Hafız Esad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hafız Esad etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2017 Perşembe

BEŞAR ESAD DÖNEMİ SURİYE DIŞ POLİTİKASI VE TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ, BÖLÜM 3


BEŞAR ESAD DÖNEMİ SURİYE DIŞ 
POLİTİKASI VE TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ , BÖLÜM 3


3. Hafız Esad Dönemi Suriye Dış Politikasında ‘ Mezhep-Devlet ’ Pragmatizmi: 1970-2000 


Hafız Esad, Kasım 1970’te Baas Partisi’nin askeri kanadı içerisindeki eski yol arkadaşı Salah Cedit’e karşı gerçekleştirdiği kansız darbeyle Suriye’de 1946 yılından beri devam eden askeri darbeler dönemini kapattı. 1946-1970 yılları arasındaki siyasi hizipleşmelerin, toplumsal çalkalanmaların ve askeri darbelerin yol açtığı politik istikrarsızlığın önüne geçerek istikrarlı bir devlet kurmak isteyen Esad, bunu otoriter-totaliter bir rejim inşa ederek başardı. Esad, gerçekleştirdiği kansız darbe ile iktidarı ele geçirdikten sonra her türlü toplumsal farklılığı ortadan kaldıracak köklü bir reform hareketine girişti ve ülkenin siyasal, ekonomik, güvenlik ve yasama işlerinde devlet başkanının mutlak otoritesine dayanan bir sistem kurdu. 20 Darbeden sonra Suriye devlet başkanı ve Baas Partisi genel sekreteri olarak seçilen Hafız Esad, ilk iş olarak Baas içindeki ve dışındaki muhalif hareketleri tasfiye etti. Suriye’de Halk Meclisi adı altında 250 sandalyeli bir meclis ve Baas Partisi dâhil beş solcu partinin birleşmesiyle Ulusal İlerici Cephe adında politik bir mekanizma oluşturulsa da her iki yapının üzerinde Baas Partisi’nin, dolayısıyla Hafız Esad’ın mutlak kontrolü bulunmaktaydı. 

Hafız Esad, kendi liderliğine dayanan tek partili totaliter bir sistem kurarken, Suriye’de çok partili siyasal sistemin hâkim olduğu 19461949 ve 1954-1958 yıllarındaki gibi politik istikrarsızlık dönemlerinin önüne geçerek rejimi güçlendirmeyi ve muhalif hareketlerin ortaya çıkmasını engellemeyi hedefle miştir. Esad, Baas diktatörlüğünü inşa ederken kendisinin de mensubu olduğu ve Suriye nüfusunun %10-12’lik kısmını oluşturan Arap Alevi (Nusayri) mezhebinden olan kendi aile üyelerine dayanmayı tercih etmiştir. Osmanlı’dan 
beri Suriye’de hâkim sınıf olan büyük toprak sahibi Sünni elitler tarafından iktidardan ve ekonomik kaynaklardan yüzyıllardır dışlanan kırsal tabanlı Alevilerin bağımsızlık sonrası ordu ve Baas Partisi yolu ile dikey mobilizasyonu Hafız Esad’ın iktidarı ele geçirmesiyle zirveye ulaşmıştır. Her ne kadar Esad, farklı toplumsal grupları izlediği kısıtlı liberal ekonomik politikalar ile sisteme dâhil etmeye çalışsa da, 1970 sonrası dönemde Nusayrilerin ordu, istihbarat servisleri ve bürokraside birçok kilit pozisyona yerleştirilmesi devlet ve mezhep çıkarlarını iç içe geçirmiş ve Suriye’de hizipsel pragmatizm dönemi kapanıp ‘mezhep-devlet’ pragmatizmi diye adlandırabileceğimiz bir dönem başlamıştır. 

1970 sonrası dönemde bu iç içe geçmişlik, Nusayri azınlığın Esad rejiminin devamını kendi yaşamsal mücadelesi olarak görmesine neden olmuştur. Nitekim Suriye’de Nusayri mezhebini temel alan Esad rejimini tehdit eden her hareket şiddet yolu ile bastırılmıştır. 
1963 Baas darbesi sonrasında Nusayri Baasçıların Sünni elitleri tasfiye ederek sosyo-ekonomik yaşam ve politik sistem üzerinde elde ettikleri etkinlik, Hafız Esad’ın totaliter rejiminin yükselişi ve kilit pozisyonlardaki aile çevresinin yolsuzluklarıyla birleşince, geniş orta sınıf Sünni kesimler Müslüman Kardeşler örgütü etrafında birleşerek rejime karşı muhalefete başlamıştır. Sünni Müslümanların yüzyıllardır “sapkın” olarak gördükleri Alevilerin ve Esad’ın elindeki iktidarın 1973 yılında anayasadan “devletin dini İslam’dır” maddesini 
çıkarmaya çalışması ülke içinde rejime karşı güvensizliği pekiştirmiştir. Esad’ın rejimin güvenliği için Nusayri güvenlik birimlerine dayanması ve toprak reformu yolu ile Sünni toprak sahiplerinin topraklarını Nusayri köylülere dağıtması rejim ile Sünni Müslümanlar arasındaki gerilimi daha da artırmış ve orta sınıf Müslümanlar ile geleneksel toprak sahibi sınıfların ittifakına yol açmıştır. 

Suriye’deki gergin durum rejimin pragmatik dış politika tercihleriyle daha da ağırlaşmış ve 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Müslüman Kardeşler ile rejim arasındaki gerilim Sünni-Nusayri çatışmasına dönüşmüştür. Esad rejimini tehdit etmeye başlayan mezhep çatışması 1982 yılında Hama’da binlerce Sünni’nin katledilmesi ve Müslüman Kardeşlerin gücünün kırılması ile sonuçlanmıştır.21 Esad rejimi, kendi aile ve aşiret bağları üzerine yükselen Nusayri mezhebinin bekasına yönelik her tehdidi devletin bekası ile ayrılmaz bir bütün olarak gördüğünü bu olay ile kanıtlamıştır. 

Hafız Esad dönemi dış politikasına baktığımızda karşımıza çıkan en önemli unsur devlet inşa sürecinin dış politika yapımı üzerindeki etkisidir. Hafız Esad, 1946-1970 yılları arasında çeşitli hizipler arasındaki iktidar mücadelelerine son verip gücü tekeline alarak ülkede politik istikrarı sağlamıştır. Esad’ın hiçbir güç odağına bağlı kalmadan merkezi otoriteyi kendi elinde toplaması Suriye’de “monarşik başkanlık” olarak adlandırılabilecek bir dönemi başlatmıştır.22 Devletin güçlenmesi, petrol gelirlerindeki patlama ve dış yardımlarla birleşince 
Suriye ekonomisi ciddi anlamda güçlenmiş, artan zenginlik, rejimin güçlü bir ordu ve iç güvenlik aygıtı kurmasını kolaylaştırmıştır. 

Ekonomik gelişme ve ordunun büyümesi, eğitim ve sağlık sistemindeki düzenlemelerle birleşince ülkedeki politik istikrarsızlık son bularak devletin etkinliği artmıştır.23 

Esad’ın gerçekleştirdiği bu devlet inşa süreci sayesinde Suriye, Mısır ve Irak gibi bölgesel devletlerin iktidar mücadelesine bağımlılıktan kurtulmuş ve Ortadoğu’da realist politikalar izleyen önemli bir güç haline gelmiştir.24 Esad, Suriye’yi yerel iktidar için bölgesel patron arayan bir konumdan, bağımsız hareket eden bölgesel bir patrona dönüştürmüştür. 

Bu bağlamda Esad, Türkiye ve Irak gibi bölgesel aktörleri zayıflatmak için muhalif Kürt hareketlerini, İsrail’e ve ABD’ye caydırıcılığını ispatlamak ve bölgesel pozisyonunu güçlendirmek için Lübnanlı Şii Hizbullah örgütünü desteklemiştir. Esad’ın Suriye’de başarılı bir devlet inşa sürecini hayata geçirmesi ve gücü tekeline alması, devletin kısmen de olsa kamuoyu baskısından bağımsız dış politika izlemesine yol açmıştır. Esad, mezhebe dayalı rejimini güçlendirmek, bazen de meşruiyetini sağlamak için bölgesel ve küresel düzeyde birçok pragmatik ittifak kurmuş ve dış yardımlar almıştır. Fakat devletin çıkarlarını elde etmek ve rejimin varlığını sürdürmek için kurulan ittifaklardan gerekli görülen zamanlarda çok kolay vazgeçilmiştir. 

Esad, Suriye’yi bölgesel bir aktör haline getirirken önemsediği en önemli faktör İsrail tehdidiydi. 1966 yılındaki neo-Baas darbesinden sonra Salah Cedit grubunun radikal sol politikaları Suriye’yi Arap dünyası içerisinde yalnızlaştırmış, 1967 yılındaki Altı Gün Savaşları’nda İsrail karşısında alınan küçük düşürücü mağlubiyet ve Golan Tepelerinin kaybı ile sonuçlanmıştı. 1967 yenilgisi, Esad’ı 
İsrail karşısında realist bir politika izlemeye zorlamış, Filistin’in kurtuluşu idealiyerini Suriye’nin güvenliği için stratejik konumda bulunan Golan Tepelerinin kurtarılmasına bırakmıştır. Bu bağlamda Esad, Suriye’nin bölgesel yalnızlığına son verip İsrail’e karşı ortak bir Arap cephesi kurulması fikrini savunmuştur. Pragmatik bir aktör olarak Esad, daha önce Cedit’e karşı güç mücadelesinde 
Arap milliyetçiliği ekseninde Irak’taki Baas rejimiyle işbirliğini savunurken, iktidarı ele geçirdikten sonra, tıpkı Cedit gibi, Saddam Hüseyin’in Baas rejimini kendine rakip olarak görmeye başlamıştır. Esad’ın geleneksel Baas liderlerinin bulunduğu komşu Irak’a yönelik politikalarında Cedit’le aynı noktaya gelmesi, onu Suriyelilerin gözünde pan-Arap kimliğini ispatlayarak meşruiyet kazanmaya zorlamıştır. Bu sebeple, 17 Nisan 1971’de Suriye, Mısır ve Libya arasında Arap Cumhuriyetleri Federasyonu kurulmuş, böylece Esad hem İsrail’e karşı Suriye’nin bölgesel yalnızlığını sonlandırmış hem de halkının gözünde meşruiyet ini artırmayı başarmıştır.25 

Bölgesel yalnızlığını kısmen gideren Esad rejimi, İsrail’e karşı gerekli ekonomik, askeri ve lojistik desteği almak adına Sovyetler Birliği, askeri harcamalarına kaynak bulabilmek içinse petrol zengini Körfez ülkeleri ve Suudi Arabistan’la iyi ilişkiler geliştirmiştir. Aynı zamanda Arap dünyasının en büyük askeri gücüne sahip olan Mısır’la işbirliği yapan Esad, İsrail’e karşı kısa vadeli hedeflerini gerçekleştirmek ve Filistin meselesinde söz sahibi olabilmek için 1973 yılında Enver Sedat’la birlikte İsrail’e karşı ortak bir saldırı düzenlemiştir. 

Mısır ve Suriye birliklerinin savaş sırasındaki göreli başarısı Esad’ın Arap dünyasındaki prestijini artırırken, Golan Tepeleri geri alınamamış fakat Şam yönetimi hem İsrail’e hem de Batılı ülkelere gücünü göstererek Ortadoğu denklemlerinde Suriye’nin de var olduğunu 
ispatlamıştır.26 

Esad, 1975 yılında Filistinliler ve Hıristiyan Falanjistler arasında patlak veren Lübnan İç Savaşına yaklaşık 20.000 askerini göndererek müdahil olmuştur. İlk başlarda Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ)’nü destekleyen Esad, Filistinlilerin iç savaşı kazanma ihtimalinin İsrail’in Lübnan’ı işgali ve bir Suriye-İsrail savaşına yol açabileceğinden endişe ederek, Filistinlilere karşı Hıristiyanları silahlandırmıştır. 

Esad’ın bu müdahalesi ile FKÖ’nün Lübnan’ı ele geçirmesi engellenmiş ve Lübnan üzerinde Suriye söz sahibi olmaya başlamıştır.27 

Esad’ın pragmatik bir biçimde Suriye’nin politik çıkarları ve İsrail’i Lübnan’da dengeleme amacı uğruna Filistin davasını savunan Araplara karşı takındığı bu tavır yukarıda söz edilen İslami muhalefetin rejime karşı güçlenmesinde önemli köşe taşlarından biri olmuştur. Esad’ın Büyük Suriye rüyası adına Suriye askerlerini Lübnan’a göndermesi bu ülkede 2005 yılına kadar sürecek olan Suriye hegemonyasının temellerini atmıştır. Ayrıca İsrail’e karşı Hizbullah gibi örgütlere destek sağlayan Esad, Ortadoğu’da oynayabileceği çok önemli kartlar kazanmıştır. 

Esad, uluslararası arenada politikalarını sürdürebilmek için gerekli olan ekonomik ve askeri kaynakları elde etmek uğruna ideolojiye bakmaksızın Sovyetler Birliği, İran, Mısır, Irak, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle birçok kez çeşitli pragmatik ittifaklar kurmuştur.28 Bu ittifaklardaki temel ölçü ise Baas rejimini tehdit etmeyen ülkelerle kurulması ve ihtiyaç duyulduğu anda kolayca değiştirilmesidir. İktidara geldiği andan itibaren Irak’taki rakip Baas rejimine karşı düşmanca politikalar izleyen Esad, 1978-1979 yıllarında Mısır lideri Sedat’ın ABD desteğini alabilmek için İsrail’le Camp David’te barış anlaşması imzalamasıyla Irak’la yakınlaşma politikası izlemeye başlamış, hatta iki ülkenin birleşmesi meselesini bile gündeme getirmiştir.29 Esad, her ne kadar Irak’la yakınlaşma politikası izlese de Irak’ın Suriye Müslüman Kardeşler örgütüne verdiği destek ve Suriye’ye rakip bir bölgesel güç olması sebebiyle, İran-Irak savaşında Arap olmayan İran’a destek vermiştir.30 

1975 yılında Irak-İran arasında ihtilafların çözülmesi noktasında varılan anlaşmayı Irak’ın Arap milliyetçiliğine olan ihaneti olarak değerlendiren 
Esad, sadece beş yıl sonra aynı İran’ı Arap devleti Irak’a karşı destekleyerek ne derece pragmatik bir lider olduğunu göstermiştir. 

ABD ve İsrail karşıtlığını temel alan devrim sonrası İran yönetimi ile kurulan ittifak, Suriye’ye Ortadoğu’da bu iki ülkeye ve Batı yanlısı Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün yönetimlerine karşı oynayabileceği yeni bir kart daha kazandırmıştır. Devrim sonrasında İran’ın Ortadoğu politikasında Hizbullah ve Hamas üzerinden artan etkisi Suriye’ye kilit bir rol kazandırmış ve İran-Suriye ilişkileri 
stratejik ittifak düzeyine çıkmıştır. İran’ın yanı sıra, Sovyetler Birliği’nin Mısır’ı kaybetmesi Ortadoğu’da güçler dengesini ciddi anlamda değiştirmiş ve Suriye’nin Sovyetler Birliği nezdinde öneminin artmasına yol açarak iki ülke arasında ekonomik ve siyasi ilişkiler daha da güçlenmiştir. 

Hafız Esad, her ne kadar Filistin meselesinin Araplar tarafından topluca çözülmesi gerektiğine vurgu yaparak pan-Arabizm’i savunuyor görünse de, asıl olan Suriye’nin ve dolayısıyla Esad rejiminin çıkarlarıydı. Esad’ın çıkara dayalı pragmatik dış politika yapımının en önemli kanıtlarından biri 1991 yılındaki Körfez Savaşı’dır. Esad, Saddam’ın Kuveyt’i işgalinden sonra ortaya çıkan uluslararası krizi başarılı bir şekilde manipüle ederek uzun yıllar dostluk kurduğu Sovyetler Birliği’nin çöküş içerisinde olmasından dolayı uluslararası arena daki yalnızlığını gidermeyi öngörmekteydi. Esad yönetimi, Körfez Krizi’ni fırsata çevirerek, İran-Irak Savaşı sırasında takındığı tutum nedeniyle arasının açıldığı bölgesel Arap devletleri ile yakınlaşmak ve İsrail’e karşı uygulamaya geçirmek istediği politikalar için ihtiyaç duyduğu ekonomik yardımları elde etmeyi hedeflemiştir. Esad’ın Körfez Savaşı sırasında ABD öncülüğündeki Batılı 
koalisyona katılmasının en önemli nedeni ise eski patron Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve artık muhtemel bir İsrail ve Batı tehdidine karşı Suriye’yi koruyamayacak olmasıydı. Bu durum, dünyanın tek süper gücü olan ABD ile ilişkilerin geliştirmesini gerektiriyordu. 

Bu bağlamda Esad, pan-Arabizm’i ilke edinen komşu Irak’a karşı kurulan koalisyona Suriye askerlerini dâhil ederken yenidünya düzeninin tek süper gücü olan ABD ile ilişkilerini yumuşatmayı, Ortadoğu’da Suriye’nin kilit rolünü hatırlatmayı ve İsrail’e karşı Suriye’nin çıkarlarının korunmasını sağlamayı hedeflemekteydi.31 Esad’ın bu stratejisi başarılı olmuş ve Suriye’nin ABD saflarında yer alması, Lübnan’daki askeri varlığının tanınması ve İsrail ile barış görüşmeleri için masaya oturması gibi sonuçlar doğurmuştur. 

 4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

BEŞAR ESAD DÖNEMİ SURİYE DIŞ POLİTİKASI VE TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ, BÖLÜM 2



BEŞAR ESAD DÖNEMİ SURİYE DIŞ  POLİTİKASI VE TÜRKİYE-SURİYE İLİŞKİLERİ,  BÖLÜM 2




2. Bağımsızlıktan Hafız Esad Dönemine Suriye Dış Politikasında Hizipsel Pragmatizm: 1946-1970 

Suriye tarihi içerisinde darbeler dönemi olarak da adlandırılabilecek olan 1946-1970 arası dönemde Suriye dış politikasına tam anlamıyla hizipler ve onların pragmatik yaklaşımlarının damga vurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Manda döneminde bütün Ortadoğu gibi Büyük Suriye topraklarının yapay sınırlarla bölünmesi ve Fransa’nın ‘bölyönet politikası’ Suriye’nin 1946 yılında tam bağımsızlığını kazanmasından sonra zayıf bir devlet olarak ortaya çıkmasına yol açtı. Kentli Sünni elitlerin bağımsızlık döneminde eşraf politikasını sürdürerek işbirliği yapabileceği bir üst otorite kalmamış olmasına rağmen, Suriye’nin zayıf devlet yapısı ve elitlerin çeşitli hiziplere bölünmesi, ülke içinde iktidarın korunması veya iktidarın ele geçirilebilmesi için onların bölgesel veya küresel ‘patron’lara dayanmasına yol açtı. Suriyeli rakip hiziplerin mücadeleleri ve eşraf politikasından kaynaklanan bir patron vasıtasıyla yerel iktidarı elde etme alışkanlıkları, ülke içinde politik istikrarsızlığa ve bölgesel ülkelerin dış müdahale lerine neden oldu. 

Stratejik konumu gereği Suriye’yi Ortadoğu hegemonyası için vazgeçilmez gören, özellikle Irak ve Mısır gibi bölgesel aktörler, Suriyeli rakip hizipleri finanse ederek ve iktidardaki hizbi devre dışı bırakmak için askeri darbeleri teşvik ederek Suriye iç politikasına doğrudan müdahil oldu.14 1946-1970 arası dönemde politik istikrarsızlık ve zayıf devlet yapısından dolayı, yerel hiziplerin iktidar arayışını dış patronlara dayanarak aramasından dolayı, Suriye dış politikasının ‘ulusal çıkarlar’ yerine ‘hiziplerin çıkarları’ tarafından şekillendirildiğini 
öne sürmek yanlış olmayacaktır. 

Patrick Seale, bağımsızlık döneminde Suriye’yi bölgesel ve küresel güçler arasında gidip gelen bir futbol topu olarak tanımlanmaktadır.

15 Genç kuşak ayan tarafından manda döneminde kurulan Ulusal Blok, bağımsızlık döneminde geleneksel olarak rakip olan Şamlı ve Halepli politikacılar arasında ikiye bölündü. Şamlı ayan, Şükrü el-Kuvvetli ve Cemil Mardam Bey öncülüğünde Millet Partisini kurarken, Halepli grup Nazım el-Kudsi ve Haşim el-Atasi liderliğinde Halk Partisi etrafında toplandı. İki hizbe bölünen geleneksel 
Sünni elitlerin birbirleriyle iktidar için mücadelesi ve dış politika vizyonları, onların geleneksel ekonomik bağlantıları ve sadakatleri tarafından belirlendi. Halepli hizip Irak’la tarihsel ekonomik ilişkilerinden dolayı iktidarı elde etmek için bu ülke ile birleşmeyi savunurken, Şamlı politikacılar geleneksel bağlarından dolayı Mısır ve Suudi Arabistan’la birlikte hareket ederek Irak ve Halepli ayanın işbirliğine karşı iktidarını koruma yolunu seçti. Dolayısıyla, bağımsızlık döneminde Suriyeli politikacılar sürdürebilecekleri bir ‘eşraf politikası’ 
kalmamasına rağmen yerel çıkarlarını, bölgesel patronlarla pragmatik bir işbirliğine dönüştürerek, bir diğer ifadeyle dış destek karşılığında Suriye iç politikasına dış müdahale imkanı sağlayarak, elde etmek istediler. 

Bağımsızlıktan sonra Suriye’de geleneksel politikacılar gibi ordu da Mısır ve Irak taraftarları olmak üzere iki hizbe bölünmüştü. 1949 yılından sonra bir dizi askeri darbe yoluyla siyasi konumunu güçlendiren ordu, geleneksel politikacıların bölgesel ve küresel patronlarla kurduğu pragmatik ilişki modelini aynen devam ettirdi, hatta daha da ileriye taşıdı. 19461949 yılları arasında Suriye’yi yöneten Şamlı politikacıların yönetimsel yeteneksizlikleri, Fransızlarla devam eden çıkar ilişkileri, yolsuzluklar ve ülkenin kronik sosyo-ekonomik 
problemleri ülkedeki politik durumu içinden çıkılmaz bir hale getirdi. Şamlı elitlerin ülke içindeki meşruiyetini artırmak için bir fırsat olarak gördüğü 1948 yılındaki Birinci Arap-İsrail Savaşı ‘Filistin fiyaskosuna’ dönüşünce General Hüsnü Zaim, ordu içindeki pan-Arap milliyetçisi genç kuşak subayların desteğini alarak Suriye tarihindeki ilk askeri darbeyi 30 Mart 1949’da gerçekleştirdi. Fakat 
Zaim, ülke içinde yükselen Irak’la birleşme beklentilerinin aksine, Irak’la yakınlaşma politikasını geçici bir süreliğine Mısır ve Suudi Arabistan’dan daha fazla ekonomik ve askeri yardım elde etmek için bir koz olarak kullandı. Zaim’in dış patron olarak Mısır ve Suudi Arabistan’a geri dönüşü, ayrıca Şamlı elitler gibi Fransa ile pragmatik ilişkiler kurması, hatta daha ileriye gidip Soğuk Savaş koşullarında ABD’den ekonomik ve askeri yardım alabilmek için İsrail’e barış teklif etmesi, Irak yanlısı grupların ve hayal kırıklığına uğrayan Pan-Arap milliyetçisi genç subayların Sami Hinnavi etrafında birleşip Hüsnü Zaim diktatörlüğünü dört buçuk ay sonra devirmesiyle sonuçlandı. 

Sami Hinnavi darbesinden sonra, Halepli Halk Partisi ve Irak taraftarı askeri hizipler Suriye’de gücü eline alıp dış patron olarak Irak ile işbirliği yaparak Şamlı politik grubu ve ülkedeki Mısır-Suudi etkisini kırmaya çalıştı. Sami Hinnavi dönemindeki en ilginç gelişme Suriye’de Irak karşıtı siyasal akımın yegâne temsilcisi olan Halk Partisi’nin politik geleceğini garanti altına almak için Millet Partisi’nin Irak’la birleşme politikalarını desteklemeye başlamasıdır. Bu değişen ittifak, geleneksel Sünni elitlerin ideolojik sadakatsiz liklerinin, pragmatik ve esnek politikalarının en açık kanıtıydı. Edip Çiçekli, 1949 Aralık ayında üçüncü askeri darbeyi gerçekleştirerek Irak yanlısı Halk Partisi iktidarına son verdi. Suriyeli diğer sivil ve askeri liderler gibi Çiçekli de pragmatik bir liderdi. Çiçekli, ülke içinde konumunu güçlendirmek için Halk Partisi’nin başını çektiği Irak yanlısı gruplara karşı dış patron olarak Mısır ve Suudi Arabistan’la yakın 
işbirliği içine girdi. Çiçekli, aynı zamanda, başarıyla gerçekleştirdiği kısmi devlet inşa süreci sayesinde halkın radikal isteklerine aykırı olarak, tıpkı Zaim gibi, Fransa ile iyi ilişkiler kurdu ve Amerikan desteğini sağlamak için İsrail’le barış anlaşması imzalamak istedi. 
Görüldüğü gibi yerel politik çıkarlar için dış güçlerle işbirliği yapma politikası üç Suriyeli askeri diktatör tarafından da uygun bulunmuştur. 

1949 yılı ve takip eden dönemde, geleneksel toprak sahibi sınıfa karşı ordunun yanı sıra alt ve orta sınıflardan gelen Baas Partisi, Arap Sosyalist Partisi, Suriye Sosyal Nasyonalist Partisi (SSNP) ve Suriye Komünist Partisi (SKP) gibi politik gruplar güçlenmeye başladı. Birinci Arap-İsrail Savaşı sonrası ordu içerisindeki milliyetçi genç subayların politikleşmesi, onların radikal sosyalist ve laik milliyetçi fikirleri benimseyen Baas Partisi ve Ekrem Hurani’nin Arap Sosyalist Partisine eklemlenmesine yol açmıştı. Bu partilerin ordu içinde güçlenmesi onların yukarıda değinilen üç askeri darbe içerisinde önemli rol oynamalarını sağladı. Özellikle Ekrem Hurani’nin ordunun genç üyeleri üzerindeki etkisi onu darbelerin vazgeçilmez siması yapmıştı. Hurani, Suriye’nin ilk üç askeri diktatörünün yakın arkadaşıydı ve ülkedeki politik konumunu ordudaki güç merkezine dayanarak sağlamlaştırıyordu. 

Ordu gibi radikal partiler de tarihsel bir süreç içerisinde evrilen ve Suriye politik kültürünün ayrılmaz bir parçası haline gelen ‘yerel politik çıkarları bir üst otoriteye dayanarak gerçekleştirmeyi öngören pragmatik politika modelini’ miras aldı veya miras almak zorunda kaldı. 
İç politikadaki etkinliğini sürdürebilmek için birçok kez çeşitli hizipler arasında ittifak değiştiren Ekrem Hurani oportünist radikalizmin en önemli temsilcilerin den biriydi. Aynı şekilde, pan-Arabizm’in en ateşli savunucuları olarak görülen Baas Partisi’nin kurucuları Mişel Eflak ve Salah Bitar birçok kez ideolojilerini politik çıkarlarına feda etti. Eflak ve Bitar, Süveyş krizi sonrasında Nasır’ın Mısır’ı ile birleşmeyi savunurken, pan-Arabizm’den ziyade 1954 sonrasında daha önce geleneksel politikacılara karşı işbirliği yaptıkları Suriyeli komünistlerin Sovyetler Birliği’nin desteğiyle iç politikada Baas’ın kazandığı politik etkinliği darbe yoluyla yok edeceği kaygısını taşıyordu. Aynı liderler, 1958 yılında Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC) kurulduktan sonra Nasır’ın Baas’ı Suriye politikasından tasfiye etme girişimlerine karşı bir kez daha ittifak değiştirip 1958 yılında Irak’ta kanlı bir darbe ile monarşiyi deviren Abdülkerim Kasım’ı BAC’a dâhil ederek Nasır’ın gücünü kırmayı ve iç politikadaki etkinliklerini yeniden kazanmayı hedefliyordu. 

Malik Mufti, Baasçı liderlerin bu pragmatizminden dolayı 1954 sonrası dönemde Baas Partisini Eflak, Bitar ve Hurani’nin iç siyasetteki rakiplerini dengelemek için politik hırsları uğruna kullandıkları işlevsel bir araç olarak tanımlamaktadır. Baas’ın ‘geleneksel’ liderlerinin devrimci politikaları bırakarak pragmatik davranmaları ve bu bağlamda partiyi politik kaygıları uğruna Nasır’ın isteği üzerine lağvetmeleri, onların, partinin genç üyeleri tarafından eleştirilmelerine ve 1963 sonrası dönemde tasfiye edilmelerine yol açacaktır.16 

Politik gelecek kaygısından dolayı pragmatik pozisyon değişikliklerine başvuran sadece Millet Partisi ve Baas değildi, orduyla sürekli mücadele halinde olan Mısır karşıtı ve Irak yanlısı Halk Partisi, 1958 yılının başında Nasır ile birleşme sonucu ordunun politikadaki gücünün kırılacağını düşünerek Mısır’la birleşmeyi desteklediğini bildirdi. Fakat Nasır’ın sosyalist ve merkezileştirici politikalarının Suriye’de kendi güçlerini yok edeceğini düşünmeye başladıklarında 1961 yılındaki ayrılıkçı darbeyi olumlu karşılayıp hükümeti kurduklarında Irak’la birleşme yolları aradılar. 

1946-1963 yılları arasında Suriye iç ve dış politikasına mezhep temeli olmayan hizipsel mücadeleler damgasını vurdu. Fakat 1963 yılındaki Baas darbesinden sonra kentli Sünni elitlerin politik sahneden tasfiyesiyle mezhep, bölge ve aşiret faktörü Suriye politikasını şekillendiren en önemli dinamik haline geldi. Manda döneminde ve bağımsızlık sonrasında kentli Sünni elitlerin geleneksel olarak orduyu küçümsemesi, kendi içlerindeki hizipsel mücadeleler sonucu ordunun üst kademelerinde gerçekleştirdikleri karşılıklı tasfiyelerle birleşince, Fransız mandasından itibaren orduya girmeye başlayan ve 1950’lerde politikadan uzak kalarak yıpranmamış heterodoks inançlara sahip Alevi ve Dürzî subayların ordu içinde yükselişine neden oldu.17 

Ordu içindeki kırsal tabanlı heterodoks dini azınlık gruplar, Sünni elitler karşısında yüzyıllardır devam eden ezilmişliklerine karşı sosyalizmi ve laik pan-Arap milliyetçiliğini ilke edinen Baas Partisine girerek partinin askeri kanadını oluşturdular. Hafız Esad’ın önemli üyelerinden biri olduğu, BAC döneminde kurulan Askeri Komite 1963 yılındaki Baas darbesinin arkasındaki en önemli güçtü. Ba-as Partisi içerisinde özellikle Alevi subayların yükselişi 1963 darbesinden sonra partinin eski muhafızları olarak adlandırılan sivil Eflak-
Bitar kanadı ile daha çok Alevilerden oluşan askeri kanat arasında hizipsel bir iktidar mücadelesinin yaşanmasına yol açtı.18 1966 yılında başarılı bir darbe ile iktidarı ele geçiren ve partinin geleneksel liderlerini tasfiye eden radikal sol ideolojiye sahip Alevi Baasçılar, Salah Cedit liderliğinde rejime tam bir Alevi kimliği kazandırdı. Suriye Silahlı Kuvvetleri içerisinde mezhep mücadelesi o denli artmıştı ki, rejime karşı Ağustos 1966’da başarısız bir darbe girişiminde bulunan Dürzî Binbaşı Selim Hatum, Baas ideolojisinin en önemli sloganı 
olan “ebedi misyona sahip bir Arap milleti” söylevinin Alevilerin elinde “ebedi misyona sahip bir Alevi devleti”ne dönüştüğünü belirtmiştir.19 Askeri Alevi Baasçıların 1966 darbesi sonrasındaki iç hizipsel mücadeleleri Hafız Esad’ın Kasım 1970’teki kansız darbesi ile son bulmuştur. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

28 Haziran 2016 Salı

Suriye’de ABD-Rusya Anlaşması ve Cenevre 2 Süreci: Esad’ın Yeni Yol Haritası



Suriye’de ABD-Rusya Anlaşması ve Cenevre 2 Süreci: Esad’ın Yeni Yol Haritası



Yazar: Ferhat Beşiroğlu
12  EKİM 2013 CUMARTESİ

Arap Baharının en son sıçradığı ve etkisinin en uzun sürdüğü ülke olan Suriye’de Mart 2011’den beri devam eden Suriye Ordusu ve Rejim karşıtları arasında ki iç savaş, 21 Ağustos 2013’de yoğun kimyasal silah kullanımı ve 1400 sivil’in ölmesi üzerine yeni bir aşamaya geçti. Toplu ölüme neden olan kimyasal saldırının ertesinde, her iki tarafta saldırıdan diğerini sorumlu tutsa da, batı dünyasında genel kanı saldırının Esad tarafından yapıldığı yönünde gelişti. BM raporlarında dahi kesin bir delil sunulamazken, ABD’nin saldırıdan raporlar açıklanmadan Esad rejimini saldırının sorumlusu ilan etmesi, Esad’a karşı batının gitmesi yönündeki tavrının tezahürüydü. 

Saldırının peşi sıra ise uluslar arası kamuoyunun tüm dikkati yeniden Şam’a çevrilerek, Esad Rejimine karşı müdahale seçenekleri görüşülmeye başlandı. Kosova modeli müdahale, karasal direk müdahale ve ya BM barış gücü kurulması seçenekleri masadayken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden olan Rusya ve Çin’in muhalefeti üzerine bu son seçenek imkansız hale geldi. 

Sonuç olarak varılan noktada, Rusya Dış İşleri Bakanı Lavrov’un teklifi üzerine, Suriye Ordusu’nun tüm kimyasal silahları devretmesi şartı ile herhangi bir müdahalenin yapılmamasında ABD ve Rusya anlaştı. Bu teklif aynı zamanda Cenevre 2 konferansına yol açmış ve birçok yeni tartışmayı da beraberinde getirmiştir. ABD burada küresel karar verici rolünü sürdürmekte ve bu rolünden kayıp vermemek adına politikalarını geliştirirken, Obama’yı karar sürecinde zorlayan farklı iç ve dış baskılar daha da netleşti. Suriye tarafında ise, Cihatçıların yeni tavrı dengeleri tamamen değiştirebilecek gibi görünüyor. Bu değerlendirmenin amacı, son gelişmelerin Esad rejimini nasıl etkilediği ve bu gelişmelerin Esad tarafından nasıl yorumlandığını ortaya koymaktır.

            Esad dönemi Suriye’sine bakıldığında diplomasi kanallarını kullanmaya gayret eden, hem Hafız Esad döneminde hem de oğlu Beşar döneminde pragmatist bir dış politika yürüttüğünü görmekteyiz. Suriye gibi, hükümetlerin farklı kesimlerce yapılan darbelere karşı birkaç ay bile direnemediği bir ülkede, üstelik %12’lik bir Nusayri azınlıktan gelmelerine rağmen, Esad ailesi 1970’ten bugüne tek adam otoritesini kurmuş ve devam ettirmiştir[1]. Hiç kuşkusuz, birçok farklı ülke içi çıkar grupları ve dış tehditlere karşı bu istikrarı sağlamak ciddi bir siyaset becerisinin göstergesidir. Esad ailesinin bu geleneksel diplomasiye yatkın politik yapısı bilinirken, ABD’deki ve dünyadaki gündemden bihaber ve ya onlara kayıtsız kalan bir yerel yönetim muamelesi yapmak yersiz olacaktır. Dolayısı ile Esad’ın kararı algılaması da, ABD’de yaşanan gelişmeler ve dengeler doğrultusunda değişmektedir. Esad cephesinin kararı yorumlamasına bakmak için son gelişmelere göz atmakta fayda vardır.




Obama’yı Durduran İç-Dış Dinamkiler


Amerika Birleşik Devletleri, Irak ve Afganistan savaşlarının getirdiği maddi ve manevi yüklerin de etkisiyle, özellikle Obama döneminde savaştan kaçınan bir politika izlemiştir. Amerikan halkına bakıldığında, Suriye müdahalesi konusunda da açık bir muhalefet vardır. Reuters’in Şam’da ki kimyasal saldırıdan sonra yaptığı ankette bile, Amerikan halkının sadece % 19’u müdahale yapılması yönünde oy kullanması halkın müdahale karşıtı tavrını açıklar niteliktedir.[2] Müdahale yapılmasını engelleyen bir diğer etken ise, müdahaleye BM Güvenlik Konseyi’nden onay çıkmaması ve NATO üzerinden yapılacak müdahalenin de ABD için maliyetli olacağı gerçeğidir. Bunlara ek olarak askeri müdahalenin sorunu çözmeyeceği, bölgede istikrar sağlanmadığı sürece ölümlerin devam edeceğini de iddia edenler mevcuttur. Jeremy Saphiro “Amerikan’ın Suriye’de ‘Yadda Yadda Yadda’[3] Doktrini”[4]  (“The U.S.’s ‘Yadda, Yadda, Yadda’ Doctrine for Syria”) isimli makalesinde müdahalenin tek başına sorun çözmeyeceğini belirterek, kilit noktanın istikrarlı hükümet kurma olduğunu ileri sürmektedir. Cumhuriyetçi Senatör ve Suriye’ye müdahale yanlısı John McCain’in ve Hillary Clinton’ın eski yardımcılarından Anne-Marie Slaughter’ın Esad rejiminin yıkılabileceğine dair fikirlerini Saphiro “İkisi de şunu bilmeli ki, amatörler rejimi değiştirir, profesyoneller ise rejim kurar. Yakın zamanda ki Irak, Afganistan ve Libya tecrübeleri Amerika’nın rejim yıkmada gayet iyi olduğunu gösterdi. Ancak aynı olaylar sürekliliği olan rejim oluşturmada ki yetersizliği de ortaya koydu” sözleriyle eleştiriyor. Saphiro’nun tespitlerine bakarak da söylenebilir ki, olası bir aceleci, Bush tarzı müdahale stratejik açıdan yetersizlik olarak görülüyor. Suriye’ye müdahalenin tek başına sorunu çözmeyeceği strateji çevrelerince bir vakıa iken, bazı araştırmacılar ise hiçbir şey yapmamanın hem insancıl hem de stratejik olmayacağını iddia ediyor.

Savaş’ı Destekleyen Gruplar

Aylardır süren Suriye’de ki çatışmalara ABD bu zamana kadar müdahaleden kaçınarak, herhangi bir yaptırıma diğer bölgesel aktörleri dahil etmeye çabalamıştı. Kimyasal silah kullanımı insanlık suçu olarak yorumlandığından, küresel lider ülke - süper güç rolünü kaybetmemek adına ABD Suriye konusunda daha net adım atmak zorunda kaldı. Bölgeye müdahalede bulunmanın yukarıda sayılan dezavantajları mevcutken (Halk tepkisi, Maliyet), tamamen sessiz kalma opsiyonu da kimyasal saldırı sonucu ortadan kalktı. Saldırı ertesinde, müdahale iznini Senato’ya taşıyarak zaman kazanan Obama, geçen sürenin ardından Lavrov’un teklifini kabul etti. Bu teklif sayesinde ABD hem müdahalede bulunmayacak hem de sessiz kalmamış olacaktı. Yapılan anlaşma ise uluslararası hukuk anlayışının bir garabetini ortaya koymuş gibi görünmektedir. BM anlaşmalarına dayanarak, ülkelerin egemenlik sınırları içerisinde meşru müdafaa hürriyeti saklıdır, ve savaşlar yasaklanmadan bu hakka müdahalede Uluslararası sözleşmelere aykırı olacaktır. Müdahaleyi destekleyen kesimler ise, BM anlaşmasında sadece kimyasal silah kullanmanın insanlık suçu olarak kabul görmesinin, konvansiyonel silah kullanımını zihinlerde meşrulaştırdığını iddia etmektedir. Brookings enstitüsünden Shadi Hamid “The U.S.-Russian Deal on Syria: A Victory for Assad” (ABD-Rusya’nın Suriye Anlaşması: Esad’ın Zaferi) başlıklı makalesinde; “Esad şu anda daha güçlü bir pozisyonda, eğer kimyasal silahlarından farklı olarak neredeyse 100.000 kişiyi öldüren konvansiyonel silahlarını kullanmaya devam ederse sorun yok”[5] diyor. Birleşmiş Milletler hukukunu ve ABD’nin müdahale için kimyasal silah kullanımı şartını eleştiren Hamid, bu tavrı ‘Obama’nın takıntısı’ olarak niteliyor. Amerikan siyasetinde de birçok kesim, halka rağmen, savaşın gerektiğine inanıyor. Neo-Con’lar saldırının ertesinde Obama’yı savaşa davet eden ve onlarcasının imzaladığı bir mektup yayınladı. Obama’nın daha önce ortaya koyduğu kırmızı çizginin ihlal edildiği vurgulanan mektupta, Kuzey Kore ve İran gibi kitle imha silahı bulunduran diğer ülkelerin Amerika’nın cevabını gözlemlediğini belirttiler.[6]

Arabulucu Rusya, İtibar Kaybeden ABD

ABD somut müdahaleyi yadsıyan, propaganda, söylemler ve kültür ihracı gibi etkenler ile diğer ülkeler üzerinde nüfuz sahibi olma kapasitesi olan ‘yumuşak güç’ün en büyük temsilcilerindendir. Örneğin soğuk savaşta Sovyet’lerin baskıcı imajına karşın ABD’nin en büyük silahı demokrasi ve hürriyetler ülkesi imajıdır ve bu onun yumuşak güç kapasitesidir. Yumuşak güç ideolojisi ile paralel olarak, ABD’nin dünya siyasetindeki imaj kaygısı pek çok diğer büyük devletten fazladır. ABD örneğinde yumuşak güç’ün en büyük besleyicisi ise ‘Süper Güç’ imajıdır. Kimyasal silah anlaşması ise, ABD tek başına karar veremeyip, Rusya ile çözüm bulmak zorunda kaldığı için, psikolojik ‘Süper Güç’ pozisyonuna indirilmiş bir darbe olarak yorumlandı. Özellikle muhafazakar kesim, Rusya’nın bu anlaşma ile arabulucu devlet olarak itibar sağladığını ve ABD’nin savaştan çekinen bir ülke imajı çizdiğini iddia etti. Bu imajı değiştirmek isteyen Amerika, İngiltere ve Fransa’nın, anlaşmaya sonradan ek yapılarak, silahların teslim edilmemesi halinde BM müdahalesi olacağı yönünde ki talepleri ve Obama’nın BM’yi beklemeden saldırabiliriz açıklaması ise, Esad tarafından Obama’nın ‘tribüne oynaması’ olarak yorumlandı.[7] Çin devlet televizyonuna açıklamalarda bulunan Beşar Esad da bu konuya değinerek “gözlemciler için burada bir güvenlik tehdidi yok, 1990’dan beri üretilmeyen bu silahlar güvenli yerlerde.(..) Amerika eğer savaşmak için bahane arıyorsa bulabilir, savaşı başından beri bırakmayan onlar” dedi. Obama’nın açıklaması ve İngiltere-Fransa’nın da desteklediği tasarı ile ilgili olarak da “Amerika, İngiltere ve Fransa kendi kafalarında kurdukları hayali düşmanları Suriye karşısında kendilerini muzaffer yapmak istiyorlar” dedi. Bu açıklamaların devamında 25 Eylül Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda da Amerika’nın alternatifi olmayan bir süper güç olduğuna yönelik açıklamaları, Obama’nın anlaşmada ki ‘kötü imaj’ hoşnutsuzluğunu gösterir nitelikteydi. Obama’nın özellikle ABD’nin etkin olmadığı bir dünyada “Başka bir milletin doldurmaya hazır olmadığı bir çöküntü” olacağı iddiası, imaj tazeleme çabası olarak değerlendirildi.[8]

        Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi birçok bölge ülkesi ise, Esad rejimine karşı müdahalenin şart olduğunu savunmuş ve muhaliflere destek vermişlerdir. Kimyasal silahların teslimine yönelik anlaşmadan sonra Esad’ın kalma sinyalleri vermesinin bu ülkeleri tedirgin ettiği söylenebilir. Müdahaleyi en çok destekleyen ülkelerden biri olan Türkiye’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül BM Genel Kurulunda “Suriye halkını kaderine teslim edemeyiz” diyerek, yapılan anlaşmanın kendisi için Suriye defterinin kapandığı manası taşımadığını belli etti.[9] Konuyla ilgili Gül, ABD-Rusya anlaşmasını çözüm olarak görmediğini belirtip, Esad’ın kesinlikle gitmesi gerektiğini söyledi. BM Statüsü madde 7’deki şartlara değinen Gül, sadece kimyasal silahların teslimine ilişkin düzenlemenin yeterli olmayacağını, kimyasal silahlar teslim edildiğinde sorun çözüldü demenin uluslararası komitenin kredisini tüketeceğini belirtti.[10] Türkiye dışında Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer ülkelerinde Esad’lı bir çözüme yanaşacağını düşünmek çok zor. Bu beklentiyi Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) başkanı Ahmed El Cabar’ın Suudi Arabistan başta olmak üzere ülkelerin de Cenevre’ye katılması gerektiği açıklaması destekler niteliktedir.

            Cenevre 2’ye Doğru; Cihatçıların Yükselişi ve Silahların İmhası


Suriye iç savaşının sonlandırılmasına yönelik somut adımlar atılması için 2. Cenevre konferansının yapılması da gündemde. ABD ve Rusya’nın katılımı ile daha önce Haziran 2013’te yapılması planlanan konferans, taraflar uzlaşamadığı için gerçekleşmemişti. Lavrov’un teklifi üzerine varılan kimyasal silahların teslimi anlaşması ise iki tarafın yakınlaşmasını sağladı ve Cenevre-2’nin Kasım ortasında yapılacağı bildirildi. Konferansa davet edilen üçüncü grup ise Suriye Muhalefeti, ancak çatışmalar devam ederken konferansın gerçekleşmesi zor görünüyor, buna ek olarak muhalefetin konferansa katılmadan önce silah bırakması istenebilir ki muhalefetin bu anlaşmaya yanaşacağını düşünmek şuan için zor. SMDK Başkanı el-Carba Cenevre 2’ye direk karşı çıkmasa da, Esad’a karşı son dönemde oluşan pozitif yaklaşımdan rahatsızlığını belirterek ‘Suç rejimiyle diyalog olmayacağını, dolayısıyla Esad rejimiyle görüşmelerin, düşmanla müzakere kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ve tek amacın ‘geçiş dönemi’ düzenlemelerini sağlamak olduğunu’ söyledi. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin silahların imha sürecinin iyi gittiğini belirterek Esad rejimini övmesini ise Carba; “Kerry Suriye meselesine bütüncül yaklaşmalı, suç aletlerinden bir kısmını teslim etti diye suçlu övülemez” sözleriyle eleştirdi.[11]

           Silahların teslimi konusunda, süreçteki tavrından dolayı ABD’nin övgüsünü alan Esad müzakere sürecine doğru bir adım önde görünürken, Esad’ı daha da ileri taşıyacak ve çok yönlü fayda sağlayacak gelişme ise; muhaliflerin bölünmesi ve cihatçıların bölgede ortaya çıkmasıdır. İç savaşın en başından beri cihatçıların, Sünni ve selefi aşırı İslamcı örgütlerin, El-Kaide’nin ve bağlantılı örgütlerin muhalifler safında yer aldığı biliniyordu. Kimyasal silahların teslimi ile yeni bir aşamaya geçen Suriye iç savaşı, muhalifler açısından da yeni bir boyuta sahne oldu ve muhalifler arasında yer alan kendilerini Cihatçı olarak tanıtan radikal örgütler Özgür Suriye Ordusu’na karşı cephe aldı. ÖSO’nun batı taraftarı olmasını öne sürerek özellikle Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırında yerleşen bu örgütler, otorite boşluğundan faydalanarak özgür hareket ve kamp alanı bulmuş ve güçlenmiştir. Türkiye dahil çevre ülkelerden, hatta ABD ve Avrupadan gençlerin de katılımda bulunduğu iddia edilmektedir.[12] Bu örgütler içerisinde şuanda en aktif görüneni ise önce ÖSO’ya daha sonra diğer Cihatçı örgütlerden olan Ahrar Şam İslam Hareketine de saldırıda bulunan Irak Şam İslam Devleti. Türkiye sınırına 7 km mesafedeki Azaz kentini ele geçirmiş bulunan bu örgüt faaliyetlerini de buradan devam ettirmekte. Önce ÖSO’ya karşı tavır alan ardından da Cihatçı’lara da saldıran bu örgüte ise 6 diğer Cihatçı örgüt olan Ahrar Şam İslami Hareketi, Sukuur Şam Tugayları, Liva Tevhid, Furkan Tugayları, Humus Liva Hak Tugayı ve İslam Ordusu (Ceyş İslam) karşı bildiri yayınlayarak uyarıda bulundular.[13] El Kaide bağlantılı olduğu düşünülen Irak Şam İslam Devleti örgütünün ise şu ana dek, özellikle Cenevre 2’ye giden süreçte, Esad’ın elini kuvvetlendirdiğini söylemek mümkündür. Birinci faydası Özgür Suriye Ordusu’na cephe alarak, muhalefeti bölmüş ve hatta muhalefete karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim Lavrov ve Kerry bu çatışmalara atıfta bulunarak Cenevre 2 süreci için muhalefete ‘tek ses olun’ çağrısında bulunmuşlardır. İkincisi ise Esad’ın tüm söylemlerinde dile getirdiği muhalefetin teröristlerden oluştuğu algısını batı perspektifinden kuvvetlendirmesidir. BM Genel Kurulunda da Suriye Dış İşleri Bakanı kendilerinin halk ile değil teröristlerle savaştıklarını iddia etmiştir. Bu gelişmelerin psikolojik ve fiziki açıdan Esad’a desteğinin o kadar çok olduğu düşünülmektedir ki, batıda Irak Şam İslam Devleti gibi Cihatçı örgütleri Esad’ın finanse ettiğine dair komplo teorileri geliştirilmiştir.[14]


Sonuç

            Suriye’ye müdahale konusundaki engeller hala aşılmış görünmezken, ABD’de yaşanan bütçe krizi ile birlikte, Amerikan iç dinamikleri Suriye müdahalesi için daha da namüsait hale geldi. Cenevre 2’ye doğru giden süreçde, Suriye’de sorunun müdahale değil müzakere ile çözüleceği izlenimi güçleniyor. Kimyasal silahların tesliminin Esad’a halihazırda devam ettirdiği konvansiyonel savaşında zaman kazandırdığı açıkken, bu sürecin fazla uzayamayacağı da nettir. Cenevre konferansı için şuan ki durumda, Suriye’de iç savaşta giderek kuvvetlenen Esad’ın, muhaliflerden daha avantajlı konumda olduğu söylenebilir.  Bunda Cihatçıların Özgür Suriye Ordusu’nu bölmesi, ABD ve Rusya’yı rahatsız etmesi ve Esad’ın anlaşmaya riayet etmesi en etkili faktörler olarak öne çıkıyor. ABD’nin konferansa yönelik kararlı tutumu ve Kerry’nin Esad’ı öven sözleri de bunun en açık göstergesi. Kasım’ın ortalarında yapılması planlanan Cenevre konferansına dek yeni dinamikler ortaya çıkmadığı sürece, şu anki tablonun Esad’ın avantajına olduğu söylenebilir. Ancak Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin bu konferansı etkilemek adına bu süreç içerisinde çeşitli girişimlerde bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Dolayısı ile Suriye’li bakan Ali Haydar’ın “ Bu Rus dostlarımızın Suriye’ye sağladığı bir zaferdir ” sözünü doğru kabul etmek için henüz erken.


[1] Nevin Yazıcı, “Suriye Siyasi Tarihi”, Küçük Orta Doğu Suriye, (ed.) Ümit Özdağ,, Kripto, 2012, Ankara, S. 31-33
[2]  “US Public Opposes Syria Intervention as Obama Presses Congress”, Reuters, 3 Eylül 2013, http://www.reuters.com/article/2013/09/03/us-syria-crisis-usa-idUSBRE97T0NB20130903
[3] ‘Yadda Yadda Yadda’ 90’lı yıllarda popüler olan Seinfeld Tv programında önemsiz küçük detay, tekrar eden şeylerde kullanılmıştır.
[4] Jeremy Saphiro, “The U.S.’s ‘Yadda Yadda Yadda’ Doctrine for Syria”, Brookings, http://www.brookings.edu/research/opinions/2013/09/15-syria-us-yadda-yadda-yadda-shapiro
[5] Shadi Hamid, The US-Russian Deal on Syria: A Victory for Assad, Brookings, http://www.brookings.edu/research/opinions/2013/09/14-chemical-weapons-syria-hamid
[6] David Corn, Neocons Push Obama to Go Beyond a Punitive Strike in Syria http://www.motherjones.com/mojo/2013/08/neocons-push-obama-go-beyond-punitive-strike-syria
[7] “Assad Says Syria will Cooperate on Chemical Weapons”, Los Angeles Times, 23 Eylül 2013 http://www.latimes.com/world/la-fg-syria-weapons-20130924,0,4157401.story
[8] “Obama Defends U.S. Engagement in Middle East”, The Newyork Times, 24 Eylül 2013 http://www.nytimes.com/2013/09/25/us/politics/obama-iran-syria.html?hp&_r=0
[9] “Cumhurbaşkanı Gül’den BM’ye Suriye Tepkisi”, Bugün, 24 Eylül 2013
http://gundem.bugun.com.tr/utanc-vericidir-haberi/804722
[10] http://www.washingtonpost.com/opinions/turkish-president-abdullah-gul-assad-must-go/2013/09/23/ffc45d7a-246e-11e3-b75d-5b7f66349852_story.html
[11] http://haber.stargazete.com/dunya/carbadan-cenevreye-sartli-yesil-isik/haber-795953
[12] “Sadece El Kaide mi?”, Milliyet, 7 Ekim 2013,
http://siyaset.milliyet.com.tr/sadece-el-kaide-mi-/siyaset/ydetay/1773700/default.htm
[13] “Suriyede’ki En Büyük 6 Direniş Grubunun Bildirisi”, Timetürk, 3 Ekim 2013, http://www.timeturk.com/tr/2013/10/03/suriye-de-en-buyuk-5-direnis-grubu-bildiri-yayimladi.html
[14]http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/10/04/everyone_is_scared_of_isis_syria_rebels



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2013/10/12/7249/suriyede-abd-rusya-anlasmasi-ve-cenevre-2-sureci-esadin-yeni-yol-haritasi