Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gökçe Fırat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Temmuz 2016 Çarşamba

Kanlı mı Gidecek Kansız mı?




Kanlı mı Gidecek Kansız mı?


Gökçe Fırat
gokcefirat@turksolu.com.tr
www.facebook.com/tc.gokce.firat
www.twitter.com/gokcefirat
Kanlı mı Gidecek Kansız mı?
Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.
Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.
Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.
Kaddafi’nin linç edilişi
25 Aralık 1989’da kurşuna dizilen
Nikolay ve Elena Çavuşesku
Yanukoviç’in Kiev’den kaçışı
Seve seve gitme şansını kaçırdı
Mesele artık Tayyip Erdoğan’ın gidip gitmeyeceği değil; nasıl gideceği?
Tayyip Erdoğan, bu gerçeği en iyi bilen isim olmalı. Sonuçta, iktidara nasıl bir anda getirildi ise, aynı şekilde bir anda götürülebileceğini görüyordur.
Hâlâ içinde ufak bir umut, bir beklenti, bir hayal olabilir; işleri batmak üzere olan bir esnafın zengin olma düşleri kurması gibi bir durum ya da 5 zayıfı olan öğrencinin sınıf geçmesi bile imkansızken üniversiteyi hem de Boğaziçi’ni kazanmayı beklemesi gibi bir durum.
Yani geçici bir hayal kurma anı…
Ama gerçekler son derece net!
Dünyanın egemenleri ile kavgalı bir iktidar. Hem AB ile, hem ABD ile, hem de İsrail ile aynı anda çatışma halinde.
Çevresindeki tüm komşularla kavgalı bir iktidar. İran’la, Suriye ile, Irak merkezi yönetimi ile çatışma halinde.
Ülke içindeki tüm müttefikleri ile kavgalı bir iktidar. Cemaat’le çatışması, Anadolu sermayesi ile kavgası.
Ülke içindeki tüm muhalifleri ile kavgalı bir iktidar. Ülkenin %50’sinin oyunu almış olsa bile, kalan %50’nin nefretini kazanmış.
Şimdi bu iktidarın ayakta kalabilmesine imkan var mıdır?
Çok net bir tespitte bulunalım: Tüm bu yolsuzluk kasetleri olmasaydı bile bu iktidar ayakta kalamazdı.
Ama her gün çıkan yeni bir kasetle, aşınan, çöken bir iktidarla karşı karşıyayız.
Elbette Tayyip Erdoğan, şu anda bu yenilgiyi hazmedemeyecek ve kabullenemeyecek. Savaşı kendi çapında sürdürmeye çalışacak.
Ama Nafile: Gidecek!
Eskiden seve seve gidecek diyorduk.
Ama artık o şansını da kaçırmış oldu.
Tayyip’siz AKP seçeneği
Peki nasıl mı gidecek?
Uluslararası konjonktür açısından Türkiye’nin Tayyip Erdoğan’la yola devam edebilmesi gibi bir seçenek bulunmuyor.
Doğru, Türkiye Batı’nın bir müttefiki ama Tayyip Erdoğan bu ittifak anlaşmasını bozdu, oyunun kuralını çiğnedi. O nedenle bir kırmızı kartla oyun dışı kalacak.
Ama Batı açısından Türkiye, radikal İslamcılığı teslim edilemeyecek kadar önemli bir ülke olduğu gibi, sol bir iktidara da, hatta daha tehlikeli bir şekilde ulusalcı ya da milliyetçi bir iktidara da teslim edilemeyecek kadar değerli bir ülke.
O zaman birinci seçenek, AKP ile yola devamdır ama elbette Tayyip’siz bir AKP ile.
O nedenle öncelikle Tayyip’siz bir AKP’nin mümkün olup olmadığını cevaplamamız gerekir.
Bu teorik olarak mümkündür ama pratikte bu işi üstlenecek lider aktörler açısından durum tereddütlüdür. Tayyip sonrası AKP’yi toparlayacak bir lider adayı olarak görülen Abdullah Gül, son noterlik hizmeti ile sanki Tayyip’le anlaşmış gibidir.
Ancak bu davranışın altında asıl sonuç verici taktiğin gizlendiğini görmemiz gerek. Eğer Abdullah Gül, 30 Mart’tan önce Tayyip’e karşı bayrak çekseydi, doğru belki Tayyip’i yıkardı ama Tayyip’le birlikte AKP de yıkılırdı.
Böylelikle Abdullah Gül’ün başına geçebileceği bir AKP de bitirilmiş olurdu!
AKP seçeneğinin yaşatılması, tabanının ve oy veren kitlenin tümüyle dağıtılmaması esas hedeftir. Son kertede %30’larda tutunacak bir kitle kalmalıdır. Ve o kitleye Abdullah Gül şu mesajı verebilmelidir: “Ben AKP’nin ayakta kalması için Tayyip Erdoğan’a karşı çıkmadım ama görüyorsunuz Tayyip Erdoğan partiyi eritti şimdi bu partiyi kurtarmamız gerek.”
Eğer standart bir AKP muhalifi bakış açısı ile olaya bakarsanız, AKP’ye oy veren kitlenin birden bire AKP’den yüz çevireceğini düşünebilirsiniz. Ama durum bu kadar basit değildir. On yıldır AKP ile var olan bir kitleden söz ediyoruz. Bu kitlenin AKP’de tutunabilmesi gerekmektedir. Şu an Tayyip Erdoğan’ın yanında gözüken Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi isimler de bunu sağlamaktadır.
30 Mart sonrası AKP’de büyük isyan başlayacaktır. Ve o zaman isyan bayrağını açanlar, AKP’yi ve Tayyip Erdoğan’ı yıpratmamış isimler olarak, vefalı isimler olarak, AKP kitlesi tarafından kabullenilecektir.
Tayyip Çetesi
Şu anda Tayyip Erdoğan yalnızdır ama onun AKP içinde bile tecrit edilmesi gerekmektedir. Ki bu da adım adım gerçekleşmektedir.
Bülent Arınç’ın parasal ilişkilerle ilgili yakınmaları manidardır. AKP içinde gerçekten de yolsuzluk ve hırsızlık işlerine hiç bulaşmamış isimler vardır. Bu isimler açısından AKP lideri Tayyip çevresinde oluşturulan yolsuzluk çetesinin varlığı kabul edilemezdir. Sonuçta pek çok isim AKP’ye bir ideal uğruna girmiştir, rant için değil. Ve şimdi en ulvi ideallerinin rant için yok edildiğini görmektedirler.
Aslında burada tablo çok açık.
Tayyip Erdoğan, karısı, iki kızı, iki oğlu, damadı, toplasanız on kişilik bir aile ve o aile ile bütünleşmiş Reza Zarrab, Yasin El Kadı, gibi tetikçilerden oluşan bir 20 kişilik suç örgütü vardır karşımızda.
Bu 20 kişilik çete ile mali açıdan işbirliği yapan yaklaşık 20 tane büyük çaplı işadamı vardır.
Bakanlıkta, bürokraside toplasanız bir 20 üst düzey uygulayıcı vardır.
Aslında, toplam sayısı 100’ü geçmeyecek bir yolsuzluk çetesi ile karşı karşıyayız.
Elbette bu çetenin emrettiği görevleri yapan, bu çete ile işbirliği yapan, bu çeteden nemalanan geniş bir kesim de vardır. Ama bir suç örgütü üyesi olarak değerlendirilebilecek insan sayısı 100 kadardır.
Şu anda AKP açısından bu 100 kişi ile yolları ayırmak ve elbette bunları yargıya teslim etmekten başka çıkar yol kalmamıştır. Bu yapılmazsa AKP’nin tüm milletvekilleri, parti yöneticileri, belediye başkanları, bürokratlar, iş adamlarından oluşan sayısı en az 10 bini bulacak bir suç örgütü konumuna düşülecektir.
AKP içinde yargılanmak istemeyenler ve elbette AKP’yi sürdürüp düzenini devam ettirmek isteyenlerden, böylesi bir hamle 30 Mart sonrası gelecektir.
Bu kKnsız Senaryodur.
Kanlı senaryo..,
Ama eğer bu seçenek gerçekleşmezse kanlı bir senaryo da hazırdır. Daha doğrusu AKP, kendi içinde bu sorunu kansız bir şekilde çözemez ise, kanlı senaryoda tüm AKP yok olacaktır.
Ukrayna’daki gelişmeler kanlı senaryonun bir örneğidir ama bu örnek Türkiye için fazlasıyla kansızdır.
Eğer AKP iktidarı daha doğrusu Tayyip Erdoğan yıkılmaz ise, Tayyip Erdoğan bir halk isyanı ile devrilecektir. Gezi’de yaşananlar, bunun tüm şartlarının elverişli olduğunu ortaya koymuştur.
İktidarın polisiye tedbirlere başvurması, MİT yasası ve diğer hukuki zorlamaları boşunadır. Halk ayaklanacaksa, ne yasa takar, ne MİT, ne de polis.
Ve halkı hiç kimse de durduramaz.
Hatta ordu gelse durduramaz.
Ukrayna’da diz çöken polislerin isyancılara nasıl teslim olduğunu tüm Türkiye gördü, polisler de gördü, ordu da gördü.
Yanukoviç’in kaçacak bir Rusya’sı vardı ama Tayyip’in kaçacak yeri yoktur. Hatta onu toprak bile kabul etmeyecektir!
Bir halk ayaklanmasında, Tayyip Erdoğan’ı kazığa oturturlarsa buna şaşırmamak gerekir.
Kaddafi’nin nasıl linç edildiğini hep birlikte izledik.
Çavuşesku’ların, karı-koca nasıl kurşuna dizildiklerini de!
Tayyip için Saddam gibi ipe çekilmek bile büyük bir şans olur doğrusu.
Hırsızı yargılamak
Kanlı mı kansız mı sorusu kimilerinin canını sıkabilir elbette ama artık bu bir gerçekliktir.
Bizim isteğimiz kanlı bir çözüm değil, bunu hemen söyleyelim.
Şahsen ben Tayyip’in kazığa oturtulmuş bir görüntüsündense onun mahkemede ve hapishanedeki görüntüsünü izlemeyi tercih ederim.
Bu adamların Menemen’deki yobazları, Şeyh Sait gibi itoğlu itleri bile nasıl kahraman gibi gördüklerini biliyoruz.
O şansı bile Tayyip’e bırakmamak gerekir.
Sıradan bir hırsız olarak mahkeme karşısına çıkarılmalıdır.
Elbette sıradan bir hırsız değildir ama sadece çaldığı miktar bakımından.
Yoksa yaptığı şey aynıdır, hırsızlıktır.
Hırsızlıktan yargılamak ve en sonunda da ona şu soruyu sormak isterdim: Medeni Kanun’a göre mi cezanı verelim Şeriat’a göre mi?
O zaman dinle imanla İslam’la da hiç ama hiç işi olmayan gerçekten adi ve basit bir hırsız olduğunu tüm Türkiye görmüş olurdu…

Kaset yayınlamak etik mi değil mi?
Siyaset arenasında ve basında bir yakınma var: Kasetler siyaseti kirletiyormuş!
Yani hırsızlık kirletmiyor siyaseti…
Yolsuzluk kirletmiyor siyaseti…
Kanunsuzluk kirletmiyor siyaseti…
Ama tüm bunların kasetlerinin yayınlanması kirletiyor! Pes doğrusu!
Dinlemeler, izlemeler ve yayınlar yasadışıymış…
Kargalar bile güler buna, tabii yasadışı yapılacak, sanki Başbakan’ı yasal yoldan izleyebilirsiniz de!
Şöyle düşünün:
Elinizde bir kameralı telefon var, kapınızın önünde bir hırsız bir kadının çantasını kapıp kaçıyor ve siz de o sırada kaydediyorsunuz. Hırsız yakalanıyor ve tek kanıt sizin çekiminiz. Ama pişkin hırsız diyor ki mahkemede, efendim bu kayıt yasadışıdır!
Ulan adi hırsız.
Sanki sen çok yasal bir iş yapıyorsun da yasallık bekliyorsun.
(Hemen bir ara hatırlatma, suçu ispat eden kayıtlar, Yargıtay tarafından, yasadışı olsa bile kabul edilmektedir!)
İkinci bir örnek bir işyerinden. Bir döviz bürosunu düşünün. Bir banka veznesini. Kamera her an kayıttadır ve hiçbir çalışan da bu yasadışı bir kanıt demez.
Çünkü parayı emanet ettiğinizi izlemek, kaydetmek hakkınızdır!
O zaman ülke bütçesini teslim ettiğimiz insanları izlemek, kaydetmekten büyük bir hakkımız da olamaz!
Çalmasın, kasedi çıkmaz!
Hatta benim önerim, milletvekili ve bakan olacakların, 24 saat kayda alınmasını kabul edecek bir yasa çıkartmak. Bunu kabul eden, yani niyeti hırsızlık değil de gerçekten vatana hizmet olan varsa, buyursun kayda alınmayı kabul etsin!
Olur mu böyle şey demeyin.
AKP’nin getirdiği veya getirmeye çalıştığı bir yasa var. Trafik polislerine bir kamera bağlayacaklar ki rüşvet alamasınlar.
İyi de bu ülkede rüşvetin alasını alan bir Başbakan var!
Biz niye kamera bağlamayalım.
Evet ben kasetlerin devamını bekliyorum. Görelim kim çalmış kim çalmamış.
Ama etik değil diye bu kasetleri yayınlamaktan kaçınanların Tayyip’ten korktuklarını da düşünmüyorum.
Bakın:
Kılıçdaroğlu nasıl korkusuz!
Bahçeli korkusuz!
Çünkü bu iki isim de kendilerinin bu tür hırsızlık kasetlerinin çıkamayacağından eminler.
Yani namuslular!
Ama ben kaset yayınlamam diyenler, kimbilir ne tür kirli siyasi ve ticari ilişkilere girmişlerdir!
Korktukları Tayyip değil kendi kasetleri.
Basın ahlakıymış… Geçin onu bir kalemde!

...

11 Şubat 2016 Perşembe

AKP, PKK ile Savaşıyor mu?




AKP, PKK ile Savaşıyor mu?

12twkp1 copy
Gökçe Fırat
10 Şubat 2016

1- AKP’den önce terör dağda ve teröristler K. Irak’taydı. AKP iktidara geldi, terör şehre indi.
2- Oslo’da ve İmralı’da yapılan görüşmelerde, G. Doğu AKP tarafından PKK’ya teslim edildi, TSK bölgeden çekildi.
3- 2011’den bu yana 5 yıl içinde PKK tüm şehirleri mahalle mahalle örgütledi, silah yığdı. AKP izledi.
4- Ve şimdi AKP sözde PKK’nın şehir yapılanmasına karşı operasyon başlattı.
5- AKP’den önce teröristler şehre sızmaya çalışırdı, şimdi devlet kendi şehrine girmeye çalışıyor!
6- AKP’den önce teröristler paçavralarını şehre dikmeye çalışırdı şimdi devlet Türk bayrağını dikmeye çalışıyor!
7- Bugün Türk askeri ve polisi, şehirde şehit düşüyorsa, sebebi AKP’dir!
8- Devlet bugün kendi mahallesine 2 aydır giremiyorsa, sebebi AKP’dir!
9- Şehirleri PKK’ya teslim et, silahlanmalarını seyret, sonra askerini ve polisini o şehre sür ve şehit olsunlar!
Şehitlerin katili AKP’dir!
10- Üstelik o asker ve polisleri AK-itlerden değil milliyetçilerden seç, ülkücüleri ve milliyetçileri öldürt, onlardan kurtul!
AKP hainliği!
11- Son 3 ayda 300 şehidimiz var, hepsinin kanında AKP’nin kanlı elleri var!
12- Türk milletinin başına gelmiş en büyük bela AKP’dir!
PKK’nın en büyük şansı da AKP’dir!
Kahrolsun AKPKK!





23 Ocak 2016 Cumartesi

Derin Devletimi Geri İstiyorum...



Derin Devletimi Geri İstiyorum...


Gökçe Fırat
16.01.2006

Derin Devlet ve Kontrgerilla

Derin Devlet ” eskiden sadece sol çevrelerin lügatında olan bir kavramdı. “ Kontrgerilla ” sözcüğünü ilk duyanlar da, 12 Mart döneminde işkencehanelere atılan devrimci gençler ve subaylardı. “ Burada anayasa da baba yasa da geçmez. Burası kontrgerilla karargâhıdır.” diyen bir ekip, Türkiye’nin Atatürkçü, milliyetçi ve solcu birikimine kan kustururken, ülkücü katillerle şeriatçılar kolkola Kanlı Pazarlarda Türk gençlerini öldürüyor, sağ iktidarların Başbakanı “ Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” buyuruyordu.

Şimdi öyle mi ya? Artık “ Derin devlet ” tüm evlerde akşam yemeklerinde konuşulacak kadar derinliğine biliniyor, kontrgerilla dediniz mi seksenlik dedelerden ortaokul çocuklarına herkes uzman, dün sokakta solcu öldüren ülkücü ve Şeriatçıların gazeteleri derin devletle ve kontrgerilla ile hesaplaşıyor, dün “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz.” diyen adam “Derin devlet Türk Ordusudur.” buyuruyor, kontrgerillaya hizmet eden emekli generaller gazetelerde anılarını yayınlıyor!..

Sizce bu işte bir gariplik yok mu?

Türkiye’de derin devlet tartışması, aslında bugünkü sistemi çözmek için son derece önemli bir örnek. Çünkü derin devlet etrafında dönen tartışma ve saflaşma, aslında düzenin egemenlerini ortaya koyuyor.

Olay olay açıklığa kavuşturalım.

Şemdinli, önemli bir milat sayılmalı. Şemdinli’de gerçekleştirilen PKK operasyonu ile birlikte Türk Ordusu’na bir psikolojik saldırı başlatıldı. Şemdinli’de karanlık bir şeyler olmuştu ve bu karanlıktan derin devlet sorumluydu. Derin devletin adresi ise, astsubaylar şahsında Türk Ordusu’ydu. O halde basit denklem ortaya çıkıyordu: Türkiye’de karanlık işlerin, provokasyonların, cinayetlerin arkasında derin devlet vardır, derin devlet ise Ordu’dur.

Bu basit denklem, Şeriatçı ve Amerikancı iktidar tarafından, Şeriatçı basın tarafından, sağcı büyük sermaye basını tarafından ve elbette PKK yanlısı bölücü ve “sol” basın tarafından kuruldu ve zihinlere yerleştirildi.

Derin devletin karşısında iktidardan PKK’ya, AB’den ABD’ye, Şeriatçılardan solculara bir “halk cephesi” omuz omuza mücadele veriyordu. “Çeteler halka hesap verecek” sloganını atanlar halk adına söz söylüyorlardı, ama bunlar zaten bu ülkeyi halihazırda yönetenler ve sömürenlerdi!

Kontrgerillanın Merkezi Washington

Ama basit denklemde ısrarla gizlenen bir unsur daha vardı: ABD. Oysa tüm dünyada ortaya çıktığı üzere, kontrgerilla denilen olgu, doğrudan ABD ile ilgiliydi. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde komünizmle ve elbette solla mücadele etmek için, doğrudan NATO’ya, Pentagon’a bağlı örgütler kurulmuştu. Örgütlerin resmi ayağı her ülke ordusu içindeki Özel Harp Dairesiydi. Özel Harp Dairesi, doğrudan Pentagon’a bağlıydı ve maaşları da Pentagon ödüyordu. Bizim ülkemizde 60’lı yılların sonlarından beri başlayan kardeş kavgasının, aydın cinayetlerinin, Amerikancı darbelerin arkasında da işte bu örgütlenme vardı.

O halde kontrgerilla ile mücadele etmek isteyen herkesin, en başta bu kontrgerillanın merkezi olan Pentagon’a, ABD’ye cephesini dönmesi gerekmez mi? Gerekir ama tablonun garipliği ve denklemin eksikliği burada ortaya çıkmaktadır: Şemdinli üzerinden kontrgerillaya savaş açanların hepsi Amerikancıdır!

O halde gariplik nerede? ABD yandaşları, hatta maaşlı memurları, politikacıları, teröristleri, gazetecileri neden kendilerine bağlı bir kontrgerillaya savaş açıyor?

Bu soru derin bir soru değildir, cevabı da hiç derin değildir! Kontrgerillanın merkezi ABD’dir, bugün kontrgerillayı bulacağınız yer de, Amerikancı kuruluşlardır: Türkiye’yi yöneten iktidarın hükmetme binası, PKK elebaşının tutulduğu İmralı, PKK’lı belediyelerin binaları, İkitelli medyası, tarikat yuvaları kontrgerillanın merkezidir.

Kontrgerillanın temel hedefi ayaklanmaları bastırmaktır. Türkiye’nin bölünmesine karşı şahlanan ulusal uyanış, elbette bir ulusal ayaklanmaya dönüşecektir. Milletin ayağa kalkmasından korkan ABD, kendi elindeki Amerikancı “sivil kurumları” devreye sokarak, bu ayaklanmanın silahlı unsuru olarak gördüğü Ordu’yu pasifize etmektedir. Çünkü ABD’ye bağlı ordular eğer hizadan çıkarsa, kontrgerilla şemasına göre paramiliter unsurlar görevlendirilir. Bugün olan budur. Kontrgerilla merkezi olarak kurulan Özel Harp Dairesi’nin işlevini bugün bu sivil uzantılar yerine getirmektedir.

Türk Devletine söven kontrgerilladır

Dolayısıyla tam bir kontgerilla operasyonu ile karşı karşıya olduğumuzu tespit etmemiz gerekir. Psikolojik harp, yani tanksız topsuz harekât, kontrgerillanın öncelikli yöntemidir. Bugün devrede olan yöntem budur. Psikolojik harpte görev medyaya verilmiştir. Medya, kamuoyunu kontrgerillanın amaçları doğrultusunda işler ve yönlendirir.

Psikolojik harbin sırıtan örneklerini sıralayalım.

1- Şemdinli ile başlayan, tüm medyanın dahil olduğu, PKK ile birlikte Türk Ordusu’na saldırı kampanyası.

2- Hürriyet gazetesinde yayınlanan Kemal Yamak’ın anıları.

3- Mehmet Ali Ağca’nın serbest bırakılması.

Tüm bu haberler iyi analiz edilmelidir. Örneğin dünün Amerikancı kontrgerillacı generallerinin anıları neden birden Şemdinli sonrası yazdırılıp kitap haline getirilir? Buna kitap yazma denilmez. Bu, literatürde “servise koyma”dır. Demek ki Kontrgerillacı generaller hâlâ işbaşındadır. ABD’nin PKK’yı diriltme operasyonu için Türk Devletine ve Ordusu’na saldırmaktadırlar.

Bunu tersinden de okuyabilirsiniz. Türkiye’de kontrgerilla yeni mi açığa çıktı sanıyorsunuz! Türkiye kontrgerillayı yazarımız Talat Turhan’ın devrimci mücadelesi ile öğrendi. Talat Turhan kontrgerillanın tek uzmanıdır, bizzat kontrgerillanın işkencehanesinde işkence altında öğrenmiştir kontrgerillanın ne olduğunu. Peki neden bugün Talat Turhan gibi yurtsever ve Atatürkçü bir Türk subayı değil de, Amerikancı cuntanın kontrgerillacı generalleri medyadadır?

Çünkü Talat Turhan’a kendi milleti ve devleti aleyhinde söz söyletemezsiniz! Kontrgerillanın biricik denklemi de budur: Kendi devletine sövenler kontrgerilladır, ABD ile mücadele edenlerse kontrgerillanın hedefi! O nedenle Türk Ordusu bugün Amerikan kontrgerillasının bir numaralı hedefidir.

Ülkücü katil Ağca’nın serbest bırakılması da operasyonun parçasıdır. Yıllarca ülkücüleri kullanan ABD, şimdi ülkücüler üzerinden Türk Devletini karalamaktadır. Oysa ülkücü hareket, kuruluşu itibarıyle Amerikancıdır. CIA’nın imalatıdır.

Neden İkinci Dünya Savaşı’nda Almancı olan Türkiye’nin ülkücüleri, Alman İstihbaratının başı olan General Gehlen ABD’ye sığınınca Amerikancı oldu sanırsınız siz? Türk ülkücü hareketi doğrudan bir Pentagon imalatıdır. Dün işledikleri cinayetler aydınlarımızı ve gençlerimizi yok ediyordu. O günkü cinayetleri bugünse devleti pasifize etmekte kullanılmaktadır.

Bu durumda kontrgerilladan bahsetme hakkı olan tek kesim bu ülkenin Atatürkçü ve solcularıdır. Biz kontregerilla ile mücadele edebiliriz, çünkü ABD’ye karşıyız. Ama düzenin sahipleri ve taşeronları kontrgerillanın üzerine gidemezler, çünkü ABD’ye karşı çıkamazlar.

Çıkarız diyenlere hodri meydan: Şemdinli’yi kontrgerilla yaptı diyorsanız, bunun Brüksel ve Washington bağlantılarını da araştırın. Biliyorsunuz Türk kontrgerillası NATO karargahı Brüksel’e ve Pentagon’a bağlıdır!

16.01.2006

http://www.turksolu.com.tr/99/basyazi99.htm

.

2 Aralık 2015 Çarşamba

Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e





Mustafa Kemal’den Gandi Kemal’e



Gökçe Fırat



Gerçek Gandi’den Gandi Kemal’e

ABD’nin son keşfi Kılıçdaroğlu’na “Hollywood”vari bir de isim takıldı: Gandi Kemal...

Neden Kemal Kılıçdaroğlu’nu Gandi’ye benzettiklerine gelince, tek bir nedeni var: Tipi.

O da Gandi gibi zayıf, kara kuru, gözlüklü, esmer biri.

Peki bunun dışında Gandi’ye benzeyen bir yanı var mı?

Yok!

Olmasına da gerek yok, çünkü devir “imaj devri” ve bu devirde fikrin değil sadece tipin önemi var.

Zaten fikir anlamında bir ilişki kurmaya kalksalar, Gandi ile Kılıçdaroğlu arasında bir ilişki kurmanın imkanı yok.

Gerçek Gandi antiemperyalistti Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Batıya karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi kapitalizme karşıydı Gandi Kemal değil...

Gerçek Gandi Hinduydu ama Türklere karşı değildi Gandi Kemal değil...

Kısacası Gerçek Gandi ile sahtesi arasında hiç ama hiç bir benzerlik yok.

Mustafa Kemal’den Gandi’ye

Ama daha da önemlisi, Türkiye gibi ilk antiemperyalist Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkede yaşıyoruz ve Gandi dahil Doğunun tüm ulusları Mustafa Kemal’in örneğiyle büyümüş insanlar...

Gandi’nin Hindistan’ı İngiliz emperyalizmine karşı savaşırken örnekleri Türk Kurtuluş Savaşı ve onun lider olan Mustafa Kemal’di.

Şimdi Mustafa Kemal’in partisine bir başkan seçiliyor ama adı Kemal olduğu halde onu Mustafa Kemal’e benzeten yok.

Olmamasının birinci nedeni olağanüstü bir saygı olabilirdi ama Kemal Kılıçdaroğlu ve çevresindeki Kürtçülerin böyle bir kaygısı pek yok.

Olsaydı Atatürk’e karşı Seyit Rıza denilen gerici tarikat lideri teröristi savunmazlardı.

Kaldı ki Mustafa Kemal’den sonra CHP’nin başına Kemal adında birinin geçmesi belki CHP’de “yeniden Kemalizm” ve “yeni bir Kemal” olarak görülebilirdi, bu CHP’nin köklerine dönüşü olurdu.

Gandi’nin Hindistan’da yaptığı da zaten ulusal köklerine dönmekti.

Gandi Kemal’den Mustafa Kemal’e

Ama Kemal Kılıçdaroğlu’nu kimse Mustafa Kemal’e benzetemiyor, çünkü ortada tümüyle Mustafa Kemal’in karşıtı bir adam var.

Allasan pullasan belki yutturabilirsin birilerine ama öyle bir niyetleri de yok.

Çünkü çok açık bir şekilde Mustafa Kemal’e benzemek gibi dertleri yok.

Kemal Kılıçdaroğlu burada aslında kendi ulusal köklerine dönüyor, yani Mustafa Kemal’in değil Seyit Rıza’nın yanına...

Yadırgamamak lazım, tercihini Mustafa Kemal’den yana kullanmadı. Kendi atalarından yana kullandı.

İyi de yaptı...

Mustafa Kemal’in adını kirletmemiş oldu...

http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm


..

Kılıçdaroğlu ABD ve PKK’nın Adayı





Kılıçdaroğlu ABD ve PKK’nın Adayı




Gökçe Fırat,



Amerikan Planı

Deniz Baykal’a ait olduğu iddia edilen kasedin piyasaya sürülmesinin ardından Türk siyaseti son derece hareketli ve karmaşık günlerden geçiyor.

Ancak bu karmaşanın arkasında çok düzenli şekilde işleyen bir “Amerikan planı” vardır.

Kamuoyu pek dikkat etmese de Türkiye yeni bir “Amerikancı sivil darbe” süreci yaşamaktadır ve yeni bir dönem kurgulanmaktadır.

Kamuoyundan gizlenen büyük tabloyu ortaya çıkartmak ve “Büyük Amerikan Komplosu”na dikkat çekmek istiyoruz.

Kasedin Arkasında Kılıçdaroğlu Var

Öncelikle şunu tespit etmeliyiz ki Deniz Baykal kasedinin arkasındaki isim ortaya çıkmıştır. Bu isim Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

Olayın patlak vermesinin hemen ardından yaptığımız açıklamada Deniz Baykal’dan sonra CHP Genel Başkanlığı’na oturacak kişinin aynı zamanda kaset komplosunun arkasındaki isim olduğunu belirtmiştik.

Siyasetin şaşmaz kuralı bir süreçten faydalananın aynı zamanda o sürecin sorumlusu olduğudur.

Kasedi İmal Edenler Ve Piyasaya Sürenler

Kasedi imal edenler ve piyasaya sürenler son yıllarda Türkiye’yi karanlık tertiplere boğan CIA merkezli Kürt ajanlardır.

Ergenekon sürecini tertipleyenler, Danıştay baskınını örgütleyenler her kim ise bu kasedi de onlar imal etmiş ve piyasaya sürmüştür. Bu ekip Tayyip Erdoğan’ın en yakın çevresini oluşturan Kürt danışmanlar kadrosudur.

Olay basit bir röntgencilik olayı değil uluslararası bir istihbarat faaliyetidir. Arkasında doğrudan CIA’nın teknik ekibi vardır.

Dünün Brütüs’ü Tayyip’ti Bugünün Brütüs’ü Kılıçdaroğlu

Bu komplonun temel hedefi Türk siyasetini yeniden şekillendirmek ve yeni dönem Türkiye’sini oluşturmaktır.

Hatırlarsak bundan 10 yıl öncesinde de benzeri bir süreç yaşamıştık. O zaman Tayyip Erdoğan, Brütüs rolündeydi ve Erbakan’dan kopartılarak AKP’nin başına geçirilmişti.

Bugünün Amerikancı Brütüs’ü ise Kemal Kılıçdaroğlu’dur.

ABD Neden Darbe Peşinde?

Peki hemen akla şu soru gelebilir Tayyip Erdoğan gibi sadık bir hizmetkarı varken Amerika neden yeni bir isme ihtiyaç duysun?

Hele hele neden Deniz Baykal gibi Amerikancıların işine gelen isimden kurtulmak istesin?

Bu sorunun cevabı Amerikan emperyalizminin yeni dönem stratejilerinde bulunabilir.

Asıl Darbe Baykal’a Değil Tayyip Erdoğan’a

Kaset olayına hükümet çevreleri çok sevinmiş olabilir. Nitekim kasedi piyasaya sürenler de hükümetin has adamları olan Şeriatçı medyaydı. Ancak bu kaset kendilerini vuracak ve iktidardan alaşağı edecek kasetti bunun farkına varamadılar.

ABD sadece Deniz Baykal’dan değil daha fazla Tayyip Erdoğan’dan kurtulmak istemektedir.

Nedenine gelince...

Tayyip Erdoğan 8 yıldır Amerika’nın kurduğu, büyüttüğü, iktidara getirdiği AKP’nin başındadır. Türkiye’nin bölünmesi, parçalanması sürecinde ABD’nin kendisinden istediklerini harfiyen uygulamıştır.

Ancak bu uygulama süreci son derece sancılı geçmiştir. Özellikle Atatürkçülüğe indirilen darbeler, Ergenekon süreci Türkiye’nin dinamiklerini derinden sarsmış ve Türkiye’yi “her şeye gebe” bir ülke haline getirmiştir.

Her Şeye Gebe Ülke Türkiye

Her şeye gebe olmak ne demektir?

Öncelikle şunu görmek gerekir ki Türkiye “Kürtçü-İslamcı” iktidar cephesi ile “Atatürkçü-ulusalcı” muhalefet arasında iki kampa bölünmüştür. Türkiye Amerikan karşıtlığının dünyada en yüksek olduğu ülkedir. Ve bir dahaki seçimlerde Türkiye’de AKP’nin zaten gideceği ve ulusal güçlerin iktidara geleceği bir zemin oluşmuştu...

Bunun dışında Ordu’ya yönelik saldırıların pervasızlığı karşısında Ordu’nun askeri müdahale riski yükselmişti.

ABD bu tür kendi denetimi dışında gelişecek ulusalcı tepkilerden bir adım önce davranmış ve darbeyi başlatmıştır.

Ulusalcıların Amerikancı Yapılması

Bu yanıyla darbenin ilk hedefi ulusal güçlerdir. Bugüne kadar AKP faşizmi altında ezilen, Silivri’lere sürülen, gözaltı operasyonlarına maruz kalan ulusalcı kesime Kılıçdaroğlu ile bu süreçten çıkma şansı verilmiştir.

Ancak bu desteğin karşılığı Amerikancı olmaktır. Amerika’dan nefret eden ulusalcılar Amerika ile dost olurlarsa tüm acılar bitecektir. Türkiye’yi de Tayyip Erdoğan değil Kılıçdaroğlu yönetecektir.

Bu aynı zamanda Atatürkçü, ulusalcı, solcu güçlerin yıllardır bir türlü kavuşamadıkları iktidar fırsatını ele geçirmeleridir.

ABD’nin kazancı ise Büyük Ortadoğu Projesi’nin önündeki en büyük güç olan ulusalcıların Amerikan planlarına razı edilmesidir.

Şeriatçıları Yumuşattılar Sıra Ulusalcılarda

Kılıçdaroğlu yönetiminde iktidara taşınacak Atatürkçü, ulusalcı, solcu güçlerin Amerikan karşıtlığından vazgeçmeleri gerekecektir.

ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekilllendirmesine karşı çıkmamaları gerekecektir.

Ama daha önemlisi Türkiye’nin bölünmesine ses çıkartmamaları gerekecektir.

Peki ulusalcılar, Atatürkçüler bunu yapar mı?

Nasıl ki radikal İslamcılar bugün en sadık Amerikan hizmetçisi oldularsa, aynı süreç ulasalcı Atatürkçü güçleri de aynı pozisyona sürükleyecektir.

ABD’nin ilk darbesi Tayyip Erdoğan’ı iktidar yapmıştı. Bunun sonucu Türkiye’nin Amerikan karşıtı Şeriatçı kesimlerinin ılımlılaştırılması ve Amerikancı yapılması oldu.

Şimdi aynı senaryonun aktörleri ulasalcı ve Atatürkçü güçler olacaktır.

ABD Neden Tayyip’ten Vazgeçti?

Bu planda vazgeçilen isim Tayyip Erdoğan’dır. ABD’nin Tayyip Erdoğan’dan vazgeçmesinin önemli sebepleri vardır.

Öncelikle AKP iktidarı kendisine verilen görevleri yerine getirmiştir ancak bu görev AKP’yi aşırı yıpratmış ve artık iş göremez hale getirmiştir. AKP’nin elinden daha fazlası gelmemektedir. AKP Türkiye’yi bölmeye çalıştıkça ulusal tepki artmaktadır.

Demek ki AKP ve Tayyip Erdoğan artık uygun isimler değildir, yeni hizmetkarlara ihtiyaç vardır.

“One Minute”un Hesabı

Bunun dışında son derece önemli bazı sebepler daha vardır.

Son derece Amerikancı olmasına karşın Tayyip Erdoğan’ın bazı adımları onun ipinin çekilmesinde önemli sebeptir.

İlk önemli hata Tayyip Erdoğan’ın İsrail’e karşı aldığı tavırdır.

İkinci önemli hata İran’a desteğin sürmesidir. Hele hele en son nükleer takasta Türkiye’nin rolü ABD için kabul edilemezdir.

Üçüncü önemli hata ise Rusya ile geliştirilen enerji işbirliğidir.

Tayyip Erdoğan adeta vazgeçileceğini anlamış ve kendisine yeni bir rol ve yeni bir efendi bulmak istemiştir.Bunlar ABD açısından affedilmez hatalardır. Tayyip Erdoğan şimdi bunun hesabını verecektir.

Tayyip’in Kayıtları Ne Zaman Çıkacak?

Tayyip Erdoğan son derece terbiyesiz bir üslup takınarak aklı sıra Deniz Baykal’la dalgasını geçmektedir. Ama biraz dikkatli olmasında fayda vardır.

Tayyip Erdoğan, Deniz Baykal’ı kayda alan ekibin kendi istihbarat ekibi olduğunu bilmektedir. Ancak bilmediği şey istihbarat dünyasında her şeyin ikili olduğudur. Bugüne kadar Tayyip Erdoğan’ın emrinde muhalifleri dikizleyen, kaydeden ahlaksız şebeke herhalde saf insanlardan oluşmamaktadır.

Bu şebeke, bu çete aynı dönem içinde bağımsız bir şekilde davranarak kendi efendisini de izlemiştir. Yani Deniz Baykal’ı takip eden istihbarat gücü kendi şefini de kayda almıştır.

O nedenle yakında Tayyip Erdoğan’a ait kayıtlar da piyasaya düşebilir.

Bu, Tayyip Erdoğan’ın bundan sonra tümüyle esir olduğu anlamına gelir. Türkiye’yi satarken her tür kanunsuzlukları yapan Tayyip Erdoğan, bu kanunsuzluklarının kayda alındığını ve günü gelince servis edileceğini bilmektedir.

ABD’nin %40 Hesabı

ABD’nin planı seçimlerde Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’yi iktidar yapmaktır. Bunun formülünü Kılıçdaroğlu %40 olarak açıklamaktadır.

CHP’nin mevcut oyu % 25’tir. % 25’in % 40’a çıkartılması ise hiç de zor değildir.

Birincisi Demokrat Parti önümüzdeki seçimlerde CHP’yi destekleyecektir.

İkincisi Sarıgül ekibi yeniden CHP’ye dönecektir.

Üçüncüsü Kürtlerin bir kısmı CHP’ye destek verecektir.

Dördüncüsü MHP’ye giden Atatürkçü oylar tekrar CHP’ye dönecektir.

Beşincisi Abdülatif Şener’in partisi CHP’yi destekleyecektir.

Hatta ve hatta AKP içindeki Kürtçü ekip Tayyip Erdoğan’ı terk ederek Kılıçdaroğlu’yla birlikte hareket edecektir.

AKP’nin önümüzdeki seçimlerde %30’un altına düşeceği kesindir. ABD’nin planı CHP’yi %40’ın üzerine çıkartarak tek başına iktidar yapmaktır.

Kılıçdaroğlu ABD, Ordu Ve TÜSİAD’ın Adayı

Kılıçdaroğlu ekibinin bu yolda büyük destekçileri olacaktır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki Kılıçdaroğlu ismi ABD, Ordu ve TÜSİAD’ın ortak seçimidir. Türkiye’yi Ergenekon sonrası uzlaşma dönemine götürecek isim olarak Kılıçdaroğlu seçilmiş ve görevlendirilmiştir.

Kılıçdaroğlu Türkiye’nin uzlaşma iktidarı olacaktır.

Ordu ve Yargı Kılıçdaroğlu’nu destekleyecektir, muhalif denilen basın destekleyecektir, TÜSİAD destekleyecektir.

Kısacası AKP döneminin zarar gören kesimleri bu şekilde yeniden sürece dahil edilecektir.

ABD’de Obama Türkiye’de Kılıçdaroğlu

Kılıçdaroğlu neden seçildi peki? Başka bir isim bulunamadı mı?

Bu sorunun yanıtı Kılıçdaroğlu’nun kökeninde aranmalıdır.

Kılıçdaroğlu’nun en büyük özelliği Alevi olmasıdır. Türkiye’yi bölme ve ayrıştırma sürecine Alevilerin de resmi bir cemaat olarak katılması için Kılıçdaroğlu seçilmiştir.

Bu yanı onun mazlum ve mağdur yanını oluşturmaktadır. Tıpkı Obama gibi o da mazlumu oynamaktadır.

ABD’nin başına bir zenciyi getiren güçler demek ki Türkiye’ye de Alevi bir lider öngörmüşler demektir.

Böylelikle daha şirin ve mazlum bir diktatörümüz olacaktır.

Dünün mazlumu Şeriatçılar gidecek yarının mazlumu Aleviler gelecektir.

Dördüncü Dersim İsyanı

Bunun dışında Kılıçdaroğlu yönetimi demek CHP’nin tümüyle Kürtçülerin eline geçmesi demektir. Gürsel Tekin ile birlikte uzun yıllardır bu tür bir örgütlenmenin içindedir zaten.

Bugün CHP teşkilatlarında ve belediyelerde Kürtçü olmayan barınamamaktadır.

Hatırlanacağı gibi Onur Öymen’le yaşadığı polemikte Kılıçdaroğlu Dersim isyancılarını savunmuş ve Atatürk’e karşı çıkmıştı. Kendi soyu gereği Dersim’i savunan Kılıçdaroğlu ile birlikte aslında Dördüncü Dersim Ayaklanması başlamıştır.

İlk Dersim ayaklanmalarında isyancıların arkasında İngiltere vardı şimdikinde ise ABD var.

Emperyalist destekli ırkçı, mezhepçi, bölücü bir ayaklanmayla karşı karşıyayız ve bu defa isyancıların merkezi Dersim değil Ankara.

Apo’nun Adayı Kılıçdaroğlu

Kılıçdaroğlu solun tarihi boyunca yapmadığını yapacak bir isimdir. Daha doğrusu Tayyip Erdoğan’ın bile yapamadığını yapmaya hazırlanmaktadır.

PKK’yı ve Apo’yu affa hazırlanmaktadır.

Bilindiği gibi daha önce bir genel aftan bahsetmişti. Ancak bu affı çok istediği halde AKP bile başaramamıştı. Bunun nedeni ise muhalefetin gücüydü. Şimdi Kılıçdaroğlu ile birlikte PKK affı CHP’ye yaptırılacak ve herkes de bunu sessizce kabullenecektir.

Bu anlamıyla Kılıçdaroğlu sadece ABD’nin değil aynı zamanda Apo’nun da adayıdır.

Atatürk’ün Değil Seyit Rıza’nın Devamcısı

Kılıçdaroğlu’nun Kürtçülüğü genelde sinsicedir. Hiçbir zaman açıktan Kürtçülük yapmaz ama tüm ekibi Kürtçüdür.

Kılıçdaroğlu’nun yanında hiç Türk yoktur, bu tesadüf müdür?

Kaldı ki Kılıçdaroğlu’nun ekibi CHP içinde ve belediyelerde PKK’lılarla ve diğer taşeron terör örgütleri ile içli dışlı bir ilişki içindedir.

Bizler bugüne kadar Kılıçdaroğlu’ndan hiç Türklüğünü duyamadık.

Mesela kendisi çıkıp “Ne mutlu Türk’üm diyene” diyebilir mi?

“Atatürk’ün Altı Ok’undan milliyetçiliği savunuyorum” diyebilir mi?

“Atatürk’ün Kürt isyanlarındaki tavrını destekliyorum” diyebilir mi?

Bunları diyemez ve demeyecektir de.

Çünkü Kılıçdaroğlu Atatürk’ün değil Seyit Rıza denilen teröristin devamcısıdır.

CHP Tunceli Aşiretine Dönüştü

Bu durum karşısında CHP’liler ne yapmalı?

CHP’lilere önerimiz bu oyuna gelmemeleridir.

Amerikan uşaklığı yaparak iktidar olmak hiçbir onurlu insana, Atatürkçüye yakışmaz.

Kaldı ki Amerikancı olmadan da iktidar olunabilir.

Ancak görülen tablo tüm CHP’nin Kılıçdaroğlu’nu destekleyeceğidir. Bunun sebebi de CHP içindeki etnik ve mezhepsel örgütlenmedir.

CHP teşkilatında Kürtsen ve Aleviysen yükselirsin, Türksen ve Sünniysen barınamazsın.

Yıllardır bu kurallarla idare edilen CHP, adeta Tuncelili bir aşirete dönüşmüştür. Şimdi o aşiret liderini seçecektir.

CHP’ye düşen aşiret demokrasisini uygulamaktır.

Amerikan Planları Başarılı Olabilir mi?

ABD ilk darbesini 2002 yılında yaptığında kamuoyunu uyarmış yaşananın bir darbe olduğunu söylemiştik.

Bugün de aynı şekilde uyarıyoruz halkımızı; Amerikan darbesi yaşıyoruz.

Ancak ABD’nin hesap edemediği bir şey var.

Önemli olan sağcılık, solculuk, Atatürkçülük, ulusalcılık vb. akımlar değildir. Önemli olan Türk milletinin kendisidir.

Dahil olunan grup değişebilir ama Türk milletinin Amerikan karşıtlığı değişmeyecektir.

Türk milleti bölünmeyi kabul etmeyecektir.

Türkiye’de Kürtçülük başarılı olamayacaktır.

Ulusal Parti, tüm Amerikancı, Kürtçü, etnikçi, mezphepçi güçlere karşı Türk’ün partisidir.

Önümüzdeki seçimlerde Türkler de oy kullanacak.

Alevilere, Kürtlere çok güvenenler bu ülkede Türklerin çoğunluk olduğunu görecekler!



http://turksolu.com.tr/ileri/45/kurtcudarbe45.htm

..

8 Eylül 2015 Salı

Vatansız insan karaya vurur…( VATANINA SAHİP ÇIK )




Vatansız insan karaya vurur…

( VATANINA SAHİP ÇIK )

vatan-suriyeli


Gökçe Fırat

Küçük yavrunun sahile vurmuş cesedi bizi nasıl da sarstı…
Her bebek bir melektir ve öyle güzel uyurlar ki onlar…
Ve dört yaşındaki yavrucak, sanki uyuyordu o sahilde.
Evet: İnsanlık karaya vurmuştu!
Fotoğrafa bakan her anne orada kendi yavrusunu gördü ve irkildi…
Her anne uzanıp kucaklamak, uyandırmak istedi.
Ölümden daha acısını düşündüm o an.
Aklıma hemen Kurtuluş Savaşı’mızda yavrusunu değil mermiyi örten, yavrusunu feda eden ama vatanını kurtaran Türk kadını geldi.
Fotoğraf sadece insanlığın karaya vuruşu değildi, vatansızlığın karaya vuruşuydu.
O zavallı yavrunun ne anasının ne de babasının sığınacakları bir vatanı vardı.
Vatanlarını bırakmışlardı.
Belki de kaçmışlardı kim bilir.
Bir insana vatanı dışında hiçbir yer sahip çıkmazdı ki.
Ve insanlar vatanından asla kaçmazdı ki…
Ama bu gariplerim belli ki bilmiyorlardı vatan nedir.
Ve başka bir şeyleri daha yoktu: Liderleri.
Bir Mustafa Kemal olacaktı ki analar yavrularıyla cepheye koşacaktı.
Belli ki yoktu.
Çocukların ölmediği, uyuduğu yerdir vatan.
Tarihin acı dersi bu: Vatansız insan toprağa düşmez karaya vurur.
Gökçe Fırat


1 Mayıs 2015 Cuma

Cumhurbaşkanları da yargılanır…



Cumhurbaşkanları da yargılanır…
 



Siyasi partiler devletin      üstünde değildir


Yekta Güngör Özden



















Yekta  Güngör Özden, Gökçe Fırat’a anlattı:
Bülent Ecevit’in muhalefetine rağmen AYM’ye seçildim
CHP’nin Başhukuk Danışmanlığını, avukatlığını yaptım ama kimi CHP’lilerden kurtulmak için Anayasa Mahkemesi yolunu seçtim. Zannettiler ki biz Anayasa Mahkemesi’nde partizanlık yapacağız. 15 yıl avukatlık yapmış, baro başkanı olmuş bir insan oraya geldiği zaman partizanlık yaparsa o insan değildir. Ben onu yapmadım. 5 yıl süreyle, üyesi olduğumuz partilerin malî denetim oturumlarına çıkmıyorduk. Ama Meclis’ten gelen yasalar bir partinin yasası olmadığı için onların denetimine katılıyorduk. Böyle bir incelemede dinlenen bir CHP’li bakana açıklaması için 13 soru yönelttim. Şimdi hiç kimse “Yekta Bey CHP lehine şu oyu kullandı ya da şu partiye karşı şunu yaptı” diyemiyor.
Çok fazla hukuk fakültesi açıldı. Sanırım 110’u geçti. Ne kadar çok hukuk fakültesi açılırsa, o kadar çok kötü hukukçu yetişiyor. Avukatlıktan yargıçlığa geçiş sınavlarında hile yapıldığını duymuşsunuzdur. İktidar, zamanında kendisine hizmet etmiş adamları taltif etmek için oraya getiriyor.
Ben Anayasa Mahkemesi üyeliğine başvurunca CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit, karşıma başka aday çıkarmıştı. Bana Anayasa Mahkemesi’ne gitmemem için haber gönderdi. Rahmetli Mustafa Üstündağ telefon açarak “Genel Başkan adaylığınızı geri çekmenizi istiyor” dedi. “Ben çocuk değilim. Genel Başkan’ın oluru ya da müsaadesiyle adaylığımı koymuş da değilim. Kaybederim ama geri çekmem” dedim. Askeri Yargıtay’dan gelen bir üye rahmetli oldu. Zamanın Cumhurbaşkanı Vekili Sırrı Atalay onu Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçti, böylece de benim önüm açıldı ve seçime girdim. Önce Adalet ve Anayasa Karma Komisyonu’nun üçe indirdiği adaylar arasına girdim, sonra da Senato Genel Kurulu beni asıl üye olarak seçti.


Gökçe FIRAT: Parti kapatmalarının ortadan kaldırılması projesi bugün Cumhurbaşkanı tarafından da gündeme getirildi. Ne diyorsunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Ben siyasal partilerin kapatılma davalarının sanıyorum onüçünde imzası bulunan bir Anayasa Mahkemesi üyesiyim. Verdiğim kararların hiçbirinden pişmanlık duymadım.
Bizim amacımız ve görevimiz; yurttaş olarak özen ve duyarlılık içerisinde ülkemizin değerlerini korumak, Anayasa Mahkemesi üyesi olarak da devletin niteliklerini giderek güçlendirmek ve bu bağlamda karşılaşacağımız güçlükleri aşmak, kötülükleri engellemektir. Ancak siyasi partiler o kadar kendilerini düşünüyor, partizanlıklarını o kadar ileri götürüyorlar ki onlar için Anayasa kuralları, devletin niteliklerinin korunması, sürekliliği pek önemli değil. Onlar partilerini devletin üzerinde gördükleri için ne yaparlarsa yapsınlar “partiler kapatılmasın” istiyorlar.
Dikkat ederseniz, her seçimden sonra Meclis Anayasa Komisyonu’nu toplayarak, önergeler getirerek, giderek parti kapatılmasını olanaksız duruma düşürdüler. Şimdi AKP’nin Meclis’e verdiğini duyduğum önerisi bu amacı taşıyor.
En kabasını söylüyorum: Anayasa’nın 1., 2. ve 3. maddelerinin değiştirilmesi bile önerilemez. Bu önermeme sınırı Anayasa’nın 4. maddesinden gelir. Kimi açıkgözler “4. maddeyi kaldırırız, bunun değiştirilmeyeceğine dair bir kural yok, onu kaldırınca ilk üç maddeyi de değiştirebiliriz” diyorlar. Hâlbuki bir deponun bekçisini ortadan kaldırarak o depoyu soyabilirsiniz. Fakat depoyu soymak ne kadar suçsa, ondan daha büyük suç da bekçiyi öldürmektir. Onun için 4. maddenin de ilk üç maddeden ayrı bir yanı yoktur.
Bunun gibi ilk üç maddedeki durumlara aykırı davranacaklar, örneğin Kürt ırkçılarının gündeme getirdiği sorunlar, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bundan önceki İçişleri Bakanı’nın “Anayasa’yı tanımıyorum” demesi gibi eylemlerin hepsi partisel düzlemde işlendiğinde yaptırımsız kalacak, devlet siyasetçilerin ayakları altında ezilecektir. Siyasi parti kapatma davalarında Anayasa ile oynamanın ülkenin geleceği bakımından yararlı olmayıp tehlikeli olduğu görüşündeyim.


AKP’nin kapatılması gerekir
Gökçe FIRAT: Şu anda Anayasa Mahkemesi Başkanı olsaydınız, bir hukukçu olarak AKP ya da HDP gibi partilerin eylemleri dolayısıyla kapatılması gerektiğini düşünür müydünüz?






Yekta Güngör Özden















Başyazarımız Gökçe Fırat, Yekta Güngör Özden ile

Özden’in Ankara’daki evinde görüştü.


Yekta Güngör ÖZDEN: Gerekir. Bir kere Türkiye Cumhuriyeti’nin hukuksal varlığının yapıtaşı Anayasa’dır. Biliyorsunuz anayasalar ulusal hukukun kaynaklarıdır. Bu Anayasa da Türkiye Cumhuriyeti’nin ne tür bir devlet olduğu, nerelere bakacağı, 5. maddede olduğu gibi devletin temel amacının ve görevlerinin ne olduğu yazılıdır. Bunlara aykırılıkları eylem olarak saptanmış ise o zaman partinin kapatılması gerekir.
AKP lâiklik karşıtlığı nedeniyle Anayasa Mahkemesi’nin Hazine yardımından yoksun kıldığını söylediğim kararından sonra düzeldi mi? Hayır. Aynı tutumu sürdürüyorlar. Hepsi birer suçtur. Anayasa’nın gereği olarak içtikleri antlar var. Bunlar kişisel olarak değerlendirilse de AKP’nin işlem ve eylemleri bu kişilerin imzalarıyla yürütülüyor, sözleriyle açıklanıyor. Parti işlemi, kararı durumunda olursa kapatma nedeni olur.
Örneğin Suriye’ye giden tırlar meselesi var. Daha başka, sayılacak birçok eylemleri var. Bunları bir araya getirip tartarsak bir değişmezlik görmüyorum. Sorunuzun yanıtını şöyle vermek isterim: Anayasa Mahkemesi’nin hakkında verdiği kararla AKP, bir oyla kapatılmaktan kurtulup Hazine yardımından yoksun kalmıştır, ortam nasılsa, bugün de tutumun aynı olduğu koşullar varsa kapatılır diyorum. Onlar özür dilemiş, kendilerini düzletmiş, Anayasa Mahkemesi’nin kararından sonra kendisine gelmiş değiller. Tersine büsbütün kapatmayı önleyip gemi azıya almayı düşünüyorlar.
HDP’nin kovuşturulması gerekir
Gökçe FIRAT: Meselâ HDP’li milletvekilleri çok açık bir şekilde “Bizim başkanımız Abdullah Öcalan’dır, hepimiz de PKK’lıyız” şeklindeki açıklamaları yapıyorlar. Bunlar için bir yaptırım olması gerekmez mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Gerekir. TBMM üyeliği sıfatını üzerinde taşırken Türkiye’nin varlığına karşı çıkan, Türk insanını, askerini, bebek, kadın, yaşlı ayırmadan 30 binlere varan rakamlarda katleden bir insanın peşinden koşanlar; kendi Silahlı Kuvvetleri’ne, insanına, devletine karşı demektir. Bu suçları işleyenlerle aynı düzeye düşmektirler. Hepsinin durumu bana göre birer kovuşturmayı gerektiren eylemdir. Parti olarak, karar ve eylem biçimini almışsa dâva nedeni olur.
Gökçe FIRAT: Bir de şöyle bir örnek var: Anayasamıza göre belli isimleri alan partiler kurulamaz ve kapatılır. Ama Türkiye Komünist Partisi için Anayasa Mahkemesi kapatmaya gerek görmedi. Şu anda başkan olsaydınız, bu kanunu nasıl yorumlardınız?
Yekta Güngör ÖZDEN: Türkiye Komünist Partisi’nin kapatılması için başvuru yapılmadan evvel “Neden başvuru yapılmadı?” diye soran bir vatandaşım. Komünizmin bilimsel bağlamdaki niteliğiyle daha evvel “Rusya’dan altın gelse kabul etmeyiz” diyen anlayışın olduğu yıllardaki durumuyla bugünkü durumu arasında fark olabilir. Anayasa Mahkemesi’nde kaç oyla kapatılmasının reddedildiğini hatırlamıyorum. Benim düşüncem; “komünist partisi”ne ilişkin siyasi partiler yasasındaki kurulmazlık açıklığı durdukça hiç kuşkusuz buna uyulması gerektiğidir. Yasaya uymak hâkimlerin görevidir. Anayasa Mahkemesi onu ihmal edecek durumda değildir. Yürürlükteyse uymak zorundadır. 2820 no.lu Siyasî Partiler Yasası’nın ilgili 96. maddesinin son fıkrası değişmedi. Demek ki Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın görüşü değişik.
Türkiye’de “Kürdistan” yoktur ve olamaz
Gökçe FIRAT: Aynı şekilde “Kürdistan” ismine de izin verdiler. Bu isimle de bir parti kuruldu…
Yekta Güngör ÖZDEN: Bana göre o da yanlış. Türkiye’de “Kürdistan” yoktur ve olamaz.
Gökçe FIRAT: Peki Anadolu Partisi? Bu isim de bir bölgeyi temsil ediyor olabilir mi? Yarın bir “Akdeniz Partisi, Karadeniz ya da Trakya Partisi” gibi partiler kurulursa bunun bir anayasal yaptırımı olabilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Hayır. Nedeni de şudur: onlar bu ülkenin isimlerini taşımış olurlar. Bu isimleri taşımaları suç olmaz ama bu isimleri kötüye kullanma eylemleri ortaya çıkarsa o zaman kapatılması düşünülür. Fakat Anadolu Partisi ismi dolayısıyla kapatılması gerekmez. Anadolu, yurdumuzdur.
Parti kapatma konusunda en önemli sorun “Başka adla yenisinin aynı doğrultuda kurulması”dır. Bunu engelleyecek etkin önlemler alınabilir, etkin yaptırımlar getirilebilir. Yoksa oldubittiye bakılıp kapatma yönteminden vazgeçilemez.
Anayasayı tümden değiştirmek açık darbe olur
Gökçe FIRAT: AKP ve Cumhurbaşkanı şu anda bu Anayasa’yı toptan kaldırmak için açık çağrılar yapıyor. Başkanlık sistemine geçelim diyor. 367 hattâ 400 vekili bulurlarsa Anayasa’yı toptan kaldırabilirler mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: 400 milletvekili garanti altına alınmaya çalışılıyor. Anayasa’yı toptan ortadan kaldırmanın hukuksal bir dayanağı yoktur. Anayasa’yı toptan kaldıracak bir karara imza atanların hepsi Anayasa suçlusu durumuna düşer. Anayasa’nın 4. maddesinde yazıyor. 1.,2. ve 3. maddelerin bırakın kaldırılmasını, değiştirilmesinin bile önerilemeyeceği belirtiliyor. Bunları kaldıramazlar ki toptan kaldırabilsinler.
Gökçe FIRAT: Peki, bir oldubitti yaparlarsa?
Yekta Güngör ÖZDEN: O bir ihtilâl, bir darbe olur. Yapanlar da tam anlamıyla Anayasa suçlusu olurlar. Önlenir mi, kim ya da kimler önler, kestirilemez.
Gökçe FIRAT: Böyle bir darbeyi yargılayacak bir kurum var mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: O gün belli olur. Bugünden bir şey söylemek güçtür. Ama görevinin bilincinde olanlar, görevi namus bilerek yapan insanlar bunu elbette olumlu veya olumsuz yanlarıyla değerlendireceklerdir. Ancak böyle bir insan kalmamışsa da hiç söyleyecek bir şey yok.
Başkanlık Türkiye’ye demokrasi değil dikta getirir
Gökçe FIRAT: Peki, bu Anayasa’da kısmî tadilât yaparak, Meclis’i koruyarak bir başkanlık sistemi monte edilirse Anayasa’ya aykırı olur mu olmaz mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Anayasa’nın bugünkü kuralları ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Meclis’in ve Cumhurbaşkanı’nın konumlarına ilişkin kuruluşundan bugüne kadar gelen yapısı göz önüne alınırsa başkanlık sisteminin Türkiye için yararlı bir sistem olmadığı görülür.
Kuvvetler ayrılığındaki en sert ilişkiyi ortaya koyan sistemde Cumhurbaşkanı olarak halkın tek veya çift dereceli olarak seçtiği insanın yasama organının, yargının karşısında kendisine özellikle yürütmede tanınan aşırı yetkilerle her zaman demokrasi dışına taşabileceği bir konum var. Bunu iyice araştırmak, incelemek gerekir. Başkanlık sistemi özde Anayasa’yla bağdaşmaz. Bizim durumumuz ona elverişli değil. Biçimsel olarak da tartışılır.
Öncelikle Türkiye’de başkanlık sisteminin ne olduğunu anlamak için bakalım. Bugün Anayasa’daki geniş yetkilerine karşın başkanlığı isteyen Recep Tayyip Erdoğan’ın, başımıza ağır bir baskı sistemi getireceğinden ben kuşku duymuyorum.
Anayasa Mahkemesi’nin tüm üyelerini seçilen adaylar arasından 1982 Anayasası’na göre atıyor. 1961 Anayasası’na göre bir üyelik için kurumlar doğrudan doğruya seçim yapıyordu. 1982’de üç aday gösterilip içinden birini Cumhurbaşkanı’nın seçmesi getirildi. Ne anlar Cumhurbaşkanı Yargıtay, HSYK, Danıştay üyesinden? Kimin ne olduğunu nereden bilerek seçiyor? Bunun kötü yönlerini düşünmek lâzım. Hep kendisine partililerinin, yakınlarının, getirdikleri ya da kendi tanıdıklarını seçiyorlar. Bir tür atama. Yandaşlar yeğleniyor.
Bugünkü haliyle bile sakıncalı olan sistemi yeterli bulmayıp daha fazla yetkiyle donanmayı istiyorsa bu Türkiye’nin değil, bu ulusun başına ağır bir çorap olur. Başkanlık sistemi bu anlayıştaki insanların elinde Türkiye’yi aydınlığa değil, kopkoyu karanlığa götürür. Erkler ayrılığı bugünkü tutumla anlamını yitirir, diktaya yönelme olur.
Anayasa’ya uyup uymadığına gelelim. Bugün İstanbul ve Ankara’daki çeşitli üniversitelerinin profesörlerinden oluşan bir heyet Anayasa ile bağdaşmazlığıyla ilgili bir açıklama yaparak bildiri imzalamışlar. Henüz okumadım, ona bakarak bir değerlendirme yararlı olur.
Fakat benim de az önce söylemeye çalıştığım gibi Cumhuriyet’in TBMM’yi yasama organı olarak başa alıp, Cumhurbaşkanı’nı yürütmenin başı saydığı bir sistemle başkanlık sisteminin pek uyuştuğu kanısında değilim. Dünya örneklerine, başta ABD’ne, Güney Amerika, Afrika ve Ortadoğu uygulamalarına bakmak gerekir.


Günümüz cumhurbaşkanı Yüce Divan’a gönderilebilir

Yekta Güngör Özden
















Gökçe FIRAT: Fiilen başkanlık sistemine geçtik sayılmaz mı? Cumhurbaşkanı şu anda hem Başbakan hem Cumhurbaşkanı… Şu anda bu neden engellenemiyor? Bir Cumhurbaşkanı çıkıp açıkça iktidar partisi için oy isteyebiliyor. Hâlbuki Cumhurbaşkanı’nın tanımı ve yetkileri belli… Buna engel olabilecek hiçbir kurumsal düzenleme, hiçbir madde yok mu?

Yekta Güngör ÖZDEN: Var. İnsanların özelde verdikleri sözleri tutmaları kişilik meselesidir. Sözüne güvenilmeyen bir insanın toplum içerisindeki değersizliği çok açıktır. Kaldı ki siz bir de bunun üzerinden ant içen bir insanı düşünün. Anayasa gereği olarak içtiği anda uymuyor.
Günümüz Cumhurbaşkanı’nın, böyle söz ediyorum, çünkü bugün var yarın olmayabilir, Anayasa gereği içtiği anda aykırılıkları her gün birbirine ekleniyor. Çok ağır biçimde sürüyor. Bu aykırılıkların bana göre sorumluluğu Yüce Divan’a göndermeye yeterlidir.
Ama onu da Anayasa’nın 105. maddesine göre TBMM üye sayısının üçte birinin önerisi, dörtte üçünün de kabulü olması sağlar. Bu da tıpkı siyasi partilerin kapatılmasının güçleştirildiği gibi güçleştirilmiştir. Bunları da ona güvenerek yapıyorlar.
Neden Yüce Divan? Onu da açıkça söyleyeyim. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan da önce TBMM’nin açılışında kabûl edilen 2 no’lu yasa İhanet-i Vataniye (Vatana İhanet) yasasıdır. Turgut Özal’ın zamanında Terörle Mücadele Yasası’nın anımsayabildiğim kadarıyla geçici 2. maddesiyle Vatana İhanet Yasası’nı yürürlükten kaldırdılar.
Şimdi “vatana ihanet”in sözü ediliyor ama ne olduğu gerçekte belli değil. TBMM’ye üçte bir imzayla verilecek vatana ihanet suçlamasına ilişkin önerinin tartışılmasında bunlar ortaya çıkacak. TBMM dörtte üç oyla da bu eylemlerin, Anayasa’ya, anda aykırı tutum ve davranışların, vatana ihanet sayılmasına karar verirse sonuç Yüce Divan olur. Yüce Divan, Cumhurbaşkanı’nın eylemlerinin vatana ihanet olup olmadığını takdir edecektir. Ortada vatana ihaneti öngören bir yasa olmadığı için takdir Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan sıfatıyla çalışmasına kalıyor.
Bana göre anda aykırılık vatana ihanet sayılabilir. Bu kadar açık konuşuyorum. Bir Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet etmesi için mutlaka casusluk mu yapması gerek? Bir Cumhurbaşkanı’nın vatana ihanet sayılabilecek tutumlardan kaçınacak özeni, duyarlılığı, dikkati olması gerekir. Cumhurbaşkanı bunlar olmadan hareket ederse, istediğini yaparsa, istediğine bağırır, istediğine küfrederse bu Cumhurbaşkanı’nın Cumhurbaşkanlığı tartışılmaktan öte geçersiz duruma düşer. Sorumsuz görevli, tümüyle sorumsuz Cumhurbaşkanı olamaz. Ancak iktidarlar Anayasa, hukuk dinlemiyor, hiçbir şeye aldırış etmiyorlar.

Cumhurbaşkanının yetkileri budanmalı
Gökçe FIRAT: Bir de şimdi Kabataş olayıyla ilgili bir tartışma dönüyor. Cumhurbaşkanı diyor ki “Kabataş’ta bir kamera kaydı yoksa bile türbanlı insanlara baskı oldu.” Gezi dönemini dikkate alırsak bu bir iç savaşı kışkırtmaktır. Yandaş gazeteciler, olmadığı kanıtlandığı halde, bunu hâlâ devam ettiriyorlar. “Kamera kaydına da gerek yok, bizce bu olmuştur” diyorlar. Bununla ilgili yapılabilecek hukukî mücadele sizce nedir?
Yekta Güngör ÖZDEN: Öncelikle suçlanan insanların bunu yapanlar hakkında tazminat davaları açmaları gerekir. Bir kere Cumhurbaşkanı yalan söylemez. Önemli olan bu. Cumhurbaşkanı işine geldiği gibi konuşuyor. Bir konunun gerçek olup olmadığını ayırmadan her şeyin kendisinin gösterdiği gibi kavranmasını, anlaşılmasını ve uygulanmasını istiyor. Bunun diktadan ne farkı var?
Gökçe FIRAT: Anayasa tartışmaları içinde hâlâ 12 Eylül Anayasası’nın savunulduğunu söyleyenler de var. Siz Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir kişi olarak Türkiye’nin daha modern, özgürlükçü ve demokratik bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bugünün koşullarındaki Anayasa’ya uyulsa, bağlı kalınsa Türkiye birçok ülkenin yaşadığından daha iyi bir demokrasiyi yaşar.
Bugünkü Anayasa’da Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin budanmasından yanayım, bu bir…
Milli Güvenlik Kurulu ile ilgili maddesinin düzeltilmesinden yanayım.
Yargı bağımsızlığına ilişkin maddelerinin daha pekiştirilmesinden yanayım.
Kuvvetler ayrılığına ilişkin sınırların kesin belirlemesini öncelikli koşul sayıyorum.
Bunlar düzeltilebilir ama ana noktalarda bugün bunların istediği Anayasa’yla yaşattıkları durum; bu Anayasa’nın bile gerisindedir.
“Türk” demiyor, “Türk milleti” demiyor ama başkanlık sistemine gelince “Türkiye tipi” diyor.
Dünyanın üç güzel anayasasından biri 1961 Anayasası’ydı. Ama bunlar Demokrat Parti’nin yaptıklarını unutturup, kendileri de aynı yolda oldukları için, 1961 Anayasası’na çatarak bunu “darbe ürünü” olarak niteliyorlar. Dünyanın hiçbir yerinde bize 27 Mayıs’ın kazandırdığını kazandıran bir hareket olmamıştır. Bunu ağır bir darbe olarak nitelemek tümüyle yanlıştır.
1982 Anayasası’nınsa 116 maddesi değişti. Değişmeyen ne kaldı ki? Neden bununla idare edilmiyor? Çünkü başkanlık sistemini akıllarına takmışlar. AKP’nin getireceği düzenin akıllarına koymuşlar. “Türkiye tipi başkanlık sistemi” deniyor. Klasik başkanlık sistemine de râzı değil. Bu nedenle “Türkiye tipi” diyor.
“Türk” demiyor, “Türk milleti” demiyor ama başkanlık sistemine gelince “Türkiye tipi” diyor. Atatürk’ü galiba bir kez söyledi.

Gökçe FIRAT: Yani ABD’deki ya da Fransa’daki gibi kuvvetler ayrılığına dayalı bir şey de istemiyor…

Yekta Güngör ÖZDEN: Tabiî… ABD’de geleneksel bir yapı var. Bir, orada bir siyaset terbiyesi var; iki, hukuka saygı var; üç, insanların birbirine güveni var; dört, toplumsal düzeyin ileride oluşu var. Onlar o hâle gelmişler ki kural olmadan bile kendilerini bu değerlere bağlı sayıyorlar.
Örneğin Madison Davası’na kadar Amerika’da Federal Yüksek Mahkeme’nin yasaların Anayasa’ya uygunluğunun denetimini yapması yoktu. Bugün bile ABD’de yürürlükte olan Federal Anayasa’ya ve bu Federal Yüksek Mahkeme’nin kuruluşunu düzenleyen yasaya göre de bu denetim yetkisi yazılı değildir. Ama o davada, bizim burada benim başkanlığım döneminde verdiğimiz “yürürlüğü durdurma” kararı gibi, Federal Mahkeme “Ben yasaların Anayasa’ya uygunluğunu denetlerim” dedi ve o gün bu gündür ABD’de bu denetim var.
Hiç kimsenin aklına da Anayasa’da bu denetleme yetkisinin olmadığı, konulması gerektiği veya denetleme yapılamayacağını söylemek gelmiyor. Bizde ise hâlâ yürürlüğün durdurulmasına karşı çıkıyorlar ama işlerine gelince de bütün partiler yürürlüğün durdurulması için Anayasa Mahkemesi’ne başvuruyorlar.

Gökçe FIRAT: Geçtiğimiz ay Teksas’ta bir yargıç Obama’nın bir kanununu iptal etti…

Yekta Güngör ÖZDEN: Onlarda bizdekinden farklı olarak her mahkeme yasaların Anayasa’ya uygunluğunun dâvacısı ve yetkilisi olabiliyor.

İç Güvenlik Yasası tehlikelerle dolu

Yekta Güngör Özden






Gökçe FIRAT: Bir de “İç Güvenlik Paketi” denilen yeni bir olayımız var. Bundan sonra artık sıkıyönetim düzeni gibi bir uygulamaya geçiyoruz. Buna ne diyorsunuz?

Yekta Güngör ÖZDEN: 

Burada bağımsız yargı anlayışına ters düşen bir sistem getiriliyor. Bağımsız yargıya gelerek onun değerlendirmesiyle yürütülecek işlemler valilerin takdirine bırakılıyor. Valilerin de yönetimin emrinde çalışan insanlar olduğu açıktır. Hele bugünkü Türkiye’deki uygulamanın yarattığı durum gözetilirse her vatandaşı bir tehlike bekliyor. Herkes, her gün, yönetimin ağır yaptırımlar altında kıskaç içinde yaşayacaktır. Tabiî bunu yaşamak sayarsanız…
Bu nedenle İç Güvenlik Yasası, hukukî boşluklarla, bozukluklarla örülü, tehlikelerle dolu olan bir yasadır. Türkiye’ye aydınlık değil karanlık getirecektir. AKP iktidarı, kendi yasama çoğunluğuna güvenerek, kendine yönelik demokratik eylemlerden kurtulmak için ya da ileride yapacaklarının karşısına geçilmemesi için korkutma, sindirme, yıldırma yöntemleri aramaktadır.

Gökçe FIRAT: Meselâ bugün çıkan maddeye göre de jandarma artık İçişleri Bakanlığı’na bağlandı. Bu polise ve jandarmaya hükümetin kolluk kuvveti olarak halkı bastırma görevi verecekler gibi bir izlenim yaratıyor…

Yekta Güngör ÖZDEN: Polis yetmiyor mu? Sadece Cumhurbaşkanı Köşkü’nü 1500 polis koruyor. Her yerde polis; gençleri, öğretmenleri, işçileri memurları dövüyor. Her tarafta orantısız güç alıp yürüdü. Bu kadar insanı, polislerin öldürdüğüne ilişkin davalar görülüyor. Bu yetmeyip bir de jandarma mı katılmak istenmektedir. Niyet jandarma bölgelerindeki yurttaşları yıldırmak, sindirmek, askerin disiplin ve etkisini azaltmak olacaktır.

Gökçe FIRAT: Veya Ankara’da, İstanbul’da bazı jandarma bölgelerinde bu olabilir mi? Gezi olayları sırasında jandarmayı takviye kuvvet olarak getirmişlerdi. AKP çok açık bir şekilde darbeye hazırlanıyor diyebilir miyiz?

Yekta Güngör ÖZDEN: AKP’nin devlete darbeleri birbirini izliyor. Bu yeni değil. AKP’nin hukuka, Anayasa’ya, insan haklarına aykırı her türlü işlemi devlete darbedir.
Darbe mutlaka silâhla ve adam öldürerek olmaz ki. Ama bu olaylar devletin her tarafına açılan yaralardır. Bu yaralar toplumu da etkilediği zaman Türkiye Türkiye olmaktan çıkar.

AYM’nin bugüne kadarki kararlarının çoğunu beğenmedim
Gökçe FIRAT: İç Güvenlik Paketi karşı oy verecek yeterli sayıda muhalefet milletvekili olmadığı için yasalaşacak. CHP, yasa çıkar çıkmaz hemen Anayasa Mahkemesi’ne götüreceğini söylüyor. Sizce Anayasa Mahkemesi’nden nasıl bir karar çıkar? Bu yasa Anayasa’ya uygun mudur?
Yekta Güngör ÖZDEN: Hiçbir tahminde bulunamam. Fakat Anayasa’ya uygun değildir. İç Güvenlik Yasasının boşluklarla, sakıncalarla dolu olduğunu söylediğim zaman bunu anayasal ve hukuksal yönden söylüyorum. Türkiye’nin Anayasa’nın 90. maddesine göre gözetmesi gereken uluslararası bağlantılara da aykırı olduğunu söylüyorum.
Anayasa Mahkemesi’nde ismen tanıdığım, konuşmuş, el sıkışmış olduğum iki üç üye var. Diğerlerini tanımıyorum. Bugün on altı üye var ve on yedincisi de gelecek. Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar verdiği çoğunluk kararlarının kimilerini beğenmediğim için olumlu ya da olumsuz bir şey söyleyecek durumda değilim. Aslında bir kestirimde bulunmak da Mahkemeler yönünden uygun değildir, bugünkü yapısı da buna elvermemektedir.
Gökçe FIRAT: Yakın zamanda Sulh Ceza Hâkimliklerinin Anayasa’ya aykırılığı ile ilgili CHP’nin yaptığı başvuruya Anayasa’ya uygun olduğu yönünde bir karar alarak cevap verdiler. Sizce uyar mı?
Yekta Güngör ÖZDEN: Bana göre de pek uygun değil. Bugüne kadar Ceza Yöntem Yasası’nda izlenen, savcıların takipsizlik kararlarının en yakın Ağır Ceza Mahkemesine itiraz yoluyla götürülmesi, aşağıdaki Sulh Ceza’nın kararının Asliye Ceza’ya, Asliye Ceza’nın kararının Ağır Ceza’ya götürülmesi gibi olanaklar gözetildiğinde bu Sulh Ceza Hâkimlikleri’nin yetkilerini aşırı buluyorum. Bunlara karşı itiraz yolunun kapatılmasını da hukuka uygun bulmuyorum.

Cumhurbaşkanı hangi bilgisiyle AYM üyesi seçiyor?
Gökçe FIRAT: Çok net bir şekilde ülkede demokrasiyi ortadan kaldıran kararlar alınıyor ama hukukçular bunları hukuka uygun buluyorlar. Bu hukukçular nasıl ortaya çıktı?

Yekta Güngör ÖZDEN: Gazetelerden öğrendiğime göre Sulh Ceza Hâkimlerinin bir kaçını değiştirmişler. Nedeni de iktidarın beklediği kararları vermemeleri. Yargıyla iktidarın dama taşı gibi oynadığı açık. İstedikleri dosyalardan el çektiriyorlar. 17- 25 Aralık savcılarının hakkında açılan davalar, yargı kararları veren hâkimler için açılan davalar, HSYK’nın haklarında işlem izni verdiği isimler var…
O kurulun nasıl seçildiği çok iyi biliniyor. O kurula seçilen insanların vereceği kararların böyle olacağını da tabiî karşılamak lâzım. Haklı bulmak değil. Onların vereceği kararın böyle olacağını bilmek gerek. Anayasa Mahkemesi üyelerinin nasıl seçildiğini de biliyorsunuz.
Cumhurbaşkanı hangi yeteneğiyle, bilgisiyle onları seçiyor? Ancak kendisine empoze edilenleri seçiyor. Buna ilişkin Özal zamanından beri nice örnekler de verebilirim. Onlar da böyle kararlar verirler. Bu kaçınılmaz bir şey. Onun için hukuku özümsemiş insanların varlığı gerekir. Yalnızca genel seçimlerde oyunuzu namusluca kullanmayacaksınız. Bulunduğunuz her yerde öyle kullanacaksınız. İktidar yandaşlığı, kişisel endişeler, partizan anlayışlar, başka düşünceler egemen olmamalı. Yargıç dediğin adam vicdanını yastık yapar yatar.
Şimdi “seçilmişler-atanmışlar” diye bir ayrımı ortaya getiriyorlar. Hangi seçilmiş lâyıkıyla atanmış bir adamdan daha üstün nitelikleri taşır? Bir milletvekilinin deneyimi bir doktor, bir yargıç ya da bir mühendis kadar var mıdır? O zaman atanmış olan valileri de adam yerine koymayın… 60 milletvekili seçilen ilin bir tane valisi var. Abuk sabuk konuşmalarla siyasal ortamı her zaman karartıyorlar.

Cemaat’in tüm hukuk sistemini ele geçirdiğini söyleyemem
Gökçe FIRAT: 17-25 Aralık soruşturmalarının savcıları görevden alındı. Soruşturulmaları için de izin çıktı. Prosedür ne olacak? Bunlar kim yargılayacak?

Yekta Güngör ÖZDEN: Suçlarının durumuna göre Ağır Ceza Mahkemeleri’ne ya da kıdem durumlarına göre Yargıtay’da yargılanacaklar.

Gökçe FIRAT: Bu süreç sonunda bu savcıların hapse atılmaları mümkün müdür?
Yekta Güngör ÖZDEN: Suçlu görülürlerse hapse girerler, görülmezlerse aklanırlar. Bundan önce de Deniz Feneri davasının savcılarına karşı dava açılmıştı ve onlar Yargıtay’da beraat etmişlerdi. Ceza davasının sonucu beraat ya da mahkûmiyettir.
Yargılama sonucunda delillerin değerlendirilmesiyle varılacak sonuç önemlidir. Şu kuşkunun da içindeyim ki Yargıtay’da yapılan son atamalarla, dairelerdeki görev değişiklikleriyle hiç ummadığımız insanların Yargıtay’dan ayrılarak AKP’den aday olmaları da insanın midesini bulandırıyor.

Gökçe FIRAT: AKP ve Tayyip Erdoğan, yargının zaten Cemaat tarafından ele geçirildiğini ve bunları temizlemekle hukuksuz bir iş yapmadıklarını söylüyorlar. Siz çok uzun yıllar hukuk camiasının içerisinde kaldınız. Sizce Cemaat’in örgütlenmesi tüm hukuk sistemini ele geçirecek kadar var mıydı?

Yekta Güngör ÖZDEN: Yoktu sanıyorum. Kanı için yeterli bilgim yok.

Gökçe FIRAT: Yargıtay’da ya da Danıştay’da çoğunluk oldukları doğru mudur?

Yekta Güngör ÖZDEN: Onu söyleyememem. Onlardan olan üyeler hakkında dedikodular çıkmıştır. Benim Anayasa Mahkemesi Başkanı olduğum sırada bana kadar yansıyan ve benim de o kanıya düştüğüm raportörler olmuştur. Anayasa Mahkemesi’ne Turgut Özal zamanında getirilen üyeler arasında bu eğilimde bulunanlar olmuştur. Bu eğilim olanlar ya da onlardan yana tavır takınanlar olmuştur. Herkes de bunları bilir. Ama bunların çoğunluğu ele geçirdikleri kanısında asla değilim.
Bunlar hiçbir eylemi zamanın yönetiminin oluru, desteği olmadan gerçekleştirmiş değiller. Bu mümkün değil. Bu bakımından bu suçları birlikte işlediler. Ama 17-25 Aralık olaylarında başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere bazı AKP’lilerin durumları daha vahim olduğu için, bu vahameti önlemek için bunu “darbe” olarak nitelediler. Kendilerini kurtarmak için de birlikte işledikleri suçların tümünü Cemaat’in sırtına yüklemeye çalışıyorlar. Benim inancım bu.
Burada bir açıkgözlük daha yapıyorlar. “Cemaatçi” diye kendilerinden yana olmayan herkesi öyle olsun olmasın suçlayıp, yerlerine kendi adamlarını dolduruyorlar.

Cemaatçilere karşı AKP’nin yanında olmak mârifet değil
Gökçe FIRAT: Bazı muhalif, solcu, Atatürkçü bilinen kesimler Cemaat’e karşı Tayyip Erdoğan’ın yanında yer aldılar. Pek çok Ergenekon mağduru hükûmete bu konuda destek veriyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yekta Güngör ÖZDEN: İkisine birden karşı çıkılmalı. Hepsini Recep Tayyip Erdoğan savunmamış mıydı? Ben bu davaların “savcısıyım” dememiş miydi? Ona da mı bunları Fethullah kulağını bükerek söyletmişti?
O bakımdan ben o yönelişin yanlış olduğu kanısındayım. Bu tedavinin yanlış yapılması gibi bir durumdur. Cemaatçilere karşı AKP’nin yanında olmak da mârifet değil. AKP, Cemaatçilere yönelik hareketleri sadece bunları ortadan kaldırmak için değil kendi adamlarını yerleştirmeye yönelik de yapıyorlar. Cemaatçileri suçlarken kendilerine ilişkin yandaşlıkları örtmeye çalışıyorlar.

Gökçe FIRAT: Bir hâkim ya da savcı; Cemaatçi, MHP’li, CHP’li, AKP’li olabilir mi?
Yekta Güngör ÖZDEN: Olamaz. Hâkimin seçimden seçime düşüncesine uygun oy vermek dışında bir siyasal ilişkisi, yanlılığı olamaz.

Gökçe FIRAT: Siz de CHP’li kökenden gelmiş birisisiniz ama bu siyasi kimliğinizi hiçbir zaman kararlarınıza yansıtmadınız…

Yekta Güngör ÖZDEN: Siyaset mezhep değil ki… İnsanlar dinini bile değiştiriyor. Ben CHP’de avukat olarak hizmet ettim. Onun için de CHP’nin koyu üyeleri gibi düşünmem doğru değildi. 1951’de CHP’ye üye oldum. 1953’te de CHP Gençlik Kolları’nın 15 kurucusundan biri oldum. Bir hâkimin de seçimde oy vereceğine göre bir partiye karşı ya da yana görüşü olabilir ama bu, oydan ileri geçmez.
Ben CHP’liydim ama siyaseti sayarım sevmem. Ne milletvekili ne senatör olmak istedim. Hukuk yolunda giderken partinin içinde daha samimi çalışabilmek için de üyelikle beraber hukuk danışmanlığını yürüttüm, avukatlık yaptım, o kadar.
Avukatken olabilir ama yargıç olduktan sonra herhangi bir parti etiketi taşımanız, üyesi gibi davranmanız, yandaşı olmanız ya da kayırmanız söz konusu olamaz. O zaman bu hâkimlik olmaz…

Gökçe FIRAT: 17-25 Aralık soruşturmalarını yapan savcılar farz edelim ki Cemaatçiler. Bu işlenen suçlara dair dosyalara girmiş kanıtları ortadan kaldırır mı?

Yekta Güngör ÖZDEN: Hayır…

Her şey ortada… Tapeler ortada…
Gökçe FIRAT: Ama Meclis’te ve savcılıkta kanıtların yok edilmesine yönelik bir karar alındı.

Yekta Güngör ÖZDEN: Ceza Yargılama Yasası’nın ilgili maddesini yanlış anlıyorlar. Yasada bir sonuç elde edilemezse, soruşturma-kovuşturma kapanırsa ortadan kaldırılmasını söylüyor. Ama burada soruşturmaların bir kısmı başka yerlerde devam ediyor, ortadan kaldırılan belgelerle ilgili kişiler başka yerlerde yargılanıyor. Adaletli bir sonuca varmak için kanıtları korumak süresi bana göre hâlen devam ediyor.
Bir savcı, “Cemaatçi olduğu” söylense bile yaptığı işlerde bunun doğru olduğunu ortaya koyan bir kanıt yoksa bir şey yapamazsınız. Eğer Cemaatçiliği varsa onu ayrıca takibat konusu yaparsınız, ispat edebiliyorsanız. Ama “Ben Cemaatçi zannediyorum, o hareketi Cemaatçiliğe benziyor” diye bunun yaptığı işlemi geçersiz sayamazsınız.

Gökçe FIRAT: Ama bu iktidar öyle saydı. Bu iktidar değişti diyelim. Bir sene sonra aynı soruşturma kaldığı yerden devam edebilir mi?

Yekta Güngör ÖZDEN: Eder. Neden etmesin? Konuyla ilgili bir yakınma olabilir. Bir kanıt ortaya çıkar, bunların bir yolu doğabilir. Kesinleşmiş karar başka bir şeydir. Fakat onları geçersiz kalacak yeni bir delilin varlığı yeni bir soruşturmayı gerekli kılar.

Gökçe FIRAT: Yani aslında bu 17-25 Aralık için “Kurtardık” diye sevinmelerini gerektirecek bir durum yok…

Yekta Güngör ÖZDEN: Şimdilik sevinebilirler, ama şimdilik…
Her şey ortada… Tapeler ortada… Siz onları imha ettiniz diye kimsenin elinde tape kalmadı mı? Bu açıklık karşısında “bu tapelerin imha edilmesi yanlış” denecektir. O zaman birileri görevini yapmamış olacak ve yapmadığı için de yeni bir soruşturma yapılacaktır.

Gökçe FIRAT: Diyelim ki tüm kanıtlar yok edildi ama tapelerin bir kopyası birilerinin bilgisayarında var. Bir gün bu nüshalar da kanıt yerine geçer mi?

Yekta Güngör ÖZDEN: Geçer. “Mahkeme kararı olmadan, hukuksuz elde edilmiş” deseler de olur. Mesela iki kişi bir şeyi çalıyor diyelim. Fakat onların olay anındaki eylemlerinin kaydını aldınız. Mahkeme kararı var mıydı o kayıt alınırken?

Mahkeme kararı olmayan kamera kaydı da delildir
Gökçe FIRAT: Ortada bir saptırma mı var? Belli dinlemeler, belli durumlarda mahkeme kararı olmadan da kanıt yerine geçebilir mi?

Yekta Güngör ÖZDEN: Her olayın kendi özelliği vardır. Hukuk yoluyla elde etme olanağı bulunanları hukuksuz elde ederseniz o zaman geçersiz sayılır. Ama bu olayın farklı bir özelliği var. Diyelim ki zina oluyor ve kamera var. Adam bunun mahkeme kararı olmadan çekmiş. Ne olacak bu durumda?

Gökçe FIRAT: Bildiğimiz kadarıyla Yargıtay’ın da bu yönde kararları var… Yasadışı olduğu söylenen bazı dinlemeleri de kanıt olarak kabul ettiler…

Yekta Güngör ÖZDEN: Her şeyin yasayla olma olanağı yok. Her şeyi yasadan bekleyemezsiniz. Yolda trafik kazası oluyor. Onun kaydı nasıl alınıyor? Bankaların kameraları var. Bunlar oraya mahkeme kararıyla mı konulmuş? Hayır… Bir binanın kapısından girerken kamera görüntü alıyor. Ama mahkeme kararı da yok. Bir olay olsa, diyelim biri girip içeridekilere küfür etse, bu ses kaydedilmiş olsa “bu mahkeme kararı ile olmadı” diye geçersiz mi sayılacak?

Gökçe FIRAT: Bu işlemleri yapan polislerin hemen hepsi tutuklandı ve şu an içerideler. Onların durumu için ne diyorsunuz?

Yekta Güngör ÖZDEN: Burada iki ayrı nokta var. Bir; olay polislerin görevi kapsamında mıdır değil midir? Görevini aşarak bir iş yapmışsa yargılanır. İki; görevini yaparken kendisinin uygun bulmadığı bir emri, kanunsuz bir emri almışsa ona karşı çıktığını ispat etmesi gerekir. Buna rağmen emir verilmişse ve uygulamışsa ondan sorumlu olmaz. Polisin durumu öbür memurlardan farklıdır.

Fidan’ın MİT’in başına dönmesi doğru değil
Gökçe FIRAT: Bir başka hukuki olay da Adana’da durdurulan MİT tırları ile ilgili. Şimdi o konuyla ilgili savcıya da soruşturma izni verildi. Sizce bir savcının MİT’in tırlarını durdurabilme yetkisi var mı?

Yekta Güngör ÖZDEN: Var tabiî. Bir savcı suç konusu olduğunu düşündüğü her şeyi durdurabilir. MİT’in bir özelliği, bağışıklığı yok ki… Kanunlarda var mı böyle bir şey? MİT Müsteşarı’nın da yargı dokunulmazlığı yoktur. Tayyip Erdoğan, kendi kara kutusu diye Meclis’ten geçirdi.

Gökçe FIRAT: Hakan Fidan istifa etti, AKP’den aday oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanı bunu uygun görmüyorum dedi. O da istifasını geri çekti ve bugün tekrar MİT’in başına atandı. Bir siyasi partiye bu kadar net angaje birisi MİT gibi bir kurumun başına getirilebilir mi?

Yekta Güngör ÖZDEN: Bu kadar siyasi partiye angaje birisi devlet görevine zor gelir. Seçimlerde aday olup kazanamayanlar memuriyete geri dönüyor denilebilir. Rektörler, üniversite öğretim üyeleri için geçerli olan bu durumu, burada aynen geçerliymiş gibi algılamak doğru değil. MİT’in özelliği, görevinin konuları dikkate alındığında siyasal yandaşlığı adaylığa varacak kadar kanıtlamış birisinin yeniden göreve dönmesini ben asla doğru bulmuyorum.
Gökçe FIRAT: Hakan Fidan askeriyede onbaşı görevindeyken istifa edip aday olsaydı geri dönemeyecekti. Silahlı kuvvetler için bu kural var. Peki MİT için?
Yekta Güngör ÖZDEN: MİT Yasasını incelemedim. Her şeyin kurala bağlı olması da devlet yöneticisini haklı göstermez. Devlet yöneticisi kural olmadığı zaman bile kural varmış gibi konuyu her yönüyle düşünmek zorundadır. Kaldıki MİT Yasası’nın da elverişli olmadığı savı var.
Uşak durumuna düşen yandaş medya
Gökçe FIRAT: Bir gazeteci bir tweet attı diye gözaltına alınıyor. Başka bir gazeteci başka bir şeyden dolayı hapse giriyor. Belki de 12 Eylül’den sonra en fazla gazetecinin içeriye atıldığı bir dönem geçiriyoruz. Siz 80 yaşınızı geçtiniz. Tek parti dâhil tüm dönemleri yaşadınız. Bu kadarını gördünüz mü?

Yekta Güngör ÖZDEN: Bu kadarını görmedim. 1956-57’de Osman Bölükbaşı’nın 146 avukatından biriydim. Falih Rıfkı’nın çete davasını izledim. Ankara’da çıkan Ulus gazetesinin kapanıncaya kadar yıllarca avukatlığını yaptım. Barış gazetesinin ve Gazeteciler Cemiyeti’nin avukatlığını yaptım. Bunları kaynakları göstermek için söylüyorum. Böyle bir duruma rastlamadım. Bu devirde basın üzerinde ağır bir baskı var. Ne kadar üzücü ki uydu ve uşak durumuna düşen yandaş medya da var.

CHP, İş Bankası’ndan para almıyor
Gökçe FIRAT: Son olarak da CHP’nin kapatılması gibi bir durum gündemde. Bildiğiniz gibi böyle bir durum bir tek DP’nin 27 Mayıs öncesi dönemimde gündeme gelmişti. Bunun tekrardan gündeme gelmesi aslında iktidarın kafasındaki Türkiye’yi yansıtmıyor mu sizce?

Yekta Güngör ÖZDEN: Ben o iddianın sağlığından kuşkuluyum biraz. Yalnız CHP’yle yetinmediler, MHP’nin de kapatılmasını ortaya attılar. Böyle bir şeyin olabileceğini sanmıyorum.
Rahmetli Ülkü Adatepe’nin de tanıdığıyım. Bunun onların çocuklarının “İş Bankası’ndan kendilerine gelen parayı azımsamaları dolayısıyla açtıkları dava” yüzünden gündeme geldiğini söyleyenler de var. Bir partiyi böyle kapatmak çok zor. CHP’nin kapatılması için Anayasa’nın 68. ve 69. maddelerinde öngörülen durumların ortaya çıkıp, kanıtlanması lâzım ki bu da kolay bir iş değil. Bir yasayla kapatamazlar. Ancak bir davayla olabilir. Türkiye’nin ortamı da bunu kabûl etmez. Hele MHP’yi de işe dâhil ederlerse büsbütün zor olur.
Yalnız bir anımı anlatayım. Bülent Ecevit’in Genel Başkanlığı zamanında ben de CHP’nin Başhukuk Danışmanıyken Bülent Bey çağırdı ve “Biz Atatürk’ün vasiyetnamesinin iyi uygulanmadığı kanısını taşıyoruz, parayı bizim almamız gerekir” dedi. Ben de “Bu nereden çıktı?” dedim. O da anlattı ve “Bunu dâva edin” dedi. Ben de aynı zamanda “Dil Kurumu’nun üyesi olduğumu, bu nedenle dâvaya giremeyeceğimi” söyledim. Mazhar Leventoğlu isimli bir başka avukat arkadaş bunu izledi. Bir şey çıkmadı.
CHP’nin, Atatürk’ün vasiyetnamesine göre bir kuruş para alma hakkı yok ve almıyor da. Bugünkü CHP’nin beğenmediğim tutumları olmasına karşın doğruyu söyleyeyim ki aldığını zannetmiyorum ve alamaz da. İş Bankası da veremez. Ancak dağıtımında görevlidir. Bülent Ecevit o zaman İş Bankası’nın Dil Kurumu’na ve Tarih Kurumu’na para vermemesi, bu paranın CHP’ye gelmesi gibi bir çabanın içerisindeydi. Olmadı. Mahkemede de kazanamadılar. Şimdi de bunların öyle suçlanarak, bu yoldan kapatılmasının ihtimali çok zayıftır.

Gökçe FIRAT: Fakat şimdi İş Bankası’na da Bank Asya’ya yapıldığı gibi el konulması da gündemde…

Yekta Güngör ÖZDEN: İş Bankası çok titiz bir kurumdur. Bunu yapmaları da çok da kolay değildir.

Direnme hakkına başvurmak dışında yol kalmaz
Gökçe FIRAT: Hukuken bu ülkede yapılabilecek bir şey kaldı mı sizce? Bu ülkede her kurum ele geçirildi, hukuk siyasallaştırıldı. Vatandaş ne yapacak? Hakkını nasıl arayacak?

Yekta Güngör ÖZDEN: Vatandaşa direnme hakkına başvurmak dışında bir çâre kalmayacak böyle giderse. Mahkemelerden, yüksek yargıdan umudunuzu kesmişseniz yapacak ne kalır? Hakkınızı almanız için görevli kurumlardan bir ilgi görmüyorsanız, onlar görevini tam yapmıyorsa ne olacak? O zaman vatandaşın direnme hakkı gündeme gelir.
1961 Anayasası’nda bu vardı Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nde vardır. Ayrıca hukukun dünyada kabûl edilmiş genel açılımı içinde var.
Türkiye’de aymaz, kendisinden geçmiş, yozlaşmış, soysuzlaşmış, namus bilincini yitirmiş insan dışında da çok kimse olduğuna inanıyorum. Hiç ummadığımız yerde insanlığının ve görevinin gerektirdiği dürüstlüğü, direnci, cesareti gösterecek adamların bulunduğu kanısındayım.
Hakları ve özgürlükleri kötüye kullanmaktan, kötü örnek olmaktan herkes kaçınmalıdır. Özellikle siyaset adamları güven sarsmamalıdır. Siyaset bir oyun değildir, geçim kaynağı olarak da algılanmamalıdır. Ahlâksız siyaset olmaz.3


..