Ferhat Beşiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ferhat Beşiroğlu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Haziran 2016 Perşembe

Sayılarla Suriye Savaşı Katliam mı İç Çatışma mı






Sayılarla Suriye Savaşı Katliam mı İç Çatışma mı,




Yazar: Ferhat Beşiroğlu
15 KASIM 2013  CUMA

Suriye’de Mart 2011’den bu yana devam eden Suriye Ordusu ve muhalif gruplar arasındaki çatışma, Başbakan Erdoğan ve Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu başta olmak üzere bir çok kesim tarafından Baas rejiminin Suriye’de sivil halka yönelik uyguladığı tek taraflı katliam olarak nitelendirilmektedir. Bu tez en çok Başbakan Erdoğan tarafından kamuoyu önünde savunulsa dahi Erdoğan’ın bu konuda yalnız olduğu düşünülmemelidir. ABD, AB ve Suudi Arabistan başta olmak üzere bir çok ülkenin siyasi lideri de Suriye’deki iç çatışmalara bu kapsamda yaklaşmaktadır.  

























Öte yandan Baas rejimi ve rejimi destekleyen İran, Rusya, Çin başta olmak üzere bir çok ülke ise Suriye’deki çatışmaları, BM maddelerinde de geçen devletin kendi egemenliğini koruma hakkı altında değerlendirmektedir. Çatışan tarafların kayıpları ile ilgili belirttiği rakamlar analiz edildiğinde Suriye’de devam eden sürecin rejimin tek taraflı katliamı olmaktan çok  bir iç çatışma olduğu görülmektedir. Bu çerçevede, muhalif kanadı destekleyen sivil toplum kuruluşları, medya veya ülkeler, çatışan muhalif grup mensuplarını “sivil vatandaşlar” olarak nitelendirirken, Esad rejimine yakın kaynaklar ise aynı kesimi teröristler olarak nitelendirmiştir. İki kesiminde nitelendirmesi tam anlamıyla doğruyu yansıtmamakla birlikte, haklılık payları da vardır. Muhalifleri destekleyen kesimlerin belirttiği gibi, rejime karşı bu başkaldırı, ekseri olarak halk kesimlerince desteklenmiş, sokağa dökülen insanlar özellikle ilk dönemlerde meşru taleplerini dillendirmişlerdir. Bu meşru taleplere karşılık verilmemesi sonucunda, ve çok kısa bir zaman içerisinde, silahlı örgütler kurularak çatışmalar başlamıştır. Burada dikkat edilmesi gereken husus, muhaliflerin bütün halkı yansıtmadığı gerçeğidir. Nitekim, Esad’a karşı sokağa dökülen insanlardan çok da az olmayacak şekilde, rejimin devamını isteyen halk kitleleri de mevcuttur. Dolayısı ile bu çatışmaları top yekun halkın başkaldırısı olarak nitelendirmek yanlış olacaktır. Öte yandan, Esad’ın ve yanlılarının, muhalif grupları teröristler olarak genellemesi de yanlıştır. Nitekim, isyanın ilk safhalarında, meşru demokratik hak talepleri ile sokağa dökülen, silah kullanmayan, insanlar mevcuttur. Buna rağmen, çatışma periyodundaki verilere bakıldığında, halkın kontrolünde olduğu düşünülen özgür Suriye ordusunun savaşı kontrolünün kısa sürdüğü, bölgede el kaide ve PYD’nin daha ağırlık kazandığı söylenebilir. Buna ek olarak, baştaki halk kitleleri, tamamen şeriatçı ayaklanmalar olmayıp, özgürlükçü talepleri içerirken, Özgür Suriye Ordusu’nun yönetiminin şeriatçı isimlere geçerek, halkın genelini temsil meşruiyetini kaybettiği söylenebilir. Dolayısıyla, Esad’ın teröristler nitelendirmesinin, halktan bağımsız ithal militanların oluşturduğu El kaide ve PYD’nin ağırlık kazanma süreci ile doğruluk kazandığı görülüyor. Nitekim, Esad son aylarda Suriye’nin kuzeyinde hiçbir kontrolünün kalmadığını, bölgedeki çıkarları için El kaide ve PYD’nin birbiri ile savaşa tutuştuğunu söylemiştir. Özgür Suriye Ordusu’da kuzeyde faaliyet alanı bulamamaktadır.

Bu çatışmaların Ordunun sivillere sistematik saldırı ve katliamı olmadığını en net açıklayacak veriler ise savaş bilançosudur. Bir çatışmalar silsilesinin sonunda, bu çatışmaları baskın gücün diğerine karşı katliamı ve ya soykırımı olarak nitelendirmek için, kayıp sayısında bir dengesizlik görmek gerekmektedir, aksi takdir de bu tür çatışmalar ancak karşılıklı iç savaş olarak yorumlanabilir. Sivil halka karşı yapılmış olan katliama örnek olarak, 8300 kişinin öldürüldüğü Srebrenica ve ya 600 üzerinde sivilin katledildiği Hocalı soykırımları verilebilir. Nitekim bu olaylarda da halkın karşı direnişi olmuş, ama silahlı dahi olmayan bu direniş, karşı cepheden ölenlerin sayısını kaynaklarda belirtilmeyecek kadar düşük bırakmıştır.
Suriye’de yaşanan olaylarda ise birçok farklı kurumun verdiği rakamların ortalamasına bakıldığında 100 bin insan hayatını kaybetmiştir. Bu rakam, Esad karşıtı kesimlerce, çatışmaları baskın tarafın diğerine uyguladığı sistematik kıyım olarak gösterebilmek için, ‘100 bin sivilin katli’ şeklinde belirtilmekteyken, bu ifade gerçeği yansıtmamaktadır. ‘Suriyeli Şehitler’ (Syrian Martyrs) isimli, muhalefet yanlısı internet sitesi muhaliflerde ölü sayısını 86.429 verip, bunun 17.500’ünün savaşçılara ait olduğunu belirtirken, ne kadar Suriyeli askerin öldüğüne ise değinmemiştir.[1] 
Buna ek olarak, yine muhalefet yanlısı Suriye insan hakları gözlemevi ise, çoğunluğunu muhalefete ait olarak, 120 bin verdiği ölü sayısını[2] hesaplarken, eline silah alıp savaşa katılan vatandaşları da, siviller kategorisinde saydığını itiraf etmiştir. Aynı kuruluş, ölenler arasında 41 bin Nusayri olduğunu da belirtmiştir.[3]
Çatışmalarda Nüsayrilerin açık şekilde Esad’dan yana tavır aldığı düşünüldüğünde, muhalif kesimin verdiği bu rakamlar dahi, çatışmalarda karşılıklı kayıpların yaşandığını göstermektedir. Özellikle el kaide’nin bölgede etkin olmasından sonra artan intihar saldırıları da ölümleri artırmış ve bunlar sivil ölümler kategorisine yerleştirilerek, sanki Esad ordusu tarafından katledilmiş gibi algılanmıştır.[4] 
Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SİHG) ve BM[5], ‘Next Century Foundation’(NCF)[6], Syrian Network for Human Rights[7] gibi diğer kuruluşların da verdiği rakamların ortalamasına bakıldığında, Suriye ordusu, polisi, Hizbullah, Şebbiha ve Suriye Ulusal Savunma Gücü dahil, kısaca Esad’ı destekleyen güçlerin toplam kaybı 35 bin ile 50 bin arasında tahmin edilmektedir. 

Özgür Suriye Ordusu, PYD ve El kaide militanlarının oluşturduğu muhalif kesimin kayıp sayısı ise 25 bin ile 45 bin arasında tahmin edilmektedir. Buna ek olarak 5 bin civarında da, dışarıdan muhalefete desteğe gelen cihatçı yabancı savaşçı ölmüştür. Yine bin tane de rejim yanlısı hükümet görevlisinin muhaliflerce öldürüldüğü veriler arasındadır. Sivil ölümler sayısı ise en belirsiz olanıdır çünkü iki tarafa bağımlı muhalif veya ordudaki savaşçıların sayısı bilinirken, evinde savaşın getirdiği çeşitli sebeplerden hayatını kaybeden insanların sayısını belirlemek çok güçtür. Burada yapılan işlem genel olarak toplam tahmini ölü sayısından militan sayısını çıkartarak, sivil ölüm rakamını tespit etmektir. Bu yöntemle ortalama 100 bin olan ölü sayısından, iki taraftan da ölen militanlar çıkartıldığında, 5 bin ile 40 bin arasında sivilin hayatını kaybettiği hesaplanabilir. Bu rakamdaki geniş aralık, rakamın doğruluğunun düşük olduğunu gösterdiği gibi, silah alarak muhaliflere katılan birçok kişinin de bu rakama sivil olarak geçtiği gerçeği de unutulmamalıdır, yani siviller arasında adı geçenlerin bir kesimi de muhalefet safında çarpışmış savaşçıdır. 

Sivil ölüme dair verilen rakamların muammalığını gösteren delillerden biriside, muhalefet taraftarı SİHG’in araştırmasında 40 bin olarak verdiği sivil ölüm sayısını, yine muhalefet taraftarı ‘The Syrian Network for Human Rights’[8] 88 bin olarak vermiştir. 

Sadece sivil ölümlerin 88 bin olması durumunda bunların üzerine iki tarafta savaşan militanlar eklendiğinde toplam ölü sayısının 200 bine yakın olması gerekir ki bu rakam hiçbir kaynakta telaffuz edilmemektedir. Basit kıyaslama olarak, Esad’a bağlı ordunun sunduğu- ki savaşı kazanıyormuş gibi göstermek adına genelde düşük olarak kayda geçirilmiştir- rakamlar[9] ve bu gözlemci kuruluşların rakamları genel rakama orantılandığında, toplam kaybın %35-%50 arasında Ordu ve Esadı destekleyen diğer gruplara ait olduğu görülecektir. Kalan % 50-65 lik kısım ise top yekun sivillere değil, ağırlıklı olarak (%25-45) muhalefet safında çarpışan militanlara aittir. 

Bu belgelere göre, ölen her 10 suriyeli’nin 3’ünün sivil, 4’ünün ise Ordu taraftarı olduğu ortaya çıkmaktadır, yani ölen ordu mensubu sivil halktan fazlayken, salt ordu katliamından bahsetmek imkansızken, ‘100 bin sivil katledildi’ sözü ise tamamen bilinçli bir yalan ve veri çarpıtmadır. Ordu ölümlerini gösteren bu oranlar, daha önce örneği verilen, Srebrenitsa ve ya Hocalı gibi katliamlarla kıyaslanamayacak kadar yüksektir. 

Hem muhalefeti destekleyen, hem de rejimi destekleyen kuruluşların rakamlarının ortalaması alınarak yapılan bu kıyaslama da gösteriyor ki, Suriye’deki çatışmaları, ‘rejimin sivillere uyguladığı katliam’ olarak nitelendirmek tamamen yersizdir. 

Bu rakamlar ve oranlar doğrultusunda görülüyor ki bu süregelen savaş, katliam değil, sivil ölümlerinde yaşandığı, iki tarafında silaha erişebildiği bir iç çatışmadır.



[1] http://syrianshuhada.com/?lang=en
[2]http://syriahr.com/en/index.php?option=com_news&nid=1064&Itemid=2&task=displaynews#.UoYrVCdjwgE
[3]http://www.huffingtonpost.com/2013/05/14/syria-death-toll-120000_n_3272610.html
[4]http://syriahr.com/en/index.php?option=com_news&nid=966&Itemid=2&task=displaynews#.UoYr5SdjwgE
[5] http://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-23455760
[6] http://ncfsyria.blogspot.com/2013/11/syria-war-dead-report-77.html
[7]http://www.iamsyria.org/uploads/1/3/0/2/13025755/documenting_the_kill_of_101513_victims_including_89664 _civilians_88_.pdf
[8]http://www.iamsyria.org/uploads/1/3/0/2/13025755/documenting_the_kill_of_101513_victims_including_89664_civilians_88_.pdf
[9] http://www.sbs.com.au/news/article/2013/09/19/syria-attacked-al-qaeda-assada


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye-krizi-izleme-merkezi/2013/11/15/7299/sayilarla-suriye-savasi-katliam-mi-ic-catisma-mi

..


..

29 Haziran 2016 Çarşamba

Irak’ta Suudi-İran Savaşı


Irak’ta Suudi-İran Savaşı



Yazar: Ferhat Beşiroğlu
08 ŞUBAT 2014 CUMARTESİ


Irak topraklarında ABD işgalinin sonlanmasıyla doğan otorite boşluğunda yükselişe geçen mezhep gerilimi, iç savaşın arttırdığı anarşi ortamında, Irak Şam İslam Devleti’nin faaliyetleriyle zirveye tırmanmıştır. Dış basında çokça Şii-Sünni popülasyonun çatışması olarak isimlendirilen bu savaşın içeriği ise sadece bir mezhep çatışması değildir. Şii Maliki yönetimine ve Şii sivil halka karşı yapılan bu saldırıların El Kaide bağlantılı olduğu bilinmektedir, ancak, El Kaide gibi radikal selefi örgütlerin Irak halkında bir tabanı yoktur. Dolayısıyla savaşın Sünni tarafının Irak’lı Sünniler olduğunu söylemek güçtür. Irak’ın etnik ve güncel siyasi yapısına bakıldığında görülecektir ki, sorun Irak’ta yaşamakta olan Sünni ve Şii kesimin çatışması değildir. Bu çatışmalar, kendini Sünniliğin kalesi olarak gören Vahhabi Suudi Arabistan ve Şia’nın kalesi olarak kabul edilen İran’ın, dolayısıyla birbirine düşman iki ülkenin açıktan yürütemedikleri için Irak topraklarındaki temsilcileri aracılığı ile yürüttükleri ‘vekaleten savaş’tır. Bu çalışmanın konusu olmamakla beraber iki ülkenin vekaleten savaş yürüttükleri bir ikinci coğrafya Suriye’dir. Irak iç savaşının temel bileşenleri bu süreçte yer alan Iraklı aktörler dışında, İran ve Suudi Arabistan’dır. Dolayısıyla bu iki aktörü kapsamayan çözüm önerileri savaşı bitirmeyecektir.

Osmanlı Sonrası ve Baas


1. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı egemenliğinden çıkarak, İngilizlerin mandasına giren Irak’ta, 1919’dan günümüze kadar farklı yönetimler gelse de toplumun tüm kesimlerini temsil eden bir devlet var olmamıştır. Bölgedeki işgale karşı direniş refleksini tahmin eden İngilizler bölgeyi direkt yönetmenin tehlikeli olacağını bilerek, Kral Faysal’a yönetimi devretmiş ve 1958’deki darbeye kadar, Irak yönetimi Londra’nın güdümünde olmaya devam etmiştir. Kral Faysal’ın Sünni anlayışı ağır bastığı ve Arap ulusçuluğunun önünü açtığı için Kürtler ve Şii’lerle ilişkileri bu dönemde iyi değildir. İlk İngiliz yönetimi döneminde de işgale karşı koyanlar Irak Şiileri olmuştur. Irak’ta %60 ile çoğunluk Şii olmasına rağmen bu dönemde Irak yönetiminde Sünnici bir anlayış görülmüş ve tepki çekmiştir ancak bu tepkiler bugün yaşanan tablo ile kıyaslanamayacak ölçüde küçüktür. 1958’deki darbe ise General Abdülkerim Kasım’ı iktidara taşımış ve Amerikan karşıtı, pro-sovyet bir yönetim oluşmasını sağlamıştır. Bu dönemde Irak Bağdat Pakt’ından çekilmiş, Moskova’ya yakınlaşmıştır, bunun üzerine ABD-İsrail-İran destekli etnik Kürt Milliyetçiliği yükselişe geçmiştir. Suriye’de hala varlığını sürdüren Baas ise 1968’de kansız bir darbe ile Irak’ta iktidarı ele geçirmiştir. 1967 Arap-İsrail savaşındaki hayal kırıklığı bu değişimin ana sebeplerindendir. 1979’da ise 2003 Amerikan işgaline dek iktidarda kalacak olan, Irak ve Arap milliyetçiliği ile sembolleşen Saddam Hüseyin iktidara gelmiştir. Irak 1958’de batı ekseninden çıkarken, özellikle Baas ve Saddam ile Arap milliyetçiliğinin ön planda tutulduğu bir anlayış ile yönetilmiştir. Saddam döneminde, Baas ekolü büyük oranda yönetime yansımış, daha seküler ve daha milliyetçi bir yönetim görülmüştür.

Irak’ın Mezhep ve Etnik Yapısı


Saddam’ın bu yönetim anlayışı, ülke içinde en çok Kürt nüfusu rahatsız etmiştir. Yaklaşık %14 olarak tahmin edilen Irak Kürtleri, Saddam’ın Arap milliyetçisi politikaları karşısında destek aramış ve bu bağlamda Amerikan işgalini de büyük oranda alkışlarla karşılamıştır. Ülkenin yaklaşık %60’ını oluşturan Şiiler ise, seküler sisteme olan tepkileri ve özellikle İran-Irak savaşı döneminde maruz kaldıkları uygulamalar dolayısı ile Saddam yönetimine muhalif olmuşlardır, ancak Kürtler gibi Şii nüfusun da Amerikan işgaline destek verdiğini söylemek doğru olmaz, nitekim Saddam sonrası dönemde ABD karşıtı en dirençli gruplardan olmuşlardır. Yaklaşık %35’lik bir nüfus kendini Sünni olarak nitelese de, Irak’ta Sünnilik Sünni kesimin ön planda tuttuğu bir kimlik değildir. Diğer bir deyişle, Sünni popülasyon ya Baas’çı ulusalcı seküler Araplar, yani Saddam destekçileri ve ya Kürt milliyetçiliğini ön planda tutan Kürtlerdir. Dolayısıyla Irak’ta Şiilerin aksine, mezhep siyaseti güden Sünnici bir talepten bahsetmek yanlış olacaktır. Irak’ta diğer bir grupta nüfuslarının %10 olan Türkmenlerdir.Türkmen nüfusu, Saddam döneminde ve özellikle ABD işgalinden sonra, Kerkük gibi büyük Türk kentlerinde, Kürt hakimiyeti sağlanmasından sonra, Nüfus kayıtlarının da büyük ölçüde manipülasyona uğramıştır.[1]
Burada dikkat çeken nokta, tıpkı Suriye Türkmenleri gibi Irak Türkmenlerinin de, Türkmen kimliklerini ön planda tutmaktan ziyade, Şii ve de özellikle Sünni hareketlerin içinde erimeye zorlanmaktadır. Şii Türkmenler, baskın Şii kimlikleri nedeniyle kendi eğilimleriyle erirken, Sünni Türkmenler ise AKP Hükümeti tarafından bağımsız Türkmen siyasetinden çok sunni Arap siyaseti içinde yer almaya itilmektedir. Irak’ta Türklüğü geri planda tutup Sünniciliği ön plana koyan AKP politikası Türkmenlerin Araplaşmasını da beraberinde getirmektedir çünkü Irak’ın Sünni Türk’lerinin Türkiye’den başka hamisi yoktur ve Türkiye’nin politikasının üzerlerinde büyük etkisi vardır.
Kürtler ve Araplar milliyetçi siyasetleri sayesinde Irak’ta ciddi haklara sahipken, 3. büyük etnik grup Türkmen’lerin hakları ise onlarla kıyaslanamayacak derecede azdır. Buna örnek olarak Irak Anayasası’nda ana dil olarak sadece Arapça ve Kürtçenin tanınması verilebilir. Hem etnik hem de mezhepsel siyasetin yapıldığı bu karmaşık toplumsal yapı da Saddam döneminde istikrarlı bir yapıdan bahsetmek mümkündür. Burada hiç şüphe götürmeyen bir gerçek, Saddam’ın sağladığı mutlak otorite bu istikrarı sağlayan ana faktör olmuştur. Ancak bu otorite faktöründen hemen sonra gelecek etken ise, Saddam’ın ve ya Baas geleneğinin seküler, mezhepçi olmayan politikasıdır.

Şia Hakimiyeti ve Maliki


ABD işgalinden sonra, Saddam’ın devrilmesiyle birlikte ise yeni bir dönem başladı. Irak’ta en büyük etnik grup olmalarına rağmen şii Araplar, Irak’ta yönetici unsur değildi. Osmanlı’dan sonra Haşimi Sünni Kral ve sonrasında da Sosyalist Baas tarafından yönetildi. Hükümetin seçimlerle belirlenmesi sayısal çoğunluğa sahip şiileri iktidara taşırken, bölgede mezhep savaşlarına sahne oldu. Saddam döneminin en önemli özelliği, bir mezhep dayatması olmayışı yani demokratik olmasa da, otoriter seküler bir yönetim sergilemesiydi. Saddam’dan sonra 2005 yılında Şii Caferi’nin başbakanlık koltuğuna oturması, ‘Dava’ partililer için bir milat olarak görülürken, dış basında da Irak’ta sekülerliğin sonu olarak yorumlandı[2]. Irak’ta bugün ki iç çatışmalar bu seküler yönetimin aslında Irak’ı ayakta tutabilecek tek sistem olduğunu da göstermektedir. Irak, Necef ve Kerbela gibi manevi önemi yüksek yerleri içinde barındırmasının yanı sıra, tarihten bu yana Şia’ya hem ilim adamı hem savaşçı yetiştirmiştir. Ali Hüseyni Sistani gibi pek çok, Ayetullah olarak nitelenen din adamı da Irak’tan çıkmış ve ya eğitimini Irak’ta görmüştür. İran’da sadece Şia’nın kutsal saydığı İmam Rıza ve Hz. Masume’nin mezarları bulunurken, Irak’ta 7, 9, 10 ve 11. imamlarla birlikte Hz Ali ve Hz. Hüseyin’in türbeleri bulunmaktadır. Dolayısıyla Irak Şia için vazgeçilmez hatta coğrafi tarih olarak İran’dan dâhi daha önemlidir. Buna ek olarak Irak ve İran’daki şiiler de birbirinde kopmuş değildir. Irak-İran savaşında Iraklı şiilerin İran’dan yana savaşması bunun en açık kanıtıdır. Ray Takeyh de “Gizli İran” isimli kitabında bu yakınlığa dikkat çekerek; “Her iki partinin de (Dava ve Irak İslam Devrim Yüksek Konseyi(SCIRI)) Tahran’la yakın ilişkileri vardır ve İran-Irak savaşı sırasında İslam Cumhuriyeti ile müttefik oldular. SCIRI İran tarafından kuruldu, milisleri, Bedir Tugayları, Devrim Muhafızları tarafından eğitilip donatıldılar. Olağanüstü baskılar altında El Dava İran’a sığındı.”[3]
Irak Şii’leri radikal kimlikleriyle de sünnilerden ayrılmaktadır. Maliki’nin iktidar ortaklarına da bakıldığında bu radikallik göze çarpmaktadır. Bu radikal mezhepçi tutum seküler Baas ile kıyaslandığında, Irak’ta bugüne kadar Saddam döneminde yapılmamış olan mezhepsel baskının, Maliki döneminde yapıldığı görülmektedir. Maliki’nin hükümet ortakları, Irak Şia’sının en radikal hatta savaşçı isimleridir. 2005’te Birleşik Irak adı altında Şii ittifakı şeklinde, Maliki’nin de içinde bulunduğu birlik 275 sandalyeli mecliste140 sandalye kazanmıştı.[4]
2010 seçimlerinde ise Maliki bu birlikten ayrılarak Hukuk Devleti koalisyonu ile seçime girdi. Maliki’nin diğer Şii gruplardan daha ılımlı bir politika izleyeceği düşünülürken, kalan diğer radikal şii gruplarda Irak Ulusal İttifakı altında toplandı. Birleşik Şii İttifakı’nın halefi olarak görülen Ulusal İttifak içerisinde, Irak İslami yüksek Konseyi, Sadr hareketi, Bedr örgütü, Fazilet Partisi ve Ulusal Reform akımı gibi önde gelen Şii partiler bulunmaktadır. Mezhepçi bir imaj çizmek istemese de, İttifak’ın temel siyaseti Irak Şiilerine yöneliktir ve amaç Irak’ta Şiiliğin egemen kılınmasıdır.[5] Ray Takeyh İran’ın Sadr hareketiyle olan ilişkisine ayrıca dikkat çekmiş ve Mehdi ordusuna yardım ettiğini belirtmiştir. Takeyh ayrıca Sistani ile de İran’ın yakın ilişki içerisinde olduğunu ve İran’ın Sistani’nin faaliyetlerinden memnuniyet duyduğunu belirtmiştir.[6]
Her ne kadar Maliki bu gruptan ayrılarak daha ortada kendini konumlandırmaya çalışmışsa da, 2010 seçimlerinin hemen ertesinde, temel de bu iki grup arasında fark olmadığı açığa çıkmıştır. Maliki seküler siyaseti benimseyen ve sandıktan birinci çıkan Allavi ile hükümet kurarak halkın daha çok kesimini yürütmede temsil etmektense, Radikal Şii grupları içinde barındıran Irak Ulusal İttifakı ile işbirliği yapmıştır. Maliki’nin kendini merkeze konumlandırmaya çalıştığı bir dönemde dahi El Irakiye ile değil Şii Ulusal İttifak’la hükümet kurması, Maliki yönetiminin Şii İslamcı yapısını ortaya koymaktadır. Karşı tarafta ise bu şiici harekete sünnici bir karşılık değil seküler bir tavır olan Irak Ulusal Hareketi yani El Irakiye koalisyonu vardır.
2010 seçimleri sonunda, 2005’e benzer şekilde Şii Birliği’nin oluşturulmasından sonra, seçimlerde birinci olmasına rağmen Maliki’nin Kanun Devleti ve Caferi’nin Ulusal İttifak’ı tarafından hükümet dışına itilen, El Irakiye lideri Allavi, Irak’ın mezhep savaşına sürüklendiğini belirterek, mezhepçi siyaseti eleştirmiştir.[7] Kısaca ülkedeki Şiici çoğunluğu ve Sünnilerin seküler kimliğini, 2013 seçim sonuçları göstermektedir. Bu seçimlerde, hem Şii hem de Sünnilerin desteklediği, seküler El Irakiye birinci çıkarken, Maliki’nin Kanun devleti ve yine Şii İttifak partisi 2. ve 3. olmuştur. Bunlardan sonra gelen parti ise Barzani’nin KDP’sidir. Bu seçim sonuçları da göstermektedir ki, Irak’ta 3 büyük siyasi eğilim, Şii İslamcılar, Seküler Arap milliyetçileri ve Kürtçülerdir.
Hâlihazırda devam eden ve son dönemde Maliki’nin ABD’den destek almasıyla iyice tırmanan Irak iç savaşı birçok kesimce mezhep savaşı olarak algılansa da, bu tamamıyla doğru bir tespit değildir. Irak’ta Maliki hükümeti Şii İslamcı bir yönetim sergilemektedir. İçinde barındırdığı İran-Irak savaşında İran safında savaşmış Bedir Örgütü gibi koalisyon ortakları ve Sistani gibi ruhani liderleri, yönetimin mezhep çatışmalarının yaşandığı bölgede İran’a tabii olarak yakın olduğunu göstermektedir.
Şia politikalara karşı koyduğu varsayılan ikinci grup ise Irak Sünnileridir. Ancak El Irakiye’nin seküler politikasına bakıldığında, seküler milliyetçi sünni ve şii Arapların sünnici bir savaş yürüttüklerini söylemek yanlıştır. Mezhep savaşı olarak nitelendirilirken yapılan kilit hata işte bu noktadadır. Şiiliği hakim kılmaya çalışan Maliki politikalarına, sünnici fikir ile karşı koyanlar Irak halkı değil, s elefi El Kaide’dir. Irak’ın Sünni popülasyonunun Saddam’cı, daha doğrusu seküler milliyetçi yapısı bilinirken, radikal İslamcı El Kaide’ye destek vermesi beklenmemelidir. Mezhep savaşları dolayısıyla yakınlarını kaybeden ve ya çeşitli zarar gören Sünniler, münferit olarak El Kaide’ye katılmaktadır, ancak El Kaide’nin tüm dünyadan katılım alan bir örgüt olduğu düşünüldüğünde, bu katılımların bu savaşı, Irak Sünnilerinin savaşı yapmayacağı da aşikârdır.Dolayısıyla bu savaş Iraklı Sünniler ve Şiilerin mezhep savaşı değil, El Kaide ve Irak Şii yönetiminin savaşıdır. Bu iki grubun arka planlarına bakıldığındaysa, bölgede doğal iki düşman İran ve Suudi Arabistan ortaya çıkmaktadır.



Irak El-Kaidesi - IŞİD





El Kaide, Usame bin Ladin tarafından kurulmuş ve Selefi fikirle yoğrulmuştur. Kendilerini selefi olarak isimlendiren bu yapı, işte bu fikir nedeniyle Türkmenleri ve ya kendilerinden ayrı olarak örneğin Suriye’de Özgür Suriye Ordusu adı altında savaşan Sünni Arapları dinsiz ilan edebilmektedir. El Kaide kuruluşunda en büyük tehdit algısı Sovyetlerken, daha sonra ABD olmuştur. 11 Eylül saldırısından sonra ABD’nin açık hedefi haline gelen El Kaide, sadece bir örgüt değil, Müslüman gençlerin arasında cihat’ın temel sembolü olan bir fikir akımı haline gelmiştir. Ömer Turan da bununla ilgili olarak “El-Kaide adından da anlaşılacağı üzere tüm İslami hareketlerin faaliyet alanı bulabileceği bir üs konumundadır. Mesela Eymen Zevahiri liderliğindeki Mısırlı cihat grubu El-Kaide şemsiyesi altında faaliyet gösteren gruplardan sadece biridir.”[8]
Irak El Kaide’sinin gelişimi de buna benzerdir, nitekim önce bağımsız bir örgüt olarak kurulmuş, sonraysa El-Kaide’ye şekli bir bağlılık ilan edilerek, şemsiyesi altına girilmiştir. Ebu Musab El Zerkavi’nin Afganistan’da eğittiği takipçileriyle Irak’a gelmesi, hareketi Irak’a taşımıştır. İlk dönemlerinde bu hareket El Kaide’den bağımsızdır ve Zerkavi harekete Tevhid ve Cihad Grubu ismini vermiştir. 2004 yılında Zerkavi El Kaide’nin ‘marka değerine’, El Kaide de Zerkavi’nin operasyon gücüne ihtiyaç duymuştur ve Zerkavi El Kaide’ye bağlılığını ilan etmiştir.[9] Ancak Zerkavi ve Ladin arasındaki fikirsel farklılıklar belirgindi. Usame bin Ladin, yerel güçlere destek veren uzak düşman yani ABD ile savaşılması gerektiğini düşünürken, Zerkavi yakındaki yani Ortadoğu’daki düşmanlarla savaşılması gerektiğine inanıyordu. Zerkavi Şiilere karşı düşmanca tutum içerisindeyken, Ladin bunun bölücü bir tutum olduğunu düşünmekteydi. Bu fikir farklılığı Irak ve Suriye’de bugün devam eden mezhep çatışmalarının da ana sebebi olmuştur nitekim Zerkavi’nin stratejisinin dört temel adımı; ABD’yle silahlı çatışmaya girmek, Irak’lı güvenlik güçlerinin örgütlenmesini engellemek ve insanları bunlarla işbirliğinden alıkoymak, ülkedeki ekonomik kalkınma sürecine darbe vurmak ve Sünni-Şii çatışması çıkarmaktır.[10]
Amerika’nın Irak işgali sırasında, intihar eylemleriyle sesini duyuran Irak El Kaide’sinin, ABD çekildikten sonra da saldırılarını devam ettirmesi, Irak’ta El Kaide’nin savaşının sadece ABD karşıtı olmadığını göstermiştir. Suriye’de İran destekli Esad’a, Irak’ta yine İran destekli Maliki’ye saldıran, Irak El Kaide’si, Sünnilik adına Şia’ya savaş açmış gözükmektedir. Ancak bu ‘cihat’ Irak Sünnileri tarafından kabul görmemiştir. Zarkavi’nin 2006’da öldürülmesinin ardından, hareketin adı Irak İslam Devleti olarak değiştirilirken başına da Ömer El Bağdadi getirildi. Örgütün adının Irak ile ilişkilendirilmesi ve bir Iraklı Arabın örgütün liderliğine getirilmesinin amacı sünni halk tarafından Irak’a ait olmamakla eleştirilen ve dışlanan hareketin, Iraklı Sünnilere sempatik göstermekti.
Irak İslam Devleti de tüm bu çabalara rağmen Sünni Iraklılardan istediği destek görmediği gibi tepki görmüş ve Irak Sünni aşiretleri ABD desteğiyle Irak İslam Devleti’ne savaş açmıştır. 2010 yılından itibaren örgütün etkinliği azalırken, ABD askerlerinin çekilmesi ve Suriye savaşı ile birlikte yeniden yayılma şansı yakalamıştır. Suriye savaşına da müdahil olan örgüt, Nusret cephesinin kendilerine katıldıklarını iddia ederek, ismini ‘Irak Şam İslam Devleti’ olarak değiştirmiştir. Bu isimde Şam’dan kastın Ürdün, İsrail, Lübnan ve Suriye topraklarını kapsayan tarihi Suriye toprakları yani Levant’ın[11] mı yoksa bugünkü Suriye topraklarının mı olduğu bilinmemektedir. Ancak buna rağmen, batı kaynaklarında örgütün adı Irak ve Levant’ta İslam Devleti olarak çevrilmektedir.

Suudi Desteği

Adından da anlaşılacağı üzere, Zerkavi ile başlayan Irak’taki cihatçı hareket, hala Ladin’in uzaktaki düşmanla değil, yakındaki düşmanla savaşma fikri ile devam etmektedir. Örgüt, Zerkavi’nin savunduğu gibi Ortadoğu’daki rejimleri değiştirmeyi hedeflemektedir ve Şii’lere düşmanca tutum sergilemektedir. Böylesi bir savaşın en büyük destekçisinin Suudi Arabistan olması kaçınılmazdır. Suudiler Ortadoğu’da kendilerine en büyük rakip ve düşman olarak İran’ı görmektedir, dolayısıyla İran’ın Ortadoğu’da Şiilik üzerinde jeopolitik etkinlik kazanma girişimlerinden fazlasıyla rahatsız olmaktadırlar.
İran’a direkt savaş açmanın yükünden kaçınan Suudiler, Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi, ABD’nin Rusya’ya karşı uyguladığı  stratejisi olan çevrelemeyi İran’a karşı denemektedir. Riyad öncelikle Tahran’ın Suriye’deki etkisini Esad rejimini devirerek yıkmayı hedeflerken, Irak’ta da yine El Kaide ile Şii yayılmacılığının önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Azerbaycan’la yapılan ikili ekonomik anlaşmalar da Suudi Arabistan’ın politikasını ortaya koymaktadır. İran’ın komşusu ve 35 milyon Azerbaycan Türk’ünün İran’da yaşıyor olması sebebiyle, Azerbaycan İran için önemli bir komşudur. Suudi Arabistan da Azerbaycan’ı safına çekmeye çalışmakta ve Arap sermayesi ile orayı elinde tutmak istemektedir. Yine buna örnek olarak; Dağlık Karabağ sorununda Suudi Arabistan, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanıdığını açıkça ifade etmiştir.[12]
Özetle, El Kaide ve bu noktada aralarındaki ihtilafa rağmen İŞİD için Sovyet ve ABD tehditlerinin sonlanması ve ABD’nin Irak’tan çekilmesine rağmen bitmeyen savaşının arkasında Suudi desteği ve yönlendirmesi vardır. Eski ABD Bağdat Büyükelçisi Christopher Hill Irak’taki terörü Suudilerin desteklediği bilgisini aktarmıştır.[13] Batılı ve Kanada merkezli muhalif bir araştırma merkezi olan Global Research’ın haberinde de, Suudi Arabistan’ın silah dolu tırlarının, Anbar vilayetinden Irak’a girmek üzereyken, operasyonlar nedeniyle durduğu ileri sürülmüştür. Habere göre 70 civarında, intihar bombacıları için ve diğer mühimmatları taşıyan tır, Irak hükümetinin bölgede yürütmekte olduğu operasyonlar nedeniyle Irak’a giriş yapamadı.[14]
Suudiler sadece Irak’ı değil, Suriye’de de muhalifleri ve selefi İslamcıları desteklemektedir. Fransız Le Figaro’dan Georges Malbrunot’un haberine göre, bu trafik CIA tarafından yönlendirilmektedir. Ürdün de ajanlarıyla birlikte bu sevkiyatın taşımacılık aşamasında görev almaktadır. Habere göre, bu sevkiyatta silah ve mühimmatı sağlayansa Suudi Arabistan.[15] Suudi Arabistan’ın 2000-2012 yılları arasında ordu harcamalarını %98 oranında arttırarak, ABD, Rusya, Çin’den sonra 4. ülke olması da, bu trafiği açıklar niteliktedir.[16]
Bu durum İran’ın Hizbullah ile Suriye’de Esad’ı desteklemesinden farklı değildir. Savaşın öbür tarafının İran destekli olduğu ise gayet açıktır. ABD’nin ve bugüne dek Türkiye’nin merkezi Irak yönetimine mesafeli olması da işte bu Şia ve İran bağından ötürüdür. Irak’ta süregelen çatışmalar bu yönüyle incelendiğinde, Irak halkının kendi içinde bir mezhep savaşına tutuşmasından çok, İran ve Suudi Arabistan’ın, Maliki ve El Kaide’yi kullanarak Irak coğrafyasında kendi savaşlarını ‘vekaleten’ yaptırdıkları görülecektir.

Sonuç: Güçlenen Şia, Kıskaçtaki Vahhabilik

Cenevre 2 barış sürecinde, Esad’ın kalacağı artık netleşince, Suriye savaşından en karlı çıkan İran olmuştur. AKP Hükümetinin sünnici politikaları çökmüş gözükmektedir. Davutoğlu’nun Irak ve İran ziyaretleri ve Başbakan’ın İran ziyareti, bugüne kadar uzlaşmaz tutum sergilenen Irak Şiileri, Maliki ve İran’la bölgede yalnızlığın giderilmesi adına buzların eritilmesidir. Bir başka deyişle Davutoğlu dış politikası, Esad ve Maliki’li Orta Doğu’yla yaşamayı öğrenmektedir.
Bölgede 2011’den buyana en radikal dış politika izleyen ülkelerden olan Türkiye’nin, yani AKP hükümetinin bu denli dış politika değişikliğine gitmesi, ortadoğu’da özellikle Irak, Suriye ekseninde, Şii hakimiyetinin artışını göstermektedir. Türkiye, her ne kadar Esad karşıtı tavrını sürdürse de, İran’a karşı yakınlaşma çabaları ortadadır. Bunda Cenevre-2’nin ve özellikle İran-ABD anlaşmasının etkisi büyüktür. Öte taraftan, prestij kazanan İran karşısında, Suudi Arabistan Washington ile arasında gerilim yaratmak pahasına bölgede gittikçe yalnız kalmaktadır.
Ürdün artık Suriyeli isyancılara silah geçişine izin vermemektedir. Türkiye’nin tutumu ve İran yakınlaşması ortadadır. Bunlardan daha önemlisi, ABD de El Kaide’ye karşı Şii Maliki yönetimiyle iş birliğine gitmiş, silah desteği sağlamıştır. Suudilerin son dönemde politik açıdan tek destekçilerinin İsrail olması da, bölgede ne kadar yalnız kaldığını göstermektedir. Irak iç savaşının çözümü, Irak’ta seküler bir hükümetin kurulması ve Şii yayılmacılığının durdurulmasıdır çünkü bu gelişme El Kaide’nin zaten seküler yapıda olan Irak Sünnileri arasında yaşam alanı bulamamasını sağlayacaktır. Ekim 2013’te başlayan silah yardımı görüşmeleri çerçevesinde, ABD Dışişleri Bakanı’nın ziyaretlerinden sonra alınan ve uygulamaya konulan çözüm, ABD silahlarıyla, Maliki eliyle El kaide’ye karşı savaştır. Bu çözüm, savaşın esas tedarikçilerine müdahale etmemektedir.
Özetle, eğer El Kaide’den Suudi desteği çekilmezse ve İran yayılmacılığı önlenmezse, her ne kadar IŞİD kısa dönem de çökertilebilse de, birçok selefi cihatçının bölgede olduğu bilinmektedir ve gerilla savaşı yürüten militanlara karşı bu savaşta uzun sürecektir. Düşük ihtimal olmakla birlikte, etkisi çok olacağı için akılda bulundurulması gereken, 2014 ve ya 2015’te çıkabilecek potansiyel Suudi Arabistan-İran ve ya Suudi destekli İsrail-İran savaşıdır. Suudi Arabistan mevcut gidişatta, her geçen gün yalnızlaşmakta ve güç kaybetmektedir. İsrail’le olan siyasi çıkar ve hasım ortaklığı ve Suudi’lerin yüksek silah gücü, bu ihtimali oluşturan ana etkenlerdir. Direk savaş olmasa bile, İsrail tarafından açılacak bir savaşa da Suudi desteği muhtemeldir. ABD ve İran arasında devam eden görüşmelerde nükleer anlaşma sağlanamazsa, Suudi destekli bir İsrail saldırısı ihtimali daha da artacaktır. Sonuç olarak, bölgede İran lehine işleyen süreç adil bir çözüm üretmediği için, kalıcı bir barış tesis etmesi de beklenmemelidir.




[1] İlhan Yılmaz, Geçmişten Günümüze Irak’ta Türkmen Politikası, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 12, Bahar, 2006
[2] http://www.opendemocracy.net/conflict-iraq/article_2516.jsp
[3] Ray Takeyh, Gizli İran, s.209, Çvr: Cem Küçük, Ekvator Yayınları, İstanbul, 2007
[4] http://setav.org/tr/30-ocak-2005-irak-secimleri-sonrasi-irak/yorum/270
[5] http://www.orsam.org.tr/tr/Secimler/partigoster.aspx?ID=1&DetayID=3
[6] Ray Takeyh a.g.e, s. 210
[7] Allavi: Irak Mezhep Savaşına Sürükleniyor, 13 Mayıs 2010,http://www.dunyabulteni.net/index.php?aType=haber&ArticleID=114208
[8] Ömer Turan, İslami Hareketler, s.200, İstanbul, 2002
[9] Serhat Erkmen, Irak’ta El Kaide’nin Doğuşu, Gelişimi ve Bugünü, 21.yy Türkiye Enstitüsü, Sayı:60, Aralık, 2013
[10] Serhat Erkmen, a.g.m.
[11] Levant: Akdeniz’in kıyısındaki Doğu Roma topraklarını belirtmek için kullanılan Fransızca kökenli kelime. Bugünkü Suriye, Ürdün, Lübnan, İsrail, Hatay ve Kıbrıs’ı içinde barındırmaktadır.
[12] http://www.1news.com.tr/azerbaycan/siyaset/20131106015244631.html
[13] http://www.aydinlikgazete.com/mansetler/24047-suudiler-irakta-mezhep-savasi-kiskirtiyor.html
[14] http://www.globalresearch.ca/saudi-arms-shipments-to-al-qaeda-rebels-waiting-behind-iraqs-borders-with-syria/5363794
[15] http://www.globalresearch.ca/cia-is-leading-massive-arms-deliveries-to-rebels-in-syria-saudi-arabia-training-terrorists/5357531
[16] http://www.globalissues.org/article/75/world-military-spending


http://www.21yyte.org/kose-yazisi-yazdir/7420



..

28 Haziran 2016 Salı

Suriye’de ABD-Rusya Anlaşması ve Cenevre 2 Süreci: Esad’ın Yeni Yol Haritası



Suriye’de ABD-Rusya Anlaşması ve Cenevre 2 Süreci: Esad’ın Yeni Yol Haritası



Yazar: Ferhat Beşiroğlu
12  EKİM 2013 CUMARTESİ

Arap Baharının en son sıçradığı ve etkisinin en uzun sürdüğü ülke olan Suriye’de Mart 2011’den beri devam eden Suriye Ordusu ve Rejim karşıtları arasında ki iç savaş, 21 Ağustos 2013’de yoğun kimyasal silah kullanımı ve 1400 sivil’in ölmesi üzerine yeni bir aşamaya geçti. Toplu ölüme neden olan kimyasal saldırının ertesinde, her iki tarafta saldırıdan diğerini sorumlu tutsa da, batı dünyasında genel kanı saldırının Esad tarafından yapıldığı yönünde gelişti. BM raporlarında dahi kesin bir delil sunulamazken, ABD’nin saldırıdan raporlar açıklanmadan Esad rejimini saldırının sorumlusu ilan etmesi, Esad’a karşı batının gitmesi yönündeki tavrının tezahürüydü. 

Saldırının peşi sıra ise uluslar arası kamuoyunun tüm dikkati yeniden Şam’a çevrilerek, Esad Rejimine karşı müdahale seçenekleri görüşülmeye başlandı. Kosova modeli müdahale, karasal direk müdahale ve ya BM barış gücü kurulması seçenekleri masadayken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden olan Rusya ve Çin’in muhalefeti üzerine bu son seçenek imkansız hale geldi. 

Sonuç olarak varılan noktada, Rusya Dış İşleri Bakanı Lavrov’un teklifi üzerine, Suriye Ordusu’nun tüm kimyasal silahları devretmesi şartı ile herhangi bir müdahalenin yapılmamasında ABD ve Rusya anlaştı. Bu teklif aynı zamanda Cenevre 2 konferansına yol açmış ve birçok yeni tartışmayı da beraberinde getirmiştir. ABD burada küresel karar verici rolünü sürdürmekte ve bu rolünden kayıp vermemek adına politikalarını geliştirirken, Obama’yı karar sürecinde zorlayan farklı iç ve dış baskılar daha da netleşti. Suriye tarafında ise, Cihatçıların yeni tavrı dengeleri tamamen değiştirebilecek gibi görünüyor. Bu değerlendirmenin amacı, son gelişmelerin Esad rejimini nasıl etkilediği ve bu gelişmelerin Esad tarafından nasıl yorumlandığını ortaya koymaktır.

            Esad dönemi Suriye’sine bakıldığında diplomasi kanallarını kullanmaya gayret eden, hem Hafız Esad döneminde hem de oğlu Beşar döneminde pragmatist bir dış politika yürüttüğünü görmekteyiz. Suriye gibi, hükümetlerin farklı kesimlerce yapılan darbelere karşı birkaç ay bile direnemediği bir ülkede, üstelik %12’lik bir Nusayri azınlıktan gelmelerine rağmen, Esad ailesi 1970’ten bugüne tek adam otoritesini kurmuş ve devam ettirmiştir[1]. Hiç kuşkusuz, birçok farklı ülke içi çıkar grupları ve dış tehditlere karşı bu istikrarı sağlamak ciddi bir siyaset becerisinin göstergesidir. Esad ailesinin bu geleneksel diplomasiye yatkın politik yapısı bilinirken, ABD’deki ve dünyadaki gündemden bihaber ve ya onlara kayıtsız kalan bir yerel yönetim muamelesi yapmak yersiz olacaktır. Dolayısı ile Esad’ın kararı algılaması da, ABD’de yaşanan gelişmeler ve dengeler doğrultusunda değişmektedir. Esad cephesinin kararı yorumlamasına bakmak için son gelişmelere göz atmakta fayda vardır.




Obama’yı Durduran İç-Dış Dinamkiler


Amerika Birleşik Devletleri, Irak ve Afganistan savaşlarının getirdiği maddi ve manevi yüklerin de etkisiyle, özellikle Obama döneminde savaştan kaçınan bir politika izlemiştir. Amerikan halkına bakıldığında, Suriye müdahalesi konusunda da açık bir muhalefet vardır. Reuters’in Şam’da ki kimyasal saldırıdan sonra yaptığı ankette bile, Amerikan halkının sadece % 19’u müdahale yapılması yönünde oy kullanması halkın müdahale karşıtı tavrını açıklar niteliktedir.[2] Müdahale yapılmasını engelleyen bir diğer etken ise, müdahaleye BM Güvenlik Konseyi’nden onay çıkmaması ve NATO üzerinden yapılacak müdahalenin de ABD için maliyetli olacağı gerçeğidir. Bunlara ek olarak askeri müdahalenin sorunu çözmeyeceği, bölgede istikrar sağlanmadığı sürece ölümlerin devam edeceğini de iddia edenler mevcuttur. Jeremy Saphiro “Amerikan’ın Suriye’de ‘Yadda Yadda Yadda’[3] Doktrini”[4]  (“The U.S.’s ‘Yadda, Yadda, Yadda’ Doctrine for Syria”) isimli makalesinde müdahalenin tek başına sorun çözmeyeceğini belirterek, kilit noktanın istikrarlı hükümet kurma olduğunu ileri sürmektedir. Cumhuriyetçi Senatör ve Suriye’ye müdahale yanlısı John McCain’in ve Hillary Clinton’ın eski yardımcılarından Anne-Marie Slaughter’ın Esad rejiminin yıkılabileceğine dair fikirlerini Saphiro “İkisi de şunu bilmeli ki, amatörler rejimi değiştirir, profesyoneller ise rejim kurar. Yakın zamanda ki Irak, Afganistan ve Libya tecrübeleri Amerika’nın rejim yıkmada gayet iyi olduğunu gösterdi. Ancak aynı olaylar sürekliliği olan rejim oluşturmada ki yetersizliği de ortaya koydu” sözleriyle eleştiriyor. Saphiro’nun tespitlerine bakarak da söylenebilir ki, olası bir aceleci, Bush tarzı müdahale stratejik açıdan yetersizlik olarak görülüyor. Suriye’ye müdahalenin tek başına sorunu çözmeyeceği strateji çevrelerince bir vakıa iken, bazı araştırmacılar ise hiçbir şey yapmamanın hem insancıl hem de stratejik olmayacağını iddia ediyor.

Savaş’ı Destekleyen Gruplar

Aylardır süren Suriye’de ki çatışmalara ABD bu zamana kadar müdahaleden kaçınarak, herhangi bir yaptırıma diğer bölgesel aktörleri dahil etmeye çabalamıştı. Kimyasal silah kullanımı insanlık suçu olarak yorumlandığından, küresel lider ülke - süper güç rolünü kaybetmemek adına ABD Suriye konusunda daha net adım atmak zorunda kaldı. Bölgeye müdahalede bulunmanın yukarıda sayılan dezavantajları mevcutken (Halk tepkisi, Maliyet), tamamen sessiz kalma opsiyonu da kimyasal saldırı sonucu ortadan kalktı. Saldırı ertesinde, müdahale iznini Senato’ya taşıyarak zaman kazanan Obama, geçen sürenin ardından Lavrov’un teklifini kabul etti. Bu teklif sayesinde ABD hem müdahalede bulunmayacak hem de sessiz kalmamış olacaktı. Yapılan anlaşma ise uluslararası hukuk anlayışının bir garabetini ortaya koymuş gibi görünmektedir. BM anlaşmalarına dayanarak, ülkelerin egemenlik sınırları içerisinde meşru müdafaa hürriyeti saklıdır, ve savaşlar yasaklanmadan bu hakka müdahalede Uluslararası sözleşmelere aykırı olacaktır. Müdahaleyi destekleyen kesimler ise, BM anlaşmasında sadece kimyasal silah kullanmanın insanlık suçu olarak kabul görmesinin, konvansiyonel silah kullanımını zihinlerde meşrulaştırdığını iddia etmektedir. Brookings enstitüsünden Shadi Hamid “The U.S.-Russian Deal on Syria: A Victory for Assad” (ABD-Rusya’nın Suriye Anlaşması: Esad’ın Zaferi) başlıklı makalesinde; “Esad şu anda daha güçlü bir pozisyonda, eğer kimyasal silahlarından farklı olarak neredeyse 100.000 kişiyi öldüren konvansiyonel silahlarını kullanmaya devam ederse sorun yok”[5] diyor. Birleşmiş Milletler hukukunu ve ABD’nin müdahale için kimyasal silah kullanımı şartını eleştiren Hamid, bu tavrı ‘Obama’nın takıntısı’ olarak niteliyor. Amerikan siyasetinde de birçok kesim, halka rağmen, savaşın gerektiğine inanıyor. Neo-Con’lar saldırının ertesinde Obama’yı savaşa davet eden ve onlarcasının imzaladığı bir mektup yayınladı. Obama’nın daha önce ortaya koyduğu kırmızı çizginin ihlal edildiği vurgulanan mektupta, Kuzey Kore ve İran gibi kitle imha silahı bulunduran diğer ülkelerin Amerika’nın cevabını gözlemlediğini belirttiler.[6]

Arabulucu Rusya, İtibar Kaybeden ABD

ABD somut müdahaleyi yadsıyan, propaganda, söylemler ve kültür ihracı gibi etkenler ile diğer ülkeler üzerinde nüfuz sahibi olma kapasitesi olan ‘yumuşak güç’ün en büyük temsilcilerindendir. Örneğin soğuk savaşta Sovyet’lerin baskıcı imajına karşın ABD’nin en büyük silahı demokrasi ve hürriyetler ülkesi imajıdır ve bu onun yumuşak güç kapasitesidir. Yumuşak güç ideolojisi ile paralel olarak, ABD’nin dünya siyasetindeki imaj kaygısı pek çok diğer büyük devletten fazladır. ABD örneğinde yumuşak güç’ün en büyük besleyicisi ise ‘Süper Güç’ imajıdır. Kimyasal silah anlaşması ise, ABD tek başına karar veremeyip, Rusya ile çözüm bulmak zorunda kaldığı için, psikolojik ‘Süper Güç’ pozisyonuna indirilmiş bir darbe olarak yorumlandı. Özellikle muhafazakar kesim, Rusya’nın bu anlaşma ile arabulucu devlet olarak itibar sağladığını ve ABD’nin savaştan çekinen bir ülke imajı çizdiğini iddia etti. Bu imajı değiştirmek isteyen Amerika, İngiltere ve Fransa’nın, anlaşmaya sonradan ek yapılarak, silahların teslim edilmemesi halinde BM müdahalesi olacağı yönünde ki talepleri ve Obama’nın BM’yi beklemeden saldırabiliriz açıklaması ise, Esad tarafından Obama’nın ‘tribüne oynaması’ olarak yorumlandı.[7] Çin devlet televizyonuna açıklamalarda bulunan Beşar Esad da bu konuya değinerek “gözlemciler için burada bir güvenlik tehdidi yok, 1990’dan beri üretilmeyen bu silahlar güvenli yerlerde.(..) Amerika eğer savaşmak için bahane arıyorsa bulabilir, savaşı başından beri bırakmayan onlar” dedi. Obama’nın açıklaması ve İngiltere-Fransa’nın da desteklediği tasarı ile ilgili olarak da “Amerika, İngiltere ve Fransa kendi kafalarında kurdukları hayali düşmanları Suriye karşısında kendilerini muzaffer yapmak istiyorlar” dedi. Bu açıklamaların devamında 25 Eylül Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda da Amerika’nın alternatifi olmayan bir süper güç olduğuna yönelik açıklamaları, Obama’nın anlaşmada ki ‘kötü imaj’ hoşnutsuzluğunu gösterir nitelikteydi. Obama’nın özellikle ABD’nin etkin olmadığı bir dünyada “Başka bir milletin doldurmaya hazır olmadığı bir çöküntü” olacağı iddiası, imaj tazeleme çabası olarak değerlendirildi.[8]

        Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi birçok bölge ülkesi ise, Esad rejimine karşı müdahalenin şart olduğunu savunmuş ve muhaliflere destek vermişlerdir. Kimyasal silahların teslimine yönelik anlaşmadan sonra Esad’ın kalma sinyalleri vermesinin bu ülkeleri tedirgin ettiği söylenebilir. Müdahaleyi en çok destekleyen ülkelerden biri olan Türkiye’de Cumhurbaşkanı Abdullah Gül BM Genel Kurulunda “Suriye halkını kaderine teslim edemeyiz” diyerek, yapılan anlaşmanın kendisi için Suriye defterinin kapandığı manası taşımadığını belli etti.[9] Konuyla ilgili Gül, ABD-Rusya anlaşmasını çözüm olarak görmediğini belirtip, Esad’ın kesinlikle gitmesi gerektiğini söyledi. BM Statüsü madde 7’deki şartlara değinen Gül, sadece kimyasal silahların teslimine ilişkin düzenlemenin yeterli olmayacağını, kimyasal silahlar teslim edildiğinde sorun çözüldü demenin uluslararası komitenin kredisini tüketeceğini belirtti.[10] Türkiye dışında Suudi Arabistan başta olmak üzere diğer ülkelerinde Esad’lı bir çözüme yanaşacağını düşünmek çok zor. Bu beklentiyi Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) başkanı Ahmed El Cabar’ın Suudi Arabistan başta olmak üzere ülkelerin de Cenevre’ye katılması gerektiği açıklaması destekler niteliktedir.

            Cenevre 2’ye Doğru; Cihatçıların Yükselişi ve Silahların İmhası


Suriye iç savaşının sonlandırılmasına yönelik somut adımlar atılması için 2. Cenevre konferansının yapılması da gündemde. ABD ve Rusya’nın katılımı ile daha önce Haziran 2013’te yapılması planlanan konferans, taraflar uzlaşamadığı için gerçekleşmemişti. Lavrov’un teklifi üzerine varılan kimyasal silahların teslimi anlaşması ise iki tarafın yakınlaşmasını sağladı ve Cenevre-2’nin Kasım ortasında yapılacağı bildirildi. Konferansa davet edilen üçüncü grup ise Suriye Muhalefeti, ancak çatışmalar devam ederken konferansın gerçekleşmesi zor görünüyor, buna ek olarak muhalefetin konferansa katılmadan önce silah bırakması istenebilir ki muhalefetin bu anlaşmaya yanaşacağını düşünmek şuan için zor. SMDK Başkanı el-Carba Cenevre 2’ye direk karşı çıkmasa da, Esad’a karşı son dönemde oluşan pozitif yaklaşımdan rahatsızlığını belirterek ‘Suç rejimiyle diyalog olmayacağını, dolayısıyla Esad rejimiyle görüşmelerin, düşmanla müzakere kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini ve tek amacın ‘geçiş dönemi’ düzenlemelerini sağlamak olduğunu’ söyledi. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’nin silahların imha sürecinin iyi gittiğini belirterek Esad rejimini övmesini ise Carba; “Kerry Suriye meselesine bütüncül yaklaşmalı, suç aletlerinden bir kısmını teslim etti diye suçlu övülemez” sözleriyle eleştirdi.[11]

           Silahların teslimi konusunda, süreçteki tavrından dolayı ABD’nin övgüsünü alan Esad müzakere sürecine doğru bir adım önde görünürken, Esad’ı daha da ileri taşıyacak ve çok yönlü fayda sağlayacak gelişme ise; muhaliflerin bölünmesi ve cihatçıların bölgede ortaya çıkmasıdır. İç savaşın en başından beri cihatçıların, Sünni ve selefi aşırı İslamcı örgütlerin, El-Kaide’nin ve bağlantılı örgütlerin muhalifler safında yer aldığı biliniyordu. Kimyasal silahların teslimi ile yeni bir aşamaya geçen Suriye iç savaşı, muhalifler açısından da yeni bir boyuta sahne oldu ve muhalifler arasında yer alan kendilerini Cihatçı olarak tanıtan radikal örgütler Özgür Suriye Ordusu’na karşı cephe aldı. ÖSO’nun batı taraftarı olmasını öne sürerek özellikle Suriye’nin kuzeyinde Türkiye sınırında yerleşen bu örgütler, otorite boşluğundan faydalanarak özgür hareket ve kamp alanı bulmuş ve güçlenmiştir. Türkiye dahil çevre ülkelerden, hatta ABD ve Avrupadan gençlerin de katılımda bulunduğu iddia edilmektedir.[12] Bu örgütler içerisinde şuanda en aktif görüneni ise önce ÖSO’ya daha sonra diğer Cihatçı örgütlerden olan Ahrar Şam İslam Hareketine de saldırıda bulunan Irak Şam İslam Devleti. Türkiye sınırına 7 km mesafedeki Azaz kentini ele geçirmiş bulunan bu örgüt faaliyetlerini de buradan devam ettirmekte. Önce ÖSO’ya karşı tavır alan ardından da Cihatçı’lara da saldıran bu örgüte ise 6 diğer Cihatçı örgüt olan Ahrar Şam İslami Hareketi, Sukuur Şam Tugayları, Liva Tevhid, Furkan Tugayları, Humus Liva Hak Tugayı ve İslam Ordusu (Ceyş İslam) karşı bildiri yayınlayarak uyarıda bulundular.[13] El Kaide bağlantılı olduğu düşünülen Irak Şam İslam Devleti örgütünün ise şu ana dek, özellikle Cenevre 2’ye giden süreçte, Esad’ın elini kuvvetlendirdiğini söylemek mümkündür. Birinci faydası Özgür Suriye Ordusu’na cephe alarak, muhalefeti bölmüş ve hatta muhalefete karşı saldırıya geçmiştir. Nitekim Lavrov ve Kerry bu çatışmalara atıfta bulunarak Cenevre 2 süreci için muhalefete ‘tek ses olun’ çağrısında bulunmuşlardır. İkincisi ise Esad’ın tüm söylemlerinde dile getirdiği muhalefetin teröristlerden oluştuğu algısını batı perspektifinden kuvvetlendirmesidir. BM Genel Kurulunda da Suriye Dış İşleri Bakanı kendilerinin halk ile değil teröristlerle savaştıklarını iddia etmiştir. Bu gelişmelerin psikolojik ve fiziki açıdan Esad’a desteğinin o kadar çok olduğu düşünülmektedir ki, batıda Irak Şam İslam Devleti gibi Cihatçı örgütleri Esad’ın finanse ettiğine dair komplo teorileri geliştirilmiştir.[14]


Sonuç

            Suriye’ye müdahale konusundaki engeller hala aşılmış görünmezken, ABD’de yaşanan bütçe krizi ile birlikte, Amerikan iç dinamikleri Suriye müdahalesi için daha da namüsait hale geldi. Cenevre 2’ye doğru giden süreçde, Suriye’de sorunun müdahale değil müzakere ile çözüleceği izlenimi güçleniyor. Kimyasal silahların tesliminin Esad’a halihazırda devam ettirdiği konvansiyonel savaşında zaman kazandırdığı açıkken, bu sürecin fazla uzayamayacağı da nettir. Cenevre konferansı için şuan ki durumda, Suriye’de iç savaşta giderek kuvvetlenen Esad’ın, muhaliflerden daha avantajlı konumda olduğu söylenebilir.  Bunda Cihatçıların Özgür Suriye Ordusu’nu bölmesi, ABD ve Rusya’yı rahatsız etmesi ve Esad’ın anlaşmaya riayet etmesi en etkili faktörler olarak öne çıkıyor. ABD’nin konferansa yönelik kararlı tutumu ve Kerry’nin Esad’ı öven sözleri de bunun en açık göstergesi. Kasım’ın ortalarında yapılması planlanan Cenevre konferansına dek yeni dinamikler ortaya çıkmadığı sürece, şu anki tablonun Esad’ın avantajına olduğu söylenebilir. Ancak Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye gibi ülkelerin bu konferansı etkilemek adına bu süreç içerisinde çeşitli girişimlerde bulunma ihtimali de göz ardı edilmemeli. Dolayısı ile Suriye’li bakan Ali Haydar’ın “ Bu Rus dostlarımızın Suriye’ye sağladığı bir zaferdir ” sözünü doğru kabul etmek için henüz erken.


[1] Nevin Yazıcı, “Suriye Siyasi Tarihi”, Küçük Orta Doğu Suriye, (ed.) Ümit Özdağ,, Kripto, 2012, Ankara, S. 31-33
[2]  “US Public Opposes Syria Intervention as Obama Presses Congress”, Reuters, 3 Eylül 2013, http://www.reuters.com/article/2013/09/03/us-syria-crisis-usa-idUSBRE97T0NB20130903
[3] ‘Yadda Yadda Yadda’ 90’lı yıllarda popüler olan Seinfeld Tv programında önemsiz küçük detay, tekrar eden şeylerde kullanılmıştır.
[4] Jeremy Saphiro, “The U.S.’s ‘Yadda Yadda Yadda’ Doctrine for Syria”, Brookings, http://www.brookings.edu/research/opinions/2013/09/15-syria-us-yadda-yadda-yadda-shapiro
[5] Shadi Hamid, The US-Russian Deal on Syria: A Victory for Assad, Brookings, http://www.brookings.edu/research/opinions/2013/09/14-chemical-weapons-syria-hamid
[6] David Corn, Neocons Push Obama to Go Beyond a Punitive Strike in Syria http://www.motherjones.com/mojo/2013/08/neocons-push-obama-go-beyond-punitive-strike-syria
[7] “Assad Says Syria will Cooperate on Chemical Weapons”, Los Angeles Times, 23 Eylül 2013 http://www.latimes.com/world/la-fg-syria-weapons-20130924,0,4157401.story
[8] “Obama Defends U.S. Engagement in Middle East”, The Newyork Times, 24 Eylül 2013 http://www.nytimes.com/2013/09/25/us/politics/obama-iran-syria.html?hp&_r=0
[9] “Cumhurbaşkanı Gül’den BM’ye Suriye Tepkisi”, Bugün, 24 Eylül 2013
http://gundem.bugun.com.tr/utanc-vericidir-haberi/804722
[10] http://www.washingtonpost.com/opinions/turkish-president-abdullah-gul-assad-must-go/2013/09/23/ffc45d7a-246e-11e3-b75d-5b7f66349852_story.html
[11] http://haber.stargazete.com/dunya/carbadan-cenevreye-sartli-yesil-isik/haber-795953
[12] “Sadece El Kaide mi?”, Milliyet, 7 Ekim 2013,
http://siyaset.milliyet.com.tr/sadece-el-kaide-mi-/siyaset/ydetay/1773700/default.htm
[13] “Suriyede’ki En Büyük 6 Direniş Grubunun Bildirisi”, Timetürk, 3 Ekim 2013, http://www.timeturk.com/tr/2013/10/03/suriye-de-en-buyuk-5-direnis-grubu-bildiri-yayimladi.html
[14]http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/10/04/everyone_is_scared_of_isis_syria_rebels



http://www.21yyte.org/tr/arastirma/suriye/2013/10/12/7249/suriyede-abd-rusya-anlasmasi-ve-cenevre-2-sureci-esadin-yeni-yol-haritasi