Stratejik Derinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Stratejik Derinlik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Kasım 2019 Pazartesi

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 2

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 2



Türkiye Ekonomi Politiğinin Dönüşümü: Tarihsel Arka Plan

20.yüzyıl boyunca Türkiye’nin ekonomik büyüme ve geniş kapsamlı 
sosyoekonomik kalkınma performansını incelediği önemli çalışmasında 
Şevket Pamuk büyüme rakamları ile sosyal standartlar arasındaki kopukluğu betimlemek için yerinde bir benzetme ile “yarısı dolu bir bardak” benzetmesini kullanır.18 Gerçekten de 1923 yılında Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye daha kentli ve sanayileşmiş bir sosyal dokuya ulaşma hedefine yönelik olarak radikal ekonomik değişimler ve yapısal dönüşümler geçirmiştir.19 

Ancak tarihsel süreç içerisinde elde edilen bu gelişmeler not edilmekle birlikte, 
Türkiye’nin örneğin Asya kaplanlarını andırır biçimde bir sosyoekonomik 
kalkınma mucizesi ortaya koyamadığını ve toplumun yaşam standartlarında sağlanan uzun dönemli iyileşmelerin de gelişmekte olan dünya ortalamaları civarında olduklarını vurgulamak gerekir. Buna ek olarak Türkiye’nin ciddi siyasi ve makroekonomik krizlere rağmen periyodik yükselişler gösteren ekonomik büyüme performansının insani kalkınma alanında benzer bir yükseliş ivmesi 
oluşturmamış olması ülkenin genel ekonomik büyüklüğü ile sosyal/insani kalkınmışlık düzeyi arasında bir uçurumun oluşmasına yol açmıştır. İşte bu yüzden de, makro ekonomik büyüklüklerin ölçülmesine dayalı milli gelir ve kişi başına düşen milli gelir rakamları ile ortalama halkın yaşam kalitelerini ölçen Birleşmiş Milletler insani kalkınma endeksi açısından Türkiye’nin küresel ekonomik sistemde işgal ettiği konumlar arasında derin bir uçurumun oluştuğu 
göze çarpmaktadır.20

Diğer bir açıdan ise Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel gelişim çizgisi boyunca piyasa dinamiklerini önceleyen ekonomik liberalizm uygulamalarının kuraldan ziyade istisna olarak ortaya çıkmış olduklarının ve Cumhuriyet döneminde ekonomi–dış politika ilişkilerinin de genelde devletçi ve içe dönük bir teorik/ ideolojik arkaplan ışığında şekillendiklerini vurgulamak gereklidir. 

Öyle ki, 1980 sonrası yaşanan derin liberalleşme deneyimine kadar geçen dönemde yönetici elitlerin makroekonomik ve sosyal konulara dair müdahaleci eğilimlerinin görece olarak ikinci planda kaldığı iki kısa süreçten bahsedilebilir. 
Bunlardan birincisi, 1923’te hemen Cumhuriyet’in ilanını takip eden ve 1929’daki Büyük Buhran’ın ardından devletçilik stratejisinin sistemli olarak hayata geçirilmesine kadar devam eden süreçtir ki, bu zaman diliminde Lozan Anlaşması’nın kısıtlayıcı şartları ve yeni Cumhuriyet’in yeterli sermaye birikimine sahip olmayışı zoraki bir liberalliği empoze etmiştir.21 Tarıma dayalı kalkınma ve iç piyasanın genişletilmesi ekseninde gerçekleştirilen ikinci liberalizm deneyimi 
ise ciddi bir ekonomik kriz ve ülkenin IMF ile ilk yüzleşmesine yol açarak son bulmuştur. 1950’lerin sonlarında patlak veren sosyoekonomik kriz sadece bir askeri müdahaleye yol açmakla kalmamış, aynı zamanda dönemin öne çıkan küresel kalkınma yaklaşımlarıyla uyumlu bir strateji olarak ithal ikameciliği ve kalkınma planlamacılığına dayalı yeni bir müdahalecilik döneminin başlamasına giden yolu açmıştır. 1960’larda uygulamaya konan kalkınma stratejisinin 
Türkiye’nin OECD başta olmak üzere uluslararası ekonomik kuruluşların 
yakın gözetimi altında “yarı-Keynezyen bir rekabet devleti” kurma girişimini başlattığı söylenebilir.22 

Yükselmekte olan yerli sanayi burjuvazisi ve askeri-sivil bürokratik elit tarafından desteklenen ithal ikamesi ve planlamaya dayalı korumacı sanayileşme yaklaşımı 1960’lı yıllar boyunca yüksek büyüme hızları yakalanması ve tarımdan sanayiye doğru radikal yapısal dönüşümü hızlandırması bakımından etkileyici sonuçların ortaya konmasını sağladı.23 Sonuçta 1970’lerin ilk yıllarına kadar olan dönemde hızlı ve sürdürülebilir kalkınma ivmesi yakalayan Türkiye, Doğu 
Asya ülkelerinin gerisinde kalmakla birlikte gelişmekte olan dünya ortalamalarını ve özellikle Latin Amerika ülkelerini geride bırakan bir sosyoekonomik kalkınma performansı sergiledi. Ancak Soğuk Savaş koşullarının ve Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan uluslararası yaptırımların tetiklediği kapsamlı, aşırı ve uzun süreli korumacılık eğilimleri Türkiye ekonomisindeki kronik ihracat kötümserliği 
tarafından da körüklendi; ve sonuç içe kapanma, durağanlık ve 1970’lerin sonunda da ciddi bir ödemeler dengesi krizi olarak kendisini gösterdi. 24 

Bilindiği gibi, 1980’li yılların ilk yarısında Turgut Özal liderliğinde başlatılan ilk kuşak neoliberal dönüşüm daha önceki dönemlerin devletçi, korumacı, merkantilist önceliklerini tersyüz ederek küresel ekonomik sistemle tamamen farklı bir entegrasyon biçiminin önünü açmıştır.25 Özellikle 1987’ye kadar olan dönemde makroekonomik politikaların temel öncelikleri, oluşturuluş biçimleri ve uygulayıcı aktörler bazında radikal dönüşümler yaşanmış ve sıkıştırılmış 
bir dışa açılma hareketi hayata geçirilmiştir. Hukuk devleti ve kamusal denetim-gözetim altyapısındaki ciddi kurumsal zaaflara rağmen dışa açık, ihracat eksenli ve rekabetçi bir sosyo-ekonomik kalkınma stratejisi ile yeni bir “rekabet devleti”nin temelleri bir ölçüde atılmıştır. 

Özal liderliğindeki ANAP hükümetleri, bir taraftan özel sektörü dünya pazarlarını hedef alarak küresel bir yatırım mantalitesine kavuşturmaya çalışmışlar; diğer taraftan da özel sektörün önünü açmak için Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar gibi bölgelere yönelik çok yönlü ve proaktif bir dış politikayı Soğuk Savaş’ın son yıllarındaki küresel dengeleri gözeterek uygulamaya çalışmışlardır. Sonuçta gerek kamu gerekse özel sektör nezdindeki izolasyoncu kalıpların zorlanması 
sonucu Türkiye’nin geleneksel ihracat kötümserliği aşılmaya başlamış ve ihracatın milli gelire oranı 1980 ve 1988 yılları arasında yüzde 4,1’den yüzde 13,3’e çıkmıştır.26 

Bu arada ihracat rakamlarındaki niceliksel artış ihracat ürünlerinin çeşitlenmesi ve imalat sanayi ürünlerinin görece paylarının artması yönünde niteliksel bir iyileşme ile de tamamlanmıştır. Ekonomi politik alandaki bu olumlu dönüşümlerin bir taraftan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yapılırken diğer taraftan İslam dünyası ve yeni kurulan Türkî Cumhuriyetler ile sıkı ilişkilerin kurulmasına dayalı aktif bir dış politika rejimi altında gerçekleşmiş 
olması sürpriz sayılmamalıdır. Ancak Türkiye ekonomisindeki birçok hızlı büyüme dönemi gibi 1980’lerin hızlı ekonomik büyüme ve yapısal dönüşüm ivmesi uzun süre devam ettirilememiştir. On yılın ilk yarısındaki ihracat genişlemesi eğilimi, on yılın ikinci yarısına taşınamadığı gibi 1990’lı yıllar da siyasi istikrarsızlık tarafından tetiklenen sosyal ve ekonomik istikrarsızlık eğilimlerinin yükselişine şahit 
olmuştur.27 

1970’lere benzer şekilde hassas ve kırılgan koalisyon hükümetlerinin öne çıktığı 1990’lı yıllarda Türkiye ekonomi politiğinin yapısal ve aktörlerden kaynaklanan sorunları öne çıkmış ve neoliberal dönüşüm döneminin ivmesi kaybedilmiştir. Gelişmekte olan dünyada 1980’lerin “kalkınmanın kayıp on yılı” görülmesi gibi 1990’lar da Türkiye için siyasi istikrarsızlık ve makroekonomik krizler eşliğinde 
ekonomik büyümenin durduğu kayıp yıllar olarak kaydedilmiştir. Tarihsel olarak bakıldığında, 1980’li yıllarda ABD ve İngiltere’den başlayarak IMF, Dünya Bankası ve OECD eşliğinde gelişmekte olan ülkelerde yayılan ilk dalga neoliberal dönüşüm projesi ile Özal liderliğindeki siyasi koalisyonun politik ve ekonomik reform öncelikleri arasındaki sinerji, o dönemdeki liberalisyon başarısını sağlayan en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ekonomik ve politik liberalizasyon ekseninde küresel sistemle derinleşmiş bir entegrasyon hedefine 
kilitlenen Özal hükümetlerinin Soğuk Savaş’ın son yıllarında uluslararası 
sistemdeki boşluklardan istifade ederek izledikleri proaktif ve çok yönlü dış politikanın da hiç şüphe yok ki, ekonomik büyüme süreçlerinin önünü açan etkisi de net olarak hissedilmiştir.

Ulusal ve uluslararası reform gündemleri arasındaki sinerjinin kaybolduğu 1990’lı yıllarda ise popülist siyasi liderlerin tekrar sahneye çıkmaları ekonomik rasyonalite ve neoliberal kalkınma stratejisi ile gerek iç gerekse dış politika alanları arasındaki ahengi temelinden sarsmıştır. Kırılgan koalisyon hükümetleri içerisinde kendi dar kapsamlı ve kısa dönemli çıkarlarını tatmin etme peşinde koşan siyasi liderler kısır çatışma ve popülist dağıtım ağlarını besleyerek geleneksel bölüşüm çatışmalarını ve siyasi-ekonomik istikrarsızlık dinamiklerini 
tetiklemişlerdir. Bir taraftan Güneydoğu Anadolu’daki ayrılıkçı terör olaylarının tırmandığı, diğer taraftan siyasi polarizasyon ve sertliğin arttığı bu dönemde iç kavgaların girdabına kapılan Türkiye’nin, dış politikada nispeten durağan bir döneme girmesi normal karşılanmalıdır. Zaten İran-Irak Savaşı, Birinci Körfez Savaşı ve Bosna Savaşı gibi ciddi bölgesel çatışmaların sarmalında bulunan 
Türkiye’de, Özal’ın çevre ülkelerle siyasi ve ekonomik ilişkileri sıkılaştırma ve ticaret hacmini arttırma hedeflerinin de hayata geçirilmesi olumsuz uluslararası konjonktür sebebiyle kısmen mümkün 
olabilmiştir. 

Özal döneminde oluşturulmaya çalışılan “rekabet devleti”nin 1990’lı yılların siyasi polarizasyonu neticesinde dağılmasının ekonomik yansımaları arasında yavaşlayan ekonomik büyüme hızı, kronik yüksek enflasyon, bütçe performansını derinden sarsan mali disiplinsizlik sayılabilir. Finansal liberalizasyon sonrası önü açılan sıcak para akışlarının etkileri de bu olumsuz ekonomik tabloya eklenince 1994, 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan finansal ve makroekonomik krizler kaçınılmaz olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında 
2001 sonrası dönemin Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel evrimi içerisinde eski kırılganlıkların önemli ölçüde izale edildiği, çözülen “rekabet devleti” yapısının kurumsal reformlar sayesinde restore edilme sürecine girildiği, mali disiplinin ve ekonomik büyüme ivmesinin yakalandığı ve uluslararası krizlere karşı görece bağışıklık kazanıldığı farklı bir dönemi temsil ettiği ortadadır. 

Bu dönemde ulusal alandaki makroekonomik istikrar ve büyüme ivmesiyle bu temelde  gerçekleştirilen proaktif dış politika hamleleri arasında birbirini 
karşılıklı besleyen interaktif bir ilişki biçiminin kurulmuş olduğu belirtilmelidir. 

Türkiye’nin Yeni “Rekabet Devleti” ve Dış Politika: Temel Fırsat ve Tehditler

Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel dönüşümü üzerinde buraya kadar yapılan tespitler bağlamında bu bölümde ülkede oluşmakta olan yeni “rekabet devleti” ile ilgili fırsat ve tehditlerden bahsetmek yerinde olacaktır. Böyle bir analiz hem Türkiye’nin 1980’li ve 2000’li yıllarda makroekonomik yönetim modeli ile ilgili olarak tecrübe ettiği iki dalga neoliberal değişim tecrübesini, hem de bu mekroekonomik yönetim modeline derinlik kazandırarak küresel sistemle entegrasyonu hızlandıracak yeni çok boyutlu dış politika çizgisini değerlendirme 
imkânı sağladığı için önem taşımaktadır. Bu bağlamda, 2000-2001 krizleri sonrasında Türkiye ekonomi politiğindeki yapısal dönüşümün temel eksenini belirleyen Kemal Derviş imzalı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın Özal döneminde kristalize olan deregülasyon ve özelleştirme eksenli birinci nesil neoliberalizmden reregülasyon ve kurumsal reform eksenli ikinci nesil neoliberalizme geçiş aşamasında bir paradigmatik dönüşümün miladı olduğu belirtilmelidir.28 

Kurucu kadrolarının kültürel olarak muhafazakâr kökenlerine rağmen, AK Parti hareketi 2002 yılında iktidarı devraldığı andan itibaren sosyal konularda duyarlı bir merkez-sağ parti imajı oluşturmaya gayret etti. Bu doğrultuda hem özel sektörün desteklenmesi ve küresel piyasalarla entegrasyonun hızlandırılması, hem de ortalama sosyoekonomik gelişmişlik seviyesinin yükseltilmesi ve eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel kamu hizmetlerinde ciddi iyileştirmeler yapılmasını 
siyasi varlık sebebinin önemli unsurları olarak algıladı. Aynı zamanda AK Parti kadroları uzun dönemli siyasi meşruiyetlerinin, mali disiplinin korunması ve kamu yönetiminde etkinlik ve verimlilik temelli bir reform yapılması sonucunda sağlanacak ekonomik istikrara dayalı olduğunun farkındaydılar. Böylelikle, uzun bir aranın ardından Türkiye’de yapısal dönüşümü, mali disiplini ve piyasa 
dostu rasyonel makroekonomik politikaların uygulanmasını savunan uluslararası finansal kuruluşların talepleri ile “post-Washington Mutabakatı”nı güçlü kurumsal reformlar temelinde benimseyen AK Parti iktidarı ve dünya pazarlarına hızla entegre olmak isteyen Anadolu sermayesinin hedefleri arasında bir sinerji oluşmuş oldu. Bu sinerjinin bir ayağı da, hiç şüphesiz ithal ikamesine dayalı kapalı rejimlerden ihracata dayalı büyüme stratejilerine geçişte her zaman ihtiyaç duyulan proaktif ve çok boyutlu bir dış politikaydı ki, özellikle 
Turgut Özal ve İsmail Cem tarafından temelleri atılan ve komşu ülkelerden başlayarak başat bölgesel ve küresel aktörler ile angajman prensibine dayanan bu tarz bir dış politika çizgisi, Ahmet Davutoğlu’nun önce Başbakan Başdanışmanlığı ardından da Dışişleri Bakanlığı dönemlerinde sistematik bir çerçeveye oturtularak ısrarla derinleştirildi. 

“Komşularla sıfır sorun” politikası Türk dış politikasında özellikle Soğuk Savaş döneminde kemikleşen izolasyonist eğilimlerin resmen reddedildiğinin ve ortak çıkarlar temelinde tüm yakın ve bölgesel komşularla dostane siyasi, ticari ve insani ilişkiler kurulmasına yönelik Türkiye tarafında güçlü bir irade bulunduğunun kurumsal bir ifadesi oldu. Zaman zaman art niyetli “eksen kayması” eleştirilerine konu olsa da, özellikle Ortadoğu’daki komşularla mükemmel biçimde yürütülen bu politika sayesinde karşılıklı ekonomik bağımlılığın arttırılması yoluyla bölgesel istikrar, güvenlik ve refahın artmasına 
yönelik ciddi adımlar atıldı. Ayrıca 2003 yılındaki Irak işgalinin öncesinde “Irak’a Komşu Ülkeler” konferansları ile başlayıp Irak ve Suriye gibi sınır komşularıyla kurumsal entegrasyon çabalarıyla devam eden; Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve diğer bölgelerdeki pek çok ülke ile “Stratejik İşbirliği”, serbest ticaret anlaşmaları, vizelerin kaldırılmasına yönelik düzenlemeler temelinde sürdürülen; ve nihayet Latin Amerika, Doğu Asya ve Afrika gibi daha önce tamamen ihmal 
edilen bölgelere uzanan dış politika dinamizmi Türkiye’nin küresel profilinde çok kısa bir zaman dilimi içerisinde muazzam bir yükselmenin gözlenmesine sebep oldu. Ayrıca kısa sürede dünyanın altıncı büyük hava yolları firması haline gelen Türk Hava Yolları’nın, TİKA gibi teknik ve dış yardım kuruluşlarının, sivil toplum örgütleri tarafından örgütlenen eğitim ve sağlık kuruluşlarının, TOBB, TUSKON 
ve MÜSİAD gibi sanayici-işadamı birliklerinin başını çektiği koordineli bölgesel girişimler Türkiye’nin yumuşak güç potansiyelini geometrik olarak arttıran etkenler arasında yerlerini aldılar. 

Ancak burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus, küçük ve orta boy işletmeleri temsil eden iş örgütlerinin aksine, İstanbul merkezli büyük sanayi ve ticaret burjuvazisini temsil eden TÜSİAD çevresinin AK Parti dönemindeki dış politika ve ekonomik işbirliği açılımlarında Türkiye ekonomisindeki yönlendirici gücü nispetinde yer almamış olmasıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Özal’dan devraldıkları geleneği sürdürerek dış gezilerindeki geniş heyetlerine kabul ettikleri özel sektör temsilcileri arasında TÜSİAD üyelerinin azınlıkta kalmaları neredeyse pek dile getirilmeyen bir teamül halini almıştır. Bu durumun kaynağında iktidar partisi ile TÜSİAD üyeleri arasında kimi temel siyasi meselelerde zaman zaman yaşanan derin görüş ayrılıkları ve yükselen tansiyon kadar, KOBİ örgütlenmelerinin ABD ve Avrupa dışında yeni pazarlara açılan AK Parti’nin bu stratejisine daha kolay uyum sağlayabilme kabiliyetine sahip olmalarının yattığı söylenebilir.29

Resmin içerideki kısmına bakıldığında ise 2005 yılından itibaren Avrupa Birliği ile tam üyelik perspektifinde sürdürülen müzakereler doğrudan yabancı yatırım seviyelerini yıllık 20 milyar dolarla cumhuriyet tarihinin en yüksek noktalarına çekerken siyasi istikrar, hızlı ekonomik büyüme, yükselen yaşam standartları ve küresel itibar faktörleri ile özetlenebilecek olumlu bir sarmal etkisi gözlemlen miştir. Tarihsel olarak, bu portrenin özellikle ekonomik kısmındaki  olumlu unsurların 2008 yılında patlak veren subprime krizi ve küresel resesyona kadar devam ettiği söylenebilir. Ekonomi ve dış politika yapımında stratejik bir yönelim sürdürmenin imkânsız hale geldiği kırılgan koalisyon hükümetlerinin ardından AK Parti kadrolarının ekonomik büyüme ve yapısal dönüşümü kendi siyasi meşruiyet temellerinin ve varoluşlarının temel bir unsuru olarak algılamaları 
küresel piyasalardaki likidite bolluğu ve yatırım fırsatları ile birleşince düşük enflasyon ortamında hızlı büyüme ve mali disiplin eşliğinde yapısal dönüşüm ivmesinin yakalanabilmesi için gerekli ortam oluşmuştur. Ülkenin makro ekonomik istikrarsızlık ve yüksek enflasyon ile anılan ekonomi politik tarihine bakılınca bu noktada ciddi bir sıçrama yapıldığı ve bunun sonucunda da örneğin büyük çaplı özelleştirme ihalelerinin avantajlı fiyatlarla sonuçlandırılmasının ya da rekor düzeylerde doğrudan yatırım akışlarının mümkün hale geldiği görülmektedir. 
Yine bankacılık ve finans sektörlerinde gerçekleştirilen kapsamlı reformlarla modern bir “düzenleyici devlet”in (regulatory state) altyapısı oluşturulmuş ve bu sayede küresel ekonomik krizin potansiyel zararları minimize edilebilmiştir. 

3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 1

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 1




Sadık Ünay*
* Yrd. Doç. Dr., Balıkesir Üniversitesi, İ.İ.B.F., Uluslararası İlişkiler Bölümü.


ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok 
analiz ağırlıklı olacaktır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASI YILLIĞI 2009

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman


EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ.,

Giriş

20. Yüzyılın ikinci yarısında kristalize olan karakteri ile karşılaştırıldığında, 21. yüzyılın ilk on yılına damgasını vuran Türk dış politikasının gerek temel öncelikleri ve uygulama alanları, gerekse düşünsel altyapısı ve söylemi itibarıyla radikal değişim ve dönüşümler geçirerek çok boyutlu, proaktif ve düzen kurucu bir nitelik kazandığı noktasında geniş bir uzlaşma oluşmuş durumdadır. Sözü edilen değişim ve dönüşümlerin toplam etkileri değerlendirildiğinde Türkiye’nin Soğuk-Savaş döneminde askeri güce dayalı “savaşçı” karakterinin yerine “yumuşak”, “ince” ve “akıllı” güç unsurlarını önceleyen stratejik bir aktör olarak bölgesel ve küresel platformlarda ağırlığını arttırması son dönem Türk dış politikasının farklı yönleri üzerine kaleme alınan analizlerde öne çıkan bir saptamadır. Buna paralel olarak, gerek Türkiye’nin AB’ye tam üyelik müzakereleri çerçevesinde yaşadığı iç transformasyon, gerekse yükselen bir bölgesel güç olarak takındığı özgüvenli yaklaşımın altyapısını anlamlandırmaya yönelik olarak uluslararası ilişkiler yazınında farklı perspektiflerden pek çok ciddi çalışmanın ortaya konduğu ve bu anlamda bilimsel-entelektüel bir derinliğin oluşmakta olduğu da bir gerçektir.

Türk dış politikasındaki değişim dinamiklerini incelemek üzere geliştirilen ana akım yaklaşımlar arasında genel bir kategorizasyon yapıldığında dış politika parametrelerindeki değişimi kabaca Avrupa Birliği’ne tam üyelik sürecinin tetiklediği “Avrupalılaşma” bağlamında inceleyen yaklaşımlar;1 kimlik siyaseti ve güvenlik algılarının yeniden tanımlanmasına vurgu yapan analizler;2 iç politikadaki gelişmeler ve başat aktörlerin oynadıkları dönüştürücü rolleri inceleyen çalışmalar;3 güvenlik ve jeopolitik parametrelere yoğunlaşan 
eserler4 ve Türkiye’nin yumuşak gücündeki artışa işaret eden yaklaşımlardan
5 söz etmek mümkündür. Genel bir fikir vermesi amacıyla sunulan bu kategorizasyonda sözü edilen yaklaşımlara ek olarak birçok farklı yaklaşımı sentezleyen ya da sıra dışı analitik perspektiflerden yararlanan orijinal çalışmaların varlığı da elbette ki yadsınamaz.

Ancak burada ilginç olan nokta bu geniş analizler demeti içerisinde dış politika süreçlerinin oluşum ve uygulama aşamaları ile somut sonuçlarına uluslararası ekonomi politik perspektifinden bakarak devletlerarası siyasi ve ekonomik ilişkiler arasındaki geçişkenlikler, uluslararası ekonomik kuruluşlar ve yönetişim platformlarında oynanan roller, çokuluslu şirketlerin siyasi etkileri ve ekonomik 
yönetişim-siyasi meşruiyet ilişkileri gibi konularda yeterli sayıda ve derinlikte çalışmanın yapılmamış olmasıdır. Ekonomik küreselleşme süreçlerinin özellikle Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından hız kazanarak uluslararası entegrasyon ve rekabetin temelini oluşturmaya başladığı düşünüldüğünde, dünyanın en büyük 17 ekonomisinden biri olduğu sıkça vurgulanan Türkiye’nin yumuşak gücünün en önemli boyutlarından birini oluşturan ekonomik faktörler ve 
özellikle de uluslararası rekabet stratejilerinin halen güvenlik odaklı gelişme eğilimindeki uluslararası ilişkiler literatürü içerisinde hatırı sayılır bir yer edinememiş olmaları ciddi bir metodolojik eksiklik olarak göze çarpmaktadır. 

Dış politikanın ikili ilişkiler boyutundaki ekonomik etkileşimler ile birlikte uluslararası ticaret, uluslararası finans akışları, doğrudan yabancı yatırımlar, çokuluslu şirketler ve uluslararası ekonomik örgütlerle ilişkiler, sanayi/teknoloji politikaları gibi hassas konuların dış politika yansımaları ile birlikte ele 
alınmaları konusu ise, Ekonomi ve Dışişleri Bakanlıklarının birçok ülkede yakından koordine edildiği, hatta birleştirildiği, günümüzde elzem olarak görünmektedir. 

Sözü edilen arka plan ışığında bu çalışma Türk dış politikasının son dönemdeki dönüşüm çizgisine uluslararası ekonomi politik ve özellikle de Türkiye’de bir “rekabet devleti”nin konsolidasyonu perspektifinden bakarak akademik yazındaki metodolojik boşluğun doldurulmasına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Yine aynı meyanda son dönemde yaşanan kimi önemli dış politika açılımlarının ekonomi politik derinlikleri içerisinde analiz edilmeleri de hedeflenmektedir. 

Açıklayıcı bir kuramsal çerçeve oluşturabilmek amacıyla yaşanan dönüşümün Türk devlet yapısını ne derecede “rekabet devleti” modeline yakınlaştırabildiği sorusu, makroekonomik yönetişim yaklaşımları ile dış politika yapımı alanındaki dönüşümlerin eşzamanlı olarak değerlendirilmesi yoluyla cevaplandırılmaya çalışılacaktır. 

Bu bağlamda, Türkiye’nin içe kapalı ithal ikameci bir ekonomi politik yapıdan ihracata dayalı liberal ekonomiye geçiş tecrübesi ile 1980 ve 2000’li yıllara damgasını vuran iki neoliberal dönüşüm dalgasının “rekabet devleti” kavramsallaştırması ışığında ve özellikle dış politikadaki izdüşümleri açısından değerlendirilmesi hedeflenmektedir. Daha spesifik olarak, 2002’den bu yana iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti)’nin, ‘Stratejik Derinlik’ yazarı Ahmet Davutoğlu‘nun Başbakanlık Başdanışmanlığı ve Dışişleri Bakanlığı 
döneminde deruhte ettiği çok boyutlu dış politika yaklaşımının Türkiye’nin bir “rekabet devleti”ne dönüşmesi yönündeki doğrudan ve dolaylı etkileri masaya yatırılacaktır. Bu tarz inter-disipliner bir yaklaşım, makroekonomik yönetişim ve ulusal sosyoekonomik dönüşüm stratejileri ile uluslararası rekabet ve dış politika stratejileri arasındaki sinerji potansiyelinin ve ekonomik diplomasi kapasitesinin 
araştırılmasını gerekli kılmaktadır.

Organizasyonel yapı açısından çalışmanın başında “rekabet devleti” kavramı ve ekonomik küreselleşme-dış politika ilişkisi üzerinde kuramsal bir giriş yapılarak, uluslararası ekonomi politik yazınında küreselleşme süreçlerinin modern ulus devletin sosyoekonomik öncelikleri açısından doğurduğu paradigmatik kaymalara dikkat çekilecektir. Ardından Türkiye ekonomi politiğinin Cumhuriyet 
sonrası tarihsel değişim çizgisi gerek ekonomik büyüme gerekse insani-sosyal kalkınma eksenlerinde özlü biçimde değerlendirilecek ve tarihsel arka planın günümüzde bir “rekabet devleti”nin oluşumu için sunduğu fırsatlar ve tehditler vurgulanacaktır. Ardından siyasi ve ekonomik küreselleşme süreçlerinin girift biçimde içiçe geçmesi sonucunda makro ve mikroekonomik politika yapımı ile dış politika süreçleri arasındaki etkileşimin artmasına dikkat çekilerek, her iki 
alanda son yıllarda AK Parti iktidarları tarafından izlenen politikaların genel bir değerlendirmesi yapılacaktır. Son bölümde ise “rekabet devleti” yazınında vurgulanan dört değişim ekseni (enflasyonist müdahalecilikten sürdürülebilir büyümeye; makroekonomik yönetişimden mikroekonomik yönetişime; kapsamlı müdahalecilikten stratejik hedeflemeye; refah devletinden verimliliğe geçiş) ve bunlara ek olarak yazar tarafından kuramsal çerçeveye eklenen dış politika 
(jeostrateji ve güvenlikten ekonomik rekabetçiliğe geçiş) ekseninde 
Türkiye’nin ne ölçüde küresel vizyonlu bir “rekabet devleti” olabildiği detaylı biçimde ele alınacaktır.

“Rekabet Devleti” ve Dış Politika: Kuramsal Bir Giriş

Siyaset bilimi ve kalkınma çalışmaları alanlarının en karmaşık ve tartışmalı sorunsalı olan “devletin dönüşümü” konusunun son yıllarda hızla genişleyen disiplinlerarası ve çoğu zaman yüzeysel küreselleşme yazınının temel meselelerinden birini oluşturduğunu belirtmek yanlış olmaz. Girift ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel boyutları bulunan küreselleşme süreçlerinin baskın siyasi otorite ve organizasyon formları üzerindeki etkilerinin kavramsal olabilmesi amacıyla uluslararası ilişkiler, uluslararası ekonomi politik 
ve kalkınma çalışmaları alanlarında çok farklı kuramsal perspektif ve disipliner altyapılar temelinde çalışan uzmanlar tarafından çeşitli kavramsal kalıplar ortaya atılmıştır. Bunlar arasında ekonomik entegrasyon-dış politika etkileşimine özellikle vurgu yapan nosyonlar arasında ‘ticaret devleti’ (trading state),6 reaktif devlet (reactive state),7 görünmez devlet (virtual state)8 verilebilir.

Bu bağlamda, “rekabet devleti” kavramı etrafında yoğunlaşan ekonomi politik analizlerin 1990’lardan itibaren oturmuş devlet yapılarını ve politika önceliklerini derinden dönüştüren ekonomik küreselleşme dinamiklerine koşut olarak ortaya çıktıkları görülmektedir. İlk olarak Amerikalı siyaset bilimci Philip G. Cerny ve arkadaşları tarafından formüle edilen kavramsallaştırma, geleneksel devletçi 
ve neoliberal pozisyonlara kaymadan ekonomik küreselleşmenin siyasal yansımaları üzerinden gerçekçi çıkarımlar yapılması prensibine dayanmaktaydı. Her ne kadar, sınıf çatışması perspektifinden analizler üreten eleştirel yazarlar uluslararası rekabet kavramına ve “ Rekabet Devleti ” kavramsallaştırmasına siyasi/bölüşümsel çatışmaları nispeten göz ardı ettikleri gerekçesiyle haklı eleştiriler yöneltmiş olsalar da,9 bu durum adı geçen modelin ekonomik küreselleşme süreçlerinin siyasi boyutlarını kapsamlı biçimde ortaya koyduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. 

Ağırlıklı olarak Japonya ve Doğu Asya kaplanlarının kalkınma tecrübelerini açıklamak üzere geliştirilen “kalkınmacı devlet”10 yazını çerçevesinde oluşan bilgi birikimini küresel entegrasyonun ürettiği yeni ekonomik realitelerle harmanlayan “rekabet devleti” teorisyenleri yeni bir siyasi prototip tanımlama gayreti içine girmişlerdir. 

Bu prototip ise ulusal sınırlar içerisinde kurulu sanayi ve girişimcilerin  uluslararası rekabet güçlerinin maksimum düzeyde arttırılması ve toplumsal dengelerin korunması açısından kabul edilebilir insani/sosyal standartların korunması amacına kilitlenmiş bir devlet algılamasını yansıtmaktadır. Diğer bir deyişle, küresel ekonomi içerisindeki ulusal rekabet potansiyelinin arttırılması ile ulusal sosyoekonomik kalkınma hedeflerinin dengeli biçimde birlikte yürütülmesini hedefleyen bir siyasi organizasyon modeli çizilmektedir. Sözü edilen yaklaşımın doktriner bir piyasa ideolojisine dayanarak özelleştirme 
ve deregülasyon gibi devleti küçültücü tedbirler aracılığıyla ekonomik 
büyüme ve kalkınmanın tetiklenebileceğini savunan 1980’lerin “Washington Mutabakatı”na nazaran daha güçlü devlet denetimi, reregülasyon ve fakirliğin azaltılması gibi tedbirleri kabullenen revize neoliberal yaklaşıma, ya da “post-Washington Mutabakatı”na, daha yakın durduğunu belirtmek yanlış olmaz. Kuramsal açıdan “rekabet devleti” modeli Batı dünyası ve özellikle Avrupa’da siyasi otoritelerin başlıca sosyoekonomik meşruiyet kaynakları ve politika öncelikleri bakımından refah ve sanayi devletlerinden sanayi-sonrası 
rekabet devletlerine evirilmeleri sürecini betimlemek amacıyla geliştirilmiş 
olsa da, son dönemlerde modelin çeşitli uygulamalarının Latin 
Amerika gibi yarı-çevresel alanlara da yapıldığını belirtmek gereklidir.11 

Daha önce de belirtildiği gibi, Philip Cerny12 ve arkadaşları13 tarafından 
gerçekleştirilen bir dizi akademik yayın ile uluslararası ekonomi politik literatüründeki yerini alan “rekabet devleti” kavramsallaştırması temel olarak modern ulus devlet yapılarının idari mekanizmaları ve temel sosyoekonomik politika önceliklerinde küreselleşme ve bilgi ekonomisine geçiş süreçlerinin tetiklediği radikal dönüşümlerden hareketle tanımlanmıştır. Rekabet devleti teorisyenleri ulusal plandaki “siyasi girişimciler” ile ekonomik aktörlerin işbirliği 
yaparak, gelişmiş ve gelişmekte olan dünyada hâkim ulus devlet yapılarını ekonomik küreselleşmenin avantajlarından maksimum ölçüde yararlanabilecek biçimde dönüştürmekte olduklarını belirtmektedirler. 

Bu bağlamda en kapsamlı ve paradigmatik sayılabilecek dönüşümün ise devlet elitlerinin varlıklarını meşrulaştırmada kullandıkları siyaset, güvenlik ve ulusal egemenlik ağırlıklı rasyonaliteden (raison d’Ètat) ekonomik rekabet, entegrasyon ve çok katmanlı yönetişime dayalı küreselleştirici bir rasyonaliteye (raison du Monde) geçiş olduğu iddia edilmektedir. Devletlerarası ilişkiler açısından 
ise, yaşanan köklü dönüşümün Soğuk Savaş sonrası dönemde sosyoekonomik 
kalkınma konuları ile uluslararası rekabet avantajı ve ekonomik diplomasi gibi kavramların geleneksel olarak siyasi, askeri ve jeostratejik çekişmelerin şekillendirdiği yüksek siyaset alanına girmeleri ile tam bir uyum içerisinde olduğu dile getirilmiştir.

Özellikle Batı Avrupa’da II. Dünya Savaşı sonrasınde kurulan konvansiyonel refah devletlerinin ekonomik küreselleşme baskıları altında geçirdikleri derin transformasyonu inceleyen rekabet devleti yazınında devlet mekanizmalarının sosyal ve ekonomik süreçlerin ticarileştirilmelerini soyut bir “kamu yararı” algısına dayanarak önleyen yapılardan piyasa disiplini altında ticarileşme ve rekabetçiliği körükleyen aktörlere dönüştüklerine vurgu yapılmaktadır. 

Bu bağlamda, siyaset ve güvenlik kaygılarının ağırlıklı olarak belirlediği 
bir devlet rasyonalitesinden ekonomik ve menajeryal kaygıların beslediği bir devlet rasyonalitesine geçişin temel sonucu olarak siyasi küreselleşme ile finansal ve ekonomik karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin içiçe geçtiği bir “iliştirilmiş finansal ortodoksi”nin14 oluştuğu gözlenmiştir. Diğer bir deyişle, “Washington Mutabakatı”nda ifadesini bulan orijinal neoliberal yaklaşımın resmettiği devletin hareket alanını daraltıcı ekonomik ve siyasi küreselleşme tasavvuru yerine, 
“post-Washington Mutabakatı”nı yansıtan “rekabet devleti” yazarları, gerek neoliberal yapısal dönüşümün gerekse küreselleşme süreçlerinin koordineli biçimde ilerlemesinin başat devlet yapılarının organize edici rolüne bağlı olduğunu ısrarla vurgulamışlardır. Bu da hem küreselleşme-ulus devlet ikileminin yerel gerçeklikler ışığında yeniden yorumlanmasında, hem de dış politika gibi devlet elitleri tarafından dizayn edilen politika alanlarının ekonomik küreselleşmeyi tetikleyen makro süreçlerin sürdürülmesi ve hızlandırılmasında ne derece önemli olduğunun ortaya konmasında etkili olmuştur. 

“Rekabet devleti” perspektifi gibi konvansiyonel neo liberalizmin piyasa-ideolojik niteliğini reddeden yaklaşımların özellikle ekonomik küreselleşmenin siyasi yansımaları ile ilgili temel paradoksları net bir biçimde ortaya koyabilme potansiyelleri hiç şüphesiz daha yüksektir. Nitekim “rekabet devleti” yazarları siyasi ve ekonomik aktörlerin devlet mekanizmalarını kültürel, kurumsal ve piyasa yapılarında ortaya çıkan karmaşık dönüşümlere uyum sağlayabilecek verimlilik ve rekabet odaklı bir tür “yarı-şirket” olarak yeniden tanımlamalarının 
üç temel paradoksa yol açtığını vurgulamışlardır: Bunlardan birincisi, yakın dönem küreselleşme yazınındaki iddiaların aksine, neoliberal küreselleşme süreçlerinin empoze ettiği “devlet dönüşümü”nün siyasi otoritelerin yetki ve manevra alanlarını daraltmak yerine, uluslararası rekabet odaklı yeni regülâsyon ve müdahale fırsatları oluşturmasıdır. Yine bu bağlamda makroekonomik yönetişim, sosyoekonomik kalkınma ve dış politikalarını küresel rekabet 
gereksinimleri doğrultusunda yeniden tanımlayan devlet aktörleri ve kamu çevreleri ekonomik küreselleşme süreçlerine pasif olarak maruz kalmamakta, aksine kendi kapasiteleri ile uyumlu yeni ve karmaşık küresel entegrasyon biçimleri geliştirerek yeni realitelerle daha etkin biçimde yüzleşmektedirler. Son olarak, ulusal sınırların önemini giderek azaltan küresel ekonomik entegrasyon ile ulusal temelli egemenlik tanımlamaları ve devlet-toplum ilişkileri arasındaki 
uyumsuzluk dünyanın farklı bölgelerindeki ulus devlet yapılarının kurumsal meşruiyetlerini, sosyal doku ile bağlarını ve toplumsal güç kaynaklarını değişen hızlarla erozyona uğratmaktadır.15

“Rekabet devleti” kavramsallaştırması standart neoliberal önermelerin 
ötesine geçerek piyasa-dostu denetim ve düzenlemelerin yanında siyasi küreselleşmeyi ve küresel entegrasyona dayalı rekabetçiliği proaktif olarak destekleyen bir siyasi formu temsil etmesi açısından orijinal bir formülasyonu ifade etmektedir. Küresel ekonomi politik içerisinde kurulu dengelerin uzun vadeli değişiminin ise devletler ve ekonomik aktörler arasında pragmatik deneme-yanılma (bricolage) girişimleri sonucu değiştiği varsayıldığından makro ekonomik yönetim ve dış politika alanındaki farklı tercihlere göre küresel 
sistemin farklı lokasyonların da görece farklı nitelikler taşıyan rekabet  devletleri nin ortaya çıkacakları peşinen kabul edilmiştir.16 

Spesifik politika tercihleri açısından bakıldığında ise rekabet devleti yazarları ekonomik küreselleşme süreçleri ile bunların doğurduğu çok katmanlı yönetişim yapılarının temelde dört alanda paradigmatik değişimler doğurduğunu dile getirmektedirler: 

1. Küreselleşme dalgalarının siyasi otoritelerin karar alma eğilimleri ve sosyoekonomik öncelikleri açısından doğurdukları ilk değişim, makroekonomik müdahalecilik geleneğinin yerini giderek denetim, gözetim, rekabet politikası, sanayi ve teknoloji politikaları gibi mikroekonomik ağırlıklı müdahalecilik biçimlerine bırakmasıdır. 

2. İkinci olarak, içine kapalı ekonomik sistemlerde kendi kendine yeterlilik (otarşi) üzerinden kurulan sosyoekonomik yönetişim mimarilerinin küresel mal, hizmet ve işgücü piyasalarında ortaya çıkacak gelişmeleri dinamik biçimde izleyip bunlara karşı esnek sektörel cevaplar üretilmesi hedefine yönelik olarak yeniden yapılandırıldıkları görülmektedir. Bu bağlamda küresel yatırımcılar, 
uluslararası ekonomik kuruluşlar ve güçlü devletler nezdinde yürütülen ekonomik diplomasi faaliyetleri artan bir önem kazanmaktadır.

3. Ekonomi yönetiminde ‘ne pahasına olursa olsun büyüme’ prensibinin 
yerini yeni nesil monetarist yaklaşımın beslediği ‘düşük enflasyonlu ve sürdürülebilir büyüme’ nosyonu almaktadır.

4. Ulusal düzeyde hayata geçirilen siyasi programlar ve aktüel parti siyasetinde istihdam ve refah artışı gibi sosyal unsurların yerini girişimcilik kültürünün geliştirilmesi, yenilikçiliğin özendirilmesi, kamu ve özel sektör alanlarında üretkenlik ve etkinliğin geliştirilmesi gibi hedefler almaktadır.17 

Kabaca “post-Washington Mutabakatı” olarak tabir edilen ikinci nesil neoliberalizm ile büyük ölçüde uyum halinde olan yukarıdaki önermelere bu çalışmada vurgulanan ekonomi-dış politika ilişkisi bağlamında aşağıdaki önermenin de eklenmesi gereklidir: Soğuk Savaş döneminde kristalize olan “sert güç” temelli ve ulusal egemenlik ile siyasi ve askeri çıkarlar eksenli dış politika yaklaşımları, Soğuk Savaş sonrası dünyada “yumuşak güç” ve ekonomik/kültürel diplomasiyi öne alan, demokratik değerler çerçevesinde uluslararası rekabet 
kapasitesini ve küresel pazar paylarını arttırmaya odaklanan çok boyutlu yeni bir dış politikaya evrilmektedir. 

Aşağıdaki bölümde Türkiye’nin yukarıda sıralanan beş eksen bağlamında 
modern bir “rekabet devleti” olma yolunda ne kadar yol kat ettiği değerlendirilecektir. Bu bağlamda ülkenin 1980 sonrasında yaşadığı 
sosyoekonomik dönüşüm, bu dönüşümün 2000-2001 krizleri sonrasında kurumsal reformlar eşliğinde olgunlaşması, 2002 sonrası AK Parti iktidarlarının izlediği proaktif ve çok boyutlu dış politika yaklaşımı ile bu yaklaşımın uluslararası rekabet gücü açısından yansımaları masaya yatırılacaktır.

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

30 Temmuz 2016 Cumartesi

15 TEMMUZ’UN AYAK SESLERİ ..,



15 TEMMUZ’UN AYAK SESLERİ ..,
 
Sadi Somuncuoğlu

 
 
 
 
30 Temmuz 2016
 
 
15 Temmuz darbesinin ayak sesleri çok önceden duyuluyordu. Bu köşede, Türk Milletini ve Devletini kuşatan tehdit ve tehlikelere ilişkin 29.11.2014’de yayımlanan “Türkiye’deki ‘paraleller’ ve bekâmız” başlıklı yazımızda uyarılarda bulunmuştuk. Söz konusu yazımızdan bazı bölümleri aynen aşağıya alıyoruz.
“Son dönemde tartışılan ‘Paralel Devlet’ kavramını, herkes kendine göre yorumluyor. Kimi ‘Cemaat’, kimi PKK/KCK, kimi de AKP ‘paralel devleti’ diyor. Diyelim ki bunlar doğru, peki Türkiye Cumhuriyeti Devletine ne oldu? Yok mu oldu diyeceğiz? Hayır… Sadece, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nden paralel devletler(!) çıkarıldı’ diyeceğiz. Ortak adları ‘paralel devlet’ ama amaçları, mücadele metotları ve mahiyetleri birbirinden çok farklı. Bu konuda çok yazılıyor, konuşuluyor, ama bunlar neyin nesi pek bilinmiyor.
 
Önce Birinci ‘paralel’den başlayalım:
 
2002’de kurulan iktidarın ayrılmaz parçalarından biri olarak görünen ve iki yıl öncesine kadar ‘kuzu sarması’ gibi bir ve bütün olarak ülkeyi yöneten ‘ortaklar’ arasına birdenbire ‘kara kedi’ girdi! Belki de ‘sen fazla güçlenmeye başladın. Yoksa hesabın patron olmak mı? kuşkusu, kavgaya sebep oldu. Kurucu olanı, ortağına ‘Paralel devlet’ adını taktı, ‘savaş açtı’. Yetmedi ‘darbeci’ dedi, yakasına yapıştı. Bu da yetmedi, MGK’da alınan ‘irtica ile mücadele’ kararı çerçevesine yerleştirdi.
 
İkinciParalel’, Pek çok mahkeme kararlarına ve uluslararası toplumun resmî kabulüne göre bölücü-ırkçı-terör örgütü PKK/KCK ‘devleti’dir. Örgüt terörü, önce vatanımız üzerinde ayrı bir devlet kurmak için başlatmış, ama yenilmiştir. Sonra ‘Demokratik Cumhuriyet’ diyerek, ülkeye ortak olma yolunu seçmiştir. Bu amaçla yapılan, Oslo ve İmralı görüşme tutanak ve mutabakatlarındaki yol haritasına göre bugünlere gelinmiştir. Kısaca; Devletimizin güvenlik güçleri ‘alan hâkimiyeti’ stratejisini terk edince bölücü terör örgütü ovaya, Oslo ve İmralı mutabakatlarındaki ‘çatışmasızlık’ ve ‘özerk yönetim’ şartı da kabul edilince şehirlere inmiştir. ‘Barış süreci!’ denilen bu dönemde terör örgütü, çok büyük kazanç sağlamış, bölge hâkimiyetini artırarak, silahlı güçleri şehirler dâhil her yerde kol gezmeye başlamıştır.
 
Üçüncü ‘ Paralel Devlet ’, iktidar partisine aittir. Geçen 12 yıl zarfında devleti, kendi kurum ve kurallarıyla değil de, arka planda çalışan, gayri mesul kişiler ve bazı cemaatlerden oluşan ekiplerle yöneten yapının adıdır. Onlara göre; ‘dönüştürülmek’ istenen devletin mevzuatı, kadroları ve kuralları engelleyicidir; onlara güvenilemez. Amacın; 1923’de kurulan millî (ulus) ve üniter Devletin, çok ortaklı/ çok etnikli (ırklı) bir yapıya kavuşturularak, Türkiye’nin büyütülmesi olduğu iddia edilmektedir.
 
Bize göre şöyle düşünülmüş olabilir: Irak, Suriye, Mısır, Sudan, Libya, Yemen vb. ülkeler bölününce, buralarda ortaya çıkacak, bize yakın gruplarla (meselâ İhvan hizipleri gibi) bir bütünleşmeye gidebiliriz. Projenin sahibi emperyalistler, madem bu ülkeleri bölecekler, biz de görev alıp bu fırsattan yararlanarak, ‘Müslüman ülkeler topluluğu meydana getirsek’ kötü mü olur? Bu hesapla bazı somut adımların atıldığı basında yer aldı. Mesela; Mısır’da Mursi’ye 2 milyar dolar verildiği, Libya’da Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil’e elden, taksitler halinde 300 milyon dolar yardım yapıldığı, bütün dünyaya duyuruldu. Suriye ve Yemen’de çatışan gruplara silah gönderildiği, yerli ve yabancı basında yoğun şekilde yazıldı.
 
Zaten Davutoğlu, ‘ Stratejik Derinlik ’ kitabında, mealen şöyle demiyor muydu?'   ''Büyük devletlerle çatışmak yerine onlarla birlikte olup ortaya çıkacak fırsatlardan yararlanarak çıkarlarımızı korumak ve genişletmek çok daha doğru olur.  Gelinen noktada hayaller uçtu, acı gerçekler kaldı…”
 
DİKKAT, DİKKAT!
 
Bugün ise içeride PKK terörü azmış, IŞİD vd. Pusudadır.
Dışarıda; ABD denetiminde Musul, Telafer, Menbiç, Halep, Azez, Afrin ve İskenderun üzerinden Akdeniz’e ulaşan “Kürt koridoru” için büyük bir savaş başlamak üzeredir. Bu Türkiye’nin savaşı demektir. Buna göre “Darbe bitmedi” diyenler başta olmak üzere, ilgili herkesi uyarıyoruz. Türk Milletine yaslanarak; lütfen, meydanlardaki şenlikli “demokrasi nöbetine(!)” son verin, askeri birliklerin önündeki  iş makinalarını hemen çekin… Devletin ve TSK’nın yapısını, Motivasyonunu, İtibarını ve şerefini Koruyun!..