli bölge üzerindeki denetimin, sadece Özgür Suriye Ordusu (ÖSO)’na veya ılımlı muhalefete bırakılması yeterli olmayabilir. Bu durumun temel sebebleri şu şekilde sıralanabilir:

1. Türkiye’nin öngördüğü güvenli bölgenin etnik ve mezhepsel yapısı da göz önünde bulundurulmalıdır. Bölgede bulunan Arap, Kürt, Türkmen ve diğer etnik grupların güvenli bölgedeki siyasi, askeri, idari ve mali yapılanmada ortak bir paylaşım içerisinde bulunmalarında fayda vardır. Zira Azez-Cerablus hattında oluşturulması planlanan güvenli bölgede yaşamlarını sürdüren çeşitli etnik grup içerisinde çatışma meydana gelmesi gibi bir risk halen geçerliliğini korumaktadır. Örneğin; Kuzey Irak’ta oluşturulan güvenli bölgedeki tek hâkimiyetin Kürtlerde 
olmasına karşın Celal Talabani’nin lideri olduğu Kürdistan Yurtseverler Birliği ve Mesud Barzani’nin lideri olduğu Kürdistan Demokratik Partisi arasında Habur sınır kapısı gelirinin paylaşılması meselesinden ötürü 1994 yılından 2003 yılına kadar silahlı çatışma yaşanmıştır. Bu nedenle Suriye’de planlanan güvenli bölgenin uluslararası barış gücü himayesinde inşa edilmemesi halinde etnik-mezhepsel ayrışmaların ortaya çıkması ve daha ileri bir noktada, muhalif güçler arasında silahlı çatışmaların meydana gelmesi kuvvetle muhtemeldir. 

2. Suriye’den Türkiye’ye göç edenlerin sayısı Mart 2011’den bu yana 2 milyonu aşmıştır. Bu bağlamda uçuşa yasak bölgenin temel amacı, oluşturulan güvenli bölgeye ülkede bulunan Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi şeklinde ifade edilmektedir. Ancak beş yıldır Türkiye’de yaşayan ve artık ülkeye adeta yerleşmiş gibi görünen Suriyeliler (kamptakiler hariç) güvenli bölgeye gitmeyi kabul etmeyebilir. Başka bir ifadeyle dört yıl önce güvenli ve uçuşa yasak bölge kurulsaydı Türkiye’de bulunan Suriyeli mültecilerin dönüşü daha kolay olabilirdi. Ancak ülkedeki iç savaş konjonktüründen ve IŞİD gerçeğinden dolayı Suriyeliler, güvenli bölgeye yerleşme hususunda istekli davranmayabilir. Esasında 
güvenli bölge planı, oluşturulacağı sınır hattı çerçevesinde iç savaştan kaçmayan/kaçamayan bireyler açısından önemli bir adım olarak nitelendirilebilir.

Bu perspektiften Ankara-Washington hattındaki gelişmeler değerlendirildiğinde, Türkiye’nin İncirlik üssünü ABD’ye ve uluslararası koalisyon güçlerine açması 
neticesinde IŞİD ile mücadelede elde edilecek kazanım, güvenli bölgenin oluşturulması hedefinden daha fazla önem taşımaktadır. 

Çünkü İncirlik üssünün ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçlerine hem zaman hem de maliyet konusunda katkısı vardır. IŞİD ile mücadele sürecinde, koalisyon güçlerine ait uçakların Ürdün ve Körfez ülkelerindeki farklı askeri üslerden havalandırılmaları suretiyle Irak’taki ve Suriye’deki hava operasyonları düzenlenmektedir. Ürdün ve Körfez’den havalanan uçak yaklaşık 1000 mil (1609 kilometre) yol kat etmekte ve Suriye hava sahasında kısa süreli operasyon düzenlemektedir. Türkiye’nin izin verdiği İncirlik üssünden havalanan uçak ise 250 millik (400 kilometrelik) bir mesafeden operasyona katılmış olacak ve 6 saat havada kalabilecektir.
Bu bağlamda ABD’nin IŞİD’e karşı düzenlediği hava operasyonlarındaki günlük 9,4 milyon dolarlık maliyet, İncirlik üssü gelişmesine bağlı olarak azaltılabilir.4 
Dahası ABD tarafından IŞİD ile mücadele edilebilmesi amacıyla düzenlenen hava operasyonlarına, Eylül 2014 ve Ağustos 2015 tarihleri arasında toplamda 3,5 
milyar dolar harcanmıştır. Türkiye’nin onay vermesiyle birlikte IŞİD’e yönelik 9 Ağustos’ta düzenlenecek operasyonlara katılım sağlanabilmesi üzerine ilk etapta ABD’deki 480. Filo’ya bağlı 6 adet F-16 uçağı, Adana’daki İncirlik üssüne getirilmiştir. İncirlik üssünün koalisyon güçlerinin kullanımına açılması, Ankara-Washington arasında yapılan güvenli bölge hususundaki görüşmelerde Türkiye açısından daha kayda değer bir pazarlık konusu oluşturabilirdi. Türkiye, Suriyeli muhaliflerin daha rahat hareket edebilmeleri için İncirlik üssünün kullanımını güvenli bölge planına entegre etmiştir. ABD ise güvenli bölge yerine uluslararası hukukta kullanılmayan IŞİD’den arındırılmış/temiz bölge kavramını 
kullanmayı tercih etmiştir.

3 ‘ABD 480. Hava Filosu’nu İncirlik’e kaydıracak’, 
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2015/07/150729_times_abd_filo, 
(Erişim,15.08.2015)

4 http://bit.ly/1PVqcV5,(Erişim: 16.08.2015).

“ Uçuşa yasak bölgenin temel amacı, oluşturulan güvenli bölgeye ülkede bulunan Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi şeklinde ifade edilmektedir. Ancak beş yıldır Türkiye’de yaşayan ve artık ülkeye adeta yerleşmiş gibi görünen Suriyeliler ( Kamptakiler hariç ) güvenli bölgeye gitmeyi kabul etmeyebilir.”


Ankara’nın IŞİD’e karşı mücadele sürecindeki şartlarından birisi olarak tezahür eden Esed rejiminin devrilmesi meselesinin Washington’un gündeminde yer almamasına rağmen İncirlik üssünün koalisyon güçlerinin kullanımına açıldığı görülmektedir. Diğer yandan 16 Ağustos 2015 tarihinde The New York Times gazetesi, Almanya ve ABD’nin Suriye’den gelebilecek muhtemel bir füze saldırısını engellemek amacıyla 2013 yılında Türkiye’de konuşlandırdıkları Patriot füze savunma sistemini geri çekme yönünde karar almış olduklarını duyurmuş tur. 
Almanya’nın ve ABD’nin temel gerekçesi, Suriye’den Türkiye’ye yönelik herhangi bir saldırı ihtimalinin söz konusu olmadığıdır.5 

Bu gerekçe de ABD’nin Esed rejiminin devrilmesi doğrultusunda herhangi bir çaba içerisinde olmadığını göstermektedir. 

Yukarıda belirtilen gelişmeler ışığında Türkiye’nin sınıra yakın Suriye toprakları nda güvenli bölge inşa edilmesi planı ele alındığında iki temel etmen ortaya çıkmaktadır: Bunlardan birincisi; PKK terör örgütünün Suriye’deki uzantısı PYD/YPG tarafından kurulmuş kantonların genişleyebilmelerine engel teşkil edilmesi ve beraberinde uluslararası desteğin önlenmesidir. Başka bir ifadeyle Suriye’de kısa ve orta vadede olası bir güvenli bölgenin meydana getirilmesi durumunda, 1991 yılında kuzey Irak’ta uygulanan modelde olduğu gibi tamamen Kürtlerin hâkimiyeti altındaki bir özerk bölgenin önüne geçilebilecek tir. 

5 After Delicate Negotiations, U.S. Says It Will Pull Patriot Missiles From Turkey, 
http://www.nytimes.com/2015/08/17/world/europe/after-delicate-negotiations-us-says-it-will-pull-patriot-missiles-from-turkey.html?_r=0, 
(Erişim:25.08.2015).


İkinci etmen ise, Mart 2011’den beri Esed rejiminin devrilebilmesi için Türkiye’nin desteklediği muhalif güçlerin kontrolündeki korunaklı bir bölgenin kalıcılığının sağlanabilmesidir. Bu nedenle Esed rejimi devrilmese de ülke içerisinde 98 kilometrekarelik uzunluğa ve 45 kilometrekarelik derinliğe 
sahip olan bir bölgenin yeniden rejim güçlerinde kontrol edilmesi zordur. Böylece Türkiye, hem Esed rejimine bağlı güvenlik güçlerini hem de PYD’nin kurduğu kantonları Suriye ile mevcut sınır kapılarından uzaklaştırabilecektir. Bütün bu ihtimaller değerlendirildiğinde Türkiye’nin İncirlik üssüne karşılık ABD’den, IŞİD ve Esed rejimiyle birlikte mücadele edilmesi gerektiği yönündeki talebi ve güvenli/uçuşa yasak bölgenin inşası ile ılımlı muhalif güçlerin eğit-donat programı kapsamına alınması şeklindeki istemleri Washington tarafından teorik düzlemde kabul edilmiş olsa bile pratik anlamda bu isteklerin gerçekleştirilmeleri noktasında bir gönülsüzlüğün mevcut olduğu ifade edilebilir. Özellikle güvenli bölge kavramı yerine IŞİD’den arındırılmış / temiz bölgeler kavramının kullanılması, netice itibariyle, Türkiye’nin söz konusu talebinin tam karşılığını sunmamaktadır. Bunlara ilaveten eğit-donat programı çerçevesindeki ılımlı muhalif güçler hususu ise, 2015 yılının Mayıs ayından beri Türkiye ve Ürdün’de uygulamaya konulmasına ve yılda 5 bin kişiye eğitim verilmesinin planlanmasına rağmen Suriye’deki çatışma sahasında etkisini gösterememektedir. Örneğin; Temmuz ayında Eğit-Donat programı kapsamında eğitilmiş 30. Tümen’in Türkmen kökenli komutanı Nedim el-Hasan ile birlikte 21 kişi, el-Nusra Cephesi tarafından Halep kırsalından kaçırılmıştır. 


“Güvenli bölge kavramı yerine IŞİD’den arındırılmış/temiz bölgeler kavramının kullanılması, netice itibariyle, Türkiye’nin söz konusu talebinin tam karşılığını sunmamaktadır.”

Şu hususa dikkat çekmekte yarar vardır ki ABD’nin eğit-donat programına destek vermesindeki temel amaç, eğitilenlerin Esed rejimine karşı savaşmalarını sağlayabilmek değildir. Bu bağlamda ABD’nin temel hedefi, havadan uluslararası koalisyon güçleri ile karadan da söz konusu program kapsamında eğitilmiş Suriyeli muhalif savaşçılar aracılığıyla IŞİD’e karşı kapsamlı bir şekilde mücadelenin sağlanmasıdır. Dolayısıyla eğit-donat programının Suriyeli muhaliflerin Mart 2011’den bu yana Esed rejiminin devrilmesi hedefinden uzaklaştığını söylemek mümkündür. 

Sonuç:

Orta Doğu coğrafyasında cereyan eden gelişmeler dikkate alındığında Arap uyanışı/baharı ile birlikte bölgesel ve küresel aktörlerin güç mücadelesinde, etnik ve dini (Şii-Sünni) gerilimde ve devlet dışı silahlı örgüt sayısında artış gözlemlenmektedir. Bu açıdan Türkiye’nin Orta Doğu’ya yönelik dış politikasını gözden geçirmesinde yarar vardır. Ayrıca Arap dünyasında yaşanan halk gösterileri ile Tunus, Mısır, Libya ve Yemen’de değişen iktidarlar bölgesel dengelerin değişmesine yol açmıştır. Bununla birlikte Suriye’deki iç savaşın her geçen gün daha kanlı boyutlara ulaşması ve uzaması bir an önce bölgesel ve küresel konsensüsün sağlanmasını gerektirmektedir. Özellikle IŞİD’in hem Irak’ta hem de Suriye’de güç kazanması ve ilerlemesi bölgesel bir terör tehdidini beraberinde getirmektedir. Şu hususa dikkat çekmek gerekir ki Orta Doğu’daki sorunları çözmenin yolu bölgesel işbirliği ve küresel ittifaklardan geçmektedir. Bununla birlikte IŞİD ile mücadele sürecinde küresel güçlerin kurduğu uluslararası koalisyonlarla somut neticelere varılması oldukça zordur.

Bu çerçeveden bakıldığında, bir taraftan 26 Mart 2015 tarihinden beri Suudi Arabistan öncülüğünde kurulan Arap koalisyonunun Yemen’deki Husi Hareketi’ne hava operasyonları düzenlemesi, diğer taraftan Tahran ile P5+1 ülkelerinin (ABD, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin artı Almanya) nükleer müzakereler konusunda anlaşmaya varması, Orta Doğu’da yaşanan gelişmelerin politikaları fazlasıyla etkilediğinin bir göstergesidir. 
Bu sebeple Türkiye’nin 20l0 yılının Aralık ayında başlayan Arap uyanışına yönelik politikasını yalnızca halkın değişim istediğinden yana kullanması ve söz konusu tutumunda sabit kalması tutarlılık bakımından önem taşımaktadır. Fakat bölgesel ve küresel gelişmeler bağlamında bahse konu krizin Türkiye’ye ciddi maliyetlerinin olduğu da ifade edilebilir. Bilhassa Suriye krizi Türkiye’nin ekonomi ve sınır güvenliği sorunlarını -iç savaştan kaçan Suriyeli mültecilere bağlı olarak- daha da arttırabilir. Suriye komşuları içerisinde en çok Suriyeli mülteci kabul eden ve kendi bütçesinden 6 milyar dolar harcayan ülke Türkiye’dir. Dolayısıyla Arap camiasından yapılan halk gösterileri Suriye’de bir iç savaşa Çevrilmeseydi, Türkiye bölgesel gelişmelerden olumsuz manada etkilenmeyebilirdi. Bu bağlamda Suriye iç savaşını artık ne güvenli/uçuşa yasak bölge ne de eğit-donat programı çözebilir. Suriye’nin çözüm anahtarı bölgesel düzlemde Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’ın ve küresel olarak ise ABD ve Rusya’nın ortak yol haritası ile mümkün olabilir. Böylesi bir kollektif plana acilen ihtiyaç vardır. Aksi halde Suriye’deki iç savaşın yıllarca sürmesi kaçınılamazdır.

Türkiye’nin Suriye’deki güvenli bölge planına, içerdiği risk ve fırsatlar doğrultusunda yukarıda değinilmiştir. Netice itibariyle Türkiye tarafından 
güvenli bölgenin inşa edilmesi durumunda, PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde kurduğu kantonların uluslararası arenadaki zemini meşrulaşabilir. 
Başka bir tabirle Türkiye’nin inşa etmeye çalıştığı güvenli bölge planına karşılık, ABD ve batılı ülkelerin etnik ve mezhepsel unsurlara dayalı birden çok güvenli bölge sistemini Suriye’de geliştirmesi riski göz önünde bulundurulmalıdır. Zira Türkiye, PYD’nin Suriye’nin kuzeyindeki hareket alanını genişletmesini ve özerk bölgeleşmesini önlemek için çaba harcarken tam tersi bir tablo ortaya çıkabilir. 


BİLGESAM Hakkında;

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. 
BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, 
Orta Doğu siyaseti, 
Türkiye’nin Ortadoğu politikası, 
Türk-Irak ilişkileri, 
Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, 
Türkmenler, 
Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, 
Körfez ülkeleri, 
İran, 
Suriye, 
Libya, 
Mısır, 
Tunus, 
Filistin sorunu, 
Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 

Ali Semin, 
2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir.

ÖZEL  NOTUMDUR;

Türk Dış  Siyasetine yön verdiği bu  güzel araştırma çalışmasından ve katkılardan dolayı SAYIN Ali SEMİN 'e Teşekkür ederim,
..