EKSENİNDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EKSENİNDE etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Kasım 2015 Salı

11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTA DOĞU 2


 11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE  NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU 2



 NÜKLEER TEHDİT VE YENİDEN İNŞA EDİLEN GÜÇ DENGESİ 


Soğuk Savaş döneminden 21. yüzyıla, barışçıl ya da askeri amaçla, kapsamlı ve etkili kullanıldığı takdirde nükleer kapasite, hemen her anlamda en temel 
“güç” kaynaklarından birisini teşkil etmekte, bu nedenle de birçok ülke “nükleer güç” sahibi olmak istemektedir (Kibaroğlu, 2013: 11). Hem dış müdahalelerin 
yaşandığı ve yaşanması riskinin yüksek olduğu, hem de bölge–içi dengelerin önem arz ettiği Ortadoğu’da da nükleer silah gibi caydırıcılığı yüksek bir güçle donanmak ulaşılmak istenen hedeflerdendir. Bu hedef, yeni riskleri beraberinde getirmektedir. Zira bölgenin girift ve kırılgan yapısı sebebiyle hassas dengeler üzerine kurulu güç dengelerinin herhangi bir devletin lehine bozulması çok ciddi karışıklık ve çatışmalara neden olabilecektir (Leday, 2007: 93-106). Bu noktada, nükleer atıklar başta olmak üzere, ifade edilen tehdinin çevresel boyutu da göz ardı edilmemelidir (Kum, 2009: 209). 

Nükleer güç olgusunun paradoksal bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bir yandan bu güç, stratejik avantaj sağlasa da; diğer yandan güç dengelerinin 
yeniden inşası noktasında riskleri de beraberinde getirmektedir. Bölge açısından, nükleer silaha sahip (bilinen) tek devlet olan İsrail bir taraftan nükleer silahların yayılmasını engelleyen anlaşmaya imza koymakta direnmekte, diğer taraftan nükleer silahların bölgede, özellikle İran ekseninde yayılmasının istikrar ve güvenlik açısından büyük bir tehdit oluşturduğu görüşünü dile getirmektedir. Fakat karşı/t perspektiften İsrail’in, bölgenin denge siyasetinde önemli bir aktör olması İran’ın nükleer silah üretme motivasyonunu canlı tutan bir diğer olguyu teşkil etmektedir (Topak, 2013). 

Uranyum zenginleştirme kapasitesi ve nükleer program sayesinde İran’ın nükleer silaha sahip olma konusunda çok büyük mesafeler katettiği ve ciddi 
potansiyel bir tehlike oluşturduğu iddia edilmektedir. İran’ın nükleer program geçmişi, Şah dönemine kadar uzanmaktadır. İslam devriminden sonra İran’ın 
nükleer programına son verdiği ve fakat Irak’la yapılan savaş sırasında nükleer programın önemi ve gerekliliği düşüncesinin ortaya çıkması ile sivil amaçlı 
nükleer araştırmalara yeniden başlandığı ileri sürülmektedir. İran’ın yürüttüğü nükleer programının nihai amacı konusunda iki farklı görüş mevcuttur. İlk 
görüş, İran’ın deklare ettiği gibi sivil amaçlı nükleer program yürüttüğü
konusundaki açıklamasının gerçekleri yansıttığı ile ilgilidir. Karşıt görüşe göre ise İran’ın, Pakistan, Hindistan, İsrail ve Rusya gibi nükleer silahlara sahip ülkelerle çevrili olduğu için hem kendini savunmak hem de bölgesel bir güç olmak bakımından siyasi hedeflerle nükleer silah elde etmek istediği ileri sürülmektedir. Daha gerçekçi ve ihtimal dahilinde gözüken sava göre, İran herhangi bir seçenek üzerine vurgu yapmaksızın gerçekten nükleer kapasiteyle donanmak istemektedir. Zira birincisi, İran’ın bölgesel bir güç olduğu konusundaki iddiasının gerçek olabilmesinin temel şartlarından birisi nükleer silaha sahip olmaktır. İkincisi, nükleer silah teknolojisine sahip olmak, İran rejiminin baş düşman olarak ilan ettiği İsrail’e karşı güç kazanmasının ve Müslüman dünyada prestij sahibi olmasının da yine temel şartlarından birisidir. 

Fransa, İngiltere ve Almanya’nın askeri nükleer programından vazgeçmesi ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu’nun kontrolünü kabul etmesi karşılığında 
İran’la sivil nükleer alanda teknik bir işbirliği yapmayı, destekleyici ekonomik yardımlarda bulunmayı ve güvenliklerini garanti etmeyi bir paket halinde 
sunarak Tahran yönetimini ikna etmeye çalışmaları (Djalili, 2007: 32-43) ve Mayıs 2010’daki Nükleer Takas Anlaşması gibi girişimler söz konusu olsa da, 
İran–İsrail–ABD ekseninde karşılıklı güvensizliğin ortadan kalktığını söylemek mümkün görünmemektedir. Bu noktada şu soru karşımıza çıkmaktadır: Eğer 
İran bütün baskılara rağmen nükleer programın devamında ısrar ederse, ABD İran’ı müdahale edilmesi gereken yeni bir hedef olarak seçecek midir ve bu 
ihtimalin gerçeğe dönüşmesi ne gibi sonuçlar doğuracaktır? (Dinç, 2010: 2133) 

Böylesi bir müdahalenin ne şekilde gerçekleştirileceği de bir diğer tartışma konusudur. Nükleer araştırma mekanlarının havadan yapılan müdahalelerle 
veya komando indirmesiyle yok edilmesi seçeneğinin bu tür yerleşimlerin çok iyi korunması ve geniş bir coğrafi alana yayılmış olması gerçekleriyle beraber 
düşünüldüğünde çok da sonuca hizmet etmeyeceği bilinmektedir (Encel, 2007: 49-60). Öte yandan, İran’a karşı uygulanacak olan ekonomik yaptırımların 
petrol piyasaları üzerinde çok olumsuz etkilerde bulunacağı gerçeği İran’ı güçlü kılan bir etmen olmaktadır. Yönetiminin istikrarsızlaştırılması ile nükleer programın askıya alınması seçeneğine gelince, Molla yönetiminin hala ayakta durduğu göz önünde bulundurulursa bu seçeneğin çok gerçekçi olmadığı 
görülmektedir. Haziran 2013’de önceki dönem(ler)e kıyasla daha ılımlı bir isim olan Hasan Ruhani İran Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Her ne kadar Ruha-
ni’nin yapmış olduğu açıklamalar sonucunda İran’ın nükleer programına dair BM’ye kapılarını açabileceği düşünülse de, bu noktada Batı’nın kabul etmesi 
gereken “İran gerçeği” bulunmaya devam etmektedir (Berber, 2013). 

İsrail, nükleer silahla donanmanın kendi güvenliği ve hatta kendi varlığı açısından vazgeçilmez olduğu gerçeğinin altını çizmektedir. İran ekseni haricinde, kendi açısından nükleer silaha sahip olma girişimi, kendisini çevreleyen “ Düşman ” Arap devletlerinin saldırılarından korunmak için vazgeçilmez bir stratejik güç olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla İsrail, Arap devletlerinin olası saldırılarına karşı kendini savunabilmesi ve güvenliğini garanti altına alabilmesi açısından nükleer silaha sahip olmanın çıkarları için vazgeçilmez olduğu konusuna vurgu yapmaktadır. 

İfade edilen hususlar ve yaşanan güç müdahalesi çerçevesinde Soğuk Savaş döneminde müşahede edildiği gibi 21. yüzyılda da özellikle Ortadoğu’da 
nükleer silahlara sahip olma yarışının bütün hızıyla devam edeceğini söylemek yanlış olmayacaktır. Mevcut güç dengelerinin tesis edilmesi ve düşman 
olarak telakki edilen İsrail’e karşı üstünlük kurmak bakımından İran başta olmak üzere bölgenin diğer aktörlerinin bu yarışa girmeleri kaçınılmaz görünmektedir. 
Bu ihtimalden ötürü de İsrail’in, haricinde ortaya çıkabilecek nükleer programlar konusundaki hassasiyetinin devam edeceğini söylemek mümkündür. Öyle ki, ABD ile birlikte, bu konuda en küçük bir riske bile yer vermeyeceklerinin altını her fırsatta çizmeleri (Hamel, 2007: 49-58) bu görüşü destekler mahiyettedir. 

 SONUÇ 

11 Eylül ve sonrası bağlamında zikredilen bütün belirsizliklere rağmen, Ortadoğu’da daha uzun yıllar karışıklığın, istikrarsızlığın devam edeceğini ve siyasi ortamın zorluklarla dolu olacağını eldeki veriler ışığında ileri sürebiliriz. Arap Baharı olarak adlandırılan süreç de bu savı destekler mahiyettedir. İfade edilen çerçevede, toplumda radikal İslamcı hareketlerinin etkisi devam etmektedir. Amerika ve Avrupa karşıtlığı her geçen gün yükselmekte, batılı değerlere karşı Ortadoğu halklarının bir bölümünün itirazları devam etmektedir. 

Bütün dünya için olduğu gibi Ortadoğu için de ivedi ve kesin değerlendirmeler ve gelecekle ilgili yapılmış olan öngörüler gerçekçi sonuçlarla uyuşmamaktadır. 
Özellikle girift bir siyasi ve toplumsal yapıya sahip olan Ortadoğu bölgesinde geleceği öngörmek gayet zordur. Dolayısıyla bu konuda yapılan her değerlendirme nin ve öngörünün ince elenip sık dokunması ve bölgedeki sosyal ve siyasi yapının derinlemesine tahlil edilmesi önemlidir. 

11 Eylül’ün akabinde Ortadoğu’ya ilişkin Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin hayata geçirdiği politikaların, karşı karşıya olunan problemlere ilişkin etkin 
çözümler sunduğu konusunda bazı tereddütler mevcuttur. Çözüm önerilerinin bölgede karşılaşılan sorunların özüyle tam olarak uyuşmaması ve onlara tam manası ile bir cevap verememiş olması terörizme karşı geliştirilen stratejinin yetersiz olduğunu kanıtlamaktadır. Bir problemin çözümü konusunda alınan tedbirlerin içeriği kadar problemin iyi incelenmesi ve analiz edilmesi de önemlidir. Ortadoğu bölgesinde terörizmle mücadele konusunda, kullanılan 
imkanların sorunların halledilmesinde etkili olmadığı ve yanlış bir strateji uygulandığı sonucuna bugüne kadar elde edilen yetersiz sonuçlardan ve uygulamadaki mevcut pratiklerden yola çıkarak ulaşmak mümkündür. 

Demokrasi, uzun bir öğrenme ve kültür birikiminin sonucunda ancak elde edilebilir. Ama Ortadoğu devletlerinin büyük bir kısmı hala geleneksel yapının 
etkisi altında bulunmaktadırlar. Bu yapıların büyük bir kısmında büyük değişimler ve dönüşümler yaşanmaktadır. Bu şartlar altında, Batı modelini olduğu gibi tesis etme denemesi büyük riskler taşımaktadır. Suudi Arabistan’la Mısır’ı, Almanya ve İngiltere ile bir tutmak ve onların siyasi ve ekonomik modelini tarihsel gerçeklerden ve toplumsal yapıdan bağımsız düşünerek empoze etmek, daha başlangıçtan itibaren yenilgiyi kabullenmekle eş anlamlıdır. Batılı anlamda demokrasi, yani hükümeti oluşturacak kabinenin seçim yoluyla 
ve özgürce oluşturulması ve serbestçe kendini ifade etmenin mümkün olduğu sistemlerin bir devlette uygulanma şansının olabilmesi ve kökleşmesi için eş 
zamanlı olarak sosyal ve kültürel yapılara dayanması ve onlardan güç alması gerekmektedir (Snegur, 2005: 113-123). 

Arap Baharı süreci ile birlikte –tartışmaya açık olsa da– gün geçtikçe, Ortadoğu devletlerinde kendi iç dinamiklerinden beslenen gerçek sivil ve demokratik 
güçler ortaya çıkmaya başlamıştır. Mevcut sistemin günün gerektirdiği ihtiyaçlara cevap vermemesinden dolayı söz konusu bu devletlerde sivil inisiyatiften doğan yeni oluşumlar belirmektedir. Ortadoğu’da demokrasi kültürünün ve siyasi yapılanmasının yerleşmesi ve kalıcı olabilmesinin gerekliliklerinden birisi de bu tür inisiyatiflerden güç alınması ve yönetimlerin “gerçek manada” sivil halka dayanmasıdır. Demokratikleşme ve serbest piyasa ekonomisinin yerleştirilmesi konusunda tepeden inmeci ve zora dayalı bir şekilde kaydedilen ilerlemeler ancak kısa ömürlü olabilirler. 

ABD’nin Irak’a müdahalesi ve Saddam rejiminin devrilmesinden sonra Irak’ta yapılan seçimler ve neticesinde ortaya çıkan sivil yönetim gelecekle ilgili bazı 
küçük umutların belirmesine neden olmuştu (Mathonnière, 2007: 59-67) ancak yukarıda da belirtildiği gibi sadece dış dinamiklere dayalı ve sivil güce 
dayanmayan bir demokratikleşme hareketinin kalıcı olabilmesi ve uzun süreli olması zor gözükmektedir. Şurası bir gerçektir ki, refaha kavuşmuş, barışçıl 
ve istikrarlı bir Ortadoğu’ya ulaşmak için daha uzun ve sancılı yolların kat edilmesi gerekmektedir. 

Nükleer tehdit konusuna gelince, hassas dengeler üzerine kurulu güç ilişkilerinin 
İran lehine kayması Ortadoğu’yu istikrarsızlığa ve kaosa sürükleyebilecektir. Ortadoğu denkleminde, Soğuk Savaş dönemine kıyasla nükleer silahın 
caydırıcı bir güç olması dışında kullanılması riski belirmektedir. Demokratik rejimlere özgü, alınan kararların sorumluluğunu taşıyabilen ve hesabını verebilen yönetimlerin hüküm sürdüğü devletlerde nükleer güce başvurmak gibi kritik bir kararın alınması uzak bir ihtimal olarak kalmaktadır. Lakin Ortadoğu 
bölgesinde demokratik rejimlerin seyrekliği gerçeği göz önünde bulundurulursa nükleer silahların yarattığı tehlikenin boyutları daha iyi anlaşılabilir. 

Uluslararası nükleer silahların sınırlandırılması sözleşmesine bağlı kalınarak, bu çapta öneme sahip bir konunun bazı uluslararası manevralarla sürüncemede 
bırakılması dünya istikrarı üzerinde çok ciddi tehditler oluşturmaktadır. İşte bu gerçekler göz önünde bulundurularak, nükleer silahların terörist grupların eline geçmesi riskinin minimize edilmesi ve nükleer silahların yayılmasının engellenme si konusunda uluslararası ortak bir tavrın geliştirilmesi hayati öneme sahiptir (Delpech, 2007: 181-189). 

Bütün bu değerlendirmeler ışığında, 11 Eylül sonrası dönemde yaşananlar ve Arap baharı süreci de dikkate alınarak Ortadoğu bölgesinin orta vadede 
karışıklığın ve istikrarsızlığın hüküm sürdüğü bir coğrafya olacağını söylemek yanlış olmayacaktır. 


KAYNAKÇA 

ALTUNTAŞ, Ekin Oyan. (2009), Terörizme Karşı Savaş Stratejisi, Hegemonyası Zayıflayan ABD’nin Yeni Mekân Düzenleme Aracı, İmge Kitabevi, Ankara. 

AYOUP, Antoine. (2006), “Sécurité des Approvisionnements Pétroliers: Quelles Perspectives?”, in Revue Politique et Parlementaire (Pétrole: Entre Guerre et 
Coopération), No: 1039, Avril–Juin, s. 39–47. 

BACEVİCH, Andrew. (2006), “La Véritable Quatrième Guerre Mondiale”, in Politique Américaine, Choiseul, No: 4 Printemps, s. 65–81. 
BAUCHARD, Denis. (2007), “Un Moyen–Orient En Recomposition”, in Politique étrangère, Ifri, No: 2, s. 397–410. 
BELTRAN, Alain. (2007), “Du Charbon au Pétrole”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 8–19. 

BERBER, Seçkin. (2013), “İran Halkının İhtiyatlı ve İyimser Tercihi: Dr. Hasan Ruhani”, 
http://www.bilgesam.org/incele/203/-iran-halkinin-ihtiyatli-ve-iyimser-tercihi-dr-hasan-ruhani/#.U4zjn3J_sqM, (Erişim Tarihi: 05.04.2014) 

BRUTON, John. (2006-2007), “La Relation Euro–Américaine en Transition”, in Politique Américaine, Hiver, No: 6, s. 15–24. 

BURKE, Jason. (2004), El Kaide Terörün Gölgesi, (çev. Ebru Kılınç), Everest Yayınları, İstanbul. 

ÇULHAZABCI, Filiz. (2005), “Sömürge Tipi ‘Demokrasi’ ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi”, Mülkiye, Cilt: XXIX, Sayı: 246, s. 227–248. 

DAĞCI, Kenan. (2006), “AB ve ABD’nin Ortadoğu Stratejileri ve Büyük Ortadoğu Projesi”, Büyük Ortadoğu Projesi, Yeni Oluşumlar ve Değişen Dengeler, (ed. A. 
Sandıklı ve K. Dağcı), Tasam Yayınları, İstanbul, s. 175-188. 

DEDEOĞLU, Beril. (2006), “NATO, Terör Odaklı Stratejiler”, Avrupa Birliği’nde Değişen Dinamikler, Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı & TOBB Ekonomi ve 
Teknoloji Üniversitesi, Ortak Çalıştay Raporu, s. 23–28. 

DELPECH, Thérèse. (2007), “L’arme Nucléaire au XXIe Siècle”, in Politique étrangère, No: 1, Ifri, Armand Colin, s. 181–189. 

DİNÇ, Artum. (2010), “İran’a Olası Bir ABD ve İsrail Saldırısı ve Sonuçları”, 21. Yüzyıl, Haziran Sayı: 18, s. 21–33. 

DJALİLİ, Mohammad–Reza. (2007), “L’Iran sur la Scène Internationale”, in Questions Internationales, No: 25, Mai–Juin, s. 32–43. 

DYSON, William E. (2010), Terrorism, An Investigator’s Handbook, 3. ed., LexisNexis, NJ. 

ENCEL, Frédéric. (2007), “Des Frappes sur l’Iran ?”, in Politique Internationale, No: 116, été, s. 49–60. 

ERSOY, Hamit. (2002), “Ulusal Çıkar Aracı Olarak Uluslararası Politikada Terörizm”, Polis Bilimleri Dergisi Cilt. 4 (3–4), s. 15–26. 

FİLİU, Jean–Pierre. (2007), “Al–Qaida: La Bataille du Jihadistan”, in Politique Internationale, été, No: 116, s. 65–80. 

GÜNAL, Altuğ. (2004), “Büyük Ortadoğu Projesi ve Türkiye”, Ege Academic Review, Vol: 4, Issue: 1, s. 156–164. 

HAMEL, Tewfik. (2007), “Le Programme Nucléaire Iranien, Une équation Aux Multiples Inconnues”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 49–58. 

HASSAN–Yari, Houshang. (2010), “Politique étrangère des Etats–Unis: Barack Obama et le Moyen–Orient”, in Géostratégique (Où va l’Amérique de Barack Obama), No: 
29, 4 Trimestre, s. 157–169. 

KELLNER, Thierry. (2006), “La Politique Pétrolière de la République Populaire de Chine: Stratégies et Conséquences Internationales”, in Revue Française de Géopolitique 
Outre–Terre (Puissance Chine?), érès éditions, No: 15, s. 425–470. 

KİBAROĞLU, Mustafa. (2013), “Enerji mi? Silah mı? Nükleerin İki Yüzü”, Ortadoğu Analiz, Cilt. 5, Sayı: 58, s. 10–22. 

KUM, Hakan. (2009), “Yenilenebilir Enerji Kaynakları: Dünya Piyasalarındaki Son Gelişmeler ve Politikalar”, Erciyes Üniversitesi İİBF Dergisi, Sayı: 33, s. 207-223. 

L’HUİLLİER, Hervé. (2007), “Les Chinois à la Conquête des Hydrocarbures de la Planète. Esquisse d’une Approche Intégrée”, in La Revue Internationale et Stratégique, No: 
65, Printemps, s. 37–49. 

LEDAY, William. (2007), “Equilibres Militaires et Stratégiques au Moyen–Orient”, in Hérodote (Proche–Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er trimestre, s. 93– 
106. 

LİND, Michael. (2007), “Le Monde Après Bush”, in Le Débat Histoire, Politique, Société, Gallimard, No: 143, Janvier–Février, s. 105–112. 

LOROT, Pascal. (2007), “Géopolitique des Hydrocarbures”, in Questions Internationales (La bataille de l’énergie), No: 24, Mars–Avril, s. 35–44. 

MATHONNİÈRE, Julien. (2007), “Ne Condamnons Pas Trop Vite la Guerre en Irak”, in Défense Nationale et Sécurité Collective, No: 7, Juillet, s. 59–67. 

MİTCHELL, John V. (2006), “L’autre Face de la Dépendance énergétique”, in Politique étrangère (Dossier: Le Moyen–Orient de l’énergie: Nouveaux Défis, Nouvelles 
Options), No: 2, Avril–Juin, s. 255–269. 

MURPHY, John M. (2003), “Our Mission and Our Moment: George W. Bush and September 11th”, Rhetoric & Public Affairs, Volume: 6, Number: 4, Winter, s. 
607–632. 

MÜLLER, Friedemann. (2006), “Le Nouveau Grand Jeu”, in Revue Française de 
Géopolitique Outre–Terre (Asie Antérieure Guerre à l’Iran?), No: 16, érès éditions, s. 163–176. 

NAVON, Emmanuel. (2007), “Israel a-t-il un Projet Géopolitique?”, in Hérodote (Proche– Orient, Géopolitique de la Crise), No: 124, 1er Trimestre, s. 69–78. 

PFİFFNER, James. (2006), “Les Décisions de Guerre de George W. Bush: l’Afganistan et l’Irak”, in Politique Américaine, No: 5, Eté–Automne, 35–52. 
SNEGUR, Julia. (2005), “Le Grand Moyen–Orient des Russes”, in Revue Française de Géopolitique, Outre–Terre (Arabies Malheureuses–I), No: 13, érès éditions, s. 113– 
123. 

TANGÖR, Burak ve Sayın, Sevinç. (2012), “Avrupa Birliği’nin Terörizmle Mücadele Stratejisi: Yeni Bir Bütünleşme Alanı mı?”, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, 
Cilt: 11, No: 1, s. 85–118. 

TOPAK, Tayfun. (2013), “Uluslararası Sistemde Nükleer Güç Dengesi: İran’ın Nükleer Programı ve Son Dönem Türk Dış Politikası Bağlamında Türkiye’nin Rolü”, The 
Journal of Academic Social Science Studies, Vol: 6, Issue: 5, s. 693–717. 

YURTSEVER, Hasan. (2004), İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi, Böl–Parçala–Yönet, Düşünce Yayınları, İstanbul. 

...



11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM, PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTA DOĞU 1





11 EYLÜL VE SONRASI: TERÖRİZM,  PETROL VE NÜKLEER TEHDİT EKSENİNDE ORTADOĞU 1


Ramazan İZOL* 
Samet ZENGİNOĞLU** 

 “11 Eylül ve Sonrası Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu”, 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 
Yıl 7, Sayı 2, ss. 423-439. 

Özet

11 Eylül 2001 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırıların ardından üç husus dikkat çekmiştir. İlk olarak; gerçekleştirilen bu saldırı, terörizm olgusunun Soğuk Savaş dönemine kıyasla farklı yöntem ve içerikle değerlendirilmesi zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. İkinci olarak; bu saldırılar sonrası ABD’nin 2001 Afganistan ve akabinde 2003 Irak müdahaleleri ile esas amacının petrol kaynak ve güzergâhlarının kontrolü olduğu tartışmaları gündeme taşınmıştır. Son olarak ise, müdahale süreci ve sonrasında İsrail–İran hattı başta olmak üzere Ortadoğu bölgesinde nükleer tehdit konusu gündeme gelmiştir. Bu genel çerçeve dâhilinde bu çalışmanın amacı; 11 Eylül ve sonrasında bu üç husus ekseninde Ortadoğu bölgesine yönelik görüş ve tartışmaların farklı perspektifler dâhilinde ortaya konmasıdır. 

Anahtar Kelimeler: Ortadoğu, Terörizm, Petrol, Nükleer Tehdit. 

Makale Geliş Tarihi: 16.07.2014
Makale Kabul Tarihi: 11. 12. 2014 

* Dr., Akdeniz Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi. e-posta: ramazanizol@akdeniz.edu.tr 
** Süleyman Demirel Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Doktora Öğrencisi. e-posta : sametzenginoglu@gmail.com 
Hitit Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi  
Yıl 7, Sayı 2, Aralık 2014 
Ramazan İZOL - Samet ZENGİNOĞLU 


GİRİŞ 

Ortadoğu coğrafyasının asırlardır dünyanın kalp merkezi ve ana eklem noktalarından biri olduğu bilinmektedir. Bu coğrafya, teo–stratejik açıdan tek tanrılı üç büyük dinin doğduğu yer olması bakımından; jeo–stratejik açıdan ise, sahip olduğu yer altı kaynakları bakımından büyük öneme sahip olmuştur. 

Ortadoğu, sahip olduğu bu stratejik konumdan ötürü Soğuk Savaş dönemi boyunca iki süper gücün (Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyet Sosyalist 
Cumhuriyetler Birliği) öncelikli coğrafyalarının başında gelmiştir. Dâhili aktörler açısından ise, özellikle Arap milliyetçiliğinin yayılması, İsrail ile Arap Devletleri arasındaki karşılıklı birbirlerini tanımamaya dayalı çatışmaların hiç durmadan devam etmesi, Soğuk Savaş süresince bölgede tansiyonun yüksek olmasına neden olmuştur. Ayrıca, İsrail-Filistin çatışmasına bağımlı olarak yükselen terörizm tehdidi bölgenin istikrarsızlaşmasına yol açtığı gibi, problemlerin 
içinden çıkılamaz bir karaktere dönüşmesinde de etkili olmuştur (Nayon, 2007: 69-78). 

Bölgedeki gelişmeler, çoğu kez bizatihi başta Batılı ülkeler olmak üzere harici aktörleri de etkilemiştir. Özellikle 1973 yılındaki Yom Kippur savaşı, bölgedeki 


11 Eylül ve Sonrası: Terörizm, Petrol ve Nükleer Tehdit Ekseninde Ortadoğu çatışmaların ve gerilimlerin sadece bölge için sonuç(lar) doğurmadığını, bu 
etkilerin bölge dışına da yansıdığını göstermiştir. Öyle ki, bu savaş sırasında Arap Devletlerinin uyguladıkları petrol ambargosuyla birlikte Batılı devletler, 
ekonomilerinin enerjiye bağımlı olduğu gerçeğinin farkına varmışlardır (Mitchell, 2006: 255-269). 

11 Eylül 2001’den sonra Bush’un terörizme savaş açmasından sonra (Murphy, 2003: 607-632) Ortadoğu’nun genel siyasi, toplumsal ve sosyal durumu 
temel endişelerin ve potansiyel tehditlerin kaynağı haline dönüşmüştür. Bugüne kadar, sadece kendi Ekonomisi açısından büyük öneme sahip Petrol 
kaynakları nın güvenliğini sağlamayı öncelikli hedeflerine koyan ABD dış politikasında, bu trajik olaylardan sonra radikal değişiklikler meydana gelmiştir (Bacevich, 2006: 65-81). Kendi topraklarından çok uzaklarda cereyan eden çatışmalar ve problemler ilk defa bu olayla, Amerikan topraklarına sıçramış ve kendi vatandaşlarının güvenliğini yakından tehdit etmiştir. Bu yüzden, mevcut problemlerin kökünden halledilmesi ve Ortadoğu’ya demokrasinin götürülmesi Bush’un yeni önceliklerinden birisi olmuştur. 

11 Eylül saldırıları haricinde, 11 Mart 2004 tarihinde Madrid’de dört trene düzenlenen bombalı saldırılar ve 7 Temmuz 2005 tarihinde Londra’da 6 metro 
istasyonuna eş zamanlı olarak gerçekleştirilen terör eylemleri bölgeye yönelik olumsuz algının yükselişe geçmesine neden olmuştur. Zira bölge, terörün 
doğduğu, beslendiği ve geliştiği alan olarak görülmüştür. Bunun bir sonucu olarak da bölgeye müdahale etme amaçları gündeme gelmiştir. 

ABD’nin önce Afganistan’a (2001), ardından Irak’a (2003) müdahalesi bölgedeki kırılgan yapının derinleşmesine yol açmıştır. Bu askeri müdahalelerde bölgenin “terörizm” ile ilişkisi ön planda olsa da, dikkate değer bir diğer husus İran’ın bölgedeki gücünün ABD lehine dengelenmesi ile ilgili olmuştur. Zira İran’ın nükleer program konusunda ısrar etmesi, bölgedeki tansiyonu artırıcı önemli sebeplerden bir diğerini teşkil etmiştir (Lind, 2007: 105-112). 

11 Eylül saldırılarına kadar Ortadoğu’da sadece kendi çıkarlarının korunmasını hedefleyen bir politika yürüten ABD’nin radikal bir dış politika değişikliğine 
gitmesi kaçınılmaz olmuştur. Zira Washington yönetimi 11 Eylül saldırılarından sonra doğrudan saldırı tehdidi altında bulunduğu gerçeğinin farkına varmıştır. Bu bakımdan, Ortadoğu’nun demokratikleştirilmesi ve liberalleştirilmesi kendi perspektifinden tercih edilen seçeneklerden birisi olmuştur. Bununla birlikte, bu konuda somut adımlar atılması noktasında, ABD yönetiminin esas olarak gerçekleştirmeye çalıştığı hedef kendi güvenliğini sağlamaktan ve çıkarlarını güvence altına almaktan başka bir şey olmamıştır (Bauchard, 2007, 397-410). Fakat ifade edilen müdahalelerin ardından bu hedeflerin aksi yönünde bir durum ortaya çıkmıştır. Öyle ki, Afganistan ve Irak’a yapılan müdahaleler sonrasında (Pfiffner, 2006: 35-52) bölgede tam olarak temin edilemeyen istikrar ve güven ortamının eksikliği terörist faaliyetlerin rahatça yayılmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Hassas dengeler üzerine kurulu Ortadoğu’daki düzenin temelden sarsılmasıyla, bölgedeki güç dengelerinin (özellikle İran–Amerika–İsrail ekseninde) yeniden oluşturulması zorunluluğu istikrar bozucu etki yaratmıştır. 

Genel hatları ile Irak ve Afganistan’a yapılan Amerikan müdahaleleri, Orta doğu’daki siyasi ortam açısından iki zıt bakış açısıyla değerlendirilmiştir. Bir 
yandan, Irak’taki seçimler ve sivil bir hükümetin yönetime (iktidara) gelmesi ve Ortadoğu’daki diğer bazı ülkelerde görülmeye başlanan bazı küçük demokratik 
açılımlar umut verici olmuştur. Fakat diğer taraftan, bu müdahaleler bölgenin geleceği konusundaki belirsizlik ve istikrarsızlık noktalarındaki fay hatlarını derinleştirmiştir. 

Bu çalışma, zikredilen kapsam çerçevesinde üç önemli başlık üzerinden 11 Eylül sonrası Ortadoğu coğrafyasını analiz etmeyi hedeflemektedir. Başlıklardan 
ilkini, terörizm tehlikesi oluşturmaktadır. İkinci önemli başlık, petrolün stratejik önemi ve geleceği ile ilgilidir. Soğuk Savaş döneminin vazgeçilmez 
unsurlarından olan “nükleer” güç olgusunun, bölge ve dünya açısından 21. yüzyılda bir “tehdit” unsuru/söylemi haline gelmesi ise çalışmanın üçüncü ve 
son başlığını oluşturmaktadır. 

21. YÜZYILDA TERÖRİZM TEHLİKESİ: BİR “KORKU” YÜZYILI MI? 


Berlin duvarının yıkılmasının üzerinden on yıl geçtikten sonra, 11 Eylül 2001 saldırıları meydana gelmiştir. Yapısı ve yöntemi itibariyle Soğuk Savaş dönemi 
tehditlerinden farklı olan bu saldırı ile “terörizm” olgusu uluslararası gündemin temel tartışma alanlarından birisini teşkil etmiştir. 

“Belirli bir siyasal hedefe ulaşmak veya siyasal bir davayı yüceltmek amacıyla ve genelde kurulu düzeni değiştirmeye veya söz konusu siyasal davaya boyun 
eğmeye mecbur etmek için başvurulan ‘zorlayıcı ve şiddet içeren’ davranışlar” (Ersoy, 2002: 16; Dyson, 2010: 4) olarak tanımlanan terörizm, “son derece 
somut ve dünyevi gerçeklere dayanan politikaların genel amaçlarına bütünleşik sürdürülen bir strateji(dir) (Altuntaş, 2009: 21).” Terörizmin amacı, korku 
salmak ve hedef seçtiği kitlede yılgınlık oluşturmaktır. 21. yüzyılda küreselleşme nin de etkisi ile terörizm, uluslararası bir boyut kazanmış, medya araçları vasıtası ile saldırıların daha fazla kişi tarafından duyulması ve görülmesi sağlanmıştır. Böylece, saldırıların toplumsal ve siyasi tahrik etkisi tahrip etkisinden daha fazla olmuştur. 

11 Eylül saldırılarının köktendinci El–Kaide (Burke, 2004) örgütü tarafından üstlenilmesinin ardından, terörizm olgusu İslam ile ilişkilendirilmiş ve terörün 
kaynağı olarak Ortadoğu bölgesine odaklanılmıştır. Batı düşmanlığı ve kini üzerinden beslenen ve dini temellere dayalı bir yönetimi hayata geçirmeyi hedefleyen bu tür köktendinci hareketler İsrail’in ve ABD’nin Ortadoğu’dan çıkarılmasını, ulaşılması gereken temel hedef olarak belirlemişlerdir. El–Kaide ve diğer terörist gruplar Amerikan karşıtlığı ve düşmanlığı temelinde, Dünya’daki bütün Amerikan çıkarlarını ve varlığını hedef seçerek ABD’ye karşı amansız 
bir savaş açmışlardır (Filiu, 2007: 65-80). 

Ortadoğu’daki siyasi güç dengeleri bağlamında, radikal dinci örgütlerin etkisini göz ardı etmemek gerekmektedir. Doğrudan, bazı devletlerce desteklenen 
bu yasadışı hareketlerin bölgedeki istikrarı ve düzeni kökünden sarstığı şüphe götürmez bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. 11 Eylül’ün ardından 
terörizmle mücadele kapsamında bölgeye odaklanılması neticesinde, bölgede uzun yıllardan beridir varolan bu problemin üzerine gidilmeye başlanmış ve 
bu tehdidin yok edilmesi amacıyla somut kararlar alınması noktasında Batı Devletleri arasında konsensüs oluşmuştur. “Avrupa ve ABD, özellikle radikal 
İslamist terörizmin ‘Batı’ için tehdit olduğu konusunda bir tereddüt yaşamamış ve bu hareketin sorumlusu olan kuruluş, örgüt ve rejimler konusunda da ciddi bir yol ayrımı yaşanmamıştır. (Dedeoğlu, 2006: 23)” Her ne kadar, terörizme karşı uygulanacak yöntemlerde ABD ve Avrupa Birliği arasında bazı farklılıklar olsa da temel sorun konusunda bir uzlaşı sağlanabilmiştir (Bruton, 2007: 15-24). Eklemek gerekir ki, bahsedilen yaklaşım farklılığı, Avrupalıların, 
Amerikalı yetkililerin aksine, “teröre karşı savaş” (war on terror) yerine, “ Terörizmle Mücadele ” (fight against terrorism) ifadesini tercih etmelerinden 
doğmaktadır (Tangör ve Sayın, 2012: 88). 

ABD, bu yeni tehlike karşısında güvenliğini sağlamak için bir dizi tedbir alma zorunluluğu hissetmiştir. Lakin karşı karşıya kalınan tehdidinin tespit edilmesi 
ve sonrasında etkisiz kılınması konusunda engellerle karşılaşılmıştır. 

Zira uluslararası/aşırı nitelik kazanan bu yeni tehdit, kontrol edilmesi güç iki temel dayanaktan oluşmaktadır. Bunlar; saldırganların, yok etme gücü 
sınırsız olan nükleer, kimyasal ve biyolojik kitle imha silahlarını kullanabilme kapasitesine ve bağlantılı olarak, etkileri çok büyük ve derin olabilen fiziki ve 
psikolojik zararlar verebilecek hareket imkan ve kabiliyetine sahip olmalarıdır. 

Problemin boyutunun ve kapsamının karmaşık ve girift olması sebebiyle (olası) çözüm yolları konusunda takınılacak tutumun da belirlenmesi kolay olmamamıştır. 

Sadece sonuçlarla ve sonuçların tezahürleri ile uğraşmak, çözüm üretilmesini engellediği gibi, yüzleşmek zorunda kalınan problemin muğlaklaşmasına 
da neden olmuştur. Öyle ki, terörizmle mücadele etme hedefi doğrultusunda; temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, belli topluluklar (özellikle Müslümanlar) hakkında önyargıların ve ötekileştirici söylemlerin oluşmasına ve toplumlarda yapay korkuların yaratılması gibi sosyal olgular, yeni ve farklı problemlerle karşı karşıya kalınmasına yol açmıştır. 

Batı kamuoyunun gözünde bu tehlike, karmaşık haliyle, iyi tespit edilememesi yüzünden her geçen gün artarak endişe verici bir hal almıştır. Şurası bir 
gerçektir ki, 11 Eylül saldırılarından sonra tehlikeli bir şekilde, bir kavram karmaşası ortaya çıkmıştır. “Terörizm”, “İslam”, “Terörizm ve Müslümanlar” 
ve “İslamcı hareketler” arasında oluşmaya başlayan bu karmaşa ile bütün Müslümanlar tek bir kategoriye konarak, radikal İslam uğruna mücadele veren 
teröristler olarak nitelenmeye başlanmıştır. Batı kamuoyundaki terörizm algısı bu çerçevede şekillendirilmiştir. Diğer açıdan, ayrımcılığa tabi olma hissi 
ve potansiyel suçlu muamelesi olarak görülme düşüncesi, Müslümanların içinde yaşadıkları toplumlara entegre olmalarını zorlaştıran bir diğer faktör olmuştur. Dolayısıyla, bir bakıma sorunun çözümüne giden yollardan birisi terörizmi önlemek hedefiyle paradoksal bir şekilde daha en baştan bizatihi Batılı devletler tarafından tıkanmış ve topluma tam manası ile entegre olamamış Müslüman toplulukların terörist yapılanmaların kucağına itilmesi tehlikesini ortaya çıkarmıştır. 

Medeniyetlerarası çatışmalara kadar ulaşacağı varsayılan terörizm probleminin daha geniş perspektiften analiz edilmesi, Ortadoğu bölgesini ilgilendirdiği 
kadar Batı Dünyasını da çok yakından ilgilendirmektedir. Her sosyolojik sorun gibi terörizm olgusu da içinden çıktığı toplumdan bağımsız olarak doğru 
bir şekilde değerlendirilemez. Bugüne kadar ABD’nin ve diğer Batılı devletlerin Ortadoğu’ya ilişkin uyguladıkları ayrımcı ve dışlayıcı politikaların sonucu 
olarak terörizm gibi büyük bir tehdidin ortaya çıktığını söylemek yanlış olmayacaktır. Zira bu politikaların bir sonucu olarak bölgedeki toplumların 
tepkileri ile karşılaşmışlardır ve bu tepkiler de bölgede belli gruplara destek kazandırmıştır. Bütün dünyayı tehdit eden terörist hareketlerin gün yüzüne 
çıkmasında, Batılı devletlerin yalnız kendi ulusal çıkarlarını ve ekonomik menfaatlerini gözeterek, bölgedeki diktatörlükleri, anti–demokratik yönetimleri 
desteklemeleri gibi oportünist politikaların etkisi göz ardı edilemez boyutta olmuştur. Örneğin, İran–Irak savaşı süresince İran İslam Devrimi’nin etkilerinin 
yayılmasının önlenmesi ve Ortadoğu’daki ABD çıkarlarının savunulması için Saddam gibi bir diktatörün desteklenmesi ve ülkesinde uyguladığı anti– 
demokratik uygulamalara göz yumulması, anti–Amerikancı ve anti–Batıcı radikal hareketlerin yeşermesinde temel faktörlerden birini teşkil etmiştir. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte ilk defa kendi topraklarının hedef alınmasının ardından ABD, karşı karşıya kalınan sorunun öneminin farkına varmış 
ve Ortadoğu’ya ilişkin politikalarını yeniden gözden geçirme yoluna gitmiştir. Amerikan yöneticileri, terörü besleyen kaynakların kökü kurutulmadan varolan 
sorunun üstesinden gelmenin imkansız olduğunun farkına varmışlardır. Bu yeni konjonktürde, Büyük Ortadoğu Projesi’nden (BOP) ve Ortadoğu’da demokratik yönetimlerin özendirilmesi ve desteklenmesi, eğitim, sağlık ve ekonomik alanlarda iyileştirilmelerin yapılabilmesi için destekte bulunmak ve bölgenin büyük bir kısmında hüküm süren diktatörlük rejimleri üzerinde baskı kurarak siyasi alanda demokratikleşmenin sağlanmasını özendirmek gibi tedbirlerin gerekliliğinden söz edilmeye başlanmıştır. “BOP’un çıkış noktası, 11 Eylül saldırılarıdır. Bu saldırı, küresel terörizmin hangi boyutlara ulaştığını bütün dünyaya göstermesi bakımından da önemlidir. Bir başka önemi de, o güne kadar klasik yöntemlerle yürütülen küresel terörle mücadelenin bir işe yaramadığının anlaşılmasını sağlamasıdır. Çok bilinen bir uyarıdır: ‘sıtmadan kurtulmak için sivrisinekleri öldürmek yetmez; esas olan bataklığı kurutmaktır.’ Amerika geç de olsa bunu algılamış ve ‘terör üreten bataklıklar nasıl kurutulur’ arayışları BOP’un temelini oluşturmuştur (Günal, 2004: 157).” Bu temelde, sadece askeri tedbirlerle sorunun halledilmesinin ve üstesinden gelinmesinin zorluğu görülmüştür. Irak’a askeri müdahalede bulunularak Saddam rejiminin sona erdirilmesi ve demokratik seçimlerin yapılmasıyla beraber sivil bir yönetimin ülkeyi yönetmesi gibi tedbirlerin alınmasında bu değerlendirme farklılığının etkisi büyük olmuştur. Her ne kadar, ifade edilen kapsamda BOP’un bölge lehine bir inisiyatif olduğu düşünülse de, projenin bölge aleyhine, sadece İsrail lehine olduğu yönünde değerlendirildiğini ve eleştirildiğini eklemek gerekmektedir (Yutsever, 2004). Yine, “ABD tarafından başlatılan BOP, hedefleri bakımından bölgede barış ve istikrarın yakalanmasına hizmet edecek mahiyette görünse de, kurgulanma biçimi ve bunun ilk aşamasının Irak’ta ortaya çıkardığı sonuçları itibariyle başarı şansınının düşük olduğu” (Dağcı, 2006: 186) şeklinde değerlendirilmiştir ve projenin, ABD’nin bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme amacına yönelik Sosyo - Ekonomik eksende bir meşruiyet oluşturma girişimi olduğu müşahede edilen bir diğer gelişme olmuştur. 

Terörizm ekseninde son olarak; ABD’nin Ortadoğu’ya ilişkin politikasının belirlenmesinde kayda değer hususlardan birisi de Arap–İsrail çatışması ve bu 
konuda ABD’nin takındığı tutumdur. Amerikan dış politikasının belirlenmesinde ve şekillenmesinde Arap–İsrail çatışmasının iyi analiz edilmesi gerekmektedir 
(Hassan-Yari, 2010: 157-169). Yukarıda da ifade edildiği üzere ABD, 11 Eylül sonrasında Müslüman ülkelerde, ılımlı hükümetlerin desteklenmesiyle terörizmin gayri meşru kılınmasını ve radikal ideolojilerin yayılmasının engellenmesi için yeni girişimlerde bulunulmasını, diplomasi alanında, kamunun bilgilendirilmesi alanında ve eğitim faaliyetleri alanında yatırım harcamalarının artırılmasını hedeflemiştir. Lakin ABD’nin Müslüman ülkelerde sahip olduğu olumsuz/kötü imajını düzeltmek için yaptığı yatırımların ve bilgilendirme amaçlı faaliyetlerinin bir çoğu etkisiz kalmıştır. Şüphesiz, bölgedeki Amerikan imajının düzeltilememesi nin temelinde Filistin–İsrail sorununda ABD’nin takındığı İsrail yanlısı tutumunun belirleyici olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. 

Dolayısıyla bölge halklarının fikirlerini olumlu yönde etkileyebilmek için Filistin–İsrail çatışmasının barışçıl yollardan halledilmeye çalışılması yönünde ABD’nin geliştireceği inisiyatifin belirleyici bir unsur olacağı görülmektedir. 


PETROLÜN STRATEJİK ÖNEMİ VE GELECEĞİ 


Özellikle 20. yüzyılla birlikte, temel enerji kaynağı olarak endüstrileşme (sanayileşme) ve kentleşme bağlamında ekonomik kalkınmada kömürün yerini alan petrole yönelik talebin yükselişi hızlı olmuştur. Güç odaklarının kontrolünü ele geçirmek için çabaladıkları petrolün büyük bir çoğunlukla Ortadoğu’da 
bulunması da bütün dikkatlerin bölgeye yoğunlaşması sonucunu doğurmuştur. Enerji hammaddesi olarak dünya ekonomileri açısından vazgeçilmez olan petrol kaynaklarının güvence altına alınması, bu bölgenin önemini artıran temel faktörlerden birisini oluşturmaktadır (Lorot, 2007: 35-44). 

21. yüzyılda da başta nükleer enerji olmak üzere diğer enerji kaynaklarının petrolün tacını elinden alamadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu stratejik 
ehemmiyetinden ötürü petrol, kısa süre zarfında büyük güçlerin uluslararası diplomasiyi belirlemede temel stratejik bir konusu haline dönüşmüştür (Beltran, 
2007: 8-19). Bu stratejik önemle birlikte Ortadoğu, özellikle 20. yüzyılın başından bu yana sahip olunan zengin petrol rezevlerinden ötürü çatışmanın, 
savaşın ve yüksek tansiyonun hakim olduğu bir alan olmuştur. Zira uluslararası politikada söz sahibi olmakla Ortadoğu’da etkili olmak arasında sıkı bir bağ mevcuttur. Bu bağ nedeniyle bölgesel bazda olduğu kadar küresel bazda da aktörler arasında çatışmalar kaçınılmaz olmuştur/olmaktadır. Örneğin, 
tarihsel perpsektifte 11 Eylül’ün ardından ABD’nin Irak müdahalesi başta olmak üzere, Rusya ile Avrupa arasında doğalgaz yüzünden yaşanan gerginlik, Latin Amerika’da petrol kuyularının millileştirilmesi girişimleri, Çin Halk Cumhuriyeti ’nin (ÇHC) petrol ikmal yollarının garanti edilmesi nedeniyle saldırgan petrol diplomasisi izlemesi (L’Huillier, 2007: 37-49) gibi gelişmeler bu bağı ve ifade edilen görüşü destekler mahiyettedir. Bu durum, daha sonraki dönemlerde de geçerli olmuştur ve enerjiye olan talep artışı da göstermektedir ki, kıt petrol kaynakları konusundaki çatışmalar artarak devam edecektir. 

Doğrudan petrol enerjisine bağımlı olan gelişmiş devletler açısından ikmal yollarının güvenliği ve petrol zengini devletlerdeki istikrar, birincil önceliği oluşturmaktadır. 

Kötümser tahminlere göre dünyadaki petrol rezervlerinin tükenmesine doğru gidilmekte (Çulhazabcı, 2005: 229) ve bu yüzden petrol savaşlarının çıkacağın dan söz edilmektedir. Zira hem gelişmiş, hem de gelişmekte olan ülkeler bakımından Ortadoğu’dan gelen hidrokarbonun kesilmesi büyük bir risk arz etmektedir. Dolayısıyla dünya ekonomilerinin istikrarı ve güven ortamının tesis edilmesi bakımından Ortadoğu petrol kaynaklarının kesintiye uğramadan dünya piyasalarına sunulmasının garanti edilmesi, ABD gibi diğer ülkelerin de üzerinde önemle durduğu konulardan birisidir. 

Bugün itibariyle dünya petrol üretiminin üçte birinin, kanıtlanmış dünya petrol rezervlerinin ise üçte ikisinin bulunduğu Ortadoğu gerçeğini göz önünde 
bulundurursak, bu endişenin boyutlarının anlaşılması daha da kolaylaşmaktadır. Yapılan en son araştırmalarda gelecek otuz yıllık süre zarfında petrol ham maddesi ne olan ihtiyacın artarak devam edeceğinin altı çizilmekte ve mevcut kaynakların bu talebi karşılamaktan çok uzak olduğu tespiti yapılmaktadır. 
Eğer yapılan tahminler gerçeği yansıtıyorsa bu konuda endişelenmenin yerindeliği daha kolay anlaşılmaktadır. Batılı devletlerin yanı sıra, siyasi 
ve ekonomik güç bakımından yükselişe geçen Çin Halk Cumhuriyeti’nin son zamanlardaki artan enerji talebi, hidrokarbona ilişkin yapılan bu tahminin 
gerçekleri yansıttığını göstermektedir (Kellner, 2006: 425-470) . 

Ortadoğu’daki mevcut petrol rezervleri ve kuyuları çok küçük bir alan içerisinde bulunmaktadır. Irak’ın güney bölgesi, İran, Suudi Arabistan, Kuveyt ve Bahreyn arasındaki çok dar bir koridorla sınırlı olan bu stratejik kaynağın dünya pazarları na sunulması büyük oranda Hürmüz boğazı üzerinden gerçekleştirilmek tedir. Bu denli stratejik bir kaynağın küçük bir alan içinde yer alması ve çok rahat kontrol edilebilen bir yerden dünya pazarına sunulması petrole ilişkin kaygıların artmasına yol açan nedenlerden bir diğeridir. 

Ortadoğu bölgesinde tesis edilecek istikrar ve güven veya kargaşa ve çatışma hali dolaylı olarak dünya piyasalarını da yakından etkileyecektir. Zira Körfez 
bölgesindeki Arap ülkeleri ile İran’ın hidrokarbonun piyasa fiyatının belirlenmesindeki ağırlığı bilinmektedir. Petrol üreticisi bu devletlerin üretim kapasitesini azaltma veya artırma kararları piyasadaki petrol fiyatlarını belirlemedeki etkin bir faktördür. Lakin bu faktörün tek belirleyici olmadığının altı çizilmelidir. Pertolün uluslararası ekonomideki konumunda asıl belirleyici olan, arzdaki gelişmelerle piyasadaki talep arasındaki ilişkinin varlığıdır. 

Bu çerçevede, dünyadaki büyük aktörler bu kadar hassas bir bölgede bu kadar stratejik bir kaynağın bulunması dolayısıyla hayata geçirmek zorunda oldukları 
bazı önleyici tedbirlere başvurmaktan çekinmemektedirler. Uluslararası güç odakları kendi güvenlikleri açsından hayati buldukları bazı tedbirlerin alınmasını ihmal etmemişlerdir. Petrol ikmal bölgelerinin çeşitlendirilmesi, mevcut petrol kuyularının üretim kapasitelerinin artırılması için yatırımların teşvik edilmesi ve petrol kaynakları bakımından zengin devletlerde kendilerine bağımlı yönetimlerin iktidara getirilmesine dikkat edilmesi gibi tedbirler bunlardan sadece bazılarını oluşturmaktadır. Petrolün rahat taşınması ve üretilmesi amacıyla Batı ülkelerinin kontrolünde güvenli bir coğrafyanın yaratılması hedefi bu güçlü aktörlerin ortaya koydukları dış politikalarında sürekli önemli bir yere sahip olmuştur (Müller, 2006: 163-176). İfade edilen dahilde, ABD’nin 2003 Irak müdahalesini de bu kapsam ve hedefler göz ardı edilmeden değerlendirmek daha sağlıklı analizlere ulaşılmasını sağlayacaktır. 

Bugün itibariyle, güç dengelerinin yeniden belirlendiği Ortadoğu’da kısa vadede geleceği öngörmek zor gözükmektedir. Bir taraftan fosil enerji kaynaklarının 
aşırı derecede ve kontrolsüz kullanılması küresel ısınmaya yol açmakta ve Dünya’nın geleceğini tehdit etmektedir. Diğer taraftan Dünya petrol üretiminin 
üçte birini oluşturan Ortadoğu bölgesinin savaşlarla ve bölgesel istikrarsızlıkla çalkalanması, geleceğe güvenle bakılmasını güçleştirmektedir. 

Petrolün temel enerji kaynağı olarak dünya ekonomilerinin vazgeçilmezi olmasından itibaren, petrol zengini Orta doğu’da siyasi istikrar sürekli tehdit 
altında bulunmaktadır. Bu bakımdan, uluslararası güç odaklarının hakimiyet kurmak için yarıştığı stratejik öneme sahip bu bölgenin daha uzun süre 
tehditlerin ve istikrarsızlıkların beslendiği bir coğrafya olması kaçınılmaz gibi gözükmektedir (Ayoup, 2006: 39-47). 

2 Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEK

..

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 16

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 16


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA
Dr. Fatih ÖZBAY

Stratejik açıdan dünyanın en önemli bölgelerinden olan Kafkasya coğrafik olarak batıda Azak Denizi’nin güneydoğusunu oluşturan Taman Yarımadası’ndan doğuda Hazar Denizi’nin batısında bulunan Apşeron Yarımadası’na; kuzeyde Don ve Kuma ırmakları ağzı bölgesinden güneyde Aras Irmağı’na ve Kars Platosu’na kadar uzanan; kuzeyde “Büyük Kafkaslar” güneyde “Küçük Kafkaslar” dağlarıyla kaplı yaklaşık 440.000 km2’lik bir alandır. Don nehri Kafkasya’nın kuzey sınırını, Aras nehri ise güney sınırını oluşturur.

40. ve 46. boylamlar arasında yer alan Kafkas sıradağları batıda Karadeniz kıyısındaki Novorossiysk şehrinden doğuda Hazar Denizi kıyısındaki Derbent şehrine kadar uzanır. En yüksekleri 5647 metre yükseklikteki Elbruz Dağı ve 5047 metre yükseklikteki Kazbek Dağı olan bu sıradağlar aynı zamanda Avrupa ile Asya kıtaları arasında doğal bir sınır oluştururlar. Derin vadiler, boğazlar, geçitler, yüksek yaylalar ve yer yer uzanan ovalarla Kafkas sıradağları kuzeyde ulaşım yolları olarak da kullanılan Dinyeper, Don ve Volga gibi büyük nehirlerin bitim noktasında bulunur.
Kafkasya Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenlerinde çok önemli bir geçiş noktası dır. Kuzeyde Rusya’nın içlerinden başlayıp güneyde Anadolu, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelen eski ulaşım ve ticaret yollarının kesiştiği yerdedir. Doğuda Çin’den ve uçsuz bucaksız Orta Asya steplerinden başlayıp batıda Avrupa ve Akdeniz’e kadar uzanan tarihi “İpek Yolu” da Kafkasya üzerinden geçer. Kafkasya, kendine özgü coğrafik yapısıyla Asya, Avrupa ve Ortadoğu üzerinden Karadeniz, Akdeniz, Hazar Denizi, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu gibi önemli denizlere giden yolların kavşağında bulunur.

Bölgenin oldukça dağlık olan yapısı ekonomisine, ulaşımına, siyasi ve kültürel yapısına doğrudan etki etmektedir. Kafkasya bölgesinin en önemli özelliği birçok farklı etnik grubu içerisinde barındırmasıdır. Dağlık yapısı etnik grupların belirli noktalarda yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Gürcüler, Azeriler, Ermeniler, Osetler, Çerkezler, Kabartaylar, Balkarlar, Abhazlar, Çeçenler, İnguşlar, Dargiler, Laklar, Nogaylar, Kumuklar, Lezgiler ve Avarlar etnik Kafkas halklarından bazılarıdır. Kafkasya içerisinde barındırdığı dil çeşitliliğiyle de dünyanın ender bölgelerinden birisidir. Dini yapı olarak da sahip olduğu çeşitlilik bölgeyi dünyanın diğer bölgelerinden ayırmaktadır. Jeostratejik öneminden dolayı bölge tarih boyunca Hunlar, Araplar, Bizans, Moğollar, Osmanlı, İran ve Rusya gibi yükselen büyük güçlerin sürekli ilgi alanında olmuştur. Büyük güçlerin tarih boyunca bölge üzerinde denetim ve nüfuz kurma mücadeleleri Kafkasya’yı etnik, kültürel ve politik anlamda derinden etkilemiş ve şekillendirmiştir.
Kafkasya bölgesi “Kuzey Kafkasya” ve “Güney Kafkasya” olmak üzere iki farklı bölgeye ayrılmaktadır. Kuzey Kafkasya etnik dağılım yönünden Güney Kafkasya’ya göre daha karmaşıktır. Kuzey Kafkasya, Rusya Federasyonu’nun parçası olan Adıgey, Dağıstan, Kabardino-Balkar, Karaçayevo-Çerkez, Kuzey Osetya, İnguşetya ve Çeçenistan gibi cumhuriyetlerden oluşmaktadır. Güney Kafkasya ise SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşmuş olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan devletlerinden oluşmaktadır.

SSCB’nin dağılması sonrasında Güney Kafkasya’da bağımsızlığına kavuşan devletler ve uluslararası ilişkiler parametrelerinin değişmesiyle ortaya çıkan yeni dengeler hem bölge devletlerinin hem de bölgede çıkarları olan devletlerin dış politika davranışlarına önemli etkide bulunmaktadır.

Günümüzde Kafkasya, sahip olduğu zengin kaynakları, jeopolitik konumu, jeostratejik önemi ve çok etnikli ve çok kültürlü yapısından kaynaklanan sorunlarıyla uluslararası ilişkilerin acil gündem maddelerinden birisi haline gelmiştir.

Kafkasya’nın karmaşık etno-kültürel yapısı bir taraftan bölge halklarının kültürel zenginliğine ve yakınlığına katkı sağlarken, diğer taraftan anlaşmazlık durumların da halkların bölünmesine, şiddetli çatışmaların, hatta savaşların çıkmasına olanak sağlamaktadır. Stratejik konumu, sahip olduğu doğal kaynaklar, etnik gruplar arasındaki çatışmalar, bölgenin ekonomik sorunları ve iç siyasi istikrarsızlık gibi olumsuz etkenler Kafkasya’yı bölge içi ve bölge dışı güçlerin müdahalesine açık bir hale getirmektedir.

Kafkasya bölgesinin en önemli özelliği kendi içerisinde siyasi ve ekonomik açıdan güçlü devletlere sahip olmamasına rağmen büyük ve güçlü devletler tarafından çevrelenmiş olmasıdır. Güney Kafkasya’nın bağımsız devletler Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ile birlikte Kuzey Kafkasya’daki Rusya Federasyonu’na bağlı cumhuriyetler Rusya, Türkiye ve İran tarafından çevrelenmişlerdir. Bölgenin tarihi bu üç büyük ve güçlü ülkenin nüfuz ve çıkar mücadeleleri ile şekillenmiştir.

Jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik öneminden dolayı tarih boyunca büyük güçlerin nüfuz mücadelesinin alanı olarak önemini hiç kaybetmeyen Kafkasya günümüzde de bağımsızlık mücadeleleri, şiddetli etnik çatışmalar ve Ortadoğu’dan sonra dünyanın en zengin enerji kaynaklarının bulunduğu Hazar Denizi havzasına yakınlığı sebebiyle uluslararası ilişkilerin ilk gündem maddelerindendir.
Azerbaycan ile batılı petrol şirketleri arasında Hazar petrollerinin çıkarılmasına yönelik projelere ilişkin imzalanan “Asrın Anlaşması” ile Kafkasya’nın önemi daha da artmıştır. Günümüzde bölgenin Hazar Denizi ve Orta Asya’dan çıkartılan petrol ve doğalgazın dünya pazarlarına ulaştırılması için yapılan uluslararası enerji boru hatlarının geçiş güzergâhında olması, Asya ile Avrupa arasındaki uluslararası kara ve demiryolu ulaşım ağlarının bazılarının bu bölgeden geçmesi dünyanın ilgisini yeniden Kafkasya’ya çekmiştir. Büyük güçler hem kendi petrol
şirketlerinin menfaatlerini korumak hem enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlamak için bölgede daha aktif politikalar izlemeye başlamışlardır.

“Yeni İpek Yolu Projesi”, “Bakü-Tiflis-Ceyhan” petrol boru hattı, “Bakü-Tiflis-Kars” demiryolu hattı, “TRACECA” (Avrupa-Kafkasya- Asya Ulaşım Koridoru), “INOGATE” (Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşımacılığı) ve “Kuzey-Güney Uluslararası Ulaşım Koridoru” gibi önemli projeler Kafkasya bölgesinin önemini arttıran etkenlerdir.

Kafkasya’nın coğrafik olarak Ortadoğu sorunu, Afganistan, Irak ve İran gibi sıcak bölgelere olan yakınlığı stratejik önemini daha da arttırmaktadır.

SSCB’nin dağılması sonrasında Kafkasya’da jeopolitik bir güç boşluğu ortaya çıkmıştır. Bu güç boşluğunu doldurmak için aday olan ülkelerin en başında coğrafik olarak en yakın ülkeler Türkiye, Rusya ve İran gelmektedir. Bu üç ülkeye, bölge dışından olmasına rağmen küresel güç olma planları çerçevesinde Kafkasya’da nüfuz kurma politikaları güden ABD, AB ve Çin ile birlikte çok uluslu büyük enerji şirketleri de eklenebilir. Kafkasların bağımsız üç ülkesi Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bölgedeki statüko yüzünden bir çıkmaza girmişler ve aralarındaki mevcut problemleri çözememektedirler. Bu yüzden, çok zor ve karmaşık olsa da, durumu kendi lehlerine değiştirmek amacıyla Rusya, ABD, AB, Türkiye ve İran gibi diğer aktörleri kullanarak kendilerine yeni diplomatik kanallar açmaya çalışmaktadırlar. Bu durum ise zaten karmaşık olan ilişkiler ağını daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Güney Osetya sorunu sebebiyle Kafkasya’da son yaşanan gelişmeler “Soğuk Savaş” bitmiş olsa da, Kafkasya’da iki kutuplu sistemin bir anlamda devam ettiğini göstermektedir. Taraflar arasındaki küresel rekabet bölgesel planda Kafkasya’da kendisini yerel çatışmalar, ayrılıkçı bölgeler, azınlıkların statüsü ve enerji jeopolitiği gibi noktalarda belli etmektedir. Bu durum dünyanın bu bölgesinde Soğuk Savaş’ın yeniden başladığı veya hiç bitmediği izlenimi vermektedir. Konunun bütün hatlarıyla ortaya konulabilmesi için bölge ülkelerinin ve diğer güçlerin aralarındaki ilişkiler ağını kısaca ortaya koymak gerekmektedir.

Azerbaycan: Güney Kafkasya ülkelerinden Azerbaycan nüfus, yüzölçümü, doğal kaynaklar ve coğrafik konumu sebebiyle Gürcistan ve Ermenistan’a nazaran daha öne çıkmaktadır. Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden hemen sonra Ermenilerin çoğunlukta olduğu “Dağlık Karabağ” bölgesinin statüsü sorunu nedeniyle Azerbaycan-Ermenistan arasında 1992-1994 yılları arasında yaşanan savaş ve silahlı çatışmalarda binlerce kişi öldü. Ermenistan’ın işgal ettiği bölgeler de yaşayan bir milyona yakın Azeri bölgeden göç etmek zorunda kaldı. Dağlık Karabağ sorunu ve Azerbaycan topraklarının %20’sinin Ermenistan tarafından işgal edilmiş olması Kafkasya’da birçok sorunun temelini
oluşturan Azeri-Ermeni ihtilafının en önemli sebebidir.

Azerbaycan bölgede zengin enerji kaynaklarına sahip tek ülkedir. Hazar petrollerin in ve doğalgazının uluslararası pazarlara ulaştırılması amacıyla inşa edilen boru hatları Azerbaycan’ın bölgede önemini arttırmıştır. Rusya’daki boru hatlarına alternatif olarak inşa edilen bu hatlar sayesinde Azerbaycan bölgede Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmuş olmanın avantajını yaşamaktadır. Hem Rusya hem Batı ile dengeli politikalar izlemektedir. Dağlık Karabağ sorunu ve Ermeni işgalinin sona erdirilememiş olması Azerbaycan’ı Rusya ile Batı arasında dengeli politika izlemeye iten en büyük etkendir. Kafkasya bölgesinde Türkiye ile en yakın ilişkiye sahip olan ülke Azerbaycan’dır.

Ermenistan: Ermenistan bölgenin denize çıkışı olmayan tek ülkesidir. Ermenistan, ulusal güvenliği ve ülke bütünlüğü açısından en büyük tehlike olarak iki yakın komşusu Türkiye ve Azerbaycan’ı görmektedir. Dengeleme politikası olarak Rusya ve İran ile ilişkilerini geliştirmektedir. Rusya ile yakın ilişkileri sebebiyle bölge ülkeleriyle sorunlar yaşamaktadır. Ermenistan için Rusya stratejik ortak olmanın yanı sıra, Türkiye ve Azerbaycan tehlikesine karşı garantör bir devlet olarak algılanmaktadır. Bu geleneksel bakış, 1990’lı yılların başlarından itibaren Ermenistan’ın dış politikasına adeta mührünü vurmuş durumdadır. Ermenistan, Rusya’nın dış politika ve askerî alandaki desteğini kullanmak suretiyle bölgede etkinliğini artırmak istemektedir. Önemli uluslararası sorunlarda Rusya ve Ermenistan’ın görüşleri ya bir birine çok yakındır veya örtüşmektedir.

Ermenistan Türkiye’ye karşı sözde soykırım iddialarını her platformda tekrarlamaktadır. Azerbaycan topraklarını işgale devam etmekte,
Türkiye ile arasındaki sınırı ise resmî olarak tanımamaktadır. İşgal sebebiyle Azerbaycan ile ilişkileri oldukça sorunlu olan ve Gürcistan ile de ilişkilerini geliştiremeyen Ermenistan “kuşatılmışlık psikolojisi” içerisinde politika üretmekte zorlanan kapalı bir ülke konumundadır. Ermenistan’ın sınır güvenliğini Rus askerleri sağlamaktadır ve Rusya’nın Ermenistan’da askeri üsleri vardır. Ermenistan İran ile yakın ilişki içerisinde olmak istemektedir. AB ve ABD gibi bölge dışı güçlerin enerji kaynakları ve bunların uluslararası pazarlara nakil hatları söz konusu olduğunda Ermenistan’ı dışlayan, buna karşılık Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’yi kapsayan ilişkileri Ermenistan’ı doğal müttefik olarak
Rusya’yı kabul etmeye zorlamaktadır.

Gürcistan: Gürcistan Kafkasya bölgesinin açık denizlere çıkışı olan tek ülkesidir. Gürcistan enerji kaynakları yönünden fakirdir ve bu açığını enerji hammaddeleri nin dünya pazarlarına ulaştırılmasında transit ülke rolü oynayarak kapatmaya çalışmaktadır. Güney Kafkasya ülkeleri içerisinde en problemli ülkelerden birisidir. Etnik ve idari yapısından kaynaklanan sorunlar sebebiyle iç ve dış politikada zorluklar yaşamaktadır.

Bağımsızlığını kazandıktan sonra ayrılıkçı politikalar güden Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan özerk bölgeleri ile sorunlar yaşamaya başlamıştır. Acaristan sorununu kendi istediği doğrultuda çözümleyebilen merkezi Tiflis yönetimi aynı politikasını Abhazya ve Güney Osetya konusunda yürütememiştir.

Eski Sovyet cumhuriyetleri ve Güney Kafkasya ülkeleri içerisinde Rusya ile en çok sorun yaşayan ülke Gürcistan’dır. Gürcistan, dış politika ve savunma sahasında gittikçe Avrupa-Atlantik eksenine yönelmeye başlamıştır. Gürcü yetkililer Gürcistan’ın gelecekteki yöneliminin Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme olduğunu açıklamıştır. Bu politikası ile Rusya’nın tepkisini çekmekte gecikmemiştir. Gürcistan’ın “Gül Devrimi” sonrası yönünü tamamen batıya çevirmesi, AB ve NATO’ya üyelik perspektifini politik gündemine alması, Türkiye ve ABD ile yakın ilişkiler içerisine girmesi ve bölgede Rusya’yı dışlayan enerji ve ulaşım projelerinde aktif rol oynaması gibi sebepler Tiflis-Moskova ilişkilerini
devamlı gerginleştirmektedir. Buna karşılık ayrılıkçı bölgeler Abhazya ve Güney Osetya’ya Rusya’nın açık desteği Gürcistan’ın tepkisini çekmektedir. Gergin ilişkiler Ağustos 2008’de yaşanan savaş ile iyice gün yüzüne çıkmış ve Gürcistan-Rusya ilişkileri tamamen bozulmuştur.
ABD: 11 Eylül saldırılarından sonra terörizmle savaşı birinci önceliği haline getiren ABD, “Büyük Orta Doğu Projesi” çerçevesinde bölge ülkelerinin
demokratikleştirilmesini, batı tarzı yönetim sistemlerini benimsemelerini ve Avrupa-Atlantik eksenine yakınlaşmalarını istiyor.

Bu açıdan bakıldığında Kafkasya bölgesi Avrupa-Atlantik ekseninin önemli halkalarından birisidir. ABD bu amaçla bölge ülkelerinde çeşitli sivil toplum örgütleri aracılığıyla batı yanlısı hareketleri ve demokratik rejimlerin kurulmasını desteklemektedir. Gürcistan’daki “Gül Devrimi” ve Ukrayna’da “Turuncu Devrim” ABD’nin bu politikasında başarılı olduğunu göstermiştir.

ABD, Soğuk Savaş sonrası eski Sovyet Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Rusya’ya karşı yeni bir “çevreleme politikası” sürdürmektedir. Bölgede özellikle Gürcistan ile çok yakın ilişki içerisindedir. Kafkasya bölgesinin güvenli bir hale getirilmesinin ve demokratikleşmesinin önündeki engellerden en önemlisi bölgedeki “Abhazya”, “Güney Osetya” ve “Dağlık Karabağ” gibi “Dondurulmuş Çatışmalar”dır. ABD açısından buna karşı konulacak en etkili tavır bölge ülkelerinin NATO başta olmak üzere Batı örgütlerine entegre olmasıdır. ABD’nin söz konusu politikası bölgeyi hayati çıkar alanları arasında gören Rusya’yı endişelendirmekte ve kontr politikalar üretmeye
zorlamaktadır.

AB: Küresel bir güç olma yolunda AB’nin öncelikli hedefi etrafında bir güvenlik kuşağı oluşturmaktır. Bulgaristan ve Romanya’nın birliğe üye olarak kabulüyle sınırları Karadeniz kıyılarına ulaşmıştır. Türkiye üyelik için başvurmuş ve belirtilen kriterleri yerine getirmek için çalışmaktadır.

Ukrayna ve Gürcistan da uzun dönemde AB üyeliğine dönük planlar yapmaktadırlar. Bu durum gelecekte AB’nin doğu sınırının Kafkasya
bölgesine kadar uzanacağına işaret etmektedir. Rusya’ya enerji yönünden bağımlılığını gittikçe azaltmak isteyen Avrupa açısından Hazar havzası petrol ve doğalgazını batıya ulaştıran enerji hatları oldukça önemlidir. Bu amaçla “Nabucco” gibi alternatif hatlar planlamaktadır.

İnsan, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi sorunlarla mücadeleyi politika olarak belirleyen AB açısından Kafkaslar bölgesi potansiyel risk bölgesidir.

AB son dönemde Kafkasya bölgesini yakından izlemeye almıştır.

AB, özellikle 2004 genişlemesi ile Kafkasya’yı komşuluk statüsüne almıştır. 

AB’nin güvenlik algılamasında, bölgesinin ve komşu bölgelerin istikrar içinde olması önemlidir. Bu açıdan çatışmaların önlenmesi, demokratik yönetim, azınlık ve insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi istikrar için önemli noktalardır. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Avrupa Komisyonu’na üyedirler. Bu bağlamda AB’nin Kafkasya’daki gelişmelere uzak kalması düşünülemez.

Rusya: Rusya tarih boyunca zayıf ve istikrarsız dönemlerinde kendi kabuğuna çekilmiş ve içe dönük politikalar uygulamıştır. Güçlü ve istikrarlı dönemlerinde ise yayılmacı ve baskıcı bir politika izleyerek dışa dönük politikalar uygulama yoluna gitmiştir. Özellikle, yüksek petrol fiyatlarına bağlı olarak son yıllarda muazzam gelir elde eden Rusya ekonomik açıdan yeniden güçlenerek Kafkasya dahil eski Sovyet coğrafyasında siyasi ve askeri olarak nüfuzunu tekrar artırmak ve bölge ülkelerini etkisi altına almak istemektedir.

1993 yılında açıklanan Dış Politika Doktriniyle Rusya eski Sovyet coğrafyasını “yakın çevre” adıyla kendi nüfuz bölgesi olarak ilan etmişti.

Ancak SSCB sonrası gerek siyasi gerek ekonomik anlamda istikrara kavuşamayan Rusya bu politikasını kendi istediği şekilde tam anlamıyla
uygulayamamıştır. 2000 yılından itibaren Rusya devlet başkanı V. Putin’in sert ve kararlı politikalarına petrol fiyatlarındaki beklenmedik düzeydeki artışların ekonomiye olumlu katkısı eklenmesi Rusya’yı çıkarlarını korumak adına daha sert politikalar uygulama yönünde cesaretlendirmiştir.

Ağustos 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı bu açıdan uluslararası arenaya eskisi gibi güçlü bir şekilde dönmek istediğinin sinyallerini vermiştir. Rusya eski “büyük güç” statüsüne yeniden dönmek istemekte ve “yakın çevre” kabul ettiği coğrafyada yeniden hakimiyet sağlamak için gerginlikleri tırmandırma, kendisine bağlı cepheler oluşturma ve ayrılıkçı hareketleri destekleme şeklinde “kontrollü istikrarsızlık” politikası uygulamaktadır. Bölgedeki sorunları kendi kontrolünde tutma politikası izlemekte ve diğer aktörlerin çok fazla bölgeye müdahil
olmamasını istemektedir.

Rusya enerji kaynaklarının uluslararası pazarlara kendi topraklarından geçen mevcut boru hatlarından taşınması için büyük mücadele vermiş ancak alternatif hatların inşa edilmesine engel olamamıştır. Kafkasya’da çıkarlarının tehlikeye düştüğünü gören Rusya dondurulmuş çatışmaları koz olarak kullanmaktadır. NATO’nun doğuya doğru genişlemesine Baltık Denizi ve Doğu Avrupa’da engel olamayan Rusya açısından Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelik başvurusunda bulunması bardağı taşıran son damla olmuştur. Rusya, bölgedeki başat pozisyonunu korumak, ABD ve NATO’nun etkilerinin yayılmasını engellemek ve enerji ulaşım hatlarındaki tekel kontrolünü korumak için sert politikalar
izlemektedir.

İran: Bölgedeki bir diğer aktör ise İran’dır. İran da Türkiye gibi bölgesel bir güç olma isteğindedir. İran’ın Batı tarafından dışlanması, nükleer politikası nedeniyle ABD tarafından baskı altında tutulması ve ambargolara maruz kalması dikkatini kendi hinterlandına çevirmesine neden olmuştur. SSCB sonrası dönemin ilk yıllarında bölge ülkelerine rejim ihracı yapmaya çalışacağı düşünülen İran, oldukça pragmatist bir politika izleyerek daha çok ekonomik ve siyasi çıkarlarını savunma ve geliştirme politikası izlemiştir. Bölgede Rusya ve Ermenistan ile yakın ilişkiler içerisindedir. Bölgeye yönelik politikası daha çok bölge ülkelerinin ABD ile olan ilişkilerine endekslidir. Bu açıdan Rusya ile ilişkilerini stratejik olarak değerlendirmektedir. Rusya açısından, İran’la kurulan yakın ilişkiler, tek kutuplu dünya politikasına, NATO’nun doğuya doğru genişlemesine ve NATO üyesi Türkiye’nin gerek Güney Kafkasya’da gerekse Orta Asya’da etkinliğinin artmasına karşı bir denge unsuru olarak görülmektedir.

Türkiye: Türkiye tarihiyle, coğrafyasıyla, ekonomisiyle, kültürüyle ve siyasi yapısıyla Kafkasya bölgesinde çok önemli bir ülkedir. Türkiye’nin laik ve demokratik sistemi, bölge ile uzun tarihsel geçmişi, kültürel birikimi, batılı çağdaş değerleri Kafkasya için önemli bir model oluşturmaktadır.

Coğrafik konumu itibariyle Türkiye Kafkasya ülkeleri için batıya açılımın bir çıkış ve açılım noktasıdır. Aynı şekilde Kafkasya Türkiye açısından doğuya yani Orta Asya’ya açılımın kapısıdır. 2006 yılında faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, 2007’de faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ve 2008 yılında faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı bölgenin Türkiye açısından stratejik önemini daha da artırmıştır. Bu yüzden Kafkasya bölgesindeki barış ve istikrar Türkiye’nin kendi güvenliği ve istikrarı bakımından da büyük önem taşımaktadır.

Türkiye’nin gerek Kuzey Kafkasya gerekse Güney Kafkasya bölgesi ile tarihi, kültürel, ekonomik ve siyasi bağları mevcuttur. Türkiye, SSCB’nin dağılmasının ardından Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ın bağımsızlıklarını ayrım gözetmeksizin hemen tanımıştır. Geleneksel olarak Azerbaycan ve Gürcistan’a özel önem vermekte ve bu ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin bölgede sadece Ermenistan ile diplomatik ilişkisi bulunmamaktadır. Ermenistan’ın bağımsızlık bildirisinde ve Anayasasında Türkiye’nin toprak bütünlüğünü  sorgulayan ifadelerin yer alması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki sınırı belirleyen 1921 tarihli Kars Anlaşması’nın yürürlükte olduğunu resmen tanımaktan kaçınması, soykırım iddialarının uluslararası alanda tanınmasını öncelikli dış politika hedefi olarak benimsemesi ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarından geri çekilmemesi Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini önleyen unsurlardandır.

Türkiye, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Azerbaycan ve Gürcistan ile ekonomi, finans, ticaret, enerji, ulaşım, eğitim, sağlık, turizm, kültür ve savunma gibi alanlarda birçok anlaşma imzalamıştır. Türkiye - Azerbaycan ve Türkiye-Gürcistan ekonomik ve siyasi ilişkileri gittikçe ilerlemektedir.

Türkiye’nin Kafkas politikası, Azerbaycan ve Gürcistan ile yakın ilişkiler tesis etmek, Ermenistan’a karşı mesafeli davranarak diyalog yollarını açık tutmak, İran ve özellikle Rusya ile bölgesel nüfuz için rekabet etmek olarak özetlenebilir. Türkiye’nin Güney Kafkasya bölgesine yönelik politikasının temelini egemenlik ve toprak bütünlüğüne sahip; barış, istikrar ve işbirliği içerisinde yaşayan devletlerin varlığı ve bu ülkelere çağdaş dünya ile entegrasyon yolunda siyasi ve ekonomik destek sağlanması oluşturmaktadır.

Türkiye’nin Kafkasya’ya yaklaşımında bölge ülkelerin bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin korunması ve ekonomik güçlerinin artırılması öncelikli amaç olmak zorundadır. Rusya ile ticari ve siyasi ilişkiler oldukça ilerlese bile Kafkasya’da iki ülkenin çıkarlarının çoğu zaman uyuşmadığı unutulmamalıdır. Türkiye, Kafkaslarda “Türkiye - Gürcistan - Azerbaycan” şeklinde formüle edilen doğu-batı eksenini, Rusya ise “Rusya-Ermenistan-İran” şeklinde formüle edilen kuzey-güney eksenini savunmakta ve bunlara uygun politikalar izlemektedir.
Rusya, Türkiye’nin doğu-batı ekseninde enerji nakil ve ulaşım koridoru olmasını çıkarlarına aykırı görmektedir. Alternatif olarak kuzeygüney enerji nakil ve ulaşım koridorunu geliştirmek istemektedir. Türkiye, açısından doğu-batı ekseni bölge ülkeleri ve Orta Asya ile ekonomik ilişki ve entegrasyon açısından önemlidir. Türkiye, doğu-batı ekseninde söz konusu ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye devam etmeli ve bu ülkelerin Avrupa-Atlantik eksenine yaklaşmalarını aktif biçimde desteklemelidir.

Bu bağlamda Türkiye NATO’nun Güney Kafkasya ülkelerini içine alarak genişlemesini Rusya’nın itirazlarına rağmen desteklemelidir. Türkiye’nin Rusya’nın Kafkasya’daki gücünü başka türlü dengeleme olanağı bulunmamakta dır. Bu durum Rusya ile ilişkilerin bozulması anlamına gelmeyecektir. Çünkü Rusya-Türkiye ilişkileri işbirliği ve rekabetin bir arada olduğu birbirini tamamlayan ilişkilerdir. Türkiye, uluslararası hukuk çerçevesinde çıkarlarını Kafkasya’da Rusya’ya rağmen savunmaya devam etmelidir. Etkinliğini iyice yitiren KEİÖ de hem ekonomik hem siyasi anlamda canlandırılmalıdır. Bölge ülkelerinin hepsini tek çatı altında toplayan tek örgüt olmasına rağmen etkinliği bulunmamaktadır. KEİÖ’nün Kafkasya’nın geleceği açısından siyasi yönüne ağırlık verilmelidir.

Dağlık Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya gibi ayrılıkçı bölge sorunları bölgede barış ve istikrarın tesisinin önündeki en temel engellerdir.

Bu sorunların çözümlenememesi ve gittikçe daha kötüleşmesi bölgede devletlerarası ikili ve çok taraflı ilişkilerin gelişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye, Kafkasya ülkelerindeki tüm ihtilafların barışçı yollardan çözümünden yana olmalı ve bu ülkelerdeki siyasi istikrara ve ekonomik refaha katkıda bulunmalıdır. Bu açıdan Rusya - Gürcistan savaşından sonra Türkiye’nin tekrar gündeme getirdiği “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Paktı” önemli bir adımdır ancak kısa vadede uygulanması oldukça zordur. Bölge ülkelerinin birbirleriyle olan sorunlu ilişkileri böyle bir paktın daha başta sorgulanmasına yol açacaktır.

Kaldı ki böyle bir girişim uzun zamandır düşünülüyorsa bile savaş sonrası açıklanması aslında çok geç kalındığına işaret etmektedir. Ancak yine de Türkiye bu konuda taraflara ısrarcı olmalıdır. 2000 yılında yine Türkiye tarafından ortaya atılan bu pakt Rusya’nın olumsuz tavrı sebebiyle hayata geçirilememişti. Aynı şekilde yeni teşebbüsün de Rusya’nın onayı olmadan hayata geçmesi çok zordur. Rusya’nın ikna edilmesi aynı zamanda Ermenistan’ın da bu pakta dâhil edilmesi anlamına gelecektir. Bu ise yıllardır sorunlu olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerini
kuvvetli bir diyalog zeminine çekmek olacaktır.

Ermenistan’ın, Azerbaycan topraklarını işgali Güney Kafkasya’da siyasi istikrarın, ekonomik gelişmenin ve bölgesel işbirliğinin önündeki en önemli engeldir. Dağlık Karabağ sorunu konusunda barışçı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunması amacıyla AGİT çerçevesinde faaliyet gösteren Minsk Grubu’nun çalışmaları yetersiz ve neticesiz kalmıştır. Türkiye, Güney Osetya sorununun geldiği noktayı dikkate alarak tıkanıklığın aşılabilmesi için Minsk Grubu’nun çalışmalarını diplomatik platformlarda sorgulamaya başlamalı, bu konuda yeni projeler ve açılımlar
ortaya koymalıdır.

Türkiye, Ermenistan ve Ermeni diasporasına uyguladığı politikaları tek bir potada değil ayrı ayrı değerlendirmelidir. Bölgenin kapalı ve çevrelenmiş ülkesi olarak Ermenistan siyasi ve ekonomik açıdan diasporaya bağımlı durumdadır. Diaspora ise Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yumuşama ve ilerlemeye kesinlikle karşıdır. Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerinde aşamalı olarak bu ülkeyi diyalog zeminine çekecek, güven kazandırıcı çabalarına devam etmelidir. Bu çabalarla Ermenistan’a ekonomik olarak gelişmesi ve çağdaş dünyaya entegre olması için Türkiye ile yapıcı bir diyaloga girmesi gerektiği telkin edilmelidir. Bu sayede uzlaşmaz karaktere sahip diaspora ile Ermenistan yönetimi arasındaki bağa darbe vurulacaktır. Bu bağ ne kadar zayıflarsa o kadar Türkiye’nin faydasınadır. Ermenistan ile diyalog kapıları açılırsa, Suriye-İsrail, ABD-İran ve son olarak Rusya-Gürcistan arasındaki sorunlarda arabulucu olarak inisiyatif alan ve politik manevra alanını genişleten Türkiye, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunlarda da arabuluculu rolü oynayabilir.

Rusya 1991’den sonra batı kurumlarının gerek Avrupa’da gerek Kafkasya’da doğuya doğru ilerlemesine kendisinin çevrelenmesi olarak bakmış ancak son yıllara kadar bu politikalara karşı pasif karakterde cevaplar vermiştir. Ancak Rusya’nın Kafkasya’da statükoyu bozan aşırı müdahalesi bu duruma artık aktif ve sert cevaplar vereceğini açıkça ortaya koymuştur. Türkiye açısından taşıdığı büyük stratejik önemden dolayı, Rusya’nın Kafkaslarda etkisinin yayılması Türkiye’nin çıkarlarına zarar verecektir. Türkiye bir taraftan Rusya ile ilişkilerini geliştirirken diğer taraftan Rusya’nın bu politikalarına karşı dengeleyici politikalar üretmelidir. Türkiye, Rusya’nın Kafkasya’da yayılmasına ve etkisini artırmasına
karşı batının ürettiği politikalar konusunda da kendi çıkarları prizmasından bakarak hareket etmelidir.

Türkiye’de yaşayan sayıları milyonlarla ifade edilen Kafkasya kökenli bir diaspora bulunmaktadır. Türkiye bölge ülkelerinin egemenlik ve toprak bütünlüğünü savunurken aynı zamanda nüfus yapısı, kültürel yakınlık ve tarihi bağlar nedeniyle bölgedeki sorunlarla yakından ilgilenmek durumundadır. Bunu yaparken ülkelerin tepkisini çekmemeye çalışmalı, içişlerine müdahale ediyor görüntüsü vermemelidir. Örneğin Türkiye’nin Kuzey Kafkasya politikası, aynı zamanda Türkiye’nin Rusya Federasyonu politikasının bir parçasıdır. Aynı şekilde Ahıska Türkleri politikası Türkiye’nin Gürcistan ile ilişkilerinden ayrı düşünülemez.

Bu bağlamda, Gürcistan ile ilişkiler geliştirilirken bir taraftan da Ahıska Türklerinin Gürcistan’daki yurtlarına dönebilmeleri için Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin Ocak 1999’da aldığı Ahıska Türklerinin yurtlarına geri dönüşüne dair kararın Gürcistan tarafından uygulanışını takip etmelidir.

Bünyesinde barındırdığı Kafkas kökenli nüfusu vasıtasıyla Kafkasya’daki halkları birbirine yakınlaştıracak projeler ortaya koyarak “Kafkasya
Evi” bilincini geliştirmelidir. Kafkasya’nın birbirine düşman halkların coğrafyası olarak kalması Türkiye’nin hemen yanı başında patlamaya
hazır kriz ve savaşlarla her an yüz yüze olması demektir. Bu durum ise çevresinde istikrar ve barış ortamı isteyen Türkiye’nin çıkarlarına
büyük zarar verecektir ve zaten hâlihazırda vermektedir. Bütün bunları yaparken aynı zamanda Türkiye Kafkasya bölgesinde kriz yönetimi
kabiliyetini arttırmaya ve geliştirmeye çalışmalıdır.

Kafkasya’da Ağustos 2008’de ortaya çıkan kriz Türkiye’ye daha güçlü ve istikrarlı bir ülke olması gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır.

Bölge ülkeleri açısından ise uluslararası hukuk çerçevesinde hareket eden istikrarlı ve güçlü bir Türkiye’ye olan ihtiyacı ortaya çıkartmıştır.

Bu bağlamda Türkiye’nin AB üyeliği konusu yanı başındaki sıcak ve sorunlu bölge Kafkasya’nın istikrarı ve dolayısıyla ulusal çıkarlarının korunması
açısından öncelikli yerdedir. AB üyesi bir Türkiye Kafkaslarda istikrar ve barışın teminine çok büyük katkılarda bulunacaktır.


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA
Dr. Fatih ÖZBAY

17. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***