EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 2
Türkiye Ekonomi Politiğinin Dönüşümü: Tarihsel Arka Plan
20.yüzyıl boyunca Türkiye’nin ekonomik büyüme ve geniş kapsamlı
sosyoekonomik kalkınma performansını incelediği önemli çalışmasında
Şevket Pamuk büyüme rakamları ile sosyal standartlar arasındaki kopukluğu betimlemek için yerinde bir benzetme ile “yarısı dolu bir bardak” benzetmesini kullanır.18 Gerçekten de 1923 yılında Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana Türkiye daha kentli ve sanayileşmiş bir sosyal dokuya ulaşma hedefine yönelik olarak radikal ekonomik değişimler ve yapısal dönüşümler geçirmiştir.19
Ancak tarihsel süreç içerisinde elde edilen bu gelişmeler not edilmekle birlikte,
Türkiye’nin örneğin Asya kaplanlarını andırır biçimde bir sosyoekonomik
kalkınma mucizesi ortaya koyamadığını ve toplumun yaşam standartlarında sağlanan uzun dönemli iyileşmelerin de gelişmekte olan dünya ortalamaları civarında olduklarını vurgulamak gerekir. Buna ek olarak Türkiye’nin ciddi siyasi ve makroekonomik krizlere rağmen periyodik yükselişler gösteren ekonomik büyüme performansının insani kalkınma alanında benzer bir yükseliş ivmesi
oluşturmamış olması ülkenin genel ekonomik büyüklüğü ile sosyal/insani kalkınmışlık düzeyi arasında bir uçurumun oluşmasına yol açmıştır. İşte bu yüzden de, makro ekonomik büyüklüklerin ölçülmesine dayalı milli gelir ve kişi başına düşen milli gelir rakamları ile ortalama halkın yaşam kalitelerini ölçen Birleşmiş Milletler insani kalkınma endeksi açısından Türkiye’nin küresel ekonomik sistemde işgal ettiği konumlar arasında derin bir uçurumun oluştuğu
göze çarpmaktadır.20
Diğer bir açıdan ise Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel gelişim çizgisi boyunca piyasa dinamiklerini önceleyen ekonomik liberalizm uygulamalarının kuraldan ziyade istisna olarak ortaya çıkmış olduklarının ve Cumhuriyet döneminde ekonomi–dış politika ilişkilerinin de genelde devletçi ve içe dönük bir teorik/ ideolojik arkaplan ışığında şekillendiklerini vurgulamak gereklidir.
Öyle ki, 1980 sonrası yaşanan derin liberalleşme deneyimine kadar geçen dönemde yönetici elitlerin makroekonomik ve sosyal konulara dair müdahaleci eğilimlerinin görece olarak ikinci planda kaldığı iki kısa süreçten bahsedilebilir.
Bunlardan birincisi, 1923’te hemen Cumhuriyet’in ilanını takip eden ve 1929’daki Büyük Buhran’ın ardından devletçilik stratejisinin sistemli olarak hayata geçirilmesine kadar devam eden süreçtir ki, bu zaman diliminde Lozan Anlaşması’nın kısıtlayıcı şartları ve yeni Cumhuriyet’in yeterli sermaye birikimine sahip olmayışı zoraki bir liberalliği empoze etmiştir.21 Tarıma dayalı kalkınma ve iç piyasanın genişletilmesi ekseninde gerçekleştirilen ikinci liberalizm deneyimi
ise ciddi bir ekonomik kriz ve ülkenin IMF ile ilk yüzleşmesine yol açarak son bulmuştur. 1950’lerin sonlarında patlak veren sosyoekonomik kriz sadece bir askeri müdahaleye yol açmakla kalmamış, aynı zamanda dönemin öne çıkan küresel kalkınma yaklaşımlarıyla uyumlu bir strateji olarak ithal ikameciliği ve kalkınma planlamacılığına dayalı yeni bir müdahalecilik döneminin başlamasına giden yolu açmıştır. 1960’larda uygulamaya konan kalkınma stratejisinin
Türkiye’nin OECD başta olmak üzere uluslararası ekonomik kuruluşların
yakın gözetimi altında “yarı-Keynezyen bir rekabet devleti” kurma girişimini başlattığı söylenebilir.22
Yükselmekte olan yerli sanayi burjuvazisi ve askeri-sivil bürokratik elit tarafından desteklenen ithal ikamesi ve planlamaya dayalı korumacı sanayileşme yaklaşımı 1960’lı yıllar boyunca yüksek büyüme hızları yakalanması ve tarımdan sanayiye doğru radikal yapısal dönüşümü hızlandırması bakımından etkileyici sonuçların ortaya konmasını sağladı.23 Sonuçta 1970’lerin ilk yıllarına kadar olan dönemde hızlı ve sürdürülebilir kalkınma ivmesi yakalayan Türkiye, Doğu
Asya ülkelerinin gerisinde kalmakla birlikte gelişmekte olan dünya ortalamalarını ve özellikle Latin Amerika ülkelerini geride bırakan bir sosyoekonomik kalkınma performansı sergiledi. Ancak Soğuk Savaş koşullarının ve Kıbrıs Barış Harekâtı sonrası uygulanan uluslararası yaptırımların tetiklediği kapsamlı, aşırı ve uzun süreli korumacılık eğilimleri Türkiye ekonomisindeki kronik ihracat kötümserliği
tarafından da körüklendi; ve sonuç içe kapanma, durağanlık ve 1970’lerin sonunda da ciddi bir ödemeler dengesi krizi olarak kendisini gösterdi. 24
Bilindiği gibi, 1980’li yılların ilk yarısında Turgut Özal liderliğinde başlatılan ilk kuşak neoliberal dönüşüm daha önceki dönemlerin devletçi, korumacı, merkantilist önceliklerini tersyüz ederek küresel ekonomik sistemle tamamen farklı bir entegrasyon biçiminin önünü açmıştır.25 Özellikle 1987’ye kadar olan dönemde makroekonomik politikaların temel öncelikleri, oluşturuluş biçimleri ve uygulayıcı aktörler bazında radikal dönüşümler yaşanmış ve sıkıştırılmış
bir dışa açılma hareketi hayata geçirilmiştir. Hukuk devleti ve kamusal denetim-gözetim altyapısındaki ciddi kurumsal zaaflara rağmen dışa açık, ihracat eksenli ve rekabetçi bir sosyo-ekonomik kalkınma stratejisi ile yeni bir “rekabet devleti”nin temelleri bir ölçüde atılmıştır.
Özal liderliğindeki ANAP hükümetleri, bir taraftan özel sektörü dünya pazarlarını hedef alarak küresel bir yatırım mantalitesine kavuşturmaya çalışmışlar; diğer taraftan da özel sektörün önünü açmak için Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar gibi bölgelere yönelik çok yönlü ve proaktif bir dış politikayı Soğuk Savaş’ın son yıllarındaki küresel dengeleri gözeterek uygulamaya çalışmışlardır. Sonuçta gerek kamu gerekse özel sektör nezdindeki izolasyoncu kalıpların zorlanması
sonucu Türkiye’nin geleneksel ihracat kötümserliği aşılmaya başlamış ve ihracatın milli gelire oranı 1980 ve 1988 yılları arasında yüzde 4,1’den yüzde 13,3’e çıkmıştır.26
Bu arada ihracat rakamlarındaki niceliksel artış ihracat ürünlerinin çeşitlenmesi ve imalat sanayi ürünlerinin görece paylarının artması yönünde niteliksel bir iyileşme ile de tamamlanmıştır. Ekonomi politik alandaki bu olumlu dönüşümlerin bir taraftan Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üyelik başvurusu yapılırken diğer taraftan İslam dünyası ve yeni kurulan Türkî Cumhuriyetler ile sıkı ilişkilerin kurulmasına dayalı aktif bir dış politika rejimi altında gerçekleşmiş
olması sürpriz sayılmamalıdır. Ancak Türkiye ekonomisindeki birçok hızlı büyüme dönemi gibi 1980’lerin hızlı ekonomik büyüme ve yapısal dönüşüm ivmesi uzun süre devam ettirilememiştir. On yılın ilk yarısındaki ihracat genişlemesi eğilimi, on yılın ikinci yarısına taşınamadığı gibi 1990’lı yıllar da siyasi istikrarsızlık tarafından tetiklenen sosyal ve ekonomik istikrarsızlık eğilimlerinin yükselişine şahit
olmuştur.27
1970’lere benzer şekilde hassas ve kırılgan koalisyon hükümetlerinin öne çıktığı 1990’lı yıllarda Türkiye ekonomi politiğinin yapısal ve aktörlerden kaynaklanan sorunları öne çıkmış ve neoliberal dönüşüm döneminin ivmesi kaybedilmiştir. Gelişmekte olan dünyada 1980’lerin “kalkınmanın kayıp on yılı” görülmesi gibi 1990’lar da Türkiye için siyasi istikrarsızlık ve makroekonomik krizler eşliğinde
ekonomik büyümenin durduğu kayıp yıllar olarak kaydedilmiştir. Tarihsel olarak bakıldığında, 1980’li yıllarda ABD ve İngiltere’den başlayarak IMF, Dünya Bankası ve OECD eşliğinde gelişmekte olan ülkelerde yayılan ilk dalga neoliberal dönüşüm projesi ile Özal liderliğindeki siyasi koalisyonun politik ve ekonomik reform öncelikleri arasındaki sinerji, o dönemdeki liberalisyon başarısını sağlayan en önemli etkenlerden birisi olmuştur. Ekonomik ve politik liberalizasyon ekseninde küresel sistemle derinleşmiş bir entegrasyon hedefine
kilitlenen Özal hükümetlerinin Soğuk Savaş’ın son yıllarında uluslararası
sistemdeki boşluklardan istifade ederek izledikleri proaktif ve çok yönlü dış politikanın da hiç şüphe yok ki, ekonomik büyüme süreçlerinin önünü açan etkisi de net olarak hissedilmiştir.
Ulusal ve uluslararası reform gündemleri arasındaki sinerjinin kaybolduğu 1990’lı yıllarda ise popülist siyasi liderlerin tekrar sahneye çıkmaları ekonomik rasyonalite ve neoliberal kalkınma stratejisi ile gerek iç gerekse dış politika alanları arasındaki ahengi temelinden sarsmıştır. Kırılgan koalisyon hükümetleri içerisinde kendi dar kapsamlı ve kısa dönemli çıkarlarını tatmin etme peşinde koşan siyasi liderler kısır çatışma ve popülist dağıtım ağlarını besleyerek geleneksel bölüşüm çatışmalarını ve siyasi-ekonomik istikrarsızlık dinamiklerini
tetiklemişlerdir. Bir taraftan Güneydoğu Anadolu’daki ayrılıkçı terör olaylarının tırmandığı, diğer taraftan siyasi polarizasyon ve sertliğin arttığı bu dönemde iç kavgaların girdabına kapılan Türkiye’nin, dış politikada nispeten durağan bir döneme girmesi normal karşılanmalıdır. Zaten İran-Irak Savaşı, Birinci Körfez Savaşı ve Bosna Savaşı gibi ciddi bölgesel çatışmaların sarmalında bulunan
Türkiye’de, Özal’ın çevre ülkelerle siyasi ve ekonomik ilişkileri sıkılaştırma ve ticaret hacmini arttırma hedeflerinin de hayata geçirilmesi olumsuz uluslararası konjonktür sebebiyle kısmen mümkün
olabilmiştir.
Özal döneminde oluşturulmaya çalışılan “rekabet devleti”nin 1990’lı yılların siyasi polarizasyonu neticesinde dağılmasının ekonomik yansımaları arasında yavaşlayan ekonomik büyüme hızı, kronik yüksek enflasyon, bütçe performansını derinden sarsan mali disiplinsizlik sayılabilir. Finansal liberalizasyon sonrası önü açılan sıcak para akışlarının etkileri de bu olumsuz ekonomik tabloya eklenince 1994, 2000 ve 2001 yıllarında yaşanan finansal ve makroekonomik krizler kaçınılmaz olmuştur. Bu perspektiften bakıldığında
2001 sonrası dönemin Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel evrimi içerisinde eski kırılganlıkların önemli ölçüde izale edildiği, çözülen “rekabet devleti” yapısının kurumsal reformlar sayesinde restore edilme sürecine girildiği, mali disiplinin ve ekonomik büyüme ivmesinin yakalandığı ve uluslararası krizlere karşı görece bağışıklık kazanıldığı farklı bir dönemi temsil ettiği ortadadır.
Bu dönemde ulusal alandaki makroekonomik istikrar ve büyüme ivmesiyle bu temelde gerçekleştirilen proaktif dış politika hamleleri arasında birbirini
karşılıklı besleyen interaktif bir ilişki biçiminin kurulmuş olduğu belirtilmelidir.
Türkiye’nin Yeni “Rekabet Devleti” ve Dış Politika: Temel Fırsat ve Tehditler
Türkiye ekonomi politiğinin tarihsel dönüşümü üzerinde buraya kadar yapılan tespitler bağlamında bu bölümde ülkede oluşmakta olan yeni “rekabet devleti” ile ilgili fırsat ve tehditlerden bahsetmek yerinde olacaktır. Böyle bir analiz hem Türkiye’nin 1980’li ve 2000’li yıllarda makroekonomik yönetim modeli ile ilgili olarak tecrübe ettiği iki dalga neoliberal değişim tecrübesini, hem de bu mekroekonomik yönetim modeline derinlik kazandırarak küresel sistemle entegrasyonu hızlandıracak yeni çok boyutlu dış politika çizgisini değerlendirme
imkânı sağladığı için önem taşımaktadır. Bu bağlamda, 2000-2001 krizleri sonrasında Türkiye ekonomi politiğindeki yapısal dönüşümün temel eksenini belirleyen Kemal Derviş imzalı “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”nın Özal döneminde kristalize olan deregülasyon ve özelleştirme eksenli birinci nesil neoliberalizmden reregülasyon ve kurumsal reform eksenli ikinci nesil neoliberalizme geçiş aşamasında bir paradigmatik dönüşümün miladı olduğu belirtilmelidir.28
Kurucu kadrolarının kültürel olarak muhafazakâr kökenlerine rağmen, AK Parti hareketi 2002 yılında iktidarı devraldığı andan itibaren sosyal konularda duyarlı bir merkez-sağ parti imajı oluşturmaya gayret etti. Bu doğrultuda hem özel sektörün desteklenmesi ve küresel piyasalarla entegrasyonun hızlandırılması, hem de ortalama sosyoekonomik gelişmişlik seviyesinin yükseltilmesi ve eğitim, sağlık, ulaşım gibi temel kamu hizmetlerinde ciddi iyileştirmeler yapılmasını
siyasi varlık sebebinin önemli unsurları olarak algıladı. Aynı zamanda AK Parti kadroları uzun dönemli siyasi meşruiyetlerinin, mali disiplinin korunması ve kamu yönetiminde etkinlik ve verimlilik temelli bir reform yapılması sonucunda sağlanacak ekonomik istikrara dayalı olduğunun farkındaydılar. Böylelikle, uzun bir aranın ardından Türkiye’de yapısal dönüşümü, mali disiplini ve piyasa
dostu rasyonel makroekonomik politikaların uygulanmasını savunan uluslararası finansal kuruluşların talepleri ile “post-Washington Mutabakatı”nı güçlü kurumsal reformlar temelinde benimseyen AK Parti iktidarı ve dünya pazarlarına hızla entegre olmak isteyen Anadolu sermayesinin hedefleri arasında bir sinerji oluşmuş oldu. Bu sinerjinin bir ayağı da, hiç şüphesiz ithal ikamesine dayalı kapalı rejimlerden ihracata dayalı büyüme stratejilerine geçişte her zaman ihtiyaç duyulan proaktif ve çok boyutlu bir dış politikaydı ki, özellikle
Turgut Özal ve İsmail Cem tarafından temelleri atılan ve komşu ülkelerden başlayarak başat bölgesel ve küresel aktörler ile angajman prensibine dayanan bu tarz bir dış politika çizgisi, Ahmet Davutoğlu’nun önce Başbakan Başdanışmanlığı ardından da Dışişleri Bakanlığı dönemlerinde sistematik bir çerçeveye oturtularak ısrarla derinleştirildi.
“Komşularla sıfır sorun” politikası Türk dış politikasında özellikle Soğuk Savaş döneminde kemikleşen izolasyonist eğilimlerin resmen reddedildiğinin ve ortak çıkarlar temelinde tüm yakın ve bölgesel komşularla dostane siyasi, ticari ve insani ilişkiler kurulmasına yönelik Türkiye tarafında güçlü bir irade bulunduğunun kurumsal bir ifadesi oldu. Zaman zaman art niyetli “eksen kayması” eleştirilerine konu olsa da, özellikle Ortadoğu’daki komşularla mükemmel biçimde yürütülen bu politika sayesinde karşılıklı ekonomik bağımlılığın arttırılması yoluyla bölgesel istikrar, güvenlik ve refahın artmasına
yönelik ciddi adımlar atıldı. Ayrıca 2003 yılındaki Irak işgalinin öncesinde “Irak’a Komşu Ülkeler” konferansları ile başlayıp Irak ve Suriye gibi sınır komşularıyla kurumsal entegrasyon çabalarıyla devam eden; Ortadoğu, Balkanlar, Kafkasya ve diğer bölgelerdeki pek çok ülke ile “Stratejik İşbirliği”, serbest ticaret anlaşmaları, vizelerin kaldırılmasına yönelik düzenlemeler temelinde sürdürülen; ve nihayet Latin Amerika, Doğu Asya ve Afrika gibi daha önce tamamen ihmal
edilen bölgelere uzanan dış politika dinamizmi Türkiye’nin küresel profilinde çok kısa bir zaman dilimi içerisinde muazzam bir yükselmenin gözlenmesine sebep oldu. Ayrıca kısa sürede dünyanın altıncı büyük hava yolları firması haline gelen Türk Hava Yolları’nın, TİKA gibi teknik ve dış yardım kuruluşlarının, sivil toplum örgütleri tarafından örgütlenen eğitim ve sağlık kuruluşlarının, TOBB, TUSKON
ve MÜSİAD gibi sanayici-işadamı birliklerinin başını çektiği koordineli bölgesel girişimler Türkiye’nin yumuşak güç potansiyelini geometrik olarak arttıran etkenler arasında yerlerini aldılar.
Ancak burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir husus, küçük ve orta boy işletmeleri temsil eden iş örgütlerinin aksine, İstanbul merkezli büyük sanayi ve ticaret burjuvazisini temsil eden TÜSİAD çevresinin AK Parti dönemindeki dış politika ve ekonomik işbirliği açılımlarında Türkiye ekonomisindeki yönlendirici gücü nispetinde yer almamış olmasıdır. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın Özal’dan devraldıkları geleneği sürdürerek dış gezilerindeki geniş heyetlerine kabul ettikleri özel sektör temsilcileri arasında TÜSİAD üyelerinin azınlıkta kalmaları neredeyse pek dile getirilmeyen bir teamül halini almıştır. Bu durumun kaynağında iktidar partisi ile TÜSİAD üyeleri arasında kimi temel siyasi meselelerde zaman zaman yaşanan derin görüş ayrılıkları ve yükselen tansiyon kadar, KOBİ örgütlenmelerinin ABD ve Avrupa dışında yeni pazarlara açılan AK Parti’nin bu stratejisine daha kolay uyum sağlayabilme kabiliyetine sahip olmalarının yattığı söylenebilir.29
Resmin içerideki kısmına bakıldığında ise 2005 yılından itibaren Avrupa Birliği ile tam üyelik perspektifinde sürdürülen müzakereler doğrudan yabancı yatırım seviyelerini yıllık 20 milyar dolarla cumhuriyet tarihinin en yüksek noktalarına çekerken siyasi istikrar, hızlı ekonomik büyüme, yükselen yaşam standartları ve küresel itibar faktörleri ile özetlenebilecek olumlu bir sarmal etkisi gözlemlen miştir. Tarihsel olarak, bu portrenin özellikle ekonomik kısmındaki olumlu unsurların 2008 yılında patlak veren subprime krizi ve küresel resesyona kadar devam ettiği söylenebilir. Ekonomi ve dış politika yapımında stratejik bir yönelim sürdürmenin imkânsız hale geldiği kırılgan koalisyon hükümetlerinin ardından AK Parti kadrolarının ekonomik büyüme ve yapısal dönüşümü kendi siyasi meşruiyet temellerinin ve varoluşlarının temel bir unsuru olarak algılamaları
küresel piyasalardaki likidite bolluğu ve yatırım fırsatları ile birleşince düşük enflasyon ortamında hızlı büyüme ve mali disiplin eşliğinde yapısal dönüşüm ivmesinin yakalanabilmesi için gerekli ortam oluşmuştur. Ülkenin makro ekonomik istikrarsızlık ve yüksek enflasyon ile anılan ekonomi politik tarihine bakılınca bu noktada ciddi bir sıçrama yapıldığı ve bunun sonucunda da örneğin büyük çaplı özelleştirme ihalelerinin avantajlı fiyatlarla sonuçlandırılmasının ya da rekor düzeylerde doğrudan yatırım akışlarının mümkün hale geldiği görülmektedir.
Yine bankacılık ve finans sektörlerinde gerçekleştirilen kapsamlı reformlarla modern bir “düzenleyici devlet”in (regulatory state) altyapısı oluşturulmuş ve bu sayede küresel ekonomik krizin potansiyel zararları minimize edilebilmiştir.
3. CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder