Kimyasal Silahlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kimyasal Silahlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mart 2021 Pazartesi

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 7

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 7


Siyasi İdeolojiler, Sait YILMAZ, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi,Küreselleşme, Güç İlişkileri, Nükleer, Biyolojik, Kimyasal Silahlar,

        1.5.7. Enerji Güvenliği:

Dünyada devletler arası açık ve örtülü çatışmaların temel nedenlerinden belki de en öncelikli geleni azalan kaynakları kontrol altına alma çabasıdır. Bu mücadele özellikle doğal enerjiye sahip olan coğrafyalar ve bunların ulaşımını kontrol eden hatlar üzerinde olmaktadır. Sanayi devriminden itibaren enerji kaynaklarına sahip olmak, üretimini elde tutmak ve taşıma güzergahlarını denetim altında bulundurmak ve bu uğurda uluslararası mücadelede başarılı olmak devletlerin temel amaçları arasında olmuştur.

Enerji güvenliği dahilinde yer alan enerji kaynaklarının kesintisiz, güvenilir, ucuz, temiz ve çeşitli kaynaklardan sağlayabilmek ve verimli kullanmak, her ülkenin ulusal güvenliğini temelden etkileyen bir olgudur. Enerji güvenliği hem gelecekte enerji şokları olma ihtimali hem de dışa bağımlılığın artması ile ilgilidir. Ara malı, hammadde, güç ve enerji kaynağı olarak dünya ekonomisinde çok önemli bir yer tutan petrol, gaz ve kömür yenilenemeyen enerji kaynaklarıdır. Alternatif enerji kaynakları ısınma, güç ve elektrik üretiminde bu enerji kaynaklarının yerini kısmen doldurmasına karşın ulaşım sektöründe küresel çapta bir ikame yakıt yakın gelecekte fazla olanaklı gözükmemektedir.

Dünya birincil enerji tüketiminde petrol, gaz ve kömürün (% 37 petrol, % 27 kömür, % 24 doğal gaz, % 6 nükleer ve % 6 diğer (su, rüzgar vs.)) payı % 88’dir. Enerji tüketen ülkelerin başında yılda 2331,6 mtpe ile ABD gelmektedir. ABD’yi Çin (1386,2), Rusya (686,6), Japonya (514,6), Hindistan (375,8), Almanya (330,4), Fransa (262,9), İngiltere (226,9) mtpe ile izlemektedir . Türkiye ise yılda 85,3 mtpe enerji tüketmektedir. Dünya doğal gaz tüketimi de hızla artış sürecindedir. Bunda doğal gazın elektrik üretimi için kullanılması da etkili olmaktadır. 

Tablo 21: Dünya Enerji Rezervleri


Tablo 20’den anlaşılacağı gibi Orta Doğu enerji kaynaklarında İran Körfezi (Hürmüz) Bölgesi enerji ulaşımında en kritik bölge konumundadır. Petrol ve doğal gazın yaklaşık ömrü 66 yıl civarındadır ve önümüzdeki 20 yılda enerjiye olan bağımlılığın % 50 artacağı düşünülürse durum daha da tehlikeli bir hal almaktadır. Dünyadaki petrol kuyularının yıllık ortalama üretim azalması ise %5-8 civarında dır. Üstelik jeolojik, teknik ve maliyet koşulları nedeniyle petrolün hepsini çıkarmak mümkün değildir.  BP’nin 2004 verilerine göre dünyada 1189 milyar varil, OPEC’in verilerine göre ise 1144 milyar varil ispatlanmış petrol rezervi bulunmaktadır. Bu değerlendirmelere göre gelecek öngörüleri kapsamında petrole 41 yıllık bir ömür biçilmektedir .

20’ nci Yüzyılın ikinci çeyreğinden itibaren petrol kaynaklarının azalmaya başlayacağının hissedilmesi ile birlikte ülkeler bir yandan güç mücadelelerini enerji coğrafyaları üzerine oturtmaya bir yandan da enerji kullanımında petrol yerine kullanılan enerjilere yönelmeye başlamışlardır. Dünya enerji tüketiminin %25’ini, dünya benzin tüketiminin % 45’ini gerçekleştiren ve ithalat gereksinimi hızla artan ABD, kendi ihtiyacını karşılamayı garanti almaya çalışırken diğer büyük güçlerin bu sınırlı kaynaklara erişimini kontrol etmeyi amaçlayan bir strateji izlemektedir. 

Şekil 6: Petrol Taşımacılığında Stratejik Önemi Olan Bölgeler 


Petrol güvenliği kavramı ABD’liler tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. 2000 yılında Dick Chenney tarafından yaptırılan bir çalışma ile ortaya çıkmıştır. Söz konusu çalışma ile dünya petrol rezervleri, petrol tabakaları, nerelere dağıldıkları bilgisayarlar vasıtası ile hesaplandı. Çalışma sonucunda dünyada 900 milyar varil bulunduğu ve eğer yılda 80 milyon varil kullanılırsa dünyadaki petrolün 30 yıllık ömrünün kaldığı tespit edildi. Söz konusu petrolün ömrünün 75 yıla çıkarılması için Arapların ve Rusların eline bırakılmaması öngörüldü . Bu amaçla 5 büyük ABD şirketinin bu yataklar üzerinde imtiyazlarını yeniden kurarak teknolojik geliştirmeyle 550 milyar varil daha petrol teknolojisini geliştirebileceği hesaplandı. 

Mobil Exxon’a göre; “Petrol kaynakları Araplara bırakılmayacak kadar ciddidir.” Çünkü Amerika şu anda günlük 86 milyon varil petrolün 25 milyon varilini kullanmakta ve bunu Orta Doğu’ya ilave olarak Meksika, Kanada, Norveç, Nijerya, Venezüella’dan aldığı petrolden sağlamak zorundadır.  Kısaca Petrol Güvenliği’nin amacı petrol kaynaklarına ve ulaşım yollarına egemen olmak, tek merkezli Amerikan sistemini devam ettirmektir. Bu nedenle Amerikalıların İstikrarsızlık Ekseni Kolombiya’dan başlamakta ve Ortadoğu, Kafkasya ve Orta Asya’nın tamamını kapsamakta ve Pakistan, Endonezya ve Filipinlere kadar da uzanmaktadır . Bu coğrafya dünya petrol rezervlerinin % 80’ini içermektedir. Uzakdoğu’nun petrol geçiş yolları da bu haritanın içerisine girmektedir. Bu nedenle ABD İstikrarsızlık Ekseni diye adlandırılan bölgede askeri gücünün projeksiyonu ile istikrar getirmeye çalışmaktadır. 

AB cephesinde çok daha farklı bir resim gözükmektedir. AB üyesi ülkelerden sadece İngiltere, Danimarka, Romanya ve İtalya’da kesin petrol rezervi bulunmaktadır. AB dışında kalmayı tercih eden Norveç’i de bu ülkelere dahil edebiliriz. AB’nin petrol tüketiminin AB içi üretimle karşılanma oranı 2000 yılında %9 iken 2030 yılında bu oranın %4.4 olacağı değerlendirilmektedir. Doğal gaz ise çok kısıtlı da olsa İngiltere, Almanya, Hollanda, İtalya, Danimarka, Polonya, Romanya ve Macaristan’da çıkmaktadır. AB’nin doğal gaz tüketimini AB içi üretimle karşılama oranı 2000 yılında %11.9 iken 2030 yılında bu oranın %5.9 olacağı değerlendirilmektedir . Avrupa’nın özellikle Rus gazına bağımlılığının artacak olması önemli bir güvenlik sorunu oluşturmaktadır. 

Türkiye’de ise enerji kaynağı olarak petrol ilk sırada yer alırken son yıllarda kömür ikinci sıraya doğal gaz üçüncü sıraya yerleşmiştir. Türkiye yılda 25 milyon petrol tüketmekte ve bunun %90’ını ithal etmektedir . Ancak yerli üretim hızla düşmektedir. Türkiye’nin petrol kaynaklarının yetersiz olmasında I nci Dünya Savaşı öncesi İngiltere’nin bölgenin petrol kaynakları ile ilgili yoğun bir çalışma yapmış olması ve Türkiye’yi bu kaynaklar dışında tutmak için çaba göstermesi özellikle Musul’u Türkiye’ye bırakmaması önemli bir etken olmuştur. İngiltere kendi kontrolü altında tutmayı öngördüğü ülkelere (Irak, İran, S.Arabistan) petrol havzalarını dağıtırken suni devletler (Kuveyt) de oluşturdu. 

Sonuç olarak, 21’ nci Yüzyıl güç mücadelelerinin gittikçe artan oranda enerji kaynaklarını ele geçirmek, hiç değilse kontrol etmek veya imtiyazlar sağlamak yanında enerji temininin sürekliliğini sağlamak üzere enerji kaynakları ve yolları üzerinde devam edeceği belirgindir. Söz konusu enerji kaynaklarının hızla azalacak olması ve yerine ikame edecek bir alternatifin henüz bulunamaması öte yandan küresel ısınma gibi çevre sorunlarının getirdiği diğer sorunlar Orta Doğu ve Avrasya’nın önemini artırırken güç mücadelelerinin daha çok bu bölgeler üzerinde olacağını dikte etmektedir. 

     1.6.  GÜÇ, POLİTİKA VE İSTİHBARAT:

     1.6.1.  İstihbaratın Kapsamı ve Çeşitleri:

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde liderler barış zamanında bir istihbarat teşkilatına ihtiyaç olduğunu düşünmüyorlardı. Onlar için istihbarat sadece savaşları kazanmak için gerekli idi. 1947 yılında Truman’ın barışı korumak için de istihbarat gereklidir teorisi CIA kanunu ile hayata geçti. CIA için başlangıçta iki görev belirlenmişti ; stratejik sürprizleri haber vermek ve ülke dışındaki örtülü faaliyetleri gerçekleştirmek. İkinci Dünya Savaşı esnasında sinyal ve görüntü istihbaratının öneminin fark edilmesi teknolojik arayışları bu yöne sevk etti. Savaş sonrası kısa zamanda U-2 Keşif Uçakları, uzay programları, bilgisayarların en eski örnekleri ve örtülü operasyonlar ile ilgili özel vasıtaların gelişimi konusunda önemli adımlar atıldı. 

İstihbaratın çeşitleri konusunda kesin bir tasnif yapmak imkansızdır. Çeşitli görüş ve düşünüşlerin etkisi ile istihbarat farklı şekillerde sınıflandırılabilir. Hangi tasnif kabul edilirse edilsin, istihbarat çok kapsamlı bir hizmettir. Devletlerarası ilişkilerin, toplu iletişim araçlarının ve uygarlığın gelişmesi ile birlikte istihbarat çeşitleri ve alanlarında da artışlar devam edecektir. Oluşturma metotlarına göre çağdaş istihbaratı aşağıdaki gibi sınıflandırabiliriz;  

      (1)  İnsan İstihbaratı  (HUMINT): İnsan kaynakları tarafından sağlanan ve toplanan bilgiler sayesinde ortaya çıkarılan bir istihbarat kategorisidir .

      (2) Görüntü İstihbaratı (IMINT): Çeşitli vasıtalarla görüntü almak sureti ile yapılan istihbarattır. Hava keşifleri ve gözetlemesi ile genellikle uydu, uçak ve insansız hava araçlarından görüntü alınarak yapılmaktadır. Örneğin, bir kamera ile uluslararası hava sahasında görüntü keşfi yapılarak elde edilmiş olan füze mevzilerinin yerleri ile ilgili film veya resimler görüntü istihbaratıdır .

(3) Açık Kaynak İstihbaratı (OSINT): internet, gazete, televizyon gibi açık kaynaklarda yer alan ve herkes tarafından temin edilmesi mümkün olan bilgilerin istihbarat amaçlı kullanılmasına verilen isimdir. Özellikle internet bu alanda önemli bir açık kaynak istihbaratı imkanı sağlamaktadır. Günümüzde istihbaratı oluşturan bilginin % 85’inden fazlasının açık kaynaklardan temin edildiği değerlendirilmektedir .

(4) Sinyal İstihbaratı (SIGINT ): orijinal olarak hedef tarafından gönderilen sinyal şeklindeki mesajların elektro-manyetik yayma vasıtaları ve sensörler vasıtası ile tespit edilmesidir.  

(5) İletişim ve Elektronik İstihbaratı: yeni elektronik buluşların geliştirilmesi için bilgi temin edilmesi yanında, hedef ülke iletişim olanak ve yetenekleri hakkında gerekli stratejik değerlendirmelerin yapılmasına imkan sağlar. 

Uluslararası politikada haber, bilgi ve istihbarat ihtiyacı sadece siyasi istihbarat konuları ile sınırlı değildir. Özellikle gelişmiş ülkeler için ekonomik istihbarata yöneltilen gayretler siyasi istihbarata sarf edilen gayretin önüne geçmekte veya onunla rekabet etmektedir. Elektronik izlemenin devletlerarası mücadelede en yoğun kullanıldığı alan şüphesiz ki ekonomik istihbarat alanıdır. Ekonomik istihbarat, uygulandığı aracı düzeylerden geçerek ulusal (çeşitli karar merkezleri arasındaki uyumlu stratejiler), uluslar ötesi (çok taraflı gruplar) veya uluslararası (ulus-devletlerin nüfuz stratejileri) etkinlik düzeyleri arasındaki karşılıklı eylemlere yön vermesi gereken stratejik ve taktik bir iradenin sonucudur.

Ekonomik istihbarat mikro ve mikro espiyonaj kavramlarına değinmekte fayda vardır. Hızlı teknolojik ve ekonomik gelişmelerin yaşandığı bir dünyada makroekonomik espiyonaj dünyanın gerisinde kalmamak için hayati bir kabiliyettir . FBI’ya göre ekonomik istihbarat-espiyonaj istihbarat servisleri kullanılarak ekonomik istihbarat toplanması, endüstriyel espiyonaj ise özel şirketler vasıtası ile ekonomik bilgi toplanmasıdır . Ancak bazı kaynaklar ekonomik espiyonaj kavramını geliştirmiştir. Buna göre makroekonomik espiyonaj, gizli servisler vasıtası ile devletin stratejik çıkarlarının geliştirilmesi amacı ile dünyadaki ekonomik gelişmeler ve faaliyetler hakkında istihbarat edinilmesidir . Mikro ekonomik istihbarat veya espiyonaj ise gene istihbarat servisleri vasıtası ile bir şirket (genellikle çokuluslu) hakkında bilgi toplanması olarak anlaşılmaktadır. Ekonomik espiyonajın ekonomik karşı istihbarat boyutu bulunmaktadır.

İstihbaratın ulusal çıkar bağlamında en etkin kullanıldığı alanlar; dış politikada karar verme sürecinde karar vericilerin rahat ve yeterli bilgi ile hareket etmelerinin sağlanması çalışmaları ile ekonomik istihbarat faaliyetleri olarak dikkati çekmektedir. İstihbarat örgütleri, salt güvenlik amaçlı çalışan örgütler değildir. Koordinasyon-amaç-öncelik-zamanlama denklemi iyi kurulmuş istihbarat-dış politika birlikteliği sayesinde, dış politikada karar vericilerin ihtiyaç duyduğu alanlardaki bilgiler, istihbarat örgütleri tarafından kestirme ve net şekilde verilebilir. 

Tablo 22: Avrupa Ülkeleri İstihbarat Servislerinin Çeşitleri


11 Eylül sonrası gelişmeler istihbaratın dört fonksiyonunu ön plana çıkardı ; dış istihbarat, örtülü faaliyet, karşı istihbarat ve iç istihbarat. Teoriye “İç İstihbarat” fonksiyonunun dâhil olması ABD istihbarat toplumu içerisinde yapısal değişiklik olarak yeni bir Ulusal İstihbarat Direktörü (DNI ) kadrosu gerektirdi. DNI altında merkezileşmenin iyi bir fikir olup olmadığı da tartışmalıdır. Çünkü sürekli değişen ve merkezi olmayan unsurlar gerek tespit edilmesi, gerekse aldatılma zorluğu bakımından önemli bir avantaj sağlamaktadır.

İstihbarat servislerinin verimli çalışabilmesi için başta bütçe olmak üzere yeterli kaynağın (para, insan, donanım) sağlanması gereklidir. Beklenen kalitede görevlerin yerine getirilebilmesi için gerekli personelin temini, personelin güvenliği ve personel havuzu oluşturulması zorunluluktur. Ayrıca, mevcut ve gelecekteki istihbarat isteklerinin karşılamasında istihbarat kurumlarının kanun karşısında korunması ve etkinliğin sürdürülmesi için sağlam bir istihbarat bürokrasisi ve kurumsal işbirliğine ihtiyaç vardır.

İstihbarat teşkillerinin örgütlenmesinde devletin örgütleniş şekli ve istihbarat biriminin bilgi toplamak ve bilgi yaymak zorunda olduğu adreslere karşı daha verimli çalışmalar yapmak için uygun olan şekil göz önüne alınır. İstihbarat servisleri genel veya belirli bir konuya odaklı olarak aşağıdaki şekilde kurulabilirler ; (1) Askeri veya Savunma İstihbarat Servisleri; savunma planlaması ve askeri operasyonlar için. (2) Adli istihbarat servisleri; organize suçlar ve suç faaliyetleri ile ilgili yasa uygulayıcılara yardım amaçlı istihbarat servisleri. (3) Uzman ulusal merkezler; ulusal karşı terörizm merkezi gibi özel konulara odaklanmış istihbarat merkezleri. (4) Özel koordinasyon birimleri; birkaç istihbarat merkezi veya bunların organlarını bir araya getiren birimlerdir, örneğin polis ve göçmen ofislerini bir araya getiren anti-terör koordinasyon birimleri. (5) Farklı istihbarat toplama metotları da kullandıkları teknolojiye göre özel istihbarat merkezleri ortaya çıkarmaktadır. Örneğin görüntü, sinyal ve kriptoloji istihbarat servisi alanında ABD’nin NSA, Rusya’nın FABSI ve İngiltere’nin GCHQ önde gelmektedir. (6) Küçük ülkeler kısıtlı kaynaklarından dolayı ‘birleşik’ istihbarat servislerine (İspanyol CNI, Türk MİT, Bosna-Hersek OSA) sahip iken büyük ülkeler birbirini tamamlayan ‘çoklu’ istihbarat servislerine sahiptir.

İstihbarat teşkillerinin üç temel dinamiği aynıdır; müşteri kimdir, ne istemektedir, ne zaman istemektedir İstihbarat servislerinin görevleri şu şekilde sıralanabilir ; (1) Ulusal güvenlik ile ilgili alanlarda analiz sağlamak. (2) Potansiyel krizlerin gelişimi hakkında erken ikazda bulunmak. (3) Ulusal ve uluslararası kriz yönetiminde mevcut ve potansiyel rakiplerin niyetleri hakkında bilgi vermek. (4) Ulusal savunma ve askeri operasyonlara bilgi desteği sağlamak. (5) Kendi kaynak ve faaliyetleri ile diğer devlet teşkillerinin sırlarını korumak, (6) Ulusal çıkarlar lehinde olayların gelişimini örtülü bir şekilde etkilemek.

İstihbarat servislerinin etkinliğini artıran faktörlerden biri de diğer istihbarat servisleri ile açık kanallarının olmasıdır. Nitekim diğer ülkelerin istihbarat servisleri ile operasyonel işbirliği ve istihbarat paylaşımı örneklerine çok rastlanan bir durumdur. Dünyanın gizli istihbarat tarihi bir yığın çapraz bağlantı ile doludur. Avustralyalılar Şili’de, CIA direktifi altında Allende hükümetinin devrilmesi için çalıştılar. Fransızların Portekiz ve Fas’la birlikte ya da Romanyalıların Filistin Kurtuluş Örgütüyle birlikte çalıştıkları olmuştur . Sovyetler, İsrail’in hava ve deniz harekatıyla ilgili bilgi toplayıp bu bilgileri Libya’ya vermişlerdir.

        1.6.2. Fonksiyonel İstihbarat:

İstihbarat, genel olarak haber toplama şeklinde algılanmaktadır. Ancak istihbarat toplumunun  temel fonksiyonları; istihbarat üretimi, propaganda ve psikolojik savaş, örtülü faaliyetler ve operasyonlar ile koruyucu güvenlik olmak üzere dört ana kategoride toplanmaktadır. Uluslararası ilişkilerin yürütülmesinde aktörler tarafından başvurulan savaşa varmayan örtülü seçeneklere başvurulması, gizli hareket etme, sürekli ve doğru istihbarat (üretimi) ihtiyacı, seçilen yöntemlerin propaganda vasıtaları ile desteklenme gereği istihbarat fonksiyonlarının uluslararası politikadaki rolü konusunda temel çerçeveyi oluşturmaktadır.

     A. Haber ve Bilgi Toplama, İstihbarat Üretimi:

İstihbarat, bir memleketin diğer bir memleket hakkında aleni, meşru, kanuni şekilde haber toplamasıdır. Espiyonaj yani casusluk ise diğer bir memleketin kanun ve nizamlarını ihlal etmek suretiyle gizli metotlarla haber almadır. Bunlardan birincisine kanuni veya meşru istihbarat faaliyeti ikincisine de gayri kanuni istihbarat faaliyeti denir . Haberalma; bir olay (bir olgu) hakkında alınan ya da verilen bilgi; kulaktan kulağa dolaşan söz; olma olasılığı bulunan ya da olacak bir şey, bir şey hakkında önceden yapılan uyarı; bir şeyi duyup, öğrenmek  olarak sözlüklerde geçmektedir.

İstihbarat genel olarak elde edilen tüm bilgilerin toplanması, tasnifi, değerlendirilmesi analizi, birleştirilmesi ve açıklamasının yapılması neticesinde ortaya çıkan ürün olarak tanımlanmaktadır .  Bu tanıma göre istihbarat, kısaca, ilgili kişiler tarafından üretilen “işlenmiş bilgi”dir. Fonksiyonel olarak bu çalışmalar bilginin toplanması, işleme tabi tutulması, anlamının değerlendirilmesi, politik konularla ilişkilendirilmesi ve ulusal güvenlik politikaları için kullanacak yetkililere dağıtımını içermektedir. 

Amerikan Merkezi İstihbarat Örgütü (CIA)’na göre istihbarat örgütleri dört çeşit ürün sunmaktadır ; (1) Cari istihbarat (Günlük olaylar ve global gelişmelerin yer aldığı istihbarat brifingleri veya özetleri.) (2) Tahmini istihbarat (Güvenlik konularında uzun dönemli tahminlere dayalı bölgesel değerlendirmeler.) (3) İkaz istihbaratı (Alarm veya kısa sürede oluşabilecek tehdit ve risklere yönelik emareler.) (4) Araştırma istihbaratı (Çeşitli ülkeler ve terörizm, kitle imha silahları, ekonomik trendler gibi ulusaşan konulara yönelik orta ve uzun vadeli araştırmalara dayanan istihbarat raporları.)

İstihbarat toplama mantıksal olarak iki ana faaliyeti kapsar; hedefe nüfuz etmek ve nüfuz edilince bilgiyi almak. İstihbarat vasıtası hedefe nüfuz edince sıra bilginin toplanmasına gelmiştir. Klasik yöntemlerle, genel olarak beş tür istihbarat toplama yöntemi kullanılmaktadır ; takip ve tarassut (gözlem), adam kullanma, mülakat, sorgulama, teknik ve elektronik faaliyetler. Ancak modern çağda istihbarat toplama genellikle üç kategorideki yöntemle toplanır; İnsan İstihbaratı (HUMINT), Görüntü İstihbaratı (IMINT), Sinyal İstihbaratı (SIGINT) ve diğer görüntülü olmayan istihbarat . Haber ya da bilgi toplama ihtiyaçları çeşitli istihbarat örgüt veya organlarına toplama planı vasıtası ile görev olarak dağıtılmıştır. Bazı görevler ise birkaç istihbarat toplama organına birden verilmiş olabilir. Bazı istihbarat teşkillerinin ise hem toplama, hem analiz görevi olabilir. Toplama yöntemi seçilirken temel olarak üç kriter üzerinde durulur; ekonomik olması, istenen bilgi ihtiyacını karşılaması ve birbirini tamamlayan istihbarat sistemlerinin kullanılması. 

Kaynak sıkıntısı nedeni ile istihbarat toplama vasıtalarının seçimi, hangi sistemlerin kullanılacağı ve bunlara yapılacak yatırımlara karar verilmesi zor bir işlemdir. Örneğin, ABD daha çok SIGINT’e yatırım yapmakta, görüntü istihbaratını insan istihbaratına tercih etmektedir . Ancak insan istihbaratı da vazgeçilmez bir bilgi toplama yöntemidir. Hedef ülke hükümetinin niyetlerini ve planlarını anlamak için sinyal veya görüntü istihbaratı yerine bizzat bir ajanın hedefe nüfuz etmesi gereklidir. İnsan istihbaratı, teknik istihbarata nazaran daha ekonomiktir ve teknik istihbaratın bıraktığı bilgi açıklarını doldurmak için gereklidir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bugüne, istihbarat toplama yöntemlerinin pek çoğunda radikal bir değişiklik olmamıştır. Asıl değişiklik kapasite artışındadır. İstihbarat hedeflerine nüfuz etmek konusunda en büyük gelişme uyduların kullanımı olmuştur. Uydular; görüntü elde etme, SIGINT toplama, iletişim, erken ikaz ve diğer çeşitli istihbarat görevlerinin yerine getirilmesinde kullanılırlar . ABD istihbarat uydu programı istihbarat alanında teknolojinin kullanımı ile ilgili dünyadaki ABD üstünlüğünün temsil etmekle birlikte, uzaya gönderilen her vasıta tek başına bir istihbarat toplama platformu değildir. Bunun yanında çeşitli uçak, gemi ve yer istasyonları kullanılmaktadır.

Soğuk Savaş’ın ilk yıllarından itibaren daha önce uzun menzilli bombardıman uçağı olan B-36, B-47 gibi uçaklar istihbarat amaçlı olarak yeniden dizayn edilerek Sovyetler Birliği üzerinde keşif ve istihbarat amaçlı olarak uçmaya başladılar. Bunlara İngiliz Canberra bombardıman uçaklarını da dâhil etmek gerekir . Daha sonra hedef ülke toprakları üzerinde keşif yapmak üzere U-2 ve SR-71 uçakları geliştirildi. U-2, 40 yıllık geçmişine rağmen hala tek motorlu uçaklarda en yüksek irtifada bulunma özelliğini korumaktadır. 1963 yılından beri kullanılmakta olan SR-71 ise hala en hızlı uçaktır. Tehdidin daha az olduğu bölgelerde ise SIGINT amaçlı olarak Boeing 707’lerin askeri versiyonu olan RC-135 gibi yeniden dizayn edilmiş kargo uçakları kullanılmaktadır .

Bugün bilginin istihbarat dışı kaynakları o kadar ilerledi ki, gerçek zamanlı bilgi yayan internet, uydular veya CNN gibi TV kanalları gibi kaynaklar yanında istihbarat örgütlerinin politika yapıcılar için ne kadar faydalı olduğu tartışılır hale geldi. Bu sadece bilginin toplanması için değil analizi ve yayımı gibi her süreçte istihbarat örgütlerinin; asıl fonksiyonu istihbarat olmayan kaynaklar ile ne kadar rekabet edebildiği konusunda araştırmalara neden olmaktadır. 

     B. Propaganda ve Psikolojik Savaş:

       Modern devletlerin dış politikalarında yararlandıkları siyasal etki araçlarından birisi de propagandadır. Propaganda, belirli bir grubun düşüncelerini, duygularını ve eylemlerini, genel nitelikli amaçlar doğrultusunda etkilemeye yönelik sistematik ve tasarlanmış çabalar olarak nitelenebilir . Günümüzde güç odakları, denetimi ellerinde tutabilmek için, baskı, tehdit ve korkutma yöntemleri yerine daha çok propagandayı kullanmaya başladılar.

Propaganda faaliyetlerinin en tehlikelisi dost ve müttefik ülke çizgisinde gözüken ülkelerden gelen ve çok daha kolay ve etkili nüfuz eden yöntemdir. Dostluk ilişkisi görüntüsü altında hedef ülkenin yavaş yavaş tüm siyasi karar mekanizması ve politika üreten kurumları kontrolü altına alınmaktadır. Emekli CIA Başkanlarından Harry Rositzke’nin sözleri istihbarat faaliyetleri içinde medyanın propaganda işlevini göstermek bakımından bir örnektir; “Üçüncü Dünyadaki gizli propaganda operasyonları aslında bir basın savaşıydı. Yabancı editörler ve köşe yazarları çalıştırılıyor, magazin ve gazetecilere para desteği sağlanıyor, basın hizmetleri destekleniyordu. Propagandacılar, ödenekli ajanlardan işbirlikçilere kadar geniş bir biçimde bulunuyordu... Dost yayın kuruluşlarında yeni makaleler yayınlatılıyor ve tüm dünyada tekrarlanıyordu... ”

11 Eylül sonrası ABD yönetimi, Usame Bin Ladin’in kötü karakterini vurgulayarak ve kötülüğüyle ün salmış kişiliği üzerine yoğunlaşarak terörizme odaklanmıştır. Başkan Bush (muhtemelen dini eğilimleri yüzünden) ilahiyatçı bir yaklaşım ile çatışmayı “iyi ve kötü” arasında görme eğiliminde idi ve Lenin’in “bizimle olmayan bize karşıdır” formülünü bile kullanmaktadır . Başkan Bush’un tehdidin birçok unsurunu böylece basit bir formül altında birleştirmesinin taktik avantajı bulunmaktadır.

Enformasyonu denetim altında tutmak, halkı denetim altında tutmak demektir . Propaganda faaliyetleri için medyanın kullanılması özellikle son yıllarda teknolojinin gelişime paralel olarak tüm toplumların medyanın etkisine iyice açılmasıyla daha da gündeme gelmiştir. Günümüzde haber akışının her gün % 50 ila % 80’inin Batı Merkezli Haber Servisleri olan AP (Associated Press), UPI (United Press İntenational), Reuters ve AFP (Agence France Press) tarafından üretilmesi ve bu ağın yalnızca dünyanın her yerindeki insanları değil aynı zamanda politikacıları ve istihbarat servislerini de etkilediği düşünülürse bu yöntemin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılmaktadır .

AP , Reuters ve UPI  ajansları ile Amerikan CBS televizyon şirketinde CIA’nın egemenliği tartışılmazdır . CIA, gazetecileri sanıldığı gibi mali olarak direkt elde etmez, bunun sebebi çok açık konumda olmalarıdır. Ya CIA’nın “has adamları” olan Gazete veya TV sahiplerinin cömert maaşları ile ya da genellikle patronlarında dahil olduğu “Görünmez El” ile onlara bu yolun açılması sağlanır. Böylece, gittikçe yıldızı büyüyen yazar, yorumcu ve gazetecilere kimse kötü gözle bakamaz. CIA’nin yaptığı ödemeler ve verdiği diğer destekler enformasyondan çok daha fazlasını getirir; etki ve kontrol .

Bireylere verilen devlet yardımları, o ülke politikasında söz sahibi olan ve halkın kararlarını etkileyebilen önemli kişilere verilen nakit paralardır. İran Şahı, Ürdün Kralı Hüseyin, Ferdinand Marcos ve Manuel Noriega gibi pek çok yabancı devlet adamının ismi CIA ücret bordrosunda yer almıştır. Medya kuruluşlarına destek vermek ya da onları satın almak da en yararlı devlet yardımı türlerindendir. VOA ve Radio Free Europe gibi açıkça devlet propagandası ve savunusu yapan yayınların dışında istihbarat servislerinin etkisi gizli olan radyo ve televizyonlar daha bağımsız ve inandırıcı gözükürler.

    C. Örtülü Operasyonlar ve Faaliyetler:

Bir CIA yetkilisine göre örtülü operasyonlar askeri ve politik seçeneklerden sonra gelen üçüncü seçenektir . Üçüncü seçeneğe karar vermek her zaman istihbaratın, analizin ve teşkilatın kalitesine değil genellikle çeşitli alanlardaki güvenlik endişelerine uygulanacak teknikler ve kararlılığa bağlıdır . Bu yöntem hedef veya rakip ülke ile ilan edilmemiş bir savaşı kapsayan örtülü ve gizli yöntemlerdir. Böylece doğrudan bir savaşa girmeksizin ve ulusal gücü topyekun bir mücadeleye sokmaksızın asimetrik hale getirilmiş bir savaş ile sonuç alınmaktadır. Gizli ve örtülü yöntemler, doğrudan savaş ilanıyla karşılaştırıldığında hem daha sessiz, hem de büyük ölçekli seferberliği gerektirmeyen yöntemlerdir.

        Örtülü operasyon ve faaliyetleri siyasi, ekonomik ve yarı askeri örtülü operasyon ve faaliyetler olarak üç kategoriye ayırabiliriz. Siyasi kapsamdaki demokrasi projeleri, ABD politik örtülü faaliyetlerinin bugün de temel politik çerçevesini oluşturmaktadır. NED’in ilk kurucularından Allen Weinstein, ‘‘Bugün yaptıklarımızın çoğu 25 yıl önce CIA tarafından örtülü olarak yapılıyordu.’’ demektedir. Yeni (ağ tipi) örgütlenmenin, örtülü operasyonlar döneminde kurulan ağdan tek farkı, her şeyin daha akademik ve daha dostane ortamda çekincesizce, açıkça geliştirilmiş olmasıdır. ABD’nin Soğuk Savaş döneminde kurduğu yasal ve yasa dışı örgütlenmelerle işleyen ağ şimdi yenilenmiş, değişen derinliklere uydurulmuştur. 

NED’in şemsiyesi altına ağ örülürken Amerikan çıkarlarına ve serbest pazar ekonomisi politikalarına karşı çıkma olasılığı bulunan her kesimi içine çekmiştir. Ağ örülürken fazlaca demokratik ancak pek saydam olmayan eylemler seçilmiş ve prestijli konferanslar düzenlenmiştir. Bu konferanslar, Amerikan örgütlerinin yöneticilerini ve danışmanlarını bilmek, Amerika’nın deneyli operatörlerini tanımak için önemli bir fırsat yaratmaktadır. Bu örgütlerin ilişkileri ve operasyonlarının kesişim bölgelerinde ortak kişiler, memurlar ve parasal destek sağlayan şirket ve kilise vakıfları ortaya çıkmaktadır . Her örgüt, yöneticileri, ortak eylem alanları, finans kaynakları, ilişkili şirketleri, dinsel kuruluş bağları, istihbarat örgütleriyle derin ilişkileri birbirine dolaşmış, algılanamayacak denli karmaşık bir yumak oluşturmaktadır. 

Birden çok örgütte yöneticilik, danışmanlık yapan kişilerle birbirine bağlanan ağ, büyük bir şebekeye dönüşmüştür. Derinliğin bir özelliği de, örgüt yönetimlerinin sürekli değişmesidir. Devletin tepesinde görev yapan bir görevli birdenbire örgütlerin başında görünmektedir. Aynı biçimde örgütlerin yönetimindeki eski senatörler, eski istihbaratçılar, birdenbire bakanlık ya da bakan vekilliği görevine gelebilmektedir. Örtülü operasyon ustası istihbaratçılar, eski askerler, din misyonerleri birbirlerine kenetlenmektedir.

Ekonomik nitelikli örtülü operasyonlar, girişilen bazı faaliyetler sonucu hedef ülkeleri ya da kişileri ekonomik açıdan zor duruma düşürmek ya da desteklemek amaçlı olarak gerçekleştirilmektedir. Kennedy döneminde Küba ile Sovyetler Birliğinin ilişkilerini bozmak için şeker sevkıyatına zehirli madde karıştırmak buna bir örnek teşkil edebileceği gibi, IMF ve Dünya Bankası’nın finans oyunları veya bir ülkeye ya da kişiye maddi yardımda bulunmak da bu tür faaliyetler arasına dahil edilebilmektedir.

Örtülü ekonomik savaşın önem sırası giderek artan üç hedefi vardır; karşı tarafın kaynaklarını ekonomik hedeflerini koruma amaçlı harcamak zorunda bırakmak, dış borçlar ve diğer yöntemler ile fakirleştirmek ve kötüleşen ekonomi ile isyan ve darbelere yol açmak. Pek çok örtülü ekonomik savaş yöntemi vardır. En basit formu sabotajdır. Rakibin mali yapısına saldırmak daha karmaşık bir ekonomik savaş türüdür. Bunlar dışında üretim kapasitesine zarar verecek pek çok bozucu yönteme başvurulabilir.

Yarı askeri veya savaş benzeri operasyonlar, direkt olarak savaşan güçler oluşturulmasından gerillalara silah, eğitim, asker ve danışmanlık desteğine kadar uzanan bir dizi faaliyeti kapsayabilmektedir. Bu tür faaliyetlere çeşitli suikastların de dâhil edilmesi mümkündür. CIA bu tür operasyonları özellikle Latin Amerika'ya yönelecek şekilde kimi zaman bir uyuşturucu kaçakçısını yakalamak, kimi zaman ise ezilen insanları kurtarmak görüntüsü altında düzenlemektedir. Askeri örtülü operasyonlara “savaş benzeri operasyonlar” adı da verilmektedir. Kimi zaman bir uyuşturucu kaçakçısını yakalamak, kimi zaman ise ezilen insanları kurtarmak görüntüsü altında da düzenlenebilmektedir. 

Askeri kapsamdaki örtülü operasyon yöntemleri içerisinde terörizmin kullanılması ve düşük yoğunluklu savaş önemli bir yer tutmaktadır. Özel güvenlik patlamasına rağmen, terörizm oyununun gerçek oyuncuları gizli devlet birimleridir. Uyuşturucu ve terörizmi yaymak için yapılan gizli operasyonlar kadar, uyuşturuculara ve terörizme karşı yürütülen bütün kampanyalar ülke içinde ve diğer devletler ile yürütülen siyasi iktidar mücadelesinin parçalarıdır . Bu oyun içerisinde uyuşturucu savaşları ilginç ve terörizm önemlidir, ama çoğu düşük yoğunluklu çatışmanın hedefi de diğer ülkelerdeki siyasal iktidar mücadeleleridir. 

    D. Koruyucu Güvenlik:

        Koruyucu güvenlik içine fiziki güvenlik, tesis güvenliği, bilgi güvenliği, istihbarata karşı koyma gibi faaliyet alanları dahil edilebilir. Konunun önemine bir örnek olarak, 1985-2005 yılları arasında yaklaşık 80 Amerikalının yabancı hükümetlere bilgi aktarmaktan tutuklandığı hatırlanmalıdır. Bu casuslardan aşağıda sıralananların çok uzun süre kimlikleri tespit edilemeden bilgi aktarmaya devam ettiği anlaşıldı ; (1) Deniz kuvvetlerinde Walker ekibi (17 yıl), (2) Kara Kuvvetlerinde Konrad grubu (18 yıl), (3) CIA içinde Ames olayı (9 yıl), (4) FBI’da Hansen davası (21 yıl), (5) DIA içinde Montes olayı (15 yıl).

11 Eylül’ün hemen akabinde, ABD’li uzmanların, kamuoyuna duyurdukları “saldırı ile ilgili 32.000 ipucu vardı ” sözleri, bir yandan teknolojinin önemini vurgularken diğer yandan istihbaratta öncelikli fonksiyonun koruyucu güvenlik olduğunu ortaya koymaktadır. 11 Eylül 2001 sonrası ABD kriz yönetim sistemi bir dizi reform ile yenilendi. Sınır güvenliği, hava alanı ve limanların güvenliği ile federal kuruluşlar arasında istihbarat paylaşımına önem verilmektedir . Sahil güvenlik, gümrükler, göçmen kuruluşu, FBI, polis, sağlık sistemi, enerji bakanlığı, ulaştırma kontrol sistemi ve istihbarat servisleri kriz yönetim sisteminin birer unsuru oldular.  

       1.6.3.  İstihbarat ve Politika:

Ulusal güvenlik ve istihbarat arasındaki ilişki karar verme sürecine doğru, zamanında ve faydalı bilgi ve değerlendirmeler sunmak ile sınırlı değildir. Bilgi-eylem ilişkisi içerisinde; dış politikanın eylem çıktısı olarak uygun “gizli ve örtülü müdahale yöntemlerinin seçilmesi ve yönetilmesi”;  “propaganda ve psikolojik savaş” ile hedefin ikna edilmesi veya karşı koyma inancının yok edilmesi de bu işbirliğini tamamlayan birer fonksiyon alanıdır. Bu fonksiyonlar bilgi ve eylemlerin gizlenmesi, örtülü hale getirilmesi ve unsurların emniyetinin sağlanması için gerekli olan “koruyucu güvenlik” ile tamamlanmalıdır. 

Ulusal istihbarat, ulusal politikalar ve ulusal güvenlik gibi devlet düzeyindeki sorunlar ile ilgili olarak çoğunlukla hükümetin ve ilgili en üst düzeydeki icra organlarının gerek duyduğu istihbarattır. Başka bir deyimle ulusal istihbarat; ulusal hedeflerin ele geçirilmesi için, izlenmesi gereken ulusal politikaların tayin ve tespitinden sorumlu olan, karar alıcıların gereksinme duyduğu istihbarattır. Ulusal güvenliğin sağlanmasında istihbarat, yaşamsal bir unsurdur. Ülkenin siyasi, ekonomik ve askeri milli stratejik menfaatlerini gerçekleştirme ve yönetme konusunda sorumlu makamlara sağlanan istihbarat, Cumhurbaşkanından hükümete, önemli kamu yetkililerine ve askeri liderlere destek sağlanmasına kadar geniş bir alana sunulmaktadır. 

Seçilmiş bir politikanın uygulanması için çalışan istihbarat en etkili istihbarattır . Ulusal bir politika belirlenmeden önce istihbaratın gereken bilgi ve değerlendirme alt yapısını sağlaması ve istihbaratın politika belirlemedeki rolü ulusal güvenlik için hayatidir. Ancak, ulusal politikanın çelişkili olması ya da belirgin bir politika seçilmeden istihbaratın üretilmesi istihbaratın gücünü azaltır. Dış politikanın desteklenmesinde istihbarat fonksiyonları; dış istihbarat toplama, propaganda, örtülü faaliyetler veya karşı istihbarat faaliyetleri şeklinde olabilir. 

İyi bir istihbarat teşkilatı politikacılara kötü haberler vermekten ve sürpriz gelişmeleri cesaretle tahmin etmekten çekinmemelidir Etkili bir istihbarat ; (1) Analizcileri politik endişelerden bağımsız tutarken istihbarat kullanıcılarının ne tür bir bilgiyi ve hangi şekilde istediğini tam olarak bilmeyi, (2) İstihbarat sürecinin uygulanmasında toptan bir başarısızlığa yol açacak hata yapılmamasını, (3) İstihbarat programlarının bütçeleme ve geliştirilmesinde önceliklerin doğru bir şekilde tespit edilmesini, (4) Ulusal güvenlik politikalarının istihbarat kabiliyetlerini aşmayacak ölçüde  gerçekçi bir biçimde planlanmasını gerektirir.

İstihbarat kullanıcıları başta ülke liderleri ve danışmanları olmak üzere politika yapıcı daire ve teşkiller ile teknik istihbarat ile ilgili analiz unsurlarıdır. Politika yapıcılardan anlaşılması gereken ise kısaca şu adreslerdir ;

- Ulusal seviyede politika yapımı ile ilgili olanlar, 

- Askeri planlama ve harekât görevlerinde çalışanlar, 

- Kanun uygulayıcıları ve 

- Karşı istihbarat faaliyetlerinde bulunanlar. 

ABD’de politika yapıcı olarak istihbarat ihtiyacında olan kurumlar şu şekilde sıralanabilir; Ulusal Güvenlik Konseyi (UGK), Hazine Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve Savunma Bakanlığı. Bu dört kuruluşun çalışanları genel olarak aşağıdaki kaynaklardan bilgi edinirler ; (1) Gazeteler, dergiler, akademik ve bilimsel dokümanlar gibi açık kaynak yayınları. (2) Politika yapıcılara 24 saat esasına göre acil haberleri ve alarm durumlarını bildiren kriz ve izleme merkezleri. (3) Çeşitli kütüphaneler ağı içerisinde müşterilerinin isteklerine göre tarama yapan elektronik kütüphaneler. (4) Televizyonlar. (5) İnternet vasıtası ile web ve e-mail kullanımı. (6) Intelink (SCI ve S versiyonu) kullanımı.

ABD’de daha çok CIA Operasyonlar Direktörü’nün bünyesinde bulunan ilgili dairelerin fonksiyonlarının başında insan istihbaratı gelmektedir. Bu tür dairelerin asıl önemli işlevi örtülü faaliyetler yani ABD’nin ellerini gizleyerek diğer ülkeleri etkilemek üzere operasyonlar yapmaktır. Bu tür faaliyetler genellikle seçilmiş kişilere, hareketlere veya siyasi partilere para vermek, medyayı kazanmak, yayınlar yapmak ve paramiliter grupları desteklemek şeklinde icra edilir . Aynı zamanda dost hükümetlerin kendi toplumlarında karşılaştığı zorlukları yenmeleri için de kabiliyetleri artırmaya yönelik olarak da yapılabilir. 

8. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 3


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,

1.3.  GÜÇ VE GÜÇ MERKEZLERİ:

Fiziksel olarak güç, mevcut kuvvetlerin kullanılması ile elde edilen verimliliktir. Davranışsal bir tanımlama ile güç istenilen sonuçları elde etmek için başkalarının davranışlarını değiştirme yeteneğidir. Uluslararası ilişkilerde güç, bir devletin başka bir devlete karşı uyguladığı ve normal şartlar altında o devletin yapmak istemeyeceği bir şeyi yapmasını sağlamaya yönelik etkidir . Bir devletin uluslararası ilişkilerde uyguladığı politikanın yegane vasıtası güçtür. Bu vasıtaya sahip olmak devletin amaçlarından biridir. Siyasetin bir vasıtası olarak kullanılmayan veya kullanılma becerisi gösterilmeyen yeteneğin güç olma niteliği yoktur. Kısaca güç ancak kullanılabilirse ‘güç’tür. Bu yüzden günümüz hegemonya kurgusunun temelinde ülkelerin içeriden ve dışarıdan ağ stratejisi ile kuşatılarak etki ve kontrol altına alınması, güç kullanamaz hale getirilmesi yatmaktadır. 

1.3.1. Hegemon Gücün Kaynakları: 

Geleneksel olarak, bir ülkenin büyük bir güce sahip olup olmadığını anlamak için o ülkenin savaş gücüne bakılırdı. Yüzyıllar içinde, teknoloji geliştikçe, güç kaynakları değişti. 17 ve 18’ nci Yüzyıl Avrupa’sının tarım ekonomilerinde nüfus önemli bir güç kaynağı durumunda idi. Çünkü halk vergiler ve çoğunlukla paralı askerlerden oluşan kara orduları için temel kaynak oluşturuyordu. Nitekim bu dönemde Fransa üstün bir konuma sahipti. Ancak 19’ ncu Yüzyılda, sanayinin öneminin artması, önce eşsiz bir donanma ile denizlerin hakimi olan Britanya’nın sonra demiryollarına hakim Almanya’nın işine yaradı . Yirminci yüzyılın ortalarında ise ABD ile Sovyetler Birliği’nin süper güç konumunu belirleyen faktörler sınai üstünlük ve ideolojik çerçeveleri yanında özellikle nükleer silahlar başta olmak üzere askeri karşı konulmazlıkları idi.

Hegemonya-güç ilişkisi bakımından dikkati çeken bir çalışma Frankfurt Okulu olarak adlandırılan bilim adamları tarafından geliştirildi. Bu okulun önerdiği Eleştirel Kuram’a göre gücün üç boyutu vardır ;

          -    Açıkça, bir diğer devletin davranışını istenen yönde etkilemek için uygulanan aktif “üzerinde güç”, boyutlardan birisidir. 

          -   İkinci boyut, güçlü tarafın gündemleri belirlediği, göze açıkça çarpmadan uygulanan; daha edilgen ve fakat örgütleyici bir yönü olan “gizli (covert) güç”tür. Gizli güç, belli siyasa sınırlarını çizerek, bazı konuları gündem dışı bırakmak yolu ile uygulanır. 

- Üçüncü boyut, “yapısal güç”tür; maddi ve normatif yönleri ile belirli özendirme ve sınırlandırma sistemleri oluşturarak, tarafların ilişkilerini yapısal güç koşullandırır.

Hegemon gücün özellikleri ile ilgili bazı genel belirlemeler yapılmıştır; para biriminin uluslararası alanda geçerli olması, dünyanın her yerinde üsler ve müttefikler bulundurması, bölgesel kriz ve çatışmalara liderlik etmesi, nükleer silahlara sahip olması, diğer ülkeler üzerinde ikna gücünün olması, kültürel olarak kendi yaşam biçimini ve değerlerini tüm dünyaya yayarak konumunu meşrulaştırması gibi . Brezinski’ye göre; para, üretim kapasitesi ve askeri güç hegemonyanın üç sacayağıdır .

Susan Strange; Amerikan hegemonik gücünü uluslararası ekonomi politikteki güvenlik, üretim, finans ve bilgi yapılarından kaynaklanan, bölgeselliği aşan yapısal gücünün sağladığını ifade etmektedir. Strange’e göre, yapısal güç aşağıda sıralanan dört temel öğeye dayanmaktadır ; Uluslararası politik ekonomide bu unsurlara en fazla sahip ülke en güçlüdür; (1) Şiddete karşı güvenliklerini tehdit etmek ya da savunmak, inkar etmek ya da artırmak yoluyla, diğer ülkeleri etkileme yeteneğini elinde tutmak. (2) Mal ve hizmet üretim sistemlerinin kontrolünü elinde tutmak. (3) Finans ve kredi yapılarını belirleme yetkisini ve olanağını elinde tutmak ve (4) İster teknik, ister dinsel olsun, bilgi ve bilişim üzerinde edinim, oluşturma ve iletişim yoluyla en fazla etkili olacak imkanları elinde tutmak.

Yumuşak güç kavramını ortaya atan Joseph S. Nye’e 21’ nci Yüzyılda hegemonyanın güç kaynaklarını şu şekilde sıralamaktadır ; (1) Teknolojik liderlik, (2) Askeri ve ekonomik büyüklük, (3) Yumuşak güç, (4) Uluslar üstü iletişim ağının düğüm noktalarını kontrol etmek. Nye’e göre; bilgi çağında yumuşak güce sahip olacak ülkeler aşağıdaki hususları sağlamış olmalılar ; (1) Global normlara (liberalizm, çoğulculuk, otonomi) hakim olmaya yakın kültür ve fikirler, (2) Etki ve gündem oluşturacak global iletişim kanalları, (3) Ülke içi ve uluslararası performansı ile global saygınlık uyandırmak.

1.3.2. Ulusal Güç:

Dünya üzerinde kaynakların sınırlı, buna karşılık gereksinimlerin ve isteklerin sınırsız olduğu düşünülürse, ülkeler arasındaki çatışmalar ve güç kullanımı her zaman söz konusu olacaktır. Ulusal güç devletlerin ulusal stratejilerini yürütmeleri ve hedeflerine ulaşmalarında bir araçtır. Ulusal güç, ulusal güvenlik politikalarının ve uygulamalarının ana kaynağıdır . Ulusal güç bir milletin ulusal hedeflerine ulaşma yolunda ulusal çıkarlarını sağlamak maksadıyla sahip olduğu ve kullanacağı siyasi, askeri, coğrafi, demografik, bilimsel ve teknolojik, psiko-sosyal ve ekonomik kapasitelerinin bir araya gelmesi ile oluşan genel yetenektir .

Bir ulus-devlet ancak güç politikası uygularsa büyük bir güç olarak adlandırılır. Diğer bir deyişle güç kullanmaya istekli olur ve birçok kayıp vermeye razı olursa, küçük düşürülmeyi reddederse ve saygı uyandırırsa büyük bir güç olur . Ülkelerin güç politikalarının yavaş yavaş yok olması en güçlü temsilcilerinin de dahil olduğu ulus-devlet sisteminin değişmekte olduğunun önemli ve açık bir kanıtıdır. Ulus-devletin gerileyişinin bir temel faktörü de onun egemenliğini sınırlayan veya yerini alan yeni aktörlerin ortaya çıkışıdır. 

Yeni aktörler arasında güç yeniden biçimlenirken çeşitli otorite kaymaları meydana gelmesi muhtemeldir. Bu durumda ulus-devletler, gücün yeniden biçimlendirilmesi ile ilgili süreci nasıl idare edeceğini ve geriye kalan kapasitesini uluslararası ve bölgesel misyonları arasında nasıl bölüştüreceğini belirlemelidir. Ulus-devletlerin, küreselleşen dünyada belli bir miktarda dönüşüm ihtiyacı gittikçe bir güvensizlik kaynağı olarak ortaya çıkmakta ve kontrollü kaybetme duygusu yaratmaktadır.

Ulusal güvenlik politikalarının başarılı bir şekilde uygulanması ile ülkenin sahip oluğu ulusal güç ve bu gücü etkin olarak kullanma kabiliyeti arasında doğrudan bir ilişki vardır . Ülke yönetimini üstlenen siyasal mekanizmanın başlıca görevlerinden biri, ulusu, saptanmış olan ulusal hedeflerine ulaştırmaktır. Uluslar, varlıklarını sürdürebilmek ve hedeflerine ulaşabilmek için ulusal güçlerini sürekli olarak geliştirmeli, etkinleştirmeli ve kullanmalıdır. 

Ulusal hedefler sadece savaş yolu ile elde edilmeyeceği için ulusal güç genellikle barışta ve askeri güce dayanmadan ulusal çıkarları temin edecek vasıtalar sağlamalıdır. Politikacıların kabiliyeti ise bu vasıtaları hedefe tatbik etme ve sonuç alma hünerinde saklıdır. Ulusal güç vasıtaları, çağdaş değerlere uygun olarak yenilenmeli, güçlendirilmeli, nitelik ve nicelik olarak rakiplerine üstünlük sağlamalı ve zinde tutulmalıdır. 

        Ulusal gücün sürekli geliştirilmesi, devleti yönetenler ile birlikte öncelikle topluma düşen ve toplumun bilinçlendirilmesi gereken bir yükümlülüktür. Ulusal gücün kaynakları, ulusun içinde doğar, ulusça beslenir ve gelişir . Ancak bilinçli toplum haline dönüşen bir ulus, kendilerini yönetmek, ulusal varlığını korumak ve nihayet saptanmış olan ulusal hedeflere ulaşmak amacıyla, kendi içlerinden çıkardıkları siyasal iktidarlara yetki vermek suretiyle onları iş başına getirirler. O halde siyasal iktidarların, ulusal gücün sürekli olarak geliştirilmesi ve çağdaşlaştırmasında görev ve sorumlulukları bulunmaktadır. Bu sorumluluğun ana niteliği, kesintiye uğramadan sürekli inceleme ile gereken çarelerin bulunması olmalıdır. 

Bilgi teknolojilerinin gelişimi, özellikle bilgisayar ve iletişim alanlarındaki gelişmeler dünyayı süratle küçültmüş, fiziki sınırları kaldırmış, hükümetlerin gücünü özellikle ekonomik alanda ve bunun uzantısı olarak da siyasi alanda zayıflatmış, buna karşılık olarak her alanda hükümet dışı organizasyonların türeyerek, gelişmesine ve daha güçlü bir duruma gelmelerine sebep olmuştur. Öte yandan ülkeler de sanayileştikçe savaşarak kayıp vermek yerine toplumlarının refahını sağlayacak başka güç kullanma yöntemleri keşfettiler. Bugün gelinen aşamada artık tüm ülkeler güç kullanmanın ekonomik hedeflere zarar verdiğinin farkında ve kimse son aşamaya gelmeden askeri güç kullanmak taraftarı değildir. 

Ulusal gücün niteliği konusuna geçmeden önce niceliği ile ilgili yapılan bazı çalışmalara değinmekte fayda vardır. Ulusal gücün hesaplanmasında pek çok formül arayışı olmuştur. Bu tür formüller genellikle bir savaşı göze almada ilgili ülkenin tahmin edilen ulusal gücünü ortaya koyma amacına yöneliktir. Örnek olarak bu formüllerden biri tahmin edilen ulusal gücü (Pp) şu şekilde formüle etmektedir ;


Pp = (C + E + M) X (S + W)

Yukarıdaki formül içinde;

C = Kitle; Nüfus ve Toprak

               E = Ekonomik Yetenek

M = Askeri Yetenek

               S = Stratejik Maksat

               W = Ulusal Stratejiyi Uygulama Azmi’ni temsil etmektedir.

Bu formül içinde daha elle tutulur olan (C,E,M) sayılabilir değerlere sahip olmakla beraber gene de sübjektif değerlendirme dereceleri ile ortaya çıkmaktadır. Örneğin toprağın büyük bir bölümü işlevsiz olabilir ya da nüfusun eğitimsiz ve niteliksiz oranı bu derecelendirmeye nasıl yansıtılacaktır.  Askeri unsurda bulunan bilimsel ve teknolojik üstünlüğünüz karşı tarafın liderlik ve moral üstünlüğü karşısında değerini yitirebilir. Bununla beraber ulusal gücün hesaplanmasında önemli olan; unsurların tek tek toplanmasından ziyade bunların ortaya koyacağı ürün ya da sonuçtur. ABD’nin Vietnam’daki C, E ve M üstünlüğünün karşı tarafın ölçülemez değerleri olan S ve W karşısında etkisiz kaldığı hatırlanmalıdır . 

Ulusal güç unsurları değişik kaynaklarda farklı şekilde sınıflandırılmaktadır. Üzerinde en çok mutabık kalınan sınıflandırma ulusal gücü; coğrafi güç, psiko-sosyal güç, siyasi güç, ekonomik güç, bilimsel ve teknolojik güç, askeri güç olmak üzere altı ayrı grupta toplamaktadır . Bazı kaynaklar ise ulusal güç unsurlarını; doğal (coğrafya, nüfus, doğal kaynaklar) ve sosyal (ekonomik, askeri, politik, psiko-sosyal, bilgi) etmenler olarak iki başlıkta gruplandırmaktadır . Ancak bu kitapta gücün; askeri, ekonomik ve yumuşak şekli üzerindeki güncel tartışmalara odaklanılacaktır.

    A. Sert Güç:

Yakın zamana kadar bir ülkenin ulusal gücü denilince akla sadece Silahlı Kuvvetler gelirdi. Bugünde ülke güvenliğinin temel dayanağı Silahlı Kuvvetlerdir. Silahlı Kuvvetler varlığı ile barış döneminde ülkenin güvenliği ve daha geniş kapsamda çıkarlarını korumak için rakip ülkeler üzerinde caydırıcılık sağlar. Gerektiğinde sınırlı savaştan topyekun savaşa kadar bir seri askeri operasyon içerisinde belirlenen hedefleri ele geçirmek veya yok etmek üzere kullanılarak rakip ülkeye boyun eğdirilir. Bu yüzden barıştan itibaren güçlü ve kullanılmaya hazır bir Silahlı Kuvvetlere sahip olmak bütün ülke yöneticilerinin öncelikli görevidir.

Tablo 2: Savaş Çeşitleri


Bir devletin ulusal güvenlik çıkarlarının zorunlu kıldığı haller de kuvvete başvurmaktan çekinmeyeceğini inandırıcı biçimde ortaya koyması çoğu zaman etkili olur. Tabi bunun için o ülkenin yeterli güce ve gücü kullanacak siyasi idareye sahip olması gerekmektedir . Savunma gücünün barış zamanında en etkili biçimde kullanılması için diplomasi ile silahlı kuvvetlerin çok yakın bir uyum ve işbirliği içinde olmaları gereklidir. Askeri gücün dış politikada etkin bir unsur olabilmesi büyük ölçüde silahlı kuvvetlerin etkinliğine bağlıdır. Dünya politikasında önemli roller oynamak isteyen ülkeler, daima güçlü ordulara sahip olmaya önem vermiştir.

Tablo 3: 1997-2004 Yılları Silah Satışları


Silahlı Kuvvetler görev ve fonksiyonlarına göre genel olarak -Türkiye örneğinde olduğu gibi, Kara, Deniz, Hava, Jandarma ve Sahil Güvenlik gibi çeşitli kuvvet komutanlıklarından teşkil edilir. Bazı ülkelerde ideolojik veya kendine özgü sebeplerle Çin Halk Ordusu, İran Devrim Muhafızları veya Bolivya Kurtuluş Ordusu gibi farklı yapılar görülebilir. İstihbarat, İstihkam, Ulaştırma, Uzay, Özel Kuvvetler, Psikolojik Savaş gibi görev alanları da (ABD Ulaştırma Komutanlığı gibi) Silahlı Kuvvetlerin en üst düzeydeki müşterek karargahı olan Genelkurmay Başkanlığına doğrudan bağlı ana komutanlık haline getirilebilir. Ancak ABD örneğinde olduğu gibi bazı ülkelerde Kuvvet Komutanlıkları doğrudan Genelkurmay Karargahına bağlı olmayabilir ya da bu kuvvetlerle ilişkileri sınırlandırılabilir.

Bazı ülkeler Kara, Deniz ve Hava Kuvvetlerini ayrı ayrı olmak yerine daha barışta bir arada yapılandırarak Müşterek Komutanlıklar oluştururlar. Global ölçekte önemi olan kuvvetlere Stratejik Komutanlık adı verilebilir. Bazen belirli coğrafyalarda toplanan kuvvetler Bölge Komutanlığı adı altında (NATO Avrupa Bölge Komutanlığı gibi) bir araya getirilebilir. Ya da belirli bir harekat alanında ki kuvvetler bir Harekat Komutanlığına (NATO Bosna-Hersek İstikrar Kuvvetleri Harekat Alanı Komutanlığı gibi) bağlanabilir. Bazı kuvvetler sahip oldukları silahlarla (Kıtalararası Balistik Füze Komutanlığı gibi) adlandırılır. 

Genel olarak askeri unsurlar ön cephede savaşan manevra kuvvetleri (piyade, tank, avcı uçak filosu vb.), savaşan kuvvetleri yakından destekleyen muharebe destek kuvvetleri (topçu, istihkam, hava savunma uçak filosu, mayın arama gemisi vb.) ve doğrudan savaşa katılmayan idari ve lojistik birlik veya üniteler (fabrikalar, fırınlar, bakım merkezleri vb.) olmak üzere üçe ayrılır. Gelişmiş ülkeler silahlı kuvvetlerin dönüşümünde geçici askerlik yerine daha çok profesyonel personel bulundurma öte yandan özelikle idari ve lojistik faaliyetler için sivil personel temin etme ya da bu görevleri sivil kuruluşlara devretme eğilimindedir. 

Tablo 4: 2000 Yılında Tam Zamanlı Personel Sayısı Bakımından 


Tablo 4’de görüldüğü şekli ile ülkelerin silahlı kuvvetlerinin etkinliğini asker sayısına dayalı olarak sıralamak artık mümkün değildir. Son on yıldır yapılan uluslararası güvenlik müdahaleleri ve çokuluslu harekat örnekleri bu kapsamda önemli dersler ortaya çıkarmıştır. Bir ülkenin askeri gücünün uluslararası düzeyde etkinliğini belirleyen faktörleri şu şekilde sıralayabiliriz; (1) Nükleer silahlara sahip olma. (2) Dış ülkelerde askeri varlık bulundurma, güç projeksiyonu (üsler, denizaşırı varlıklar vb.), ve stratejik kuvvet kaydırma (ulaştırma) ve takviye yeteneği. (3) Stratejik ve taktik haberleşme kabiliyetleri. (4) Modern teknolojinin keskin uçlarını kullanan (rakipsiz veya karşı konulamaz) çevik ve etkili (isabetli ve tahrip gücü yüksek) ateş desteği ile takviye edilmiş manevra kabiliyetleri. (5) Süratli, zamanında ve emniyetli bir şekilde kuvvetlerinin lojistik desteğini, barınma ve idamesini sağlayacak kabiliyetler.

Silahlı Kuvvetler dışında da askeri işlevleri olan zorlayıcı güç unsurları bulunmaktadır. Bunların başında özellikle Irak Savaşı ile gündeme çok daha fazla oturan özel askeri şirketler gelmektedir. Paralı askerlerden farklı olarak, özel askeri şirketler yasal bir yapıya sahiptirler . Dünyada 90’a yakın özel askeri şirket bulunmakta ve bunlar 110 ülkede faaliyet göstermektedir . Özel askeri şirketler, devletlerin özel jandarmalığından, örtülü operasyonlarına, bir devletin başka topraklardaki faaliyetlerine, ticari şirketlerin çıkarlarının muhafızlığından mafya ve terör örgütleriyle dirsek temasına kadar, geniş bir yelpazede faaliyette bulunmaktadırlar . 

Tablo 5: Dünyadaki Nükleer Güçler


 Bilgi çağında ülkelerin genel bir konvansiyonel savaşa girme ihtimali çok düşüktür. Bir savaş olasılığı belirdiğinde tercih edilecek savaş yöntemi ancak belirli hedeflere ve kısıtlı kaynaklarla yöneltilen sınırlı savaş olacaktır. Kullanılacak sınırlı kuvvet konvansiyonel, taktik nükleer veya örtülü bir savaş gücü olabilir. Diğer ülkeyi zayıflatmak veya baskı altında tutmak isteyen ülkeler daha ekonomik olması ve gizli bir şekilde yürütülmesi nedeni ile hedef ülkeler üzerinde yürütülen diplomatik, ekonomik veya psikolojik baskılar veya yürüttükleri örtülü faaliyetler ve propaganda çalışmaları sonucunda ayaklanmalara yol açmak, gerilla savaşına yol açmak ve teröre destek vermek yöntemine daha sık başvurmaktadırlar. 

 Günümüzde gerilla savaşı 1950’lerde başlayan klasik görüntüsünü terk ederek pek çok durumda artık devlet destekli terör şekline bürünmüştür. Askeri ve ekonomik güç ile bunlar tarafından desteklenen güçlü bir devlet yapısı 21’nci Yüzyılda da önemini korumaktadır. Bilginin toplanması ve üretimi büyük yatırımlar gerektirmektedir. Üstelik bilgiye önce ulaşma stratejik avantaj sağlamaktadır. Devlet bu konularda öncü konumdadır. Ayrıca terörle mücadelede sofistike yöntemler kullanılması ve güvenlik alanında teknolojinin geliştirilmesi güçlü ekonomik ve askeri yapılanmayı gerektirmektedir. 

      B. Yumuşak Güç:

Kavramın yaratıcısı Joseph S. Nye’e göre yumuşak güç, zorlama veya paradan ziyade cazibenizle istediğinizi sağlama kabiliyetidir. İstediğinizi de başkaları da istediği zaman, başkalarını kendi istikametinize sokmak için havuç ve sopalara harcama yapma ihtiyacı duymazsınız. Bir ülke dünya politikasından istediği sonuçları başka ülkeler onun peşinden gitmek istediği, onun değerlerine hayran olduğu, teşkil ettiği örneğe gıpta ettiği, onun refah ve açıklık düzeyine erişmeyi arzuladığı için de alabilir. Nye,  bu güç şekline, yani istediğin şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya, yumuşak güç adını vermektedir. Bu yüzden yumuşak güç, insanları zorlamak yerine onlarla işbirliği yapar. 

Nye’e göre; sert güç, ülkenin askeri ve ekonomik gücünden kaynaklanan zorlama kabiliyetidir. Yumuşak güç bir ülkenin kültürü ve politik fikirlerinin çekiciliğinden gelir. Eğer diğer ülkeler sizin politikalarınızı meşru görüyorsa yumuşak gücünüz fazladır. Yumuşak güç bir ülkenin kendi istediği şeyi başkalarının da istemesini sağlamaya yarayan güçtür. Sizin politikalarınız başkalarının gözünde meşru olduğunda, yumuşak gücünüz gelişir . Çünkü yumuşak güç, siyasi gündemi diğer insanların önceliklerini şekillendirecek biçimde belirleme kabiliyetine dayanır. Bir ülke kendi amaçlarının ve değerlerinin başka ülkeler tarafından benimsenmesini sağlayabilirse askeri güç ve ekonomik gücünün ağırlıkta olduğu sert gücünü (hard power) daha az kullanmak zorunda kalır. Yumuşak güç geleneksel güç dengesinin çok üzerinde etki ve kontrol imkanı verir.  

 Küresel bilgi toplumunda güç daha az oranda toprak, askeri güç ve doğal kaynaklara, daha fazla ise bilgi, teknoloji ve kurumsal esnekliğe dayanmaktadır . Uluslararası ilişkilerin tahmin edilmesi zor ve değişken ortamında, bilgi, düşünce ve ideallerin yumuşak gücü politik aktörlere hedeflerine ulaşma imkanı sağlayacaktır. Yumuşak gücün ne olduğu ile ilgili bir ayırım yapmak her zaman mümkün değildir. Daha çok hedefi ikna etmeye yönelik yumuşak gücün ölçülmesi ile ilgili şu kriterler geliştirilmiştir; bilgiye nüfuz etme kabiliyeti, reaksiyon hızı, iletişim gücü, ucuz istişare, hızlı değişim, zamana ve yere göre değişen sınırlar.

Tablo 6: Joseph S. Nye’e Göre Güç Çeşitleri

Yumuşak güç, hedef ülke veya ülkelere uygulanan veya uygulanma tehdidinde bulunulan bir güç değildir. Yumuşak güç edilgendir, yerinde durur; diğer ülkeler kendiliklerinden bu güçten etkilenirler ve davranış biçimlerini değiştirmeye hazır hale gelirler. “Yumuşak güç”, bir ülkenin kendi isteklerini “özendirerek” diğer ülkelere kabul ettirmesi ve bunu kültür, karşılıklı sıkı temas ve iletişim araçlarının kullanımı ile ekonomik yardımlar ve “kamu diplomasisi” yoluyla yapmaya çalışmasıdır. Yumuşak güç bir ülkenin sahip olduğu ve savunduğu demokrasi, insan hakları, özgürlükler, adalet gibi değerler; yüksek refah seviyesi; vatandaşlarına sağladığı üstün güvenlik ve gelecek imkânlarıdır .

Nye’nin yumuşak ve sert güç şeklindeki sınıflandırması bazı bilim adamlarınca geçerli bulunmamaktadır. Bu kapsamdaki bir görüşe göre yumuşak güç tanımlaması gelişen demokrasilerin bulunduğu, eğitim ve yeni bilgi teknolojilerinin girişine müsait, küresel haberlere ve medyaya açık ülkeler için geçerli olabilir. Ayrıca gücü bu derece kesin sınıflandırmak coğrafya, bilim ve teknoloji, insan gücü gibi diğer güç kaynaklarının yeterince değerlendirilmemesi gibi bir sonuç doğurabilir. Diğer yandan yumuşak güç gereğinde ekonomik ve askeri kapsamda da olabilir. 

Silahlı Kuvvetleri tek başına sert güç olarak görmekte mümkün değildir. Silahlı Kuvvetlerin asıl fonksiyonu caydırmak ve gerektiğinde zorla elde etmek olmakla birlikte bugün pek çok ülkenin askerleri diplomasinin ve yumuşak gücün birer unsuru olmuşlardır. Örneğin insani yardım amaçlı olarak askeri güç kullanımı bu tür amaca hizmet edebilir . Silahlı Kuvvetlerin olumlu ilişkileri, karşılıklı eğitim programları, teknolojik ve doktriner yenilikleri, savunma sanayi gibi pek çok işlevi ülkenin bir cazibe merkezi haline gelmesinde yumuşak gücüne katkıda bulunmaktadır. 

Tablo 7: Sert ve Yumuşak Güç Kıyaslaması


Hem zorlayıcı hem yumuşak güç olmak bakımından ekonomik güç daha belirgin ve dengeli bir ayırım göstermektedir. Ekonomik güç askeri güçten daha yumuşak olmakla birlikte, uygulandığı hedefe etkileri bakımından yumuşak güç olarak algılanmayabilir. Ülke ekonomisinin büyüklüğü, ticari mallarının ve şirketlerinin popülerliği ülkenin yumuşak gücü kapsamında değerlendirilebileceği gibi ekonomik ve finansal gücün ekonomik ambargo gibi yaptırımlar yanında dış borç, finansal kriz çıkarma gibi amaçlarla kullanılması zorlayıcı yönleri itibarı ile sert güç kapsamına girmektedir.

Yumuşak güç sahibi ülke cazibe merkezidir ve bu güçleri sayesinde diğer insanlar ve ülkeler bu güce sahip olan ülkeye benzemeye, onu taklit etmeye çalışırlar. "Yumuşak güç" hegemonyaya yönelik eleştirel analizleri süzen ve emperyal gücün kar (çıkar) ve simgeleriyle olumlu anlamda özdeşleşmesinin önünü açan "bir imaj" yaratmayı amaçlamaktadır. Örneğin, USAID'in hibe ettiği tüm pirinç, fasulye ve un torbalarının üzerinde büyük bir etiket de vardır: "ABD'den". Günümüz dünyasında artık ülke işgalleri yumuşak güç ile yapılmaktadır. İşgal edilecek ülkeye dost gibi yaklaşılmakta, hatta yardım edileceği görüntüsü ile o ülkede işbirlikçi kadrolar ve ağlar kurulmaktadır. Böylece ülkenin kaynakları ve kilit noktadaki kişileri ele geçirilerek yavaş yavaş ülkenin işi bitirilmektedir. 

Küresel bilgi çağında güç özellikle gelişmiş ülkeler arasında gittikçe daha elle tutulur ve daha az zorlayıcı nitelik taşımaktadır. Askeri, ekonomik ve yumuşak güç ulusal gücün temel çarpanları olacaktır. Askeri güç ile ekonomik güç, başkalarının fikirlerini değiştirmek için kullanılabilen sert komuta gücüne birer örnektir. Sert güç ikna (havuç) şeklinde olabildiği gibi tehdit (sopa) şeklinde de olabilir. Ancak Afrika ve Orta Doğu başta olmak üzere hala sanayileşmemiş ve otoriter rejimlere sahip ülkelerin bulunduğu bölgelerde güç dönüşümü gerçekleşmemiş veya Çin, Hindistan, Brezilya gibi ülkelerde bile geleneksel askeri güç hala ön plandadır. Bununla beraber pek çok durumda yumuşak güç 19 ve 20’ nci Yüzyılın tersine sert gücün önüne geçmiş ve daha etkili bir hale gelmiştir. 21’ nci Yüzyılda güç uygulamaları, sert ve yumuşak kaynaklarının oluşturduğu bir karışıma dayanacaktır.

Pek çok düşünürün kabul ettiği gibi yumuşak ve sert güç arasında kollanması gereken optimal bir denge vardır. Sert gücün şu anda ABD'nin yaptığı gibi aşırı kullanılması, yumuşak gücün kullanılma şansını da yok edebilir. Diğer bir deyişle yüksek askeri güç sizi kaba kuvvet kullanmaya sevk ettiği ölçüde, gerçek toplumsal imkanları seferber etmek zorlaşmaktadır. Sert ve yumuşak gücü birleştirme becerisi 'akıllı güç'tür . Sovyetler Birliği Soğuk Savaş'ta Macaristan ve Çekoslovakya'yı işgal ettiğinde, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa'da oluşturduğu yumuşak gücünün altını oymuştu. İsrail’in 2006 yılında Lübnan'ı bombaladığında öyle çok sivil ölüme neden oldu ki, Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan'ın Hizbullah'a yönelttiği eleştirilerin değeri kalmadı. Zerkavi de 2005 yılında Amman'da sivilleri öldürdüğünde kendi yumuşak güç desteğini kaybetti. 

Günümüz dünyası karşılıklı konuşmayı ve ‘ikna’yı gündeme bir zorunluluk olarak getirmektedir. Baskı ve zor kullanarak alınan neticelerin kalıcı olma şansı olmadığı gibi, aynı şiddetle geri tepen siyasetleri meşrulaştırmaktadır. Dahası herhangi bir alanda baskı ve zor kullanan bir devletin, diğer alanlarda 'yumuşak' davranmasının da pek inandırıcılığı kalmamaktadır. Çünkü başarılı olabilmesi için yumuşak gücün kullanılmasında tutarlı ve inandırıcı olmak gereklidir. Ancak karşınızdakini ikna etmek; 'kandırmak' ya da 'dolduruşa getirmek' yani ötekini kendi amaçlarınıza doğru çekmek değildir. İkna, öteki ile eş düzeyli olarak iletişim kurduğunuz, sizin de ötekinin tezine ikna olmaya açık olduğunuz zaman inandırıcıdır.

     C. Ekonomik Güç:

Ekonomik güç, bir ülkenin refahı, mutluluğu, güvenliği ve gelişmesi için kullanılan bütün kaynakların toplam kapasitesi ve bu maksatlar için ürettiği değerlerin meydana getirdiği toplam hasıla olarak tanımlanmaktadır . Ulusal gücün diğer unsurları bir motor olarak kabul edilirse bu motorun yakıtı ekonomik güçtür. Sert ve yumuşak gibi bir ayırıma bağlı kalmadan ekonomik gücü ayrıca bir güç unsuru olarak ele alma gereği ihtiyacı buradan kaynaklanmaktadır. Çünkü ekonomik güç kitabın ilerleyen bölümlerinde görüleceği gibi gücün sert ve yumuşak güç unsurlarının yanı sıra kullanılmaktadır.

Bir ülkenin ekonomik gücünün ölçülmesinde; sahip olduğu doğal kaynaklar, ekonomik düzeninin genel yapısı, sektörlerin (tarım, sanayi) dağılımı ve kapasitesi, iş gücü, dışarıdan hammaddelere olan bağımlılığı, kendi kendine yeterliliği, parasının değeri, uluslararası ekonomik ve finans örgütleri ile ilişkisi, kredi notu, şirketleri, uluslararası tanınmış markaları, Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH), teknolojik kapasitesi, ulaştırma ver haberleşme ağı gibi faktörler göz önüne alınabilir. 

21’ nci Yüzyıla ilişkin Ronald L. Tammen ve Jasek Kugler tarafından hazırlanan bir tablo dünya üretiminin trendleri ile ilgili önemli sayılabilecek ipuçları vermektedir;

Tablo 8: Nisbi Gayri Safi Milli Hasıla (%)


Tablo’dan anlaşılacağı üzere halen dünya üretiminin % 30’unu yapan ABD’yi 2020 yılında Çin yakalamakta ve hem Çin hem Hindistan ABD’yi geçmektedir. Bu tablodan çıkarılacak diğer önemli bir sonuç ise güç dengesinin Batı Bloku (ABD ve AB)’ndan Uzak Doğu (Çin ve Hindistan)’ya kayacağıdır. 2050 yılında Batı Blokunun dünya üretimindeki payı % 35’e düşerken, Uzak Doğu’nun % 65’e çıkacağı anlaşılmaktadır. Türkiye için çıkarılacak bir sonuç ise; AB’nin üretim payı sürekli düşerken Türkiye’nin AB ve Uzak Doğu arasındaki ekonomik dengelerde önemli üretim potansiyeli ve bulunduğu coğrafyanın sağladığı ekonomik kapasiteleri, ticari ve lojistik trafiği yönlendirme avantajı ile güçlü bir aktör olma şansına sahip olduğudur. 

Tablo 9: GSMH’ya Göre Dünya Sıralaması (2006) (Milyon Dolar)


Tek başlarına ekonomi büyüklükleri dikkate alındığında, GSMH’ları dolar olarak dünyanın ilk yirmi ülkesi Tablo 9’da görülmektedir. Bu ülkelerin biri hariç (İngiltere), diğerlerinin hepsi tek başlarına ABD’nin küresel yönlendirme gücüne karşıdır. Ancak ne tek başlarına ne de oluşturmakta oldukları kıt’asal, bölgesel, birleşik veya sınırlı jeopolitik güç merkezleri  aracılığıyla tek küresel güç merkezi olan ABD’ye karşı koyabilmektedirler. Çünkü küresel güç olmak, sadece ekonomik güç ile dünya piyasasını belirlemek şeklinde ortaya çıkmamakta, ekonomik gücün güvenliğini sağlamak veya yeni ekonomik pazarları kontrol altına almak ve gerektiğinde ele geçirmek üzere hazır, kullanılabilir bir askeri güce sahip olmakla mümkün olabilmektedir.

Gelişmiş bir ekonomiye sahip ülkeler ürettikleri teknolojiyi, sanayi mallarını, finansal imkanlarını diğer ülkeleri ikna etmekte bir araç olarak kullanırlar. Günümüzün dünyasında, ulusal gücün en önemli belirleyicisi ekonomidir . Ancak tutarlı bir ulusal strateji çizip, insan kaynaklarını geliştirebilen ve ekonomisini güçlendirebilen ülkeler bölgesel ve küresel bir güç olma şansını elde edebilir. Bunu sağlamanın önkoşulu ise dünya sahnesinde dışlayıcı ve saldırgan bir ülke olarak değil, bütünleştirici ve uzlaştırıcı bir ülke olarak görünebilmek; iyi yetişmiş insanı, teknolojiyi ve sermayeyi ülkeye çekebilmektir. Bunların ötesinde, ülkenin büyüklüğü ve nüfus potansiyeli de dikkate alınması gereken faktörlerdir.

Günümüzde çok sözü edilen Çin ve Hindistan bu bakımdan örnek oluşturan ülkelerdir. Son 20 yıl içinde, insan kaynaklarını geliştirme ve ekonomik kalkınmayı hızlandırma yolunda dev adımlar atan bu iki büyük ülke, dünyanın jeopolitik dengelerini etkileme gücüne de sahip ama bu gücü mümkün mertebe öne çıkartmamaya özen göstermektedir. Dünya sahnesinde ABD gibi buyurgan bir "sert güç" olarak değil, kalkınmaya öncelik veren birer "yumuşak güç" olarak görünmeyi tercih etmektedirler. Çin ve Hindistan küreselleşmenin yarattığı fırsatları iyi kullanarak, hızlı kalkınma yolu ile kıt’asal ve küresel güç haline gelmeyi hedeflemektedir.

Ekonomik güç hegemonya kurgusu içinde kalkınma projeleri ile işlemektedir. Kalkınma projeleri ile ülkelerin ekonomik parametreleri ve öz kaynakları uyulması istenen serbest piyasa, özelleştirme, gibi global ekonomik düzen kurallarının dayatmaları ile bir bir ele geçirilir. Ya da bizzat ekonomik yardım veya baskılar ile siyasi ve kültürel güvenlik parametreleri dışarıdan kontrol edilebilir düzenlemelere uygun hale getirilir. Küreselleşme içinde sınır aşan sermaye rejimi üç temel işlev görmektedir ; (1) Mali ve parasal politikaların makro ekonomik sisteme adapte edilmesi, (2) Küresel ekonomi için gerekli altyapının kurulması ve (3) Sosyal düzenin global düzenle uyumlu hale getirilmesi. 

4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***


GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1

GÜÇ VE POLİTİKA KAVRAMSAL BOYUTLAR. BÖLÜM 1


Siyasi İdeolojiler, Politika,liberalizmin yükselişi, Muhafazakar, demokrasi, Küreselleşme, Güç İlişkileri,Sait Yılmaz,


Güç ve Politika

Sait Yılmaz

2008 


BİRİNCİ BÖLÜM

GÜÇ VE POLİTİKA: KAVRAMSAL BOYUTLAR

1.1. İDEOLOJİ, TEORİ, GÜÇ VE HEGEMONYA:

1.1.1. Siyasi İdeolojiler ve Politika:


Tarih boyunca ortaya çıkan güç aktörleri ve politikaları öncesinde iç içe girmiş pek çok siyasal ve tarihsel gelişmenin tezahürü ve bu gelişmelerin hızlandırıcı öğesidirler. Dolayısıyla günümüz güç ve politikaları üzerine bir analiz yapmak bu tarihsel gelişimin arka planındaki siyasal düşünce ile vücut bulan ideoloji ve teorilerin kökleri ile işe başlamamızı gerektirir. İdeoloji, modern dünyanın siyasal tecrübesinin ayrılmaz bir parçasıdır. Fikir ve ideolojiler, dünyanın anlaşılması ve açıklanması için kullanılan bir bakış açısı sağlar ve sonuçta siyasi faaliyeti harekete geçirecek amaçların tespitine yararlar. Örneğin 18’ nci Yüzyıl Amerikan ve Fransız devrimlerinden doğan Batı ideoloji geleneği bugün de pek çok uluslararası düşünce ve gelişmeyi anlamamızda bize rehberlik etmektedir. 

Yeni ideolojik düşünce bir yandan dünyayı anlama çabası verir bir yandan da hayatta kalmaya çalışır. Bugünün paradigmaları olan küreselleşme ve post-modernizmin tetiklediği ABD hegemonyasının temsil ettiği tek kutuplu dünya düzeni, AB gibi ulus-üstü yapıların ortaya çıkışı, etnik milliyetçilikle birlikte dini köktenciliğin yükselişi ve küresel terörizm gibi siyasal ve sosyal gelişmeler karşısında aslında yok olmuş gibi gözüken ideolojiler çağa ayak uydurma gayretindedir. Nitekim bir yandan sosyalizm öldü denilmekte ve Batı liberalizminin nihai zaferi ilan edilmekte, diğer yandan liberalizmin bunalımına işaret edilmektedir. Milliyetçilik ise küreselleşmenin olumsuz etkileri mücadele ederken, ulus-üstü ve çok kültürlü meydan okumalara intibak etmeye çalışmaktadır.

İdeolojiden sıyrılmış siyaset ya da tüketimci siyaset yok olmaya mahkumdur çünkü bu siyaset insanlara maddi kişisel çıkarlardan başka bir şey sunmaz. İktidara geldiklerinde politikacıların ne yapacaklarına ilişkin inançları, değerleri ve kanaatleri olmalıdır. Siyasal fikir ve ideolojiler tüm toplumu bir arada tutacak birleştirici inanç ve değerler kümesi temin ederek, çimento görevi yapmaktadır. Örneğin ABD’li siyasetçilerin çoğunun paylaştığı “Amerikan ideolojisi”nin temelinde serbest piyasa ekonomisinin meziyetlerine ilişkin liberal-kapitalist değerler kümesi ve ABD Anayasası’nda yer alan ilkelere saygı vardır . 

Siyasal fikir ve ideolojileri farklı şekillerde kategorize etmek için pek çok çalışma bulunmaktadır. Bunlardan en köklüsü sol-sağ yelpazesidir. Bu gruplamayı esnekleştirmek için arasına ‘merkez’ kavramı yerleştirilmektedir. Tarihsel süreç içinde ideolojileri soldan sağa; komünizm, sosyalizm, liberalizm, muhafazakarlık, faşizm şeklinde sıralamak mümkündür. 21’ nci Yüzyılda bu ideolojilere post-modernizm başta olmak üzere çeşitli post-izmler ve küreselleşme meydan okumaktadır. 

Siyasal ideolojilerin izleri modern devleti ortaya çıkaran süreç ile başlar. Modernleşme süreci sosyal, siyasal ve kültürel boyutlara sahipti. Sosyal açıdan modernleşme yeni sosyal sınıfların yer aldığı, piyasa yönelimli ve liberal bir iktidar anlayışı ile bağlantılıdır. Siyasal olarak modernleşme ise mutlak monarşilerin yerini, anayasal, zamanla da demokratik yönetimlerin almasını gerektirmiştir. Kültürel açıdan modernleşme ise Aydınlanma fikir ve görüşlerinin yayılması biçiminde karşımıza çıkmaktadır. Bu fikirler geleneksel dini ve siyasal fikirlere meydan okumuş ve genel olarak ilim, akıl ve ilerleme ilkeleri ile temellendirilmişti. 

Liberalizm, muhafazakarlık ve sosyalizme muhalif olarak geliştirilen “merkez” ideolojiler, modernleşme sürecine zıt tepkiler vermişlerdir. Modern toplumlar sanayileşme ve sınıf dayanışması üzerine kurulmuştu. Post-modern toplumlar ise, insanların üreticiden tüketiciye dönüştüğü, sınıfsal dini ve etnik sadakatin yerini bireyciliğin aldığı, gittikçe parçalı bir özellik arz eden, kimlik meseleleri ile ilgili, çoğulcu “bilgi toplumlarıdır.” Post-modernizm ile ideolojik gelenekleri harmanlamaya yönelik teşebbüsler “post-liberalizm”, “post-marksizm”, “post-feminizm” gibi çeşitli “post-izmler”in ortaya çıkmasına yol açmıştır. 

21’ nci Yüzyılın başlangıcında liberalizmin yükselişi doruk noktasına ulaşmıştır. Çünkü, piyasa temelli ekonomi ile birleşen liberal temsili hükümet modeli, 19’ ncu Yüzyıldan beri tüm dünyada engellenemez bir şekilde yayılmış ve Batıdaki sosyal gelişmeye hakim olmuştur. Tüm bunlarla birlikte, liberalleri yeniden düşünmeye, bazen de görüşlerini gözden geçirmeye zorlayan yeni meydan okumalar da söz konusudur. Liberal ideolojiye olan güven sorunu yanında, bizzat kapitalist sistemin nasıl evrimleşeceği ve karşılaşacağı krizler, yeni ve liberal olmayan güçlerin ortaya çıkışı, terörle savaşta diğer ülkelerin liberalizmden saparak cevap verme ihtimali, otoriter milliyetçiliğin yayılma riski gibi trendler liberalizmin geleceğini etkileyecektir. Immanuel Wallerstein’e göre dünya sistemi liberalizmin yerine zaman içerisinde yeni bir sistem getirecektir .

21’ nci Yüzyılın diğer bir gerçeği de muhafazakar düşüncenin hakim ideoloji üzerinde edindiği konumdur. 19’ ncu yüzyıl boyunca muhafazakar anlayış yükselen reform dalgası karşısında monarşi ve katı otokratik değerleri savunuyordu. Ancak II. Dünya Savaşı’ndan sonra Hıristiyan Demokrat partilerin kurulması ile beraber Avrupa’da muhafazakarlar özellikle Almanya ve İtalya’da siyasi demokrasi ve sosyal reformu tam anlamıyla kabul etmişlerdir. Öte yandan ABD, göreceli olarak muhafazakar fikirlerden çok az etkilenmiştir. ABD’nin yönetim sistemi ve siyasi kültürü büyük ölçüde yerleşik liberal ve ilerici değerleri yansıtır. 

ABD’deki her iki büyük partinin siyasetçileri de ‘Muhafazakar’ olarak anılmaktan hoşlanmazlar. Bununla beraber ABD’deki Reagan Yönetimi (1981-1989) ve İngiltere’deki Thatcher yönetimi (1979-1990) ‘yeni sağ’ olarak adlandırılmıştır. ABD’deki yeni sağ, Sovyetler Birliği’nin artan askeri gücü ve Vietnam ve İran’da ulusal prestije zarar veren olaylar karşısında harekete geçmişti. İngiltere’de ise, 1980’lerden itibaren Avrupa’nın bütünleşmesi olgusunun ortaya çıkmasıyla ulusal egemenliğe tehdit algısının yerleşmeye başlaması temel kaynak olmuştu. ABD’deki ‘yeni muhafazakar sağ’ ise kaos, parçalanma ve düzensizliğe çare olarak; yasa ve düzen, kamusal ahlak ve ulusal kimlik konularına odaklanmaktadır. Bu anlayışta dini öğeler  ve ulusal kimliği güçlendirme düşüncesi öne çıkmaktadır. 

1.1.2. Uluslararası İlişkiler Teorileri, Güç ve Güç Dengesi: 

Uluslararası düzende güç ve politika uygulamalarının arkasındaki kavramları anlamamızda ideolojiler kadar güç ilişkileri ve güvenlik politikalarına yön veren uluslararası ilişkiler teorileri de önemli bir kaynak oluşturmaktadır. Uluslararası ilişkileri açıklamak için kullanılan teoriler; genel kabul gören biçimi ile Realizm, Liberalizm, Marksist teoriler ve Yapıcılık (Constructivism) olarak gruplandırabiliriz. Bugüne kadar uluslararası ilişkiler alanında egemen görüş, “realizm” olarak tanımlanan pozitivist kökenli bir paradigma olagelmiştir. Realizm’in ilkeleri ilk kez Hans Morgenthau ve E.H. Carr  tarafından belirlenmiştir. Morgenthau, 1948 yılında yayınladığı Uluslararası Politika (Politics Among Nations) adlı çalışmasında “güç ve güç dengesi teorisi”ni ortaya koymuştur. 

Realizm, temel olarak uluslararası ilişkileri; aktörlerin devletlerden ibaret olduğu, devletlerin rasyonel davranarak çıkarlarını maksimize edecek politikalar izledikleri, bu ilişkilerin de güçler arasında bir hiyerarşik yapılanmanın söz konusu olduğu bir güç dengesi içinde gerçekleştiği varsayımına dayanmaktadır. Realizmde dünya sahnesinin ana aktörleri ulus-devletlerdir ve onların egemenliğine meydan okuyacak -belirli kolektif yollar dışında, bir güç yoktur. Devlet dışındaki çokuluslu kuruluşlar ve uluslararası organizasyonlar ancak devletlerarası ilişkilerin çatısı altında birer aktör niteliğindedir. 

Realistler için uluslararası ilişkilerin temelinde kendi ulusal çıkarlarını maksimize etmeye çalışan devletler arasındaki güç mücadelesi yatmaktadır. Bu mekanizma ise uluslararası düzenin sağlanmasında güç dengesini kendi lehine değiştirmeyi öngören kendi kendine yardım eden (self-help) sistem, askeri güce ve işbirliğine dayalı bir yapı sunmaktadır. Realistler, “hegemonik istikrar teorisi”ni kabul etmişlerdir. Buna göre, uluslararası sistemde düzenin sağlanabilmesi için hegemonik güçlere ihtiyaç vardır. Hegemonya, ulusların bir ülkenin gücünü ve liderliğini kendi rızası ile kabul ettikleri ve kendi çıkarlarına da uygun buldukları sistemdir. Realizm, bugüne kadar dünya politikasının baş aktörü ABD’nin ihtiyaçlarını, bakış açılarını ve çıkarlarını göz önünde tutan bir paradigma olma niteliğini korumuştur. 

Liberal düşüncenin temelinde insanın mükemmel olduğu, bu mükemmelliğin gelişmesi için “demokrasi”nin gerekliliği ve “gelişme (development)“ düşüncesi yatmaktadır . Liberaller, uluslararası ilişkilerin aktörleri arasında ulus-devletin yanında çokuluslu şirketler ve ulusaşan aktörleri (NGO’lar ve uluslararası organizasyonlar) de aktör listesine dahil etmektedir. Bu kapsamda, ulus-devlet; ulusal çıkar peşinde koşan kendi içerisinde bir bütün veya birleşmiş bir aktör değil ona yön veren kendi çıkarları peşindeki bürokratik organizasyonların toplamıdır. Liberallere göre devletlerin egemenliği sadece teorik ve yasal boyuttadır. Pratikte devletler kararların alınmasında tüm aktörler ile istişarede bulunmalıdır. Devletler arasında karşılıklı bağımlılık uluslararası ilişkilerin önemli bir özelliğidir.

Marksist teori yapısalcılık (structuralism) veya dünya-sistemi teorisi olarak da tanımlanmaktadır. Marksist teorinin temelinde uluslararası ilişkilerin kapitalist ekonomik düzene sahip bir dünya içerinde oluştuğu düşüncesi yatmaktadır. Bu ekonomik dünyanın en önemli aktörleri ise devletler değil sınıflardır ve bütün diğer aktörlerin davranışları ancak sınıf mücadelesi içerisinde açıklanabilir. Devletler, çokuluslu şirketler ve hatta uluslararası organizasyonlar dünya ekonomik sisteminin hakim sınıfının çıkarlarını temsil etmektedirler. Dünyaya ekonomik pencereden bakan Marksistlere göre kapitalist güçler uluslararası ilişkilerde ana politik gelişmelere karar vermekte ve bütün devletler uluslararası kapitalist ekonominin kurallarına göre hareket etmektedir.

Yapıcılık (Constructivism) 1980’lerin sonuna doğru gelişmeye başlayan ve 1990’ların ortasından itibaren etkin olmaya başlayan nispeten yeni bir teoridir. Realistlerin aksine kendine yardım eden kapalı bir dünyadan ziyade sadece dünya düzeninin değil kimliklerin, yapıların ve çıkarların da sürekli değiştiği, kendini yenileyen bir sosyal düzeninin varlığını savunmaktadırlar. 1970’lerden itibaren uluslararası alanda yeni aktörler ve yeni problemlerin ortaya çıkması ile neorealizm, küreselleşme (globalizm), pluralizm (çoğulculuk) ve structuralizm (yapısalcılık) gibi realizmin dayandığı varsayımlara karşı olan muhtelif yaklaşımlar ve paradigmalar ortaya çıkmıştır. 

Neorealistlere göre; ekonomik ilişkiler ve süreçler, güç ve siyaset açısından önemli etkiler yapabilmektedir. Neorealizmde “hegemonya” yerine “uluslararası rejimler” kavramı kullanılmaktadır. Uluslararası rejim ise etrafında aktörlerin belli ortak konulara ilişkin beklentilerinin birleştiği ilkeler, normlar, kurallar ve karar verme süreçleri olarak açıklanmaktadır . 1970’lerde realizme karşı geliştirilen “pluralist” paradigma ise devlet dışı aktörlerin (çokuluslu şirketler ve hükümetler arası kuruluşlar) uluslararası ilişkilerde devletler kadar önemli bir rol oynadığını kabul etmekteydi. 

Uluslararası ilişkilerin kısa geçmişine bakıldığında, kuramsal azlık hatta teorik boşluk görülmektedir. Uluslararası ilişkilerde, toplum bilimlerinin diğer alanlarında olduğu gibi tek bir teori ile tüm dış politika ve uluslararası ilişkileri analiz etmek olanaklı değildir . Teorik tartışmalara 1980’lerde Realizmin hâkim olduğu paradigmalar arası tartışmalar hâkim oldu. Ancak son yıllarda, Realizmin hakimiyeti üç global gelişme tarafından tehdit edilmektedir ; (1) Neo-liberal kurumlar gittikçe artan bir şekilde önem kazanmaktadır. (2) Küreselleşme dünya politiğinin diğer özelliklerini sahneye taşımıştır. (3) Realizmin temel varsayımlarını büyük ölçüde yıkacak şekilde sosyal bilimlerde ve felsefede pozitivist gelişmeler ortaya çıkmaktadır. 

1.1.3. ABD’de Yeni Kuramsal Çalışmalar Ve Strateji Arayışları:

ABD’de uluslararası ilişkiler arasında yeni kuramlar ve strateji arayışları sürekli bir tartışma konusudur. Soğuk Savaş sona erdiğinde Körfez Savaşı için oluşturulan koalisyon döneminde vizyon arayışlarına ilk verilen cevap Başkan (Baba) George H.W. Bush tarafından telaffuz edilen “yeni dünya düzeni (new world order)” idi. Ancak, bu vizyon iyi tanımlanmamış olduğu için entelektüel çevrelerde tutmadı. Yeni dünya düzeni, geleneksel ABD ulusal güvenlik ve askeri güç kullanımı anlayışına uymayan; ulusal çıkarların çokuluslu koalisyonlar dahilinde ve BM çerçevesi içinde elde edilmesini işaret eden bir eğilimdi.

Clinton’ın vizyonu ise ilk defa Dışişleri Bakanı M.Albright tarafından ifade edilen “tartışmacı çoktaraflılık (assertive multilateralism)” stratejisi temelinde dünya olaylarına daha olumlu bir pencereden bakan “yapıcı angajman (constructive engagement)” olarak isimlendirildi. Clinton vizyonu, daha çok politik ilişkiler ve özellikle ekonomik bağlar ile dünya’da barış ve güvenliğin sağlanmasında ana itici unsurun “küreselleşme” olacağını öngörüyordu. 1990’lı yıllar baba Bush döneminde Somali’de, Clinton döneminde ise Bosna, Kosova ve Haiti’de ABD askerinin rol aldığı barışı koruma operasyonlarına tanıklık etmişti.

ABD çıkarlarına çok daha düşkün olan Oğul Bush iktidara geldiğinde başlangıçta diğerleri gibi yumuşak güç uygulamaları ve “ulus-yapma” peşinde koşmayacağının işaretlerini veriyordu. 11 Eylül saldırıları Bush’un yeni büyük stratejisinin esaslarını yerine oturttu ; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık (agressive unilateralism) ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. Bush’un dış politikasının öncelikleri ve uygulama alanları 1990’lar süresince yeni muhafazakâr ekip tarafından şekillendirildi. 

Yeni muhafazakâr hareketin öncü isimi Krauthammer yeni dış politikanın belirlenmesinde odak rolü oynadı. Komünizmin çöküşü ile birlikte Neo-con’lar iki ideolojik kampa bölündü ; neo-realistler ve demokrat küreselciler. Jean Kirkpatrick ve Irving Kristol’un liderliğini yaptığı neo-realistler ABD ulusal çıkarlarına daha sıkı sıkıya bağlı ve sınırları belli bir dış politika istiyorlardı. Demokrat küreselciler ise demokrasi projecileri tarafı idi. Onlar rakipsiz ABD güç ve etkisinin; demokrasi, serbest ticaret ve Amerikan değerlerini tüm küreye yaymasını hedefliyordu. 

İki tarafın realizm ve idealizm arasındaki tartışmaları “American Enterprise Institute” içinde sürerken neo-con’lar içinde üçüncü bir grup askeri strateji hazırlamakla meşguldü. Paul Wolfowitz, I.Lewis Libby ve Zalmay Khalilzad gibi Savunma Bakanlığı’nın askeri stratej ve analizci bir grubu yeni muhafazakar hareketin askeri stratejisini hazırladılar. Askeri strateji neo-realizm doğrultusunda ABD askeri gücünün rakip tanımadan ve sınırlama olmadan kullanılmasını öngörüyordu. ABD tek kutuplu dünya’da tek hegemon güç olmanın avantajını kararlılıkla kullanacaktı. Askeri güç kullanımı için kimsenin onayı istenmeyecek ve bir yandan da serbest Pazar ekonomisine dayalı demokrasilere geçiş sağlanacaktı. 

Bugün gelinen aşama ne neo-realizm, ne de demokrat küreselcilik olarak tanımlanmaktadır. ABD stratejisine hâkim olan paradigmanın yeni adı bizzat yeni muhafazakar hareketi yaratan Krauthammer tarafından “demokratik realizm (democratic realism)” olarak isimlendirilmektedir. Yukarıdaki eğilimlere ilave olarak geliştirilen diğer stratejileri kısaca özetlemekte fayda bulunmaktadır. Bunlardan biri Demokrat Parti’nin uzantısı olan The Progressive Policy Institute isimli think tank kuruluşu tarafından geliştirilen “ilerici uluslararasıcılık (progressive internationalism)” stratejisidir. Bu strateji neo-con’lara büyük ölçüde katılmakta ancak demokrasi projeleri için NED faaliyetlerinin ve çok taraflılığın daha fazla kullanılmasına vurgu yapmaktadır . 

John Ikenberry ve Charles A. Kupchan tarafından geliştirilen “liberal realizm ” ise ABD’nin yumuşak gücünü kullanarak serbest Pazar ekonomileri ve demokrasiyi yaymasını, yükselmekte olan güç merkezlerini ABD hegemonyasının kontrolünde tutmayı amaçlamaktadır. Muhafazakâr Nixon Center’in Başkan Yardımcısı olan Clifford Kupchan ise “şefkatli realizm (compassionate realism )” ile Bush yönetiminin uluslararası kamuoyunun onayını almadan yaptığı askeri operasyonlar neticesinde diğer ülkelerin daha fazla kışkırtılmasının ABD için tehlikeli sonuçlarına dikkat çekmekte ve çok taraflı bir dünyada Real-politik’in sürdürülmesi için uluslararası onayın alınmasını istemektedir. 

İkinci kez başkan olan George W. Bush ve yeni Dışişleri Bakanı Rice tarafından açıklanan yeni dönemin stratejik hedeflerini ; demokrasi projelerinin desteklenmesi, yenilenen diplomasi ile soğuyan ittifakların canlandırılması, Orta Doğu Barış Süreci’ne katkı ile İran ve Kuzey Kore’den gelen nükleer tehdit ile mücadele oluşturmaktadır. Bush dönemi politikalarının demokrasi projelerini öngören idealizm ile zor kullanan realizm arasında nazik bir dengeye oturduğu genel kabul gören bir yorumdur.

 Karikatür : Bush’un büyük stratejisinin esasları; uluslararası terörizme karşı bitmeyen savaş, önleyici müdahale, saldırgan tek taraflılık ve ABD askeri üstünlüğünün korunması. 

1.1.4. Güvenlik Alanında Bilimsel Çalışmalar:


Uluslararası ilişkiler, güvenlik alanındaki bilimsel çalışmaların en iyi örneklerine ABD öncülük etmiştir.  Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu tür çalışmaların Üniversite çatısı altına alınması ve 1970’lerden itibaren think-tank merkezlerinin çığ gibi büyümesi ABD’nin öncü rolünde önemli  etkenler arasında olmaya devam etmektedir. Güvenlik çalışmaları başlangıçta dar bir kapsam edinerek, uluslararası gerilimin askeri olmayan kaynaklarını önemsememeye ve sadece askeri dengeler üzerinde odaklanmaya eğilimliydi. 1960’lı yılların ortasında güvenlik çalışmalarının ilk dalgası sona erdi ve alan bir düşüş sürecine girdi.  

Bu düşüşte araştırma programlarının bu dönemde tıkanma noktasına gelmesi yanında ilk dalga akademisyen yetiştirmekteki başarısızlık önemli birer etken olmuştu. Ayrıca Vietnam Savaşı bu alandaki ilk çalışmaların bazıları üzerinde şüphe yaratmış ve birçok üniversitede güvenlik sorunları çalışmaları modası geçmiş bir uğraş haline gelmişti. ABD-Sovyet yumuşaması da savaş çalışmalarının daha önemsiz görülmesine ve ABD’nin ekonomik durumundaki düşüşün getirdiği trend ile birlikte ilgi alanının uluslararası ekonomi-politiğe kaymasına neden olmuştur.

Güvenlik çalışmalarında Rönesans 1970’lerin ortasında başladı. Ford Vakfı’nın güvenlik sorunları ile ilgili çeşitli akademik merkezleri destekleme kararı alması ve alanla ilgili temel bilimsel forum haline gelen “International Security” dergisinin kurulması güvenlik çalışmaları için Rönesansı başlatan gelişmeler olarak kabul edilmektedir. ABD Büyük Stratejisinin oluşturulması güvenlik çalışmalarının önemini artırmıştır. Büyük strateji; askeri ve diplomatik araçlar yoluyla güvenliği sağlamak adına oluşturulan bir “devlet teorisi” idi.

Altın çağa damgasını vuran ise en genel düzeyde Kenneth Waltz’ın “Theory Of İnternational Politics (1979)” adlı eserinin uluslararası politik ekonomi içinde realizmin biçimlendirilmiş halini sunması olmuştur . Altın Çağın özelliği, akademik dünya içinde güvenlik çalışmalarının geniş yer tutması idi. Akademisyenler, üniversitelerdeki pozisyonlarını korurken en etkili çalışmalarını RAND gibi düşünce kuruluşlarında ortaya koymuşlardır. Ağırlık merkezi açıkça akademik dünyaya kaymıştı. 

Bugüne kadar geliştirilen ne uluslararası ilişkiler teorilerinin, ne de ulusal güvenlik teorilerinin hiçbiri pratikle tam uyumlu olmamıştır. Değişen güç dengelerine rağmen Realizm büyük ölçüde geçerliliğini korumaktadır. 20’ nci Yüzyılın sonlarına doğru belirginleşen “küreselleşme” ve post-modern yaklaşımın “karşılıklı bağımlılık” olguları, realizmin sunduğu ABD hegemonyasının yöntem ve aktörlerini de etkileyen yeni bir uluslararası sistemin gelişmesine yol açmıştır. 21’ nci Yüzyılda güç ve politika arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için çağımızın iki önemli paradigması olan küreselleşme ve post-modern düşüncenin güvenlik ve güç ilişkilerine etkilerini incelemek gereklidir. 

1.1.5. Küreselleşme ve Güç İlişkilerine Etkileri:

Soğuk Savaşın 1989 yılında sona ermesinin ardından dünya, küreselleşme olgusunun ivme verdiği çok hızlı bir değişim dönemine girmiş bulunmaktadır. Bazı düşünürler küreselleşmeyi; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel alanlarda ortak değerlerden bazılarının yerel ve ulusal sınırları aşarak dünya çapında yayılması olarak kabul etmektedir. Bazıları ise küreselleşmeyi pazar, ürün ve süreçlerin standartlaşması, sosyo-kültürel farklılıkların ortadan kalkması, sınır ötesi şirketlerin gereksinim ve isteklerini karşılayacak standartlarda üretim yapması olarak tanımlamaktadır.

Küreselleşmenin dünya için olumlu bir gelişme olduğunu düşünenlere göre; küreselleşme sınır ötesi serbest ticaretin artmasına, demokrasi ve insan haklarına yönelik çalışmalarda gelişmelere ve büyük oranda refahın yükselmesine neden olmaktadır. Buna muhalefet edenlere göre ise küreselleşme, çokuluslu şirketlerin yönlendirdiği ve denetlendiği bir dünya pazarıdır. Pek çok kişiye göre ise küreselleşme, ABD siyasi ve iş çevrelerinin seçkin kesiminin resmi olmayan ideolojisidir. 

Clinton, küreselleşmeden bahsederken tarihsel kaçınılmazlığına, sosyal olarak gerekliliğine, Amerikanın siyasi liderliğinin buna ihtiyacı olduğuna vurgu yapmaktaydı. Tarihsel olarak doğru zamandaydı, ortak çıkarları paylaşan seçkinlerin anahtar gücüne hitap ediyordu, reddedilmesi gerekenin (komünizmin) bir eleştirisini sunuyordu ve daha iyi bir gelecek vaat ediyordu. Böylelikle küreselleşme Amerika’nın dünyanın tek süper gücü olma konumundaki kavramsal bir boşluğu doldurdu ve küresel hegemonyanın doğal öğretisi oldu .

Batılı ülkeler tarafından üretilen mal ve hizmetler ile bunlara ait bilgiler dünyada sınır tanımaksızın serbest olarak dolaşmak istemektedir. Bu durum alıcı ülkelerin pazar nitelikleri, siyasal yapıları ve yönetim biçimleriyle direkt ilgili olduğu için o ülkelerin mevcut siyasi yapılarının değişmesi küreselleşmenin bir gereği olarak ortaya çıkmakta, bu noktada küreselleşme olgusunun en büyük kozu demokrasi ve hür rejimler olarak gündeme gelmektedir. Demokratik sistemlerin zayıf ve düzenli olmadığı ülkelerde sınırlamaların ve bazı korumacı yasaların varlığı ortaya istikrarsız pazarlar çıkarmakta dolayısıyla siyasal boyutta küreselleşme ülke yönetimlerini nihai hedefte tam demokrasiye ulaşma mecburiyetiyle karşı karşıya bırakmaktadır. 

Küreselleşme, bünyesinde farklı boyutlarda birçok konuyu barındıran karmaşık sosyal, ekonomik ve politik içeriğe sahiptir. Gerek piyasa koşullarının zorlaması, gerekse sosyal yapı nedeniyle değişik piyasalar, şirketler ve sektörler değişik şekillerde örgütlenmektedir. Küresel ekonomik bütünleşme süreci siyasi ve sosyal dağılmayı hızlandırmaktadır. Aile bağları kopmakta, yerleşik otoriteler sarsılmakta, yerel toplum bağları zorlanmaktadır. Uluslar da tıpkı hücreler gibi bölünerek çoğalmaktadır. Küreselleşme homojen kurguyu zayıflattığı için ilerici bir süreç olarak değerlendirilmekte ve küreselleşme sürecini tanımlamada mozaik, melezleşme, eklemlenme gibi kavramlar geliştirilmektedir .

Yeni dünya düzeni ile birlikte küreselleşmenin şu aldatıcı işlevleri kullandığı öne sürülmektedir ; (1) Toplumların anlaşılmasında elzem olan tarih bilincinin köreltilmesi (tarihin sonunun geldiği aldatmacası), (2) Ekonomik bilincin yok edilmesi (sermayenin mülkiyet biçiminin değiştiği aldatmacası), (3) Bireycilik ve sivil toplum örgütlerin öne çıkarılarak, yoksullaşmanın kaynağının anlaşılmasında ve sosyal direnişin örgütlenmesinde gerekli olan ulus bilincinin zayıflatılması.  

Küreselleşme ile birlikte giderek yükseltilen "birey olma bilinci"; bireylerin "etnik ve kültürel haklar" ya da çevrecilik vb. gibi alt-kimlik ya da dokular içinde örgütlenmeye itilmeleri; siyasal dinciliğin yükseltilmesi, kutsal duygu sömürüsünün ön safa çekilmesi gibi sosyo-politik istismarları öne çıkarmaktadır. Demokrasinin ve demokratik hakların gündeme getirilmesi, azınlık haklarını, farklı kimliklerin kendilerini ifade edebilmelerini ve kültürlerini koruma isteklerini ilgili ülkelerin siyasal sorunlarının arasına sokmaktadır.

Ekonomik anlamda gelişmemiş olan bu ülkelerde, genellikle etnik ve dinsel ayrılıkçı hareketler kendilerine geniş destek bulabilmekte olduklarından devletin de yumuşak karnını oluşturmaktadırlar . Kendilerine avantajlar sağlamak isteyen ülkeler bu durumdan azami ölçüde istifade etmenin yollarını aramaktadırlar. Bu anlamda küreselleşmenin siyasal boyutu gelişmiş ülkelerin dışında kalan ve ekonomik bakımdan desteğe ihtiyaç duyan ülkeler için ciddi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir. 

Küreselleşme sürecine olumlu yaklaşanlar, ulus-devletin aşınma sürecini önemli ve ilerici gelişme olarak değerlendirirler. Çünkü bu aşınma ve aşılma global ölçekte zenginliğin, refahın, insan hakları ve demokrasinin gelişmesine neden olacaktır. Hatta daha ileri gidilirse bu süreç hızlı ve etkili bir şekilde gerçekleştirilerek ulus-devletler için temel hedef olarak sunulmakta ve bu sürece uyum “çağdaşlık (modernite)” göstergesi olarak kabul edilip, diğerleri “çağdışı” olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım, daha çok ulus-devletin baskıcı/totaliter ve homojenleştirici yapısına atıfta bulunmaktadır. 

Küreselleşme sürecinin ulus-devletlere etkileri bakımından ekonomik kültürel ve siyasal olmak üzere üç tür küreselleşme ön plana çıkmaktadır. Ekonomik küreselleşme zincirinde; ekonomik etkinliğin uluslararası bir nitelik kazanması, ulus-devletin tutarlılığını ve sürdürülebilirliğini etkilemektedir. Çokuluslu şirketlerden ulusötesi şirketlere ya da ekonomik etkinliğin ulusal sınırların ötesine veya küresel olarak yayılmasına doğru bir eğilim, devletin, ulusal ekonomileri denetleme ve etkileme gücünü sınırlamakta ve böylelikle, ulusal düzeyde devletin gücünü zayıflatmaktadır. Bu durum ulus-devletin küreselleşme karşısında rollerinin yeniden düzenlenmesi ihtiyacı yanında, küresel düzeyde de bugün için pek mümkün görülmeyen düzenlemelere ihtiyacı ortaya koymaktadır.

Siyasal küreselleşme, eskiden uluslararası sistemin temel aktörü olan ulus-devletin üstünlüğünü sarsmış ve ulus-devleti, yetkilerini başkalarıyla paylaşmaya mecbur bırakmıştır.  Ulus-devlet, globalleşme ile yetki ve otoritesini uluslararası ve uluslar-üstü kuruluşlara devretmeye başlamıştır. Bu süreçte uluslararası ilişkilerin artmasına paralel olarak ortaya çıkan sorunlar daha çok uluslararası platformda ele alınmaya başlamış ve bunların çözümü uluslararası işbirliğini zorunlu hale getirmiştir. Bir başka ifadeyle, uluslararası siyasal ve ekonomik aktörler devlet egemenliğine ortak olmuş; ülkeler, ulusal ve uluslararası politika uygulamalarında dış dünyayı dikkate almak durumunda kalmıştır. 

Küreselleşmenin, ulus-devlet ve onun geleceğini etkileyen kültürel bir boyutu da bulunmaktadır. İletişim teknolojisindeki gelişimler ile dünyanın küçülme süreci hızlanmıştır. Kültürel alanda küreselleşme hem kimliklerin evrenselleşmesine hem de parçalara bölünmesine ve çoğalmasına yol açmaktadır. Ulus-devletlerin geleceği, devletlerin, ulusal kimliğe ilişkin birbiriyle çelişkili durumları nasıl dengeleyeceğine bağlı olacaktır. Sonuç olarak; ulus-devlet açısından küreselleşme sürecine olumsuz yaklaşanlar değerlendirildiğinde, küreselleşmenin itici güçleri ile ulus-devleti aşındıran nedenlerin aynı olduğu gözlenir. Ulus-devletin egemenlik alanı ve özellikle ekonomik alandaki işlevleri ne kadar sınırlandırılırsa küreselleşme sürecinin genişlemesi ve gelişmesi o derece hızlı olacaktır. 

Küreselleşmenin en önemli olgusu “etki yaratma” yeteneği; ülkeleri ve toplumları etkileme yeteneğidir. Bu etkileri alıcı konumunda olanlar yani küreselleşmeye ayak uydurmayanlar sürekli bir kırılganlık ve hassasiyet duygusu ile küreselleşme ve küreselleşmenin temsil ettiği değerlere karşı “savunmaya dayalı refleks” geliştirmektedirler . Gerçekte çok az sayıda ülke küreselleşmenin ortaya çıkardığı imkanları yönlendirebilecek bir konuma ve yeteneğe sahiptir. Sanayileşmiş devletler, çokuluslu şirketler, diğer güçlü aktörler, politik ve ekonomik menfaatlerini üst seviyede korumak için ekonomik faaliyetleri etkilemede imkan, kaynak ve güçlerini en son noktasına kadar kullanmakta, hatta bu konuda oluşturdukları ekonomik topluluk ve bu topluluk hukuklarını dahi hiçe sayabilmekte, hedef ülkede ele geçirilen yerli iç dinamiklerden ve onların sağladığı olanaklardan en geniş bir biçimde faydalanmaktadırlar.

Küreselleşmenin getirdiği ekonomik karşılıklı bağımlılık her ne kadar savaş tehlikesini azaltıyor gözüküyorsa da bu bağımlılığın ne kadar ulus-devletin ve halkının yararına olduğu belirsizdir. Küreselleşme ulus-devletin güvenliğini aşındıran ve göz ardı eden nitelikleri ile öne çıktığından 21’ nci Yüzyılda ulus-devletin güvenlik konsepti yeniden gözden geçirilmelidir . Küreselleşmenin ulusal güvenliğe etkilerini aşağıdaki şekilde özetleyebiliriz ;

- Uluslararası ve ulusüstü yapıların gelişmesi ulusal egemenliğin aşınmasına yol açmakta, ulusal çıkarları sağlamaya yönelik güç politikalarının uygulanmasını güçleştirmektedir.

- Küresel ekonomik bütünleşme ekonominin ulusal denetimini ve hükümetlerin etkinliğini sınırlamakta, devleti güçsüzleştirmektedir.

- Ekonomi ulusal gücün lokomotifi olarak ortaya çıkarken uluslararası ekonomik aktörlerin (çokuluslu şirketler, IMF, Dünya Bankası vb.) ulusal ekonominin gelişmesindeki belirleyici rolü ekonomik güvenliği ulusal güvenliğin en önemli güvenlik parametresi haline getirmektedir.

- Ulusötesi sosyal ve dini hareketler ulusal güvenliğe meydan okumaktadır.

- Küresel iletişim ve ulaşım devletin sınırlarının kontrolünü daha da güçleştirmiştir.

- Ulusal birlik; etnik ve dinsel çeşitlilik ve devletten özerklik taleplerinin tehdidi altındadır.

- Ulus-devletin yeniden yapılanmaya ve rollerini yeniden belirlemeye, ulusal güvenlik ve güç kullanımı konusunda yeni yöntem ve vasıtalara ihtiyacı vardır. 

1.1.6. Post-Modernizm ve Güç İlişkileri:

      Arnold Toynbee “Bir Tarih İncelemesi” adlı eserinde modern dönemin Birinci Dünya Savaşı ile sona erdiğini, bundan sonraki dönemin postmodern dönem olduğunu ileri sürerek ilk kez postmodern terimini kullanmıştı . Post-modernizm  1980’lerin ortasından başlayarak son 25 yılda sosyal bilimlerde etkili bir teorik gelişmeye yol açtı. Post-modern düşüncenin üç temel temasını; iktidar (güç)-bilgi ilişkisi, kimlik (identity)’in kazanılmış doğası ve çeşitli metinsel stratejiler oluşturmaktadır. 

Michel Foucault güç-bilgi ilişkisi konusunda en çok etkili olan isimlerden biridir. Foucault, rasyonalizm ve pozitivist düşüncenin aksine gerçekte gücün bilgiyi ürettiğini savunmaktaydı. Gücün bütünü bilgiye ihtiyaç duymaktaydı ve bütün bilgi birikimi mevcut güç ilişkilerini takviye etmekte ve ona dayanmaktaydı. Kısaca mevcut gücün ürettiğinin dışında bir gerçek yoktu. Gerçek, sosyal düzenin dışında bir şey değil ancak onun bir parçasıydı . 

Postmodernistlerin uluslararası ilişkilerdeki hedef kavramlarından biri modern egemen devlet olmuştur. Post-modern düşünce devlet-merkezci modeli sorgulayarak toplumu birçok güç ağının kesişmesi olarak görür . Sivil toplum yapısı içerisinde devlet bağımlı değişken olarak kabul edilir. Postmodernistler, devletin problematik dışı rasyonel bir varlık değil, düzene girmeyecek bir şeyin üzerine, yoğun örgütlenme ile disiplin uygulayarak düzen oturtmaya çalışan keyfi bir ilişki olduğunu iddia etmektedir. Postmodernler için, egemenlik, yani devlet, bir çözüm olmaktan uzaktır . 

Post-modernistler, güç ilişkilerine bakarken ve uluslararası ilişkiler teorilerinin ‘gerçek’ anlayışını süzerken konseptlerin ve bilginin güç ilişkilerine etkileri üzerinde durdular. Bu incelemelerin en önemlilerinden biri Cyntia Weber, Jens Bartelson ve Jenny Edkins gibi düşünürlerin “egemenlik konsepti” idi. Bu konsepte göre egemenlik kavramı tarihsel olarak kendi pratiği içerisinde değişebilirdi ve bugünkü anlamı doğal olmayan bir biçimde sabitlenmişti. Post-modernistler için “kimlik” de sabit bir tanıma sahip değildi ve kazanılabilir veya edinilebilirdi (performative) . 

Post-modernist yaklaşıma göre devlet gelişiminin üç aşaması; ekonominin tarihsel evrim süreci içerisindeki üç çeşidi ile ilişkilendirilen modern öncesi, modern ve post-modern olarak tanımlanmaktadır. Modern öncesi devleti; tarımsal ekonomi, modern devleti; seri sanayi üretimi ekonomisi, post-modern devleti ise enformasyon ekonomisi temsil etmektedir. Modern öncesi devlet gerçek bir devlet bile değildir; hükümetin şiddet üzerindeki tekelini kaybettiği, Somali ya da bir dizi Afrika ülkesinde görüldüğü gibi iç savaş ve terör eylemlerinin günlük hayatı kabusa çevirdiği bir kaos bölgesidir. 

Modern devlet; milliyetçiliğin itici güç olduğu, bazen saldırgan ve şiddet unsuru olan, hukuk ve güç üzerindeki egemenliği konusunda ısrarcı davranan, yüz yıldan fazla süredir esas tercih olmuş devlet şeklidir. Post-modern devlet ise yasal bir hak olarak egemenliğini yeniden tanımlamaya ve iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul etmeye hazırdır; post-modern toplumun birinci derecedeki örneği Avrupa Birliği’dir.  Post-modern devlet, hepsinin ötesinde -savaş karşıtı olan karakterini açığa vuran, bireye değer verir.

Postmodernist düşünürler ulusun hayali bir cemaat ve toplumsal alanın heterojen ve bütünleştirilemez olduğundan hareketle ulusallık kavramına karşı çıkmaktadırlar. Ulusal kimlik, ulusal sınır, ulusal bir ordu, ulusal bir ekonomi ve ulusal demokratik kurumlar artık ulusal olma niteliğini yitirmektedir. Ancak, bugün kimlik ve demokratik kurumlar inatçı bir biçimde ulusallığını sürdürmeye devam etmektedir. Post-modernlere göre, çağımızda devlet egemenliği zayıflamakta, günümüz dünyasının çok yönlü bütünleştirici ve ayrıştırıcı kuvvetleri karşısında, düzen sağlayıcı işlevini yitirmektedir. Postmodernizm, devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkilerdeki rollerine ağırlık atfederek, egemen devletin alanını da sınırlamaktadır. 

Post-modern düzende ulusal egemenlik kavramı dar ve geniş anlamda olmak üzere iki şekilde ele alınmaktadır. Dar anlamda ulusal egemenlik kavramı, var olan ulus devletlerin kendi hukuk ve sosyal sistemlerini sürdürüyor olmalarıdır. Dar anlamı ile ulusal egemenlik kavramı, şekil olarak, ulusal sınırları esas almakla beraber, yasaların yapımında ulusal sınırlar içindeki hakim gücün siyasal erk üzerinde etkisi söz konusudur. Geniş anlamda ulusal egemenlik ise iç işlerine karşılıklı müdahaleyi kabul eden, egemenliğin ulus dışı yapılarla paylaşılmasını öngören anlayıştır.

Batı politikalarının özünde Soğuk Savaş bitene kadar modern devlet vardı. Post-moderncilere göre Batı Avrupa için post-modern çağ 1989’da başlamıştır. Avrupalılar artık post-modern bir kıtada yaşayan post-modern devletler bütünüdür. Post-modern bir düzen, post-modern devletler ve karşılıklı bağımlılığı gerektirir. “Çıkar” modern devlet ve varisi post-modern devlet için farklı anlamlar taşımaktadır. Post-modern dünyada geleneksel anlamda güvenlik tehditleri yoktur; çünkü üyeler birbirlerini işgal etmeyi düşünmezler. AB içinde tartışılan çıkarlar öncelikle politik tercih ve sorumlulukların paylaşımı meseleleridir.

Post-modern devlet daha çoğulcu, daha karmaşık, bürokratik modern öncesinin aksine hiç kaotik olmayan bir devlettir. Post-modernistler, realizmin devletler arasında güvenlik rekabetine yol açtığını ve devletleri savaşa teşvik ettiğini ifade etmektedir. Bunun yerine işbirlikçi normların, bireylerin, devletlerin ve bölgelerin birbiri ile çalışmayı öğreneceği barışçı bir küresel politiğin gelişmesi programlanmalıdır. Realizmin yerine toplumcu söylemler ve fikirler öne çıkmalıdır. Post-modernistlere göre uluslararası ilişkilerin doğası; güvenlik hakkında düşünme ve konuşma yöntemimize göre değişebilir .  

Post-modern sistem dengeye dayalı değildir. Ne egemenliği, ne de iç ve dış ilişkilerin ayrılmasını esas alır. Bu dünyanın özelliği iç ve dış ilişkiler arasındaki mesafenin ortadan kalkmaya başlamasıdır. Anlaşmazlıkları sona erdirme yolu olarak güç reddedilmiştir. Azınlık anlaşmazlıkları ortak kurallar ya da mahkeme kararıyla çözüme bağlanacaktır. Sistemdeki kuralların tamamı kendiliğinden uygulanmaktadır. BM, toplu bir güvenlik örgütü olarak yeni bir dünya düzeni yaratmak için değil, statükoyu korumak için vardır. 

Post-modern düşünce çifte standartlar fikrine alışmış olmayı gerektirir. Post-modern devletler kendi içlerinde, hukuk ve açık güvenlik işbirliği temelinde işlerler. AB post-modern sisteminin en gelişmiş örneğidir. Açıklık yoluyla sağlanan ve karşılıklı dayanışma yoluyla uygulanan şeffaflığı temsil etmektedir. Ulusların üstünde değil (supranasyonel) ulusların arasında geçiş sağlayan (transnasyonal) bir birimdir. Post-modern sisteme uygun uluslararası bir toplum yaratmak, uluslararası sosyalizasyon gerektirmektedir. AB kurumlarının görevlerinden biri de bunu sağlamaktır. 

Post-modern anlayışa göre bugün dünyada ne yeni bir dünya düzeni, ne de yeni bir dünya düzensizliği söz konusudur. Bunun yerine Avrupa’da bir güvenlik kuşağı, dışında ise tehlike ve kaos kuşağı bulunmaktadır. Dünyayı özellikle tehlikeli ve zor yapan şey küreselleşmeyle ayrılan üç kuşağın birbirleriyle bağlantısız olmasıdır. Üçe bölünmüş bir dünyada üç kademeli bir güvenlik politikası ve üç kademeli bir akıl takımına ihtiyaç bulunmaktadır. Post-modern düzenin tehditlere cevabı, işbirliği imparatorluğunun sınırlarını genişletmektir. Post-modern ağ ne kadar genişletilebilirse, komşulardan gelebilecek risk de o kadar azalacaktır ve aşırı silahlanmaya gerek kalmadan topluluğu savunacak daha fazla kaynak sağlanacaktır. 

Post-modern düzenin ulus-devlet, milliyetçilik, egemenlik, sınırlar gibi değerlerden feragat edilmesini istediği göz önüne alınırsa bu tür bir güvenlik anlayışı aslında hegemon güçlere dizginleri tamamen vermekten başka bir anlama gelmeyecektir. Postmodernizm, politik bir perspektiftir ama bir projesi, yandaşı olduğu bir politika yoktur. Teorisi, ne ve kimler için var olduğunun yanıtını verememektedir. Post-modernist yaklaşımlar genellikle çok aşırı kavramsal ve gerçek dünya ile alakasız olmakla eleştirilmektedir . 

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***