Milli Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Milli Görüş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Şubat 2020 Perşembe

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 1

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASİ PARTİLER. BÖLÜM 1




SETA | Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı 
www.setav.org 
Mayıs 2011

ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AK PARTİ)
YAŞAR TAŞKIN KOÇ
SETA 
ANALİZ
Sayı: 41 | Mayıs 2011
Kayhan Özer

12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASi PARTİLER
ADALET VE KALKINMA PARTİSİ (AK PARTİ)
YAŞAR TAŞKIN KOÇ

İÇİNDEKİLER

I. AK PARTİ’NİN İKTİDAR PERFORMANSI | 5

II. AK PARTİ’NİN MÜESSES NİZAM’LA İKTİDAR MÜCADELESİ | 10

III. AK PARTİ’NİN İÇ POLİTİKADAKİ TEMEL SORUNLARA YAKLAŞIMI | 15

IV. AK PARTİ’NİN DIŞ POLİTİKADAKİ TEMEL BAŞLIKLARA YAKLAŞIMI | 17

V. HAZİRAN 2011 SEÇİMLERİNDEKİ MUHTEMEL TABLO | 19

SONUÇ | 21


12 EYLÜL’DEN 12 HAZİRAN’A SİYASI PARTİLER: AK PARTİ


ÖZET

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu ve sorumlu gördüklerini tasfiye etti.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının en önemli unsurlarından birisi ekonomide sağladığı başarıdır. 
Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi.

12 Haziran 2011 seçimlerinde AK Parti’nin kaç milletvekiliyle iktidar olacağı önemlidir. AK Parti’nin aldığı oy oranı ve çıkardığı milletvekili sayısı, partinin üçüncü iktidar dönemindeki siyasal öncelikleri üzerinde etkili olacaktır. Kürt meselesi başta olmak üzere, AK Parti’nin demokratikleşmeye yönelik tutumu, yeni Anayasa’nın hazırlanması, yeni Türkiye’nin hangi parametreler üzerinde ve 
ne sürede inşa edileceği gibi unsurlar, büyük oranda AK Parti’nin aldığı seçim sonucu üzerinden tartışılacaktır. 

AK Parti, bu seçimlerde aldığı sonuçlarla diğer siyasi partilerin akıbeti üzerinde de etkili olacaktır. 
CHP’nin seçim sonucu, parti içindeki değişim süreci ve iktidar mücadelesinin rotasını belirleyecektir. 
MHP’nin baraj altında kalması veya barajı kıl payı geçmesi, hem MHP’deki iç dengeleri, hem de MHP’nin Türkiye siyasal yaşamındaki yeri ve kalıcılığı ile ilgili bir tartışmayı gündeme taşıyacaktır. BDP’nin alacağı sonuç ise Kürt meselesinin çözüm süreci, yöntemi ve vadesi üzerinde doğrudan etkili olacaktır. 

Sonuç olarak, AK Parti, 12 Haziran seçimlerinde alacağı sonuçla, sadece kendisinin siyasal denklemdeki yeri ve kalıcılığı üzerinde bir etkide değil, kendisi dışındaki bütün siyasi partilerin kaderi üzerinde de belirleyici bir rol oynayacak tır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) 2002 yılında kurulup Türk siyasal hayatının önemli aktörlerinden birisi haline geldiğinde hem içinden çıktığı Milli Görüş çizgisi, hem de Türkiye derin bir kriz içindeydi. Milli Görüş geleneğinin yaşadığı kriz AK Parti’nin doğuş sebebi olurken, ülkenin yaşadığı kriz, bu partinin tek başına iktidar olmasının yolunu açtı. 2001 ekonomik krizi toplumun bundan önceki krizlerde yaptığını yapmasına neden oldu. Toplum ekonomik ve siyasal riski ortadan kaldıracak bir oy kullanma refleksiyle hareket ederek sorumlu gördüklerini siyasetten tasfiye etti.

Bu iki refleks sonunda, 3 Kasım 2002 seçimlerinde, Meclis’te temsil edilen bütün partiler baraj altında kaldılar. Halkın istediği refahının küçülmesini engellemek, bunun için de, güçlü bir tek parti iktidarına alan açmaktı. 
Böylece, son dönemlerin koalisyon hükümetlerinin yönetme zaafları, hem AK Parti’yi tek başına iktidar kıldı, hem de diğer partileri siyasal hayattan sildi. 

Son koalisyon hükümeti, ekonomik çöküş yanında iki büyük soruna daha sahipti. İlk sorun, koalisyon içindeki uyumsuzluk ve Başbakan Bülent Ecevit’in sağlık sorunları dolayısıyla “ülkeyi yönetemez olduğu” algısıydı. Zamanla, Ecevit’le ilgili durumun, iktidar yapılanması içinde farklı hesapların medya üzerinden yürütülen bir operasyonu olduğu anlaşılacaktı. Üzerinde yeterli inceleme yapılmayan kriz sonrası Ankara’daki esnaf yürüyüşünün nelere gebe olduğu ve aslında neyi simgelediğini dönemin siyasetçileri göremediler. Tarih boyunca toplu eylemler den uzak durmuş esnaf kesiminin talebinin günlük kaygılarla sınırlı olmadığını, toplumun en zor hareket eden kesiminin ayaklanmasının, polisle karşı karşıya gelmesinin, Meclis’e yürüyüşlerinin anlamı kavranamadı. 

Esnaf, ekonomik kriz üzerinden iktidarın gidişatını ve bütün icraatlarını reddettiğini yüksek sesle haykırıyordu.. 

Anlaşılmayan ikinci derin kaygı ise 28 Şubat’ın etkileriydi. Bizzat merkez medya manşetlerinde Ocak ayında bile ekonomiye övgülerle dolu manşetlerin üzerinden bir ay geçmeden ülke büyük bir kargaşanın içine düşmüştü. Milyonlarca insanın oy verdiği, ülkenin en büyük iki partisinin koalisyonu ‘irtica ile mücadele’ adı altında ve adına, bizzat bazı generaller tarafından post-modern darbe denilen yarı müdahaleyle düşürüldü. 

Toplum, bu müdahalenin daha da derinleşmemesi için medyanın yayınlarının 
da etkisiyle seçimlerde farklı bir kompozisyonu iktidara getirdi. Alaca karanlık kuşağı 3 Kasım 2002 seçimlerine kadar devam etti. Kamuoyu, 28 Şubat’tan hemen önce Refah Partisi-Doğru Yol Partisi koalisyonunun ilk 6 ayıyla ikinci 6 ayı arasındaki farkı unutmamıştı; müdahaleler sonrasındaki uzun yıllar sürecek kaosu ise iliklerine kadar yaşamaktaydı. 

Böyle bir ortamda, henüz yeni kurulmuş ancak kuruluş kompozisyonuyla kendisini bütün mevcut partilerin zaaflarından ayrıştırmayı başarmış AK Parti, tek başına iktidar olmasını sağlayacak bir destekle seçimlerin galibi oldu. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminden beri dikkat çeken, önüne çıkarılan engellere rağmen bir siyasi parti kurup yarışa giren Recep Tayyip Erdoğan zaferlerinin ilkini kazandı. Benzer ama daha küçük bir zaferi de aynı seçimde CHP başaracak, ancak devamını getiremeyecekti. 

Baykal ve CHP’nin siyasal davranışı, AK Parti’nin sürmekte olan siyasal yükselişi 
karşısında sadece pozisyonunu korumakla sınırlı kalacaktı.

I. AK PARTİ’NİN İKTİDAR PERFORMANSI

AK Parti, kendisine iktidar yolunu açan temel dinamiğin, seçmenin ekonomik ve siyasal istikrar beklentisi olduğunu bilerek işe başladı. Merkez-sağ ve sol siyasi aktörlere bünyesinde yer verse de yönetici kadrosunun ana omurgasının Milli Görüş kökenlilerden oluşmasının vesayetçi aktörler nezdinde rahatsızlık oluşturduğu ortadaydı. 28 Şubat sürecinin kudretli bürokratlarının gözleri AK Parti üzerindeydi. İç politikadaki bu handikabın yanı sıra, AK Parti, iktidarının erken bir döneminde ABD’deki neo-con yönetiminin Irak’ı işgali gibi ciddi bir sorunla karşı karşıya kaldı. 

1 Mart tezkeresinin TBMM’de, AK Partili vekillerin de aralarında olduğu bir çoğunlukça reddedilmesiyle o gün için sıkıntılı ama zamana yayıldıkça büyük bir avantaja dönüşecek sonuçları Türk-ABD ilişkilerinde uzun zaman onarılamayacak hasarlara yol açtı. Dış politikadaki bu gerginliğin Türkiye’de iç siyaset üzerindeki iktidar mücadelesinde ne tür etkilere sebep olduğu; özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri’nin pozisyon ve tavrını nasıl etkilediği, son zamanlarda ortaya çıkan kimi eylem planlarında ipuçlarına rastlansa da, henüz tam olarak bilinmiyor.

AK Parti’nin Ekonomik Performansı, 

Karşı karşıya bulunduğu siyasi dezavantajlara rağmen hükümet, özellikle ekonomik alanda önüne koyduğu hedefleri gerçekleştirmek üzere kendi planını adım adım ve sabırla uygulamaya başladı. Eğitim, sağlık, ulaşım, konut alanlarında ve hükümeti oluşturan kadroların yerel yönetimlerdeki tecrübelerin den çok iyi bildikleri yoksullara yardım konularında hızlı ve önemli değişiklikler gerçekleştirildi. Ekonominin yeni bir sarsıntıya girmemesi için mali politikalardan taviz verilmezken, üretimin artırılmasına ve zararları büyük kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesine önem verildi. Uzun yıllardır siyasal ve ekonomik istikrarı bir türlü yakalayamamış sanayi, ticaret, tarım sektörleri bu sakin ortamda hızla büyümeye başladı.

< AK Parti, kendisine iktidar yolunu açan temel dinamiğin, seçmenin ekonomik ve siyasal istikrar beklentisi olduğunu bilerek işe başladı. >

Siyasal istikrarsızlık ortamlarında reel ve meşru yolları hızla terk etmeyi alışkanlık haline getirmiş ve bu yolla çok büyük paraları haksız olarak kazanmış özellikle banka sahibi işadamlarının 2001 krizi sonrasında kanun önüne çıkarılmaları hızlandırıldı. 

AK Parti, özellikle ekonomide halka da her sektörden üreticiye de güven vermek, ekonomide sarsıntı yaşanmasının önüne geçmek, üretim ve ihracatı artırmak, ağır hasarlara yol açabilen döviz kurlarındaki ani iniş ve çıkışları speküle edebilecek müdahalelerden uzak durmak konularında titiz bir politika izledi. Özellikle ihracatın artması için o günden bugüne sürdürülen pazar çeşitliliği için birkaç koldan (Başbakan, ilgili bakanlar hatta Dışişleri Bakanları, Abdullah Gül’ün Köşk’e çıkmasından sonra bu çabaya Cumhurbaşkanlığı da aktif olarak katıldı) çalışmaya devam edildi. Bu çalışmalar ekonomi için önemli bir dayanak ve akış sağlarken ekonomi üzerinden başlatılan ilişkilerin sosyal ve kültürel açıdan hızlanmasını sağladı. Aslında AK Parti hükümetleri önce komşularla sıfır sorun politikası, ardından ulaşılabilecek her yerle en iyi ilişkiler politikasını zamana yayarak ve sıraya koyarak sürekli sürdürdü. Aynı anda Başbakan,  Cumhur başkanı, Dışişleri Bakanı, Ekonomiden Sorumlu Bakanlar farklı ülkelerde görüşmelerde, ziyaretlerde bulunabiliyor ya da Türkiye’de yabancı mevki daşlarını ağırlıyorlardı. Böylece artan diplomatik ilişkilerden ekonomik faaliyetler için yararlanıldı; ilişkiye geçilen her ülkeyle ekonomik ilişkiler artırıldı; arttırılan ekonomik ilişkiler sosyal ve kültürel boyutlarla desteklendi.

Siyasi istikrar hızla ekonomiye yansımış ve her yıl ciddi büyüme oranları ile sürmekteydi. Yıllara göre enflasyon oranları, halkın AK Parti iktidarına alan açıp eski partileri neredeyse tarihe yollarken ne istediğini ve AK Parti’nin de yıllar içinde bu talebe nasıl cevap verdiğini göstermeye yeter. 1993–2002 yılları arasındaki ortalama yıllık enflasyon oranı yüzde 70,8 iken, AK Parti’nin iktidar olduğu dönemde tek haneli rakamlara düştü: 2003’te 18,4; 2004’te 9,3; 2005’te 7,7; 2006’da 9,7; 2007’de 8,4; 2008’de 10,1; 2009’da 6,5 ve 2010’da da 6,4 olarak gerçekleşti.

Yıllar içindeki kimi değişimlerin nedeninin küresel mali krizden kaynaklandığı bilinmekle beraber, AK Parti ekonomi politikasının, ekonomik büyümeyi sağlarken cari açık ya da enflasyona kurban etmemeyi hedeflediği açıktır. Özellikle enflasyonist politikaların üretimden çok “para ile oynayarak kazanmak” ve üstelik “ücretliler aleyhine kazanmaya devam etmek” anlamına geldiğinin bilincinde olan bu politika, 2011 yılında da neredeyse yarım asırdır rastlanmayan bir enflasyon hedefini Mart 2011 itibariyle belirlemiş görünüyor: yüzde 3,99.

< Ekonominin yeni bir sarsıntıya girmemesi için mali politikalardan taviz verilmezken, üretimin artırılmasına ve zararları büyük kamu iktisadi teşekküllerinin özelleştirilmesine önem verildi. >

AK Parti’nin 8,5 yıllık iktidar dönemindeki büyüme rakamları da, ekonomik alanda halkın hedef ve talepleri doğrultusunda aldığı yolu göstermektedir. Hazine Müsteşarlığı ve DPT’nin resmi nihai rakamlarına göre, 2008 ve 2009’da küresel mali buhranın olumsuz etkileri dışında genel olarak yüksek bir büyüme görülmektedir. 2003 yılında yüzde 5,9; 2004’te yüzde 9,9; 2005’te yüzde 7,4; 2006’da yüzde 6 ve 2007’de yüzde 4,5 büyüyen Türkiye, 2008’de yüzde 1,1 büyüyebilirken, genel ekonomik krizin Türkiye’ye yansıması nedeniyle 2009’da yüzde 4,7 küçüldü. Ardından tekrar 2010’da yüzde 8,9 oranında büyüdü. 2011’de de, yüzde 7’yi aşan bir büyüme beklentisi mevcut.

Bu makro rakamların geniş kitlelerin hayatlarına yaptığı katkının anlamı açıktır. Rakamlara bakınca, gelecekten emin, yatırım yapabilen, iş kurabilen, işe girebilen milyonların sandıkta neden AK Parti dediklerini anlamak kolaylaşmakta dır. Üretim süreçlerindeki bu gelişme, halkın önceki yıllarla kıyaslanmayacak ve benzerini ancak 1950’ler ve 70’lerde gördüğü bir refah dönemi yaşamasına neden oldu. Düşük gelirliler, yoksullar için özellikle ekonomik ve sosyal yardımlar konusunda yapılanlar Türkiye’de hangi parti gelirse gelsin değişmeyecek kurumsallaşmış bir model haline dönüştü. Eğitimde 
parasız kitap, parasız yatılıların artması, dar gelirli ailelere yapılan farklı kalemlerde birbirinin alternatifi olmayan yardımlar; sağlık alanındaki yapısal dönüşüm; herkese gelirine göre ev alabilme imkânının doğması; ulaşım ve iletişim alanlarındaki büyük yatırımlar doğrudan geniş kitleler için önem taşıdı, taşımaya da devam ediyor.

AK Parti’nin ikisi genel, ikisi yerel toplam 4 seçimden üstünlükle çıkmasının ve arada iki de referandumu kazanmasının izlerini bu rakamlar ve gelişmelerde aramak gerekir. 

Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz 
ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. AK Parti, bu iki faktörün birbirini etkilediği bilinciyle hareket ederek, bir yandan ekonomik istikrarı sağlamaya yönelik politikalar geliştirirken, aynı zamanda siyasi istikrar sağlayacak, toplumun hak ve özgürlük taleplerini karşılayacak politikalar geliştirdi. 

AK Parti’nin Siyasal Performansı

AK Parti’nin Türk siyasal hayatında tuttuğu yer ve savunduğu görüşleri için kendi tanımı “muhafazakâr demokrasi”dir. Bu tanım üzerindeki teorik tartışmaların yerine 8,5 yıllık icraatlar silsilesi partinin görüşlerini daha açıklayıcı hale getirebilir. AK Parti, ülkenin bundan sonraki ekonomik, sosyal, kültürel süreçlerini derinden etkileyecek olan siyasal perspektifini seçim beyannameleri ve hükümet programları aracılığıyla açıkça deklare etti. İktidarı süresince de Anayasa değişiklikleri; ticaret, ceza ve benzeri temel yasalardaki değişiklikler ve Avrupa Birliği Uyum Yasaları çerçevesinde bu perspektifini hayata geçirdi. 

< Seçmen eğilimleri üzerinde etkili olan birincil faktör, ekonomi ise, hiç kuşkusuz ikinci faktör de demokrasi, özgürlükler, temel haklarla ilgili politikalardır. >

AK Parti, siyasal alanda en ciddi krizi, 2007 yılında, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde yaşadı. AK Parti kendi içindeki tartışmaların ardından, Ahmet Necdet Sezer’in yerine Köşk’teki koltuğa oturacak aday olarak Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ü açıkladığında büyük bir direnişle karşılaştı. Direniş, tahmin edileceği gibi halktan değil, kendisini iktidarların doğal ortağı olarak kabul eden çevrelerden geldi. Askeri bürokrasi, yargının kimi temsilcileri, medya ve CHP. AK Parti dirençlere aldırış etmeden, Meclis’te oylama sürecini başlattı. 27 Nisan gününün ilk saatlerinde, 3 turda yapılacak seçimlerin oylama gecesinde, Genelkurmay  Başkanlığı internet sitesinde yayınlanan ve tarihe “e-muhtıra” olarak geçecek açıklama siyasal gündemi sarstı. AK Parti’nin muhtıraya sert bir tonda verdiği cevap sürecin farklı yönlere taşınmasını beraberinde getirdi.

İktidarın doğal ortağı olduğunu savunan yargının kimi üyelerinin bakış açısı sorunu daha da derinleştirdi. Anayasa Mahkemesi, yeni bir formül icadıyla, Cumhurbaşkanı seçimini, 367 milletvekilinin oturuma katılması zorunluluğuna bağladı. Bu mantık, Türk siyasal hayatının gerçekleri göz önüne alındığında Cumhurbaşkanı seçimini neredeyse imkânsız hale getiren yeni bir kargaşanın icadıydı. AK Parti bu şartlar altında karşı hamle yaparak seçimleri biraz öne aldı ve halkın meydana gelen krizi çözmesine olanak tanıdı. Bu restleşme, AK Parti’ye yüzde 47’lik büyük bir zafer getirirken, halkın ekonomi kadar siyasal alanda da kimi ve neyi desteklediğini gösterdi: Halk, AK Parti’nin hem ekonomik hem siyasal alandaki dönüşüm mücadelesini destekliyordu.

Seçimlerin ardından, Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesini öngören referanduma katılım yüzde 70 oldu; evet oyları da katılanların yüzde 70’ine aitti. AK Parti’nin savunduğu görüş girdiği ilk referandumda propaganda bile yapmadan rahatlıkla onay almıştı. Bu aynı zamanda halkın Cumhurbaşkanlığı seçiminde Anayasa Mahkemesi üyelerinin ülkeyi krize sokan kararına karşı verilmiş açık bir cevap teşkil ediyordu. 

Bu sonuç, Türkiye’nin 27 Mayıs darbesinin ardından politik yaşamına damgasını vurmuş olan zihin dünyasıyla mücadele için AK Parti’ye sorumluluk ve güç verdi.

Bütün bu gelişmeler içinde başörtüsü yasağı konusundaki atılan adım yeni bir tartışmanın kapısını araladı. Parlamentoda Milliyetçi Hareket Partisi’nin önerisi ve desteği ile Anayasa değişikliği gerçekleştirildi. Seçimlerden yüzde 20’lik bir destek bulmuş CHP dışında, Meclisteki partilerin ittifakla desteklediği; parlamentodaki her 11 milletvekilinden 8’inin oyuyla gerçekleştirilen değişiklik, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. 

Mart 2008’de, halkın yarısının oyunu almış iktidardaki parti için kapatma davası açıldı. Kapatma davasının en önemli gerekçelerinden birisi başörtüsü yasağının kalkması için yapılan Anayasa değişikliğiydi. Anayasa Mahkemesi, ülke geleceğini olumsuz etkileyecek bir karar yerine, gidişatı kaosa çevirmeyecek ama AK Parti’nin uyarılmasını sağlayacak bir karar aldı. Sonuç, çok az kişinin tahmin edebildiği sürpriz bir karar olmuştu. 

Anayasa Mahkemesi’ndeki süreç, Türk siyasal hayatının verili yapısı içinde tüm siyasetçiler için sınırlar ve olasılıklar açısından önemli işaretler taşıyordu. 

Bu verili sistemle halkın tamamının oyunu alsanız bile sizi farklı sınırlara çekebilecek, belirli bir alana hapsedebilecek, tüm gidişatı bir kaosa sürükleyebilecek tuhaf imkânlar ve kurallar vardı. Bunun değiştirilmesi gerektiği açıktı ve hemen peşinden başlayan kimi gelişmeler içinde özellikle Ergenekon soruşturması olarak bilinen davanın bütün aşamaları bir anlamda fiilen daha demokratik olmak yönünde gösterilen çabaların kaçınılmaz hem bir tartışması hem imkânı haline dönüştü. Bu soruşturmanın devam ettiği süreçte, Kürtlerin Alevilerin, Romanların karşılaştıkları sorunları çözme konusunda yeni 
bakış açıları getiren ve ilk adı Demokratik Açılım olan sonra Milli Birlik ve Beraberlik Projesi olarak tanımlanmaya başlanan çalışmalarla yasal değişiklikler eş güdümlü olarak gündeme taşındı.

< 22 Temmuz seçim sonuçları, Türkiye’nin 27 Mayıs darbesinin ardından politik yaşamına damgasını vurmuş olan zihin dünyasıyla mücadele için AK Parti’ye sorumluluk ve güç verdi. >


Bu sürecin en kritik aşaması 12 Eylül 2010 referandumu oldu. TBMM’nde gerçekten çok zorlu bir sürecin ardından bir madde hariç, Anayasa değişikliği paketi, referandum hakkını kazandı. Yapılmak istenen değişiklikler sınırlı sayıda maddeyi içermesine karşın demokratik haklarda kimi genişlemeler; 12 Eylül başta olmak üzere darbelerle hesaplaşma bilincini öne çıkaran ve en önemlisi iktidarın son ortağı olarak bulunduğu yeri bırakmamaya kararlı yargının en önemli kurumlarının bu ortaklığı sona erdirmelerini sağlayacaktı.

CHP oylamalara bile katılmadı, hiçbir milletvekilinin katılmasına izin vermedi; fire vermemek için buldukları yöntem bu olabildi. BDP’nin, parti kapatmalara karşı (Ufuk Uras’ın kendi inisiyatifiyle oylama katılması sayılmazsa) oy kullanamaması muhalefetin tutumu açısından siyasal tarihimiz için dikkatle not edilecek özel bir örnek oldu. MHP, şaşırtıcı biçimde 12 Eylül’le hesaplaşmayı içeren maddelere bile oy vermedi. Parlamento’daki Genel Kurul’da en dramatik sahne, 12 Eylül’de aylarca hapiste yatan, ağır suçlardan yargılaması yıllar süren babası Alparslan Türkeş’in hatırına olsa bile, Tuğrul Türkeş’in 12 Eylül darbesine karşı oy kullanmayan görüntüsüydü. Bu görüntü referandum sonuçları açıklandığında halkın yüzde 58 oranında bir kabulle değişikliklere onay verdiğinin anlaşılmasından sonra en çok MHP’yi sıkıntıya soktu. Anketler, analizler ve siyasal gözlemciler, referandumda en büyük fireyi, çatlağı MHP tabanının yaşadığını gösterdi.

12 Eylül referandumu ekonomi ve dış politika alanındaki geliştirici rolünün yanında AK Parti’nin neredeyse tek başına siyasal alandaki değişimin de motoru olduğunu ispatladı. Ve bu değişim için kendisine halkın büyük bir çoğunlukla en kötü koşullarda bile destek verdiğini gösterdi. PKK’nın birden artan eylemlerine uzun bir ara vermek zorunda kalmasını, BDP söylemindeki değişiklikleri, MHP’nin baraj endişesini ve CHP’nin Deniz Baykal’ın kaset sorunu nedeniyle genel başkanlıktan ayrılmasından bu yana yaşadığı çalkantıları referandumun artçı sarsıntıları olarak görmek mümkün.

AK Parti’nin bütün bu gelişmeler içinde 2 yerel seçimden de birinci çıktığını da not etmek gerekiyor. 2002 sonunda iktidara gelen, hızla istikrarı sağlayan, sağlamaya devam edeceğinin işaretlerini veren AK Parti’nin yerel seçimleri kazanması hem reel politika açısından hem tarihsel açıdan kaçınılmazdı. Tek başına iktidar olan her parti, girdiği ilk yerel çeçimi büyük farkla kazanmıştı; bu sefer de öyle oldu. Üstelik AK Parti kadrolarının, lideri başta olmak üzere yerel yönetim iktidarlarından büyüyen, yetişen, rüştlerini ispatlayan, belediyelerde başarılı olan bir kadro olması halkın onlara güvenini artırıyordu. 

Onların da en tecrübeli oldukları yerel seçimlerde rahat bir zafer kazanmaları 
sürpriz değildi.

< 12 Eylül referandumu ekonomi ve dış politika alanındaki geliştirici rolünün yanında AK Parti’nin neredeyse tek başına siyasal alandaki değişimin de motoru olduğunu ispatladı. >

2009 yerel seçimleri ise yine AK Parti’nin 1. parti olduğu gerçeğini ortaya koysa da son genel seçimlerde yüzde 47 oy almış iktidar için toplamda yüzde 38.8 oranındaki oy, düşüş olarak algılandı. 2004’te 12’si büyükşehir, toplam 58 ilde birinci gelen AK Parti, 2009’da 10’u büyükşehir 45 ilde birinci geldi. Birinci gelemediği yerlerde büyük oranda ikinci partiydi. Türkiye’nin her yerinden oy alabilen, her yerinden belediye kazanabilen tek parti olan AK Parti rakiplerinin toplamı kadar belediye başkanlığı kazanmıştı ancak yine de 3 büyük zaferin ardından daha güçlü bir yerel seçim zaferi beklentisi gerçekleşmemişti. 

Özellikle kıyı bölgelerde rakipleri CHP ve MHP ile Doğu ve Güneydoğu’da DTP’nin kazandığı belediyeler tartışmalı bir haritaya işaret ediyordu. AK Parti, 12 Eylül 2010’da yapılan ve çok önemli anayasal değişiklikleri içeren referandumda yine aynı haritayla karşılaştı ancak sandıktan yüzde 58 gibi önemli ve güçlü bir “evet”in çıkması kendisine moral ve güç aşılarken; rakipleri içinse önemli bir mağlubiyet olarak algılandı.

AK Parti geçen dokuz yılda sadece ekonomik ve siyasal istikrarı korumakla kalmadı aynı zamanda bunları sürekli zenginleştirmenin ve geliştirmenin yollarını aradı. Ek olarak sosyal, kültürel alanlarda da savunduğu ilke ve değerleri ısrarla ilerleten; yükselten bir tutum izledi. Savunduğu temel görüşlerinin inatla takipçisi oldu. Bu tutumuna karşı muhalefet partilerinin bu alanlarda hiçbir proje üretmemesi, dillendirmemesi kendisini rakipsiz hale getirdi.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

31 Mart 2016 Perşembe

Esir Adam: Fethullah




Esir Adam: Fethullah,




Gökçe Fırat
Esir Adam: Fethullah





















Takıyye'nin Mucidi: Said-i Kürdi

Said-i Kürdi filminin gösterime girmesi birkaç açıdan ele alınabilir.

AKP iktidarı tüm cemaat ve tarikatların ve aynı zamanda terör örgütlerinin hürriyet elde ettiği bir dönemi başlattı.

Bu hürriyetten en fazla nasiplenenlerse elbette Nurcular ve ondan doğma Fethullahçılar oldu.

İkinci sırayı ise onlarla birlikte PKK'lılar aldı diyebiliriz.

Bu durum Said-i Kürdi ve Şeyh Sait ikilisinin Cumhuriyet'ten öc alma oparasyonu olarak görülebilir.

Ancak Said-i Kürdi'yi anlatan " Hür Adam " filminin zamanlaması, sadece Cumhuriyet'e meydan okuma, onunla hesaplaşma, ondan intikam alma amacından kaynaklanmıyor.



Nur Cemaatinin kurucusu Said-i Kürdi, adından da anlaşılacağı gibi bir Kürttür ve aynı zamanda da Kürtçüdür.

Ancak " Takıyye "nin mucidi bu adam için, kendi Kürtçü amaçlarını gizlemek, bu Kürtçülüğü İslam'ın ardına gizlemek hatta ve hatta Kürtçülüğe karşı çıkmak genel strateji olmuştur.

Bu strateji, bu Kürtçü cemaatin Türk kesimleri örgütlemesi için icad edilmiş takıyyeydi ve oldukça da başarılı oldu.

Türk-İslam'ın ardındaki ahtapot

Cemaatin kadroları uzun yıllar Merkez Sağ çizgiyi benimsedi bu sayede Türk taban üzerinde hakimiyet kurmayı başardı.

Gittikleri insanlara " Din İçin " gittikleri için, dinine bağlı temiz insanlar bunların gizli Kürtçü amaçlarını da sezemediler.

Hatta bu cemaat, Merkez Sağ'ın iki yan kolu Milliyetçi Hareket ve Milli Görüş içine de başarılı bir şekilde sızdı.

Öyle ki gerek Merkez Sağ (Demokrat Parti, Adalet Partisi, ANAP, DYP geleneği), gerek İslamcı Sağ (MSP, Refah, AKP ve Saadet geleneği) gerek Milliyetçi Sağ (MHP ve BBP geleneği) içinde çok üst düzeylerde hep bu cemaat etkili oldu.

Cemaatin resmi ideolojisi ise o dönemler için Türk-İslam Sentezi'ydi. Bu ise Cemaatin Kürtçü emellerini tamamiyle gizleyen bir örtü oldu.

Hemen peşinden ise Sovyetler'in dağılması ile birlikte cemaat, Orta Asya Türk Coğrafyası'na açıldı. Türk-İslam Sentezi'nin "Türk" yanı bu iş için icad edilmişti.

Ama aynı zamanda tüm dünyada Amerika'nın teşvik ettiği İslamcı genişleme alanına da cemaat daldı.

Türkiye'nin Merkez Sağı'nı örgütleyen ahtapotun koları Türk ülkelerinden, Ortadoğu'nun ve Afrika'nın İslam devletlerine, Balkan Türklerinden ve Müslümanlarından Afrika'ya, oradan da Avrupa ve Amerika'nın Türk göçmenlerine kadar uzanıverdi.

Demek ki Said-i Kürdi haklıydı!

Bu kadar büyük bir genişleme ve taban "Kürt Said"le elde edilemezdi, "Nur Said" bu iş için idealdi.

O nedenle de Said-i Kürdi ismini değiştirmiş ve Said-i Nursi yapmıştı!

Fethullah ve Sızıntı

1980 sonrası "takıyye"nin mucidi Said-i Kürdi'nin en etkin müridi Fethullah bayrağı üstadından devralmıştı.

Fethullah da tıpkı Said-i Kürdi gibi uyanıktı, o da iyi gizlenmeyi başardı.

Ama Fethullah cemaatinin etkisi tüm Nur cemaatlerinin ötesine geçti. Çünkü arkasına doğrudan Amerikan devletini almıştı.

Bu büyük güç ile Türk devletinin en ulaşılmaz alanlarına "sızıntı" başlatıldı.

Hukuk sistemi 30 yılda ele geçirildi.

Mülki sistem daha 20. yılda ele geçmişti.

30. yıl biterken Türk Ordusu'na "sızıntı" da meyvelerini verdi ve Ergenekon ile Ordu'nun yapısı Nurculaştırılmaya başlandı.

Fethullah da tıpkı Said-i Kürdi gibi başarılı oldu, " Sızıntı " ve " Takıyye " gerçekten de en etkili yöntemdi!

Fethullahçılar Dergilerinin adını boşuna " Sızıntı " koymamışlardı ya!

" Hür Adam " filmi niye çekildi?

Ancak Said-i Kürdi filmi bu cemaatin etkisini daha geniş kesimlere yaymak için yapılmış bir aklama filmi değildir.

Filmin asıl mesajı da Atatürk'e karşı bir Said-i Kürdi çıkartmak değildir.

Film, asıl olarak Nurcu cemaatler ve de özellikle Fethullahçı cemaatte gelişen bir rahatsızlığı gidermek için çekilmiştir.

PKK'nın gelişmesi, Kürt ayrılıkçılığının güç kazanması ve cemaatin de genel olarak bölücü Kürtçülerle birlikte hareket etmesi iki gelişmeye yol açtı.

Nur cemaatlerinin bir kısmı Kürtçülükten rahatsız olmaya başladılar ve Fethullahçılarla diğer Nurcu cemaatler arasında ayrışma başladı.

Ama bir diğer önemli ayrışma Fethullah Cemaatinin içinde yaşandı. Bazı Fethullahçılar Kürtçü gidişe tepkilerini yüksek sesle dile getirmeye başladılar.

Hanefi Avcı'nın tutuklanması olayının ardında da aslında bu gerçek yatmaktadır.

" Genç Cemaatçiler " rahatsız

Cemaatin kimi kıdemlileri gelişmeleri tedirginlikle izlemekle birlikte, itidalli davranışı elden bırakmadılar.

Ancak bazı genç cemaatçiler oldukça rahatsızlık duymaya başladı.

" Türk Okulları " nedense Türk devletini yaşatmaya değil de Kürt devletinin kurulmasına mı sebep olacaktı?

Neden bunca yıllık Türkçülere karşı akıl almaz saldırılar düzenleniyordu da PKK'ya karşı ses yükselmiyordu?

Sesler yükselmeye ve Işık evlerinin huzurunu kaçırmaya başladı.

Cemaat içindeki huzursuzluğu gidermek için bölücülük değil kardeşlik ön plana çıkartılmalıydı.

O nedenle Said-i Kürdi filminin ana teması " Türk-Kürt " kardeşliği olarak belirlendi ve Said-i Kürdi'nin bölücü olmadığı ispat edilmeye çalışıldı.

Aslında bu, kardeşlik için değil Türk'ü uyutmak için bulunmuş yeni bir takıyyeydi.

Gelişen Türk tepkisi, " Bakın Said-i Kürdi Kürtçü değildi " denilerek dizginlenmeye çalışılmaktadır.

Film fiyaskoyla sonuçlandı

Ancak bu takıyye çok başarılı olmadı.

Filmin galasında yer alan ve protesto gösteren iki Türk gencinin yükselen sesi bile, cemaate bir uyarıydı. Orada, kendi çöplüklerinde bile yalnız değillerdi!

Her yerde Türkler vardı!

Ve üstelik eylemci gençler, din karşıtı gençler değildi, tabanı kandırmanın imkanı yoktu, bu gençler Türk bayrağı ile gösteri yapıyordu!

Moralleri bozan bu gelişmeden sonra, Zaman gazetesi Ulusal Partili eylemcileri "ırkçılıkla" suçlayarak cemaat içindeki soru işaretlerini gidermeye çalıştı ama yine de ortalık durulmadı.

Bu defa cemaatçiler kendi içlerinde çatışmaya başladılar.

Nitekim filmin yapımcıları cemaati filme yeterince destek olmamakla suçladılar. Demek ki cemaat teskin edilememişti.

Film fiyasko bir film olarak kalacağa da benzemektedir.

Amerika ve Fethullah

Her ne kadar arkasında Fethullah desteği olsa da filme Amerikan desteği yeterli olmamıştır.

Amerika için artık Türk-Kürt kardeşliği gibi bir mesaj anlamsızdır. Türk-İslam Sentezi günleri çoktan geçmiş yerine Kürt-İslam Sentezi günleri başlamıştır.

Bu noktada AKP içinde de, Cemaat içinde de ciddi bir ayrışma ufukta görünmüştür.

Kürt tezlerine destek, ABD'nin BOP'una destek olmak demek, bu hareketleri kaçınılmaz bir bölünmeye götürücektir.

Cemaat ve AKP içindeki Kürtçü ekip, ne olursa olsun Kürtçülüğe devam demektedir.

Fethullah bu noktada takıyyeyi sürdürmek ve Türkleri ürkütmemek taraftarıdır.

Bir kısım Türk cemaatçi ise ayrılma anında Ergenekoncu olarak yaftalanmakla korkutulmaktadır.

Misafir değil Esir,

Tarihin garip bir cilvesidir aslında gerçekte sahnelenen.

Said-i Kürdi, " Hür Adam" olarak lanse edilmektedir ama onu lanse eden Fethullah " Esir Adam"dır.

28 Şubat sürecinde ABD'ye kapağı atması elbette onun Amerikancılığındandı.

Nitekim Amerika da onu tam siper korudu.

Ancak iki yıl önce ciddi bir kriz başgösterdi ve Fethullah'ın oturma izninin uzatılmaması gündeme geldi.

Fakat bunların hiçbiri Fethullah ile ABD arasındaki ilişkinin pozisyonunu açıklamamaktadır.

Fethullah şu anda ABD'de "Hür" değildir, ABD'nin elinde " Esir " dir.

Esir olduğu için de ABD'nin istediklerine boyun eğmek zorundadır.

Sanıldığı gibi Türkiye'de yargılanmaktan ya da darbe korkusundan değildir Türkiye'ye gelmemesi.

ABD Fethullah'ı Türkiye'ye göndermemekte, rehine olarak tutmakta ve cemaate her türlü Kürtçülüğü yaptırtmaya çalışmaktadır.

Fethullah Gülen, elbette bu durumda Amerikan tehditlerine boyun eğmeyip isyan edebilir ve tıpkı Said-i Kürdi gibi, "hür adam" olmayı seçip ülkesine gelmeyi deneyebilir!

Korkmasın bu ülkede darbe marbe olmaz.

Havaalanında asker-sivil tüm Türkler onu karşılar...

Buyursun esir olmadığını göstersin!

Hizbullahçılar dışarıda

Hizbullahçıların serbest bırakılması haklı olarak büyük bir infial yarattı.

Herkesi bir korku sarmıştı: Kasaplar Dışarı salındı diye.

Tamam hadi buyursunlar Hizbullahçıları İçeri alsınlar.

Nitekim Yargıtay Peşlerine Düşmüş durumda.

Ama...

Unutmayalım ki...

Tayyip Erdoğan dışarda...

Abdullah Gül dışarda...

Bülent Arınç dışarda...

Hüseyin Çelik dışarda...

Sadullah Ergin dışarda...

Cemil Çiçek dışarda...

Beşir Atalay dışarda...

Mehdi Eker dışarda...

Yani:

Hizbullahçıları Salmalarının " Artı "sı var mı?

Ya da Eğer Hizbulahçılar Tutuklanır ve İçeri atılırsa Güvende mi olacağız?

http://www.turksolu.com.tr/308/basyazi308.htm


..