Kürtler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürtler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Kasım 2017 Perşembe

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 10

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 10


Bütün Derslerin Temelini İlkokulda atarsın. 

Şuanda 60’lı yaşlarını yaşayan bir diğer görüşmecim ise anadil konusunda kendi anısını şöyle aktardı: 

H/K: Ben okula ilk başladığım zaman tabi ben Kürtçe konuşuyordum, Türkçeyi bilmiyordum. Tabi köyde bütün çocuklar benim gibiydi. Zaten bir Kürt köyüydü. Başlar başlamaz biz Türkçe öğrenmeye başladık. Türkçe öğrenme süreci iki sene filan sürdü. Ondan sonra normal diğer derslere başladık. Ortaokula geldiğimde 
tabi daha tam şivem kırılmamıştı. Ders çalışıyordum diğer öğrencilere yetişebilmek için belki onlardan daha fazla da çalışıyordum. Ama şivem tam kırılmamıştı. Şivem tam kırılmadığı için çocuklar ben ders anlatırken bana gülerlerdi. Benim okuduğum okulda Kürtler de vardı benim gibi ama çoğunluk Türk çocuklardı. Ama şu oldu, o beni şey yapardı, yani, keşke onlar kadar anlayabilseydim diye üzerdi. Ama zamanla kapattım. Daha fazla çalıştım. Hatta orta birdeydim ya da orta ikideydim tam hatırlamıyorum dersin birinde gene böyle arkadaşlar bana güldüğü için ben tam farkında değilim. Dedim oğlum ben dersi ne güzel anlattım siz niye güldünüz dedim sıradaki arkadaşıma. Bana şunu demişti dedi ya arkadaşım sanki sen Kürt şivesiyle anlattın ondan dolayı arkadaşlar güldüler. Bu örnekten de hareketle şunu söyleyebilirim Kürtler için eğitim dili Kürtçe olmalıdır. Ama seçmeli olarak Türkçe ders alarak Türk arkadaşlarıyla iletişim kurabilirler. Yani Türkçe de konuşabilmeli yazabilmeli, onları da yakalayabilmeli, onlarla yarışabilmeli. 
Türkçeyi çok fevkinde konuşabilmeli. 
Tabi mecburi olmamak şartıyla. 

Kürtçenin kamusal alandaki anlayışa meydan okuyan varlığının bireyler arasında kendine özgü bariyerler oluşturması dil probleminin bir diğer ayağıdır. Gündelik hayatın çeşitli evrelerinde ortaya konulan davranış şekilleri ve bu davranış şekillerinin farklı alanlarda kurulan toplumsal ilişkilerle dışavurumu, etnik kutuplaşmanın başta dil yoluyla yaratıldığını ve korunduğunu gösterir. Olağan bir günün ritminde Kürtçe konuşmak farklılığı görünür kılarak Türk milliyetçiliğini tetiklemede basit bir pratiğin neleri beslediği bağlamında nasıl bir işleyişi olduğunu gözler önüne serer. Örneğin, bir arkadaşına Kürtçe selam veren bir Kürt o sırada orada olan bir polis tarafından karakola götürülerek tüm gece sorguya çekilebilir. Sabahın ilk ışıklarıyla hayatın ritmine kapılırken çok basit bir pratik olan konuşma eylemi gündelik rutinin iletişim ağında Kürtler için basitlikten çıkar. Siyaset gündelik hayata nüfuz ederek siyasi partilerin temsil ettiği ana akımlar sıradan bireyler üzerinde somutlaşır. Gündelik çabalara ilişkin olarak bir yerden bir yere koşturan bir Kürt, gündeliğin hay huyu içinde, Türkçe bilmediği için ya da bilmesine rağmen kendisini Kürtçede rahat hissettiği için sarf ettiği birkaç Kürtçe kelime onu günlük işlerinden alıkoyabilir. Objektif yaşam koşulları kriterlerine ters düşerek bir Türk’ün yaşamadığı zorlukları bir Kürt olağanüstü şekilde yaşayabilir. Örneğin, annesiyle yaptığı bir telefon konuşması, çocuğuna söylediği birkaç Kürtçe kelime bir Kürt’ün bir gününü alt üst 
edebilir: 

A/K: Bir gün oğlumla arabada gidiyorduk. Oğlum o zamanlar çok küçüktü. Bu dediğim zamanlar 80’lerin sonu. Polis yolda bizi durdurdu. Kimlik kontrolü yapıyordu. Çıkardım verdim. O sırada oğlum kapıyı açacak oldu. Kürtçe “kapıyı açma” dedim. Polis, “Kürtçe ne dedin? Küfür mü ettin bana?” diye sordu. Çocuğa kapıyı açmamasını, dışarıya fırlamamasını söylediğimi anlatamadım. “Ne hakla!” dedi sen Kürtçe konuştun. Aldılar götürdüler beni karakola. Polis orda da 
devam etti. Komiser başladı beni sorgulamaya: “Yasaklı bir dil konuşuyorsunuz, nerden bilelim bize küfür etmediğini?”. 80’lerde çok baskı yaptılar. 
Şimdi onlar da normal karşılıyor. 

Kişinin kimliği toplumun gerçekleriyle örtüşmüyorsa kendine ilişkin bir temsil yaratma ve bu temsili ayrıcalıklı kılma pratiği geliştirir. Şartlara göre yeni bir tasarı fikri dolaşıma sokulur. Kürtçenin Türkçe karşısında yeterince aktif olamayışı Kürtler tarafından hüzünle karşılanır. Kürtçeye yeni bir temsiliyet yaratmanın önceliği Kürtler arasında tartışılan konulardandır. Yaratıcı tasarımla Kürtçenin statü ve prestij dili olmasının önünün açılmasının gerekliliği dile getirilir. Şuan ki haliyle Kürtçe hayatın içinde canlı bir dil olma özelliğinden çok uzaktır. Dilin ev sınırları içinde kalması hayatın ritmini yakalayamamasına neden olur. Okullarda ve sokakta önü açılamayan dilin gelişmesi mümkün gözükmez. Bir dilin korunması ve geliştirilmesi için ilk şart okullarsa da ikinci şart hayatın içinde her alanda kullanılabilir olmasıdır. Dilin okul dışında konuşulmasını sağlayacak koşulların oluşturulması talebi genel olarak görüşülen Kürtlerin ortak talebidir. Kürtçenin geleceği sokağa, tabelalara, internete ve olabilecek her yere taşındığı ölçüde güvence altına alınmış olacaktır. Bir görüşmecimin ifade ettiği gibi, “hayatın her alanında kullanım değeri olmayan bir dil yeni kuşaklara cazip gelmeyecektir”. Sadece evde ya da yakın çevrede konuşulan dil 300-500 kelime arasında gidip gelir. Bir Kürt’ün gün içerisinde konuştuğu Kürtçe kelimeler bu sayı aralığını geçmez. Bu konudan yakınan bir görüşmecim şunları dile getirdi: 

A/F: İç Anadolu Kürdü 300 kelimeyi geçmiyor. Bir araştırma yapmışlar geçenlerde dinledim, Kürtçede 4500 kelime var. Biz 500’ü geçmiyoruz. Niye bilmeyelim? 
Unutulmasın. Biz Kürtçe konuştuğumuzu sanıyoruz, konuştuklarımızın %70’i Türkçe. Yarımız asimile olmuş. Ezildik be! Dilimiz yaşasın, kaybolmasın. 

Aşağıda yer vereceğim anlatı, Kürtçe konuşmanın Kürtler açısından bir özgürlük metaforu olduğunu gösterir. Denebilir ki tüm şartlara rağmen devletin yasaklarını bir kenara bırakarak Kürtçe konuşmak özgürlüğe giden yolda en önemli araçtır. Herkesin kişisel hayat hikâyesi kendi dil dünyasını inceden inceye örmekte ve dile farklı anlamlar vermektedir. Kürtçeye getirilen yasaklamalar genel olarak “Kürtlerin özgürlüğüne vurulan büyük bir darbe” şeklinde algılanılır. Bu özgürlük sorunsalı bir meydan okumayı beraberinde getirir. Alanda günlerce derinlemesine görüşmeler yaptığım muhataplarıma göre kendi dilini konuşmak, yazmak ve dolaşıma sokmak tüm dünya insanlarıyla eşit olarak Kürtlerin de hakkıdır. Dile ilişkin her anlatıya eşlik eden özgürlük ideali kimliğin varlık mücadelesinden ayrılmaz bir parçadır. 

Kürt kimliğiyle Kürtçe arasında hissedilir bir özgürlük bağlantısı olduğunu ileri sürmek yanlış olmaz. Türk toplumunun geliştirdiği reaksiyonlar, Kürtçe 
konuşmanın özgürlükle eşdeğer tutulmasında önemli bir yer teşkil eder. Devletlerin baskıcı yönetimlerine karşı hemen herkesin kullandığı farklı yollar 
vardır. Alanda görüştüğüm Kürtler bu yolun onlar için “inadına Kürtçe konuşmak” olduğunu dile getirdiler. Bir çocuk dünyaya geldiğinde yaşadığı 
toplumun gerçekliğini ipuçları sayesinde yıllar içerisinde deneyimleyerek öğrenir. Görüşülen kişiler hem kendi çocuklukları hem de çocuklarının gelecek planlarından bahsederken dilin ne denli önemli olduğunun altını çizdiler. Çocuklarının özgürlüğünün de anadillerinden geçtiğini çok açık bir şekilde ifade ettiler. Onlardan bir tanesinin anlatısına yer vererek devam etmek istiyorum: 

E/Ö: Ben her dili konuşurum. Bildiğim her dili konuşurum ben. Kürtçe eğitim olsun, kötü olmaz kardeşim. Herkes özgürdür yani. Özgürlük kadar güzel bir şey var mı? 
Yok. Kendi dilini öğrensin yani. Tekrar söylüyorum özgürlük kadar güzel bir şey yok. Bir insan kendi dilini konuşacak. Bunda da sıkıntı yok. 

Yani ben Kürtçe konuşuyorum diye bazı insanlar bazı toplumlar rahatsız oluyorsa bunda bir sıkıntı var derim. 

Bunda bir ırkçılık var derim. Bu benim dilim bu? Konuşurum. Şurada bir İngiliz İngilizce konuştuğu zaman kimse yakasından tutup da sen niye İngilizce konuşuyorsun demiyor. Niye? Çünkü adamın kendi dili. Konuşabilir. Almanca da biliyor ama Almanca konuşmuyor adam. Ben Kürtçe biliyorsam Kürtçe konuşurum niye konuşmamayım? 

Benim çocuğumun da Kürtçe konuşmasını isterim. Buna da kimsenin sen niye Kürtçe konuşuyorsun demesi yanlış. Adamın kendi dilidir, anadilidir; konuşabilir, 
eğitim alabilir. Çocuğumun eğitim almasını da isterim. Niye istemeyeyim? O’nun özgürlüğü kadar güzel bir şey yok. 

7.3. Özerklik: Kolaylık, Tamamlanmışlık, Huzur 

1864 yasası çerçevesinde eyalet sisteminden, bugün hala yürürlükte olan vilayet sistemine geçişle (Yıldız, 2006: 45), bölgelere merkezi atamaların önem kazanarak artması, bölge insanlarının gün içerisindeki en basit pratiklerini gerçekleştirebilmelerinde zorluklar çıkarır. Bir beldedeki öğretmen eksikliğinde, bir hastanedeki doktor ya da hemşire açığında ve yahut bir kurumun vasıfsız memur ihtiyacında bile ne kadar ivedili olursa olsun dönemsel olarak yapılan merkezi atamaları beklemek, yerel halkın gündelik hayatını felce uğratmaktadır: 

H/K: Diyelim ki bir caddenin açılması, bir okulun yapılması, bir imar planının değiştirilmesi, merkezi idareye sorulmaması gerekir. Yereldeki belediye 
meclisleri ve belediye başkanları kesin karar mercii olmalıdır. Öylesine ki trafiğin düzenlenmesinde dahi trafik ile ilgili memurların atanmasında yerel yönetimler 
görevli ve sorumlu olmalıdır. Yaşadığımız şehirdeki hayatımızı bu tür uygulamalar günlük hayatımızı kolaylaştırır. Olabilecek sıkıntıları zamanda gidermenin imkânları yaratılır. Bir temizlik görevlisini dahi merkezden atanmasına gerek olmaması gerekir. Yerel yönetimler kendi ihtiyaçlarını kendileri tespit etmeli ve bu ihtiyaçların karşılanması noktasında da kendileri yetkili olmalıdır. Yani halk tarafından seçilmiş olan bir belediye başkanı yetki ve sorumluluk noktasında soruşturma esnasında vali ya da kaymakam tarafından hemen görevden alınmalıdır. Daha çok yetki ve sorumluluğu olmalıdır. Şuanda kaymakam belediye başkanından daha yetkili. Halk tarafından seçilen büyük ekseriyetle seçilen bir ilçe belediye başkanı her halükarda kaymakam kadar yetki ve sorumluluk sahibi olmalıdır. 

Bir başka görüşmeci özerklik konusunda şunları kaydetti: 

A/F: Bir ilçede yaşayan insanları ilgilendiren bir anayol açılacaksa, bir park yapılacaksa veya bir sokağın ismi değiştirilecekse orada yaşayan halkın görüşüne mutlaka başvurulmalıdır. Benim sokağımın ismi değişiyorsa benim haberim olmalıdır. Savunma, dış politika ve güvenlik merkezi idarenin yapacakları iş oluyor ama doğrudan halkın günlük hayatını ilgilendiren işlerin yapılmasında yerel yönetimlerin daha fazla yetki ve sorumluluk verilmesi vatandaş olarak günlük hayatımızı kolaylaştıracaktır. Özerkliğin faydası şu vatandaşın yönetim sürecine daha fazla katılımını sağlaması. Konya’da yaşayan vatandaşlarıyla ihtiyaçlarıyla Trabzon’da yaşayan vatandaşların ihtiyaç ve talepleri mutlaka farklıdır. Dolayısıyla bu ihtiyaçların ve taleplerin göz önünde bulundurulması yerel yönetimlerin güçlendirilmesiyle olacaktır. 

Anlatılarda yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin olumluluğunu anlatmak için sıkça ‘kolaylık’ ifadesi kullanılır. 
‘Kolaylık’ tabiri, işlerin daha seri  gerçekleştirilmesini ve yerelin ihtiyaçlarının daha iyi karşılanmasını ifade etmek için kullanılır. “Günlük hayatımızı kolaylaştı rır”, “daha huzurlu oluruz” şeklindeki cümleler özerklik konusunda çok sık söylenir. Burada ‘huzurlu olmak’ ifadesi yerel düzeyde ihtiyaçlarına daha kolay ulaşan kişinin duygu halini belirtmek için kullanılır. ‘Huzur’ kavramı özerklik ile özdeşleştirilir. Yereli ilgilendiren herhangi bir konuda görüşüne başvurulan kişi bu durumu da “huzur” tabiriyle ifade eder. Buna göre, yaşadığı yerle ilgili olarak kendisini neyin beklediğini bilmek “huzurdur”. Özerklik kavramı, “vatandaşın yönetime daha fazla katılımı” ve “yerelin daha fazla yetkilendirilmesi” olarak algılanır. 

Bu algı biçimine önemlilik atfedilir. Yerelin daha güçlü olması ve vatandaşın sesinin daha gür çıkması “önemli” olarak yorumlanır. Bir sokağın ismi  değiştirilir ken kendisine danışılan kişi değerli olduğunu hisseder. Tersi durumda, örneğin bir görüşmecimin dediği gibi, kendisinin yalnızca “bir oy pusulası” olarak görüldüğü düşünülür. 

Görüştüğüm kişiler genel olarak özerkliğe geçilmesinin gerektiğini ama bunun “Türkiye’den kopmadan gerçekleşmesini” dile getirdiler. “Herkesin kendi yöresinde eyalet sistemine geçilsin” talebi ayrılıkçı bir talep olarak görülmemekte,  en basit ifadeyle daha fonksiyonel bir yönetime duyulan 
ihtiyaçtan ileri gelmektedir. Özellikle kamu kurumlarında Türkçenin kendisinden başka hiçbir dile alan açmayan baskın konumu “özerk yönetimler altında yerini yerel halkın diline bırakacak” şeklindeki ifadelerle açıklanır. Anlatılarda özerk yönetimler sıklıkla dil konusuyla birlikte yorumlanır. Alanda bulunduğum günler boyunca, Kürtçenin özerk yönetimler sayesinde “daha yetkin olacağı”, “dili bilen memurların çok daha fazla atanacağı”, “anadilde eğitimin önünün açılacağı” gibi cümleleri çok sık duydum. Özerk yönetimlerle Kürtçenin kamudaki yasak konumuna son verileceği düşünülmekte, bu ise bilhassa kadınları memnun etmektedir. Özellikle yaşlı kadınların genellikle Kürtçeden başka bir dil bilmemesi söz konusu memnuniyeti sağlar. Kürtlerin ağırlıklı olarak yaşadığı herhangi bir şehirde, köyünden belediyeye halletmesi gereken bir işi için gelen bir Kürt 
Türkçede kendisini yeterince ifade edemiyorsa daireler arası dolaşıp genellikle eli boş dönmek durumunda kalır. Kamuda Kürtçenin işler hale gelebilmesinin önünü açabilecek özerk yönetimler gündelik aktivitelerin daha seri ve kolay gerçekleştirilmesini sağlayacağa benzemektedir. Görüşme yapılan kişiler açısından özerk bölgeler talebinin anadilde eğitim talebiyle önemli bir bağlantısı olduğu kabul edilir. Onlara göre, Kürtçe anadilde eğitimin kreşten üniversiteye, lisansüstünden post doktora çalışmalarına kadar mümkün olabilmesinin yolu da özerklikten geçmektedir. Denilebilir ki, kimlik ve dil talepleri özerklikle ilişkilendirilerek bir arada yorumlanır. 

Özerklik kavramı bazen kimlikle ilişkilendirilerek kimliğin bir parçası olarak algılanır. Özerk yönetimlerin oluşturulması “kimliğin bulunması” gibi 
ifadelerle anlamlandırılır. Özerklik bir tür ‘tamamlanmışlık’ hali olarak yorumlanır. Kimliğinin özerklikle bağlantılı olduğunu düşünen kişi duygusunu 
“yarım kalmışlık” tabiriyle ifade eder. 
Kadın görüşmecilerim den H. ‘tamamlanmışlık’ olarak özerkliği şöyle yorumladı: 

H/I: Özerklik olmalı ki Kürt üniversiteleri kurulabilsin. Özerklik olursa, bugün Amerika’da var olan eyalet sistemi gibi bir sistem bizde de yerleşirse, Kürtler kendi kurallarını kendileri koyarlarsa, anadilde eğitimin kreşten üniversiteye kadar önünün açılması, kurumsallaşması mümkün olur. Ama yine de Türkiye’ye 
bağlıdırlar. Kürtler olarak özerkliği niye illa ki istiyoruz? Kendi kimliğimizi bulmak için. Özerklik olmayınca bir yarımız hep yarım kalıyor. Hiçbir zaman 
tamamlanamıyoruz. Hep bir yarım kalmışlık duygusu taşıyoruz. 

Farklı bir açıdan yerel yönetimler konusunu kimlikle ilişkilendirerek açıklayan ve kimliğini yaşamak ve geliştirmek istediğini söylerken “huzur” ifadesini kullanan bir başka görüşmecimin ise özerklik konusundaki yorumu şöyleydi: 

F/I: Kimliğime dilime ve kültürüme saygılı olduktan sonra beni bir Kürt kökenli de idare edebilir bir Türk kökenli de. Benim için bu sorun değildir. Şunu demek 
istiyorum yaşadığım yerde devlet benim kimliğimi, dilimi ve kültürümü geliştirmeme imkân veriyorsa idari mekanizmanın nasıl olduğu vatandaş olarak beni fazla ilgilendirmiyor. Yeter ki kimliğimle huzur içinde güvende yaşayabileyim. Beni huzursuz eden şey şu, kimliğim tanınsın ki psikolojik olarak rahat edeyim. Hakikat de bu. Kimse kimseyi kimlikler üzerinden ötekileştirme meli. Herkes birbirine saygılı olmalı. Nasıl idare edersen öyle et beni fazla ilgilendirmiyor. Kürt idare etse ne olacak Türk idare etse ne olacak? Ben kabul edilmek istiyorum. 

7.4. Anayasa: Tanınma, Adalet, Özgürlük 

Anayasa her ne kadar teknik bir konu olarak bireylerin gündelik yaşamlarından uzak bir biçimde tartışılıyor olsa da Kürtlerin Türkiye içinde deneyimlediği çok şeyde varlığını sürdürür. Genel bir ifadeyle anayasalar gündelik hayat içerisinde pek çok şeyden daha fazla görünürdür. 1980 darbesi sonrasında askeri cunta tarafından hazırlanmış olan mevcut anayasa Konya Kürtlerinin gündelik yaşamına nüfuz etmiş ve gün içinde yapılacakların çerçevesini yılları kapsayacak boyutta çizmiştir. Alanda yaptığım görüşmeler sırasında anayasa kelimesini ağzıma alır almaz görüşmecilerim tek bir ağızdan “askerden bir kurtulsun bu anayasa” diyerek sivil bir anayasaya duydukları ihtiyacı belirttiler. “Türkiye’nin askeri baskıdan zor kurtulacağını” ifade ederek yeni sivil bir anayasanın “Türkiye gibi bir ülkede çok zor bir iş” olduğundan ve kendilerini “aştığından” yakındılar. “Herkesin kendini ifade ettiği bir anayasanın mümkün olduğunu” dile getirerek yeni anayasa tartışmaları vesilesiyle “özgürce yaşayacakları bir yaşam” hayal ettiklerini söylediler. “Kenan Evren anayasası yok olmalı”, “anayasa askeri vesayetten kurtarılmalı” gibi cümleler arasında ortak olarak “daha özgürlükçü”, “herkesin eşit olduğu”, “insan haklarına saygılı”, “ayrımcılığın son bulduğu”, “adaleti ve ahlakı yüksek” gibi ifadelerle yeni anayasadan beklentilerini rahatlıkla belirttiler: 

C/M: Yeni anayasadan kimliğimin tanınmasını, vatandaşlık tanımının buna uygun hale getirilmesini bekliyorum. Dilimi ve kültürümü geliştirmem için her türlü yasal ve anayasal güvencelerin getirilmesini istiyorum. Dil konusunda mevcut 
anayasadaki sınırlayıcı hükümlerin kaldırılması gerekir. Yani Kürtçeyle eğitim yapılmasının önü açılmalıdır. 

Ş/Ö: Etnik kimliklere vurgu yapılmadan bir anayasal vatandaşlık tanımının yapılmasını istiyorum. Şuandaki durum benim kimliğimi kabul eden bir durum değildir. 

F/I: Türk Kimliliğine atıf yapılmadan yeni bir vatandaşlık tanımının yapılması en büyük beklentimdir. Başka da bir şey istemiyorum. 

H/K: Ben bir Kürt olarak şunu beklerim Kürtçenin önündeki tüm engeller kaldırılsın, kimliğim tanınsın. Ben bunu istiyorum. 

Yukarıdaki anlatıların ortaya koyduğu temel ortak görüşün temsil ettiği gibi Konya Kürtlerinin yeni anayasadan beklentisi kimlik ve dil meselelerine 
odaklanıyor. Anayasanın vatandaşlık tanımının yeniden düzenlenmesi ve Kürtçenin kullanılmasının önündeki tüm sınırlandırmaların ve yasaklamaların 
kaldırılması ortak bir talep olarak gözüküyor. Alanda ulaştığım Kürtlerde kimlik ve dil konusunda ortak bir görüşün olduğu ve anayasadan da beklentinin bu iki kavram üzerinde yoğunlaştığı tarafımdan gözlemlenmiştir. 

Alanda geçirdiğim günler boyunca kadınların erkeklere oranla konulara daha cesur yaklaştığını belirtmeliyim. Erkeklerin sorduğum sorulara verdikleri yuvarlak cevaplara karşın kadınlar fikirlerini çok daha açık bir şekilde beyan ettiler. Erkeklerin kullanmaktan çekindikleri birçok kelimeyi ifade etmekten geri durmadılar. Bu durum erkeklerin kadınlara oranla iş hayatı gibi alanlarda Türklerle çok daha fazla ilişki kurmalarından kaynaklanıyor olabilir. Özellikle orta yaş ve üzeri kadınların ise çoğunlukla ‘evde’ oluşu ve bu şekilde özel hayat alanlarında Kürtlerle daha sıkı ağlarla birbirlerine bağlanmış olmaları söz konusu cesareti besliyor olabilir. Bir diğer neden de yine özellikle orta yaş ve üzeri kadınların genellikle Kürtçeden başka bir dil bilmemelerinin ya da Türkçede kendilerini yeterince rahat hissetmemelerinin Türklerle kurulan ilişki ağını gevşetmesi olabilir. Bunlardan biri de araştırmamın son günlerinde ulaştığım bir kadın görüşmecimdi. Zamanında Danimarka’da işçilik yapmış olan, dolayısıyla Avrupa demokrasisine aşina olan, şuanda Türkiye’ye temelli dönüş yoluyla gelmiş bulunan ellili yaşlardaki kadın görüşmecim H. anayasanın kimlik tanımına şu öneriyi getirdi: 

H/I: Anayasadan herkesin haklarına saygılı, eşitliği, adaleti gözeten bir kimlik tanımı bekliyorum. Kürt, Türk, Ermeni, Laz, Çerkez herkesin kendi kimliğinin tek tek tanınmasını istiyorum. Bir sonraki cümle de bu kimlikleri bir birlik altında bir araya getirmeli. Bu kadar ben bir cahil kadınım ev kadınıyım (gülüyor). 

7.5. Ekonomik Yatırım: Bağımsızlık ve Balans 

Konya Kürtleri Türkiye’nin ekonomik sistemiyle bütünleşmiş, bariz ekonomik sorunları olmayan, büyük oranda refah ve zenginlik içinde yaşayan insanlardır. Cihanbeyli ve Kulu’nun gelişmiş köylerinin her biri (Tavşançalı, Yeniceoba gibi) adeta birer ilçeyi andırır. Son on yıl içerisinde Anadolu sermayesinin yükselişe geçmesiyle Konya’nın ekonomik olanaklarından çok daha ileri düzeyde yararlanmaya başlamışlardır. Alana çıkmadan önce beni meraklandıran en önemli konulardan biri Konya Kürtlerinin ekonomik yatırım konusunda neler söyleyeceği yönündeydi. Alanda bulunduğum süre boyunca refahın ve zenginliğin kimlik taleplerinin öne çıkarılmasında ve bu konuda bir savunma içerisinde bulunulmasında mücadelenin tersi yönünde bir etkisi olmadığına tanık oldum. Görüştüğüm kişiler için kimlikleri, dilleri ve kültürleri zenginliklerinden önce gelmekteydi. “Bir insanın en önemli ihtiyacının tanınmak olduğunu” ifade eden bir görüşmecim, “Kürtçeyi rahat konuşamıyorsam, kimliğimi bazen gizlemek zorunda kalıyorsam sahip olduğum maddi şeylerin ne önemi var ki?” diye sorarak ekonomik olanaklarının onun için ikincil planda kaldığını söyledi. Konya Kürtleri sistemle ekonomik bakımdan uyum içinde olmalarına karşılık, bölge insanında yaygın olarak bu ve benzeri düşüncelerin hâkim olduğunu söylemek yerinde olacaktır. Ulaştığım her Kürt, Kürt sorununun devletin Kürt politikasının bir sonucu olduğunu ve bu sonucu oluşturan nedenler arasında ekonomik faktörlerin son sıralarda geldiğini belirttiler. “Sizce Kürt sorununun ortaya çıkışında ekonomik faktörlerin rolü nedir?” soruma karşılık birbirleriyle hem fikir olarak sorunun esas itibariyle kimlik ve dil meselelerine dönük olduğunu belirttiler. “Yatırım ve teşvikler Kürt sorununu çözer mi” diye sorduğum bir diğer soruma ise şu cevapları verdiler: 

H/K: Tabiî ki ekonomik yatırımların gücü tartışılmaz bir etkiye sahiptir. Ancak Kürt sorununun çözümünde ekonomik yatırımların yanında kimlik ve dil 
meselesinin birlikte çözülürse yatırımlar bir anlam ifade eder. 

Ekonomik yatırımlar tek başına Kürt meselesini çözmez. Kimlik ve dil sorunu çözüldükten sonra ekonomik yatırımlar anlam kazanır. 

E/M: Kürt sorunu esasında bir kimlik sorunudur. Kimlik sorunu olduğu içinde ekonomik yatırımlar ve teşvikler tek başına bu sorunu çözemez. 

Kimlik sorunu bir şekilde çözüldükten sonra yatırımların ve teşviklerin bu sorunun kalıcı şekilde çözümüne büyük yardımı olacaktır. 

K/M: İşin özü şu kimlik ve dil sorunu çözülmedikçe diğer tüm alternatifler ekonomik yatırımlar dâhil Kürt sorununu çözemez. 30 senedir hep aynı şeyler söylendi. 

Ekonomik öncelikler konuşuldu, güvenlik önlemleri anlatıldı ama kimlik ve dil sorunu çözülmedikçe bu sorun çözülmez. 

İ/K: Sonuç itibariyle Kürt meselesi bir kimlik ve dil meselesidir. Neticede döndü dolaştı geldi kimlik ve dil sorununda takıldı. Anlaşılacağı üzere bu mesele çözüldüğü takdirde diğer meselelerde kendiliğinden çözülür. 

Yukarıdaki anlatılar Kürt sorunun çözümünde ekonomik yatırımlar ve teşviklerin önemini yadsımaksızın tek başına bu sorunu çözemeyeceğine dönüktür. Sorunun nihai çözümünde kimlik, dil ve ekonomik yatırım ve teşviklerin birlikte düşünülmesi gerekir. Alanda görüştüğüm Kürtler, Kürt sorununun yalnızca ekonomik faktörlerle ortaya çıkmadığını, sebeplerden sadece biri olabileceğini, meselenin temelinde işsizlik ve yoksulluktan öte Kürt kimliğinin ret ve inkârının yattığını ileri sürdüler. Dolayısıyla Kürtlerin kimlik ve dil konusundaki taleplerinin dikkate alınmasının öncelikli olarak yapılması gerekenler olduğunun altını çizdiler. Her ne kadar Kürt sorunu kimlik ve dil sorunu ise de aynı zamanda bölgenin ekonomik yatırım ve teşviklere ihtiyacı olduğu da belirttiler. Özetle, “kimlik ve dil meselesi çözülse dahi ekonomik yatırımlar yapılmadan sorunun kalıcı çözümünün” gerçekleşemeyeceğini, kalıcı çözüm için, “ekonomik yatırımların ve teşviklerin demokratikleşme adımlarıyla at başı yürümesi gerektiğini” dile getirdiler. Ekonomik refah ne kadar artarsa sorunun kalıcı çözümünün o denli yüksek olacağını, birinden biri eksik olduğu zaman çözümün gerçek anlamıyla sağlanamayacağını vurguladılar. Doğu Ergil’in 1995 yılında yazdığı “Doğu Sorunu: Teşhisler Ve Tespitler” adlı çalışmasında da Kürt sorununun çözümünde ve barışın kalıcı tesisinde Türkiye’nin politikası ne olmalıdır minvalindeki bir soruya deneklerin büyük çoğunluğu, Konya Kürtlerinin işaret ettiği noktayla özdeşleşen yönde, kimlik ve kültürel hakların tanınması ve demokrasinin yaygınlaştırılmasıyla ekonomik yatırım ve iş sahalarının birlikte 
ele alınıp belirli bileşimlerde uygulanması cevabını vermişlerdir (Ergil, 2009: 52-53). 

Türkiye Kürdistan’ının ekonomik bağımsızlığı Kürt sorununun çözümünün ekonomi ayağında önemli bir konu olarak göze çarpıyor. Konya Kürtleri kendi ekonomi deneyimlerinden tecrübeli olarak yatırım ve teşviklerle bir yere kadar gidileceğini, bir sonraki aşamanın kendi üretimini bağımsız olarak gerçekleştirmek olması gerektiğini vurguladılar: 

R/K: Doğuya yatırım tabi ki yapılmalıdır ama mühim olan ekonomik bağımsızlığın olmasıdır. Kürt sorununun en önemli nedenlerinden biri ekonomik bağımlılıktır. Hâlbuki bölgenin kendi kendine üretebilmesi gerekir. İnsanlar çalışmalıdır, evine bir lokma ekmek götürebilmelidir. 
Devletin bütçe ayırmasıyla çözülmez. Bu çözülürse göç vermeyi boş ver, göç alır. Bir İstanbul bir Manisa bir İzmir gibi insanlar Kürt olmadığı halde oralara 
taşınmak ister. Çünkü insanlar refah düzeyi yüksek yerleri sever. 

11 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 9

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 9


7.1. Kimlik: Dil, Kişilik, Aidiyet 

Konya Kürtleri kimliklerini öne sürerek Konya’da yaşayan farklı topluluklardan olduğu kadar Türkiye genelinden de ayrı bir halk olduklarının bilincindedirler. Kürtçe konuşmaları ve kültürel farkları onları diğerlerinden ayrı kılan özellikler olarak kabul edilip kendilerini Kürt olarak tanımlarlar. 
Günlük hayatta bir toplantıdan bir düğüne kadar kimliklerinin süreklilik arz etmesi, hem Kürtlerle hem de Türklerle kurulan ilişkilerde Kürt kimliğinin 
önemli olduğu anlamına gelir. Konya Kürtleri ait oldukları kimlik konusuyla çok yakından ilgilidirler. Kürtlerin kim olduğu ve nerede yaşadıkları konusunda somut fikirleri vardır. Bu kimlik bilinci ve birlik duygusu Kürtleri birbirleriyle birleştiren bir unsur olarak düşünülebilir. Bu unsurun Konya Kürtlerinin asimilasyona karşı şaşırtıcı bir biçimde dirençli kalmalarını sağladığı söylenebilir. Alanda ulaşılan Kürtler için kimlikleri kişiliklerinin asli unsurlarıdır. Kimliklerini hiçbir zaman gizlemediklerinin altını defalarca çizerler: 

K/M: Kürdüm diyorum. Niye gizleyeceğim! Her zaman Kürt’üm. Gizlemedik, ben şahsen gizlemedim. 

Bir diğer görüşmeci: 

İ/K: Kimliğimizi gizlemiyoruz. Hiç gizlemedik. Konya ilinde yaşadığım sürece hiçbir yerde dilimi saklamadım. 

Yukarıda ikinci görüşmecimin kimliğini gizlemediğini anlatırken “hiçbir yerde dilimi saklamadım” ifadesi etnik kimliğin sembollerinden en belirgin olanının anadil olduğunun göstergesidir. Kürt kimliğine ilişkin olarak ayırt edici özelliğin Kürtçe olduğunu anlayabiliriz. Bölgede baskı ve korku yoluyla veya gönüllü asimilasyonun bir sonucu olarak Kürt kimliğini öne çıkarmayan ya da çok az çıkaran Kürtler de bulunmaktadır. Uzun görüşmeler ve saatler sonrasında kişisel deneyimlerin kimlik oluşumundaki sürece yön verdiğine şahit olunur. Bu gibi durumlarda kimlik meseleleri “insan olmakla” açıklanmaya çalışılır. Tıpkı sekiz dokuz yıldır emlak sektöründe iş yaptığını söyleyen öncesinde kamyon şoförü olan altmış yaşlarındaki görüşmecimin ifadelerinde olduğu gibi: 

Ş/Ö: İnsan bu dünyaya gelmiştir, yaşayacak, bir müddet sonra gidecektir. Türk Kürt ne fark eder. Benim için insan olmak her şeyin üstünde. Ama bazısı için 
öyle değil. Dayatma var. Adam diyor, Kürt bu alışveriş yapma. Ben esnafım kimlikler ön planda olursa olmaz. 80’de çok baskı yaptılar. Çarşıda saklıyorduk kendimizi. 
Zafer’e (İstanbul- Taksim gibi Konya’nın meydanı) Kürtler çıkamazdı. 30’larda daha da kötüymüş. Babam anlatırdı, onun babası öteberi için köyden Konya’ya 
geldiklerinde karanlık olmadan dönmeye çalıştıklarını anlatırmış. İnönü zamanları tabi… İstanbul Caddesi’nde (esnafların ağırlıklı olarak bulunduğu bir cadde) karanlığa kalırsan adamı döverler miş. 

Türkiye gibi “milli kültür” ile homojen bir ulus yaratmaya çalışan ve tek bir kültürde tüm kimlikleri birleştiren ülkelerde etnik gruplara varlıklarını 
sürdürebilmeleri için pek fazla seçenek sunulmaz. Dışlanmak, cezai yaptırımlara uğramak ya da asimile olmaktan başka tercihleri olmayan etnik kimlikler genellikle egemen kültürü benimsemek zorunda kalırlar. Bu noktada korku unsuru kimliliğin oluşumunda ve sürdürülmesinde belirleyici nitelikte önemli bir yere sahiptir. Örneğin, maddi kayıp gibi ya da farklı nedenlere dayalı olarak ‘korkmak’ kimliğin saklanmasına ya da öne çıkarılmamasına neden olabilir. Korku çeşitli nedenlerden kaynaklanarak bir tür saklanma halini besler. Bu gibi durumlarda farklı etnik kimlikten olan bireyler için kültürel vatandaş deyimi kullanılır. Toplumu oluşturan farklı etnik grupların yok sayılarak her bireyin egemen kültürü benimsemesini vatandaş olmanın zorunlu şartı sayan ülkelerde geçerli olan “milli kültüre” atıfta bulunmak için kullanılan kavram kültürel vatandaşlıktır (Ekinci, 1997: 32). 

Kürtlerde diğer etnik gruplardan farklı olarak kendi kimliklerini yaratma ve toplumsal alana katılma sürecinin beraberinde getirdiği dil bilme ve etnik 
kültür içinde yaşama koşulu kimlik oluşumunda belirleyici değildir. Nitekim Kürt kültür ve geleneğinde yetişmeyen, Kürtçe bilmeyen Kürt gençleri Kürt 
kimliği konusunda oldukça bilinçlidirler. Öyle ki Kürtçe bilen ve Kürt kültürü içinde doğup büyüyen Kürt gençlerine kıyasla kimi durumlarda çok daha fazla 
milliyetçi refleksler verebilirler. Bu durum kimlik oluşumunda belirleyici unsurların neler olduğunu bir kez daha düşünmemizi sağlar. Anlatıların işaret 
ettiği gibi, Amerikan televizyon kültürüyle büyüyen 80 sonrası Kürt gençliği, Kürt kimliğine sahip çıkmada gösterdiği aktif katılımla, ciddi anlamda farklı bir 
kimlik oluşum sürecini beraberinde getirir. Tecrübe edilen Kürt gerçekliğinden beslenen ve bu gerçekliği Kürt kimliği oluşumuna dönüştüren, kendi kimliğini 
diğer kimliklerden koruma çabası içine giren Kürt gençleri, gündelik hayatın ve sıradan insanın politikasıyla kendinden olan ve olmayan arasında sınırlar 
çizer. Bir biçimde gündelik hayat pratikleri kimlik oluşum süreçlerine yön verir. Bir günün basit gerçeklikleri karmaşık bir sosyal süreç yaratarak Kürt gençlerinin kendilerini diğerlerinden farklılaştıran sınırlar çizmesini ve bu yolla etnik kökenini sahiplenmesini besler. Bu sahiplenme farkındalık yaratarak kimlik tasarımında gereken değerlerin bulunması ve yerine koyulmasını gerçekleştirir. Kürtlerin kimlik oluşum süreçlerine bakıldığında kişisel deneyimler çoğu zaman ortak tepkileri doğurur. Dil ve kültür gibi belirleyici unsurlar olmaksızın kimlik sahiplenilmesi literatürde pek fazla karşılaşamayacağım farklı bir durum olarak ilgimi çekti. Yani, nasıl oluyordu da Kürtçe bilmeden, Kürt gelenek ve görenekleriyle büyümeyen Kürt gençleri Kürt kimliğine sahip çıkıyor, dil ve kültür haklarını talep ediyorlardı? Bu sorunun peşinden gitmenin, kimlik oluşum süreçlerine asıl yön veren unsurların neler olabileceği konusunda bilgilendirici olması bakımından değerli olduğunu düşünüyorum. Alanda, bu konuyla son derece ilgili olarak, birbirlerini çocukluklarından beri tanıyan iki üniversite öğrencisiyle aramızda şöyle bir konuşma geçti: 

B/I: Bizim evde Kürtçe hiç konuşulmazdı. 

T/I: Bizim evde de öyle biliyorsun. 

Etnograf: Öyleyse ikinizde ki Kürtçe öğrenme merakı nasıl doğdu? 

T/I: Üniversitede başladı. Aslında çok ilginç ben Kürt sorununu üniversitede öğrendim diyebilirim. Benim ailem asimile olmuştur diyemem ama Kürtçülük de 
yaptıklarını söyleyemem. Ben lisede ya da ilk ve ortaokulda Kürt olmamdan kaynaklı hiçbir sorun yaşamamıştım. O yüzden de sorunun sıcaklığını 
hissetmemiştim. Ta ki üniversiteye kadar... Üniversitede bölge Kürtlerinden arkadaşlarım oldu. Onların hikâyeleri, yaşadıkları acılar beni uyandırdı. Ben de bir Kürt’tüm ve Kürtçe öğrenmeliyim diye düşündüm. İlk kursu da onlardan aldım (gülüyor). 

B/I: Benim merakım T. Kadar geç başlamadı ama aşağı yukarı aynı. Kürtçe bilmediğimden haliyle okul hayatım boyunca hiçbir sorunla karşılaşmadım. Ama bizim mahallede pazar meydanında Newroz kutlamaları yapılırdı. Hoş ailem katılmazdı ama ben de bir merak uyandırırdı. Benim ailem de T.’ninki gibidir. Bizde galiba kimlik çok da önemli değildi. Maddi durumumuz da iyiydi. Steril bir hayat yaşıyorduk. Ahmet Kaya olayı benim dönüm noktam oldu. Ailem Ahmet Kaya’nın yaşadıkları ve vefatı karşısında çok sarsıldı. Benim de Kürtlüğe dair bilinçlenmem başladı. Kürtçe öğrenmek istedim. İlk olarak çevremde bilenlerden öğrenmeye çalıştım ben de. Sonra Kürt tarihiyle ilgilenmeye başladım, bu günlere geldim. Kürt kimliğime sahip çıkıyorum ve bunun için elimden geleni yapıyorum. 

T/I: Biz kimliği unutturulmaya çalışılan, kimliğinden utandırılmaya çalışılan, Amerikan kültürü pompalanan bir çocukluk yaşadık ama kimliğimize sahip çıktık. 
Üstelik bunu anne babalarımızdan çok daha iyi yaptık. Onlar darbeyi yaşamışlardı, korkuyorlardı. Ama biz Kürt hareketinin güçlendiği döneme denk geldik. Daha bilinçliyiz, haklarımızı biliyoruz. 

B/I: Kesinlikle. Büyüklerimiz kol kırılır yen içinde kalır diyorlardı. Biz hayır yen içinde filan kalmaz diyor, dünyaya gösteriyor, mücadele ediyoruz. 

Etnograf: Aslında ikiniz de kimliğinizi aile ortamında değil, dışarıda keşfetmişsiniz. Bu durum sizce ikinizi aile ortamında kimliği oluşan Kürt gençlerinden nasıl ayırıyor? 

B/I: Bizim gibi gençler galiba biraz daha sertleşiyor. 

Etnograf: Ne gibi? 

B/I: Örneğin ben bazı konularda daha yöresel ailelerde büyüyen, acılara tanık olmuş, Kürtçe konuştuğu için çok çekmiş gençlerden daha sert olabiliyorum, onların verdiği tavizleri vermiyorum. Devlete karşı “yersen böyle” diyebiliyorum. 

Etnograf: Sen ne dersin? 

T/I: Bende de durum aynı. Üniversiteden bir Kürt arkadaşımla yine üniversite den bir başka arkadaşımızın evine gittik. Arkadaşımız Türk’tü. Annesi de evdeydi. 
Gülüyor, eğleniyorduk. Ben Kürtçe öğrenmeye başladığımı anlatıyordum. Öğretmenim de yanımdaki arkadaşımdı. Ben çat pat bir şeyler söyledim. 
Arkadaşım da birkaç kelime daha öğretiyordu bana. 

Kürtçe konuşmaya başladı. Derken ev sahibi arkadaşımın odaya pasta getiren annesi bize “burada Kürtçe konuşamazsınız” dedi sinirli bir şekilde. Ben 
hemen atladım “teyze ne oluyor” falan diye. Arkadaşım daha sakindi, “tamam teyze” diyebiliyordu. Ama ben kabullenemiyordum bu hareketi. O böyle konularda benden daha sakin olabiliyor. Ben sinirleniyorum O’nun sakinliği karşısında. Sanırım böyle durumları kanıksamış. 

Bu anlatı kimlik oluşum süreçlerinin bireyin hem kendi kişisel deneyimlerinden hem de başkasının özgül deneyimlerinden beslendiğini gösterirken kimlik süreçlerinde belirleyici kabul edilen dil ve benzeri öğelerin konumlarını tartışmaya açar. Kimlik oluşum süreçlerinin önüne geçmede esaslı bir eleman olarak görülen asimilasyon uygulamaları, yukarıdaki iki görüşmecimin ortaya koyduğu şekliyle bireylerin tamamını içine almazken farklı etkilerin ortaya çıkışını sağlamlaştırır. Özellikle üniversite eğitimi ‘dışarının’ kimlik oluşumuna yön veren önemli unsurlardan biri olabileceğini gösterir. 

Kimlik, ‘dışarıda’ tecrübe edilen bir dizi deneyimle bağlantılı olarak başkalarının bellek süreçlerine dâhil olur. Bu noktada üniversiteler ‘dışarı’ mekânlarının başında gelir. Örneğin, Kürtçe’nin yasaklanması gibi bir uygulama kişinin üniversite öncesi ve sonrası, yani, ‘içeride’ ve ‘dışarıda’ farklı yorumlanabilir. Ya da Kürt olmanın başka insanların deneyimlediği şekliyle farklılaşacağı yine ‘dışarıda’ görülebilir. Örneğin, kişinin kendisinin hiç karşılaşmadığı bir tepkiyle bir başkasının karşılaştığını görmesi kimliği yeniden anlamlandırmasına neden olabilir. Kimlik oluşumunun başka bir boyutu ise, günümüzde giderek daha etkili hale gelen televizyon ve internet üzerinden okunabilir. Yirmi birinci yüzyılın Kürt gençleri, milliyetçilik duygusu oluşturma ve sürdürmede uydu üzerinden yayınlar yapan televizyon kanallarından veya internetin sosyal paylaşım sitelerinden 
faydalanmaktadırlar. Anderson’un (1995) hayali cemaatleri, yazılı ve görsel medya araçları sayesinde birbirlerini hiç görmeyen insanların kendileri gibi 
diğerlerinin varlığını hayal edebilmelerini ve bu hayalle birbirlerine temas edebilmelerini sağlar. 

Devletin Türk olmayanları açıkça aşağı bir yere koyması, yoğun bir propagandayla hayli arınmış bir milli kimlik yaratması ve bunun üzerinden bir 
yaşam pratiği geliştirmesi Kürtler tarafından ötekileştirmenin ve dışlamanın mobilizasyonu olarak algılanır. Bir tehdit olarak görülen Kürt kimliği bağlantılı 
olarak Kürtlerin genelinde devlete dönük olumsuz algıları çoğaltır. Alanda yaptığım uzun sohbetlerde satır aralarından geçen cümleler ciddi anlamda 
Kürtlerin düşünsel bakımdan Türkiye’den koptuğunu sezdirir. Bu duygusal anlamda bölünme geleceğe dair umutsuzluğu besler. Bu durum, bir kimliği 
sindirme ve bastırmanın bazen grubun üyeleri açısından o ülkeye yönelik bir tür duygusal kopuşla sonuçlanacağını gösterir. Gönül kopuşunun devletten 
hala isteyebilme halini değiştirmemesi bir tür “gözdağı vermek” olarak da düşünülebilir. Toplumun kutuplaşması Kürtlerin farklılaşmasını takip eder ve 
Kürtlerin kendinden olmayana kuşkuyla bakması göze çarpar. Bu bana kimlik sorununun toplumun tamamına dönük olduğunu düşündürtüyor. Ardı ardına 
vereceğim aşağıdaki iki anlatı bu noktalara temas ediyor: 

E/M: Onu bunu bilmiyorum da şu vakitten sonra Kürt sorununun çözülmesi bizim değil, devletin yararınadır. Ben gelmişim bu yaşıma ama yeni nesil öyle mi? Benim çocuklarım şimdiden kendilerini bu ülkeye ait hissetmiyorlar. Bu ülke hakkında güzel şeyler düşünmüyorlar. Onlar da haklı. Kürt kimliğine yer 
verilmemesini boş ver aşağı bir yere konula gelmiş bu güne kadar. Eze eze ne olacak sanıyorlardı? Sonunda bu ülkenin akıllı, parlak Kürt gençlerini kaybedersin olacağı buydu. 

Bir başka görüşmeci: 

F/I: Allah beni Kürt yaratmış. Karşıma geçip de sen Türksün diyemezler bana. Kimlik hakkımızı talep edince bölücü diyorlar ya ne mantalite ama! Bölünmek sadece Misak-ı Milli sınırlarından mı ibarettir? Benim zihnim, ruhum, bedenim çoktandır bölünmüş zaten... 

Etnisite ile ilgili söylemin her ne kadar ulus-altı birimler ya da bir tür azınlık veyahut bir diğeri ile ilgili olduğu doğru olsa da çoğunluklar ve baskın 
kişiler de azınlıklardan daha az etnik değildirler (Eriksen, 2004: 16). Görüşülen kişilerin ortak kanaati üst kimliğin bir etnik grubun ismiyle tanımlanmamasının gerekliliğidir. Türk etnik kimliğinin adı başa konularak yapılan üst kimlik tanımıyla devletin diğer etnik kimlikleri kapsayıcı olamayacağı ve siyasi ve toplumsal olana entegrasyonunu sağlayamayacağı düşünülüyor. Ellili yaşlardaki emekli devlet memuru görüşmecim C/M bu konuda şunları söyledi: 

C/M: Canım neden üst kimliğimiz Türklük olacakmış? Ben Türk değilim. Bir de bazısı çıkıyor diyor ki, Türk demek etnik bir kökene vurgu yapmıyormuş, 
vatandaşlık tanımıymış. E o zaman ben diyeyim ki burada yaşayan herkes Kürt’tür. Kürt milleti ortak tanımdır etnik kimliğe vurgu yapmıyordur. Bunu kabul etmiyorsun. Çünkü biliyorsun etnik bir kimliğe vurgu yapıldığını. Sen kalkar Türk Hava Yolları, Türk Kızılayı dersen ben bu ülkede kendimi yabancı hissederim. Yani bu kurumlar Kürtlerin değil mi? Türklerin mi? Bir kere en başta devletin ismi sorunludur. Niçin Türkiye diyerek bir etnik kimliğin adı bu devlete verilsin? Ben Türkiye denmesinden rahatsızım, bu ülkede yalnızca Türkler yaşamıyor ki? Sen Türkiye Cumhuriyeti burası deyince beni yok sayıyorsun. Yalnızca Kürtleri değil diğer etnik kimlikleri de yok saymış oluyorsun. Öncelikle en başa gidelim. İlk günah orda işlendi. Devletin adı Türkiye konularak bu ülkenin Kürt sorununun fitili ateşlendi. Bana göre çözüm ilk olarak bu düğümü çözmeden geçiyor. Niçin devletin ismi Anadolu Cumhuriyeti olarak değiştirilmesin? Eğer Rumeli’den gelenler buna itiraz ediyorsa, alınıyorsa, şöyle yapılabilir Anadolu ve Rumeli 

Birleşik Cumhuriyeti neden olmasın? Kamuoyu tartışsın. 

Elli yaşındaki pratisyen hekim olan görüşmecim E/F üst kimlik konusunda şu öneride bulundu: 

E/F: Üst kimlikler etnik kimliklerin adıyla tanımlanamaz. Genellikle yaşanılan bölgenin adıyla tanımlanır ki bizimki gibi çok etnikli toplumlarda bir karşılığı olsun. Örneğin üst kimlik Anadoluluk olur. Üst kimlik Türklük olamaz. Olursa da haksızlık duygusu yaratır. 

Yukarıda ilk görüşmecim C/M’nin devletin isminin Anadolu Cumhuriyeti olarak değiştirilme önerisi Mehrdad R. Izady’i hatırlatır. Izady (1992), Mustafa 
Kemal ve arkadaşlarının Osmanlı İmparatorluğu ardılı devlete “Türkiye” yerine “Anadolu” ismini vermeyi tercih etmiş olmaları gerektiğini savunur. 

7.2. Anadilde Eğitim: Özgürlük, Öz, Kimlik 

Konya Kürtleri günlük iletişim ağları kurulurken Kürtçe ve Türkçe’yi eşzamanlı olarak konuşurlar. Konya merkezde doğup büyümüş olanlar Kürtçeye oranla Türkçe’ye daha hâkim iken köyden merkeze belli bir yaştan sonra gelenler için durum tam tersidir. Korku yoluyla veya gönüllü asimilasyonun bir sonucu olarak Kürtçe bilmeyen ya da çok az bilen, bunun yerine Türkçe konuşan az sayıda Kürt de bulunmaktadır. Merkezde ya da köylerde fark etmeksizin bölgenin Kürtleri doğumlarından itibaren Türkçe’ye bir dil olarak aşinadırlar. Konya merkezle kurulan sosyo-ekonomik ilişkiler ve Kulu ve Cihanbeyli’deki Türk nüfusuyla aktif iletişim ağları bölge Kürtlerinin küçük yaşlardan itibaren Türkçe’yle tanışmasına vesile olur. Genel olarak, bir gün içinde, güneşin doğuşundan batışına dek, gerçekleştirilmesi insan olmanın getirdiği zorunluluklardan kaynaklanan birçok iş, işlem ve faaliyette Konya Kürtleri, Kürtçe’yi ve Türkçe’yi bir arada hatta çoğu zaman iki dilin kelimelerini iç içe geçirerek konuşurlar. Örneğin, derslerde zorunlu olarak Türkçe konuşan iki Kürt öğrenci ders aralarında birbirleriyle Kürtçe konuşmaya başlar. Teneffüs sonrası derse dönüldüğünde Türkçe ve Kürtçe kelimelerin birbiriyle karıştığı veya konuşurken öğrencide tutukluluk yaptığı gözlemlenebilir. Ya da bir kamu kurumunda çalışan Kürtler daireler arasında buldukları her fırsatta kendilerini Kürtçe ifade etmekten sakınmazlar. Çalıştıkları daireye döndüklerinde kurdukları ilk cümlede iki dilin iç içe 
geçişine şahit olunabilir. Bu konuda çoğaltılabilecek örneklerin işaret ettiği üzere sayıca yüksek oranda Kürtçeyi aktif olarak konuşan Konya Kürtleri 
zorunlu olmadıkça Türkçe konuşmayı tercih etmezler. Her fırsatta Kürtçe konuşmayı tercih ediş, görüşülen kişilerin kendi dillerini benimsediğini 
göstermekle birlikte kimlik bilinciyle eklemlenebilecek bir duruma da işaret ediyor. Özellikle evlerde ağırlıklı olarak Kürtçe konuşulması sokakta 
karşılaşılan sorunları meydana getirir. Burada kullandığım sokak ifadesi, mahalle marketlerinden ilkokullara, belediyelerden özel kuruluşlara kadar çok 
geniş bir alanı kapsamaktadır. Kürtlerin iki farklı gündelik hayat dillerinin oluşu karmaşık bir sosyal süreci beraberinde getirir. Bir pratikten diğerine geçişte, lokanta tabelalarından sanal âleme, Kürtçenin aktif olmayışı özellikle Türkçe bilmeyen yaşlı kadınları zor durumda bırakır. Alanda yaptığım görüşmeler sırasında benim araştırmama kulak misafiri olan yaşlıca bir kadın yanıma yaklaşarak biraz Kürtçe biraz Türkçe bir şeyler söylemeye çalıştı. İyi 
düzeyde Türkçe bilmediği için bir yerden bir yere tek başına gitmekte zorlandığını söyledi. Genellikle çocuklarından birinin yanında ona eşlik ettiğini 
ifade etti. Eğer yalnızsa ve bir yere gitmesi ya da alışveriş yapması gibi sıradan bir rutini gerçekleştirmesi gerekiyorsa “yol boyunca sırtından ter aktığını” dile getirerek yaşadığı zorluğu belirtti. “Bir turist gibi insanları durdurarak” meramını anlatmaya çalıştığını kafasını sallayarak anlattı. 
Gözlerimin içine bakarak anlattıklarını yazmamı ve devletin bu konuya el atmasını istedi. Yaşlı kadının devletten istediği şey basit olarak dolmuş 
duraklarına, sokak tabelalarına, kısacası gündelik hayatın dokunduğu her alana Kürtçenin sirayet etmesiydi. Türkiye’nin dil gerçekliği Türkçenin lehine 
dönüşen bir takım çabaları besler ve kendi konumunu Kürtçenin üstüne koyarken Kürtler için bir yığın gündelik kaybediş yaşanır. Zihinsel üretim 
süreçlerinin Türkçeyle gerçekleştirilmesi Kürtlerin emek gücünü iki katına çıkarmaya zorlayarak zaman kaybına yol açar. Alanda görüştüğüm kişilerin 
ortak olarak ifade ettikleri gibi, “Türk çocuklar bir konuyu bir haftada kavrıyorsa, Kürt çocuklar bir ayda kavrar”. Görüştüğüm Kürtlerin büyük bir kısmı Türkçeyi yaklaşık iki senede öğrendiğini söyleyip, bu gerçeklik için fırsat eşitsizliği tanımını yaptı. Kürtçenin özel hayat alanlarındaki aktif kullanımına karşın kamusal alanın hiçbir yerinde karşılığının olmayışı Kürtleri duygusal anlamda ikiye böler. Bu ikiye bölünmüşlük halinden en çok etkilenen grup çocuklardır. Muhakeme yetenekleri belirli bir yaşa kadar yeterince olgunlaşmayan çocukların farklı mekânlarda birbirine hiç benzemeyen iki farklı dili konuşmaları bazı sorunlara neden olur. Genellikle içe kapanıklık, asosyallik, yabancılarla iletişim kuramama gibi sorunlar gözlenir. Çocuğun dilinin evde kalması ve bu dilin hayatın içinde kullanılmaması ve bir karşılığının olmaması, hatta kriminal kapsamına girmesi dil probleminin ilk ayağıdır. Kürtçe ile Türkçenin özel hayat-kamusal hayat çekişmesi çocuğun okul, öğretmen ve sınıf arkadaşları arasında 
bocalamasına ve dolayısıyla eğitim hayatına birkaç adım geride başlamasına neden olur. Alanda ulaştığım Kürtler anadilde eğitimin “ana sütü kadar hak” 
olduğunu ve uygulanabilmesi için de devlet eliyle Kürtçe eğitim veren okulların olması gereğini kendi hikâyelerinden örneklerle izah ettiler. Aşağıda 
ayrıntılarıyla yer vereceğim iki ayrı görüşmecimle gerçekleştirdiğimiz konuşmalarda görüşülen kişiler kendi hatıralarından örnekler göstererek 
anadilde eğitim sorununun hem neden hem de nasıl çözülmesi gerektiğine değindiler. Farklı iki mekânda biri erkek biri kadın iki görüşmecimle aramızda 
geçen konuşmalar şöyleydi: 

Etnograf: Anadilde eğitimle ilgili ne düşünüyorsun? 

Ş/F: Ben ilkokuldayken evde Kürtçe konuşuyordum, okulda Türkçe. Türkçe bana yabancı bir dil. Ben düşünüyordum Türkçe benim yabancı dilimdir. Hala da 
öyle derim (gülüyor), benim 3 lisanım var. İlki anadilim olan Kürtçe, diğer ikisi de yabancı dillerim: Türkçe ve İngilizce. Okulda dersler olsun ne bileyim işte roman kitap filan okumalar olsun, benim bilmediğim bir dilde anlamamı istiyorlardı. Benim çocuk dünyam Kürtçeydi. Anlayacağım dünya Kürtçeydi. Hani diyorlar ya Kürtçe mi rüya görürsün. Evet. Rüyalarım Kürtçedir. Hayallerim Kürtçedir. Tabi ben o zaman köydeydim. Cihanbeyli’de okula gidiyorum. Köyde tamamen Kürtçe konuşuyoruz. 

Okulda da Türkçe konuşmamı istiyorlar. Türkçe bilmediğim için öğretmen beni azarlıyor filan. Hatta Kürtçe konuştuğum için gözlerinden beni küçük 
gördüğünü anlardım. Öğretmenlerin hepsi değil ama bazısı böyleydi. Ondan sonra sabahları andımız okutuyorlar falan işte istiklal marşı okutuyorlar. Gene 
ondan sonra bir gün öğretmen bana Türkçeyi güzel konuşamıyorum diye nutuk attı. Çok ağladım. Eve gidene dek ağladım. Unutmam o günü. Öğretmenler 
böyle olmamalı. Sevecen olmalı sevdirmeli. Çünkü o zaman içinde kin doğuyor, büyütüyorsun kini. O yüzden anadilde eğitim şarttır. Benim bu yaşadıklarım utançtır. 
Bunlar yaşanmamalı. Öğretmenler eğitilmelidir. Çocuk devletten korkmamalı, öğretmenden korkmamalı. Sadece bana değil benim sınıfımda Kürt çocuklar 
benzerlerini yaşadılar. Sınıfımızda Türkler de vardı. Cihanbeyli de Türk de vardır biliyorsun. Biz kelimeleri doğru telaffuz edemeyince onlar da bize gülerdi. Bu 
sefer onlara da öfke duyuyorsun. Oysa anadilde okusan karşılıklı anlayış sahibi olursun. Öfkeler kinler birikmez. Ben diyorum ki Kürt Okulu da olsun Türk Okulu da. 

Kürtçe eski bir dildir. Hem kadim bir dildir hem çok özel güzel bir dildir. Türkler çok şey kaçırıyorlar. Nasıl biz Türkçe öğrendik, Türkler Kürtçe öğrenmelidir. 
Etnograf: Şu soruluyor sen ne dersin, Kürtçe anadilde eğitim alınırsa üniversiteye nasıl girilecek? Sonra, Kürtlerle Türkler birbirinden uzaklaşacak diyorlar sence öyle olur mu? 

Ş/F: İkisi de, hem Kürtçe hem Türkçe öğrenilebilir. 
Ben hatırlıyorum, hala da öyledir galiba, hatta çoğalmıştır belki de daha küçük yaşa inmiştir, ben ilkokuldayken merkez okullarda İngilizce dersi vardı. 10-11 yaşında İngilizce öğrenmeye başlanıyordu. İngilizce öğrenince sorun olmuyor Türkler için de Kürtçe öğrenince mi sorun oluyor? Hem deniyor ki “kardeşiz” hem de “kardeşin” dili yasak oluyor. Türkler Kürtçe öğrensin görelim o zaman uzaklaşma olur mu? Bence olmaz. Hani seçmeli ders falan mevzusu var ya o dersi Türklere okutsunlar, Kürtlere de Türkçe seçmeli ders olsun. O zaman birbirimize uzaklaşma değil yakınlaşma yaşarız. İnsanlar birbirinin dilini öğrensin. Türkler Kürtçeyi öğrensin. Benim Türk arkadaşlarım var. Türk öğretmenler Kürtçe öğrensin. Sadece ilkokul değil ki, anadilde eğitimin bütün eğitim hayatı boyunca olması gerekir. Üniversitede de Kürtçe eğitim olacağından bal gibi de gidilir. Ha ama Türkçe de öğrenilebilir. Kendi dilinle eğitim görmelisin. Ama bir Kürt, tabi isterse, hiçbir zorlama olmadan Türkçe öğrenebilir. Ama kesinlikle zorunluluk olmamalı. Türk de Kürt de birbirinin dilini öğrenirse onun yararına olur. Sonuçta bir dil öğreniyorsun. Diyorum ya bir yabancı dil daha ekliyorsun CV’ne (gülüyor). 

Etnograf: Anadilinde eğitim almış olsaydın senin hayatında neler farklı olurdu? Kürtçe anadilde eğitimin önü açılırsa Kürtlerin hayatında nasıl bir değişiklik yapar? 

Ş/F: Çok büyük değişiklikler yapar. Anadilde yaşanırsa insanlar rahat eder. Benim içinse eğer ben Kürtçe okusaydım okulu daha çok severdim. Kesinlikle daha çok severdim. Okula istemeye istemeye gidiyordum. Çünkü derslerde geriliyordum. Öğretmen beni tahtaya kaldırmasın istiyordum. Ama Kürtçe eğitim alsaydım daha relaks olurdum. Dersleri her şeyi daha iyi anlardım. 

Arkadaşlarımı severdim. 

Yani biz çok memnun oluruz anadilde eğitim hakkı olursa. Herkes eşit olmalı. Kürt okulları da olmalı, Türk okulları da olmalı, Arap okulları da hepsi olmalı. 
Irkçı düşünmemek gerekir. Bir de şu gerçek var, siz bu halka ne yaparsanız yapın, hangi baskıları uygularsanız uygulayın, asimile olmuyorlar. 

Bunu görmek lazım. Kürtler tüm baskılara, işkencelere rağmen hiçbir zaman dilinden, kültüründen, kimliğinden vazgeçmemiştir. Yani kendi özünden kopmamıştır. Kürtler dilinden vazgeçmez bunu görmek lazımdır. Bu sorun çözülmek isteniyorsa şimdilerde barış görüşmeleri yapılıyor ya başta anadilinde yaşama hakkının artık kesin olarak tanınması lazım. 

İkinci görüşmecimle yaptığımız konuşma da şöyleydi: 

Etnograf: Anadilde eğitimle ilgili ne düşünüyorsun? 

B/M: Biliyorsun seçmeli ders meselesi var. Kürt çocukları için Kürtçe nasıl seçmeli ders olsun? Anadilde eğitimin olmayışı psikolojik travma yaratıyor. Bu 
düpedüz faşizm adını koymak gerekir. Sorman bile zül elbette Kürtçe anadilimde eğitim istiyorum. Kürtçe’nin herkesin konuştuğu bir dil olmadığını okula başlayınca anladım. Oysa Kürtçe okul öncesinde benim için en doğal dildi. Okula başlayınca diyorlar ki konuştuğun dil yasak, konuşamazsın. Ne hakkınız var? Kimsenin bu dili yasaklamaya hakkı yok. Bende travma yarattı. Öğretmenin beni sevmediğini hissediyordum. İlkokulda öğretmenlerin gözde öğrencileri olur. Benim gibi Kürt bir aileden gelen şivesi olan öğrenciler gözdelik statüsüne sahip olamazlar. Sınıfta kendime güvensiz olurdum. Hatırlıyorum teneffüslerde sınıftan çıkmazdım. Diğer öğrencilerle kaynaşamazdık. Kaynaşamazdık diyorum çünkü benim gibi olan diğer Kürt çocuklar da vardı. Belki ben biraz daha şanslıydım. Benim okulumda çok Kürt çocuk vardı. Ama bir de olmayanları düşün. Onlar daha çok travma yaşıyorlar, kendilerini tırnak içinde öteki hissediyorlar. Bizim Türklerle aramızdaki mesafeyi kapatmak için daha çok çalışmamız gerekiyor. Bu fırsat eşitsizliğidir. Sosyal devlet anlayışının tersidir. 

Etnograf: Ne yapılmalı sence? 

B/M: Önce anadilde eğitim için yasal zemin sağlanmalı, güvence altına alınmalı. İzledin mi iki dil bir bavulu? 
Öğretmenler özellikle Kürdistan’a gönderilirken Kürtçe öğrenmeliler. Öğretmenler öğretemiyorlar bunun suçunu çocuklar ödüyor. Türk öğretmenler anadilde eğitime destek versinler. Onların da yararına olacaktır. Kürtçe bilmeyen öğretmenleri Kürt köylerine yolluyorlar. Hem öğretmene hem çocuklara yazık. Kürt köylerine Kürt öğretmenler yollanmalı. 

Etnograf: Psikolojik travma yaşadım diyorsun, açar mısın bunu biraz? 

B/M: Evet. Ben Kürtçe biliyordum. Türkçeyi okulda geliştirdim. Ama bizim evde hem Kürtçe hem Türkçe konuşulurdu. Abim vardı benden büyük. O Türkçe 
biliyordu. Annemle babam da Türkçe konuşurlar. Yani bizim evde karışıktır. Annem ev hanımı olduğundan onun Türkçesi yarım yamalaktır. Bir cümle düşün beş kelimenin üçü Kürtçe ikisi Türkçe filandır (gülüyor). Ben kulak aşinalığından herhalde Türkçeyi diğerlerine oranla çabuk öğrendim. Ama dediğim gibi öğrenirken psikolojik travma yaşadım. Şöyle anlatayım, düşün ki okulda sen hiç bilmediğin bir kültürle karşılaşıyorsun. Bu kültür bundan sonra senin kültürün olacak diyorlar. Daha kötüsü senin kültüründen kötü bahsediyorlar. Tu kaka ilan ediyorlar. Kültür eşittir dil olunca, bu ilan dilinle başlıyor. Okuldan sonra eve geliyorsun, evimde başka bir kültürle yaşıyorum. Bocalıyorsun ilkin. Büyüyünce anladım ben bazı şeyleri. Çocukken bazen ailene de kızabiliyorsun. Çünkü öğretmen sınıfta sana Türk öğrencilerden farklı bir muamele yapıyor. Türkçe kelimeleri düzgün telaffuz edemeyince önce öğretmen beni azarlardı sonra tüm sınıf bana gülerdi. Suratım kıpkırmızı olurdu. Ama ertesi gün yine aynı sınıfa gidip aynı öğretmeni görmek zorunda olduğumu da biliyordum. Bu şartlarda dersi sevmiyorsun. Öğretmen soru sorardı, tahtaya kaldırırdı. Herkes parmaklarını kaldırırken ben saklanırdım. Öğretmen de bilircesine onca parmağı görmez beni tahtaya kaldırırdı. Veli toplantıları da en güzel örnektir. Öğretmenler velilere farklı muamele yaparlar. Kürt annelerini azarlarlar. Annesi bu muameleyi gören çocuğun ne hissedeceğini sen düşün. Öğretmenimi hiç mi hiç sevmiyordum. Oysa özellikle ilkokulda öğretmeni sevmek çok önemlidir. 

10 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 8

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 8


6.2. Çözümün Şafağında Ekonomik Bağımsızlık Modeli 

Önceliği sermayeye hizmet olan ekonomik bazlı çözüm önerileri Kürtlerin demokrasi, eşitlik ve özgürlük taleplerini karşılamaktan uzak gözükmekte dir. Şüphesiz ki sermayeyi gözeten yatırım politikalarıyla Kürt sorununun çözümünün mümkün olmadığını söylemek Kürtlerin yatırım talep etmediği anlamına da gelmemektedir. Kürt sorununun ekonomik faktörlere hapsedilmesindeki yanlışlığı dile getiren bu çalışma yatırımın elzemliğini tartışma dışına itmez. Vurgulanmak istenen, hükümetlerin ekonomik açılımlarında yalnızca sermaye bazlı yatırımı esas alarak Kürt sorununun ‘hallini’ istemelerindeki yanlışlıktır. Günümüzde bir ülkenin dış sömürüye maruz kalması için sömürgeci bir güç tarafından işgal edilmesi ve hâkimiyet altına alınması gerekmemekte, François Partant’ın belirttiği gibi bu işi ekonomik rekabet, dış ticaret ve yatırımlar daha etkin olarak 
gerçekleştirmektedir (Başkaya, 2002: 12). Şu soruyu sormanın önemli olduğu kanısındayım: Örneğin, Ciner grubunun Doğu’da yatırım yapması26 Türkiye 
Kürdistan’ının sorunlarını ne kadar çözebilir ve Kürt sorununun çözümüne nasıl katkı sağlayabilir? (Sağlar mı?). 

Buraya kadar aktarılanlarla bağlantılı olan bir başka sorun, Kürt meselesinin ortaya çıkmasını ekonomik sıkıntılarla, gençlerin dağa çıkmasını da işsizlikle açıklamaktan kaynaklanıyor. Eğer bu açıklama gerçekten geçerli olsaydı, onca acıların yaşanmasına gerek kalmadan büyük ekonomik yatırım projeleriyle Kürt sorununu çözmek mümkün olabilirdi. Bölgenin ekonomik azgelişmişliği ve yüksek nüfus artış hızının hem ekonomik hem sosyal anlamda yoksulluk ve yoksunluk gibi büyük sorunlara yol açtığı doğrudur. 

Bununla birlikte ekonomik etken, Kürt sorununu ortaya çıkaran faktörlerden yalnızca bir tanesidir ve sorun esasen büyük ölçüde politik bir durumun 
sonucudur. Matur’un (2011: 62) konuştuğu kişilerden birinin, “neden herkesin bir kimliği var, bizim yok? Benim dağa çıkışımdaki en temel neden budur” 
ifadesi Kürt kimliğinin peşine düşüşün ekonomik faktörlerle basitleştirile meyeceğine dönüktür. Beşikçi (1970), ilk basımı 1969 yılında yayınlanan “Doğu Anadolu’nun Düzeni: Sosyo-Ekonomik Ve Etnik Temeller” isimli kitabında, “Doğu Sorunu”nu yalnız ekonomik açıdan “ilerilik” ve “gerilik” sorunu olarak ele almanın yanlışlığına vurgu yapar. Beşikçi’ye göre, “Doğu Sorunu”nun aynı zamanda etnik bir sorun olduğunu gözden kaçırmamak gerekir (Beşikçi, 1970: 15). Ekonomik yatırım taleplerini yadsımaksızın günümüzde insanlığın ve Kürtlerin birincil taleplerinin siyasal ve kültürel haklar ile sermayeyi gözeten getirim sistemine karşıt konumda ekonomik bağımsızlık olduğu rahatlıkla ifade edilebilir. Egemen söylemin üniversitelerle, medyayla, aydınlarla “ideolojik bulanıklık yaratarak” insanları inandırmaya çalıştığı gibi Kürt sorununun yalnız ekonomik mahiyette bir sorun olmadığı şimdilerde birçok araştırmacı tarafından ileri sürülmektedir. 

Türkiye Kürdistan’ının diğer bölgelerle arasında milli gelirin eşitsiz dağılımından kaynaklı bölgesel eşitsizlik sorunu olduğuna değinmemek doğru olmaz. Bölge halkı büyük maddi ve manevi sıkıntılar ve yokluklar çekmektedir. Dolaylı olarak Kürt siyasi hareketine göre, Kürt sorununun çözülmesi sürecinde en acil görevlerden biri ekonomik sıkıntıların ve yokluğun giderilmesidir. Kaynak sorunu üzerine düşünen araştırmacılardan Partant (2002)’nin önerisi ise yeniden düzenlemeye gitmektir. Bu yaklaşımı soruna formüle edersek, bölgesel eşitsizlik sorununun çözümünü Kürt sorununun çözümüne doğrudan bağlantı kurmaksızın bölgeye kaynak aktarımında yeniden düzenlemeye gitmek gerekmektedir. Hemen bu noktada belirtmek gerekir ki, Partant (2002)’nin denklemine göre, Kürt toplumu kendine özgü sosyo-politik örgütleriyle, yaşadığı ortama uygun şekilde geliştirilen tekniklerle kaynak kullanımına gitmelidir. Partant’a göre, bölgesel özerklik planıyla bölgesel bir topluluk, sadece kendi öz kaynaklarına dayanıp kendi pazarına güvenerek üretim yapıp, hangi koşullarda çalışıp yaşayabileceğini belirleyebilir (Partant, 2002: 165-166). Bu doğrultuda 
Partant’a göre yapılması gereken, “kalkınma’ planı değil de, yaşamı sürdürme planı olmalıdır”. Yine belirtmek gerekir ki fakirleşmiş bir bölgede ekonomik faaliyetlerin canlandırılması, gerçek bir ekonomik demokrasi ortamında düşünülebilir (Partant, 2002: 167). 

Ekonomik demokrasiyle kastedilen, Partant’ın işaret ettiği üzere karar verenlerle işi yapanlar arasındaki ayrımı ortadan kaldıran ekonomik ve sosyal özerkliktir. 
Ulusal üretimi yörenin özgül koşullarına yeniden uyumlu kılma konusunu Korsikalılar ve Şevenollar üzerinde örneklendiren Partant (2002: 190-191), 
kestaneliklerini yeniden canlandırırlarsa eskiden olduğu gibi mobilya ve aletler üretebileceklerini, halklarını da kestane satın almaya davet ederek kendi üretimlerini tüketebileceklerini ve böylece bir özerklik deneyine ortam hazırlanabileceğini yazar. Alanda görüşme yaptığım Konya Kürtleri de kendi 
deneyimlerinden yola çıkarak mühim olanın “ekonomik bağımsızlık” olduğunu öne sürdüler. Devlet teşviklerinin bir yere kadar sürdürülebilir olduğunu, esas 
itibariyle yapılması gerekenin, kendi öz kaynaklarıyla, bağımsız sosyo-ekonomik varlığa ve kendi toplumsal üretimlerine sahiplik olduğunu ifade ederlerken, ancak bu şekilde kalkınma koşullarının oluşturulacağını öne sürdüler. Partant’a (2002: 51-52) göre ise: 

Nasıl bir çocuk yetişkin elbisesini giyerek değil, büyüyerek yetişkin insan oluyorsa, bir toplum da kendi sahip olduğundan hareketle, çevresindeki kaynaklardan ki bunlar gezegenin bir yerinden diğerine değişiyor  yararlanarak kalkınabilir. 

Sonuç olarak devlet, özellikle sermayecileri memnun eden, ekonomik yatırımlarla ‘kalkınmış’ Kürdistan’ı vaat ederek Kürt sorununun üstesinden 
nasıl gelinmek istendiğini gösterir. Örneğin, 2008 yılında başbakan Erdoğan’ın Gap Eylem Planı çerçevesinde yapılan toplantılara yalnız iş dünyasından ve meslek kuruluşlarından temsilciler davet etmesi hükümetin bölgenin kalkınma sorununa nasıl yaklaştığını gösteriri. Nitekim TESEV (2008: 20-21) raporunda da bir biçimde eleştirilen bu durum şöyle ifade edilir: 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 27 Mayıs 2008’de Diyarbakır’da açıkladığı GAP Eylem Planı’nın hazırlanış sürecinde yapılan toplantılara ağırlıklı olarak iş 
dünyası ve meslek kuruluşları temsilcilerinin davet edilmiş olması ve sendikalar, yoksullukla mücadele eden örgütler, kadın kuruluşları ve insan hakları örgütleri 
temsilcilerinin sürecin dışında bırakılmış olması, bölge halkı açısından planın inandırıcılığını ve güvenirliğini baştan zedelemiştir. Sonuç olarak ortaya çıkan metin de, ağırlıklı olarak bölgedeki işveren temsilcilerinin görüşlerini yansıtmakta, GAP konusunda söz sahibi olması gereken birçok başka kesimin seslerinin duyulmamasına yol açmaktadır.

Kürt sorununun çözümü tartışılırken Türkiye Kürdistan’ının nasıl bir ekonomik sisteme sahip olması gerektiği noktasında kimileri -Kürt hareketi de kısmen dâhil- sermayeyi bölgeye yatırım yapmaya davet etmektedir. Kapitalistleşmenin başatlık kazanmadığı ‘Doğu-Güneydoğu’ Anadolu’da neoliberalizme göz kırpılması gerçekten gerekmekte midir? Bugüne kadar gelişmemiş kapitalizmi sorun olarak değerlendirip bölgenin kapitalist ilişkilere açılması tek geçerli yol mudur? Türkiye’nin yaklaşık bir buçuk asırdır kapitalizmle bütünleşme çabalarının sonuçları düşünüldüğünde bölge için farklı bir sistemin varlığı mümkün müdür? Çözüme doğru gidilirken Irak Kürdistan’ının ekonomide seyrettiği yol mu takip edilmeli yoksa yeni bir alternatif mi tartışılmalıdır? Bu ve benzeri soruları Kürt sorununun ekonomi başlığına akıl yürüten herkesin ciddiyetle sorması gerektiğini düşünüyorum. 

Çünkü kapitalist gelişme tecrübelerinin gösterdiği üzere Kürdistan’da getirim temelli üretim ve zenginliğin artması, zenginlerin zenginliğini artırmaya 
devam ederken yoksulluğu ve eşitsizliği de artıracaktır. Amin’in (1999) ileri sürdüğü gibi, kapitalist üretim tarzı bir toplumun bunalımını çözüm bulmak 
için değil, genellikle kendi çıkarları için yöneltmek ister. “Türkiye Kürdistan’ı için küreselleşme ve kapitalizme bütünleşme kaçınılmaz mıdır?” şeklinde sorulacak bir soruya Amin (1999), birçok farklı dünya düzeninin bulunmasının olasılığını ve buna ilişkin alternatifleri düşünmekten alıkoyulmaması gerektiğini önerir. Sermayeden kurtulmanın olanaksızlığı göz önüne alındığında sistem karşısında demokratik özerklik uygun bir düzen yaratabilir mi? 

7. ALAN BULGULARI 

Konya’nın Selçuklu İlçesi’nin Fatih, Işıklar, Özalkent, Mehmet Akif ve Kılıçarslan mahalleleri şehrin batı tarafında yer alır. Bu beş mahalleye doğudan girişte Fatih ve Işıklar Mahalleleri önce gelir. Sırt sırta olan bu iki mahalleyi doğudan batıya doğru ismi Malas olan dar bir cadde ayırır. Işıklar mahallesinin güneyinde ise Kılıçarslan Mahallesi bulunmaktadır. Sille yolu caddesi de bu iki mahalleyi doğudan batıya doğru birbirinden ayırır. Malas ve Sille yolu caddelerinin bitiminde Beyşehir-Isparta çevreyolu başlar. Çevreyolunun öbür tarafında hemen Malas caddesinin bitiminde Özalkent Mahallesi yer almaktadır. Sille yolu caddesinin çevreyoluyla kesilmesinin batı tarafında ise Mehmet Akif Mahallesi bulunmaktadır. Mehmet Akif ile Özalkent de tıpkı Fatih ve Işıklar gibi sırt sırta yerleşim birimi olarak yer almaktadırlar. Kürtler Konya’nın her semtinde yaşamakla birlikte ağırlıklı olarak adı geçen bu beş mahallede ikamet etmektedirler. Diğer bir deyişle, Kürtler bu beş mahallede diğer semtlerde olduklarının çok üstünde görünürdürler. 
Dolayısıyla mekânsal etnik kümelenmeye dair kısmi bir eğilimin varlığından bahsedilebilir. Buna ilaveten, Türklerle iç içe yaşamaktadırlar. Kürtler ve 
Türkler sosyal ve ekonomik ilişkilerin oluşturduğu karmaşık ağlarla birbirlerine bağlanmışlardır. Bir günün ilişkiler ağında faaliyetlerini Türklerle bir arada 
gerçekleştirirler. Denilebilir ki, günlük hayatta insanların ilişki kurdukları her ortamda Kürtler ile Türklerin karşılaşmaları bölge için sıradan bir durumdur. 
Kürt kasaptan etler alınırken, Türk bakkaldan ekmekler tedarik edilerek gün içerisindeki ihtiyaçlar giderilir. Görünen o dur ki, Konya Kürtleri Türklerle, 
coğrafi bölge olarak Kürdistan’daki Kürtlerle kurduklarından daha fazla ve daha kolay ilişki kurmaktadırlar. Her ne kadar Türklerle güçlü bir ilişki örüntüsüne sahip olsalar da, Konya Kürtleri coğrafi anlamda ‘uzak’ Kürtlere kendilerini daha yakın hissettiklerini ifade ederler. Bu durum Anderson’un (1995) hayali cemaatlerini akla getirir. Sınırlılık içkin olacak şekilde hayal edilmiş bir cemaat olarak Kürtler her birinin zihninde toplamlarının hayalini yaşatmaya devam ederler. Birbirlerinden uzakta yaşamalarına rağmen Konya Kürtleri özelinde Orta Anadolu Kürtleri ve coğrafi bölge olarak Kürdistan Kürtleri bu ortak etnik kimliği devam ettirmede zorluk çekmezler. 

Cihanbeyli ve Kulu’nun merkez ya da köylerinde evleri ve arazileri olan bu insanlar genel olarak iki sebepten ötürü aynı zamanda Konya merkezde 
de yaşamayı tercih ederler. İlk sebep, eğitim maksatlı olup çocuklarını okutmak ve bir meslek sahibi yapmak olup; ikinci sebep ise ticarettir. 

Görüştüğüm kişilerin bir kısmı bu şekilde ticari ilişkilerin içinde olup esnaflıkta tutunmuşlardır. Köyleriyle ilişiklerini kesmeyen bölge Kürtleri bir yandan 
Konya merkezin olanaklarından yararlanmakta diğer yandan köyle ilişkilerini özellikle çiftçilik üzerinden yoğun olarak devam ettirmektedirler. Fatih, Işıklar, 
Özalkent, Mehmet Akif ve Kılıçarslan mahallerinin Kürtler tarafından ikametgâh olarak seçiminin cazip bulunmasında hemşericilik ve akraba ilişkilerinin oynadığı rolün büyük etkisi vardır. Buralardaki evlerin satın alma ve kiralama bedelleri diğer semtlere oranla daha uygun olmasına rağmen Kürtlerin bu mahallelere yerleşim isteği parasal kaygılardan değil, manevi tercihlerden kaynaklanır. Köydeki gelenek ve göreneklerini, yaşam tarzlarını söz konusu mahallelerde daha rahat devam ettirirler. Örneğin, ev ziyaretleri, taziyeler, kız alıp vermeler, çay ocağı sohbetleri gibi alışageldikleri sosyal ilişkilerini kurarlar. 

Genel olarak maddi durumları iyi olan bu insanların oturdukları ev çoğunlukla kendilerinindir. Şehre gelir gelmez kiralık ev bakmayı hiç düşünmeden ev satın alırlar. Hatta birçoğu yıllar içerisinde satın aldığı ev sayısını çoğaltır. Kiracı olan Kürtler büyük oranda ‘Doğu ve Güneydoğu’ illerinden göç etmiş olanlardır. Konya Kürtleri kendi aralarında ‘Doğu ve Güneydoğu’dan göç yoluyla gelmiş bulunan Kürtler için ‘muhacir’ kelimesini kullanırlar. ‘Muhacir’ tanımı yalnızca Konya Kürtlerine ait olmayıp genel olarak Orta Anadolu Kürtlerinin ‘Doğu ve Güneydoğu’dan gelmiş Kürtler için kullandıkları bir tanımdır. Alakom (2007: 44), bu konuyla ilgili olarak 500 yıl boyunca Kürtlerin Orta Anadolu’ya iyiden iyiye alıştığını ve en sonunda da topraklarına yeni gelen bazı diğer Kürtlere ‘muhacir’ demeye başladığını ifade eder. Muhacir tanımı sınıfsal bir içeriğe sahiptir. Özellikle köy içinde daha görünür olan ‘muhacirlerin’ genel olarak maddi durumları iyi değildir. ‘Muhacirler’ köylerde yaygın bir biçimde işçi olarak çalışırlar. Konya merkezde Kürtlerle ‘muhacirler’ arasındaki işçi-işveren ilişkisine çok fazla rastlanmamakla birlikte yaşam şartları arasındaki fark belirgindir. 
Bu ikili arasındaki ilişki köyde muazzam sıklıkta iken merkezde Kürtlerin ‘muhacirlerle’ kurduğu ilişki ağı gevşektir. Konya Kürtlerinin işveren konumun  da olmasının kaynağı uzun yıllardır Türkiye’nin ekonomik sistemiyle kurdukları güçlü bağdan ileri gelir. Sistemle uyum sürecini başarıyla tamamlamış Konya Kürtleri, sermaye güçlerine ulaşmada ve kendi sermayelerini oluşturmada zorlanmazlar. Bu durum kendilerini ve yaşadıkları toprakları görece refaha ulaştırmıştır. 

Genel olarak bariz ekonomik sorunları olmayan Konya Kürtleri, Kürt sorununun ortaya çıkışının ekonomik nedenlere indirgenemeyeceğine önemli bir örnek teşkil ederler. Kürt sorunu söz konusu olduğunda sınıfsal farklar önemini yitirir. Gelir düzeyi, eğitim ve meslek gibi istatistiksel her grupta sorunla yakından ilgili Konya Kürtleri, Kürt sorununun temelinde Kürt kimliğinin ret ve inkârının yattığı görüşünde hem fikirdirler. Konya Kürtleri her ne kadar başarılı işadamları, ünlü tacirler ya da tıp, hukuk gibi farklı mesleki dallarda şöhret kazanmış olsalar da devletle ve Türklerle girdikleri ticari ve sosyal ilişkiler onların kimliksel aidiyetlerini öne çıkarmalarına mani olmaz. Bölgenin Kürtleri ekonomik sisteme entegre olmalarına rağmen kimliklerine sık vurgu yaparlar. Ticaret alanında, eğitim hayatında, evlilik gibi özel durumlarda Türklerle incelikli bilgi akışına ve oldukça rasyonel bir biçimde karşılıklı işbirliğine geçmelerine paralel olarak geleneklerini de sürdürmektedirler. İncelikli bilgi akışı ve karşılıklı işbirliği, onları 
kimliklerinden, dillerinden ve kültürlerinden uzaklaşma yönünde tehdit etmez. 

Bu durum Barth’ın (2001a) belirttiği etnik gruplar arasındaki sınırların korunması süreciyle bağlantılı olarak düşünülebilir. Konya Kürtleri, Kürt kimliğinin bilincinde ve bu konuda anlatılarıyla bir savunma içindedirler. Devletin Kürt politikasına meydan okuyan anlatılar Kürtlerin insan hakları bağlamındaki temel taleplerine vurgu yapar. Kürt sorununa duyarlı Konya Kürtleri, kimliksel, dilsel, kültürel ve yönetimsel haklarının tanınmasını ve yasal güvence altına alınmasını talep ederler. Alanda ulaşılan Kürtler, Kürt sorununun çözümünün kimlik, dil ve kültür ile özerklik taleplerinin karşılanmasından geçtiğini dile getirdiler. Sorunun ortaya çıkışında ekonomik faktörlerin nedenlerden yalnızca biri olabileceğini belirttiler. 

Kimlik, dil ve kültür ile özerklik talepleri gündelik hayat içerisinde hem rutin olanı hem de siyasal olanı barındırır. Siyasetin günlüğünde olan biten her şey gündelik ilişkiler ağında günlük pratiklerin deneyimlenmesine nüfuz eder. Kürt sorunu diye tanımlanan toplumsal durum farklı bölgelerde yerleşik düzenlerini devam ettiren Kürt halkının gün içinde yapıp ettiklerinden ayrılmaz bir parçadır. Örneğin, siyasi partilerin Salı günleri yaptıkları grup toplantılarının yerele yansıması, bir Kürt’ün sermayesini yatıracağı milliyetçi ya da ulusalcı ağırlığı olan bir holdingle yaptığı anlaşmayı feshetmesine neden olabilir. Bu anlamda Kürt sorunu Kürtlerin günlük rutinlerinin dışında kalmadan gündelik ilişkiler ağı içerisinde görünürdür. Gündelik hayatın ritmine işaret eden okul sıralarından devlet dairelerine, minibüslerden restaurantlara, Konya Kürtleri her nerede olursa olsunlar siyasal ve kültürel taleplere duyarlıdırlar. Günlük iletişim ağları kurulurken bir Türk’ün bir pratikten bir sonrakine geçişte farkına varmadan kapıldığı basit rutinler, bir Kürt için ayırt edici rutinler olup farklı algıları beraberinde getirir. Örneğin, çocuğunu okuldan alırken gününün nasıl geçtiğini Kürtçe birkaç kelimeyle soran bir veli güvenlik görevlisinin sözlü saldırısına uğrayabilir. Bu bağlamda Konya Kürtlerinin açısından bakıldığında gündelik hayatın rutin işleri, devletin Kürt politikaları tarafından şekillendirilmekte, devlet söylemi bir şekilde bütün koşullar üzerinde belirleyici ve düzenleyici durumdadır. Bir Kürt, doğumundan ölümüne dek, dilinden eğitimine, kimliğinden güvenliğine kadar devletin Kürt politikası tarafından belirlenmekte, yönlendirilmekte ve yönetilmektedir. Alanda ulaşılan Kürtlerin yaşamları, insan olmanın getirdiği en temel ve en basit ihtiyaçları, devletin geliştirdiği politikalar ve araçlarının denetimi altındadır. İlkokulda çocukların öğretmen ve dil problemleri, kamuda özellikle Kürtçeden başka hiçbir dil bilmeyen yaşlı kadınların yaşadığı sıkıntılar, çeşitli durumlarda kimliklerini saklamak zorunda kalan kişilerin hayatları boyunca üzerlerinden atamadıkları travmalar gibi pek çok konu devletin Kürt 
politikalarının yarattığı sonuçlardır. 

Kürtlerin yaşam tarzı üzerinde belirleyici olan etkenlerin ancak alanda çalışılan insanların kendi hikâyelerini anlattıkları etnografik anlatılarla izinin sürüleceğini deneyimlemek eşsizdi. Bilindiği gibi, etnograflar alanda temasa geçtikleri kişilerle ilişkilerini geliştirerek onların değişen zaman ve mekânlarda kendilerine biçilen ya da biçtikleri çoklu rolleri inceleme fırsatı bulurlar. Bu anlamda alan çalışması yapan bir araştırmacı olarak ilk izlenimim temas kurmaya çalıştığım kişilerin bana dönük güvensizlik duygularının varlığı oldu. Büyük olasılıkla benim samimiyetimi kendilerince test etmiş olmalılar ki ilerleyen günlerde bana evlerinin kapılarını açmaktan geri durmadılar. Alana çıktığım ilk günlerde konuştuğum Kürtlerdeki tedirginliğin günler geçtikçe yerini rahatlamaya bırakması beni oldukça etkiledi. Orta Anadolu Kürtleri, ‘Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürtlere kıyasla çabuk “açılamıyor” ve rahat konuşamıyorlardı. Elimde kamera ya da kalem-kâğıt olmasından hoşlanmıyorlar, kuşkulu gözlerle bakıyorlardı. Kamera açık değilse ya da masada kalem-kâğıt yoksa yüzlerine tebessüm konuyor, rahatlıyorlardı. Bunun nedeni anlatılarının “aleyhlerinde” kullanılacağı korkusu olabilirdi. 

Adeta kerpetenle ağızlarından laf almaya çalıştığım insanlar zaman ilerledikçe beni şaşırtacak derecede tutum değişikliğine gittiler. İlk günlerde kendini saklayan tutum yerini samimiyete ve güvene bırakarak bana geçmişlerini, şimdilerini, geleceklerini, özlemlerini ve umutlarını anlatmaya koyuldular. Anlattıkları her hikâye, ifade ettikleri her söz beni, Orta Anadolu Kürtlerinin “asimile oldukları”, “sistemle bütünleştikleri”, “düzene dair hiçbir sorun taşımadıkları” yargıları karşısında yeniden düşünmeye sevk etti. Uzun yıllardır bu bölge Kürtlerinin nerdeyse Kürt sayılmadıkları yargılar silsilesinin sebebi muhtemel ki bahsettiğim kendini saklayan ve kolay açılmayan tutumdan kaynaklanıyor. Bu tutumun bir nedeni Kürdistan’daki Kürtlerin “biz  bize” oluşuna karşın Orta Anadolu Kürtlerinin Türklerle daha içli dışlı olması, maddi - manevi alışveriş içerisinde bulunması ve dolayısıyla olası bir yanlış anlamanın yol açacağı keşmekeş olabilir. Bu bağlamda Kürdistan’daki Kürtler, sayıca kalabalık olmaktan kaynaklı olarak kendilerini daha güvende hissetmekte hatta halk deyişiyle “arkalarını sağlam” görmekte olmalılar ki Kürt sorunu karşısında düşüncelerini görece özgür ve rahat bir şekilde dile getirmektedirler. 
Bu minvalde soru yönelttiğim bir görüşmecim şu yorumda bulundu: 

H/K: Orta Anadolu Kürtleri kimliklerini kaybetmeden, “asimile olmadan”, sistemle bir şekilde entegre oldular. Bu entegrasyon Kürtlüklerinden bir şey kaybettirmedi. Asimile hiçbir zaman olmadıkları gibi kimliklerinden hep övündüler. Ama şiddet görmedikleri için şiddetle cevap vermediler. Bu bölgenin Kürdü devlet terörüne maruz kalmadı. Demografik yapıdan ötürü Orta Anadolu Kürdü Türklerle biraz daha uyum içinde oldu. Ama Doğu’da Kürt nüfusu kat kat fazla. Devlet yıllar boyu bilinçli olarak oraya yüklendi. Doğu Anadolu Kürdü beyaz Renault’u da gördü bir sabah köyünün bütün erkeklerinin kurşuna dizilmesini de. Doğal olarak sesi daha sert çıktı. 

Bu yorumda görüldüğü üzere Orta Anadolu Kürtleri ekonomik sisteme uyum sağlamalarını sıklıkla “asimilasyona maruz kalmadan” cümlesiyle birlikte açıklarlar. Bölge Kürtlerinin ağzına pelesenk olmuş “asimilasyona maruz kalmamak” cümlesi, “kimliğinden hep övünmek”, “dilini unutmamak” ya 
da “Kürtlüğünü kaybetmemek” şeklindeki ifadelerle kullanılır. Denilebilir ki, hemen her konuda “asimile olmadık” tabirinin kullanılması seslerinin görece 
sessiz çıkmasının başka bir anlama gelebileceğini düşündükleri için olabilir. Konya Kürtleri devletin ekonomik olanaklarından ‘Doğu ve Güneydoğu’da 
yaşayan Kürtlere göre çok daha ileri düzeyde yararlanmışlardır. Görece şiddete daha az başvurmaları gördükleri şiddetle doğru orantılıdır. Alanda bulunduğum günler boyunca “önce kimlik! Önce kimlik tanınmalı” ve benzeri gibi ifadelere çok sık rastladım. Dolayısıyla seslerinin görece sessiz çıkması kimlik bilinçlerinin ve kimliksel taleplerinin olmadığı anlamına gelmez. Kürt kimliği, dil, kültür ve özerklik gibi temel kavramlar onlara göre, eşit ölçüde Konya Kürtlerinin de öne çıkardığı taleplerdir. Orta Anadolu Kürtlerinin ‘Doğu ve Güneydoğu’da yaşayan Kürtlerden en büyük farkları bu talepleri yüksek sesle dile getirmemeleridir. Bu ise, bir tür saklanma haliyle açıklanabilir. Uzun saatler süren görüşmeler sonrasında dışarıya yansıttıklarıyla içlerinde biriktirdikleri arasındaki açık ara fark hissedilir. Yukarıda alıntıladığım anlatıda görüşmecimin ifade ettiği gibi benim de alanda gördüğüm üzere sistemle bütünleşmelerine karşın kimliklerinden “gurur duyduklarını” belirtirler. Bu övünç durumu kendilerini saklasalar bile kimliklerini saklamama şeklinde görülür. Her biri kendisini ön plana çıkarmasa bile kimliğini hiçbir zaman saklamadığını ifade eder. Anlatılarında kimliklerinden bahsederken “kadim özellikleri” ve “tarihteki konumu” gibi tabirlerin kullanımında söz konusu ‘gururun’ izlerini görmek mümkündür. Buna rağmen yukarıda vurguladığım 
tedirginlik hali hafife alınamayacak ölçüde görünürdür. Bu bağlamda görüşme yaptığım muhataplarım bu konuyla ilgili olarak şunları söylediler: 

A/F: Kürt açılım süreci bizi çok rahatlattı. Eskiden stresteydik. Gelmiş geçmiş hükümetler arasında Kürtlere en çok yakınlık gösteren parti AKP’dir. Biz ne 
günlerden geçtik. Daha önceki hükümetler hiç değinmedi bu konuya. Umutluyum. Dağ alanları piknik alanları olmuş. Şimdi çok daha rahatız. Dilimizi 
konuşabiliyoruz. Psikolojik olarak rahatladık. 

Bir başka görüşmeci: 

A/Ö: Misal biz eskiden kendimizi rahat hissedemiyorduk. Kürtçeyi konuşurken dikkatli davranıyorduk. Konuşamıyorduk. Açılım devlet eliyle bir 
rahatlık getirdi bize. Korkuyla yaşamıyoruz. Kürtlere psikolojik olarak yarar sağladı. Ben onu hissediyorum. Parkta konuşuyorsun diyelim herkesin yanında Kürtçe konuşulmazdı. Biz kendimizi moral açısından daha rahat hissetmeye başladık. Yani bize sıkıntı yaratıyordu. Kendi aramızda Kürtçe konuşurken çekinirdik. Artık o korkuyu hissetmiyoruz. İki üç senedir hele öyle. 

Yukarıdaki anlatıların ortak yanı 2009 yılında resmi ağızlardan başlatılan Kürt açılım sürecinin Kürtleri “psikolojik olarak rahatlattığı” yönündedir. Genel olarak AKP hükümetinin Kürt politikası Kürtleri eskiye oranla rahatlatmış görünmektedir. Birinci görüşmecimin “dağ alanları piknik alanları olmuş” ifadesi 2013 yılının Ocak ayında “barış görüşmeleri” adıyla başlatılan yeni süreç sonrasında çatışma alanlarının piknik yapmak gibi gündelik hayatın çeşitli evrelerinin gerektirdiği dinlenme ve rahatlama amaçlı alanlar olarak kullanılmasına gönderme yapıyor. 

9 CU BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR,


***

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 7

AÇILIMLA YAŞAMAK, GEÇMİŞTEN BUGÜNE KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜNE DÖNÜK DEVLET POLİTİKALARININ KÜRTLER İÇİN ANLAMI BÖLÜM 7

5.2. Anadilde Eğitimin Yasal Düzenlemesi 

Anadilde eğitimle ilgili yasal düzenlemede ilk yapılması gereken Uygun’a (2012: 23) göre, Türkçe’den başka anadillerin öğretilmesini yasaklayan anayasanın 42/son maddesinin yürürlükten kaldırılmasıdır. Uygun (2012), yeni anayasada, eğitimde ve öğretimde Türkçe’den başka anadillerin kullanımının yasal güvence altına alınması görüşündedir. Buna göre, kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde, bilhassa yerel yönetimler, Türkçe’den farklı anadillerde hizmet vermelidir. Bu konuda anayasanın kamu yönetimini düzenlediği kısmında Uygun’un önerisi, “kamu hizmetlerinin sunumunda resmi dilin dışındaki dillerin kullanımı yasayla düzenlenir” şeklinde bir hüküm konulmasıdır. Uygun’un anadilin kamu hizmetlerinin sunumunda ve eğitimde kullanımında önerdiği anayasal düzenleme, kültürel haklar bölümünde yer alıyor olup, “Anadili resmi dilden farklı olan yurttaşların dil hakları yasayla güvence altına alınır” şeklindedir (Uygun, 2012: 23). Kurban ve Ensaroğlu’nun bazı hukukçulara dayandırdıkları önerisine göre ise, dile ilişkin hükümlerin ayrı bir madde altında, örneğin, anayasanın 3. maddesinde düzenlenmesi daha anlamlıdır. Buna göre, Türkiye toplumunun farklı kültür ve etnik grupları barındıran çoğulcu yapısı düşünüldüğünde Türkçe “devletin dili” yerine “devletin resmi dili” olarak tanımlanmalıdır. Kurban ve Ensaroğlu’na göre, bütün anadillerin kullanılması, geliştirilmesi ve korunması hakları anayasal güvence altına 3. maddede şu şekilde alınmalıdır: 

(1) Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi dili Türkçedir. 
(2) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının anadillerini kullanma, koruma ve geliştirme hakları bu Anayasa ile güvence altına alınmaktadır. 

Devlet, Türkçe dışındaki anadillerin eğitim ve öğretimde, kamu hizmetlerine erişimde ve toplumsal hayatın her alanında kullanılması için gerekli kaynakları sağlamakla yükümlüdür (Kurban ve Ensaroğlu, 2010: 24). 

Uygun (2012), bütün öğrencilere fırsat eşitliği sağlanması adına eğitim hakkını düzenlemesi gereken Anayasa’nın 42. maddesinin, Kürtlerin esaslı bir talebi olarak anadilde eğitimi yasaklayan ifadelerden arındırılması fikrindedir. Kurban ve Ensaroğlu’nun (2010: 26) bu maddeye önerdikleri yeni düzenlemeyle anadilde eğitim hakkı anayasal güvence altına şöyle alınabilir: 

(1) Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. 
(2) Herkes anadilde eğitim hakkına sahiptir. 
(3) Eğitim ve öğretim, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz. 
(4) Temel eğitim 12 yıl olup herkes için zorunludur. Devlet, yükseköğretim de dâhil olmak üzere herkese bedelsiz öğretim hizmeti sunmakla yükümlüdür. 

İlham vermesi adına örnek gösterilecek olursa, Türkiye isminden farklı olarak “İspanya”, bir ulusun değil bir coğrafyanın adıdır ve İspanyol ırkı veya 
etnisitesi diye bir olgu yoktur (Ergil, 2009: 166). Bu minvalde dil konusu İspanyol Anayasası’nın üçüncü maddesinde fıkralar halinde şöyle düzenlenir: 

(1) Kastilyaca, devletin resmi dilidir. Bütün İspanyolların bu dili bilme görevi ve kullanma hakkı vardır. 
(2) Diğer İspanyol dilleri de kullanıldıkları Özerk topluluklarda yasal statüleri gereği resmi olacaklarıdır. 
(3) Farklı dillerin çeşitliliğinin sunduğu zenginlik, İspanya’nın özellikle saygı duyulacak ve korunacak kültürel mirasıdır (Ergil, 2009: 166). 

5.3. Yerelleşme Olgusuna İlişkin Özerklik Yasası 

Kürt sorununun çözümünde tamamlayıcı nitelikte olması gereken yeni Anayasa’da ülke bazında yönetim düzeninin nasıl olacağı konusunun yasal 
olarak güvence altına alınması, özerklik başlığı altında da değinildiği gibi, önemli bir husus olarak öne çıkmaktadır. Uygun (2012: 14)’a göre, anayasada yapılması gereken ilk değişiklik kamu yönetiminin hangi ilkeye göre örgütleneceği konusunda olmalı; “merkeziyetçilik” yerine “yerinden yönetim” ilkesi anayasanın temel maddeleri arasında güvence altına alınmalıdır. Buna göre anayasanın ilk üç maddesi şöyle düzenlenmelidir: 

(1) Türkiye Devleti bir cumhuriyettir. 
(2) Yurttaşların ortak varlığı olan Türkiye Cumhuriyeti insan haklarına dayanan, çoğulcu, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. 
(3) Türkiye Cumhuriyeti bir bütündür. Örgütlenmesi yerinden yönetim esasına dayanır (Uygun, 2012: 14). 

Aynı şekilde BDP’nin Kısmi Anayasa Taslağı’nda ise bu madde, 1. maddenin 3. fıkrasında “Devletin idari yapısı âdemi merkezi sistem esasına göre düzenlenir. Devletin toprak bütünlüğüne dokunulamaz” şeklinde düzenlenmektedir24. Önemli diğer bir nokta yerinden yönetim birimlerinin devlet örgütü içindeki öneminin vurgulanmasıdır. Uygun’a göre, yönetim birimlerinin yetki, görev ve sorumluluklarının belirlenmesinde, kamu hizmetlerini en iyi ve verimli şekilde yerine getirebilecek halka en yakın yönetim biriminin yetkilendirilmesi esası anayasal bir ilke olarak benimsenmelidir (Uygun, 2012: 16). Örneğin, yerinden yönetimi önceleyen ve güçlü yerel yönetimlere dayanan düzenlemesiyle 1921 Anayasası’nın 11.maddesinde il idaresinin nasıl olacağı şu şekilde ifade edilmekteydi: 

 İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir ve özerktir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren 
işler dışında hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince evkaf, medreseler, eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, 
sosyal yardım işlerini düzenlemek il kurullarının yetkisindedir (Yayman, 2011: 43). 

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere 1921 Anayasası’nda demokratik özerkliğe varan geniş bir idari özerkliğin düzenlendiğini söylemek yanlış olmaz. Bir başka örnek olarak, 1977 tarihli İspanyol Anayasası’nın ikinci maddesi, İspanyol Ulusu’nu oluşturan milliyetlerin ve bölgelerin özerklik hakkını garanti ederken 143. maddenin birinci fıkrası, özerk yönetimlerin nasıl oluşacağını şöyle hükme bağlar: 

Ortak tarihi, kültürel ve ekonomik özellikleri olan komşu iller (bölgeler), adalar ve tarihi bölge statüsüne sahip iller, bu başlık altında (Anayasa’nın ‘Özerk Topluluklar’a İlişkin’ başlığını taşıyan Üçüncü Bölümü’nde) yer alan hükümlere ve kendi özel (yasal) Statüleri’ne uygun olarak öz-yönetim uygulamasına geçebilir ve Özerk Topluluklar kurabilirler (Ergil, 2009: 167). 

Uygun’a göre, bölgesel yönetimlerin kuruluşu için kanunkoyucuyu 
yetkilendirecek genel bir hüküm de anayasada yer almalıdır. Bu konuda 
anayasal düzenleme için Uygun (2012: 19) bir öneriyi şöyle getiriyor: 

(1) Bölge yönetimi Bölge Meclisi, Başkan ve Yürütme Kurulundan oluşur. 
(2) Bölge yönetiminin kuruluşu, yetki ve sorumlulukları ile tek ilden oluşan bölgelerin durumu kanunla düzenlenir. 
(3) Temel ilkeleri yasa ile düzenlenen konularda bölgesel yönetmelik çıkarılabilir. 

Bölgedeki diğer yerinden yönetim birimlerinin işlem ve kararları bölgesel yönetmeliklere aykırı olamaz. 

Özerklik başlığı altında değinildiği gibi, yerinden yönetim birimlerinin mali özerkliği de anayasa ve kanunlarda gösterilen sorumluluklarıyla doğru 
orantılı olarak belirlenip Uygun’un vurguladığı üzere anayasal güvence altına alınmalıdır (Uygun, 2012: 16). 

6. EKONOMİK YATIRIM 

Yerel yönetimler düzleminde diğer bölgelere oranla siyaseten göreli güçsüz olan Türkiye Kürdistan’ı25 ekonomik sisteme yalnızca kısmen entegre olmuştur. Sanayileşme ve ulaşım yolları gibi alt yapı eksikliği, genel anlamda Kürdistan’ın dünyanın ekonomik, kültürel ve bilimsel gelişmelerinden izole olmasına neden olmuştur. Endüstriyel olmayan bir üretimle ve güçlendirilmemiş yerel yönetimlerle ekonomik sistem bölgenin aleyhinedir. 

Bruinessen’in (1992) işaret ettiği gibi 19. yüzyıldan bu yana ilerleyen uluslararası iletişim olanakları dünya pazarının Kürdistan’a ulaşmasını 
kolaylaştırmış ve yabancı mallar yerli malların yerini almıştır. Kürdistan kasabalarında kimi zanaatlar kaybolurken kimileri de görece modern işleyişe 
sahip endüstrilere dönüşmüştür. Ancak bu endüstriler, altyapı eksikliği, yüksek ulaşım maliyeti ve diğer nedenlerle Türkiye’nin batısıyla rekabette 
zorlanmıştır. 1800’lerin başında, ufak makinelerden tekstil ürünlerine, sabun, bisküvi, şekerleme gibi gıda ürünlerine kadar pek çok ihtiyaç yabancı 
ülkelerden ya da büyük şehirlerden getirtiliyordu (Bruinessen, 1992: 39). Bruinessen’e göre bu özellikler, “gelişmeden çok, geri kalma sürecini 
adlandırmayı hak eden özelliklerdir”. Bu noktada Bruinessen (1992: 40), “endüstriyel gelişme engellenmiştir. Kürdistan, iç içe olduğu devletlere ve 
bunlar aracılığıyla da dünyanın endüstriyel merkezlerine güçlü bir şekilde bağımlılaşmıştır” savını ileri sürer. Kürdistan’da istihdam yaratacak 
endüstriyel kapasitenin yokluğu insanların sanayi merkezlerine gidip oraların kalkınmasına katkıda bulunmasına neden olmuştur. Aynı şekilde Kürt 
sermayesi de paralarını toprağa, tarım makinelerine, ticarete ya da sanayiye yatırmak için merkeze kaydırmıştır. Bruinessen’in (1992: 41) kendi ifadesiyle, 
“yani, hem Kürt proletarya hem de Kürt sermayesi var fakat ikisi de Kürdistan’ın dışında”. 

6.1. Bir Kolonyal Düşünce Sistemi Olarak Kalkınma Söylemi 

Teknik açıdan bakıldığında Türkiye’deki siyasi meseleler ekonomik yatırımların niteliği ve devamlılığı üzerinde büyük oranda etkilidir. Her ne kadar siyasi söylemde Türkiye Kürdistan’ının ekonomik sisteme diğer bölgelerle aynı şekilde katılmaya zorlandığı söylense de bölgeler arasındaki dengesizlik gözle görünür oranda belirgindir. Bruinessen’e göre bu durum, Türkiye’nin politikalarının iktisadi ilerlemenin Kürtlerin taleplerini alevlendireceği korkusuyla doğu illerinde gelişmeyi kasten engellemesinin doğal sonucudur (Bruinessen, 2005: 338). Bölgede var olan olanakların bilinçli olarak kullanılmaması, diğer bölgelerde toplumsal ve ekonomik örgütlülük açısından farklı metotların uygulanması, bugün yaşanan ekonomik açmazın baş mimarı olmaktadır. Bu duruma ilişkin olarak Değirmenci’ye (2009: 49) konuşan Fikret Başkaya, bölgenin her açıdan eşine az rastlanır bir zenginliğe sahip olduğunu belirterek, “demek ki sorun başka şeylerle ilgili…” der. Bilindiği gibi, kolonizasyon hareketi belli bir plan dâhilinde somut bir amaç için yapılır. Başkaya (2001), Beşikçi (1991) ve Yıldız (2006) gibi yazarların ortak olarak işaret ettikleri üzere, II. Mahmut’un merkezileşme politikasından beri süregelen yayılmacılık ve işgal Cumhuriyetin asimilasyon uygulamalarıyla devam ederek bölgenin koloni olarak elde tutulmasını sağlamlaştırmıştır. Kolonizasyon hareketlerinin doğal karakteri olarak sömürgecilik, eylemleriyle, genellikle gücünü bölgenin aleyhine kullanarak taraf olur (Yıldız, 2006). Bu anlamda bölgede sistemli ve devamlı bir iskân ve kolonizasyon hareketi olduğunu söylemek abartı sayılmaz. Hemen bu 
noktada belirtmek gerekir ki, kolonizasyon hareketiyle siyasi yapının denetimi altında olan bölge, sosyo-ekonomik bakımdan disiplin altına sokularak 
devletin inisiyatifine bırakılmıştır. 

Yıldız (2006: 24), sömürge ve sömürgeci ilişkisinin göreceli bir kavram olduğunu dile getirir. Kürdistan üzerinde izlenen uygulamalardaki sömürgecilik eğilimlerini görmek akademik ve diğer çalışmalarda araştırmacıların ideolojik ya da kişisel korkulardan kaynaklı tercihlerine göre istenmeyen bir durumdur. Resmi tarihe göre de bölgedeki uygulamaların sonuçları sömürgecilikle bağdaştırılamaz. Türkiye’de Başkaya (2001), Beşikçi (1991) ve Kâhya (2008), bölge üzerindeki sömürgeci eğilimlerin varlığına işaret eden yazarlardan bazılarıdır. Kolonizasyon hareketinde “doğru önlemlerden” biri olarak yapılması gereken ilk eylem, ülkenin bir iki kilit bölgesine göçmen yerleştirmektir (Yıldız, 2006: 26). Nitekim 24 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararıyla hazırlanan Şark Islahat Planı’nda, Van şehri ile Midyat arasındaki hattın Ermenilerden kalan arazilerine Türk muhacirleri yerleştirilmesi kararlaştırılmıştır. Plana göre: 

Yugoslavya’dan gelmekte olan Türk ve Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek teşkil edeceği, muhacirin, evvelemirde Elaziz-Ergani-Diyarbekir, Elaziz-Palu-Kiğı, Palu-Muş arasındaki Murat Vadisi, Bingöl Dağı’nın Şark ve cenubu ve Hınıs, Murat vadileri, Muş Ovası, Van Gölü havzası, Diyarbekir-Garzan-Bitlis hatlarında iskân edilecek (Akçura, 2008: 44-45). 

Türkay’ın (2009: 106) belirttiği gibi, sömürgecilik pratiği yalnızca iktisadi bir içeriğe sahip değildir. Sömürgeleştirilen coğrafyalarda yaşayan toplumlar eşzamanda kültürel bir dönüşüme de zorlanırlar. Bu bağlamda Türkiye Kürdistan’ının Türkiye’nin diğer coğrafi bölgelerinden geri kaldığını ya da az geliştiğini söylemek antropolojik anlamda kolonyal düşünce sisteminin bir parçası olarak değerlendirilebilir. Türkiye örneğinde kolonyal düşünce sisteminin aşiret ilişkilerini sorumlu tutarak Kürtlere medeni olmayan, “yerli”, “barbar” insanlar portresi çizmesi, Kürtler nezdinde dahi haklı bir gerekçe olarak içselleştirilmesi, Kürdistan’ın -tarıma dayalı gelişen (Hassanpour, 2005: 29)- ekonomik sisteminin başarıyla çökertilmesini sağlamıştır. 

Hassanpour (2005)’in değindiği gibi, aşiret sisteminin bir sorun olarak görülmeye başlanması bölgenin ekonomik işleyişini yavaşlatarak zarara 
uğratmıştır. Saha araştırmasında görüşme yaptığım kişilerden yetmiş iki yaşındaki emekli bir esnafın Kürt sorununu “Doğu’daki aşiret ilişkilerine” 
bağlaması bahsi geçen içselleştirmenin başarısını ortaya koyar. Bu aşamada zihinsel manipülasyonlardan bahsetmek gerekir. Başkaya (2002: 11) halkların bilincinin sömürgeleşmesinin, insanın kendine ve kendi gerçekliğine yabancılaşması demek olduğunu ve her dönem insanların bilincini çarpıtıp 
sömürgeleştiren kavramların ortaya atıldığını ileri sürer. Türkiye’de üretilen ve yaygın olarak benimsenen algıya göre, Kürtlerin yaşadığı bölgeler ve gün 
içerinde kurdukları iletişim ağları ülkenin geri kalanına göre “çağdaş uygarlık seviyesinden” hayli uzak, gerici ve irrasyoneldir. Bir toplumun kültüründen, 
tarihinden ayrılmaz olan unsurların gericilikle, akıl dışılıkla itham edilmesi sömürgecilik sürecinin bir parçasıdır. Batı’nın geçerli kalkınma paradigmasına ciddi eleştiriler yönelten Partant (2002: 48), kalkınma ve azgelişmişlik kavramlarının nasıl ortaya çıktığını şöyle ifade eder: 

Bugün bu ülkelerin ekonomik ve teknik planda geri oldukları, bu geriliğin de sosyal ve kültürel bir geriliğe  neden olduğu kabul ediliyor. 

Aradaki farkı kapatmak için, bugünkü sanayileşmiş ülkelerin gelişmişlik düzeyine ulaşıncaya kadar (onlar da yerlerinde durmuyorlar) ekonomik ve teknik planda ilerlemeleri gerekiyor. Böylece gelişmiş ülkeler yeni bir misyon keşfetmiş durumdalar: “kalkınma yolunda” ilerlemeleri için azgelişmiş olanlara yardım 
etmek (!). Bugün resmi terminolojinin de üzerinde yerini aldığı bu yol, birkaç yüz yıldan beri insanlığın geri kalan kısmına, Batılının gösterdiği çıkmaz yoldan 
başka bir şey değildir. 

Algı yönetimleri, kendi içinde hiçbir tutarlılığı olmayan söylemleri toplumsal bilince birer gerçeklik olarak yerleştirir. Bu şekilde çoğunlukla zorla kısmen gönüllü olarak Kürtlerin “çağdaş uygarlık seviyesini” yakalamalarının gerekli olduğu ve bu amaca ulaşmaları için öncelikli olarak dillerinden, kültürlerinden ve tarihlerinden uzaklaşmaları gerektiği dile getirilir. 1945 yılında Amerikan Başkanı Truman’ın geri kalmışlık durumunu “her şeyden önce Amerikan kalkınmışlık seviyesine (veya hayat tarzına-american way of life) göre bir geride kalmayı” (Ünsaldı, 2011: 20) ifade etmesinin bir benzeri olarak Türk ulus devletinin egemen güçleri bölgeyi geri kalmışlık kavramıyla tanıştırırlar. Kürt sorununun kimlik boyutunu ve kültürel taleplerini görmezden gelen bu yaklaşım bölge için programladığı “geri kalmışlık” politikasıyla Kürtlerin eşitlik ve özgürlük taleplerini bir süre için görmezden gelir. Bölgenin normalleşmesini kalkınmaya bağlayan sosyal ve ekonomik öncelikli politikalarla ilgili araştırmaların bolluğu göze çarpar. Bunlar arasında en sağduyulu olanları dahi, örneğin TESEV (2006) araştırması gibi, kalkınmacı retoriğin ürünleridir. Hiç kuşkusuz söz konusu araştırmaların öne sürdüğü gelişme kavramını (ya da kalkınma) gerek insanlık açısından gerek bireysel açıdan ele aldığımızda toplumsal yaşam içinde özgürleşme sürecine ilişkin olarak toplumun ya da bireyin daha donanımlı hale gelmesi ve düşünsel yetilerini geliştirerek özgürleştirmesi anlamına gelir. Gelişme bu anlamda 
kulağa hoş gelen bu amaçlara ulaşmada bir araçtır. Ancak ekonomik gelişme süreci -ekonomik yaşamın gelişmesi ve teknolojik gelişme- büyük bir dönüşüme işaret ederek kapitalist gelişmenin dinamiklerini daha belirgin olarak ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucunda gelişme, araç olmaktan çıkarak amaç haline gelmiş (“gelişme için gelişme”) ve ekonomik kaynaklar hızla ve sadece “kar-üretkenlik-verimlilik” adına kullanılmış, üretim ve tüketim toplumda eşitsiz süreçler olarak örgütlenmiştir (Ercan, 1996: 14-15). Türkay’ın (2009: 22) ifade ettiği gibi, “klasik kuram çerçevesinde kapitalist ilişkilerle tanımlanan gelişme, tarihsel bir kategori olarak değil, doğal, kendiliğinden ve evrensel bir kategori olarak kabul edilmektedir”. Bu kabul sömürgecilik konusunu ortaya çıkarır: 

Genel olarak klasik iktisatçılar, batılı olmayan toplumları ve bu toplumların sömürgeleştirilmelerini Avrupa merkezli bir bakış açısıyla ele almışlardır. 
Bu ele alış biçiminde, sömürgecilik bir taraftan Batı’nın uygarlaştırıcı misyonunun pratiği olarak kabul edilirken, diğer taraftan insanlığın toplumsal evriminde henüz erken ve ilkel aşamada bulunan toplumları, daha ileri aşamaya doğru harekete geçirici, teşvik edici tek yol olarak haklılaştırmaya yöneliktir. 
Dolayısıyla sömürgeciliğin söz konusu toplumlar üzerinde olumlu bir etkisinden söz edilebilir, bu toplumların içinde bulundukları gerilik durumu sömürgeleşmiş 
olmalarından değil, kendilerinin gelişmeye karşı dirençli iç yapılarından kaynaklanmaktadır (Türkay, 2009: 23). 

Bu noktada devletin meşrulaştırmak ve kabullendirmek istediği Kürt meselesinin bir geri kalmışlık sorunu olduğu savının “ideolojik bir kurgu” olduğunu belirtmek yerinde olacaktır. Türkiye’de ve dünyada kalkınma sorununa eleştirel bir bakış açısı aralayan Amin (1993), Başkaya (2000), Ercan (1996), Partant (2002), Türkay (2009) ve Ünsaldı (2011) gibi pek çok araştırmacı vardır. Başkaya’ya (2011a: 7) göre kalkınma kavramı, kolonyalizmin klasik sürümünün sahneden çekilmekte olduğu bir zamanda imal edilmiş ideolojik bir kurgudur. Amin de aynı noktaya işaret ederek toplumlardaki iç etkenlerin öne sürülmesinin bir ideolojiyi gizlemek için yapıldığını iddia eder (Amin, 1993; Amin, 1997). Kolonyalizm kelimesini ağza almamak için gündeme getirilmiş olan kalkınma kavramı, eski olanın adeta yeni bir şeymiş gibi sunulmasıdır (Başkaya, 2011b: 75). Kürt sorununu yalnızca ekonomik nedenlere indirgeyerek merkeze koymanın bir zorlama olduğunu söylemek yanlış olmaz. Böyle bir zorlama geçerli egemenlik 
ilişkilerini meşrulaştırmanın bir yolu olarak “meta yönelimli bir kalkınmayı” (Başkaya, 2000; Ünsaldı, 2011) devreye sokar. Ünsaldı’ya göre, Türkiye’de 
geçerli kalkınma algısı, antropolojik anlamda inançlar seti olarak bir hayalin ‘nasıl’ına kilitlenmiş durumdadır (Ünsaldı, 2011). Ünsaldı’nın (2011) Türkiye 
üzerinden söylediklerini uyarlayarak şöyle değiştirmek mümkün; Batı’nın Türkiye’ye, Türkiye’nin de Kürdistan’a dayattığı kalkınma kavramına inanan 
devlet aklı, Kürt sorununun çözümünün kalkınmadan geçtiğine, çünkü kalkınmış bir Kürdistan’ın ülkenin ‘batı’sı gibi olabileceğine, bunun için de ekonomik yatırımların yeterli olabileceğine kanaat getirmiştir. Ekonomik yatırımla Kürt sorununun çözümünün mümkün olduğuna inanmış geçmiş hükümetlerin uyguladığı reçetelerin yeterli olmadığı bugün geçerlik kazanmıştır. Zira kalkınma denilen, ekonomik büyümedir (Başkaya, 2011a: 9) ve ekonomik büyümenin Kürt sorununu tüm katmanlarıyla çözmesi mümkün değildir. “Ekonomik büyüme sermayenin büyümesi, sermayenin her seferinde genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesidir” (Başkaya, 2011a: 9). “Sermayenin genişletilmiş ölçekte yeniden üretilmesi” ile kastedilen şey kutuplaştırıcı bir sürece işaret ederek, bir kutupta zenginliği karşı kutupta yoksulluğu (Başkaya, 2011b: 113) dramatik bir artışla üretmektir. 

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



***