TÜRKİYENİN VİZYONU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TÜRKİYENİN VİZYONU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ekim 2015 Cuma

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 17




TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 17


AFRİKA VİZYON BELGESİ
Hasan ÖZTÜRK BİLGESAM 
Afrika Uzmanı


GİRİŞ

Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte değişen uluslararası siyasette değişen dengeler ve yeni bir hal alan ülkeler arası ilişkiler neticesinde dünya siyasetinde ki önemli aktörler, Afrika kıtasına yönelik politikalarını gözden geçirip yeniden yapılandırmışlardır. Bununla birlikte, değişen şartlar doğrultusunda Afrikalı ülkeler de kendilerini uluslararası arenada yeni bir pozisyon alıp dış politikalarını yeniden tanımlama ihtiyacı duymuşlardır. İlerleyen sayfalarda da ele alınacağı üzere Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve diğer bazı ülkeler kıtaya yönelik politikalarını gözden geçirmiş ve uluslararası sistemin yeni gerçekleri ve değişen ulusal çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırmışlardır. Son on yıldır dünyada ki önemli devletlerin kıtadaki faaliyetleri dikkatle izlendiğinde bu ülkelerin kıtaya olan ilgilerinin arttığı ve kıtanın bu ülkeler için daha önemli bir hal aldığı yaşanan siyasi gelişmelerden anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin de Afrika politikasını Soğuk Savaş dönemindeki şekliyle devam ettirmesi mümkün değildir ve uluslararası şartlardaki değişimi ve kıta içindeki dinamikleri de hesaba katarak kıtaya dönük yeni bir dış politika çerçevesi hazırlanması gerekli bir hal almıştır.

İlerleyen sayfalarda detaylıca gösterileceği üzere Afrika kıtası Türkiye için önemlidir. Günümüz itibari ile önemli görünmese ve mevcut şartlar altında
kıtaya önem vermek faydacı bir yaklaşım olarak görülmese de yakın gelecekte Afrika’nın dünya siyasetinde farklı bir konumda olacağı birçok uzman tarafından dile getirilmektedir. Uzmanları bu yönde düşünmeye iten en önemli sebep Afrikalı ülkelerin sahip oldukları potansiyeldir. Bu ülkeler zengin doğal kaynak ve yeraltı zenginliklerine sahiptir. Bunun yanı sıra genç nüfus üretimde bu ülkeleri avantajlı hale getirmektedir. Tüm bunların ötesinde ise kıta dışında yaşayan eğitimli Afrikalı sayısı çok fazladır. Kıtadaki şartlar düzelme gösterdiğinde bu yetişmiş beyin gücünün ve sermayenin de kıtaya dönmesiyle birlikte var olan potansiyel değerlendirildiğinde Afrikalı ülkeler büyük bir sıçrama yaparak dünya siyasetindeki ve ekonomisindeki konumlarını daha avantajlı konuma getirecekler dir.

İşte böyle bir dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ülkeleri ile olan ilişkilerin in durumu ülkemiz için önem arz edecektir. Şimdiden atılacak adımlar gelecekte doğacak fırsatları iyi değerlendirmemiz için şartları hazırlayacaktır.

Şimdiye dek ihmal edilen bu coğrafya ihmal edilmeye devam edilirse ülkemizin yakın gelecekte doğacak fırsatları değerlendirme şansı olmayacaktır.

Bölgesel bir güç olmanın ötesinde küresel güç olma hedefi olan Türkiye’nin bu kıtayı daha fazla ihmal etmesi düşünülemeyeceği gibi rast gele politikalar
yerine çok boyutlu, tutarlı ve samimi politikalar gütmesi gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kıtaya yönelik dış politika çerçevesinin temelini ülkemizin mirası üzerine kurulduğu Osmanlı imparatorluğu’nun Afrika ile
geçmişte kurduğu yakın ve sıhhatli ilişkiler oluşturmalıdır. Bugün Afrika ülkeleriyle en sıkı ilişkilere sahip ve bu ülkeler üzerinde en fazla etkiye sahip
devletler kıtada sömürgecilik geçmişine ve olumsuz bir imaja sahiptir. Ancak, bu olumsuz geçmiş ve sömürgecilik imajına rağmen bu devletler Afrika ülkeleri ile yakınlık kurmayı başarmış ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bu ülkeler ile siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel işbirliği içine girmişlerdir.

Kıta üzerinde hala canlı olan Osmanlı izleri Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika ülkeleri ile yakınlaşmasını kolaylaştırıcı bir etkendir. Geçmişte kıta halkına zulüm eden ve yönetimi ellerinde bulundurdukları yarım yüzyıla yakın sürede bu ülkelerin gelişmelerinin önüne set çekmiş devletler bugün Afrikalı devletler ile pozitif ilişkiler içinde olabiliyorlarsa, Türkiye için bunu yapmak çok daha kolay olacaktır. Çünkü her ne kadar bazı çevrelerde Türkler de Afrika’da batılı emperyalist güçler ile bir tutulsa da kıta halkı tarih derslerinde Türkler ile geçmişteki münasebetlerini okumakta ve aradaki farkı bilmektedir.

TARİHİ İLİŞKİLER VE ALTYAPI

İlişkiler 1584 yılında Portekizlilere karşı Osmanlı’dan yardım talebinde bulunulması na kadar geri götürülebilir.  Yemen valisi denizci Ali Bey’i bugünkü Kenya’nın Mombasa şehrinde yaşayan Müslümanların yardım talebini karşılamak üzere görevlendirmiştir. Ali Bey Aden körfezinden gemilerle Doğu Afrika sahillerine hareket edip, Somali’yi geçerek Mombasa’ya ulaşmış daha sonra Kenya’dan Aden’e dönen Ali beyin arkasında bıraktığı memurlar bölgede Türk hakimiyetini bir süre devam ettirmişlerdir. Hatta Doğu Afrika sahillerinde bulunan Zanzibar adasında 1960’lı yıllara kadar Sultan Abülhamid han adına hutbeler okunduğunu bizzat oranın insanından duymak mümkündür. Bu da onların şuuraltında ne kadar derin bir etki bırakıldığını göstermektedir.

Afrika’da Türk izlerine kıtanın diğer bölgelerinde de rastlamak mümkündür.

Afrika’nın kuzeyinin Osmanlı hakimiyeti altında olması birçok sömürgeci devletin Afrika’nın güneyine doğru yayılmasını engellemiştir.

Özellikle sahra altı bölgelerdeki devletler Osmanlı’nın hakimiyetini kabul ettiler ve 1880’de Tibu Reşade (Çad) ilçesi ve 1911’de Kavar (Nijer) ilçesi kuruldu.
Bu tarihi bağlar Afrika’ya açılımı planlayan Türkiye’nin en güçlü yönüdür. Sömürgecilik gibi kara bir geçmişe sahip ülkelere göre Türkiye’nin Afrika ile ilişkiler konusunda şanslı olabileceği yönlerden birisi olarak bu tarihi bağları saymak mümkündür.
Ayrıca birinci dünya savaşından sonra dünyayı paylaşmaya kalkan sömürgecilere karşı Türkiye’nin verdiği tepki, Afrika başta olmak üzere birçok üçüncü dünya ülkesindeki bağımsızlık hareketlerinde tetikleyici rol oynamış, Atatürk’ün emperyalizm karşısındaki duruşu da birçok Afrika ülkesine örnek olmuştur. Bugün bile Tanzanya’da ve bazı diğer Afrika ülkesinde okutulan lise ders kitaplarında Türklerin Afrika ile olan yardımsever ve sömürge amaçlı olmayan ilişkileri öğrencilere öğretilmekte ve anti-sömürgeci mücadelenin öncüsü olarak Türkiye gösterilmektedir.

YENİ BİN YILDA AFRİKA’NIN DEĞİŞEN KONUMU


19. yüzyıl sonlarına doğru Avrupalı güçlerin Afrika’ya olan ilgilerinin artması sonucu 1885 senesinde imzalanan Berlin anlaşması ile birlikte Afrika’nın
yabancı güçler tarafından kıtayı “medenileştirme” adı altında sömürgeleştirilmesi başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası kıtadaki yönetimler Avrupalı devletlerarasında el değiştirse de sömürgecilik devam etmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1950’li yılların sonlarından itibaren Afrika’daki Avrupalı ülkelerin sömürgeleri bağımsızlıklarını kazanmaya başlamışlardır. Afrika’da devletlerin oluşumu Avrupa’daki oluşumlarla pek fazla benzerlik göstermemektedir. Bağımsızlıklarını elde eden ülkeler aslında sömürgeci güçlerin bıraktıkları siyasi alanı yönetmeye talip olmuşlardır. Bu yüzdendir ki, Afrika kıtası söz konusu olduğunda sınırların “yapay” olması tartışılır. Yine Avrupa’nın aksine Afrika’da ulus devlet anlayışı sömürgeciliğin bir sonucu olarak günümüzdeki şekliyle gerçekleşememiştir. Kıtada yaşanan iç çatışmaları ve ülke sınırları içinde yaşanan savaşları bu bağlamda değerlendirmek yanlış bir yaklaşım olmayacaktır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan çift kutuplu sistemde bağımsızlıklarını kazanan Afrikalı ülkeler iki çoğu zaman ABD ve Sovyetler Birliği’nin güç mücadelelerinin gerçekleştiği mekânlar olmuştur. Soğuk Savaş döneminde kıtadaki ülkeleri mutlak çizgilerle olmasa da kapitalist veya sosyalist olarak ayırmak mümkündür. Bağımsızlıklarını yeni elde eden Afrikalı ülkelerde sömürgeciliğin izlerini silmek için kalkınma hamlesi yapmak zorunda idiler. Altyapının yokluğu, yatırımlar için sermaye eksikliği ve yetişmiş insan ihtiyacı gibi bir yığın temel sorunla mücadele etmek zorunda kalan Afrika ülkeleri maddi kaynak için ideolojik açıdan kendine yakın bulduğu süper güç ile yakın ilişkiler içine girdi. Yine bu dönemde, süper güçler için önemli olan, Afrikalı ülkelerin kalkınması, refah seviyesinin artması ve iç istikrarın sağlanmasından ziyade o ülkenin karşıt ideolojik blok içinde yer almaması idi. Dolayısıyla, on yıllar boyunca hem kapitalist hem de sosyalist blok kendi ideolojilerini idame ettirme adına Afrikalı birçok diktatöre göz yummuş ve birçok ciddi insan hakları ihlaline, despot yönetimlere destek çıkmış ve yeri geldiğinde iç savaşlarda bir grubu diğerine karşı alenen desteklemiştir. Bunun en canlı örneği Angola’da yaşanmış tır. Angola’da devam ettiği 27 yıl boyunca beş yüz binden fazla kişinin yaşamını yitirdiği iç savaşta iki süper güç farklı grupları destekleyerek bu trajik olayın yıllarca devam etmesine yol açmıştır.

Sovyetler Birliği’nin dağılması ile sona eren Soğuk Savaş dönemi ile birlikte tüm dünyada esmeye başlayan siyasi ve ekonomik liberalleşme rüzgârları etkisini Afrika’da da göstermiştir. Daha öncesinde ideolojik birlik içinde bulunduğu süper güç devletten maddi destek alan ülkeler yeni başlayan tek kutuplu dünya sistemi ile birlikte oldukça yüksek gelirden yoksun kalmışlardır. Özellikle Sovyetler Birliği’ne yakın Afrikalı ülkelerde sosyalist bloktan gelen yardımların kesilmesi bu ülkelerdeki yaşam şartların olumsuz etkilemiş ve birçok siyasi, sosyal ve ekonomik sorunun patlak vermesine neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde yardım eden süper güçlerin yerini uluslararası finans kuruluşları ve donör ülkeler almıştır. 1990’lı yılların başından itibaren ülkenin yönetimi için kaynak bulma amacıyla birçok Afrikalı devlet başkanı bu çevreler ile görüşmelere başlamıştır. Esen liberalleşme rüzgarlarının ve bu ülkelere verilecek yardımlar için koşulan şartların da etkisiyle birçok Afrikalı ülke çok partili sisteme geçiş yapmış, serbest piyasa ekonomisini kabul etmiş ve diğer birçok liberal politikaları hayata geçirmişlerdir. Yaklaşık son yirmi yıldır, uluslararası siyasette ve Afrika’da değişen dinamiklerin bir sonucu olarak Afrikalı liderler ulusal ve uluslararası sorunlara daha farklı yaklaşımlar sergilemektedirler ve kimi liderler halklarının önüne yeni vizyon koymayı başarabilmişlerdir. Afrika’nın içindeki bu değişimin sonucu olarak kıta içi yeni aktörler siyaset arenasına girmektedir. Öte yandan, milletler arası değişen dengelerin sonucu olarak ise Afrika’da etkin olan ve / veya etkinlik kazanmak isteyen aktörler ortaya çıkmıştır. Bu aktörleri tanımak ve onların kıtadaki faaliyetlerini hem kıta bazından hem de uluslararası boyut ta yorumlamak Türkiye Cumhuriyeti’nin kıtaya yönelik politikalarının oluşumu için önem arz etmektedir.

AFRİKA’DA KITA İÇİ VE KITA DIŞI AKTÖRLER


Soğuk Savaş sonrası Afrika’yı incelerken kıta içi ve kıta dışı olmak üzere iki farklı kategoride aktörleri değerlendirmek doğru olacaktır. Kıta içinde etkileri giderek artan bölgesel güçler, bölgesel örgütler ve kıtanın en büyük örgütü olan Afrika Birliği Örgütü (daha sonra Afrika Birliği olarak yeniden yapılandırıldı) ilk etapta ele alınması gereken aktörlerdir. Tek kutuplu uluslararası sistemin tek süper gücü olarak kabul edilen ABD’nin yanı sıra, bir diğer eski süper güç Rusya, kıta ülkeleri ile yakın ekonomik ve siyasi bağları bulunan Avrupa ülkeleri ve son dönemde etkisini artıran Çin Afrika’da etkili olan dış aktörlerdir.

Kıta içi aktörler

Güney Afrika Cumhuriyeti’nde uzun yıllar yönetimi ellerinde bulunduran beyaz azınlık, 1994’yılında sona erdirdikleri ayrımcı (Apartheid) yönetiminin ardından siyahların da yönetime katılmasıyla insan onuruna yakışmayan şartlar değişmeye başladı. Belirli bir düzeyde gelişmişlik seviyesine ulaşan ülke ırkçılık sorununu resmiyette çözerek ülke yönetiminde siyahların ve beyazların yer alması şeklinde çözmesiyle birlikte bugün itibariyle kıtanın ağabeyi konumunda dır. 2003 yılında kıtayı ziyaret eden ABD devlet başkanı George W. Bush’un ziyaretinin büyük kısmını bu ülkede geçirmesi de bu ülkeye verilen önemin bir göstergesidir. Diğer tarafta ise batı Afrika’da Nijerya bölgesel güç olarak kendisini dünyaya kabul ettirmektedir.

Batı Afrika Ülkeleri Ekonomik Topluluğu’nda (ECOWAS) aktif rol üstlenmesi ve bölgedeki iç savaşlara müdahale için düzenlenen güçlere öncülük etmesiyle bu ülkenin de artan siyasi gücü dikkatlerden kaçmamaktadır. Kıtanın doğusunda Kenya ve Tanzanya arasında doğu Afrika bölgesinde hegemonya kurma mücadelesi örtülü de olsa şimdiye dek gerilime yol açmadan devam etmektedir. Kenya’nın nispeten gelişmişliği ve komşularına nazaran büyük ekonomisi bu ülke için avantaj oluştursa da iç barışını tesis edememiş olması ve etnik gruplar arası şiddetin her an patlak vermeye hazır olması bu ülke için dezavantaj oluşturmak ta dır. Son seçimler sonrasında ülkede yaşanan şiddet olayları bunun en bariz örneğidir. Buna karşın Tanzanya ekonomik açıdan daha az gelişmiştir ancak yakın gelecekte kaygı verici derecede ülke içi bir sorunun patlak vermesi tahmin edilmemektedir. Bu nedenledir ki son yıllarda ülkenin çektiği yabancı yatırım miktarındaki artış, insan hakları alanındaki iyileşme ve siyasi istikrar sonucunda Tanzanya, The Economist dahil olmak üzere birçok yayın organı tarafından kıtanın parlayan yıldızları arasında gösterilmektedir.

Bir diğer kıta içi dinamik de kıtada kurulan bölgesel örgütlenmelerdir. Güney Afrika Cumhuriyeti, Nijerya ve Kenya sırasıyla Afrika’nın güneyi, batısı ve doğusunda lider konumdaki ülkelerdir. Bu ülkeler bölgelerindeki örgütlerde de önemli roller üstlenmekte ve örgütlerde itici güç konumunda bulunmaktadırlar. Bunların en etkin olanı ECOWAS, Güney Afrika Kalkınma Topluluğu (GAKT) ve Doğu Afrika Topluluğu’dur (DAT). ECOWAS bölge ülkelerine sıçrayarak uzun yıllar devam eden iç savaşlar neticesinde kendi barış gücünü oluşturarak, sorunlara müdahale etmekte ve seçimlere gözlemci göndermektedir. DAT 2005 senesinde gümrük birliği anlaşması imzalamış ve önümüzdeki dönemde ortak para birimine geçme kararı almayı planlamaktadır. Şuanda DAT üyelerinin ortak para birimi kullanma planları dışında on iki eski Fransız sömürgesi olan ülke Orta Afrika Frank’ını ve sekiz bağımsız batı Afrika ülkesi ise batı Afrika Frank’ı kullanmaktadır.

GAKT ise daha çok ekonomik işbirliği alanında faaliyet göstermektedir.

1990’lı yılların sonlarında Zimbabwe’nin Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ne ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Lesoto’ya müdahalesinde örgütü ulusal çıkarları doğrultusunda meşruiyet sağlamak amacıyla kullanmaları örgütü diğer üyeler ve uluslararası toplum nezdinde sorgulanır hale getirmiştir.

Maalesef ülkeler arası rekabet ve güç mücadeleleri Afrika kıtasındaki bölgesel örgütlerin daha işlevsel ve üye ülkelerin kalkınmaları ve güvenliklerinin
temini için daha faydalı olmalarının önündeki en büyük engel olarak durmakta dır. GAKT’de Zimbabve ve Güney Afrika Cumhuriyeti, ECOWAS’da ise Nijerya ve Fildişi Sahilleri arasında süren rekabet bölgesel örgütün ve üye ülkelerin çıkarlarının gerektiğince savunulmasını önlemektedir.

Tüm bunların sonucunda günümüz Afrika’sında ülkeler bir blok olarak hareket ederek bölgesel entegrasyonu sağlayarak çıkarlarını korumaktansa bireysel
hareket etmektedirler.

Afrika’ya dönük ülkemizin sahip olacağı vizyon içerisinde bu bölgesel örgütlerin çalışmaları yakından takip edilmelidir. Her ne kadar yukarıda belirtilen
nedenlerden dolayı günümüzde fazla etkin olmasalar da yakın gelecekte ülkelerin vizyon birliği sağlayıp bazı yapısal ve siyasi sorunları aşarak bölgesel entegrasyona daha fazla önem verecekleri birçok uzman tarafından tahmin edilmektedir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti bu örgütler ile bir takım
çalışmaları birlikte yürüterek ve ufak çapta dahi olsa somut projeler ile diplomatik ve sivil toplum düzeyinde ilişkiler kurulabilir.

Bölgesel örgütler dışında son yıllarda Afrika kıtasında dikkatleri çeken en önemli siyasi oluşum şüphesiz Afrika Birliği’dir. 1963 yılında kurulan Afrika Birliği Örgütü, yerini 2002 yılında kurulan Afrika Birliği’ne (AFB) bırakmıştır. Kimilerince sadece kağıt üzerinde bir değişiklik olarak algılansa da AFB’nin kuruluşu Afrika’daki paradigma değişiminin bir göstergesidir. Afrika Birliği Örgütü’nün ve AFB’nin kuruluş anlaşmaları karşılaştırıldığında öncekinin kuruluş felsefesinin günümüz Afrika’sının sorunlarına çözüm bulmaktan çok uzak olduğu, gereken dünya görüşüne sahip olmadığı ve günümüz sorunlarının çözümü için gerekli kurumların oluşturulmasından bahsetmediği göze çarpacaktır. Avrupa Birliği’nin aksine AfB hedef olarak siyasi birliği belirlemiştir. Yine Avrupa Birliği’nin aksine bizzat üye ülkeleri değil üye ülkelerin bağlı bulundukları bölgesel örgütleri koordine etmeyi amaçlamaktadır.

AFB yeni ve genç bir örgüttür. Kısa zamanda Afrikalı ülkelerden harikalar ortaya koymalarını beklemek gerçekçi değildir. Kağıt üzerinde çağdaş bir bölgesel örgüt izlenimi veren AfB’nin ortay koyduğu hedeflere ulaşmak, gerekli kapasiteden yoksun üye ülkeler için zaman alacaktır. Ancak daha önce değinildiği gibi kıta ülkelerinin sahip oldukları potansiyel hammadde kaynakları, insan gücü ve yurtdışında yetişen eğitimli Afrikalılar ilerleyen yıllarda kıta ülkelerinin karşılaşacakları fırsatları çok iyi değerlendirmelerini kaçınılmaz kılacaktır.

Kıta dışı aktörler

Tüm dünyada etkin olan ABD Afrika kıtasında da en etkin ülke konumundadır. 

Soğuk Savaş döneminde sahip olduğu etkinliği günümüzde hala sürdürmektedir. ABD özellikle enerji sektöründe Afrika’ya bağımlıdır. Halen petrol ihtiyacının %18’ini Afrika’dan karşılayan ABD 2015 yılında bu rakamı %25 çıkarmayı planlamakta dır. ABD’nin başkan adaylarından Obama ise bu rakamı daha yukarı çekmeyi düşünmektedir. Petrol dışında ABD kıtadan birçok hammadde temin etmektedir.

Afrika’nın ABD için bir diğer önemi ise askeri ve stratejik açıdandır. 2010 yılına kadar ABD Afrika’daki üs sayısını 12’ye çıkarması beklenmektedir.

Bunlardan daha önemli olan gelişme ise ABD’nin aldığı bir karar ile AFRICOM projesini hayata geçirmeye başlamasıdır. Daha öncesinde kuzey Afrika’nın
bir kısmı Ortadoğu’ya bakan CENTCOM’a bağlıyken kıtanın geri kalan kısmı Avrupa’dan sorumlu olan EUROCOM’a bağlı idi. Yeni bir yapılanmaya gitme kararı alan ABD Savunma Bakanlığı Afrika’nın tamamından sorumlu olacak bir kumandanlık kurma kararı almıştır. Sadece Mısır, Ortadoğu’da gelişmelere doğrudan taraf olması nedeniyle CENTCOM’a bağlı kalmaya devam edecektir ve bunun dışında kalan tüm kıta AFRICOM’un görev alanı olacaktır.

Yeni bin yılda tek süper güç olarak kabul edilen bir ülkenin böyle bir karar alması Afrika’nın sahip olduğu ve gelecekte sahip olacağı önemi göstermektedir.

AFRICOM’un 2008 sonunda faaliyete geçmesi beklenmektedir.

Genel komuta merkezi bir Afrika ülkesine inşa edilinceye kadar Almanya’da göreve başlanması öngörülmektedir. AFRICOM’a temel olarak altı görev verilmiştir: 

1) terörizm ile mücadele etmek, 
2) doğal kaynakları güvence altına almak, 
3) silahlı mücadeleleri ve insani krizleri kontrol altına almak,
4) AIDS’in yayılmasını yavaşlatmak, 
5) uluslararası suçları azaltmak ve
6) Çin’in artan nüfuzuna karşılık vermek. 

Bu yeniden yapılanma aynı zamanda ABD Savunma anlayışındaki paradigma değişimini de gözler önüne sererken Türkiye Cumhuriyeti de bu paradigma değişiminden dersler çıkartarak kıtaya dönük vizyonunu gözden geçirmelidir. İlerleyen sayfalarda söz konusu değişen paradigma doğrultusunda bir takım öneriler sunulacaktır.

AFRICOM’un görevleri arasında da dikkat çektiği gibi kıtada etkinliği artan en önemli ülke şüphesiz Çin Halk Cumhuriyeti’dir. ABD Kongresi tarafından
oluşturulan bir heyet Çin’in Afrika’daki faaliyetlerini araştırdıktan sonra Kongre’ye sundukları raporda Çin’in şimdilik Afrika’da ABD çıkarlarına
yönelik tehdit oluşturmadığı ancak yakından izlenmesi gerektiğini bildirmişlerdir.

Yukarıda da görüldüğü gibi AFRICOM’un görevlerinden birisi de Çin’in artan etkinliğini kırmak olacaktır. Yalnızca dört sene içinde ABD için tehdit değilken tehdit olarak algılanmaya başlayan Çin, özellikle son yıllarda organize ettiği Çin-Afrika Forumu ile kıta ile olan ekonomik ve siyasi ilişkilerini hızla artırmıştır. Batılı ülkeler ve uluslararası kuruluşların aksine Afrikalı ülkelerin Çin ile yakın ilişkiler kurmalarının ardındaki en önemli etken bu ülkenin demokratikleşme veya liberalleşme gibi şartlar koşmamasıdır.

Çin’in Afrika ile işbirliği için koştuğu tek şart Afrikalı liderlerin “Çin’in bütünlüğü” prensibine saygı göstermeleri ve Tayvan ile ilişkilerine dikkat etmeleridir.
Batılı devletlerin Sudan’ı eleştirmelerine rağmen bu ülkenin ihraç ettiği petrolün yarısını Çin tek başına almaktadır. Rusya son dönemlerde Afrika’ya ilgisi artan bir diğer önemli aktördür.

Rusya’nın Afrika ile olan ilişkileri Soğuk Savaş yıllarına gitmektedir. Özellikle 1950-1975 arasında Sovyetler Birliği birçok sosyalist Afrikalı lidere ciddi
maddi destekte bulunmuş ve birçok altyapı projesine imza atmıştır. Bugün geçmişte sosyalist rejime sahip olan Afrika ülkelerinde Sovyetler tarafından
yaptırılan havalimanı, liman, stadyum, alışveriş merkezi veya yol gibi yapılara rastlamak mümkündür. 1990’lı yıllarda Sovyetler Birliği’in dağılması ile
eski gücünü yitiren Rusya son yıllarda kıtaya dönük yeni projeler geliştirmekte dir.

Cezayir’in borçlarını silmesi ve bu ülke ile doğal gaz anlaşması yapması bunun en somut örneğidir. Ayrıca Rusya birçok Afrika ülkesine silah ve askeri araç ve mühimmat satmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Afrika vizyonu bu iç ve dış aktörleri dikkate alarak oluşturulmalıdır. Özellikle aşağıda öneriler kısmında ele alınacağı gibi bu aktörlerin yaptıkları hatalara düşülmemeli ve doğru temeller üzerine kurulacak bir politika ile uzun vadedeki getirileri hesaba katılmalıdır.

EKONOMİK VE SİYASİ İLİŞKİLER BOYUTU

İki ülke arasında var olan siyasi ilişkilerin temelinde stratejik çıkarların yanı sıra ekonomik ilişkiler bulunmaktadır. Hatta ekonomik ilişkilerin belirli bir düzeye ulaşması bazı ülkeler ile siyasi ilişki kurulması için bir gereklilik olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Türkiye ile Afrika ülkeleri arasındaki siyasi ilişkiler oldukça zayıftır. Şüphesiz bu eksikliğin en büyük nedeni Türkiye’nin şimdiye dek iç sorunlarına yoğunlaşması ve kıtaya yönelik politikaları geliştirse bile icra edememiş olmasıdır. Siyasi ilişkilerin gelişmemesinin sonuçlarından birisi de bu kıta ülkeleri ile aramızda olan ticaret hacminin düşük olmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti ilerleyen yıllarda Afrika ülkeleri ile olan ilişkileri hem siyasi hem de ekonomik düzlemde ilerletmenin yollarını aramalıdır. Bunlar eş zamanlı olarak yapılmalıdır ve biri diğeri için engel teşkil etmediği gibi aksine birbirlerini tamamlayıcıdır. Unutulmamalıdır ki, ileri düzeyde ekonomik ilişkilere sahip iki ülke arasındaki siyasi sorunların çözümü daha kolay olmaktadır.

AB’ye gözlemci olarak katılmanın yanı sıra son dönemde artan diplomatlar, bürokratlar ve devlet ve hükümet başkanları düzeyindeki ikili görüşme
sayısındaki artış da sevindiricidir. Ağustos 2008’de düzenlenecek olan Afrika Zirvesi ile Türkiye’nin Afrika kıtasının stratejik ortakları arasında yer alması son derece önemlidir. Zirve sonrasında halen Afrika’da bulunan 12 büyükelçiliğe ek olarak 19 elçilik daha açılması sevindiricidir. Benzer zirveyi

Çin Halk Cumhuriyeti son birkaç yıldır yapmakta ve her zirve sonunda milyarlar ca dolar tutarında anlaşma imzalanmaktadır ve bu anlaşmalar siyasi
ilişkileri de güçlendirmektedir. Bu kararlar uzun vadede ülkemizin siyasi, ekonomik ve kültürel çıkarlarını korumak için atılmış değerli adımlardır. Bir
ülkede Türkiye Cumhuriyeti büyük elçiliğinin bulunması iş adamlarının o ülkede iş yapmalarını da kolaylaştırmaktadır.

Büyük elçiliklerin dışında Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) ve İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) gibi kuruluşların faaliyetlerinde bulunma, katkı sağlama ve doğru yönlendirilmeleri ile ülkemizin kıtadaki çıkarları korunacaktır. İKÖ tarafından gerçekleştirilen sosyal projelere verilen katkılar diğer Müslüman Afrikalı ülke halkları ile Türk halkı arasında yakınlık oluşmasını sağlamaktadır. TİKA tarafından son dönemde başlatılan Afrika projeleri ile inşa edilen okul ve dispanser gibi doğrudan yerel halkın gündelik ihtiyaçlarını karşılayan projeler o ülke halkını kazanma adına önemli adımlardır. Bu tür kurumlar kıta ile olan ilişkilerimizde daha fazla kullanılmalı ve üyesi bulunduğumuz kuruluşlarda daha aktif ve yönlendirici rol üstlenilmelidir.

Siyasi ilişkilerin yansıması olan ekonomik ilişkilere gelince, durum Afrika kıtası için iç açıcı olmada son dönemdeki gelişmeler umut vericidir. Ülkemiz 2004’te Afrika ülkelerine 3 milyar dolar ihracat yapıp, 5 milyar dolar ithalat yaparken 2007’de ihracatımız 6 milyar dolara çıkarken, ithalatımız 7 milyar dolar seviyesine gelmiştir. Görüldüğü gibi kıta ile olan ekonomik ilişkilerimizde ticaret hacmi artarken açık kapanmaktadır.

Dünya çapında kendimizi ispat ettiğimiz ve iddialı olduğumuz müteahhitlik sektöründe Türkiye’nin Afrika’daki etkinliği maalesef yeterli değildir.

Yukarıda da değinildiği gibi iki binli yıllarla birlikte dış yardımlardaki artış neticesinde alt yapı, devlet kurumları binalarının yenilenmesi ve yeni bina
ve konut yapımındaki artış Türk müteahhitleri için büyük bir fırsat oluşturmakta dır.

Yine müteahhitlere paralel olarak iddialı olduğumuz inşaat malzemeleri sektöründe faaliyet gösteren Türk firmaları da Afrika kıtasında daha fazla Pazar bulma imkanına sahiptirler. Bunların dışında özellikle tekstil ve hazır giyim, otomotiv ve yan sanayi, beyaz eşya, kimya, gıda, ticaret ve ulaştırma gibi pek çok sektörde faaliyet gösteren Türk firmaları için Afrika geniş ve gelecek vaat eden bir kıtadır.


TÜRKİYE - AFRİKA İLİŞKİLERİNİN SOSYO - KÜLTÜREL BOYUTU


Ülkemiz ile Afrika arasındaki sosyal ve kültürel düzeydeki ilişkilerimiz maalesef tatmin edici olmaktan uzaktır. Hâlbuki ülkemiz kültürü ile Afrika’nın birçok ülkesinde rastlanan halk kültürleri arasındaki benzerlik göz ardı edilemeyecek kadar fazladır. Türkiye’nin Afrika ülkeleri ile geliştireceği sosyo-kültürel ilişkiler sonucunda ülkemiz bu coğrafyada daha tanınır hale gelecektir. Bunun birçok sonucu da beraberinde getireceği akılda bulundurulmalıdır.

Örneğin, bu kıta ülkelerinden ülkemize gelecek turist sayısı artacaktır. O ülkeler de satılan Türk ürünleri ve Türk firmalarına karşı yakınlık oluşacaktır. Ve hepsinin ötesinde bu tür sosyo-kültürel ilişkiler sonucunda ülkemizi ilgilendiren konularda bu coğrafya halkları kazanmış olunacaktır. Örneğin Çin Halk Cumhuriyeti her sene Tanzanya’da Çin Haftası düzenlemektedir.

Belirlenen bu bir haftalık süre zarfında Çin filmleri halka ücretsiz gösterilmekte, Çinli yetkililer bu ülkeye ziyaretler düzenlemekte, Çin kültürünü tanıtıcı gösteriler ve festivaller düzenlemekte, üniversitelerde Çin’in önemini anlatan konferanslar tertip edilmekte ve ülkeler arasında yakınlık oluşması için çaba gösterilmektedir. Yukarıda ülkemiz ile kıta arasındaki tarihi bağlara vurgu yapılmış idi. Görünen o dur ki, Çin Halk Cumhuriyeti, bizim ülkemiz kadar güçlü tarihi bağlara sahip olmadığı halde bir haftayı dolu dolu geçirebiliyorsa Türkiye Cumhuriyeti de tüm kıta olmasa da yukarıda bahsi geçen bölgesinde merkez konumundaki ülkelere yönelik bu tür faaliyetler organize etmelidir. Bu tür faaliyetler sadece Çin tarafından değil, kıtada sömürgecilik geçmişi bulunan İngiltere, Fransa ve Portekiz gibi diğer ülkeler tarafından da yapılmaktadır. Aşağıda kıta ile sosyo-kültürel ilişkilerimizi geliştirmeye yönelik bir takım önerilerde bulunulacaktır.

KIRILMA NOKTASI: YENİ - SÖMÜRGECİLİK

Ülkemizin Afrika kıtası ile olan ilişkilerini geliştirmeye yönelik bir takım önerilerde bulunmadan önce bu metinde geliştirilen vizyonun ve yapılacak önerilerin hedefine ulaşmasını etkileyecek bir noktaya değinmek faydalı olacaktır. Afrikalı siyasi ve düşünürler tarafından son dönemde daha sıklıkla dile getirilen kavramlar dan birisi de yeni sömürgeciliktir. Kıta daki sosyalist rejimlerin yıkılması ile Afrikalı ülkeler batılı donör ülke ve kuruluşlara daha fazla bağımlı hale gelmişlerdir. Yabancı yatırımcı çekmeye çalışan ülkeler ise genellikle istediklerini alamamışlardır. Kıtaya gelen yabancı yatırımcı çoğunlukla doğal kaynakları ve yeraltı zenginlikleri çıkartarak yurtdışına satmaktadır.

Yarım yüzyıl önce sömürgeci ülkelerin yaptığı ve artık meşrutiyetini yitirmiş uygulamaların bugün tamamen meşru bir zeminde firmalar eliyle yürütülmesi Afrikalı siyasileri ve halkları üzmektedir.

Önceki sayfalarda dış aktörlerden bahsederken Çin’in kıtaya olan ilgisine değinilmiş ve son yıllarda bu ülkenin kıta ülkeleri ile olan ekonomik ve
siyasi işbirliğine vurgu yapılmıştı. Çin yaptığı ikili anlaşmalar sonucunda bu kıtaya batılı ülkelerden pek fazla katkı en azından şimdilik sağlamamıştır.
Gana’da yeni bir devlet başkanlığı sarayı inşa edilmesi ve Kamerun’a dev bir futbol stadyumu yapılması gibi insanların refah düzeylerini artırmayacak ve
gündelik ihtiyaçlarını karşılamayacak projeler halk nezdinde ve bazı siyasiler tarafından kabul görmemektedir. Çin’in Afrika politikasını batılı ülkelerden
farklı görmeyen birçok siyasi ve düşünür bulunmaktadır. Örneğin, Çin kıtadan en çok petrolü Sudan’dan alırken ABD ise Nijerya’dan almaktadır. Buna rağmen her iki ülkede insanlar yoksullukla mücadele edemeyecek durumdadır.

Dolayısıyla, Türkiye kıtaya yönelik politikalarında bu hususa çok dikkat etmelidir. Kıtanın tümüne yönelik siyasi, ekonomik ve sosyo-kültürel alan önerilerde
bulunmadan önce tüm bunlarda akılda tutulması gereken birkaç öneride bulunmak yerinde olacaktır. Afrika’da batılı devletler ve Çin gibi yeni
sömürgeci olarak algılanmamak için şu hususlara dikkat edilmelidir:

1. Afrikalı ülkelerin sahip olduğu doğal kaynaklardan ve yeraltı zenginliklerinden faydalanmak isteyen ülkeler aynı zamanda halka ve yoksulluğu azaltma amacı güden projeleri de eş zamanlı olarak hayata geçirmelidirler.

2. Her ne kadar siyasi alanda güçsüz olsalar da bağımsız ülkeler ile muhatap olunmaktadır. Dolayısıyla, bu ülkelerde yaşanan gelişmeleri eleştirirken dikkatli olunmalıdır. Ticari, siyasi veya farklı projelerin yürütüldüğü bir dönemde yapılan eleştiriler yanlış anlaşılabilir.

3. Ulus inşası yabancı yatırımcının değil devletin görevidir. Ancak kıta ülkelerinde devletin sahip olduğu imkanlar göz önünde tutulduğunda birçok sorun göze çarpmaktadır. Bu kıtada iş yapan Türk firmaları iş yaptıkları bölgelere yönelik ufak dahi olsa bir takım projelere sponsor olmalıdırlar. Sponsor olunacak projelerin kalıcı olmasına özen gösterilmelidir. Örneğin, bir okulun tamir edilmesi, bataklık alanın ıslah edilmesi vs.

4. Maddi gücü bulunan Türk firmaları gelecek vaat eden yerel gençler arasından seçecekleri öğrencileri burslu olarak Türkiye’de lisans veya lisansüstü eğitime gönderebilir. Daha sonrasında ise bu burs imkanının ülkenin gelişimine olan katkısı vurgulanmalı ve halkla ilişkiler boyutu ve reklam boyutu iyi değerlendiril melidir. Bunlar mümkün değilse üniversitelerin ilgili bölümlerinde eğitim alan gençlere Türk firmalarında staj imkânı tanınmalıdır.

5. Afrika ülkelerinde yabancı yatırımcı konumunda bulunan Türk işadamları ülkedeki üniversiteleri ziyaret etmeli ve konuşma ve konferans tertip etmelidir ler. Bu faaliyetlerde yabancı yatırımcının bir ülke için kötü bir şey olmadığı, aksine ülkelerin kalkınmaları için önemli olduğu gençlere anlatılmalıdır.

AFRİKA KITASI İLE İLİŞKİLERİMİZİ GELİŞTİRMEYE YÖNELİK ÖNERİLER


1. Başlangıçta da değinildiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, Afrika ile olan ilişkileri tarihteki sıkı ilişkiler temeli üzerine kurmalıdır. Yapılan yardımlar, gerçekleştirilen projeler ve yapılan görüşmelerde bu tarihi bağlar vurgulanmalıdır.

2. Unutulmamalıdır ki, Afrika ebediyen bugünkü gibi yoksul, mağdur ve mahrum kalmayacaktır. Ülkenin sahip olduğu doğal kaynaklar ve yeraltı zenginlikleri kıta ülkelerinin yapacağı kalkınma hamlelerinde gelişimlerini hızlandıracaktır. Bu hususta göz ardı edilen bir gerçek de şudur ki, birçok Afrikalı gelişmiş ülkelere eğitim almaya gitmiştir. Kimileri geri gelmiş kimileri ise eğitim aldıkları ülkede kalmışlardır. Ülkelerindeki iyileşme sonucunda diaspora olarak anılan yurtdışında bulunan yetişmiş insan gücü ülkeye çekildiğinde ülkelerin sahip olduğu zenginliğin işlenmesi de kolay olacaktır.

3. Yukarıda da belirtildiği gibi Afrika’nın kıtasal boyuttaki siyasetinde özelden genele; bölgesel güç konumundaki ülkeler, bölgesel örgütler ve AFB
bulunmaktadır. AFB’de gözlemci statüsünde bulunan Türkiye bölgesel örgütlerdeki gelişmeleri yakından takip etmelidir. Örneğin 2005 yılında gümrük
birliğine geçen Doğu Afrika Birliği ile yapılabilecek ticari anlaşmalar araştırılmal ıdır. Ve en özelde ise bölgesel güç konumundaki ülkelere yönelik ülkelerle olan ilişkilerimize daha fazla özen gösterilmeli ve gerekirse özel projeler geliştirilmeli dir. Unutulmamalı ki, gelecekte etkin güç potansiyeline sahip ülkeler sayesinde ülkemizin çıkarlarını tüm kıta düzeyinde savunması daha kolay olacaktır.

4. Afrika ülkeleri arasındaki sorunlara müdahil olunması, arabulucu rol üstlenilmesi veya eleştirilmesi konusunda oldukça dikkatli davranılmalıdır.
Ülkemizin doğrudan çıkarı olmadığı durumlarda soruna müdahil olmak, taraflardan birini veya hepsini eleştirmek veya arabulucu rolü üstlenmek soruna
taraf olan Afrikalı ülkeler ile ilişkilerimize zarar verecektir. Afrikalı ülkeler tarihlerinde sömürgecilik bulunduğu için dışarıdan yapılan müdahaleler
ülkelerdeki siyasiler ve yerel halk tarafından hoş karşılanmayacaktır. Ülkemizin çıkarları söz konusu ise ve müdahil olunması gerekiyorsa uluslararası
meşrutiyet aranması ilişkilerimize gelecek zararı minimize edecektir.

5. Afrika’daki iç savaş ve sorunlara uluslararası aktörler tarafından müdahale edilmesi ve bu dönemlerde yaşananlar sonrasında hem müdahil olanlarda hem de Afrikalılar da bir takım çekincelerin doğmuştur. Ülkemizin de 1991 yılında asker göndererek katkıda bulunduğu Somali’ye yapılan müdahalede bir Amerikan taarruz helikopterinin yerel güçlerce düşürülmesi, bazı askerlerin bu olayda hayatını kaybetmesi ve daha da kötüsü bir Amerikan askerinin yerel güçlerce Mogadişu sokaklarında sürüklenirken çekilen görüntülerin dünya basınına yansıması gelişmiş ülkeleri bu kararlarını yeniden gözden geçirmeye sevk etmiştir. Batılı ülkeler daha çok çatışmalar sona erdikten sonra asker göndermeyi tercih etmektedirler.

Diğer taraftan, Sier Leon’da ve Liberya’da görev yapan uluslararası güçlerin görev yaptıkları bölgelerde yerel çocuklara yönelik cinsel taciz ve istismar
haberleri ortaya çıkınca Afrikalı insanların batılı ülkelerin gönderdikleri “barış” görevlilerine güveni temelden sarsılmıştır. Bu güven zedelenmesinde batılı ülkelerin daha çok o ülkenin doğal ve yeraltı zenginliklerine ilgi duydukları için müdahil oldukları yönündeki inançtır. 

Bu bağlamda;

a. Son dönemde yaşanan bu iki gelişme sonunda gelişmiş ülkeler ile Afrikalı ülkeler arasında yeni bir tür işbirliği gelişmektedir. Sorunlu bölgelere
Afrika ülkelerinden askerler gönderilerek yerel halkın güveni kazanılırken anlaşmazlığın taraflarının güveni kazanılması amaçlanmaktadır. Gelişmiş
ülkeler ise asker göndermeyip Afrikalı orduların en büyük eksiği olan askeri ekipman ve finansman sağlayacaktır. Türkiye, bu tür işbirliklerine dahil olarak
az da olsa yapacağı katkılarla Afrika’daki sorunların çözümüne maddi katkı yaptığını gösterebilir.

b. Maddi katkı dışında Afrikalı ülkelerden bir kısım gelecek vaat eden üs rütbeli askerlerin anlaşmazlık ve çatışma çözümü konusunda Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından eğitilmesini amaçlayan anlaşmalar yapılabilir.

c. Bölgesindeki karışıklıklara askeri barış gücü gönderen örgütlerden heyetlerin Türkiye’de anlaşmazlıkların çözümü konusunda Dışişleri Bakanlığı tarafından diplomatik eğitime tabi tutulması için projeler geliştirilebilir.

6. Afrika ülkelerinde gerilimin en üst seviyeye çıktığı anlardan birisi şüphesiz seçimlerdir. Özelikle maddi destek sağlayan batılı ülke ve kuruluşlar tarafından yakından izlenmenin verdiği baskı olsa da seçimleri kazanıp iktidarı devam ettirme arzusu seçimlerin olaylı ve tartışmalı geçmesine yol açmaktadır.
Yakın geçmişte yaşanan Kenya ve Zimbabve seçimleri bunların en canlı örnekleridir. Birçok batılı kuruluş ve devlet Afrika’daki seçimlere gözlemci göndermektedir. Ancak bu gözlemcilerin varlığı siyasetçileri hile yapmaktan men etmemektedir çünkü hile genelde kırsal alanda yani gözlemcilerin ulaşamayacağı bölgelerde yapılmaktadır. Türkiye, gözlemci göndermek yerine seçimlerin daha sıhhatli gerçekleştirilmesini sağlayacak ve oy sayımını hızlandırıp kolaylaştıracak teknik yardımda bulunabilir. Yine Türkiye’de kullanılan teknik sistemin bu ülkelere aktarılmasına öncülük edebilir.

7. Bölgesel örgütler ile ilişkileri geliştirme adına iki ülke arasında imzalanan serbest ticaret anlaşması benzeri işbirliklerinin bu tür örgütlerle de geliştirilebilir.
Her ne kadar kıtadaki bölgesel örgütler ticaretin geliştirilmesinden çok güvenlik sorunlarına yoğunlaşmış olsalar da, bölge içi ticaretin artırılmasının ehemmiyeti giderek belirgin bir hal almaktadır. Örneğin, Doğu Afrika Birliği 2005 senesinde gümrük birliğine geçmiştir ve bu bölgeye girecek ürünler üye ülkeler arasında gümrük engeline takılmadan rahatça pazarlara dağıtılabilir.

8. Tarım sektörü kıtada az gelişmiştir ancak gelecek vaat etmektedir. Tarım alanında önemli gelişmeler sağlayan Türkiye bu alanda Afrika’ya birikimlerini
aktarabileceği gibi bu alanda işbirliği yapılabilecek sahalar belirlenebilir ve özel sektör kanalıyla hem Afrika’da bu sektörün gelişmesi sağlanırken Türk firmaları için yeni yatırım ve pazar alanları oluşmuş olacaktır.

9. Türk müteahhitleri kıtadaki belirli ülkeleri yakın takibe alarak hızlı büyüme gösteren ülkelerde altyapı, konut veya kamu binaları ihaleleri almak için yoğun çaba göstermelidirler. Geçmişte Rusya’da olduğu gibi Türk firmaları tarafından inşa edilecek bir bina bir ressamın resmin üzerine attığı imza gibi sürekli orada kalacaktır ve Türkiye’yi ve Türk müteahhitliğini insanlara hatırlatacaktır.

10. Kalkınma Bankası (İKB) geçmişte ülkemiz ile yaptığı anlaşma gereği her yıl üyesi olan ve halkının önemli kısmı Müslüman olan Afrika ülkelerinden lise mezunu öğrencileri seçerek Türkiye’de lisans eğitimi almaya burslu göndermekte dir. Bu insanların çoğu Türkiye’yi tanımakta ve az da olsa Türkçe bilerek ülkelerine geri dönmektedirler. Büyükelçiliklerimiz sorumlu oldukları ülkelerde bu öğrenciler ile irtibata geçmeli ve yakın ilişki içinde olmalıdır.

Bu ülkelerde Türkiye’yi ilgilendiren bir konu gündeme geldiğinde kurulan dernek sayesinde sivil toplumun desteği kazanılabilir. Ayrıca o ülkelere gelecek Türk işadamları bu dernek vasıtasıyla iş imkanlarını daha kolay öğrenebilir ve gerekli işbirliklerine imza atabilirler. Bu insanlar yerel kültürde yetişmeleri ve Türk kültürünü tanımaları sebebiyle kültürel etkileşimi artırmak için etkili aktörlerdir.

11. Türkiye’nin Afrika ile ilişkilerin geliştirilmesinin önünde duran en büyük engellerden birisi bu kıtanın ülkemizde yeterince tanınmaması ve bilinmemesidir.
Afrika ülkelerinde de Türkiye’nin pek tanınmadığı maalesef bir diğer gerçektir. Bu bağlamda, Türkiye’de üniversitelerde Afrika enstitüleri veya kıta üzerine bilimsel çalışmalar yürütecek çok disiplinli merkez oluşturulmalıdır. Özellikle tarih, antropoloji, siyaset bilimi, coğrafya ve ilahiyat konularında uzman isimler bir araya getirilerek kıtaya yönelik çalışmalar artırılmalıdır. Buna ek olarak üniversitelerde genç akademisyenler Afrika üzerine çalışma yapmaya teşvik edilmelidirler ve gerekiyorsa araştırma için maddi destek sağlanmalıdır. Bunun yanı sıra, daha önce Türkiye’nin batılı ülkelerde yaptığı gibi kıtadaki önemli ülkelerde saygın üniversiteler ile anlaşmalar yaparak bu üniversitelerde Türkiye kürsülerinin kurulması sağlanmalıdır ve Türkiye üzerine çalışmak isteyen akademisyenleri teşvik amaçlı araştırma bursu sağlanmalıdır.

12. Afrika kıtasında Türkiye’nin fazla tanınmadığı daha önce vurgulanmıştı. Afrika televizyon veya radyo kanallarında ülkemizi tanıtıcı programlara rastlamak neredeyse imkânsızdır. Kıta ülkelerinde televizyonculuğun ve radyo programcılığının fazla gelişmemiş olması ise bir diğer gerçektir. Televizyon kanalları dünya’daki gelişmeleri aktarmak için genellikle uluslararası haber kanallarına bağlanmakta, dizi ve sinema alanında ise yine yabancı yapımcıların eserlerini göstermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti Turizm ve Kültür Bakanlığı tarafından Türkiye’yi tanıtıcı belgeseller hazırlandığı takdirde kıta ülkelerinde televizyon kanallarının bu yapımları yayınlaması sağlanabilir. Yine Türkiye’yi tanıtıcı radyo programları, söyleşi tarzı yapımlar yapılabilir.

13. Afrika kıtasında gazeteler de dünyanın gelişmiş kesimlerine göre oldukça geri kalmıştır. Günümüzde görsel ve yazılı basının gücü oldukça fazladır. Basının birinci görevi halkı gelişmelerden haberdar etmektir. Ülkemiz Afrikalı gazeteciler tarafından ne yazık ki fazla tanınmamaktadır.

Bölgesel güç konumunda ülkelerde önemli gazeteciler Türkiye’ye geziye davet edilebilir. Bu geziler sırasında Türkiye’nin gelişmişlik seviyesi, misafirperverliği ve diğer insani yönleri vurgulanırken aynı zamanda kıtaya olan bakışı ve Afrikalı insanların da çıkarlarının düşünüldüğünün altı çizilmelidir. Mümkünse Türkiye hakkında gazetelerde yazı dizileri çıkarılmalıdır.

14. Son olarak, TRT-Int benzeri İngilizce, Fransızca veya her iki dilde yayın yapacak uluslararası bir kanal kurulabilir. Kurulacak kanal, Türkiye’yi, kültürümüzü,  sahip olduğumuz zenginlikleri ve dünya meselelerine bakış açımızı tüm dünyaya anlatacaktır. Kurulacak kanal ilk etapta tüm dünyaya yayın yapması zor olsa da en azından yakın çevremize ulaşması Türk dış politikasının ve firmaların önünü açacaktır.

AFRİKA VİZYON BELGESİ
Hasan ÖZTÜRK 
BİLGESAM Afrika Uzmanı

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ BÖLÜM 16

TÜRKİYE’NİN VİZYONU TEMEL SORUNLARI ve ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

BÖLÜM 16


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA
Dr. Fatih ÖZBAY

Stratejik açıdan dünyanın en önemli bölgelerinden olan Kafkasya coğrafik olarak batıda Azak Denizi’nin güneydoğusunu oluşturan Taman Yarımadası’ndan doğuda Hazar Denizi’nin batısında bulunan Apşeron Yarımadası’na; kuzeyde Don ve Kuma ırmakları ağzı bölgesinden güneyde Aras Irmağı’na ve Kars Platosu’na kadar uzanan; kuzeyde “Büyük Kafkaslar” güneyde “Küçük Kafkaslar” dağlarıyla kaplı yaklaşık 440.000 km2’lik bir alandır. Don nehri Kafkasya’nın kuzey sınırını, Aras nehri ise güney sınırını oluşturur.

40. ve 46. boylamlar arasında yer alan Kafkas sıradağları batıda Karadeniz kıyısındaki Novorossiysk şehrinden doğuda Hazar Denizi kıyısındaki Derbent şehrine kadar uzanır. En yüksekleri 5647 metre yükseklikteki Elbruz Dağı ve 5047 metre yükseklikteki Kazbek Dağı olan bu sıradağlar aynı zamanda Avrupa ile Asya kıtaları arasında doğal bir sınır oluştururlar. Derin vadiler, boğazlar, geçitler, yüksek yaylalar ve yer yer uzanan ovalarla Kafkas sıradağları kuzeyde ulaşım yolları olarak da kullanılan Dinyeper, Don ve Volga gibi büyük nehirlerin bitim noktasında bulunur.
Kafkasya Doğu-Batı ve Kuzey-Güney eksenlerinde çok önemli bir geçiş noktası dır. Kuzeyde Rusya’nın içlerinden başlayıp güneyde Anadolu, Ortadoğu ve Afrika’ya yönelen eski ulaşım ve ticaret yollarının kesiştiği yerdedir. Doğuda Çin’den ve uçsuz bucaksız Orta Asya steplerinden başlayıp batıda Avrupa ve Akdeniz’e kadar uzanan tarihi “İpek Yolu” da Kafkasya üzerinden geçer. Kafkasya, kendine özgü coğrafik yapısıyla Asya, Avrupa ve Ortadoğu üzerinden Karadeniz, Akdeniz, Hazar Denizi, Basra Körfezi ve Hint Okyanusu gibi önemli denizlere giden yolların kavşağında bulunur.

Bölgenin oldukça dağlık olan yapısı ekonomisine, ulaşımına, siyasi ve kültürel yapısına doğrudan etki etmektedir. Kafkasya bölgesinin en önemli özelliği birçok farklı etnik grubu içerisinde barındırmasıdır. Dağlık yapısı etnik grupların belirli noktalarda yoğunlaşmasına sebep olmuştur. Gürcüler, Azeriler, Ermeniler, Osetler, Çerkezler, Kabartaylar, Balkarlar, Abhazlar, Çeçenler, İnguşlar, Dargiler, Laklar, Nogaylar, Kumuklar, Lezgiler ve Avarlar etnik Kafkas halklarından bazılarıdır. Kafkasya içerisinde barındırdığı dil çeşitliliğiyle de dünyanın ender bölgelerinden birisidir. Dini yapı olarak da sahip olduğu çeşitlilik bölgeyi dünyanın diğer bölgelerinden ayırmaktadır. Jeostratejik öneminden dolayı bölge tarih boyunca Hunlar, Araplar, Bizans, Moğollar, Osmanlı, İran ve Rusya gibi yükselen büyük güçlerin sürekli ilgi alanında olmuştur. Büyük güçlerin tarih boyunca bölge üzerinde denetim ve nüfuz kurma mücadeleleri Kafkasya’yı etnik, kültürel ve politik anlamda derinden etkilemiş ve şekillendirmiştir.
Kafkasya bölgesi “Kuzey Kafkasya” ve “Güney Kafkasya” olmak üzere iki farklı bölgeye ayrılmaktadır. Kuzey Kafkasya etnik dağılım yönünden Güney Kafkasya’ya göre daha karmaşıktır. Kuzey Kafkasya, Rusya Federasyonu’nun parçası olan Adıgey, Dağıstan, Kabardino-Balkar, Karaçayevo-Çerkez, Kuzey Osetya, İnguşetya ve Çeçenistan gibi cumhuriyetlerden oluşmaktadır. Güney Kafkasya ise SSCB’nin dağılmasıyla bağımsızlıklarına kavuşmuş olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan devletlerinden oluşmaktadır.

SSCB’nin dağılması sonrasında Güney Kafkasya’da bağımsızlığına kavuşan devletler ve uluslararası ilişkiler parametrelerinin değişmesiyle ortaya çıkan yeni dengeler hem bölge devletlerinin hem de bölgede çıkarları olan devletlerin dış politika davranışlarına önemli etkide bulunmaktadır.

Günümüzde Kafkasya, sahip olduğu zengin kaynakları, jeopolitik konumu, jeostratejik önemi ve çok etnikli ve çok kültürlü yapısından kaynaklanan sorunlarıyla uluslararası ilişkilerin acil gündem maddelerinden birisi haline gelmiştir.

Kafkasya’nın karmaşık etno-kültürel yapısı bir taraftan bölge halklarının kültürel zenginliğine ve yakınlığına katkı sağlarken, diğer taraftan anlaşmazlık durumların da halkların bölünmesine, şiddetli çatışmaların, hatta savaşların çıkmasına olanak sağlamaktadır. Stratejik konumu, sahip olduğu doğal kaynaklar, etnik gruplar arasındaki çatışmalar, bölgenin ekonomik sorunları ve iç siyasi istikrarsızlık gibi olumsuz etkenler Kafkasya’yı bölge içi ve bölge dışı güçlerin müdahalesine açık bir hale getirmektedir.

Kafkasya bölgesinin en önemli özelliği kendi içerisinde siyasi ve ekonomik açıdan güçlü devletlere sahip olmamasına rağmen büyük ve güçlü devletler tarafından çevrelenmiş olmasıdır. Güney Kafkasya’nın bağımsız devletler Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ile birlikte Kuzey Kafkasya’daki Rusya Federasyonu’na bağlı cumhuriyetler Rusya, Türkiye ve İran tarafından çevrelenmişlerdir. Bölgenin tarihi bu üç büyük ve güçlü ülkenin nüfuz ve çıkar mücadeleleri ile şekillenmiştir.

Jeopolitik, jeoekonomik ve jeostratejik öneminden dolayı tarih boyunca büyük güçlerin nüfuz mücadelesinin alanı olarak önemini hiç kaybetmeyen Kafkasya günümüzde de bağımsızlık mücadeleleri, şiddetli etnik çatışmalar ve Ortadoğu’dan sonra dünyanın en zengin enerji kaynaklarının bulunduğu Hazar Denizi havzasına yakınlığı sebebiyle uluslararası ilişkilerin ilk gündem maddelerindendir.
Azerbaycan ile batılı petrol şirketleri arasında Hazar petrollerinin çıkarılmasına yönelik projelere ilişkin imzalanan “Asrın Anlaşması” ile Kafkasya’nın önemi daha da artmıştır. Günümüzde bölgenin Hazar Denizi ve Orta Asya’dan çıkartılan petrol ve doğalgazın dünya pazarlarına ulaştırılması için yapılan uluslararası enerji boru hatlarının geçiş güzergâhında olması, Asya ile Avrupa arasındaki uluslararası kara ve demiryolu ulaşım ağlarının bazılarının bu bölgeden geçmesi dünyanın ilgisini yeniden Kafkasya’ya çekmiştir. Büyük güçler hem kendi petrol
şirketlerinin menfaatlerini korumak hem enerji nakil hatlarının güvenliğini sağlamak için bölgede daha aktif politikalar izlemeye başlamışlardır.

“Yeni İpek Yolu Projesi”, “Bakü-Tiflis-Ceyhan” petrol boru hattı, “Bakü-Tiflis-Kars” demiryolu hattı, “TRACECA” (Avrupa-Kafkasya- Asya Ulaşım Koridoru), “INOGATE” (Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşımacılığı) ve “Kuzey-Güney Uluslararası Ulaşım Koridoru” gibi önemli projeler Kafkasya bölgesinin önemini arttıran etkenlerdir.

Kafkasya’nın coğrafik olarak Ortadoğu sorunu, Afganistan, Irak ve İran gibi sıcak bölgelere olan yakınlığı stratejik önemini daha da arttırmaktadır.

SSCB’nin dağılması sonrasında Kafkasya’da jeopolitik bir güç boşluğu ortaya çıkmıştır. Bu güç boşluğunu doldurmak için aday olan ülkelerin en başında coğrafik olarak en yakın ülkeler Türkiye, Rusya ve İran gelmektedir. Bu üç ülkeye, bölge dışından olmasına rağmen küresel güç olma planları çerçevesinde Kafkasya’da nüfuz kurma politikaları güden ABD, AB ve Çin ile birlikte çok uluslu büyük enerji şirketleri de eklenebilir. Kafkasların bağımsız üç ülkesi Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan bölgedeki statüko yüzünden bir çıkmaza girmişler ve aralarındaki mevcut problemleri çözememektedirler. Bu yüzden, çok zor ve karmaşık olsa da, durumu kendi lehlerine değiştirmek amacıyla Rusya, ABD, AB, Türkiye ve İran gibi diğer aktörleri kullanarak kendilerine yeni diplomatik kanallar açmaya çalışmaktadırlar. Bu durum ise zaten karmaşık olan ilişkiler ağını daha da karmaşıklaştırmaktadır.

Güney Osetya sorunu sebebiyle Kafkasya’da son yaşanan gelişmeler “Soğuk Savaş” bitmiş olsa da, Kafkasya’da iki kutuplu sistemin bir anlamda devam ettiğini göstermektedir. Taraflar arasındaki küresel rekabet bölgesel planda Kafkasya’da kendisini yerel çatışmalar, ayrılıkçı bölgeler, azınlıkların statüsü ve enerji jeopolitiği gibi noktalarda belli etmektedir. Bu durum dünyanın bu bölgesinde Soğuk Savaş’ın yeniden başladığı veya hiç bitmediği izlenimi vermektedir. Konunun bütün hatlarıyla ortaya konulabilmesi için bölge ülkelerinin ve diğer güçlerin aralarındaki ilişkiler ağını kısaca ortaya koymak gerekmektedir.

Azerbaycan: Güney Kafkasya ülkelerinden Azerbaycan nüfus, yüzölçümü, doğal kaynaklar ve coğrafik konumu sebebiyle Gürcistan ve Ermenistan’a nazaran daha öne çıkmaktadır. Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etmesinden hemen sonra Ermenilerin çoğunlukta olduğu “Dağlık Karabağ” bölgesinin statüsü sorunu nedeniyle Azerbaycan-Ermenistan arasında 1992-1994 yılları arasında yaşanan savaş ve silahlı çatışmalarda binlerce kişi öldü. Ermenistan’ın işgal ettiği bölgeler de yaşayan bir milyona yakın Azeri bölgeden göç etmek zorunda kaldı. Dağlık Karabağ sorunu ve Azerbaycan topraklarının %20’sinin Ermenistan tarafından işgal edilmiş olması Kafkasya’da birçok sorunun temelini
oluşturan Azeri-Ermeni ihtilafının en önemli sebebidir.

Azerbaycan bölgede zengin enerji kaynaklarına sahip tek ülkedir. Hazar petrollerin in ve doğalgazının uluslararası pazarlara ulaştırılması amacıyla inşa edilen boru hatları Azerbaycan’ın bölgede önemini arttırmıştır. Rusya’daki boru hatlarına alternatif olarak inşa edilen bu hatlar sayesinde Azerbaycan bölgede Rusya’ya bağımlılıktan kurtulmuş olmanın avantajını yaşamaktadır. Hem Rusya hem Batı ile dengeli politikalar izlemektedir. Dağlık Karabağ sorunu ve Ermeni işgalinin sona erdirilememiş olması Azerbaycan’ı Rusya ile Batı arasında dengeli politika izlemeye iten en büyük etkendir. Kafkasya bölgesinde Türkiye ile en yakın ilişkiye sahip olan ülke Azerbaycan’dır.

Ermenistan: Ermenistan bölgenin denize çıkışı olmayan tek ülkesidir. Ermenistan, ulusal güvenliği ve ülke bütünlüğü açısından en büyük tehlike olarak iki yakın komşusu Türkiye ve Azerbaycan’ı görmektedir. Dengeleme politikası olarak Rusya ve İran ile ilişkilerini geliştirmektedir. Rusya ile yakın ilişkileri sebebiyle bölge ülkeleriyle sorunlar yaşamaktadır. Ermenistan için Rusya stratejik ortak olmanın yanı sıra, Türkiye ve Azerbaycan tehlikesine karşı garantör bir devlet olarak algılanmaktadır. Bu geleneksel bakış, 1990’lı yılların başlarından itibaren Ermenistan’ın dış politikasına adeta mührünü vurmuş durumdadır. Ermenistan, Rusya’nın dış politika ve askerî alandaki desteğini kullanmak suretiyle bölgede etkinliğini artırmak istemektedir. Önemli uluslararası sorunlarda Rusya ve Ermenistan’ın görüşleri ya bir birine çok yakındır veya örtüşmektedir.

Ermenistan Türkiye’ye karşı sözde soykırım iddialarını her platformda tekrarlamaktadır. Azerbaycan topraklarını işgale devam etmekte,
Türkiye ile arasındaki sınırı ise resmî olarak tanımamaktadır. İşgal sebebiyle Azerbaycan ile ilişkileri oldukça sorunlu olan ve Gürcistan ile de ilişkilerini geliştiremeyen Ermenistan “kuşatılmışlık psikolojisi” içerisinde politika üretmekte zorlanan kapalı bir ülke konumundadır. Ermenistan’ın sınır güvenliğini Rus askerleri sağlamaktadır ve Rusya’nın Ermenistan’da askeri üsleri vardır. Ermenistan İran ile yakın ilişki içerisinde olmak istemektedir. AB ve ABD gibi bölge dışı güçlerin enerji kaynakları ve bunların uluslararası pazarlara nakil hatları söz konusu olduğunda Ermenistan’ı dışlayan, buna karşılık Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye’yi kapsayan ilişkileri Ermenistan’ı doğal müttefik olarak
Rusya’yı kabul etmeye zorlamaktadır.

Gürcistan: Gürcistan Kafkasya bölgesinin açık denizlere çıkışı olan tek ülkesidir. Gürcistan enerji kaynakları yönünden fakirdir ve bu açığını enerji hammaddeleri nin dünya pazarlarına ulaştırılmasında transit ülke rolü oynayarak kapatmaya çalışmaktadır. Güney Kafkasya ülkeleri içerisinde en problemli ülkelerden birisidir. Etnik ve idari yapısından kaynaklanan sorunlar sebebiyle iç ve dış politikada zorluklar yaşamaktadır.

Bağımsızlığını kazandıktan sonra ayrılıkçı politikalar güden Abhazya, Güney Osetya ve Acaristan özerk bölgeleri ile sorunlar yaşamaya başlamıştır. Acaristan sorununu kendi istediği doğrultuda çözümleyebilen merkezi Tiflis yönetimi aynı politikasını Abhazya ve Güney Osetya konusunda yürütememiştir.

Eski Sovyet cumhuriyetleri ve Güney Kafkasya ülkeleri içerisinde Rusya ile en çok sorun yaşayan ülke Gürcistan’dır. Gürcistan, dış politika ve savunma sahasında gittikçe Avrupa-Atlantik eksenine yönelmeye başlamıştır. Gürcü yetkililer Gürcistan’ın gelecekteki yöneliminin Avrupa-Atlantik kurumlarıyla bütünleşme olduğunu açıklamıştır. Bu politikası ile Rusya’nın tepkisini çekmekte gecikmemiştir. Gürcistan’ın “Gül Devrimi” sonrası yönünü tamamen batıya çevirmesi, AB ve NATO’ya üyelik perspektifini politik gündemine alması, Türkiye ve ABD ile yakın ilişkiler içerisine girmesi ve bölgede Rusya’yı dışlayan enerji ve ulaşım projelerinde aktif rol oynaması gibi sebepler Tiflis-Moskova ilişkilerini
devamlı gerginleştirmektedir. Buna karşılık ayrılıkçı bölgeler Abhazya ve Güney Osetya’ya Rusya’nın açık desteği Gürcistan’ın tepkisini çekmektedir. Gergin ilişkiler Ağustos 2008’de yaşanan savaş ile iyice gün yüzüne çıkmış ve Gürcistan-Rusya ilişkileri tamamen bozulmuştur.
ABD: 11 Eylül saldırılarından sonra terörizmle savaşı birinci önceliği haline getiren ABD, “Büyük Orta Doğu Projesi” çerçevesinde bölge ülkelerinin
demokratikleştirilmesini, batı tarzı yönetim sistemlerini benimsemelerini ve Avrupa-Atlantik eksenine yakınlaşmalarını istiyor.

Bu açıdan bakıldığında Kafkasya bölgesi Avrupa-Atlantik ekseninin önemli halkalarından birisidir. ABD bu amaçla bölge ülkelerinde çeşitli sivil toplum örgütleri aracılığıyla batı yanlısı hareketleri ve demokratik rejimlerin kurulmasını desteklemektedir. Gürcistan’daki “Gül Devrimi” ve Ukrayna’da “Turuncu Devrim” ABD’nin bu politikasında başarılı olduğunu göstermiştir.

ABD, Soğuk Savaş sonrası eski Sovyet Cumhuriyetleri ile olan ilişkilerini güçlendirmeye çalışmaktadır. Rusya’ya karşı yeni bir “çevreleme politikası” sürdürmektedir. Bölgede özellikle Gürcistan ile çok yakın ilişki içerisindedir. Kafkasya bölgesinin güvenli bir hale getirilmesinin ve demokratikleşmesinin önündeki engellerden en önemlisi bölgedeki “Abhazya”, “Güney Osetya” ve “Dağlık Karabağ” gibi “Dondurulmuş Çatışmalar”dır. ABD açısından buna karşı konulacak en etkili tavır bölge ülkelerinin NATO başta olmak üzere Batı örgütlerine entegre olmasıdır. ABD’nin söz konusu politikası bölgeyi hayati çıkar alanları arasında gören Rusya’yı endişelendirmekte ve kontr politikalar üretmeye
zorlamaktadır.

AB: Küresel bir güç olma yolunda AB’nin öncelikli hedefi etrafında bir güvenlik kuşağı oluşturmaktır. Bulgaristan ve Romanya’nın birliğe üye olarak kabulüyle sınırları Karadeniz kıyılarına ulaşmıştır. Türkiye üyelik için başvurmuş ve belirtilen kriterleri yerine getirmek için çalışmaktadır.

Ukrayna ve Gürcistan da uzun dönemde AB üyeliğine dönük planlar yapmaktadırlar. Bu durum gelecekte AB’nin doğu sınırının Kafkasya
bölgesine kadar uzanacağına işaret etmektedir. Rusya’ya enerji yönünden bağımlılığını gittikçe azaltmak isteyen Avrupa açısından Hazar havzası petrol ve doğalgazını batıya ulaştıran enerji hatları oldukça önemlidir. Bu amaçla “Nabucco” gibi alternatif hatlar planlamaktadır.

İnsan, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı ve terörizm gibi sorunlarla mücadeleyi politika olarak belirleyen AB açısından Kafkaslar bölgesi potansiyel risk bölgesidir.

AB son dönemde Kafkasya bölgesini yakından izlemeye almıştır.

AB, özellikle 2004 genişlemesi ile Kafkasya’yı komşuluk statüsüne almıştır. 

AB’nin güvenlik algılamasında, bölgesinin ve komşu bölgelerin istikrar içinde olması önemlidir. Bu açıdan çatışmaların önlenmesi, demokratik yönetim, azınlık ve insan haklarına saygı ve serbest pazar ekonomisi istikrar için önemli noktalardır. Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan Avrupa Komisyonu’na üyedirler. Bu bağlamda AB’nin Kafkasya’daki gelişmelere uzak kalması düşünülemez.

Rusya: Rusya tarih boyunca zayıf ve istikrarsız dönemlerinde kendi kabuğuna çekilmiş ve içe dönük politikalar uygulamıştır. Güçlü ve istikrarlı dönemlerinde ise yayılmacı ve baskıcı bir politika izleyerek dışa dönük politikalar uygulama yoluna gitmiştir. Özellikle, yüksek petrol fiyatlarına bağlı olarak son yıllarda muazzam gelir elde eden Rusya ekonomik açıdan yeniden güçlenerek Kafkasya dahil eski Sovyet coğrafyasında siyasi ve askeri olarak nüfuzunu tekrar artırmak ve bölge ülkelerini etkisi altına almak istemektedir.

1993 yılında açıklanan Dış Politika Doktriniyle Rusya eski Sovyet coğrafyasını “yakın çevre” adıyla kendi nüfuz bölgesi olarak ilan etmişti.

Ancak SSCB sonrası gerek siyasi gerek ekonomik anlamda istikrara kavuşamayan Rusya bu politikasını kendi istediği şekilde tam anlamıyla
uygulayamamıştır. 2000 yılından itibaren Rusya devlet başkanı V. Putin’in sert ve kararlı politikalarına petrol fiyatlarındaki beklenmedik düzeydeki artışların ekonomiye olumlu katkısı eklenmesi Rusya’yı çıkarlarını korumak adına daha sert politikalar uygulama yönünde cesaretlendirmiştir.

Ağustos 2008’de yaşanan Rusya-Gürcistan savaşı bu açıdan uluslararası arenaya eskisi gibi güçlü bir şekilde dönmek istediğinin sinyallerini vermiştir. Rusya eski “büyük güç” statüsüne yeniden dönmek istemekte ve “yakın çevre” kabul ettiği coğrafyada yeniden hakimiyet sağlamak için gerginlikleri tırmandırma, kendisine bağlı cepheler oluşturma ve ayrılıkçı hareketleri destekleme şeklinde “kontrollü istikrarsızlık” politikası uygulamaktadır. Bölgedeki sorunları kendi kontrolünde tutma politikası izlemekte ve diğer aktörlerin çok fazla bölgeye müdahil
olmamasını istemektedir.

Rusya enerji kaynaklarının uluslararası pazarlara kendi topraklarından geçen mevcut boru hatlarından taşınması için büyük mücadele vermiş ancak alternatif hatların inşa edilmesine engel olamamıştır. Kafkasya’da çıkarlarının tehlikeye düştüğünü gören Rusya dondurulmuş çatışmaları koz olarak kullanmaktadır. NATO’nun doğuya doğru genişlemesine Baltık Denizi ve Doğu Avrupa’da engel olamayan Rusya açısından Ukrayna ve Gürcistan’ın üyelik başvurusunda bulunması bardağı taşıran son damla olmuştur. Rusya, bölgedeki başat pozisyonunu korumak, ABD ve NATO’nun etkilerinin yayılmasını engellemek ve enerji ulaşım hatlarındaki tekel kontrolünü korumak için sert politikalar
izlemektedir.

İran: Bölgedeki bir diğer aktör ise İran’dır. İran da Türkiye gibi bölgesel bir güç olma isteğindedir. İran’ın Batı tarafından dışlanması, nükleer politikası nedeniyle ABD tarafından baskı altında tutulması ve ambargolara maruz kalması dikkatini kendi hinterlandına çevirmesine neden olmuştur. SSCB sonrası dönemin ilk yıllarında bölge ülkelerine rejim ihracı yapmaya çalışacağı düşünülen İran, oldukça pragmatist bir politika izleyerek daha çok ekonomik ve siyasi çıkarlarını savunma ve geliştirme politikası izlemiştir. Bölgede Rusya ve Ermenistan ile yakın ilişkiler içerisindedir. Bölgeye yönelik politikası daha çok bölge ülkelerinin ABD ile olan ilişkilerine endekslidir. Bu açıdan Rusya ile ilişkilerini stratejik olarak değerlendirmektedir. Rusya açısından, İran’la kurulan yakın ilişkiler, tek kutuplu dünya politikasına, NATO’nun doğuya doğru genişlemesine ve NATO üyesi Türkiye’nin gerek Güney Kafkasya’da gerekse Orta Asya’da etkinliğinin artmasına karşı bir denge unsuru olarak görülmektedir.

Türkiye: Türkiye tarihiyle, coğrafyasıyla, ekonomisiyle, kültürüyle ve siyasi yapısıyla Kafkasya bölgesinde çok önemli bir ülkedir. Türkiye’nin laik ve demokratik sistemi, bölge ile uzun tarihsel geçmişi, kültürel birikimi, batılı çağdaş değerleri Kafkasya için önemli bir model oluşturmaktadır.

Coğrafik konumu itibariyle Türkiye Kafkasya ülkeleri için batıya açılımın bir çıkış ve açılım noktasıdır. Aynı şekilde Kafkasya Türkiye açısından doğuya yani Orta Asya’ya açılımın kapısıdır. 2006 yılında faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Ceyhan Petrol Boru Hattı, 2007’de faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ve 2008 yılında faaliyete geçen Bakü-Tiflis-Kars Demiryolu Hattı bölgenin Türkiye açısından stratejik önemini daha da artırmıştır. Bu yüzden Kafkasya bölgesindeki barış ve istikrar Türkiye’nin kendi güvenliği ve istikrarı bakımından da büyük önem taşımaktadır.

Türkiye’nin gerek Kuzey Kafkasya gerekse Güney Kafkasya bölgesi ile tarihi, kültürel, ekonomik ve siyasi bağları mevcuttur. Türkiye, SSCB’nin dağılmasının ardından Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ın bağımsızlıklarını ayrım gözetmeksizin hemen tanımıştır. Geleneksel olarak Azerbaycan ve Gürcistan’a özel önem vermekte ve bu ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Türkiye’nin bölgede sadece Ermenistan ile diplomatik ilişkisi bulunmamaktadır. Ermenistan’ın bağımsızlık bildirisinde ve Anayasasında Türkiye’nin toprak bütünlüğünü  sorgulayan ifadelerin yer alması, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki sınırı belirleyen 1921 tarihli Kars Anlaşması’nın yürürlükte olduğunu resmen tanımaktan kaçınması, soykırım iddialarının uluslararası alanda tanınmasını öncelikli dış politika hedefi olarak benimsemesi ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına rağmen işgal altında tuttuğu Azerbaycan topraklarından geri çekilmemesi Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin normalleşmesini önleyen unsurlardandır.

Türkiye, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Azerbaycan ve Gürcistan ile ekonomi, finans, ticaret, enerji, ulaşım, eğitim, sağlık, turizm, kültür ve savunma gibi alanlarda birçok anlaşma imzalamıştır. Türkiye - Azerbaycan ve Türkiye-Gürcistan ekonomik ve siyasi ilişkileri gittikçe ilerlemektedir.

Türkiye’nin Kafkas politikası, Azerbaycan ve Gürcistan ile yakın ilişkiler tesis etmek, Ermenistan’a karşı mesafeli davranarak diyalog yollarını açık tutmak, İran ve özellikle Rusya ile bölgesel nüfuz için rekabet etmek olarak özetlenebilir. Türkiye’nin Güney Kafkasya bölgesine yönelik politikasının temelini egemenlik ve toprak bütünlüğüne sahip; barış, istikrar ve işbirliği içerisinde yaşayan devletlerin varlığı ve bu ülkelere çağdaş dünya ile entegrasyon yolunda siyasi ve ekonomik destek sağlanması oluşturmaktadır.

Türkiye’nin Kafkasya’ya yaklaşımında bölge ülkelerin bağımsızlıklarının ve toprak bütünlüklerinin korunması ve ekonomik güçlerinin artırılması öncelikli amaç olmak zorundadır. Rusya ile ticari ve siyasi ilişkiler oldukça ilerlese bile Kafkasya’da iki ülkenin çıkarlarının çoğu zaman uyuşmadığı unutulmamalıdır. Türkiye, Kafkaslarda “Türkiye - Gürcistan - Azerbaycan” şeklinde formüle edilen doğu-batı eksenini, Rusya ise “Rusya-Ermenistan-İran” şeklinde formüle edilen kuzey-güney eksenini savunmakta ve bunlara uygun politikalar izlemektedir.
Rusya, Türkiye’nin doğu-batı ekseninde enerji nakil ve ulaşım koridoru olmasını çıkarlarına aykırı görmektedir. Alternatif olarak kuzeygüney enerji nakil ve ulaşım koridorunu geliştirmek istemektedir. Türkiye, açısından doğu-batı ekseni bölge ülkeleri ve Orta Asya ile ekonomik ilişki ve entegrasyon açısından önemlidir. Türkiye, doğu-batı ekseninde söz konusu ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye devam etmeli ve bu ülkelerin Avrupa-Atlantik eksenine yaklaşmalarını aktif biçimde desteklemelidir.

Bu bağlamda Türkiye NATO’nun Güney Kafkasya ülkelerini içine alarak genişlemesini Rusya’nın itirazlarına rağmen desteklemelidir. Türkiye’nin Rusya’nın Kafkasya’daki gücünü başka türlü dengeleme olanağı bulunmamakta dır. Bu durum Rusya ile ilişkilerin bozulması anlamına gelmeyecektir. Çünkü Rusya-Türkiye ilişkileri işbirliği ve rekabetin bir arada olduğu birbirini tamamlayan ilişkilerdir. Türkiye, uluslararası hukuk çerçevesinde çıkarlarını Kafkasya’da Rusya’ya rağmen savunmaya devam etmelidir. Etkinliğini iyice yitiren KEİÖ de hem ekonomik hem siyasi anlamda canlandırılmalıdır. Bölge ülkelerinin hepsini tek çatı altında toplayan tek örgüt olmasına rağmen etkinliği bulunmamaktadır. KEİÖ’nün Kafkasya’nın geleceği açısından siyasi yönüne ağırlık verilmelidir.

Dağlık Karabağ, Güney Osetya ve Abhazya gibi ayrılıkçı bölge sorunları bölgede barış ve istikrarın tesisinin önündeki en temel engellerdir.

Bu sorunların çözümlenememesi ve gittikçe daha kötüleşmesi bölgede devletlerarası ikili ve çok taraflı ilişkilerin gelişmesini olumsuz yönde etkilemektedir. Türkiye, Kafkasya ülkelerindeki tüm ihtilafların barışçı yollardan çözümünden yana olmalı ve bu ülkelerdeki siyasi istikrara ve ekonomik refaha katkıda bulunmalıdır. Bu açıdan Rusya - Gürcistan savaşından sonra Türkiye’nin tekrar gündeme getirdiği “Kafkasya İstikrar ve İşbirliği Paktı” önemli bir adımdır ancak kısa vadede uygulanması oldukça zordur. Bölge ülkelerinin birbirleriyle olan sorunlu ilişkileri böyle bir paktın daha başta sorgulanmasına yol açacaktır.

Kaldı ki böyle bir girişim uzun zamandır düşünülüyorsa bile savaş sonrası açıklanması aslında çok geç kalındığına işaret etmektedir. Ancak yine de Türkiye bu konuda taraflara ısrarcı olmalıdır. 2000 yılında yine Türkiye tarafından ortaya atılan bu pakt Rusya’nın olumsuz tavrı sebebiyle hayata geçirilememişti. Aynı şekilde yeni teşebbüsün de Rusya’nın onayı olmadan hayata geçmesi çok zordur. Rusya’nın ikna edilmesi aynı zamanda Ermenistan’ın da bu pakta dâhil edilmesi anlamına gelecektir. Bu ise yıllardır sorunlu olan Türkiye-Ermenistan ilişkilerini
kuvvetli bir diyalog zeminine çekmek olacaktır.

Ermenistan’ın, Azerbaycan topraklarını işgali Güney Kafkasya’da siyasi istikrarın, ekonomik gelişmenin ve bölgesel işbirliğinin önündeki en önemli engeldir. Dağlık Karabağ sorunu konusunda barışçı, adil ve kalıcı bir çözüm bulunması amacıyla AGİT çerçevesinde faaliyet gösteren Minsk Grubu’nun çalışmaları yetersiz ve neticesiz kalmıştır. Türkiye, Güney Osetya sorununun geldiği noktayı dikkate alarak tıkanıklığın aşılabilmesi için Minsk Grubu’nun çalışmalarını diplomatik platformlarda sorgulamaya başlamalı, bu konuda yeni projeler ve açılımlar
ortaya koymalıdır.

Türkiye, Ermenistan ve Ermeni diasporasına uyguladığı politikaları tek bir potada değil ayrı ayrı değerlendirmelidir. Bölgenin kapalı ve çevrelenmiş ülkesi olarak Ermenistan siyasi ve ekonomik açıdan diasporaya bağımlı durumdadır. Diaspora ise Türkiye-Ermenistan ilişkilerinde yumuşama ve ilerlemeye kesinlikle karşıdır. Türkiye, Ermenistan ile ilişkilerinde aşamalı olarak bu ülkeyi diyalog zeminine çekecek, güven kazandırıcı çabalarına devam etmelidir. Bu çabalarla Ermenistan’a ekonomik olarak gelişmesi ve çağdaş dünyaya entegre olması için Türkiye ile yapıcı bir diyaloga girmesi gerektiği telkin edilmelidir. Bu sayede uzlaşmaz karaktere sahip diaspora ile Ermenistan yönetimi arasındaki bağa darbe vurulacaktır. Bu bağ ne kadar zayıflarsa o kadar Türkiye’nin faydasınadır. Ermenistan ile diyalog kapıları açılırsa, Suriye-İsrail, ABD-İran ve son olarak Rusya-Gürcistan arasındaki sorunlarda arabulucu olarak inisiyatif alan ve politik manevra alanını genişleten Türkiye, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki sorunlarda da arabuluculu rolü oynayabilir.

Rusya 1991’den sonra batı kurumlarının gerek Avrupa’da gerek Kafkasya’da doğuya doğru ilerlemesine kendisinin çevrelenmesi olarak bakmış ancak son yıllara kadar bu politikalara karşı pasif karakterde cevaplar vermiştir. Ancak Rusya’nın Kafkasya’da statükoyu bozan aşırı müdahalesi bu duruma artık aktif ve sert cevaplar vereceğini açıkça ortaya koymuştur. Türkiye açısından taşıdığı büyük stratejik önemden dolayı, Rusya’nın Kafkaslarda etkisinin yayılması Türkiye’nin çıkarlarına zarar verecektir. Türkiye bir taraftan Rusya ile ilişkilerini geliştirirken diğer taraftan Rusya’nın bu politikalarına karşı dengeleyici politikalar üretmelidir. Türkiye, Rusya’nın Kafkasya’da yayılmasına ve etkisini artırmasına
karşı batının ürettiği politikalar konusunda da kendi çıkarları prizmasından bakarak hareket etmelidir.

Türkiye’de yaşayan sayıları milyonlarla ifade edilen Kafkasya kökenli bir diaspora bulunmaktadır. Türkiye bölge ülkelerinin egemenlik ve toprak bütünlüğünü savunurken aynı zamanda nüfus yapısı, kültürel yakınlık ve tarihi bağlar nedeniyle bölgedeki sorunlarla yakından ilgilenmek durumundadır. Bunu yaparken ülkelerin tepkisini çekmemeye çalışmalı, içişlerine müdahale ediyor görüntüsü vermemelidir. Örneğin Türkiye’nin Kuzey Kafkasya politikası, aynı zamanda Türkiye’nin Rusya Federasyonu politikasının bir parçasıdır. Aynı şekilde Ahıska Türkleri politikası Türkiye’nin Gürcistan ile ilişkilerinden ayrı düşünülemez.

Bu bağlamda, Gürcistan ile ilişkiler geliştirilirken bir taraftan da Ahıska Türklerinin Gürcistan’daki yurtlarına dönebilmeleri için Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesi’nin Ocak 1999’da aldığı Ahıska Türklerinin yurtlarına geri dönüşüne dair kararın Gürcistan tarafından uygulanışını takip etmelidir.

Bünyesinde barındırdığı Kafkas kökenli nüfusu vasıtasıyla Kafkasya’daki halkları birbirine yakınlaştıracak projeler ortaya koyarak “Kafkasya
Evi” bilincini geliştirmelidir. Kafkasya’nın birbirine düşman halkların coğrafyası olarak kalması Türkiye’nin hemen yanı başında patlamaya
hazır kriz ve savaşlarla her an yüz yüze olması demektir. Bu durum ise çevresinde istikrar ve barış ortamı isteyen Türkiye’nin çıkarlarına
büyük zarar verecektir ve zaten hâlihazırda vermektedir. Bütün bunları yaparken aynı zamanda Türkiye Kafkasya bölgesinde kriz yönetimi
kabiliyetini arttırmaya ve geliştirmeye çalışmalıdır.

Kafkasya’da Ağustos 2008’de ortaya çıkan kriz Türkiye’ye daha güçlü ve istikrarlı bir ülke olması gerektiğini bir kez daha hatırlatmıştır.

Bölge ülkeleri açısından ise uluslararası hukuk çerçevesinde hareket eden istikrarlı ve güçlü bir Türkiye’ye olan ihtiyacı ortaya çıkartmıştır.

Bu bağlamda Türkiye’nin AB üyeliği konusu yanı başındaki sıcak ve sorunlu bölge Kafkasya’nın istikrarı ve dolayısıyla ulusal çıkarlarının korunması
açısından öncelikli yerdedir. AB üyesi bir Türkiye Kafkaslarda istikrar ve barışın teminine çok büyük katkılarda bulunacaktır.


ULUSLARARASI POLİTİKALAR EKSENİNDE KAFKASYA
Dr. Fatih ÖZBAY

17. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***