NÜKLEER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NÜKLEER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,

1.3.  GÜÇ VE GÜÇ MERKEZLERİ:

Fiziksel olarak güç, mevcut kuvvetlerin kullanılması ile elde edilen verimliliktir. Davranışsal bir tanımlama ile güç istenilen sonuçları elde etmek için başkalarının davranışlarını değiştirme yeteneğidir. Uluslararası ilişkilerde güç, bir devletin başka bir devlete karşı uyguladığı ve normal şartlar altında o devletin yapmak istemeyeceği bir şeyi yapmasını sağlamaya yönelik etkidir . Bir devletin uluslararası ilişkilerde uyguladığı politikanın yegane vasıtası güçtür. Bu vasıtaya sahip olmak devletin amaçlarından biridir. Siyasetin bir vasıtası olarak kullanılmayan veya kullanılma becerisi gösterilmeyen yeteneğin güç olma niteliği yoktur. Kısaca güç ancak kullanılabilirse ‘güç’tür. Bu yüzden günümüz hegemonya kurgusunun temelinde ülkelerin içeriden ve dışarıdan ağ stratejisi ile kuşatılarak etki ve kontrol altına alınması, güç kullanamaz hale getirilmesi yatmaktadır. 

1.3.1. Hegemon Gücün Kaynakları: 

Geleneksel olarak, bir ülkenin büyük bir güce sahip olup olmadığını anlamak için o ülkenin savaş gücüne bakılırdı. Yüzyıllar içinde, teknoloji geliştikçe, güç kaynakları değişti. 17 ve 18’ nci Yüzyıl Avrupa’sının tarım ekonomilerinde nüfus önemli bir güç kaynağı durumunda idi. Çünkü halk vergiler ve çoğunlukla paralı askerlerden oluşan kara orduları için temel kaynak oluşturuyordu. Nitekim bu dönemde Fransa üstün bir konuma sahipti. Ancak 19’ ncu Yüzyılda, sanayinin öneminin artması, önce eşsiz bir donanma ile denizlerin hakimi olan Britanya’nın sonra demiryollarına hakim Almanya’nın işine yaradı . Yirminci yüzyılın ortalarında ise ABD ile Sovyetler Birliği’nin süper güç konumunu belirleyen faktörler sınai üstünlük ve ideolojik çerçeveleri yanında özellikle nükleer silahlar başta olmak üzere askeri karşı konulmazlıkları idi.

Hegemonya-güç ilişkisi bakımından dikkati çeken bir çalışma Frankfurt Okulu olarak adlandırılan bilim adamları tarafından geliştirildi. Bu okulun önerdiği Eleştirel Kuram’a göre gücün üç boyutu vardır ;

          -    Açıkça, bir diğer devletin davranışını istenen yönde etkilemek için uygulanan aktif “üzerinde güç”, boyutlardan birisidir. 

          -   İkinci boyut, güçlü tarafın gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen ve fakat örgütleyici bir yönü olan “gizli (covert) güç”tür. Gizli güç, belli siyasa sınırlarını çizerek, bazı konuları gündem dışı bırakmak yolu ile uygulanır. 

- Üçüncü boyut, “yapısal güç”tür; maddi ve normatif yönleri ile belirli özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini yapısal güç koşullandırır.

Hegemon gücün özellikleri ile ilgili bazı genel belirlemeler yapılmıştır; para biriminin uluslararası alanda geçerli olması, dünyanın her yerinde üsler ve müttefikler bulundurması, bölgesel kriz ve çatışmalara liderlik etmesi, nükleer silahlara sahip olması, diğer ülkeler üzerinde ikna gücünün olması, kültürel olarak kendi yaşam biçimini ve değerlerini tüm dünyaya yayarak konumunu meşrulaştırması gibi . Brezinski’ye göre; para, üretim kapasitesi ve askeri güç hegemonyanın üç sacayağıdır .

Susan Strange; Amerikan hegemonik gücünü uluslararası ekonomi politikteki güvenlik, üretim, finans ve bilgi yapılarından kaynaklanan, bölgeselliği aşan yapısal gücünün sağladığını ifade etmektedir. Strange’e göre, yapısal güç aşağıda sıralanan dört temel öğeye dayanmaktadır ; Uluslararası politik ekonomide bu unsurlara en fazla sahip ülke en güçlüdür; (1) Şiddete karşı güvenliklerini tehdit etmek ya da savunmak, inkar etmek ya da artırmak yoluyla, diğer ülkeleri etkileme yeteneğini elinde tutmak. (2) Mal ve hizmet üretim sistemlerinin kontrolünü elinde tutmak. (3) Finans ve kredi yapılarını belirleme yetkisini ve olanağını elinde tutmak ve (4) İster teknik, ister dinsel olsun, bilgi ve bilişim üzerinde edinim, oluşturma ve iletişim yoluyla en fazla etkili olacak imkanları elinde tutmak.

Yumuşak güç kavramını ortaya atan Joseph S. Nye’e 21’ nci Yüzyılda hegemonyanın güç kaynaklarını şu şekilde sıralamaktadır ; (1) Teknolojik liderlik, (2) Askeri ve ekonomik büyüklük, (3) Yumuşak güç, (4) Uluslar üstü iletişim ağının düğüm noktalarını kontrol etmek. Nye’e göre; bilgi çağında yumuşak güce sahip olacak ülkeler aşağıdaki hususları sağlamış olmalılar ; (1) Global normlara (liberalizm, çoğulculuk, otonomi) hakim olmaya yakın kültür ve fikirler, (2) Etki ve gündem oluşturacak global iletişim kanalları, (3) Ülke içi ve uluslararası performansı ile global saygınlık uyandırmak.

1.3.2. Ulusal Güç:

Dünya üzerinde kaynakların sınırlı, buna karşılık gereksinimlerin ve isteklerin sınırsız olduğu düşünülürse, ülkeler arasındaki çatışmalar ve güç kullanımı her zaman söz konusu olacaktır. Ulusal güç devletlerin ulusal stratejilerini yürütmeleri ve hedeflerine ulaşmalarında bir araçtır. Ulusal güç, ulusal güvenlik politikalarının ve uygulamalarının ana kaynağıdır . Ulusal güç bir milletin ulusal hedeflerine ulaşma yolunda ulusal çıkarlarını sağlamak maksadıyla sahip olduğu ve kullanacağı siyasi, askeri, coğrafi, demografik, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve ekonomik kapasitelerinin bir araya gelmesi ile oluşan genel yetenektir .

Bir ulus-devlet ancak güç politikası uygularsa büyük bir güç olarak adlandırılır. Diğer bir deyişle güç kullanmaya istekli olur ve birçok kayıp vermeye razı olursa, küçük düşürülmeyi reddederse ve saygı uyandırırsa büyük bir güç olur . Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması en güçlü temsilcilerinin de dahil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de onun egemenliğini sınırlayan veya yerini alan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. 

Yeni aktörler arasında güç yeniden biçimlenirken çeşitli otorite kaymaları meydana gelmesi muhtemeldir. Bu durumda ulus-devletler, gücün yeniden biçimlendirilmesi ile ilgili süreci nasıl idare edeceğini ve geriye kalan kapasitesini uluslararası ve bölgesel misyonları arasında nasıl bölüştüreceğini belirlemelidir. Ulus-devletlerin, küreselleşen dünyada belli bir miktarda dönüşüm ihtiyacı gittikçe bir güvensizlik kaynağı olarak ortaya çıkmakta ve kontrollü kaybetme duygusu yaratmaktadır.

Ulusal güvenlik politikalarının başarılı bir şekilde uygulanması ile ülkenin sahip oluğu ulusal güç ve bu gücü etkin olarak kullanma kabiliyeti arasında doğrudan bir ilişki vardır . Ülke yönetimini üstlenen siyasal mekanizmanın başlıca görevlerinden biri, ulusu, saptanmış olan ulusal hedeflerine ulaştırmaktır. Uluslar, varlıklarını sürdürebilmek ve hedeflerine ulaşabilmek için ulusal güçlerini sürekli olarak geliştirmeli, etkinleştirmeli ve kullanmalıdır. 

Ulusal hedefler sadece savaş yolu ile elde edilmeyeceği için ulusal güç genellikle barışta ve askeri güce dayanmadan ulusal çıkarları temin edecek vasıtalar sağlamalıdır. Politikacıların kabiliyeti ise bu vasıtaları hedefe tatbik etme ve sonuç alma hünerinde saklıdır. Ulusal güç vasıtaları, çağdaş değerlere uygun olarak yenilenmeli, güçlendirilmeli, nitelik ve nicelik olarak rakiplerine üstünlük sağlamalı ve zinde tutulmalıdır. 

        Ulusal gücün sürekli geliştirilmesi, devleti yönetenler ile birlikte öncelikle topluma düşen ve toplumun bilinçlendirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Ulusal gücün kaynakları, ulusun içinde doğar, ulusça beslenir ve gelişir . Ancak bilinçli toplum haline dönüşen bir ulus, kendilerini yönetmek, ulusal varlığını korumak ve nihayet saptanmış olan ulusal hedeflere ulaşmak amacıyla, kendi içlerinden çıkardıkları siyasal iktidarlara yetki vermek suretiyle onları iş başına getirirler. O halde siyasal iktidarların, ulusal gücün sürekli olarak geliştirilmesi ve çağdaşlaştırmasında görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu sorumluluğun ana niteliği, kesintiye uğramadan sürekli inceleme ile gereken çarelerin bulunması olmalıdır. 

Bilgi teknolojilerinin gelişimi, özellikle bilgisayar ve iletişim alanlarındaki gelişmeler dünyayı süratle küçültmüş, fiziki sınırları kaldırmış, hükümetlerin gücünü özellikle ekonomik alanda ve bunun uzantısı olarak da siyasi alanda zayıflatmış, buna karşılık olarak her alanda hükümet dışı organizasyonların türeyerek, gelişmesine ve daha güçlü bir duruma gelmelerine sebep olmuştur. Öte yandan ülkeler de sanayileştikçe savaşarak kayıp vermek yerine toplumlarının refahını sağlayacak başka güç kullanma yöntemleri keşfettiler. Bugün gelinen aşamada artık tüm ülkeler güç kullanmanın ekonomik hedeflere zarar verdiğinin farkında ve kimse son aşamaya gelmeden askeri güç kullanmak taraftarı değildir. 

Ulusal gücün niteliği konusuna geçmeden önce niceliği ile ilgili yapılan bazı çalışmalara değinmekte fayda vardır. Ulusal gücün hesaplanmasında pek çok formül arayışı olmuştur. Bu tür formüller genellikle bir savaşı göze almada ilgili ülkenin tahmin edilen ulusal gücünü ortaya koyma amacına yöneliktir. Örnek olarak bu formüllerden biri tahmin edilen ulusal gücü (Pp) şu şekilde formüle etmektedir ;


Pp = (C + E + M) X (S + W)

Yukarıdaki formül içinde;

C = Kitle; Nüfus ve Toprak

               E = Ekonomik Yetenek

M = Askeri Yetenek

               S = Stratejik Maksat

               W = Ulusal Stratejiyi Uygulama Azmi’ni temsil etmektedir.

Bu formül içinde daha elle tutulur olan (C,E,M) sayılabilir değerlere sahip olmakla beraber gene de sübjektif değerlendirme dereceleri ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin toprağın büyük bir bölümü işlevsiz olabilir ya da nüfusun eğitimsiz ve niteliksiz oranı bu derecelendirmeye nasıl yansıtılacaktır.  Askeri unsurda bulunan bilimsel ve teknolojik üstünlüğünüz karşı tarafın liderlik ve moral üstünlüğü karşısında değerini yitirebilir. Bununla beraber ulusal gücün hesaplanmasında önemli olan; unsurların tek tek toplanmasından ziyade bunların ortaya koyacağı ürün ya da sonuçtur. ABD’nin Vietnam’daki C, E ve M üstünlüğünün karşı tarafın ölçülemez değerleri olan S ve W karşısında etkisiz kaldığı hatırlanmalıdır . 

Ulusal güç unsurları değişik kaynaklarda farklı şekilde sınıflandırılmaktadır. Üzerinde en çok mutabık kalınan sınıflandırma ulusal gücü; coğrafi güç, psiko-sosyal güç, siyasi güç, ekonomik güç, bilimsel ve teknolojik güç, askeri güç olmak üzere altı ayrı grupta toplamaktadır . Bazı kaynaklar ise ulusal güç unsurlarını; doğal (coğrafya, nüfus, doğal kaynaklar) ve sosyal (ekonomik, askeri, politik, psiko-sosyal, bilgi) etmenler olarak iki başlıkta gruplandırmaktadır . Ancak bu kitapta gücün; askeri, ekonomik ve yumuşak şekli üzerindeki güncel tartışmalara odaklanılacaktır.

    A. Sert Güç:

Yakın zamana kadar bir ülkenin ulusal gücü denilince akla sadece Silahlı Kuvvetler gelirdi. Bugünde ülke güvenliğinin temel dayanağı Silahlı Kuvvetlerdir. Silahlı Kuvvetler varlığı ile barış döneminde ülkenin güvenliği ve daha geniş kapsamda çıkarlarını korumak için rakip ülkeler üzerinde caydırıcılık sağlar. Gerektiğinde sınırlı savaştan topyekun savaşa kadar bir seri askeri operasyon içerisinde belirlenen hedefleri ele geçirmek veya yok etmek üzere kullanılarak rakip ülkeye boyun eğdirilir. Bu yüzden barıştan itibaren güçlü ve kullanılmaya hazır bir Silahlı Kuvvetlere sahip olmak bütün ülke yöneticilerinin öncelikli görevidir.

Tablo 2: Savaş Çeşitleri


Bir devletin ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı haller de kuvvete başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması çoğu zaman etkili olur. Tabi bunun için o ülkenin yeterli güce ve gücü kullanacak siyasi idareye sahip olması gerekmektedir . Savunma gücünün barış zamanında en etkili biçimde kullanılması için diplomasi ile silahlı kuvvetlerin çok yakın bir uyum ve işbirliği içinde olmaları gereklidir. Askeri gücün dış politikada etkin bir unsur olabilmesi büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli roller oynamak isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara sahip olmaya önem vermiştir.

Tablo 3: 1997-2004 Yılları Silah Satışları


Silahlı Kuvvetler görev ve fonksiyonlarına göre genel olarak -Türkiye örneğinde olduğu gibi, Kara, Deniz, Hava, Jandarma ve Sahil Güvenlik gibi çeşitli kuvvet komutanlıklarından teşkil edilir. Bazı ülkelerde ideolojik veya kendine özgü sebeplerle Çin Halk Ordusu, İran Devrim Muhafızları veya Bolivya Kurtuluş Ordusu gibi farklı yapılar görülebilir. İstihbarat, İstihkam, Ulaştırma, Uzay, Özel Kuvvetler, Psikolojik Savaş gibi görev alanları da (ABD Ulaştırma Komutanlığı gibi) Silahlı Kuvvetlerin en üst düzeydeki müşterek karargahı olan Genelkurmay Başkanlığına doğrudan bağlı ana komutanlık haline getirilebilir. Ancak ABD örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerde Kuvvet Komutanlıkları doğrudan Genelkurmay Karargahına bağlı olmayabilir ya da bu kuvvetlerle ilişkileri sınırlandırılabilir.

Bazı ülkeler Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini ayrı ayrı olmak yerine daha barışta bir arada yapılandırarak Müşterek Komutanlıklar oluştururlar. Global ölçekte önemi olan kuvvetlere Stratejik Komutanlık adı verilebilir. Bazen belirli coğrafyalarda toplanan kuvvetler Bölge Komutanlığı adı altında (NATO Avrupa Bölge Komutanlığı gibi) bir araya getirilebilir. Ya da belirli bir harekat alanında ki kuvvetler bir Harekat Komutanlığına (NATO Bosna-Hersek İstikrar Kuvvetleri Harekat Alanı Komutanlığı gibi) bağlanabilir. Bazı kuvvetler sahip oldukları silahlarla (Kıtalararası Balistik Füze Komutanlığı gibi) adlandırılır. 

Genel olarak askeri unsurlar ön cephede savaşan manevra kuvvetleri (piyade, tank, avcı uçak filosu vb.), savaşan kuvvetleri yakından destekleyen muharebe destek kuvvetleri (topçu, istihkam, hava savunma uçak filosu, mayın arama gemisi vb.) ve doğrudan savaşa katılmayan idari ve lojistik birlik veya üniteler (fabrikalar, fırınlar, bakım merkezleri vb.) olmak üzere üçe ayrılır. Gelişmiş ülkeler silahlı kuvvetlerin dönüşümünde geçici askerlik yerine daha çok profesyonel personel bulundurma öte yandan özelikle idari ve lojistik faaliyetler için sivil personel temin etme ya da bu görevleri sivil kuruluşlara devretme eğilimindedir. 

Tablo 4: 2000 Yılında Tam Zamanlı Personel Sayısı Bakımından 


Tablo 4’de görüldüğü şekli ile ülkelerin silahlı kuvvetlerinin etkinliğini asker sayısına dayalı olarak sıralamak artık mümkün değildir. Son on yıldır yapılan uluslararası güvenlik müdahaleleri ve çokuluslu harekat örnekleri bu kapsamda önemli dersler ortaya çıkarmıştır. Bir ülkenin askeri gücünün uluslararası düzeyde etkinliğini belirleyen faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz; (1) Nükleer silahlara sahip olma. (2) Dış ülkelerde askeri varlık bulundurma, güç projeksiyonu (üsler, denizaşırı varlıklar vb.), ve stratejik kuvvet kaydırma (ulaştırma) ve takviye yeteneği. (3) Stratejik ve taktik haberleşme kabiliyetleri. (4) Modern teknolojinin keskin uçlarını kullanan (rakipsiz veya karşı konulamaz) çevik ve etkili (isabetli ve tahrip gücü yüksek) ateş desteği ile takviye edilmiş manevra kabiliyetleri. (5) Süratli, zamanında ve emniyetli bir şekilde kuvvetlerinin lojistik desteğini, barınma ve idamesini sağlayacak kabiliyetler.

Silahlı Kuvvetler dışında da askeri işlevleri olan zorlayıcı güç unsurları bulunmaktadır. Bunların başında özellikle Irak Savaşı ile gündeme çok daha fazla oturan özel askeri şirketler gelmektedir. Paralı askerlerden farklı olarak, özel askeri şirketler yasal bir yapıya sahiptirler . Dünyada 90’a yakın özel askeri şirket bulunmakta ve bunlar 110 ülkede faaliyet göstermektedir . Özel askeri şirketler, devletlerin özel jandarmalığından, örtülü operasyonlarına, bir devletin başka topraklardaki faaliyetlerine, ticari şirketlerin çıkarlarının muhafızlığından mafya ve terör örgütleriyle dirsek temasına kadar, geniş bir yelpazede faaliyette bulunmaktadırlar . 

Tablo 5: Dünyadaki Nükleer Güçler


 Bilgi çağında ülkelerin genel bir konvansiyonel savaşa girme ihtimali çok düşüktür. Bir savaş olasılığı belirdiğinde tercih edilecek savaş yöntemi ancak belirli hedeflere ve kısıtlı kaynaklarla yöneltilen sınırlı savaş olacaktır. Kullanılacak sınırlı kuvvet konvansiyonel, taktik nükleer veya örtülü bir savaş gücü olabilir. Diğer ülkeyi zayıflatmak veya baskı altında tutmak isteyen ülkeler daha ekonomik olması ve gizli bir şekilde yürütülmesi nedeni ile hedef ülkeler üzerinde yürütülen diplomatik, ekonomik veya psikolojik baskılar veya yürüttükleri örtülü faaliyetler ve propaganda çalışmaları sonucunda ayaklanmalara yol açmak, gerilla savaşına yol açmak ve teröre destek vermek yöntemine daha sık başvurmaktadırlar. 

 Günümüzde gerilla savaşı 1950’lerde başlayan klasik görüntüsünü terk ederek pek çok durumda artık devlet destekli terör şekline bürünmüştür. Askeri ve ekonomik güç ile bunlar tarafından desteklenen güçlü bir devlet yapısı 21’nci Yüzyılda da önemini korumaktadır. Bilginin toplanması ve üretimi büyük yatırımlar gerektirmektedir. Üstelik bilgiye önce ulaşma stratejik avantaj sağlamaktadır. Devlet bu konularda öncü konumdadır. Ayrıca terörle mücadelede sofistike yöntemler kullanılması ve güvenlik alanında teknolojinin geliştirilmesi güçlü ekonomik ve askeri yapılanmayı gerektirmektedir. 

      B. Yumuşak Güç:

Kavramın yaratıcısı Joseph S. Nye’e göre yumuşak güç, zorlama veya paradan ziyade cazibenizle istediğinizi sağlama kabiliyetidir. İstediğinizi de başkaları da istediği zaman, başkalarını kendi istikametinize sokmak için havuç ve sopalara harcama yapma ihtiyacı duymazsınız. Bir ülke dünya politikasından istediği sonuçları başka ülkeler onun peşinden gitmek istediği, onun değerlerine hayran olduğu, teşkil ettiği örneğe gıpta ettiği, onun refah ve açıklık düzeyine erişmeyi arzuladığı için de alabilir. Nye,  bu güç şekline, yani istediğin şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya, yumuşak güç adını vermektedir. Bu yüzden yumuşak güç, insanları zorlamak yerine onlarla işbirliği yapar. 

Nye’e göre; sert güç, ülkenin askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanan zorlama kabiliyetidir. Yumuşak güç bir ülkenin kültürü ve politik fikirlerinin çekiciliğinden gelir. Eğer diğer ülkeler sizin politikalarınızı meşru görüyorsa yumuşak gücünüz fazladır. Yumuşak güç bir ülkenin kendi istediği şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya yarayan güçtür. Sizin politikalarınız başkalarının gözünde meşru olduğunda, yumuşak gücünüz gelişir . Çünkü yumuşak güç, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bir ülke kendi amaçlarının ve değerlerinin başka ülkeler tarafından benimsenmesini sağlayabilirse askeri güç ve ekonomik gücünün ağırlıkta olduğu sert gücünü (hard power) daha az kullanmak zorunda kalır. Yumuşak güç geleneksel güç dengesinin çok üzerinde etki ve kontrol imkanı verir.  

 Küresel bilgi toplumunda güç daha az oranda toprak, askeri güç ve doğal kaynaklara, daha fazla ise bilgi, teknoloji ve kurumsal esnekliğe dayanmaktadır . Uluslararası ilişkilerin tahmin edilmesi zor ve değişken ortamında, bilgi, düşünce ve ideallerin yumuşak gücü politik aktörlere hedeflerine ulaşma imkanı sağlayacaktır. Yumuşak gücün ne olduğu ile ilgili bir ayırım yapmak her zaman mümkün değildir. Daha çok hedefi ikna etmeye yönelik yumuşak gücün ölçülmesi ile ilgili şu kriterler geliştirilmiştir; bilgiye nüfuz etme kabiliyeti, reaksiyon hızı, iletişim gücü, ucuz istişare, hızlı değişim, zamana ve yere göre değişen sınırlar.

Tablo 6: Joseph S. Nye’e Göre Güç Çeşitleri

Yumuşak güç, hedef ülke veya ülkelere uygulanan veya uygulanma tehdidinde bulunulan bir güç değildir. Yumuşak güç edilgendir, yerinde durur; diğer ülkeler kendiliklerinden bu güçten etkilenirler ve davranış biçimlerini değiştirmeye hazır hale gelirler. “Yumuşak güç”, bir ülkenin kendi isteklerini “özendirerek” diğer ülkelere kabul ettirmesi ve bunu kültür, karşılıklı sıkı temas ve iletişim araçlarının kullanımı ile ekonomik yardımlar ve “kamu diplomasisi” yoluyla yapmaya çalışmasıdır. Yumuşak güç bir ülkenin sahip olduğu ve savunduğu demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet gibi değerler; yüksek refah seviyesi; vatandaşlarına sağladığı üstün güvenlik ve gelecek imkânlarıdır .

Nye’nin yumuşak ve sert güç şeklindeki sınıflandırması bazı bilim adamlarınca geçerli bulunmamaktadır. Bu kapsamdaki bir görüşe göre yumuşak güç tanımlaması gelişen demokrasilerin bulunduğu, eğitim ve yeni bilgi teknolojilerinin girişine müsait, küresel haberlere ve medyaya açık ülkeler için geçerli olabilir. Ayrıca gücü bu derece kesin sınıflandırmak coğrafya, bilim ve teknoloji, insan gücü gibi diğer güç kaynaklarının yeterince değerlendirilmemesi gibi bir sonuç doğurabilir. Diğer yandan yumuşak güç gereğinde ekonomik ve askeri kapsamda da olabilir. 

Silahlı Kuvvetleri tek başına sert güç olarak görmekte mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerin asıl fonksiyonu caydırmak ve gerektiğinde zorla elde etmek olmakla birlikte bugün pek çok ülkenin askerleri diplomasinin ve yumuşak gücün birer unsuru olmuşlardır. Örneğin insani yardım amaçlı olarak askeri güç kullanımı bu tür amaca hizmet edebilir . Silahlı Kuvvetlerin olumlu ilişkileri, karşılıklı eğitim programları, teknolojik ve doktriner yenilikleri, savunma sanayi gibi pek çok işlevi ülkenin bir cazibe merkezi haline gelmesinde yumuşak gücüne katkıda bulunmaktadır. 

Tablo 7: Sert ve Yumuşak Güç Kıyaslaması


Hem zorlayıcı hem yumuşak güç olmak bakımından ekonomik güç daha belirgin ve dengeli bir ayırım göstermektedir. Ekonomik güç askeri güçten daha yumuşak olmakla birlikte, uygulandığı hedefe etkileri bakımından yumuşak güç olarak algılanmayabilir. Ülke ekonomisinin büyüklüğü, ticari mallarının ve şirketlerinin popülerliği ülkenin yumuşak gücü kapsamında değerlendirilebileceği gibi ekonomik ve finansal gücün ekonomik ambargo gibi yaptırımlar yanında dış borç, finansal kriz çıkarma gibi amaçlarla kullanılması zorlayıcı yönleri itibarı ile sert güç kapsamına girmektedir.

Yumuşak güç sahibi ülke cazibe merkezidir ve bu güçleri sayesinde diğer insanlar ve ülkeler bu güce sahip olan ülkeye benzemeye, onu taklit etmeye çalışırlar. "Yumuşak güç" hegemonyaya yönelik eleştirel analizleri süzen ve emperyal gücün kar (çıkar) ve simgeleriyle olumlu anlamda özdeşleşmesinin önünü açan "bir imaj" yaratmayı amaçlamaktadır. Örneğin, USAID'in hibe ettiği tüm pirinç, fasulye ve un torbalarının üzerinde büyük bir etiket de vardır: "ABD'den". Günümüz dünyasında artık ülke işgalleri yumuşak güç ile yapılmaktadır. İşgal edilecek ülkeye dost gibi yaklaşılmakta, hatta yardım edileceği görüntüsü ile o ülkede işbirlikçi kadrolar ve ağlar kurulmaktadır. Böylece ülkenin kaynakları ve kilit noktadaki kişileri ele geçirilerek yavaş yavaş ülkenin işi bitirilmektedir. 

Küresel bilgi çağında güç özellikle gelişmiş ülkeler arasında gittikçe daha elle tutulur ve daha az zorlayıcı nitelik taşımaktadır. Askeri, ekonomik ve yumuşak güç ulusal gücün temel çarpanları olacaktır. Askeri güç ile ekonomik güç, başkalarının fikirlerini değiştirmek için kullanılabilen sert komuta gücüne birer örnektir. Sert güç ikna (havuç) şeklinde olabildiği gibi tehdit (sopa) şeklinde de olabilir. Ancak Afrika ve Orta Doğu başta olmak üzere hala sanayileşmemiş ve otoriter rejimlere sahip ülkelerin bulunduğu bölgelerde güç dönüşümü gerçekleşmemiş veya Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde bile geleneksel askeri güç hala ön plandadır. Bununla beraber pek çok durumda yumuşak güç 19 ve 20’ nci Yüzyılın tersine sert gücün önüne geçmiş ve daha etkili bir hale gelmiştir. 21’ nci Yüzyılda güç uygulamaları, sert ve yumuşak kaynaklarının oluşturduğu bir karışıma dayanacaktır.

Pek çok düşünürün kabul ettiği gibi yumuşak ve sert güç arasında kollanması gereken optimal bir denge vardır. Sert gücün şu anda ABD'nin yaptığı gibi aşırı kullanılması, yumuşak gücün kullanılma şansını da yok edebilir. Diğer bir deyişle yüksek askeri güç sizi kaba kuvvet kullanmaya sevk ettiği ölçüde, gerçek toplumsal imkanları seferber etmek zorlaşmaktadır. Sert ve yumuşak gücü birleştirme becerisi 'akıllı güç'tür . Sovyetler Birliği Soğuk Savaş'ta Macaristan ve Çekoslovakya'yı işgal ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da oluşturduğu yumuşak gücünün altını oymuştu. İsrail’in 2006 yılında Lübnan'ı bombaladığında öyle çok sivil ölüme neden oldu ki, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın Hizbullah'a yönelttiği eleştirilerin değeri kalmadı. Zerkavi de 2005 yılında Amman'da sivilleri öldürdüğünde kendi yumuşak güç desteğini kaybetti. 

Günümüz dünyası karşılıklı konuşmayı ve ‘ikna’yı gündeme bir zorunluluk olarak getirmektedir. Baskı ve zor kullanarak alınan neticelerin kalıcı olma şansı olmadığı gibi, aynı şiddetle geri tepen siyasetleri meşrulaştırmaktadır. Dahası herhangi bir alanda baskı ve zor kullanan bir devletin, diğer alanlarda 'yumuşak' davranmasının da pek inandırıcılığı kalmamaktadır. Çünkü başarılı olabilmesi için yumuşak gücün kullanılmasında tutarlı ve inandırıcı olmak gereklidir. Ancak karşınızdakini ikna etmek; 'kandırmak' ya da 'dolduruşa getirmek' yani ötekini kendi amaçlarınıza doğru çekmek değildir. İkna, öteki ile eş düzeyli olarak iletişim kurduğunuz, sizin de ötekinin tezine ikna olmaya açık olduğunuz zaman inandırıcıdır.

     C. Ekonomik Güç:

Ekonomik güç, bir ülkenin refahı, mutluluğu, güvenliği ve gelişmesi için kullanılan bütün kaynakların toplam kapasitesi ve bu maksatlar için ürettiği değerlerin meydana getirdiği toplam hasıla olarak tanımlanmaktadır . Ulusal gücün diğer unsurları bir motor olarak kabul edilirse bu motorun yakıtı ekonomik güçtür. Sert ve yumuşak gibi bir ayırıma bağlı kalmadan ekonomik gücü ayrıca bir güç unsuru olarak ele alma gereği ihtiyacı buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü ekonomik güç kitabın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi gücün sert ve yumuşak güç unsurlarının yanı sıra kullanılmaktadır.

Bir ülkenin ekonomik gücünün ölçülmesinde; sahip olduğu doğal kaynaklar, ekonomik düzeninin genel yapısı, sektörlerin (tarım, sanayi) dağılımı ve kapasitesi, iş gücü, dışarıdan hammaddelere olan bağımlılığı, kendi kendine yeterliliği, parasının değeri, uluslararası ekonomik ve finans örgütleri ile ilişkisi, kredi notu, şirketleri, uluslararası tanınmış markaları, Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH), teknolojik kapasitesi, ulaştırma ver haberleşme ağı gibi faktörler göz önüne alınabilir. 

21’ nci Yüzyıla ilişkin Ronald L. Tammen ve Jasek Kugler tarafından hazırlanan bir tablo dünya üretiminin trendleri ile ilgili önemli sayılabilecek ipuçları vermektedir;

Tablo 8: Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla (%)


Tablo’dan anlaşılacağı üzere halen dünya üretiminin % 30’unu yapan ABD’yi 2020 yılında Çin yakalamakta ve hem Çin hem Hindistan ABD’yi geçmektedir. Bu tablodan çıkarılacak diğer önemli bir sonuç ise güç dengesinin Batı Bloku (ABD ve AB)’ndan Uzak Doğu (Çin ve Hindistan)’ya kayacağıdır. 2050 yılında Batı Blokunun dünya üretimindeki payı % 35’e düşerken, Uzak Doğu’nun % 65’e çıkacağı anlaşılmaktadır. Türkiye için çıkarılacak bir sonuç ise; AB’nin üretim payı sürekli düşerken Türkiye’nin AB ve Uzak Doğu arasındaki ekonomik dengelerde önemli üretim potansiyeli ve bulunduğu coğrafyanın sağladığı ekonomik kapasiteleri, ticari ve lojistik trafiği yönlendirme avantajı ile güçlü bir aktör olma şansına sahip olduğudur. 

Tablo 9: GSMH’ya Göre Dünya Sıralaması (2006) (Milyon Dolar)


Tek başlarına ekonomi büyüklükleri dikkate alındığında, GSMH’ları dolar olarak dünyanın ilk yirmi ülkesi Tablo 9’da görülmektedir. Bu ülkelerin biri hariç (İngiltere), diğerlerinin hepsi tek başlarına ABD’nin küresel yönlendirme gücüne karşıdır. Ancak ne tek başlarına ne de oluşturmakta oldukları kıt’asal, bölgesel, birleşik veya sınırlı jeopolitik güç merkezleri  aracılığıyla tek küresel güç merkezi olan ABD’ye karşı koyabilmektedirler. Çünkü küresel güç olmak, sadece ekonomik güç ile dünya piyasasını belirlemek şeklinde ortaya çıkmamakta, ekonomik gücün güvenliğini sağlamak veya yeni ekonomik pazarları kontrol altına almak ve gerektiğinde ele geçirmek üzere hazır, kullanılabilir bir askeri güce sahip olmakla mümkün olabilmektedir.

Gelişmiş bir ekonomiye sahip ülkeler ürettikleri teknolojiyi, sanayi mallarını, finansal imkanlarını diğer ülkeleri ikna etmekte bir araç olarak kullanırlar. Günümüzün dünyasında, ulusal gücün en önemli belirleyicisi ekonomidir . Ancak tutarlı bir ulusal strateji çizip, insan kaynaklarını geliştirebilen ve ekonomisini güçlendirebilen ülkeler bölgesel ve küresel bir güç olma şansını elde edebilir. Bunu sağlamanın önkoşulu ise dünya sahnesinde dışlayıcı ve saldırgan bir ülke olarak değil, bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir ülke olarak görünebilmek; iyi yetişmiş insanı, teknolojiyi ve sermayeyi ülkeye çekebilmektir. Bunların ötesinde, ülkenin büyüklüğü ve nüfus potansiyeli de dikkate alınması gereken faktörlerdir.

Günümüzde çok sözü edilen Çin ve Hindistan bu bakımdan örnek oluşturan ülkelerdir. Son 20 yıl içinde, insan kaynaklarını geliştirme ve ekonomik kalkınmayı hızlandırma yolunda dev adımlar atan bu iki büyük ülke, dünyanın jeopolitik dengelerini etkileme gücüne de sahip ama bu gücü mümkün mertebe öne çıkartmamaya özen göstermektedir. Dünya sahnesinde ABD gibi buyurgan bir "sert güç" olarak değil, kalkınmaya öncelik veren birer "yumuşak güç" olarak görünmeyi tercih etmektedirler. Çin ve Hindistan küreselleşmenin yarattığı fırsatları iyi kullanarak, hızlı kalkınma yolu ile kıt’asal ve küresel güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Ekonomik güç hegemonya kurgusu içinde kalkınma projeleri ile işlemektedir. Kalkınma projeleri ile ülkelerin ekonomik parametreleri ve öz kaynakları uyulması istenen serbest piyasa, özelleştirme, gibi global ekonomik düzen kurallarının dayatmaları ile bir bir ele geçirilir. Ya da bizzat ekonomik yardım veya baskılar ile siyasi ve kültürel güvenlik parametreleri dışarıdan kontrol edilebilir düzenlemelere uygun hale getirilir. Küreselleşme içinde sınır aşan sermaye rejimi üç temel işlev görmektedir ; (1) Mali ve parasal politikaların makro ekonomik sisteme adapte edilmesi, (2) Küresel ekonomi için gerekli altyapının kurulması ve (3) Sosyal düzenin global düzenle uyumlu hale getirilmesi. 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***


GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,


Güç ve Politika

Sait Yılmaz

2008 


BİRİNCİ BÖLÜM

GÜÇ VE POLİTİKA: KAVRAMSAL BOYUTLAR

1.1. İDEOLOJİ, TEORİ, GÜÇ VE HEGEMONYA:

1.1.1. Siyasi İdeolojiler ve Politika:


Tarih boyunca ortaya çıkan güç aktörleri ve politikaları öncesinde iç içe girmiş pek çok siyasal ve tarihsel gelişmenin tezahürü ve bu gelişmelerin hızlandırıcı öğesidirler. Dolayısıyla günümüz güç ve politikaları üzerine bir analiz yapmak bu tarihsel gelişimin arka planındaki siyasal düşünce ile vücut bulan ideoloji ve teorilerin kökleri ile işe başlamamızı gerektirir. İdeoloji, modern dünyanın siyasal tecrübesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Fikir ve ideolojiler, dünyanın anlaşılması ve açıklanması için kullanılan bir bakış açısı sağlar ve sonuçta siyasi faaliyeti harekete geçirecek amaçların tespitine yararlar. Örneğin 18’ nci Yüzyıl Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğan Batı ideoloji geleneği bugün de pek çok uluslararası düşünce ve gelişmeyi anlamamızda bize rehberlik etmektedir. 

Yeni ideolojik düşünce bir yandan dünyayı anlama çabası verir bir yandan da hayatta kalmaya çalışır. Bugünün paradigmaları olan küreselleşme ve post-modernizmin tetiklediği ABD hegemonyasının temsil ettiği tek kutuplu dünya düzeni, AB gibi ulus-üstü yapıların ortaya çıkışı, etnik milliyetçilikle birlikte dini köktenciliğin yükselişi ve küresel terörizm gibi siyasal ve sosyal gelişmeler karşısında aslında yok olmuş gibi gözüken ideolojiler çağa ayak uydurma gayretindedir. Nitekim bir yandan sosyalizm öldü denilmekte ve Batı liberalizminin nihai zaferi ilan edilmekte, diğer yandan liberalizmin bunalımına işaret edilmektedir. Milliyetçilik ise küreselleşmenin olumsuz etkileri mücadele ederken, ulus-üstü ve çok kültürlü meydan okumalara intibak etmeye çalışmaktadır.

İdeolojiden sıyrılmış siyaset ya da tüketimci siyaset yok olmaya mahkumdur çünkü bu siyaset insanlara maddi kişisel çıkarlardan başka bir şey sunmaz. İktidara geldiklerinde politikacıların ne yapacaklarına ilişkin inançları, değerleri ve kanaatleri olmalıdır. Siyasal fikir ve ideolojiler tüm toplumu bir arada tutacak birleştirici inanç ve değerler kümesi temin ederek, çimento görevi yapmaktadır. Örneğin ABD’li siyasetçilerin çoğunun paylaştığı “Amerikan ideolojisi”nin temelinde serbest piyasa ekonomisinin meziyetlerine ilişkin liberal-kapitalist değerler kümesi ve ABD Anayasası’nda yer alan ilkelere saygı vardır . 

Siyasal fikir ve ideolojileri farklı şekillerde kategorize etmek için pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan en köklüsü sol-sağ yelpazesidir. Bu gruplamayı esnekleştirmek için arasına ‘merkez’ kavramı yerleştirilmektedir. Tarihsel süreç içinde ideolojileri soldan sağa; komünizm, sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık, faşizm şeklinde sıralamak mümkündür. 21’ nci Yüzyılda bu ideolojilere post-modernizm başta olmak üzere çeşitli post-izmler ve küreselleşme meydan okumaktadır. 

Siyasal ideolojilerin izleri modern devleti ortaya çıkaran süreç ile başlar. Modernleşme süreci sosyal, siyasal ve kültürel boyutlara sahipti. Sosyal açıdan modernleşme yeni sosyal sınıfların yer aldığı, piyasa yönelimli ve liberal bir iktidar anlayışı ile bağlantılıdır. Siyasal olarak modernleşme ise mutlak monarşilerin yerini, anayasal, zamanla da demokratik yönetimlerin almasını gerektirmiştir. Kültürel açıdan modernleşme ise Aydınlanma fikir ve görüşlerinin yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu fikirler geleneksel dini ve siyasal fikirlere meydan okumuş ve genel olarak ilim, akıl ve ilerleme ilkeleri ile temellendirilmişti. 

Liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizme muhalif olarak geliştirilen “merkez” ideolojiler, modernleşme sürecine zıt tepkiler vermişlerdir. Modern toplumlar sanayileşme ve sınıf dayanışması üzerine kurulmuştu. Post-modern toplumlar ise, insanların üreticiden tüketiciye dönüştüğü, sınıfsal dini ve etnik sadakatin yerini bireyciliğin aldığı, gittikçe parçalı bir özellik arz eden, kimlik meseleleri ile ilgili, çoğulcu “bilgi toplumlarıdır.” Post-modernizm ile ideolojik gelenekleri harmanlamaya yönelik teşebbüsler “post-liberalizm”, “post-marksizm”, “post-feminizm” gibi çeşitli “post-izmler”in ortaya çıkmasına yol açmıştır. 

21’ nci Yüzyılın başlangıcında liberalizmin yükselişi doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü, piyasa temelli ekonomi ile birleşen liberal temsili hükümet modeli, 19’ ncu Yüzyıldan beri tüm dünyada engellenemez bir şekilde yayılmış ve Batıdaki sosyal gelişmeye hakim olmuştur. Tüm bunlarla birlikte, liberalleri yeniden düşünmeye, bazen de görüşlerini gözden geçirmeye zorlayan yeni meydan okumalar da söz konusudur. Liberal ideolojiye olan güven sorunu yanında, bizzat kapitalist sistemin nasıl evrimleşeceği ve karşılaşacağı krizler, yeni ve liberal olmayan güçlerin ortaya çıkışı, terörle savaşta diğer ülkelerin liberalizmden saparak cevap verme ihtimali, otoriter milliyetçiliğin yayılma riski gibi trendler liberalizmin geleceğini etkileyecektir. Immanuel Wallerstein’e göre dünya sistemi liberalizmin yerine zaman içerisinde yeni bir sistem getirecektir .

21’ nci Yüzyılın diğer bir gerçeği de muhafazakar düşüncenin hakim ideoloji üzerinde edindiği konumdur. 19’ ncu yüzyıl boyunca muhafazakar anlayış yükselen reform dalgası karşısında monarşi ve katı otokratik değerleri savunuyordu. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hıristiyan Demokrat partilerin kurulması ile beraber Avrupa’da muhafazakarlar özellikle Almanya ve İtalya’da siyasi demokrasi ve sosyal reformu tam anlamıyla kabul etmişlerdir. Öte yandan ABD, göreceli olarak muhafazakar fikirlerden çok az etkilenmiştir. ABD’nin yönetim sistemi ve siyasi kültürü büyük ölçüde yerleşik liberal ve ilerici değerleri yansıtır. 

ABD’deki her iki büyük partinin siyasetçileri de ‘Muhafazakar’ olarak anılmaktan hoşlanmazlar. Bununla beraber ABD’deki Reagan Yönetimi (1981-1989) ve İngiltere’deki Thatcher yönetimi (1979-1990) ‘yeni sağ’ olarak adlandırılmıştır. ABD’deki yeni sağ, Sovyetler Birliği’nin artan askeri gücü ve Vietnam ve İran’da ulusal prestije zarar veren olaylar karşısında harekete geçmişti. İngiltere’de ise, 1980’lerden itibaren Avrupa’nın bütünleşmesi olgusunun ortaya çıkmasıyla ulusal egemenliğe tehdit algısının yerleşmeye başlaması temel kaynak olmuştu. ABD’deki ‘yeni muhafazakar sağ’ ise kaos, parçalanma ve düzensizliğe çare olarak; yasa ve düzen, kamusal ahlak ve ulusal kimlik konularına odaklanmaktadır. Bu anlayışta dini öğeler  ve ulusal kimliği güçlendirme düşüncesi öne çıkmaktadır. 

1.1.2. Uluslararası İlişkiler Teorileri, Güç ve Güç Dengesi: 

Uluslararası düzende güç ve politika uygulamalarının arkasındaki kavramları anlamamızda ideolojiler kadar güç ilişkileri ve güvenlik politikalarına yön veren uluslararası ilişkiler teorileri de önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanılan teoriler; genel kabul gören biçimi ile Realizm, Liberalizm, Marksist teoriler ve Yapıcılık (Constructivism) olarak gruplandırabiliriz. Bugüne kadar uluslararası ilişkiler alanında egemen görüş, “realizm” olarak tanımlanan pozitivist kökenli bir paradigma olagelmiştir. Realizm’in ilkeleri ilk kez Hans Morgenthau ve E.H. Carr  tarafından belirlenmiştir. Morgenthau, 1948 yılında yayınladığı Uluslararası Politika (Politics Among Nations) adlı çalışmasında “güç ve güç dengesi teorisi”ni ortaya koymuştur. 

Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Realizmde dünya sahnesinin ana aktörleri ulus-devletlerdir ve onların egemenliğine meydan okuyacak -belirli kolektif yollar dışında, bir güç yoktur. Devlet dışındaki çokuluslu kuruluşlar ve uluslararası organizasyonlar ancak devletlerarası ilişkilerin çatısı altında birer aktör niteliğindedir. 

Realistler için uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır. Bu mekanizma ise uluslararası düzenin sağlanmasında güç dengesini kendi lehine değiştirmeyi öngören kendi kendine yardım eden (self-help) sistem, askeri güce ve işbirliğine dayalı bir yapı sunmaktadır. Realistler, “hegemonik istikrar teorisi”ni kabul etmişlerdir. Buna göre, uluslararası sistemde düzenin sağlanabilmesi için hegemonik güçlere ihtiyaç vardır. Hegemonya, ulusların bir ülkenin gücünü ve liderliğini kendi rızası ile kabul ettikleri ve kendi çıkarlarına da uygun buldukları sistemdir. Realizm, bugüne kadar dünya politikasının baş aktörü ABD’nin ihtiyaçlarını, bakış açılarını ve çıkarlarını göz önünde tutan bir paradigma olma niteliğini korumuştur. 

Liberal düşüncenin temelinde insanın mükemmel olduğu, bu mükemmelliğin gelişmesi için “demokrasi”nin gerekliliği ve “gelişme (development)“ düşüncesi yatmaktadır . Liberaller, uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında ulus-devletin yanında çokuluslu şirketler ve ulusaşan aktörleri (NGO’lar ve uluslararası organizasyonlar) de aktör listesine dahil etmektedir. Bu kapsamda, ulus-devlet; ulusal çıkar peşinde koşan kendi içerisinde bir bütün veya birleşmiş bir aktör değil ona yön veren kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır. Liberallere göre devletlerin egemenliği sadece teorik ve yasal boyuttadır. Pratikte devletler kararların alınmasında tüm aktörler ile istişarede bulunmalıdır. Devletler arasında karşılıklı bağımlılık uluslararası ilişkilerin önemli bir özelliğidir.

Marksist teori yapısalcılık (structuralism) veya dünya-sistemi teorisi olarak da tanımlanmaktadır. Marksist teorinin temelinde uluslararası ilişkilerin kapitalist ekonomik düzene sahip bir dünya içerinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır. Bu ekonomik dünyanın en önemli aktörleri ise devletler değil sınıflardır ve bütün diğer aktörlerin davranışları ancak sınıf mücadelesi içerisinde açıklanabilir. Devletler, çokuluslu şirketler ve hatta uluslararası organizasyonlar dünya ekonomik sisteminin hakim sınıfının çıkarlarını temsil etmektedirler. Dünyaya ekonomik pencereden bakan Marksistlere göre kapitalist güçler uluslararası ilişkilerde ana politik gelişmelere karar vermekte ve bütün devletler uluslararası kapitalist ekonominin kurallarına göre hareket etmektedir.

Yapıcılık (Constructivism) 1980’lerin sonuna doğru gelişmeye başlayan ve 1990’ların ortasından itibaren etkin olmaya başlayan nispeten yeni bir teoridir. Realistlerin aksine kendine yardım eden kapalı bir dünyadan ziyade sadece dünya düzeninin değil kimliklerin, yapıların ve çıkarların da sürekli değiştiği, kendini yenileyen bir sosyal düzeninin varlığını savunmaktadırlar. 1970’lerden itibaren uluslararası alanda yeni aktörler ve yeni problemlerin ortaya çıkması ile neorealizm, küreselleşme (globalizm), pluralizm (çoğulculuk) ve structuralizm (yapısalcılık) gibi realizmin dayandığı varsayımlara karşı olan muhtelif yaklaşımlar ve paradigmalar ortaya çıkmıştır. 

Neorealistlere göre; ekonomik ilişkiler ve süreçler, güç ve siyaset açısından önemli etkiler yapabilmektedir. Neorealizmde “hegemonya” yerine “uluslararası rejimler” kavramı kullanılmaktadır. Uluslararası rejim ise etrafında aktörlerin belli ortak konulara ilişkin beklentilerinin birleştiği ilkeler, normlar, kurallar ve karar verme süreçleri olarak açıklanmaktadır . 1970’lerde realizme karşı geliştirilen “pluralist” paradigma ise devlet dışı aktörlerin (çokuluslu şirketler ve hükümetler arası kuruluşlar) uluslararası ilişkilerde devletler kadar önemli bir rol oynadığını kabul etmekteydi. 

Uluslararası ilişkilerin kısa geçmişine bakıldığında, kuramsal azlık hatta teorik boşluk görülmektedir. Uluslararası ilişkilerde, toplum bilimlerinin diğer alanlarında olduğu gibi tek bir teori ile tüm dış politika ve uluslararası ilişkileri analiz etmek olanaklı değildir . Teorik tartışmalara 1980’lerde Realizmin hâkim olduğu paradigmalar arası tartışmalar hâkim oldu. Ancak son yıllarda, Realizmin hakimiyeti üç global gelişme tarafından tehdit edilmektedir ; (1) Neo-liberal kurumlar gittikçe artan bir şekilde önem kazanmaktadır. (2) Küreselleşme dünya politiğinin diğer özelliklerini sahneye taşımıştır. (3) Realizmin temel varsayımlarını büyük ölçüde yıkacak şekilde sosyal bilimlerde ve felsefede pozitivist gelişmeler ortaya çıkmaktadır. 

1.1.3. ABD’de Yeni Kuramsal Çalışmalar Ve Strateji Arayışları:

ABD’de uluslararası ilişkiler arasında yeni kuramlar ve strateji arayışları sürekli bir tartışma konusudur. Soğuk Savaş sona erdiğinde Körfez Savaşı için oluşturulan koalisyon döneminde vizyon arayışlarına ilk verilen cevap Başkan (Baba) George H.W. Bush tarafından telaffuz edilen “yeni dünya düzeni (new world order)” idi. Ancak, bu vizyon iyi tanımlanmamış olduğu için entelektüel çevrelerde tutmadı. Yeni dünya düzeni, geleneksel ABD ulusal güvenlik ve askeri güç kullanımı anlayışına uymayan; ulusal çıkarların çokuluslu koalisyonlar dahilinde ve BM çerçevesi içinde elde edilmesini işaret eden bir eğilimdi.

Clinton’ın vizyonu ise ilk defa Dışişleri Bakanı M.Albright tarafından ifade edilen “tartışmacı çoktaraflılık (assertive multilateralism)” stratejisi temelinde dünya olaylarına daha olumlu bir pencereden bakan “yapıcı angajman (constructive engagement)” olarak isimlendirildi. Clinton vizyonu, daha çok politik ilişkiler ve özellikle ekonomik bağlar ile dünya’da barış ve güvenliğin sağlanmasında ana itici unsurun “küreselleşme” olacağını öngörüyordu. 1990’lı yıllar baba Bush döneminde Somali’de, Clinton döneminde ise Bosna, Kosova ve Haiti’de ABD askerinin rol aldığı barışı koruma operasyonlarına tanıklık etmişti.

ABD çıkarlarına çok daha düşkün olan Oğul Bush iktidara geldiğinde başlangıçta diğerleri gibi yumuşak güç uygulamaları ve “ulus-yapma” peşinde koşmayacağının işaretlerini veriyordu. 11 Eylül saldırıları Bush’un yeni büyük stratejisinin esaslarını yerine oturttu ; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık (agressive unilateralism) ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. Bush’un dış politikasının öncelikleri ve uygulama alanları 1990’lar süresince yeni muhafazakâr ekip tarafından şekillendirildi. 

Yeni muhafazakâr hareketin öncü isimi Krauthammer yeni dış politikanın belirlenmesinde odak rolü oynadı. Komünizmin çöküşü ile birlikte Neo-con’lar iki ideolojik kampa bölündü ; neo-realistler ve demokrat küreselciler. Jean Kirkpatrick ve Irving Kristol’un liderliğini yaptığı neo-realistler ABD ulusal çıkarlarına daha sıkı sıkıya bağlı ve sınırları belli bir dış politika istiyorlardı. Demokrat küreselciler ise demokrasi projecileri tarafı idi. Onlar rakipsiz ABD güç ve etkisinin; demokrasi, serbest ticaret ve Amerikan değerlerini tüm küreye yaymasını hedefliyordu. 

İki tarafın realizm ve idealizm arasındaki tartışmaları “American Enterprise Institute” içinde sürerken neo-con’lar içinde üçüncü bir grup askeri strateji hazırlamakla meşguldü. Paul Wolfowitz, I.Lewis Libby ve Zalmay Khalilzad gibi Savunma Bakanlığı’nın askeri stratej ve analizci bir grubu yeni muhafazakar hareketin askeri stratejisini hazırladılar. Askeri strateji neo-realizm doğrultusunda ABD askeri gücünün rakip tanımadan ve sınırlama olmadan kullanılmasını öngörüyordu. ABD tek kutuplu dünya’da tek hegemon güç olmanın avantajını kararlılıkla kullanacaktı. Askeri güç kullanımı için kimsenin onayı istenmeyecek ve bir yandan da serbest Pazar ekonomisine dayalı demokrasilere geçiş sağlanacaktı. 

Bugün gelinen aşama ne neo-realizm, ne de demokrat küreselcilik olarak tanımlanmaktadır. ABD stratejisine hâkim olan paradigmanın yeni adı bizzat yeni muhafazakar hareketi yaratan Krauthammer tarafından “demokratik realizm (democratic realism)” olarak isimlendirilmektedir. Yukarıdaki eğilimlere ilave olarak geliştirilen diğer stratejileri kısaca özetlemekte fayda bulunmaktadır. Bunlardan biri Demokrat Parti’nin uzantısı olan The Progressive Policy Institute isimli think tank kuruluşu tarafından geliştirilen “ilerici uluslararasıcılık (progressive internationalism)” stratejisidir. Bu strateji neo-con’lara büyük ölçüde katılmakta ancak demokrasi projeleri için NED faaliyetlerinin ve çok taraflılığın daha fazla kullanılmasına vurgu yapmaktadır . 

John Ikenberry ve Charles A. Kupchan tarafından geliştirilen “liberal realizm ” ise ABD’nin yumuşak gücünü kullanarak serbest Pazar ekonomileri ve demokrasiyi yaymasını, yükselmekte olan güç merkezlerini ABD hegemonyasının kontrolünde tutmayı amaçlamaktadır. Muhafazakâr Nixon Center’in Başkan Yardımcısı olan Clifford Kupchan ise “şefkatli realizm (compassionate realism )” ile Bush yönetiminin uluslararası kamuoyunun onayını almadan yaptığı askeri operasyonlar neticesinde diğer ülkelerin daha fazla kışkırtılmasının ABD için tehlikeli sonuçlarına dikkat çekmekte ve çok taraflı bir dünyada Real-politik’in sürdürülmesi için uluslararası onayın alınmasını istemektedir. 

İkinci kez başkan olan George W. Bush ve yeni Dışişleri Bakanı Rice tarafından açıklanan yeni dönemin stratejik hedeflerini ; demokrasi projelerinin desteklenmesi, yenilenen diplomasi ile soğuyan ittifakların canlandırılması, Orta Doğu Barış Süreci’ne katkı ile İran ve Kuzey Kore’den gelen nükleer tehdit ile mücadele oluşturmaktadır. Bush dönemi politikalarının demokrasi projelerini öngören idealizm ile zor kullanan realizm arasında nazik bir dengeye oturduğu genel kabul gören bir yorumdur.

 Karikatür : Bush’un büyük stratejisinin esasları; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. 

1.1.4. Güvenlik Alanında Bilimsel Çalışmalar:


Uluslararası ilişkiler, güvenlik alanındaki bilimsel çalışmaların en iyi örneklerine ABD öncülük etmiştir.  Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu tür çalışmaların Üniversite çatısı altına alınması ve 1970’lerden itibaren think-tank merkezlerinin çığ gibi büyümesi ABD’nin öncü rolünde önemli  etkenler arasında olmaya devam etmektedir. Güvenlik çalışmaları başlangıçta dar bir kapsam edinerek, uluslararası gerilimin askeri olmayan kaynaklarını önemsememeye ve sadece askeri dengeler üzerinde odaklanmaya eğilimliydi. 1960’lı yılların ortasında güvenlik çalışmalarının ilk dalgası sona erdi ve alan bir düşüş sürecine girdi.  

Bu düşüşte araştırma programlarının bu dönemde tıkanma noktasına gelmesi yanında ilk dalga akademisyen yetiştirmekteki başarısızlık önemli birer etken olmuştu. Ayrıca Vietnam Savaşı bu alandaki ilk çalışmaların bazıları üzerinde şüphe yaratmış ve birçok üniversitede güvenlik sorunları çalışmaları modası geçmiş bir uğraş haline gelmişti. ABD-Sovyet yumuşaması da savaş çalışmalarının daha önemsiz görülmesine ve ABD’nin ekonomik durumundaki düşüşün getirdiği trend ile birlikte ilgi alanının uluslararası ekonomi-politiğe kaymasına neden olmuştur.

Güvenlik çalışmalarında Rönesans 1970’lerin ortasında başladı. Ford Vakfı’nın güvenlik sorunları ile ilgili çeşitli akademik merkezleri destekleme kararı alması ve alanla ilgili temel bilimsel forum haline gelen “International Security” dergisinin kurulması güvenlik çalışmaları için Rönesansı başlatan gelişmeler olarak kabul edilmektedir. ABD Büyük Stratejisinin oluşturulması güvenlik çalışmalarının önemini artırmıştır. Büyük strateji; askeri ve diplomatik araçlar yoluyla güvenliği sağlamak adına oluşturulan bir “devlet teorisi” idi.

Altın çağa damgasını vuran ise en genel düzeyde Kenneth Waltz’ın “Theory Of İnternational Politics (1979)” adlı eserinin uluslararası politik ekonomi içinde realizmin biçimlendirilmiş halini sunması olmuştur . Altın Çağın özelliği, akademik dünya içinde güvenlik çalışmalarının geniş yer tutması idi. Akademisyenler, üniversitelerdeki pozisyonlarını korurken en etkili çalışmalarını RAND gibi düşünce kuruluşlarında ortaya koymuşlardır. Ağırlık merkezi açıkça akademik dünyaya kaymıştı. 

Bugüne kadar geliştirilen ne uluslararası ilişkiler teorilerinin, ne de ulusal güvenlik teorilerinin hiçbiri pratikle tam uyumlu olmamıştır. Değişen güç dengelerine rağmen Realizm büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır. 20’ nci Yüzyılın sonlarına doğru belirginleşen “küreselleşme” ve post-modern yaklaşımın “karşılıklı bağımlılık” olguları, realizmin sunduğu ABD hegemonyasının yöntem ve aktörlerini de etkileyen yeni bir uluslararası sistemin gelişmesine yol açmıştır. 21’ nci Yüzyılda güç ve politika arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için çağımızın iki önemli paradigması olan küreselleşme ve post-modern düşüncenin güvenlik ve güç ilişkilerine etkilerini incelemek gereklidir. 

1.1.5. Küreselleşme ve Güç İlişkilerine Etkileri:

Soğuk Savaşın 1989 yılında sona ermesinin ardından dünya, küreselleşme olgusunun ivme verdiği çok hızlı bir değişim dönemine girmiş bulunmaktadır. Bazı düşünürler küreselleşmeyi; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda ortak değerlerden bazılarının yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması olarak kabul etmektedir. Bazıları ise küreselleşmeyi pazar, ürün ve süreçlerin standartlaşması, sosyo-kültürel farklılıkların ortadan kalkması, sınır ötesi şirketlerin gereksinim ve isteklerini karşılayacak standartlarda üretim yapması olarak tanımlamaktadır.

Küreselleşmenin dünya için olumlu bir gelişme olduğunu düşünenlere göre; küreselleşme sınır ötesi serbest ticaretin artmasına, demokrasi ve insan haklarına yönelik çalışmalarda gelişmelere ve büyük oranda refahın yükselmesine neden olmaktadır. Buna muhalefet edenlere göre ise küreselleşme, çokuluslu şirketlerin yönlendirdiği ve denetlendiği bir dünya pazarıdır. Pek çok kişiye göre ise küreselleşme, ABD siyasi ve iş çevrelerinin seçkin kesiminin resmi olmayan ideolojisidir. 

Clinton, küreselleşmeden bahsederken tarihsel kaçınılmazlığına, sosyal olarak gerekliliğine, Amerikanın siyasi liderliğinin buna ihtiyacı olduğuna vurgu yapmaktaydı. Tarihsel olarak doğru zamandaydı, ortak çıkarları paylaşan seçkinlerin anahtar gücüne hitap ediyordu, reddedilmesi gerekenin (komünizmin) bir eleştirisini sunuyordu ve daha iyi bir gelecek vaat ediyordu. Böylelikle küreselleşme Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumundaki kavramsal bir boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu .

Batılı ülkeler tarafından üretilen mal ve hizmetler ile bunlara ait bilgiler dünyada sınır tanımaksızın serbest olarak dolaşmak istemektedir. Bu durum alıcı ülkelerin pazar nitelikleri, siyasal yapıları ve yönetim biçimleriyle direkt ilgili olduğu için o ülkelerin mevcut siyasi yapılarının değişmesi küreselleşmenin bir gereği olarak ortaya çıkmakta, bu noktada küreselleşme olgusunun en büyük kozu demokrasi ve hür rejimler olarak gündeme gelmektedir. Demokratik sistemlerin zayıf ve düzenli olmadığı ülkelerde sınırlamaların ve bazı korumacı yasaların varlığı ortaya istikrarsız pazarlar çıkarmakta dolayısıyla siyasal boyutta küreselleşme ülke yönetimlerini nihai hedefte tam demokrasiye ulaşma mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmaktadır. 

Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda birçok konuyu barındıran karmaşık sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar, şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Küresel ekonomik bütünleşme süreci siyasi ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır. Küreselleşme homojen kurguyu zayıflattığı için ilerici bir süreç olarak değerlendirilmekte ve küreselleşme sürecini tanımlamada mozaik, melezleşme, eklemlenme gibi kavramlar geliştirilmektedir .

Yeni dünya düzeni ile birlikte küreselleşmenin şu aldatıcı işlevleri kullandığı öne sürülmektedir ; (1) Toplumların anlaşılmasında elzem olan tarih bilincinin köreltilmesi (tarihin sonunun geldiği aldatmacası), (2) Ekonomik bilincin yok edilmesi (sermayenin mülkiyet biçiminin değiştiği aldatmacası), (3) Bireycilik ve sivil toplum örgütlerin öne çıkarılarak, yoksullaşmanın kaynağının anlaşılmasında ve sosyal direnişin örgütlenmesinde gerekli olan ulus bilincinin zayıflatılması.  

Küreselleşme ile birlikte giderek yükseltilen "birey olma bilinci"; bireylerin "etnik ve kültürel haklar" ya da çevrecilik vb. gibi alt-kimlik ya da dokular içinde örgütlenmeye itilmeleri; siyasal dinciliğin yükseltilmesi, kutsal duygu sömürüsünün ön safa çekilmesi gibi sosyo-politik istismarları öne çıkarmaktadır. Demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır.

Ekonomik anlamda gelişmemiş olan bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar . Kendilerine avantajlar sağlamak isteyen ülkeler bu durumdan azami ölçüde istifade etmenin yollarını aramaktadırlar. Bu anlamda küreselleşmenin siyasal boyutu gelişmiş ülkelerin dışında kalan ve ekonomik bakımdan desteğe ihtiyaç duyan ülkeler için ciddi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. 

Küreselleşme sürecine olumlu yaklaşanlar, ulus-devletin aşınma sürecini önemli ve ilerici gelişme olarak değerlendirirler. Çünkü bu aşınma ve aşılma global ölçekte zenginliğin, refahın, insan hakları ve demokrasinin gelişmesine neden olacaktır. Hatta daha ileri gidilirse bu süreç hızlı ve etkili bir şekilde gerçekleştirilerek ulus-devletler için temel hedef olarak sunulmakta ve bu sürece uyum “çağdaşlık (modernite)” göstergesi olarak kabul edilip, diğerleri “çağdışı” olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, daha çok ulus-devletin baskıcı/totaliter ve homojenleştirici yapısına atıfta bulunmaktadır. 

Küreselleşme sürecinin ulus-devletlere etkileri bakımından ekonomik kültürel ve siyasal olmak üzere üç tür küreselleşme ön plana çıkmaktadır. Ekonomik küreselleşme zincirinde; ekonomik etkinliğin uluslararası bir nitelik kazanması, ulus-devletin tutarlılığını ve sürdürülebilirliğini etkilemektedir. Çokuluslu şirketlerden ulusötesi şirketlere ya da ekonomik etkinliğin ulusal sınırların ötesine veya küresel olarak yayılmasına doğru bir eğilim, devletin, ulusal ekonomileri denetleme ve etkileme gücünü sınırlamakta ve böylelikle, ulusal düzeyde devletin gücünü zayıflatmaktadır. Bu durum ulus-devletin küreselleşme karşısında rollerinin yeniden düzenlenmesi ihtiyacı yanında, küresel düzeyde de bugün için pek mümkün görülmeyen düzenlemelere ihtiyacı ortaya koymaktadır.

Siyasal küreselleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla paylaşmaya mecbur bırakmıştır.  Ulus-devlet, globalleşme ile yetki ve otoritesini uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak ortaya çıkan sorunlar daha çok uluslararası platformda ele alınmaya başlamış ve bunların çözümü uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir. Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler devlet egemenliğine ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında dış dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır. 

Küreselleşmenin, ulus-devlet ve onun geleceğini etkileyen kültürel bir boyutu da bulunmaktadır. İletişim teknolojisindeki gelişimler ile dünyanın küçülme süreci hızlanmıştır. Kültürel alanda küreselleşme hem kimliklerin evrenselleşmesine hem de parçalara bölünmesine ve çoğalmasına yol açmaktadır. Ulus-devletlerin geleceği, devletlerin, ulusal kimliğe ilişkin birbiriyle çelişkili durumları nasıl dengeleyeceğine bağlı olacaktır. Sonuç olarak; ulus-devlet açısından küreselleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar değerlendirildiğinde, küreselleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı olduğu gözlenir. Ulus-devletin egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar sınırlandırılırsa küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi o derece hızlı olacaktır. 

Küreselleşmenin en önemli olgusu “etki yaratma” yeteneği; ülkeleri ve toplumları etkileme yeteneğidir. Bu etkileri alıcı konumunda olanlar yani küreselleşmeye ayak uydurmayanlar sürekli bir kırılganlık ve hassasiyet duygusu ile küreselleşme ve küreselleşmenin temsil ettiği değerlere karşı “savunmaya dayalı refleks” geliştirmektedirler . Gerçekte çok az sayıda ülke küreselleşmenin ortaya çıkardığı imkanları yönlendirebilecek bir konuma ve yeteneğe sahiptir. Sanayileşmiş devletler, çokuluslu şirketler, diğer güçlü aktörler, politik ve ekonomik menfaatlerini üst seviyede korumak için ekonomik faaliyetleri etkilemede imkan, kaynak ve güçlerini en son noktasına kadar kullanmakta, hatta bu konuda oluşturdukları ekonomik topluluk ve bu topluluk hukuklarını dahi hiçe sayabilmekte, hedef ülkede ele geçirilen yerli iç dinamiklerden ve onların sağladığı olanaklardan en geniş bir biçimde faydalanmaktadırlar.

Küreselleşmenin getirdiği ekonomik karşılıklı bağımlılık her ne kadar savaş tehlikesini azaltıyor gözüküyorsa da bu bağımlılığın ne kadar ulus-devletin ve halkının yararına olduğu belirsizdir. Küreselleşme ulus-devletin güvenliğini aşındıran ve göz ardı eden nitelikleri ile öne çıktığından 21’ nci Yüzyılda ulus-devletin güvenlik konsepti yeniden gözden geçirilmelidir . Küreselleşmenin ulusal güvenliğe etkilerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ;

- Uluslararası ve ulusüstü yapıların gelişmesi ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir.

- Küresel ekonomik bütünleşme ekonominin ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini sınırlamakta, devleti güçsüzleştirmektedir.

- Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik parametresi haline getirmektedir.

- Ulusötesi sosyal ve dini hareketler ulusal güvenliğe meydan okumaktadır.

- Küresel iletişim ve ulaşım devletin sınırlarının kontrolünü daha da güçleştirmiştir.

- Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin tehdidi altındadır.

- Ulus-devletin yeniden yapılanmaya ve rollerini yeniden belirlemeye, ulusal güvenlik ve güç kullanımı konusunda yeni yöntem ve vasıtalara ihtiyacı vardır. 

1.1.6. Post-Modernizm ve Güç İlişkileri:

      Arnold Toynbee “Bir Tarih İncelemesi” adlı eserinde modern dönemin Birinci Dünya Savaşı ile sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştı . Post-modernizm  1980’lerin ortasından başlayarak son 25 yılda sosyal bilimlerde etkili bir teorik gelişmeye yol açtı. Post-modern düşüncenin üç temel temasını; iktidar (güç)-bilgi ilişkisi, kimlik (identity)’in kazanılmış doğası ve çeşitli metinsel stratejiler oluşturmaktadır. 

Michel Foucault güç-bilgi ilişkisi konusunda en çok etkili olan isimlerden biridir. Foucault, rasyonalizm ve pozitivist düşüncenin aksine gerçekte gücün bilgiyi ürettiğini savunmaktaydı. Gücün bütünü bilgiye ihtiyaç duymaktaydı ve bütün bilgi birikimi mevcut güç ilişkilerini takviye etmekte ve ona dayanmaktaydı. Kısaca mevcut gücün ürettiğinin dışında bir gerçek yoktu. Gerçek, sosyal düzenin dışında bir şey değil ancak onun bir parçasıydı . 

Postmodernistlerin uluslararası ilişkilerdeki hedef kavramlarından biri modern egemen devlet olmuştur. Post-modern düşünce devlet-merkezci modeli sorgulayarak toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür . Sivil toplum yapısı içerisinde devlet bağımlı değişken olarak kabul edilir. Postmodernistler, devletin problematik dışı rasyonel bir varlık değil, düzene girmeyecek bir şeyin üzerine, yoğun örgütlenme ile disiplin uygulayarak düzen oturtmaya çalışan keyfi bir ilişki olduğunu iddia etmektedir. Postmodernler için, egemenlik, yani devlet, bir çözüm olmaktan uzaktır . 

Post-modernistler, güç ilişkilerine bakarken ve uluslararası ilişkiler teorilerinin ‘gerçek’ anlayışını süzerken konseptlerin ve bilginin güç ilişkilerine etkileri üzerinde durdular. Bu incelemelerin en önemlilerinden biri Cyntia Weber, Jens Bartelson ve Jenny Edkins gibi düşünürlerin “egemenlik konsepti” idi. Bu konsepte göre egemenlik kavramı tarihsel olarak kendi pratiği içerisinde değişebilirdi ve bugünkü anlamı doğal olmayan bir biçimde sabitlenmişti. Post-modernistler için “kimlik” de sabit bir tanıma sahip değildi ve kazanılabilir veya edinilebilirdi (performative) . 

Post-modernist yaklaşıma göre devlet gelişiminin üç aşaması; ekonominin tarihsel evrim süreci içerisindeki üç çeşidi ile ilişkilendirilen modern öncesi, modern ve post-modern olarak tanımlanmaktadır. Modern öncesi devleti; tarımsal ekonomi, modern devleti; seri sanayi üretimi ekonomisi, post-modern devleti ise enformasyon ekonomisi temsil etmektedir. Modern öncesi devlet gerçek bir devlet bile değildir; hükümetin şiddet üzerindeki tekelini kaybettiği, Somali ya da bir dizi Afrika ülkesinde görüldüğü gibi iç savaş ve terör eylemlerinin günlük hayatı kabusa çevirdiği bir kaos bölgesidir. 

Modern devlet; milliyetçiliğin itici güç olduğu, bazen saldırgan ve şiddet unsuru olan, hukuk ve güç üzerindeki egemenliği konusunda ısrarcı davranan, yüz yıldan fazla süredir esas tercih olmuş devlet şeklidir. Post-modern devlet ise yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; post-modern toplumun birinci derecedeki örneği Avrupa Birliği’dir.  Post-modern devlet, hepsinin ötesinde -savaş karşıtı olan karakterini açığa vuran, bireye değer verir.

Postmodernist düşünürler ulusun hayali bir cemaat ve toplumsal alanın heterojen ve bütünleştirilemez olduğundan hareketle ulusallık kavramına karşı çıkmaktadırlar. Ulusal kimlik, ulusal sınır, ulusal bir ordu, ulusal bir ekonomi ve ulusal demokratik kurumlar artık ulusal olma niteliğini yitirmektedir. Ancak, bugün kimlik ve demokratik kurumlar inatçı bir biçimde ulusallığını sürdürmeye devam etmektedir. Post-modernlere göre, çağımızda devlet egemenliği zayıflamakta, günümüz dünyasının çok yönlü bütünleştirici ve ayrıştırıcı kuvvetleri karşısında, düzen sağlayıcı işlevini yitirmektedir. Postmodernizm, devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki rollerine ağırlık atfederek, egemen devletin alanını da sınırlamaktadır. 

Post-modern düzende ulusal egemenlik kavramı dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınmaktadır. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var olan ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki hakim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Geniş anlamda ulusal egemenlik ise iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul eden, egemenliğin ulus dışı yapılarla paylaşılmasını öngören anlayıştır.

Batı politikalarının özünde Soğuk Savaş bitene kadar modern devlet vardı. Post-moderncilere göre Batı Avrupa için post-modern çağ 1989’da başlamıştır. Avrupalılar artık post-modern bir kıtada yaşayan post-modern devletler bütünüdür. Post-modern bir düzen, post-modern devletler ve karşılıklı bağımlılığı gerektirir. “Çıkar” modern devlet ve varisi post-modern devlet için farklı anlamlar taşımaktadır. Post-modern dünyada geleneksel anlamda güvenlik tehditleri yoktur; çünkü üyeler birbirlerini işgal etmeyi düşünmezler. AB içinde tartışılan çıkarlar öncelikle politik tercih ve sorumlulukların paylaşımı meseleleridir.

Post-modern devlet daha çoğulcu, daha karmaşık, bürokratik modern öncesinin aksine hiç kaotik olmayan bir devlettir. Post-modernistler, realizmin devletler arasında güvenlik rekabetine yol açtığını ve devletleri savaşa teşvik ettiğini ifade etmektedir. Bunun yerine işbirlikçi normların, bireylerin, devletlerin ve bölgelerin birbiri ile çalışmayı öğreneceği barışçı bir küresel politiğin gelişmesi programlanmalıdır. Realizmin yerine toplumcu söylemler ve fikirler öne çıkmalıdır. Post-modernistlere göre uluslararası ilişkilerin doğası; güvenlik hakkında düşünme ve konuşma yöntemimize göre değişebilir .  

Post-modern sistem dengeye dayalı değildir. Ne egemenliği, ne de iç ve dış ilişkilerin ayrılmasını esas alır. Bu dünyanın özelliği iç ve dış ilişkiler arasındaki mesafenin ortadan kalkmaya başlamasıdır. Anlaşmazlıkları sona erdirme yolu olarak güç reddedilmiştir. Azınlık anlaşmazlıkları ortak kurallar ya da mahkeme kararıyla çözüme bağlanacaktır. Sistemdeki kuralların tamamı kendiliğinden uygulanmaktadır. BM, toplu bir güvenlik örgütü olarak yeni bir dünya düzeni yaratmak için değil, statükoyu korumak için vardır. 

Post-modern düşünce çifte standartlar fikrine alışmış olmayı gerektirir. Post-modern devletler kendi içlerinde, hukuk ve açık güvenlik işbirliği temelinde işlerler. AB post-modern sisteminin en gelişmiş örneğidir. Açıklık yoluyla sağlanan ve karşılıklı dayanışma yoluyla uygulanan şeffaflığı temsil etmektedir. Ulusların üstünde değil (supranasyonel) ulusların arasında geçiş sağlayan (transnasyonal) bir birimdir. Post-modern sisteme uygun uluslararası bir toplum yaratmak, uluslararası sosyalizasyon gerektirmektedir. AB kurumlarının görevlerinden biri de bunu sağlamaktır. 

Post-modern anlayışa göre bugün dünyada ne yeni bir dünya düzeni, ne de yeni bir dünya düzensizliği söz konusudur. Bunun yerine Avrupa’da bir güvenlik kuşağı, dışında ise tehlike ve kaos kuşağı bulunmaktadır. Dünyayı özellikle tehlikeli ve zor yapan şey küreselleşmeyle ayrılan üç kuşağın birbirleriyle bağlantısız olmasıdır. Üçe bölünmüş bir dünyada üç kademeli bir güvenlik politikası ve üç kademeli bir akıl takımına ihtiyaç bulunmaktadır. Post-modern düzenin tehditlere cevabı, işbirliği imparatorluğunun sınırlarını genişletmektir. Post-modern ağ ne kadar genişletilebilirse, komşulardan gelebilecek risk de o kadar azalacaktır ve aşırı silahlanmaya gerek kalmadan topluluğu savunacak daha fazla kaynak sağlanacaktır. 

Post-modern düzenin ulus-devlet, milliyetçilik, egemenlik, sınırlar gibi değerlerden feragat edilmesini istediği göz önüne alınırsa bu tür bir güvenlik anlayışı aslında hegemon güçlere dizginleri tamamen vermekten başka bir anlama gelmeyecektir. Postmodernizm, politik bir perspektiftir ama bir projesi, yandaşı olduğu bir politika yoktur. Teorisi, ne ve kimler için var olduğunun yanıtını verememektedir. Post-modernist yaklaşımlar genellikle çok aşırı kavramsal ve gerçek dünya ile alakasız olmakla eleştirilmektedir . 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

5 Mart 2017 Pazar

Cumhurbaşkanı Ruhani Yönetiminde İran Dış Politikası: Gerçeklere Karşı Taahhütler


Cumhurbaşkanı Ruhani Yönetiminde İran Dış Politikası: Gerçeklere Karşı Taahhütler 

Sermin PRZECZEK 




İran’ın dış politika prensipler altı kategoride toplanabilir: anti-emperyalizm, kendi kendine yetebilirlik, bağımsızlık, anti-milliyetçilik, mustazafinleri desteklemek ve anti-Siyonizm. İran’ın seçimle göreve gelen yeni 
cumhurbaşkanı Hasan Ruhanive kabinesi, görev süresi boyunca ılımlı ve yapıcı bir dış politika izleyeceklerini halihazırda belirtmiştir. Bir taraftan, İslam devriminin özünde yer alan ve Ayetullah Hamaney ile Uzmanlar Meclisi tarafından korunmakta olan İran dış politikasının bu prensipleri gözönünde bulundurulacak olursa, Cumhurbaşkanı Ruhani’nin İran dış politikasını ülkenin nükleer programını devam ettirecek ve aynı zamanda ekonomisini iyileştirecek derecede ılımlı politikalar izlemesi pek kolay görünmemektedir. 

Ancak öte yandan da, İslam devriminin yaşadığı süre boyunca rejimin üzerinde kurulu olduğu ideolojik tabanın birden fazla defa terkedilmiş olduğu gerçeği de hatırlanmalıdır. Cumhurbaşkanı Ruhani ve kabinesinin halihazırda kanıtlanmış olan yetkinliği ve İran’ın uluslararası alandaki konumunu bu yeni dönemde iyileştireceklerinin sözünü vermiş olmaları, İran’ın yeni dönem dış politikasının iyimser bir açıdan değerlendirilmesini mümkün kılmaktadır. 

Özet 

Ruhani Dönemi Yeni Dış Politika Anlayışı
MİSAFİR KALEM - 12 Kasım 2013

HAZIRLAYAN; CENK TAMER
Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

Ruhani’ nin önündeki engeller neler? Ruhani’ nin eski cumhurbaşkanları Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi’ nin ulusal güvenlik danışmanlığı görevini yapmış olması sebebiyle, dış politika anlayışında bu dönemin izleri görülecek midir? Ruhani’ nin siyasi kariyerinin yanında, dış işleri bakanı olarak seçtiği Muhammed Cevad Zarif kimdir? İran’ ın dış politikada taviz vermeyeceği konular neler? İran’ ın dostları, rakipleri ve düşmanları kimler? Bu noktalara değinilerek Ruhani döneminde İran’ ın dış politika anlayışının nasıl şekilleneceğinin resmi çizilecektir.

Hasan Ruhani Kimdir?

İran’da cumhurbaşkanlığı seçiminin galibi olan, reformcuların desteklediği Hasan Ruhani, 12 Kasım 1948 tarihinde Semnan yakınında Sorke’de, Şah’a karşı mücadele eden bir ailede dünyaya geldi. Semnan medresesinde 1960’ ta dini çalışmalarına başlayan Ruhani, 1961 yılında Kum’a gitti ve Seyid Muhakkik Damad, Şeyh Murteza Hayri, Seyid Muhammed Rıza Golpaygani, Sultani, Fazullah Lenkerani ve Şeyh Muhammed Şahabadi gibi önde gelen din adamları tarafından verilen derslere katıldı. Dini eğitimin yanı sıra modern eğitim alan ve 1969 yılında Tahran Üniversitesi’ne kabul edilen Ruhani, 1972 yılında hukuk bölümünden mezun oldu. Yüz civarında kitabı ve bilimsel çalışması bulunan Ruhani, çalışmalarına Batı’da devam etti.

1999  yılında   Glasgow   Caledonian   Üniversitesi’nden    doktora alan,   akademisyen, diplomat  ve  siyasetçi  Ruhani,  1999  yılından  bu  yana Uzmanlar Meclisi’nin, 1991’den beri Düzenin Yararını Teşhis Heyeti ‘nin, Stratejik Araştırma Merkezi’nin ve 1989 ’dan itibaren de Yüksek  Ulusal  Güvenlik Konseyi ‘nin üyesidir.Ruhani ayrıca 1992 yılından bu yana Stratejik Araştırma Merkezi’nin başkanıdır.

İran’da İslam Danışma Kurulu’nun 4. ve 5. dönemlerinde meclis başkanı yardımcılığı, 1989-2005 yıllarında Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi başkanlığı yapan Ruhani, İran’ın nükleer programı konusunda İngiltere, Fransa ve Almanya ile yürütülen görüşmelerde baş müzakerecilik yaptı.

Genç bir din adamıyken, Ayetullah Humeyni’nin izinden giderek siyasi faaliyetlerine başlayan Ruhani, 1965’te İran içinde seyahat ederek, Şah’a karşı konuşmalar yaptı. Bu yıllarda çok kez tutuklanan ve bu tür konuşmalar yapması yasaklanan Ruhani, 1977’de Tahran’daki Ark Camisi’nde Ayetullah Humeyni için ilk kez “İmam” ifadesini kullandı, İran’daki devrimin ardından intizamsız İran ordusunu ve askeri üsleri organize etmeye başladı. 1980 yılında İslam Danışma Kurulu ‘na seçilen, İran-Irak savaşı sırasında Yüksek Savunma Konseyi ‘nin ve Savaşı Destekleme Yüksek Konseyi ‘nin üyesi olan Ruhani, savaşın sonunda zafer madalyasıyla ödüllendirildi. İran dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’in Yüksek Ulusal Güvenlik Konseyi ‘nde temsilciliğini yapan Ruhani, eski cumhurbaşkanları Haşimi Rafsancani ve Muhammed Hatemi’nin ulusal güvenlik danışmanlığı görevini de yürüttü. [1]

Geçmişine baktığımızda o bir hukukçudur ve aynı zamanda diplomatik tecrübeye de sahiptir. Din adamı olan Ruhani, en başta ve en önemlisi Glasgow Üniversitesinde Hukuk alanında doktora yapmıştır ve İran’ ın üst düzey dış politika uzmanları arasında yer alır. Dış işleri açısından, o uzlaşılabiilir birisi olarak görülmek istiyor.[2] Akıcı bir şekilde İngilizce, Arapça ve Farsça konuşabilen Ruhani’nin, yazılmış yaklaşık 100 kitabı ve makalesi vardır. Ayrıca, 700 farklı araştırma projesine yönetmiştir. [3]

Yeni Cumhurbaşkanı, “Milli Güvenlik ve Nükleer Diplomasisi” kitabının yazarıdır. Onun siyasi söyleminde “ılımlılık” esastır. Her türlü köktencilik ve aşırılığa karşıdır. Hasan Ruhani Batı ile diyalogdan yanadır. Bu yöntemle ülkeyi dışlanma ve yaptırımlardan kurtarabileceğine inanıyor. ABD ile ilişkileri çok karmaşık buluyor. Fakat “akılcı ve ılımlı bir politika” ile başarı kazanılabileceğini düşünüyor. İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak yurt içinde uzlaşma, uluslararası ilişkilerde ise karşılıklı anlaşmaya varmayı önemli bulduğunu söylüyor. Suriye sorununun çözülmesi için arabulucu olmaya hazırdır. Ancak yönetim ile muhalefetin diyaloğuna önem veriyor. Bu anlamda, Amerika’nın tutumunu doğru bulmuyor. Son olarak, İran’daki sosyal sorunların çözümü için merkezi kurumların bazı yetkilerinin yerel organlara verilmesini gerekli buluyor. Her şeyin iktidarın elinde toplanmasının geleceğinin olmadığını vurguluyor. Hasan Ruhani’yi Muhammed Hatemi ve Rafsancani’nin de desteklemiş olduğunu da belirtelim. O, reformcu kanadın tek adayı idi. İranlılar seçim sonuçlarından hoşnut olduklarını belirtiyor. Bundan önceki seçimde gözlemlenen sahteciliğin bu seçimde olmaması onları sevindirmiştir. İran’da oy kullanma hakkı olanların %72’den çoğu seçimlere katılmıştır. Hasan Ruhani seçmenlerin yaklaşık %51’inin oyunu almıştır. [4]

Ruhani, Rafsancani ‘nin yakın dostu ve korumasında olan biridir. Ruhani’ nin nükleer ve ABD ile ilişkiler konusundaki pragmatik yaklaşımı, Rafsancani’ nin bakış açısına yaklaşmaktadır. Rafsancani’ ye olan yakınlığı, onun dini liderle olan ilişkilerini karmaşık hale getirebilir. Ruhani seçimi kazanmak için, yeşiller hareketinden ve reform hareketinden desteğini çekmesine rağmen, ne de olsa siyasi kurumun uzun süreli bir üyesidir.[5]

Dr. Alireza Nourizadeh gibi birçok ünlü İranlı analistçi; Ruhani’ nin tıpkı Rafsancani ve Hatemi dönemindeki gibi pragmatist denilen bir grup tarafından desteklendiğini, onun daima Hamaney’ e yakın olduğunu söylüyor. Hamaney, aslında, taktik stratejinin en üst konumundadır. Hamaney de, hem halk hem de kendisinin desteğini alan Ruhani gibi bir lidere sahip olmanın, Ahmedinejad tarafından 8 yıl boyunca ortaya konan rejimin çirkin gerçekliklerini yumuşatmakta ince bir girişim olduğunu kabul ediyor.[6]

Dış İşleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif Kimdir?

1961 doğumlu olan, Muhammed Cevad Zarif tecrübe sahibi ve iyi tanınan İranlı diplomatlardan biridir. Zarif, Tahran’da nispeten varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi ve babası bir tekstil tüccarıydı. 1976 yılında ABD öğrenci vizesi aldı. Sırasıyla 1981 ve 1983 yıllarında, San Francisco Üniversitesi Uluslararası İlikiler bölümünde lisans ve yüksek lisansını tamamladı. 1985 yılında kapsamlı bir sınavı geçtikten sonra, ABD Göçmenlik Bürosu onun öğrenci vizesini iptal edildi. Daha sonra New York’ taki BM Ofisi İran Daimi Temsilciliğinde çalışmaya başladı ve üç yıl sonra oradaki eğitimini tamamladı ve Denver Üniversitesi’ nde Hukuk ve Uluslararası İlişkiler alanında doktorasını tamamladı. Zarif, İran İslam Cumhuriyetinin, 2002 ve 2007 yılları arasında Birleşmiş Milletler İran Daimi Temsilcisi olarak görev yapmıştır. Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani tarafından Dış işleri Bakanlığına aday gösterilmiş, Meclis onayından sonra göreve başlamıştır.

Zarif diğer ulusal ve uluslararası pozisyonlarda da bulunmuştur. Dışişleri Bakanı üst düzey danışmanı, Uluslararası ilişkiler danışmanı ve Dışişleri Bakan Yardımcısı, Medeniyetlerarası Diyalog’ un daimi temsilci üyeliği, BM Silahsızlanma Komitesi Başkanlığı’ nda küresel yönetişimin daimi temsilci üyeliği görevlerinde bulunmuştur.

Ciddi şekilde düşünülmesi gereken nokta ise bazı medya raporları ve analizlerinin aksine, Dr Muhammed Cevad Zarif, her zaman İran İslam Cumhuriyeti’nin çıkarlarını savunan ve ülkenin ilkeli bir pozisyon alması konusunda ısrar eden biri olmuş olmasıdır. Zarif gerçekten İran ‘ın sıkı bir savunucusudur.[7]

Zarif, Amerikan yönetimini yakından tanıyor. İlk olarak, Zarif dış politikada uzmanlık açısından önemli bir kişiliğe sahiptir. Bu alanda büyük bir deneyime sahiptir ve uzun yıllardan beri dış politika da aktif bir rol üstlenmektedir. Onun güçlü noktası, dünyanın onu tanıyor olmasının yanında onun da dünya hakkında geniş bilgisinin olmasıdır. Zarif, günümüz dünyasını anlamada ustadır ve küresel kutupları ve güç dengesini değerlendirmede gerçekçidir. O özellikle Amerikan toplumunu iyi bilmektedir. Zarif’ in İngilizce ve Batı kültürü hakkındaki bilgisi ona, televizyon programlarına katılması imkanını sağlıyor.[8]

İran’ın dini lideri Hamaney’ in başdanışmanı olan Velayeti ise M.Cevad Zarif hakkında şu düşüncelere sahiptir; ‘İran’ın son dönemde üst düzey BM elçisi ve şimdide yeni Dışişleri Bakanı M. Cevad Zarif, Denver Üniversitesi’nde uluslararası hukuk ve politika alanında doktoraya sahip usta bir diplomat olarak, müzakere heyetine Amerikan düşünce tarzının daha iyi anlaşılmasında katkı sağlayacaktır. Zarif, diplomat kariyerine sahip çok iyi bir müzakerecidir.’ [9]

Rafsancani ve Hatemi Dönemi Dış Politika Anlayışı

Humeyni’nin 1989’da ölümünden sonra İran dış politikasında ideolojik unsurlar öne çıkmaya başlamıştır. İran bu çerçevede özellikle 1989’ dan itibaren, önce Rafsancani (1989-1997) arkasından da Hatemi (1997- 2005) ile beraber sınır komşusu olan ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye çalışmıştır. İran, söz konusu politika değişikliğini Rafsancani ile başlatmış olsa da bu konuda somut adımlar atmaya esas olarak 1997’ de Cumhurbaşkanlığı görevini devralan Hatemi ile beraber başlamıştır. Ancak söz konusu olumlu imaj oluşturma çabalarının Ahmedinejad döneminde yeniden tersine döndüğü görülmüştür. [10]

Rafsancani Dönemi Dış Politika Anlayışı

Ağustos 1989’ da Meclis başkanı Haşimi Rafsancani büyük bir çoğunlukla Cumhurbaşkanı olarak seçilmiştir. Bu yönetim değişikliği, İslami İran’ ın siyasal söyleminin yumuşamasını beraberinde getirmiş ve ulusal çıkarlar İslami doktrinin önüne geçmiştir. Rafsancani yönetimi daha çok devrimin oturduğu ve istikrar kazandığı bir dönem olarak görülmüştür; çünkü bu dönemde rejimin söyleminde bir yumuşama olmuştur.[11]

Humeyni sonrası reformist dış politika anlayışı: ticaretin arttırılmasını, kolektif güvenlik önlemlerini içeren işbirliği anlaşmalarını, başta körfez ülkeleri olmak üzere bölge ülkeleri ile diplomatik diyaloğun geliştirilmesini hedeflemekteydi. Rafsancani ve ekibinin genel anlamda dış politik düşünceleri, İran’ın savaştan kaynaklanan sıkıntılarını aşmak, yaşadığı acı izolasyon tecrübesi nedeniyle de dış dünya ile diplomatik ilişkileri geliştirmeye çalışmak şeklinde özetlenebilir.[12]

Humeyni’nin ölümünden sonra cumhurbaşkanı seçilen Haşimi Rafsancani’yle birlikte İran dış politikasında kısmi değişimler görülmeye başlanmıştır. Sekiz yıl süren İran-Irak Savaşı’ndan sonra, ülkenin yeniden imarına ve ekonomik kalkınmasına yönelik çalışmalar hem iç politikada hem de dış politikada öncelikli unsur haline gelmiştir. 1991 yılında Kuveyt’in Irak tarafından işgal edilmesinden sonra İran tüm enerjisini dış politika üzerine yoğunlaşmıştır. Sonuç olarak Rafsancani enerjisini, Körfez Krizi, Sovyetlerin çökmesi ile oluşan yeni oluşum ve ABD’nin çevreleme politikası gibi konulara yoğunlaştırmak zorunda kalmıştır. Rafsancani dönemi Humeyni ve Hatemi arasında bir geçiş dönemi özelliği göstermektedir. Yani bu dönemde dış politikada gri alanlarında oluşmaya başladığını görmekteyiz.

Hatemi Dönemi Dış Politika Anlayışı

Hatemi, 1997 seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 69 ’unu alarak muhafazakâr rakibi Natık Nuri ’yi, ezici bir çoğunlukla devre dışı bıraktıktan sonra İran İslam Cumhuriyeti ’nin beşinci cumhurbaşkanı olmuştur. İranlıların gözünde Hatemi İran’daki değişimin, reformun ve açılımın sembolüydü. Hatemi, İran dış politikasına yeni bir soluk getirmiştir. Örneğin, her zaman “Büyük Şeytan” olarak nitelenen Amerikan halkı için “Büyük Halk” tabirini kullanmıştır. Hatemi’nin dış politika anlayışı:

Birincisi, İran’ın toprak bütünlüğü ve bağımsızlık üzerine kurulu olan dış politika anlayışı, Hatemi döneminde de yaşamsal olarak kabul edilmiştir. Özellikle Ortadoğu’daki her türlü yabancı askeri varlığa ve oluşuma karşı çıkmış, gerek Batı gerekse Doğu’dan bağımsız bir dış politika hedeflemiştir.

İkincisi, onur, karşılıklı saygı ve güven çerçevesinde devletlerarası ilişkilerin geliştirilmesi. İslam Konferansı Örgütü, KİK, D-8 ve OPEC bağlamında iyi ilişkilerin inşa edilmesine çaba göstermiştir. Özellikle de İKO ve BM gibi uluslar arası nitelik taşıyan örgütlenmelerde daha aktif rol oynanmasına öncelik vermiştir. Bunun yanında, Rusya, Çin, Hindistan, Japonya ve Avrupa ülkeleriyle olan işbirliğini de alternatiflerin çoğalması açısından gereklidir. Bu şekilde, tek yönlü politikaların sebep olacağı muhtemel açmazlar ve sorunlar da “ çok yönlü dış politika” formülüyle kolaylıkla çözümlenecektir.

Üçüncüsü, dünyanın her neresinde olursa olsun, tüm Müslümanların haklarına sahip çıkılması. Filistin ve Lübnan’daki Müslümanların haklarına özel bir vurgu yapmaktadır. Özellikle, Hatemi’nin konuşmalarına bakacak olursak Filistin halkının haklarını her platformda savunmuş ve Müslümanlar arasındaki işbirliği ve etkileşimin artmasının gerekliliğini dile getirmiştir.

Dördüncüsü, bir diğer önemli nokta ise Siyonist rejime karşı yürütülen savaş. Bu konu, aslında liderlerin inisiyatifine kalmış bir dış politika seçeneği olarak görülmemelidir. Çünkü mevcut şartlarda hangi lider yönetime gelirse gelsin, hiçbir lider İsrail’e karşı takip edilen mevcut politikayı değiştirecek ya da alternatif politikalar üretecek güce sahip değildir.

Beşincisi, İran’ı yeniden uluslararası sistemin bir parçası haline getirilmesidir. Bugün özellikle ABD’nin gerek coğrafi gerekse ekonomik kuşatması İran’ı sahip olduğu potansiyelleri gerçekleştirmesinden alıkoymaktadır. [13]

İran’ ın Dostları, Rakipleri ve Düşmanları

Rusya

İran’ın bölgedeki en önemli ve güçlü müttefiki ise Rusya’dır. İki ülkenin yakın ilişkileri, Tahran’ın bölgesel güç olmasında önemli bir etkendir. İkisinin de dış politika öncelikleri, tehdit algılamaları, ABD’nin bölgedeki varlığına ilişkin endişeleri, Türkiye’nin bölge politikaları hakkındaki eleştirileri, “Arap Baharı” denilen sürece ilişkin kaygıları, Suriye ’de yaşananlara ilişkin düşünceleri, Avrasya perspektifleri büyük ölçüde benzeşmektedir. Her iki ülkenin de Çin’le ilişkileri gelişmekte, her iki ülke de Pakistan’ın ABD etkisinden uzaklaşmasını memnuniyetle karşılamaktadır. Her iki ülke de ABD’nin Afganistan ’daki varlığından rahatsızdır. Moskova, ABD’nin Suriye ve İran üzerinden kendisini kuşatmak istediğini gördüğünden, Libya ’dakinin aksine Suriye konusunda açıktan tavır almaktadır. İran da kendisinin kuşatılmak istendiğinin, Suriye ’nin ve Hizbullah ’ın direncinin kırılmak istendiğinin farkındadır. ABD başta olmak üzere Batının Suriye’de denetlenebilir istikrarsızlık yaratmak, kontrollü kaos çıkarmak, olmadı “Salvador Seçeneği” denen yöntemle rejimi değiştirmek istediğini görmektedir. Esad giderse yerine Müslüman Kardeşler’in Suriye kolunun gelmesinden, ElKaide’nin ülkedeki etkisinin artmasından endişelenmektedir.

Öte yandan Rusya ve İran, petrol ve doğalgaz ihracı söz konusu olduğunda rakip ülkelerdir. Hazar’ın statüsü ve enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda da farklı düşünmektedirler. İran, yakın bölgesiyle ilgilenmenin yanında, dünya siyasetinde öne çıkan ülkelerde de ilişkilerini geliştirmektedir. Merkezi büyük güçler arasındaki rekabetten (ABD ile Çin, ABD ile Rusya, kısmen ABD ile Almanya arasında görüldüğü üzere) yararlanmaktadır. Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin lokomotif gücü olan Almanya ile ilişkilere özel önem vermektedir. Avrasya’nın 3. büyük gücü olan Hindistan ’la ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Latin Amerika ülkeleriyle, özellikle Venezüella ve Brezilya ile ilişkileri güçlüdür. Nitekim Brezilya, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a yönelik yaptırımlara “hayır” demiş, İran da Brezilya’yı nükleer faaliyetleri konusunda “arabulucu” olarak ilan etmiştir. İran, BM Güvenlik Konseyi’nde İran’a ilişkin girişimlerde kendisini destekleyen Çin’in enerji tedarikinde önemli bir ülkedir.[14]

20. yüzyılın sonunda İran ve Rusya arasındaki ilişkiler her iki tarafında ortak çıkarlarına hizmet eden bir denge içinde olmuştur. Rusya, İran’ı askeri ve nükleer teknoloji bakımından desteklerken İran, Rusya’nın Çeçenistan politikasına fazla eleştirel yaklaşmaktan kaçınmıştır. Bölgedeki enerji üretimi ve nakil hatlarındaki hakim konumlarını sürdürmek istedikleri için hem Rusya hem de İran, Azerbaycan’ ın bu alanlarda güçlenmesinden rahatsızlık duymuşlardır ve bu perspektiften hareketle Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattı projesini desteklemekten kaçınmıştır. [15]



Mısır, Irak ve Suriye

İlk başta Mısır’ da Mursi iktidarda iken İran ile olan ilişkilerini özetleyelim;

Suriye ve son dönemlerde Irak’la yakın ilişkileri bulunan İran, bölgesel güç konumunu geliştirebilmek için, gerek Arap aleminde ve gerekse İslam dünyasında daha etkili olmak zorunda olduğunun bilincindedir. Bu bağlamda Hüsnü Mübarek ’in devrilmesinden sonra İsrail ’le ilişkileri gerginleşen Mısır ’la yakınlaşmaya başladığı gözlenmektedir. Müslüman Kardeşler ’in (İhvan) adayı olarak cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan Mursi ’nin İran’a sıcak mesajlar vermesi, Mısır-İsrail ilişkilerinin gerginleşmesini memnuniyetle karşılayan Tahran’da hemen karşılık bulmuştur. Başkentlerinde karşılıklı olarak büyükelçi bulunmasına karşın ikili ilişkileri yıllardır kopuk olan İran ’la Mısır arasındaki yakınlaşma, bölge dengeleri açısından da önemlidir. İsrail ’itanıyan ilk Arap devleti olan ve 1979’daki Camp David Antlaşması’ndan bu yana yakın ilişkilerini sürdüren Mısır ’ın İsrail’den uzaklaşırken İran’la yakınlaşması, zamanlama açısından da dikkat çekicidir. Çünkü hem Arap dünyasının lideri, hem ABD’nin bölgedeki önemli bir müttefiki, hem de İsrail’in komşusu olan Mısır’ın, ABD’nin İran’ı yalnızlaştırmaya, rejimini değiştirmeye çalıştığı bir dönemde, 33 yıl aradan sonra İran’la yakın ilişki kurmaya çalışması, İran’ın elini güçlendirmiştir. Zira ABD’nin çok önemsediği İsrail-Mısır ekseni zayıflamakta, İsrail Arap dünyasındakien büyük müttefikini kaybetmektedir. Dahası, Arap rejimleri arasında olmasa da Arap halklarıarasında büyük itibarı olan İran, ABD’ye en yakın Arap ülkelerinden biri olan ve Arap dünyasının lideri olarak bilinen Mısır’la ilişkilerini geliştirerek hem psikolojik hem de stratejik avantaj sağlamaktadır. Bu kapsamda Mısır’ın İran savaşgemilerine Süveyş Kanalı’nı açması bile tek başına önemli bir hamledir.[16]

Lübnan gazetesi As-Safir’ in bildirdiğine göre; Mısır’da iktidara gelen Müslüman Kardeşlerin lideri Mohamed Mursi’ nin düşmesinden sonra, İran ve Hizbullah, Müslüman Kardeşler ile yakın ilişki arayışına girdiler. İsrail-Filistin görüşmeleri dahil olmak üzere bölgedeki son gelişmeler, Suriye savaşı ve çeşitli Arap ülkeleri ile uluslararası çevrede oluşan Müslüman Kardeşler aleyhtarlığı, İran, Hizbullah ve Müslüman Kardeşler’ in aralarındaki ilişkileri yeniden düzeltmeleri için çalışmaya ve aralarında “direniş ekseni ” oluşturmaya itti. Müslüman Kardeşler Sünni bir hareket iken İran İslam Cumhuriyeti ve Lübnanlı terör örgütü (Hizbullah)  kendilerini Şii olarak tanımlamaktadırlar. İranlı yetkililer, yeni Mısır yönetimi için kanallarını açık tutmak istemesine rağmen, uzun zamandır uluslararası alandaki Müslüman Kardeşler örgütü’ nün önde gelen liderleriyle önemli konularda yoğun toplantılara başladılar. [17]

2003 yılında Saddam Hüseyin in ABD ordusu tarafından düşürülmesi, uzun süreli düşmanını ortadan kaldırdığından stratejik olarak İran’ ın işine yaradı ve İran’ la uzun süredir bağı olan Şii bir hükümetin kurulmasına yol açtı. 2006 yılında oluşturulan Irak hükümeti’ nin lideri hala başbakan Nuri al Maliki’ dir. Maliki görev süresince İran’ a birçok ziyaret gerçekleştirmiş ve İran da Sünni ve kürt liderler arasındaki siyasi çatışmada Maliki’ nin arkasında olmuştur. Maliki, Beşar Esad’ ın iktidarda tutmasına destek sağlamak gibi İran’ ın birçok bölgesel hedeflerini desteklemektedir. Irak söylendiğine göre, silahlı muhaliflerle savaşan Suriye askerine tedarik sağlayan kargo uçaklarının Irak hava sahasından uçmasına izin veriyor.

Iran’ ın Maliki ve hükümet kurumlarıyla olan bağları bir yana, İran Şii gruplaşma sayesinde Irak’ taki etkisini arttırmaya çalışıyor.[18]

İran’ın Suriye’ye verdiği destekte, Esad rejiminin Arap milliyetçisi ve göreli laik BAAS politikalarını hiç sorun etmediği, yeri geldiğinde ise Suriye’deki yönetici seçkinlerin büyük bölümünü oluşturan Nusayri azınlıkla olan mezhepsel yakınlığına vurgu yaptığı görülür. [19] İran’ ın Suriye’ ye destek vermesindeki nedeni; sünni bir iktidardansa kendisine yakın olarak gördüğü alevi bir azınlığın iktidarda kalmasının kendi çıkarlarına uygun düşmesidir. Suriye, geçmişte olduğu gibi Rusya’ dan askeri yardım malzemesi almaya devam etmektedir. Rusya’ nın bu ülkeden vazgeçmemesindeki temel neden ise bu ülkeden elde ettiği ekonomik kazancın kalbolmaması düşüncesidir. Rusya’ nın aynı şekilde İran’ la da aynı temelde ekonomik çıkara sahip olması, bu üç ülkeyi beraber hareket etmeye itmektedir.

Öte yandan İran’ın Şii Azerbaycan ile Hristiyan Ermenistan arasındaki anlaşmazlıkta Ermenistan’ı desteklediği de unutulmamalıdır. Azerbaycan, İran’daki Azerilere yönelik kışkırtıcı, ırkçı, yayılmacı politikalar izlemediği, dahası İran’a karşı böyle politikalar izleyecek güçte olmadığı halde, İran-Azerbaycan ilişkileri umulan sıcaklıkta değildir. İran ayrıca, Azerbaycan ’la Hazar’ın statüsü nedeniyle yaşadığı anlaşmazlığı, Azerbaycan ’ın İsrail ’le gelişen ilişkilerini ve özellikle son dönemde ithal ettiği 1,6 milyar dolarlık askeri malzemeyi her zaman gündemde tutmaktadır. [20]

Her ne kadar Suriye konusunda İran ve Rusya ile beraber ortak hareket ediyor olsa da bölge ile ilgili politikalar üretemiyor ve nüfüz alanı oluşturamıyor olması nedeniyle Çin ‘in İran ın müttefiki olarak incelenmesi uygun olmayacaktır.

Körfez Ülkeleri

İran körfez ülkelerindeki Şii grupları etkisi altına almaya çalışmakta, mezhep aracılığla bölgeye nüfuz etmeye çalışmaktadır. Bölge ülkelerinde de şiiliğin yayılmasından endişe edilmekte, bölgede istikrarsızlığa yol açacağı düşünülmektedir. Bölge ülkeleri daha çok kendilerini İran tehdidiyle çevrelenmiş hissetmektedirler. Bunda İran’ ın kollarının Hizbullah aracılığıyla Lübnan’ a, Suriye’ ye, mezhep aracılığıyla da Yemen, Bahreyn ve bazı körfez ülkelerine ulaşmasının etkisi vardır. Suudi Arabistan körfez ülkelerini İran tehdidi konusunda tetikte tutmakta, bu ülkelerde şii grupların bastırılması için önlem almalarına destek olmaktadır.

Haşimi Rafsancani döneminde Arabistan’la olan ilişkiler daha bir dostaneyken, halihazırda oldukça aşağı bir seviyededir. Elbette bu Arabistan’ın düşmanca tutumunu o günlerde takınmadığı anlamına gelmemekle beraber, Haşimi Rafsancani ve dostlarının Arabistan’la özel bir ilişki kurabilmeleriyle oluşmuştu ve büyük bir ihtimalle bu siyaset, Ruhani tarafından da izlenecektir. Ancak bu konuda önümüzde bazı karşıtlıkları içeren sorunlarımız da vardır ki, bu sorunlar Haşimi Rafsancani ve dostlarının iş başında oldukları dönemdeki gibi  dostane bir ilişkinin kurulmasının zorluğuna işaret etmektedir. Arabistan ve Suriye, Arabistan ve Irak, Arabistan ve Lübnan arasındaki mevcut sorunlar, genellikle İran’ın müttefikleri aleyhinde siyasi ve askeri girişimlerde bulunması tabii olarak meseleleri karmaşık hale getirmiştir. Her ne kadar Hasan Ruhani hükümetinin çabaları ilişkileri düzeltmek yönünde olacaksa da, onlar bu aşırı hasmane konumlarını devam ettirdikleri müddetçe Cumhurbaşkanı ameli olarak zorluklarla karşı karşıya gelecektir.[21]

Suudi Arabistan ve İran, bölgede ki çıkar ve etki alanı olarak karşı kutupları temsil etmektedir ve Suudi liderler eğer İran’ ın nükleer silahı varsa kendilerinin de sahip olmaya çalışacağı söylemiyle bölgeye gözdağı vermektedir. Suudi Arabistan kendisini Sünni arap dünyasının lideri olarak görmekte, Şiiliği ise din dışı olarak görmektedir.

Bahreyn’ de temel olarak azınlığın çoğunluğu yönetmesi sorunu vardır. Bahreyn’ in yaklaşık yüzde 60 ‘ı Şiiler oluşturmaktadır. Bunların çoğu İran kökenlidir, fakat hükümeti Sunni olan Al Halife hanedanlığı yönetmektedir. 1981 ve 1996 yılında, Bahreyn, İran’ ı ülkesindeki şii muhalifleri desteklemekle ve Al Halife hanedanlığını düşürmeye çalışmakla suçlamıştır. 2011-2012 yılındaki şiiler tarafından düzenlenen ayaklanmalara hükümetin verdiği cevabın altında bu bağlantı yatmaktadır.[22] Bahreyn ’dekine benzer bir özellik Suriye’ de de görülmektedir. Fakat Bahreyn’ de şiiler çoğunlukta olmasına rağmen sunni azınlık iktidarda iken, Suriye’ de ise Aleviliğin ileri bir anlayışı olarak görülen Nusayri azınlık iktidardadır. Kuveyt ve Birleşik arap emirliklerinde Bahreyn’ dekinden farklı olarak şii gruplar azınlığı oluşturmaktadır, bu yüzden İran tehditi bu ülkelerde daha az görülmektedir. O kadar ki, Suudi Arabistan sırf İran Esad’ ı destekliyor diye Suriye muhalefetini desteklemektedir.

11 Eylül’ den sonra Suudi Arabistan’ dan ayrılan Amerikan Hava Komuta Merkezi Katar’ a konuşlandı. Katar diğer arap ülkeleri gibi Amerikadan yardım alan bir ülke ama tamamen onun güdümünde yer almıyor. Diğer arap ülkelerinin aksine Amerika’ nın etkisinde kalmayarak kendine özgü aktif dış politika izliyebiliyor. Kendine özgü bir gündem yaratabiliyor. Fakat Suriye krizi İran ile olan ilişkilerini olumsuz etkiledi. Doğalgaz üretimi konusunda da ortak havzayı kullandıkları için Katar, İran’ ın er ya da geç kuzey doğal gaz sahasını işgal edeceği korkusunu yaşıyor. Genel olarak Katar, diğer arap ülkelerine nazaran İran’ la ekonomik anlamda iyi ilişkiler kurma çabasındadır.

Körfez İşbirliği Konseyinden olan Umman’ da, Sultan siyasi açıdan İran’ a yakın konumdadır ve İran’ ın politikalarını doğrudan eleştirmeme eğilimindedir. Şah döneminde İran, dhofar bölgesindeki isyanı bastırması için Umman Sultanı’ na askeri birlik yollamıştır. Sultan Qaboos ise 2009 yılında Ahmedinejad’ ın yeniden seçilmesi nedeniyle, tepkilerin olduğu bir dönemde, Ahmedinejad ın yemin törenine katılmıştı.[23]

İsrail, Türkiye ve Lübnan 

İran’ın bölgede bir rakibi, bir de düşmanı vardır. Rakibi Türkiye, düşmanı ise İsrail’ dir. İran bölgesel bir güçtür. Türkiye ise değildir. İki ülke arasındaki tarihsel rekabetin yanında, jeopolitik, stratejik, ekonomik, siyasal ve güncel rekabet, hatta uzlaşmazlık söz konusudur. ABD’ ye ilişkin tutumlarında, Suriye’ ye yönelik politikalarında, Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ile ilişkilerinde iki ülke arasında önemli farklar vardır. Ayrıca Türkiye, İran’ ın nükleer güç sahibi olmasına görünürde karşıdır. Ancak bir yandan da, İran’ın nükleer güç sahibi olmasından fazla endişe duymamakta, hatta bu durumun Türkiye’ nin nükleer sahibi olmasını meşrulaştıracağını düşünmektedir. Ama Türkiye, İran’ ın bölgesel güç olmasından, bölgede bir şii kuşağına liderlik etmesinden çekinmektedir. İki ülke ilişkilerini son dönemlerde en çok geren iki olay Malatya’ nın Kürecik ilçesine yerleştirilen füze kalkanı radarı ile ABD ve Batı dünyasının Suriye’ ye yönelik baskı politikasıdır. İran, radar istasyonunun kendisine karşı yerleştirildiğini, İsrail’ i korumayı amaçladığını ve ülkesine yönelik bir saldırı durumunda bu radarı vuracağını, defalarca açıklamıştır. Suriye konusunda da Türkiye’ yi ABD emperyalizmiyle işbirliği yapmakla suçlamıştır. Tahran’ a göre Ankara; ABD’ nin ve ona yakın Arap ülkelerinin desteğini alarak, İslam dünyasının liderliğine oynamaktadır. Türkiye’ nin bölgede yalnızlaşması ve komşularıyla ciddi sorunlar yaşaması, İran’ ın bölgesel güç olarak elini güçlendirmiştir. İran, İsrail’ i ise şeytan olarak tanımlamakta, yok olması gerektiğini savunmaktadır. Bölgesel güç olmanın ötesinde, ABD’den aldığı desteğin de etkisiyle adeta bölgesel bir süper güç olan İsrail’ i düşman olarak görmektedir. İran’ ın, bu ülkenin arkasındaki en büyük güç olan ABD ile yaşadığı anlaşmazlık da İsrail’ le ilişkilerini etkileyen önemli bir unsurdur. İsrail’ in savaştığı Hizbullah ve Hamas gibi örgütlerin en büyük destekçilerinden biri de İran’dır.[24]

İran’ ın Lübnan ile ilişkisini Lübnanlı şii terör örgütü olan Hizbullah kapsamında incelememiz gerekir. Bu yüzden Hizbullahı kısaca tanımamız da fayda var;

*Hizbullah:

Şii olan bir siyasi hareket, terör örgütü ve şimdi ise İsrail’ in yıkılmasını amaçlayan özgürlük savaşçılarıdır. İntihar saldırıları ve adam kaçırma konusunda uzmanlaşmış küçük bir terör örgütü olarak ortaya çıkan Hizbullah şimdi ise Lübnan’ da devlet içerisindeki devlet olarak adlandırılır ve öyle çalışır. 4000 kişilik profesyonel ordusu ve binlerce yedek ordusu olan Hizbullah, ana sponsoru olarak İran’ dan her yıl 700 milyon dolar destek almakta ve asker temin etmektedir. Tahran’ dan gelen para aynı zamanda Hızbullah’ ın sosyal hizmet ağının kaynağıdır. Binlerce Hizbullah ordusu, grubun diğer büyük patronu Beşar Esad’ ı destekleyerek sunni isyancılara karşı şavaşmaktadır.



*Hizbullah Suriye’ ye Neden Müdahil Oldu?

Nasrallah (Hizbullahın lideri), Suriye’ deki isyancıları diktatörü devirmeye calışan özgürlük savaşçıları olarak değil, Esad’ ı alevi (şiiliğin bir kolu olan) olduğu için ortadan kaldırmaya çalışan aşırı sünni uçlar olarak görmektedir. Ayrıca Hizbullah’ ın Suriye’ ye müdahil olmasında lojistik açıdan bir neden daha vardır. Grup, Suriye’ yi İran’ dan para ve asker transferinde kullanılacak köprü olarak görüyor. Eğer bu destek hattı koparsa, Hizbullah artık İsraile meydan okuyamaz ve devlet içerisinde devlet olma konumunu koruyamaz.[25]

İran için stratejik açıdan Lübnan vazgeçilmez bir unsur olarak görülmektedir. İran’ ın bir kolu Lübnan sayesinde ve Hizbullah aracılığıyla İsrail’ e ulaşabiliyor, hem de Suriye’ de Hizbullah aracılığıyla Esad’ a destek olabiliyor. İran yeri geldiğinde Hizbullah’ı kullanarak bölgedeki çıkarlarını korumaya devam etmektedir.

Geçtiğimiz günlerde sunni tabanlı El-Kaide örgütünün bir kolu olan Al- Queda örgütünün lideri Zawahiri, Lübnanlı şii militan grup Hizbullah’ ın, İran yayılmacılığının bir aracı haline geldiğini vurgulamış ve  ‘Suriye’ nin önemli müttefiki Tahran’ ın, her zaman arkasına saklandığı maskesini yırttığını ve Müslüman Suriye’ deki cihad ayaklanmasının Hasan Nasrallah’ ın çirkin yüzünü ortaya koyduğunu’ belirtmiştir.[26]

İran Dış Politikasındaki Kırmızı Çizgiler

İran, mezhepsel bazlı bakış açısının ürünü olan ve şiiliğin ülke çıkarlarına uygun olarak kullanılması temelinde birleşen, bölge ülkelerinde nüfuz alanı oluşturma ve bunu kendi lehine kullanma stratejine bağlı olarak hareket etme alışkanlığını sürdürmektedir. Bu aynı zamanda bölge ülkeleriyle olan ilişkilerinde temel çatışma noktasını oluşturmaktadır. Bu prensip doğrultusunda Irak’ ta şii grupların ülkeden kopmasına ön ayak olmakta, Irak’ ın şii bir cumhurbaşkanına sahip olması da en çok İran’ ın işine gelmektedir. Aynı şekilde Lübnan’ daki Hizbullah ayağına ulaşmasını sağlayan Suriye rejimine de mezhep temelinde bakmakta, alternatifi olmayan alevi bir iktidardan vazgeçmek istemektedir. Bu noktada İran’ ın taviz vermeyeceği ya da kırmızı çizgileri olarak adlandırabileceğimiz konular esasında mezhep bazlı olup onları kaybetmeme üzerine kuruludur. Bu açıdan Suriye ve Irak konusunda avantaj elde eden İran bu ülkelerden rahatlıkla ekonomik kazanç ve çıkar elde edebilmektedir. Yine aynı şekilde, körfez ülkelerinde bulunan azlı çoklu Şii grupları desteklenmektedir. Burada etkili olması ise ülkelerde bulunan şiilerin nüfus oranına bağlıdır. Örneğin Bahreyn’ de, şiilerin nüfusun yüzde 60’ ını oluşturması nedeniyle İran tehditi daha fazladır. Özet olarak, İran günümüzde elde ettiği stratejik partleri olan Suriye ve Irak konusunda taviz vermeyecek olup,  uzun vadede ise Körfez ülkelerinde şiileri koz olarak kullanıp uzun vadede bu ülkelerde söz sahibi olmayı amaçlamaktadır. Bu şekilde, özellikle körfez ülkelerinde kendisine yeni stratejik partnerler yaratmanın yollarını aramaya devam edecektir. Şuan için stratejik ortaklarından biri olan Suriye’ yi kaybedecek gibi gözükse de uzun vadede İran’ ın yeni stratejik partnerler edineğini öngörebiliriz. Dış politikadaki kırmızı çizgiler bu şekilde iken iç politikada kırmızı çizgileri nükleer enerji konusu oluşturmaktadır. Ruhani nükleer program konusunda söylediği ‘İran İslam Cumhuriyeti nükleer sorunu ile ilgili olarak değişmez ilkeleri vardır…’ [27] sözleri bunu açıkça ifade etmektedir.

Ruhani Dönemi Yeni Dış Politika Anlayışı

Güvenlik meselelerindeki uzmanlığı ile tanınan Cumhurbaşkanı Ruhani’nin önceliği dış politika olacaktır. Dış politikaya bakışında ‘yapıcı etkileşim’ ve ‘itidal’ şiarlarını önce çıkaran Ruhani’nin en önemli dış politika gündemi nükleer meseledir. Tıpkı halefleri gibi Ruhani de İran’ın uranyum zenginleştirme programını durdurmayı reddetmektedir. İran nükleer programının yeterince şeffaf ve yasal olduğunu savunan Ruhani, İran’ın uluslararası düzenlemelerin sınırı içinde hareket ettiğini dünyaya göstermek için daha fazla şeffaflaşabileceğini ifade etmiştir. Ruhani, nükleer programın daha şeffaf hale getirilmesi suretiyle İran üzerindeki ‘haksız’ yaptırımların hafifletilmesini hedeflemektedir. Peki, İran nükleer programı nasıl daha şeffaf olabilir?

Nükleer meseleden çıkış yolunda atılması beklenen adımlardan birincisi Altılar (5+1 grubu) ile müzakerelerde İran’ın daha yapıcı bir tutum almasıdır. İran’ın uluslararası baskılara rağmen nükleer teknoloji alanında kayda değer adımlar atmış olması bu yönde manevra kabiliyetini artırmaktadır. Diğer taraftan yaptırımların giderek ağırlaşması ve İran ekonomisine olumsuz yansımaları, İran’ı bu konuda daha pragmatik davranmaya zorlamaktadır. Ruhani, nükleer meseleyle ilgili olarak hükümetin tek ba-şına belirleyici olmadığının ve bu konudaki kararların Rehber tarafından alındığının farkındadır. Fakat aralarındaki güven/güvenlik ilişkisi ve dış politikadaki hakimiyeti nedeniyle Ruhani’nin Rehber Hamanei’yi bu konularda etkileyebileceği düşünülmektedir.

Nükleer meseleyle ilgili duruşunda bir revizyona hazırlanan Ruhani yönetimindeki İran’ın ABD ile ilişkilerinde bir düzelme beklenmemektedir. Ruhani, İran ile Batı arasındaki nükleer müzakerelerden sonuç alınamamasının sorumlusu olarak ABD’yi görmektedir ve bu yüzden nükleer meselenin halli için ABD ile doğrudan diyalog kurmayı tercih etmektedir. Buna karşılık Amerikan yönetimi seçim sonuçlarına saygı duyduğunu ve nükleer meselenin halli için İran ile doğrudan diyaloga hazır olduğunu ilan etmiştir.

Fakat nükleer müzakereler bir yana İran-ABD ilişkilerinde çarpıcı bir değişim beklenmemektedir. İran-ABD ilişkilerini ‘oldukça komplike bir mesele’ diye tanımlayan ve ‘iyileştirilmesi gereken eski bir yara’ya benzeten Ruhani, İranlı yetkililerin ABD ile ilişkileri normalleştirmek için bilindik koşullarını ve söylemlerini tekrar etmiştir. Doğrudan ilişkilerin başlayabilmesi için ABD’nin İran’ın içişlerine karışmayacağını göstermesi; İran’ın nükleer hakları dahil bütün haklarını tanıması ve İran’a karşı tek taraflı ve zorba politikalarından vazgeçmesi gerekir. Bununla birlikte Ruhani’nin iki ülke arasındaki ilişkilerde daha fazla gerginlik yaratmayacağını söylemesi İran ile ABD arasındaki ilişkilerin göreceli olarak yumuşamasına neden olabilir. Ruhani’nin dış politikada Avrupa ülkeleri ile ilişkilere özel bir önem vermesi beklenmektedir. Kampanya döneminde Avrupa ile geçmişte tesis edilen iyi ilişkilere sık sık atıfta bulunan Ruhani’nin Avrupa’ya özel bir önem vermesi, büyük ölçüde ‘doğu’ya yönelmiş olan Ahmedinecad’ın dış politika anlayışının tersine çevrilmesi olarak görülebilir. Avrupa ülkeleri ile ilişkilerin geliştirilmesi hem İran’ın ekonomik sorunlarının çözümünde yardımcı olacak, hem de İran dış politikasının manevra kabiliyetini artıracaktır. Ruhani, tıpkı Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu gibi Avrupa ülkeleri ile tesis edeceği iyi ilişkileri ABD’nin yönlendirdiği uluslararası baskının etkisinin kırılması için bir araç olarak kullanmaya çalışacaktır.

…Ruhani’nin dış politikada ‘radikalizmi ve aşırılığı’ reddederek ‘yapıcı etkileşim,’ ‘itidal’ ve ‘diyalog’ söylemlerini öne çıkarmasının bölgeye de olumlu yansımaları olacaktır. Bölgesel gerilimin ve kutuplaşmanın İran’ın çıkarlarına zarar verdiğini savunan Ruhani, yaptığı açıklamalarda sık sık komşularla iyi ilişkilerin önemine değinmiştir. Bu bağlamda yeni İran hükümetinin öncelikle Basra Körfezi ülkeleri ile ilişkilere odaklanması beklemektedir. Rafsancani ve Hatemi dönemlerinde İran ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkilerin gelişmesinde pay sahibi olmakla övünen Ruhani, Körfez ülkelerine olumlu sinyaller göndermiştir. İran dış politikasının Ahmedinecad döneminde yeniden radikalleşmiş olması ve İran’ın nükleer programı hakkındaki kaygıların Suudi Arabistan ile İran arasında bölgesel rekabeti tetiklediği dikkate alınırsa, Ruhani döneminde dış politika ile nükleer meselenin seyri bölgesel ilişkilerde değişime katkıda bulunabileceği düşünülmektedir.[28]

İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, yönetiminin ülkenin dış politika prensiplerinde herhangi bir değişiklik meydana getirmeyeceğini belirtmişti. Hassan Ruhani, İran dış politikasının yorumlanması, ilke ve esaslarında bir değişiklik anlamına gelmiyor, dış politika alanlarındaki sorunlarla ilgilenme yöntemlerinde bir değişiklik öngörüyor demişti. Ruhani ayrıca dış politika konusunu “çok hassas” olarak tanımlamış ve mevcut koşullarda ulusal çıkarlarının korunmasını gerektiğini söylemiş, ülkenin dış politikada pek çok sorun ile boğuştuğunu vurgulamıştı. Yönetimin dış politikasının, ulusal güvenliğin korunması, ulusal çıkarların yerine getirilmesi ve ülkenin kalkınması temeline dayanacağını söylemiştir.[29]

Yine Ruhani’ nin gelecekte nasıl bir dış politika anlayışı izleyeceğini özetleyen eski dış işleri bakını Velayeti şunları söylemiştir; ‘Daha önce yaptığımız gibi aynı dilin tekrar edilmesinin bir yararı yok. Farklı bir dil ile konuşmamız gerekiyor. Aynı amaçlar, ama farklı dillerle.’ [30]

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, İran’ın dış politikasında temel prensipleri ve kırmızı çizgileri aşabilecek herhangi bir değişikliğin olması beklenmiyor. Dış politikada ki asıl değişikliğin söylemsel açıdan olacağını, İran’ ın dünyada kamuoyunda son dönemde (daha çok Ahmedinejad döneminde) oluşturduğu olumsuz algısını değiştirmeyi amaçlayacağını söyleyebiliriz. Nükleer enerji konusunda değişmez prensiplerinin olduğu bilinen İran, bu politikasını savurken geçmişte sert söylemlerde bulunduğunun farkında ve bu söylemin oluşturduğu olumsuz algıyı kaldırmanın telaşındadır. Bu konuda Ruhani’ nin şu sözlerini hatırlatabiliriz; ‘İran asla dünya ülkeleri ile karşı karşıya gelmek istemedi. Bizim bütün çabamız savaş çığırtkanlarını dizlemeye çalışmak olacak.’[31] Fakat Ruhani yönetimi öyle gözüküyor ki,  dış politikadaki söylemlerinin teste tabi tutalacağı ‘Suriye ye askeri müdahale’ tehlikesiyle karşı karşıya kalacak. İran, taviz vermeyeceği ülkelerden olan Suriye’ yi savunurken nasıl olucakta savaş karşıtı yumuşak bir söylem geliştirerek kırmızı çizgilerinden birini kaybetmeyi göze alıcak. Daha fazlası, dış işleri bakanlığı sözcüsü Mansur Hakikatpur, ABD’nin Suriye’ye saldırması halinde İran’ın misilleme olarak İsrail’e saldıracağı tehidinde bulunması, Ruhani’ nin söylemlerini ne kadar gerçekçi kılıyor. Bu noktada söyleyebiliriz ki, İran, dış politikasında kırmızı çizgilerini savunurken sert söylemlerde bulunarak göz dağı vermek zorunda, Ruhani ise yumuşak bir söylem geliştirerek tansiyonu düşürmek zorundadır. Bu iki kritik söylem arasındaki dengenin korunmasında Ruhani ile beraber dış işleri bakanı M.Cevad Zarif inde rol oynuyacağını söyleyebiliriz. Suriye’ de kimyasal silah kullanılmasıyla beraber askeri müdahale kapıdayken, İran da sert söylemlerin artacağı öngörülebilir. Ruhani dış politikada ‘yumuşama, karşılıklı güven inşası, dünya ile yapıcı etkileşim’ anlaşına darbe vurabilecek ve dünya kamuoyunda (özellikle Avrupa da) oluşturmaya başladığı olumlu algıyı yok edebilecek bir tavır takınmayı göze alabilecek bir durumda değildir. Öyleyse, Ruhani kısa vadede kırmızı çizgilerinden olan Suriye’ yi kaybetmemek ve yeni geliştirdiği dış politika söyleminde bozulmaya yol açmamak arasındaki dengeyi korumak için çabalayacak gibi gözüküyor. Uzun vadede ise olağanüstü bir durum olmadığı sürece İran bölgesel gücünü geliştirmek için ulusal çıkarları dahilinde ve Ruhani’ nin ortaya koyduğu dış politika anlayışı çerçevesinde hareket edecektir.


DİPNOTLAR;


1-)‘İran’ın yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani oldu’, 15 Haziran 2013, http://www.aa.com.tr/tr/dunya/193506–iranda-zafer-ruhaninin, (erişim tarihi: 20 Ağustos 2013).

2-)Peter Lloyd, ‘Who is Iran’s president-elect, Hassan Rohani?’, 17 Haziran 2013, http://www.abc.net.au/news/2013-06-17/who-is-irans-president-elect-hassan-rohani/4761094, (erişim tarihi: 20 Ağustos 2013).

3-)‘Rohani becomes Iran’s new president’, 15 Haziran 2013, http://presstv.com/detail/2013/06/15/309169/rohani-becomes-irans-new-president/, (erişim tarihi: 20 Ağustos 2013).

4-)‘İran’ın Yeni Cumhurbaşkanı: Dış Politikada Reformların Sınırları’, 20 Haziran 2013, http://newtimes.az/tr/relations/1818/#.UhO6pJJ1tdw , (erişim tarihi: 20 Ağustos 2013).

5-)Kenneth Katzman, ‘Iran: U.S. Concerns and Policy Responces’, 17 Temmuz 2013, http://www.fas.org/sgp/crs/mideast/RL32048.pdf ,(erişim tarihi 19 Ağustos 2013), ss. 12.

6-)Banafsheh Zand , ‘Who Is Hassan Rouhani?’, 19 Temmuz 2013, http://www.iranpressnews.com/english/source/151388.html , (erişim tarihi: 23 Ağustos 2013).

7-)‘Who’s Who in Iranian Politics’, 12 Ağustos 2013, http://irdiplomacy.ir/en/page/1919784/Mohammad+Javad+Zarif.html,(erişim tarihi: 24 Ağustos 2013).

8-)‘Zarif Knows US Administration and Americans Well’, 16 Ağustos 2013, http://irdiplomacy.ir/en/page/1919954/Zarif+Knows+US+Administration+and+Americans+Well.html, (erişim tarihi: 21 Ağustos 2013).

9-) ‘Major powers can reach a nuclear deal with Iran: Velayati’ , 20 Ağustos 2013,

http://tehrantimes.com/politics/110155-major-powers-can-reach-a-nuclear-deal-with-iran-velayati, (erişim tarihi: 21 Ağustos 2013).

10-) Davut Dursun et al., ‘Ortadoğuda Siyaset’ , Ed. Davut Dursun ve Tayyar Arı, Eskişehir, Açıköğretim Fakültesi Yayını, No 1985, s. 48.

11-) Davut Dursun et al., ‘Ortadoğuda Siyaset’ , s. 103.

12-) İsmail Yurdakurban, ‘Devrim Sonrası İran Dış Politikası’, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya, Selçuk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2007, ss. 30-31.

13-)Mehmet Durmuş, ‘Şahtan Hatemi’ye İran Dış Politikası’, 8 Aralık 2005, http://www.turksam.org/tr/a653.html ,(erişim tarihi: 26 Ağustos 2013).

14-) Barış Doster, ‘Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu Politikası’, Ortadoğu Analiz, Cilt 4, Sayı: 44, Ağustos 2012. s. 50

15-) Davut Dursun et al., ‘Ortadoğuda Siyaset’ , s. 238.

16-) Barış Doster, Ortadoğu Analiz, s. 49.

17-)‘Iran seeking closer relations with Muslim Brotherhood’, 14 Ağustos 2013, http://www.iranpressnews.com/english/source/154888.html  , (erişim tarihi:14.08.2013).

18-) Kenneth Katzman, ‘Iran: U.S. Concerns and Policy Responces’, ss.41-42.

19-) Barış Doster, Ortadoğu Analiz, s.47.

20-) Barış Doster, Ortadoğu Analiz, s.47.

21-) ‘Ruhani Hükümeti’nin Dış Politikası Nasıl Olacak / Suriye Politikası Değişecek mi?’, 1 Temmuz 2013,  http://medyasafak.com/haber/927/ruhani-hukumeti-nin-dis-politikasi-nasil-olacak–suriye-politikasi-de , (erişim tarihi: 20 Ağustos 2013).

22-) Kenneth Katzman, ‘Iran: U.S. Concerns and Policy Responces’, s.40

23-) Kenneth Katzman, ‘Iran: U.S. Concerns and Policy Responces’, s.40

24-) Barış Doster, Ortadoğu Analiz, s.49.

25-)‘Hezbollah: The Middle East’s wild card’, 13 Temmuz 2013, http://www.iranpressnews.com/english/source/152934.html, (erişim tarihi: 27 Ağustos 2013).

26-)‘Al-Qaeda chief says Syria exposed Hezbollah as Iran tool’, 31 Temmuz 2013, http://www.iranpressnews.com/english/source/154054.html , (erişim tarihi: 2 Ağustos 2013).

27-)‘Stop the violence, stop the arrests, Iran tells Egypt’, 21 Ağustos 2013,  http://old.mehrnews.com/en/newsdetail.aspx?NewsID=1826678 , (erişim tarihi: 21 Ağustos 2013).

28-) Bayram Sinkaya, ‘İran Cumhurbaşkanlığı Seçimi: Statüko ya da İtidalli Değişim’, Ortadoğu Analiz, Cilt 5, Sayı: 55, Temmuz 2013, ss. 28-31.

29-) ‘Ruhani: Principles of Iran’s foreign policy to remain intact’, 18 Ağustos 2013,  http://theiranproject.com/blog/2013/08/18/rouhani-principles-of-irans-foreign-policy-to-remain-intact/ ,(erişim tarihi: 27 Ağustos 2013).

30-) ‘Major powers can reach a nuclear deal with Iran: Velayati’ , 20 Ağustos 2013,

http://tehrantimes.com/politics/110155-major-powers-can-reach-a-nuclear-deal-with-iran-velayati, (erişim tarihi: 21 Ağustos 2013).

31-) ‘World should talk to Iran in the language of respect, not sanctions: Rohani’, 4 Ağustos 2013,http://www.tehrantimes.com/politics/109793-world-should-talk-to-iran-in-the-language-of-respect-not-sanctions-rohani , (erişim tarihi: 4 ağustos 2013).


http://akademikperspektif.com/2013/11/12/ruhani-donemi-yeni-dis-politika-anlayisi/

***