DEMOKRATİKLEŞME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
DEMOKRATİKLEŞME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 4

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 4


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Mahkeme izlenimini anlatan bir görüşmeci de, “fazla böyle üzerinde durmuyorlar”
diyerek üstünkörülük izlenimini vurguladı. (Kars 8)

Özellikle mahkemelerin bilirkişiye tevdi ettikleri dosyayı, bilirkişiden gelen rapor
doğrultusunda sonuçlandırdıklarına ilişkin pek çok şikâyet dile getirildi. Kayseri’nin
bir köyünde görüştüğümüz kişi, kendi köylerinde yapıp sattıkları bebekleri taklit
edip daha ucuza satanlara karşı açtıkları davanın, bilirkişi raporu doğrultusunda
aleyhlerine sonuçlandığını anlattı:
Bizim bir davamız oldu. S. bebekleri ile ilgili. Patent ofisine müracat edip S.
bebeklerinin patentini aldık köy olarak. Sonra D.’da, A.’ta bu bebekleri yapıp çok
ucuza satanları şikâyet edip savcılık aracılığıyla bebekleri toplattık. D.’daki mahkemeye itiraz ettiler. Bilirkişiye gitti mahkeme, bilirkişi bizim aleyhimize yazmış, mahkeme de öylece bizim aleyhimize karar verip toplanan bebekleri [davalılara] iade etti. (Kayseri 2)

  Mahkemelerin, bilirkişi raporlarını doğrudan karar haline getirdikleri, bunun da
kararların doğruluğuna/adilliğine gölge düşürdüğü şeklindeki algı, Kayseri’den bir
başka görüşmecimizin sözlerine şöyle yansıdı:

He ya. Hâkim hiç düşünmedi, olduğu gibi bilirkişi ne yazdıysa öyle karar verdi.
Böyle şey olur mu ya! Ben de bu sefer A.’ya itiraz ettim. Oradaki bilirkişi de lehimize karar verdi, bu sefer mahkemeden lehimize karar çıktı, iyi mi! (Kayseri 1)
Aynı davada, kendilerine haksızlık yapıldığını düşünen davacı, hâkime giderek derdini anlattığını, ama sonuç alamadığını söyledi:

Şimdi bu bebek yapanlar itiraz etmişler, bizi şikâyet etmişler bu sefer. Dava yine
bitmedi, iki senedir uğraşıyoruz. Böyle adalet olur mu ya! D.’deki hâkime vardım,
nasıl böyle karar veriyorsunuz göz göre göre dedim. Merak etme yanlışsa nasılsa
Yargıtay’dan döner, düzelir dedi. Ölme eşşeğim ölme. (Kayseri 1)

Bilirkişi süreciyle ilgili başka şikâyetler de dile getirildi. Antalya’da görüştüğümüz
eğitimli kişi, bilirkişi raporlarını mahkeme sürecini daha da uzatan bir etken olarak
nitelendirdi:

İşte mahkeme sonuçlarına bu defa bilirkişi raporları ekleniyor. Bilirkişi raporları
bir mahkeme kadar daha devam ediyor, karşı taraf itiraz ediyor... Zaman, zaman
yani başka bir şey değil. O kadar sürüncemede kalıyorsunuz. (Antalya 1)
Van’da görüştüğümüz şahıslar da benzer sorunları dile getirdiler:

Bir hâkim[in], olay anını bilmesi lazım; konunun düzenini bilmesi lazım. Avukat
yazıyor, yazıyor, dosya gidiyor önüne. O dosyaya bakarak yargılıyor. İki tarafı
dinlemiyor.

Yeterince araştırmıyor mu?

Araştırmıyor. Yeterince yok. Herhangi bir hâkimde anahtar yok, hâkim önüne
giden dosyayı inceleyip ona göre yargılıyor. Fakat yeterince incelemiyor. Denetleme gecikiyor, fazla gecikiyor biraz. O yüzden adalet tam yerini bulamıyor.
Araştırma yapmıyorlar yani bu bölgede!
Öyle gibi... Olayların derinine inebilmesi için çok iyi ve de bilinçli sizin gibi araştırmacılara ihtiyaç var, sizin gibi böyle halkın içine girip de sorunlarını anlatabilen insanlardan duyma gereği var yani. (Van 1)

Ben bir mahkemeye başvurdum, bir avukat tuttum, Telekom camiasından. Avukatın [...] benim duruşmadan sonra avukatın bana dönmesi, diyor ki, ya emsal var mıdır? Başka yerde bu davayı kazanan varsa onun kararını getirin ki ben hâkime etki edeyim. Hâkimin görevi buna karar vermek, öbür taraftaki Ahmet hâkim karar vermiş de bu taraftaki Mehmet hâkim haberi yoksa karar vermeyecek mi?

Yani bunun yargıya gitmesi gerekmiyor mu? (Van 2)

En azından kanun var, olay var. İkisi arasında bağlantıyı kurup karar vermesi
lazım. (Van 1)

Ama bizden karar istiyor. Biz ne yapıyoruz? Açıyoruz köydeki adama, o kararını
gönderiyor bize, faks çekiyor. O kararı götürüyoruz, diyor tamam. Buna göre karar verebilirsin, buna göre! Hani kanuna göre değil, emsale göre. (Van 2)
İstanbul’da görüştüğümüz gündelikçi bir kadın, kendi başına gelen bir olay üzerinden bu üstünkörülük, baştansavmacılık durumunu şu şekilde anlattı:
Hâkim iyice sorguladı mı, soruşturdu mu olanı biteni?
Olanı biteni neyse yani sordu. İlk ona sordu, o anlattı zaten gerekeni. Bana sıra
bile gelmeden, “yazıyorum, kes cezayı” dedi.
Size soru sormadı hiç öyle mi?
Sormadı bana, daha ben anlatmadan... Evet, anlatmadan hemen şey etti yani.
Sonuç sizce hakkaniyete uygun muydu?
Hayır, yani öyle değildi. Bir anlaması lazımdı yani. Benim orada zaten arada
dayağı yediğim için polis ifadem filan vardı yani. Polis bizi kurtardı zaten. Polis
olmasaydı zaten onlar bizi hep yeniyorlar. Hem beni rahatsız ediyor, hem dünyanın hakkını alıyor, doymuyor insanlar... [Mahkeme] çözmedi. Niye kavga yaptınız diye sormadı yani hâkim. Evet, çünkü kavgamızın sebebi, ben kapıya sabah gidip akşam gidiyorum deyip, kapıya ben otomatik taktırdım hatta bizim buraya da taktılar. Ben arkadaşa dedim, takarsanız dedim yani memnun olurum dedim.

Şu kadara takarım abla dedi. Adresi verdim, gitti taktı. 2-3 tanesi verdi parasını,
o ikisi vermediler parayı. Dedi, kime danıştın taktırdın dediler. Yani kavgamız
bundan oldu. Ben akşam vardım, kapıyı açtım böyle, o marketten gidiyormuş
annesiyle kızı. Benim bir kötü niyetim yoktu yani. Kapıyı şöyle tuttu, dedi ki, işte
elinde ekmek poşeti, annesi de varmış […] ben sabah gidip akşam geliyorum
dedim, uzun hikâye yani. Aşağı yukarı 7-8 sene oldu evimizi alalı. Ben senelerdir
İstanbul’dayım yani, böyle komşuluk hakkı mı olur yani? Yani onun için yani,
Allah ona hidayet versin derim. Kavgadan da kaçarım yani, kavga da istemem...
Peki, hâkimin böyle yapmasının nedeni nedir sizce?

Herhalde baştan savdı bizi.

Niye?

Bilmiyorum, yani baştan savdı. (İstanbul 4)

Kayserili bir başka görüşmeci de, aynı şekilde, ilgisizlikten ve baştan savmacı
tutumdan şikâyet etti:

Yani bunu devlet tam olarak araştırmıyor. Bu sadece varıyorsun, veriyorsun
savunmanı sen de, o da, şahitler de. Şahitler mesela ille de dinleme karşısında
değil, […] parayla, yeminli şey ediyor. Bu da araştırılmıyor. Jandarma tarafından
olsun, avukatlar tarafından olsun bu araştırılmıyor. Yani bu şeyde kanunda
bayağı bir şey var. Kanunlar doğru, ama fakat araştırmalar eksik. Yani benim
düşüncem budur yani hocam. Her şeyde araştırma; köy muhtarından, belediye
başkanından, jandarmasından, mahalle halkından hep bunları araştırması gereken
şeylerdir. Ama bunlar hiç yapılmıyor. Jandarma geliyor, olay yerini çiziyor, şu
var mı, şu var mı? Milletimiz yani hiçbir şeye girmek istemez. Alacak seni götürecek, soracak, şimdi ne soracak, sen şahit yazılsan benim şu kadar günlüğüm gidecek.

Bu adam fakir, bu adam benim paramı veremez […] Yani bu da bir eksiklik
yani. (Kayseri 5)

Bir boşanma davası sonucunda, çocuğunu görme hakkı konusunda mağdur edildiğini düşünen bir görüşmeci de, hâkimin meseleyi çok iyi incelemeyip kendisini yeterince aydınlatmadığın dan şikâyet etti:
Bana göre hâkim her şeyi açıkça söylemeliydi. Yani bu sen, sonuçta anlaşmalı bir
boşanmaydı, ama söylemeliydi bana, “senin böyle bir hakkın var, haftada bir kez
görme hakkın var.” Bunu bana söylemeliydi diye düşünüyorum.
Burada sence bir baştan savma mı var yoksa?
Bence bir baştan savma var. Zaten çok kısa sürdü mahkeme. Biraz daha incelenebilirdi...
(Denizli 1)
Antalya’da görüştüğümüz kişi, kendi dava sürecinde hâkimin tavrıyla ilgili olarak
şunları anlattı:
Her şey birbirine girmiş durumda gibi. Yani ben mesela oraya gittiğimde benim
davam görülüyor, başka bir davanın avukatı girip hâkime bir şekilde bir şeyler
soruyor. Yani orada kendi işi önemli olsa da kendi işini yürütmek için bir şey mi
yapıyor?
Hâkimin tavrı ne?
Hâkimin tavrı adamına göre değişiyor. Kimine yani, kardeşim mahkemedeyim, ne
istiyorsun tavrını takılabiliyor, ama kimine de hallederiz gibilerinden göz yumabiliyor.
İlginç bu, yani bunları gözünüzle gördünüz, öyle mi?
Tabii canım yani, iki kere gittim, ama neler neler gördüm... Yani çok uzun süre
zaten durmuyorsunuz, yani içeride hâkim hani siz buradan dolu gidiyorsunuz,
yani anlatacak çok şeyiniz var, ama üç-beş soruyla geçiştiriyorlar sizin işi.
Peki, tutanağa doğru düzgün işleniyor mu?
İşte orada konuşulanlar işleniyor. Mesela ben avukatıma sordum girmeden önce,
hani benim bordromla ilgili çift bordro işlenmiş dedim mesela, resmî evrakta
benim aldığım maaş değil de asgarî ücret gösterilmiş, avukata dedim ki bu benim
maaş kartım. Sonradan tabii işletme bunu düşünüp ispat ettiler. Yani bir, iki, üç
kere maaş aldık biz o kartla. Üçüncüsünden sonra dediler ki, yok artık bunu kullanmayın biz direkt elden vereceğiz. Sebebi de bu olayların olacağı akıllarına geldi herhalde, çift bordro olayı geldi, yapamadılar. İptal ettiler kartı. İşte ben avukata dedim ki, bu kartı biz hâkime söyleyelim, bunu araştırsınlar yani. Benim maaşım hani arkadaşlarım gelip böyle bu adam böyle maaş alıyor diyebilir. Yani yaptılar, belki o kadar inandırıcı olmadı ama benim elimde bir delil var, bunu araştırın, banka kartlarıma bakın. Ben o yıl ne kadar maaş almışım, bordromda ne kadar gösterilmiş? Bu bir kanıt ama bunu mahkeme kaale bile almadı yani, incelemedi. (Antalya 1)

Gölcüklü görüşmeci, davaların uzamasından yakınırken, bunun başlıca nedeni olarak özensizliğin ve sorumsuzluğun altını çizdi:
Her mahkemede söylenen işte şu eksikti, gelmedi, dört ay sonra. Yani adliyenin
içindeki evraklar bile gelmiyor. Bunlar biraz sorumsuzluk oluyor bence. Veyahut
da adliye Gölcük Belediyesi’ne bir yazı yazıyor, verin elden götüreyim, elden de
götürülmüyor. Dört ay, beş ay bekliyorsun. Yani aynı memleketin içinde iki adımlık
yerden, iki adım cevabını almanın her mahkemede bir üç ay, dört ay bekliyorsun.
(Kocaeli 1)
Depremde çocuğunu kaybeden ve bulunması için dava açan bu görüşmeci, yatırması gereken parayı yatırdığı halde bir sonuç alamadığını anlattı:
Tamam dedim, ben bu parayı da bulacağım, dosyayı da açtıracağım ve bu davayı
sonuna kadar götüreceğim. İşte her mahkeme şeyinde bana bir imza çıkarıyorlar,
şu dava olmadı, bu kâğıt gelmedi, bu yazı gelmedi.
Mahkeme Kalemi’nden mi? Mahkeme Heyeti’nden mi?
Artık Mahkeme Heyeti’nden çıkıyor, Mahkeme Kalemi’ni aştım, harçları yatırdım,
davaları açtım. Takip ettiğim davama bile takipsizlik verdiler. Takip ettiğim
davam, takipsizlikten dava bitti... Gittim dedim ki herhalde siz beni başkasıyla
karıştırdınız. Ben mahkeme kapılarında artık yatar oldum, sürünür oldum.

Sokaklarda çocuğumu arıyorum, siz bana takipsizlik kararı veriyorsunuz... Önce
Sulh Hukuk’taydı, sonra Asliye Ceza’ya geçti galiba. Eğer ki ben davamı takip
etmemiş bir insan olsam, o kâğıdı görmemiş olsam benim davam bitiyor, çünkü
on beş gün bir süre veriyorlar. Yani bakar mısınız on beş gün size süre veriyorlar
takipsizlik diye. Tekrar gittim, davayı tekrar açtım ben. Üç sene, pardon bir buçuk
sene devam etti, işte parayı yatırdım hukuk oldu falan. Parayı yatırdım, her şey
bitti. Ama hukuk dedi ki artık dava bizi aştı. Neden? Asliye Ceza’ya devretti. İyi
de beni niye bir buçuk-iki senedir süründürüyorsunuz? Bana ilk mahkemede şunu
deseniz; bu dava bizim davamız değil, Asliye Ceza’da dava takip edilecek, orayı
dosyayı açın deseniz. Siz bana parayı uyduruyorsunuz, her şeyi yaptırıyorsunuz,
ondan sonra dava bizi aştı diyorsunuz. Tabii ben o an çok tepkiliyim, şu an gene
biraz normalim, mahkemeleri filan birbirine kattığımdan, hâkime hanıma sitem
etmiştim siz yaşamadınız, yaşarsanız bunu anlarsınız diye. Biraz bozuldu, üzüldü,
ama hiç umurumda değildi. Ben bir evlat arıyordum, onlar benim ne aradığımın
farkında değildi. Ne suçlu arıyordum, ne suçsuz arıyordum, sadece evladımı
arıyordum ben orada. Yani yirmi yaşında bir evladını kaybediyor, ne öldüğü belli,
ne sağ olduğu belli... (Kocaeli 1)
Aynı görüşmeci, Batı hukuku ile Türkiye’deki hukuk uygulamaları arasında bir karşılaştırma yaparak, bu ülkede “insana değer verilmediği”ni, bu nedenle mahkemelerin de adil davranacaklarına inanmadığını belirtiyor:

Avrupa İnsan Hakları hakkını arıyor. Her şeyden önce seni insan yerine koyuyor.
Eğer ki ben bu davayı Avrupa’da görmüş olsaydım benim sakat kaldığımın tazminatı vardı, benim çocuğumun tazminatı vardı. Depremde ölenlere 750 milyon
fiyat biçmişler, ne kadar gülünç bir şeydir biliyor musunuz? Bizim insanlarımız 750
milyon mu ediyor? Tazminat vermişler ailelere, ben şey yapmadım. Ben dedim,
çocuğumun değerini bu parayla biçmiyorum. 750 milyon, nerede görülmüş bir
şey? Bir kaza olduğunda insanlara Avrupa’da tazminatını hiç olmazsa gerideki
acısını hafifletsin diye verebiliyorlar. Bizde böyle bir şey yok. 750 bin lira çok
gülünç bir şeydir. [İnsana bakışta] sorun var, maalesef. Yani keşke Avrupa’daki
gibi insanlarımıza değer verilebilse, onlara emek sarf edilebilse, yok bizde. Ben,
tabii ki bu davanın sonucu gene İnsan Hakları Mahkemesi’dir. Yani ölmediğim
sürece bu davayı sonuna kadar götüreceğim. Gölcük’ten de pek ayrılmayı da
düşünmedim, çünkü tamamen kalan engellilerim için buradayım. Ben gönüllü
buradayım, kimseden maaş falan aldığım yoktur, gönüllü olarak burada görev
yapıyorum. Kurucusu oldum, bugüne getirdim, daha da getireceğim inşallah ileriye.

Ama keşke ben buradaki olaylar dediğiniz gibi Avrupa’da olsa o insanların,
annesi ölmüş engellinin yüzü gülse. Neden, soruyorum. Ben aldığım üç ayda bir
640 milyon maaş, engelli maaşı alıyorum. Ve bu insan arabasına mı verecek,
sağlığına mı bakacak, tekerlekli sandalyesine mi bakacak? Bir tekerlekli sandalye
alabilmek için bir sürü bürokrasiler önümüze koyuyorlar biliyorsunuz. Depremin
sorumlusu işte bu engellilik, alın, bakın. Yani devlet şunu bile yapmadı; sakatına
sahip çıkmadı. Vereceği 140 milyon, 150 milyon engelli maaşı maaş değil. Hayatı
gitmiş, gençliği gitmiş, sakat kalmış o insan, bunun bir bedeli var. Yani o insana
hiç olmazsa şöyle iki tane odası da, düz bir yerde evini yapıp garantiye almaları
gerekirdi. Hangi adalete güveneyim ben? (Kocaeli 1)

Mahkemelerin Adilliğine Duyulan Güven.,

Mahkemelerden beklentilerin gerçekleşeceği konusundaki inançsızlığın güçlü kaynaklarından birinin, mahkemelerin adilliğine güven duyulmaması olduğu, görüşmecilerimizin anlatımlarından çıkardığımız önemli bir sonuçtur.
Gerçekten de, görüştüğümüz kişilerde, genel olarak mahkemelerin adaleti sağlayacağına dair bir güven eksikliği saptadık. Başka bir deyişle, görüşmeciler arasında mahkemelere duyulan güvensizliğin yaygın bir algı olduğunu gözledik.
Bilhassa belli ölçülerde mağdur olup, mahkeme kararının o mağduriyeti gidermediğini ya da kendisine veya yakınlarına zarar veren bir kişinin gereken cezayı almadığını düşünen kişilerde bu algı, neredeyse yerleşik bir kanaat haline gelmiştir. Kardeşi vurulan bir kişinin sözleri, bu algının tipik bir tasviri gibidir:

Adalet hiç yerini almamış ki, hep es geçerler, geleni vurur, kırar, bırakırlar hadi
gitsin derler. Yani onun öcünü almak için hiçbir şey yapmıyorlar; […] serbest. Hiç
[adalet] vermiyorlar, hiç yani! […] Ben mesela şikâyetçi düşsem hiç hakkımı vermiyorlar, hemen orada […] ezilen ben, mağdur olan ben, ama hiç hakkımı aramıyorlar.

Aynı günden, vurulan benim kardeşim, […] mağdur olan biz, hiç bize bir
şey yapmadılar. Aynı günden, o taraf kendisine işiyle gücüyle uğraştı, biz battık
gittik, hiçbir şey yapamadık. (Kars 5)

Suçsuz olduğunu belirten, buna rağmen yargılanıp ceza aldığını söyleyen bir görüşmeci de, aynı ruh halini taşıyor:

Gittim, yargılandım […] iki ay tutuklu kaldım, hiçbir suç işlemememe rağmen, kırmızı ışıkta bile hayatım boyunca geçmedim, ama yalancı şahitler beni bu duruma düşürdü. (Trabzon 1)

Bu görüşmeciye göre, “yargı yerin dibinde”dir ve mahkemede adaletin tecelli
etmesi “ancak bir şans işi”dir: “Adalet belki yüzde bir tecelli ediyordur, o da tamamen şans.”
Başka bir görüşmeci, benzer bir deneyim yaşamadığı halde, bu algıyı aynı ifadelerle dışa vuruyor. “Sizce mahkemelerde adalet tecelli ediyor mu” sorusuna, “büyük bir çoğunlukla hayır! Bazen işte şans eseri, istisna, bir-iki doğru oluyor” diye cevap veriyor. (Kars 6)

Eskişehir’de görüştüğümüz emekli işçinin ifadeleri de, kendi uğradığı “haksızlık”
karşısında adalete olan güveninin sarsıldığı yönünde:
Valla [Türkiye] hukuk devletidir diyelim diyeceğim [...] ama hukuk herkese aynı
uygulanmalı ki... Ben isterim, ben Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyım, her zaman
Türkiye Cumhuriyeti’nin şeyiyim, istediğim zaman, istediğimde yaparım, ama
büyük balık küçük balığı yutar hesabı olmasın uygulamada. Hakkı neyse hakkını
alsın, ama böyle...
İtimatsızlığınız var o zaman.
Var tabii var. Açık açık var yani. Çünkü ben kendi yaşadığım şey ortada, yani hiçbir şekilde suçsuz olduğum halde, iş iadeleri aldığım halde, ceza mahkemesi ceza görmediği halde işten çıkarılıyorsun ve 18 senelik [...] ve posta başı konumundayım, vardiyaya yerleştiriliyorum, adam çalıştırıyorum. 
Niye atılayım ki ben? (Eskişehir 1)

Elbette adalet sistemine duyulan güvensizlik, sadece mağduriyetten kaynaklanan
bir algı değildir. Aynı yaklaşımı, farklı argümanlarla paylaşan değişik çevrelerden
görüşmecilerimiz oldu.
Mesela bir görüşmeci, genel olarak “devlete güvenmediğini” belirtiyor ve devletin
bir parçası olarak algıladığı yargıya da güven duymadığını söylüyor:
Hiçbir güvenim yok yani benim devlet kurumu, “devletim” diyen hiçbir kuruma
güvenim yok.
Mahkemeleri de devlet kurumu mu sayıyorsunuz?
Evet. (Antalya 1)
Samsunlu görüşmeciye göre, adalet, eşitliği sağlaması gereken temel mekanizma
iken, gerçekte “tam tersi” oluyor. (Samsun 2) Bu görüşmecinin açıklamaları, kendisinin atıf yaptığı filmlerde veya çeşitli kitle iletişim araçlarındaki haber ve yorumlarda, en önemlisi de “günlük dil”de yaygın olan bir algıyı yansıtıyor:
[Mahkemelere] güvenilebileceğine dair de bir sürü kanıt [olmakla birlikte], güvenilemeyeceğine dair [de] bir sürü kanıt var. Mesela insanlar, atıyorum parasıyla bile mahkemelerin kararlarını değiştirebiliyorlar; hâkimi bağlayabiliyorsun, böyle filmler var mesela, hâkimi bağlarız, avukatı ayarlarız, yok işte bir yalancı şahit buluruz, işte bu tarz terimlerin dilimizde olması, mahkemeler in güvenilir olmadığını bence buradan anlayabiliyoruz. Dil, yaşadıklarımızı yansıtan bir şey olduğuna göre, bunların güvenilir olmadığını anlayabiliyoruz. İnsanlar çok büyük suçlardan yara almadan kurtulabiliyorlar, ama bunun yanı sıra suçsuz insanlar yıllarca cezaevlerinde yatabiliyorlar ve bunun karşısında insanlara sadece “pardon” denilebiliyor; yani bunun birçok örneğini biliyoruz, filmlerde de biliyoruz, hiç de zor bir şey değil. (Samsun 2)
Yüksekokul öğrencisi bu görüşmeci, yetkin bir hukukçu tavrıyla, bu algıyı destekleyen örnekler sıralamaya devam ediyor:
Bunun gibi bir sürü örnek var. Göz hapsini uzatabiliyorlar, bir hafta sürüyor, on
beş gün, yirmi gün, gerektiği zaman, çok eski tarihlerde bunu yapmışlar, bundan
on sene, yirmi sene önce, doksan güne kadar göz hapsi çıkarmışlar; oysa yasada
böyle bir şey yok, ne kadar güvenilebilir ne kadar güvenilmez! Böyle bir şeyi çekip
çeviren bir insan[ın], yapının mahkemesine ne kadar güvenilir? Yani bilmiyorum,
ben pek fazla güvenmiyorum. (Samsun 2)
Yargı sistemindeki kayırmacılığı, mahkemelerin adil olmamasının temel sebebi
sayan bir görüşmecimizin açıklamaları da şöyle: “Bence adil değil, mahkemeler
zengin olandan yana. Adamın varsa mahkeme de senindir. (Kars 11)
Hiç mahkeme deneyimi yaşamamış genç bir insanın, böyle bir algıya sahip olması
düşündürücüdür.
Gölcük’te görüştüğümüz deprem mağduru kişi, özellikle müteahhitlere karşı açılan
davalarda ortaya çıkan sonuçlar karşısında adalete güveninin tamamen sarsıldığını
söyledi. Özellikle pek çok müteahhidin “zamanaşımı” gerekçesiyle cezadan kurtulması, ama sadece bir kişinin ceza alması onun adalet duygusunu zedelemiş:
Zamanaşımına uğradı ve işin kötüsü de arada bir tane insan zamanaşımından üç
gün önce içeri alındı. Neden öbürleri alınmıyor da bir kişi alınıyor. Çünkü onun
şeyinde kalan Yargıtay’dan biriydi. Arkasında Yargıtay vardı. Zamanaşımına
uğrayacağını bildiği için dosyaları çabucak ayrı insanlarda Belediye Başkanı’nı
içeri aldılar yani. İhsaniye Belediye Başkanı’nı biliyorsunuz, gerçekten eğer ki o
adamın yaptığı bina yıkılsaydı bunun için. Gölcük’te ben bu konuda tepkiliyimdir,
bütün müteahhitler, belediyeciler falan. Ama o adamın yaptığı bina yıkılmadı.
Yanındaki bina gelip ona vurdu, sadece alt katını indirdi, üst katları bütün kaldı,
ama yandaki bina gelip vurdu. Yani orada o adamın hiçbir suçu yokken Yargıtay’da
davayı, yani ölenin yakını Yargıtay’da olduğu için. Peki, seninki candı da
bizim ki can değil miydi? (Kocaeli 1)
Bu ifadelerde, adaletsizliğin kayırmacılıkla ilişkilendirildiğini açıkça görmek mümkün.
Ancak, güçlü olanların mahkemeleri yanıltma gücünü adaletin tecelli etmesinin
önündeki başlıca engel olarak değerlendiren görüşleri de, sonuçta aynı algıyı
besleyen benzer bir kaynak sayabiliriz:
[Mahkemeler] yerine göre, adil de olabiliyor olmayabiliyor da, çünkü bazı insanların […] zengin olduğu için ya da bazı mafya gibi, yani örnek vereyim dört-beş arkadaşı var, adamı var şahit gösteriyor bir insanın sırtına yükleniyor, o insanlar artık ona inandığı için bir kişi tek kalıyor, artık hiç kimsesi yok, şahidi yok, bir kimsesi yok onun için adil olmuyor yani, genelde adil olmuyor. (Kars 14)
İstanbullu görüşmecilerden birisi de, “adaletin tesis edileceğine inancın olmamasını” bu tür ilişkilere bağlıyor:

Evet, herhangi bir davada kolayca görebilirsiniz ya da adliyeye gittiğinizde de
işlerin nasıl yürüdüğünü gördüğünüzde de fark edebilirsiniz. Öyle bir inanç eksik33
liği var. İşte bir sürü yasadışı iş yapan insanın ortalıkta rahatça gezebildiğini
görmek çok kolay. (İstanbul 3)

Aynı görüşmecinin, darbelerin hukukun inandırıcılığına olumsuz etki yaptığını aynı
bağlamda belirtmesi, gerçekten ilgi çekici, hatta zihin açıcı:
Daha genelde, hani bütün bu hukuk denilen şeyin tamamıyla ortadan kaldırılıp,
işte darbe marbe gibi şeylerle yok edilebildiğini görmek çok kolay. Sık sık oluyor
hani. Bir ülkenin tarihi için çok sık oluyor. O yüzden, tabii ki bir hukuk sistemi var,
yani bir sürü insan çalışıyor falan filan, bir sürü iş görülüyor ama onların ne kadar
sağlıklı olduğu konusunda birinin şu kadar hani [inancı yok]. (İstanbul 3)
Diyarbakırlı bir görüşmeci de yargının düzgün işlediğine inanmıyor. Ona göre, bunun temel nedeni kanunların herkese eşit uygulanmaması:
[Yargı] kesinlikle düzgün işlemiyor. Hakkaniyete uygun karar verilmiyor. [Adalet]
kanunların herkese eşit uygulanmasıdır. Ama Türkiye’de kanunların herkese eşit
bir şekilde uygulandığını söyleyecek tek bir kişinin bile olduğuna inanmıyorum.
(Diyarbakır 1)
Mahkemelerin adil olmadığı algısını paylaşan çok sayıda görüşmecimiz arasında
(örneğin Trabzon 1, Kars 15, Kars 17, Kars 18, Erzurum 2, Nusaybin 1), çekinceyle başladığı konuşmasını kesin bir kanaatle bitiren bir görüşmeciyle aramızda geçen kısa diyalog ilginçtir. Bu görüşmecimize göre, mahkemeler “yeterince adil değil”dir.
(Kars 8) Ancak, bir sonraki soruda, aynı görüşmeci bu “yeterince değil” ifadesini “hiç adil değil” ile değiştirmiştir.
Bazı görüşmecilerden, mahkemelerin adil olduğuna ilişkin doğrudan cevaplar da
aldık. Bu cevapların bir kısmı, ayrıntılı temellendirmelere sahip. Örneğin Samsunlu
eğitimli görüşmeci, mahkemelerin adil olduğunu, muhtemel hataların işin doğasından kaynaklandığını, fakat bunların sistem içinde düzeltilmesini sağlayacak yollar bulunduğunu düşünüyor:

Mahkemelerin adil olduğuna inanıyorum, yalnız şöyle bir şey var: Sonuçta karar
veren insanlar da, iddia makamı savcı, karar makamı hâkim, savunma makamı
avukat, sonuçta bunlar da insanlardan oluşuyorlar; sonuçta insan beşer şaşar
diye bir söz vardır. Bunların da hata yapabilme olasılığı mutlaka var; fakat bu
düzenimiz içerisinde, her kararı bir üst makama kontrol ettirme imkânı da tanınmış bize. Nedir? Siz bir ceza davasında memnun kalmazsınız, işte Yargıtay’da
temyiz yolunuz var, Yargıtay’a gidersiniz. Ha, oradan çıkan sonuçtan da tatmin
olmazsanız, nedir mesela? Bizim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiş yolumuz açık ve bizim kanunlarımızın üzerinde olduğu da Anayasamız tarafından da garanti altına alınmış durumda. Yani bir yer hata yaptı, hadi ikinci yer de hata
yaptı, üçüncü yerin de hata yapacağı kanısında değilim. O yüzden hata mutlaka
olabilir, adil olmaları konusunda, adil olduklarına inanıyorum... Aynı şekilde idarî
konularda Danıştay var, Bölge İdare Mahkemeleri var... (Samsun 1)

Bu görüşmeci, insan etkenine vurgu yapmakla birlikte, hatanın bir yerden mutlaka
döneceğine ve yargı mekanizmasının böyle emniyet subaplarıyla donatılmış olduğuna inanıyor.
Bazı olumlu cevaplar ise açıklamasız ve kestirmedir (Örneğin Kars 2, Kars 7, Kars 13: “Adil”!). Ancak bu tür cevaplar veren kişilerin çoğu, görüşmenin seyri içinde, aslında mahkemelerin adilliğine dair kesin bir inanca sahip olmadıklarını gösteren ifadeler kullanmıştır. Mesela bir görüşmeci, “sizce mahkemelerde adalet tecelli ediyor mu” şeklindeki soru üzerine şu açıklamayı yapıyor:

Diyorum ya, ağırlık nereyse ora işte şey yapıyor hak ediyor yani […] kim biraz
torpil, rüşvet bir şey yapıyorsa o şey yapıyor, o birisi de mağdur durumda kalıyor
işte. (Kars 2)
Mahkemelerin uygulamaları konusunda, fikirlerini ikircikli ifadelerle aktaran başka
görüşmeciler de oldu:
Mahkemeler, vallahi bana göre biraz adil, biraz adil değil. (Kars 4)
Zaman zaman adil olduğunu, zaman zaman olmadığını görüyoruz. (İstanbul 3)
Her zaman değil! (Erzurum 2)
Mahkemelerin adilliğini yüzdelerle ölçen görüşmecilerin anlatımları, bize ilginç
geldi. Mesela Bursalı görüşmeci, bir oranlama yapıyor; ancak, biraz insaflı davranarak, adil kararların oranının adil olmayanlara göre daha yüksek olduğunu söylüyor: Şeriatın kestiği parmak kanamaz, hâkimin verdiği karara herkes saygı duymak zorunda. Tabii ki bunlar kendi kararlarıdır, kendileri veriyorlar. [Ama] valla yüzde altmışı [adil karar] verse yüzde kırkının verdiğini zannetmiyorum. (Bursa 2)
Vanlı bir görüşmeci ise, haklı olduğu davalarda, kararın kendi lehine çıkma ihtimalini çok daha düşük görüyor:

Yani […] mahkemeye gittiğimiz zaman, bir kere yüzde yetmiş-seksen biz o mahkemede haksız çıkacağımız kanısına varıyoruz.
Daha baştan mı?
Daha başta! Çünkü bu mahkemede kesinlikle haksız çıkacağız. (Van 1)



***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 3

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 3


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Bu görüşmeci, hukuk için de aynı tanımı yaptı: “Adaletin, normatif kuralların toplumda uygulanma biçimi.”
Gerçi bu görüşmecinin adalet algısında “düzen” unsuru yanında eşitlik fikri de yer
alıyor. Ancak, adalet ve hukuk kavramlarının “eşitlikçi” bir vurguyla da olsa “düzen” ve “kurallar” ile özdeşleştirilmesine, eğitimsiz ya da daha düşük prestijli meslekleri icra eden kişilerde pek rastlamadık.

Yüksekokul mezunu bir başka görüşmeci de hukuku, “toplumda olan işlerin, ilişkilerin, düzgün, sorunsuz olması için koyulan kuralların tümü” diye tanımladı. Kısaca, ona göre hukuk “kanunların tümüdür”. (Sivas 2)
Diyarbakırlı bir görüşmeci de, hukukla kanunu birbirinden ayırmakla birlikte, hukuku “adaleti korumak için devletlerin kurduğu bir yapı” olarak tanımlamak suretiyle, hukukun devlet sistemiyle ve “devletli oluş”la ilişkisini kurdu. (Diyarbakır 1)

Lise mezunu bir işadamı, hukuku “kanunları uygulamak” biçiminde tanımladı.
(Bursa 1) 
Benzer biçimde, yine lise mezunu bir görüşmeci hukuku “toplumsal ilişkileri
düzenlemek amacıyla devletin yetkili organları tarafından konulan, uymak
zorunda olduğumuz, maddî yaptırımlara bağlanmış kuralların oluşturduğu bir sistem” olarak tanımladı. (Sivas 1) Burada da düzen vurgusu seçilmektedir.
Denizlili görüşmeci için de hukuk, düzenle ve yönetimle ilgilidir: “Hukuk deyince
aklıma sadece işte insanların belli bir düzen içinde yaşaması için konulan işte kanunlar ve onu işte yöneten kurum ve kişiler [geliyor]...” (Denizli 1) 

Bu görüşmeciye göre,
“ Adalet de ona yakın, benzer bir terim. Yani insanların işte kendilerini güven içinde hissetmeleri, güven içinde yaşamaları için konulan kurallar”. (Denizli 1)
İstanbullu, eğitimli görüşmeci de, adalet kavramını bu bağlamda değerlendirdi:
[Adalet denince] birey olarak toplumun içinde hepimizin rahat yaşamasını sağlayan bir sistem düşünüyorum. Yani ben adaleti sırtımı dayayarak yaşamalıyım. İhtiyacım var benim adalete […] birisi bana bir şey yaptığı zaman bunun cezasını aldığını bilmeliyim... (İstanbul 1)

Bu tanımlamalarda, hukukun, devletin belirleyiciliğinde işleyen tek yönlü bir süreç
olarak algılanması da söz konusudur. Ne kadar eğitimli olurlarsa olsunlar, görüşmecilerden, hukukun “halk/millet/yurttaş” iradesine veya onayına muhtaç bir “sözleşme” olabileceği yönünde bir fikir gelmedi. Aynı şekilde, hukuku tanımlarken evrensel normlara gönderme yapan görüşmecimiz de olmadı.
Hukukun, doğrudan devlete atıfla tanımlanmasının, özellikle “ Devletçi -Muhafazakâr” dünya görüşüne yakın olanlarda iyice belirginleştiğini tespit ettik. 

Mesela bu görüşmecilerden birine göre; “hukuk devleti korur ve devlet için geçerlidir. Kanunlar ise devleti oluşturan insan toplulukları ve bireyler için geçerlidir ve herkese eşit uygulanmalıdır”. (Sivas 1) Bir diğer görüşmeci için de adalet, “bildiğimiz devlet büyüklerinin yapmış olduğu […] sistem”dir. (Bursa 2)
Yaşlı bir kadın görüşmeci (Erzurum 1), hukuku tanımlaması istendiğinde, hâkimlik,
kaymakamlık, müdürlük gibi devlet görevlerini andı. Hukuk kavramı bu görüşmeciye, iyi okullar kazanmayı, daha doğrusu “okuyup adam olma”yı çağrıştırıyordu.

Burada tam bir yabancılaşma, “kendi dışında iyi bir şey” ile mesafe koyma davranışı seziliyor.

Hukuk tanımlamasında, doğrudan “hak” referansına başvuran görüşmecilerimiz de
oldu. Mesela Karslı görüşmecilerimiz den biri, adaletin hukuku sağlamak zorunda
olduğunu, hukukun işlevinin de “hakları savunmak” (korumak/güvence altına
almak) olduğunu düşünüyor:

Hukuk […] yani bir […] şahsın haklarını savunma. Yani devletin olsun şahsın
olsun, yani bana göre haklarını savunma. Adaleti sağlamak da zaten hukukun
temelidir. (Kars 4)

Karslı bir diğer görüşmeci, adaleti, “toplumda yaşayan insanlar arasındaki ilişkileri
doğru bir şekilde düzenlemek için var olan kurallar” olarak tanımlıyor. Ona göre
hukuk da “adaletin geniş kapsamlısıdır”. (Kars 6) 
Ancak, onun için de “mahkemeler çok fazla adil değil”dir. Türkiye’de adalet sistemi çok geridir.
Bir başka yüksekokul mezunu görüşmeci, adaleti “suçluyla suçsuzu birbirinden ayırmak” biçiminde tanımlıyor. Hukuk da “adaletin temeli, tek dayanağıdır”. (Kars 8)
Lise mezunu bir görüşmeciye göre, “adalet hakça bölüşüm”, hukuk ise “hakça bölüşümün hukuken paylaşımıdır”. (Kars 9)

Başka birine göre adalet “insanların haklarının savunulması, insanların mallarının
savunulması”dır. (Kars 10) Aynı görüşmecinin hukuku “insan hakları, özgürlüğü ve
insanların eşitliği” diye tanımlaması, hukuk kavramını bir yurttaşlık meselesi olarak gördüğünü göstermektedir.

Bir başkası da hukuku “özgürlük” olarak tanımlıyor. (Kars 18) Aynı şekilde Sivaslı
bir görüşmeci de özgürlük kavramına vurgu yapıyor: “[Hukuk] insanların haklarını
koruyan, daha özgür yaşamalarını sağlayan kanunlar bütünüdür.” (Sivas 3)
Trabzonlu bir görüşmecimiz şöyle diyor: “hukuk […] aslında bu adalete yakın bir
kavram, adaletin oluşması için kurulan mekanizma olarak değerlendiriyorum.”
(Trabzon 1)

Hukuku “sorumluluk” kavramıyla ilişki içinde tanımlayan da olmuştur. Sivaslı bir
görüşmeciye göre “devletin bireye, bireyin devlete karşı sorumlulukları vardır. Bu
sorumluluklar da hukuk sayesinde korunur”. (Sivas 3) Burada “hak” veya “haklar”
kavramı yerine “sorumluluk” kavramına atıf yapılması ilginçtir. Öğretmen olan bu
görüşmeci, aslında bir yandan da, devletin, yurttaşı sorumluluklar üzerinden inşa
ettiği bir uluslaşma sürecinin ürünü olduğu şeklindeki algıyı dile getirmektedir.
Karslı bir çoban, adalet ile hukuk arasındaki bağı şöyle tarif ediyor: “Hukuk işlemeyen yerde adalet olmaz.” (Kars 16) Bir başka görüşmeci benzer bir tarifi şöyle ifade ediyor: “Olayların adaletli bir şekilde olmasını sağlayan hukuktur.” (İstanbul 5)

Bir görüşmeciye göre ise, hukuk adaleti de içine alan, ama daha geniş bağlamlı bir
kavram: “Hukuk deyince, bilimsel, daha geniş kapsamlara, dallara ayrılır yani.”
(Samsun 2) Aynı görüşmeci için kanun hukukun temelidir: “Mesela doktor için ilaç
ne ise, hukukçu için kanun odur belki de. [Kanun ile hukuk] aynı şeyler değillerdir.
[Ama] iç içelerdir, ama aynı şeyler değillerdir. (Samsun 2)

Adaleti tanımlarken hukuk devleti kavramına müracaat eden görüşmeci sayısı azdır.
Bunlardan birisi olan ve bu kavramı “yasalar karşısında eşitlik” ilkesine dayandıran
İstanbullu yüksekokul öğrencisi, şöyle bir tanım getiriyor:
Tabii ki bir hukuk devleti kavramı ortaya çıktıktan sonra zaten hani her hukuk
devletiyim diyen devlette olduğu gibi bizim ülkemizde de, bizim sistemimizde de
olması gereken yasalara saygı her şeyden önce, herkesin aynı şekilde aynı yasalara tabi tutulması, kanunda eşitlik ilkesi, tabii üniter devletin de bunda katkısı var. Her ülkenin her bireyi, her ferdi, her vatandaşı kanunda eşit olduğu... İdeal olan bu ama uygulamada... (İstanbul 2)

İdeal Hâkim İmgesi

İdeal hâkim imgesinin içerden, yani bizzat hâkimler tarafından nasıl tasvir edildiği,
Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar kitabının konusuydu. 

Bu çalışmada ise, ideal hâkim imgesinin toplumun algısındaki karşılığına dair ipuçlarını yakalamaya yönelik mülakatlar yaptık. Görüşmelerden çıkan sonuca göre, ideal hâkim konusundaki dış algıyı belirleyen genel kalıplar, iç algının aynı nitelikteki unsurlarıyla büyük ölçüde örtüşüyor.

Görüşmelerde, “ideal hâkim” tanımı yapılırken, en çok “tarafsızlık”, “dürüstlük”
ve “adillik” vasıflarına atıf yapıldığını gözlemledik. Bursalı görüşmecinin sözleri, bu
tanımın yalın ifadesi sayılır:

Şimdi, hâkim nasıl olmalı? Hâkim, suçlu kişiye de haklı kişiye de eşit miktarda,
eşit şekilde aynı koşullarda davranmalı. Yani sen suçlusun, [ben] haklıyım davasında bu tarafı ezip beni yüceltmenin anlamı yok. İki tarafı da dinleyecek, iki
tarafı da şey yapacak haklı, haksız tamam adil bir şekilde onun cezasını verecek,
onun kararını verecek. O şekilde davranmalı. Yani ne bileyim az önce dediğim gibi
yani bir tarafı kollayıp bir tarafı ezmenin bir anlamı yok. (Bursa 2)

Denizli’de görüştüğümüz kişi, ideal hâkimi tanımlarken, “dürüstlüğü” öne çıkarıyor; bunu da, kanunları herkese eşit bir biçimde uygulamak ve vicdanlı olmak ölçütlerine dayandırıyor:

İdeal bir hâkim bütün kanunları yerine getirmeli; her kim olursa olsun, ne olursa
olsun bütün kanunları yerine getirmeli diye düşünüyorum. Bir kayırmacılık olmamalı.

Yani bütün kararlarında dürüst olmalı.
Dürüst olmak için ne gerekiyor?
Vicdanı olması gerekir. (Denizli 1)

Ancak, görüşmeci, bu beklentisinin gerçeklikte tam karşılık bulamadığını, hâkimlerin hepsinin böyle olmadığını da vurguluyor.
Sivaslı görüşmecilerin ideal hâkim tasviri de, benzer vurgular içeriyor:
[Hâkim] objektif, hukuk kurallarını iyi bilen, kurallara iyi hâkim olabilen, dürüst,
duygusallık gömleğini mahkeme salonunun dışına asabilen, doğru, eşitlikçi ve
haklıya hakkını verebilen biri olmalıdır. (Sivas 2)
[Hâkim] Anayasa kurallarına uyan, objektif bakabilen, kanun maddelerine uygun
davranabilen, hiçbir baskı altında kalmayan, olayları inceleyen, irdeleyen, araştıran ve ondan sonra karar verebilen biri olmalıdır. (Sivas 1)
Samsunlu eğitimli bir görüşmeci, kafasındaki ideal hâkim imgesini açıklarken, “bilgili olma” ve “işini iyi yapma” niteliklerini vurguluyor:
Bir kere duygularını ve düşüncelerini, yani dünya görüşünü kanunda var olan
şeyden ayırabilmeli. Kanunda yazan onun dünya görüşüne uymayabilir, onun
hoşuna gitmeyebilir, karşısında yargıladığı şahısla çok farklı olabilir. İyi halleri
dışında o kanunda tanımlanmış bir şey de, davalarda tarafsız olmalı. Tarafsızlığını
koruyabilmeli. Hâkim karar mercii ve verdiği karar uygulanmakla mükellef
ve karşı taraf üzerinde yaptırımı var. Bundan dolayı bir, işini iyi yapan bir insan
olacak. İşini iyi yapmanın koşulu nedir? İyi bir eğitim almış olması gerekiyor, bir
hâkim iyi bir eğitim almış olmalı her şeyden önce... (Samsun 1)
Aynı görüşmeci, “genel algı”yı oluşturan bu unsurların yanında, “toplumla iç içe
olma” gereğini de ideal hâkim imgesine dahil ediyor. “Meslekteki sosyalleşme”
gibi, hâkim ve savcılar açısından sancılı, toplum açısından çetin bir meseleye işaret eden görüşmecinin açıklamaları şöyle:
Sosyal yaşantıya sahip olabilmeli. En azından günde iki tane farklı gazeteyi okumalı ki, toplum dinamiklerini de görebilsin. Çünkü kanunlar toplum dinamiklerine göre değişim ihtiyacı hisseder. Bunda hukukçu [...] çok etkin rol oynamalıdır.
Anayasa Mahkemesi’nde dava açabilenler kimlerdir? Hâkimlerdir, savcılardır.
Toplumu takip ederseniz değişime siz de katkıda bulunursunuz. Günde en az
iki ana haber bülteni izlemeli. Yılda on beş gün tatile çıkmalı. İnsanlarla daha
iç içe olup o hâkim kimliğini, savcı kimliğini çıkarıp insanlarla daha iç içe olmalı.
Kahveye gitmeli oturmalı, diskoya gitmeli... Ne diyeyim plaja inmeli... Toplumla
bu kadar iç içe olan bir meslek her yerin nabzını tutup aksaklığı da kafasında bir
sentez etme yetisine sahip olması gerekiyor. Onun için iyi bir akla sahip olması
gerek. (Samsun 1)
Bu görüşmecinin üzerinde durduğu bir konu da, “eğitim ve uzmanlaşma”. Ona göre, kendi mesleği olan hekimlikte altı yıl genel bir tıp eğitimi aldıktan sonra, uzmanlık eğitimi alınmakta ve hekimler belli alanları iyi bilen kişiler olarak mesleklerine devam etmektedirler. Oysa yargıda durum böyle değildir:

Elbette ki hâkim genel hukuku bilir; bu bittikten sonra uzmanlık alanları var. Ama
bu akademik anlamda devam ediyor şu anda. Yani merkezde akademik anlamda
ceza hukukçuları, idare hukukçuları filan var, ama uygulamada bu çok şey değil.
Mesela ceza davasına da giriyor hâkim, yarın bir bakıyorsunuz idarî davaya bakmaya başlıyor... Bunun bir ayrımı yok. Onun için burada eğitim çok önemli. (Samsun 1)

Bu geniş ve yüksek niteliklerle donanmış hâkim tanımlaması üzerine aynı görüşmeci “Sizce Türkiye’de böyle hâkimler var mı?” sorusu karşısında şu değerlendirmeyi yapıyor:

Dediğimiz şekilde olanlar mutlaka var... Yok diyemeyiz. En başta konuştuğumuz
şeylerden biri, iş yükü! Önünde 390 tane dava dosyası yığılı olan hâkimin
de günde iki gazeteyi alıp okuması[nı] nasıl bekleyebiliriz? Böyle bir sorun var...
Yani iş yükünün getirdiği şeylerden dolayı, bu içerideki kısır döngü nasıl kırılır,
bunları da irdelemek gerekir, ama böyle hâkimler olduğuna inanıyorum. Yüzde
kaç derseniz, bence yüzde onu geçmez. (Samsun 1)

Görüşmelerde, ideal hâkim tanımına, “babacan olma”yı ekleyenler de oldu. Mesela
İstanbullu bir görüşmecimize göre, hâkim “babacan” bir figürdür. Ancak, bu imajın
kaynağı bu kişinin filmlerden edindiği izlenimdir. Aynı kişi, yine bu “deneyimi”,
Amerikan hukuk sistemiyle bizimkini karşılaştırmak için de kullanıyor. Görüşmecinin, 12 Öfkeli Adam gibi, sinema tarihinin yargı sorunuyla ilgili en önemli filmlerinden birine atıf yapması ilginçtir:

Çünkü […] yani o babacan hâkim [...] Ben hiç Ağır Ceza Mahkemesi’ne gitmedim,
hiç işim düşmedi, ama hani sadece filmlerde görüyoruz. Ha şimdi, yani adaletle
ilgili ne düşünüyorsunuz diye sorduğunuz zaman, benim aklıma Amerikan filmlerindeki jüri sistemi geliyor. Onun da çok fazla şey olduğuna inanmıyorum ben, çok sağlıklı olduğuna inanmıyorum. Yani oluşturulan bir jüri, “12 öfkeli adam”, 12 kişilik bir jüri bir şekilde doğru karar verdiğine inanmıyorum. Yani sonuçta bizde sistemde hâkim karar verir. Orada jüri karar veriyor... Yani jürinin verdiği karar kesindir, hâkim değiştiremez. [Hâkim] sadece ceza takdir eder. Yani... Yani bizdeki sistemin daha iyi olduğunu düşünüyorum, yani ama işte yine en başa gidiyoruz; işte bir hâkim günde kaç davaya giriyor, kaçından çıkıyor, kafası kazan gibi oluyor... (İstanbul 1)

Böylece görüşmeci, mahkemelerden beklentilerin karşılanmasını zorlaştıran en
önemli faktörün ağır iş yükü olduğuna dikkat çekerek, bu konuda yargı camiasına
egemen olan yaygın ve güçlü algıyı “yurttaş cephesi”nden dile getirmiş oluyor.
Mahkemelerden Beklentİler Mahkemelerden beklentilerin de, ideal hâkim imgesiyle uyumlu olduğu, görüşmelerden çıkardığımız sonuçlar arasındadır. 

Görüşmecilerin neredeyse tamamı, mahkemelerden öncelikle “adalet beklediklerini” söylemişlerdir. Bunların büyük bir kısmı, adalet tanımlamasının temelini şu üç kavrama dayandırıyor: “Dürüstlük”, “tarafsızlık” ve “adillik”.
Tarafsızlık ve adillik kavramları, mahkemelerden beklentiler söz konusu olduğunda
da, başka ilke ve değerlerin yardımıyla tanımlanıyor. Bu bağlamda en sık başvurulan ilke, yine eşitliktir. Mahkemelerden beklenen, “herkese eşit davranma”larıdır.

Erzurumlu görüşmecinin sözleri, tam da bunu anlatıyor: “Mahkemelerden insanlara eşit davranılmasını, yani gerçek adalet bekliyoruz.” (Erzurum 2) Karslı görüşmecilerden birinin ifadesini de, aynı çerçeveye yerleştirebiliriz: “Mahkemelerden, eşit haklar vermesini, herkese eşit davranmasını, torpille, adam kayırmayla karar vermemesini beklerim.” (Kars 11) Benzer kavramları, bir başka ağızdan “adalet, eşitlik ve hak beklentisi” biçiminde de duyduk. (Sivas 1) Bazı görüşmeciler de, “adillik” kavrayışını “adil yargılama”yla ilişkilendirdi.
İdeal hâkim imgesinin mahkemelerden beklentiler konusundaki izdüşümleri arasında, “mahkemelerde daha iyi karşılanmak” ve “hâkimlerin kendilerini dinlemeleri” de yer alıyor.
Mesela Karslı bir görüşmeci, mahkemelerden “insanları güzel güzel dinlemelerini”
bekliyor; ona göre adaleti sağlamanın yolu budur:
Mahkemelerden biraz adaletli olmasını beklerim yani […] nasıl diyeyim ki, yani
[…] böyle insanları önce güzel dinlemeleri, ondan sonra sorgulamaları gerekiyor
yani böyle bir şey isteriz mahkemelerden. (Kars 17)
Savunma hakkının gereği gibi kullandırılması beklentisini de aynı çerçeveye sokabiliriz.
Bir görüşmeci, bunu, “mahkemeden kendini savunmasına müsaade etmesini
istemek” şeklinde ifade ediyor. (Kars 13)
Van’daki görüşmecilerden biri, halkın mahkemelerden çekindiğini söylerken, bunun nedenini “kendilerini ifade etmeye imkân tanınmaması” olarak açıklıyor:
Yalnız gönül rahatlığı konusunda halkın çoğu mahkemelerden çekiniyor. Bir
çekingenlik var. Nedeni de yeteri kadar kendisini ifade edememesi. (Van 1)
Bu “kendini ifade edememe” hali karşısında ilkokul mezunu olan İstanbullu görüşmeci, hâkimin nasıl olması gerektiğini şöyle tarif ediyor:
Nasıl olması gerekir? İyice anlaması lazım. İnsan bir mahkemeye, o da ben de bir
karakol […] almayla oranın hakkında hüküm hemen bizi şeye vermemesi gerekli
yani, hemen ceza yazmaması lazımdı. Bu kavganız neden diye bize araştırması
lazımdı... (İstanbul 4)
“Hâkimlerin tavrı” konusunda, “biraz daha yumuşak olabilirler” diyen İstanbullu
bir görüşmeci de, bu algıyı tamamlıyor. (İstanbul 2)
Öğretim üyesi olan bir görüşmeci, mahkemelerin herkese eşit muamele etmesi beklentisini dile getirirken, duruşma sırasında gözlemlediği, tanıkların kimliklerine göre farklı hitapta bulunulması örneğine atıf yapıyor:
Bir olaya tanık olmuştum. Mahkemeye gittik. Benden önce olaya tanık olan
manav çırağını dinledi hâkim. Ona “sen” diye hitap etti, hatta polis ifadesinde
söylediklerini hatırlatıp azarladı bile. Sıra bana geldi. Benimle “siz” diye konuştuğu
gibi, sesinin tonu bile değişti. (Ankara 1)
Benzer beklentilerin savcılıktaki muameleleri de kapsadığını, bir görüşmecinin şu
anlatımında açıkça görebiliyoruz:
Yani mesela ben gittiğimde, savcıyla direkt muhatap olabilmeliyim. Bir derdim
olduğunda yani, orada iki-üç saat beklememeliyim. Ya da savcıyla direkt değil
de, orada her savcının bir-iki tane memuru falan oluyor, onlarla da ben diyalog
kurabilmeliyim. Derdimi onlara da anlatabilmeliyim. Belki de gerekli bir şey diye
düşünülebilir öbür taraftan, karşı taraftan. Çünkü herkesin eğitim seviyesi aynı
değil, yani oraya giderken o hiyerarşinin olması gerekebilir, ama o soğukluğun
olmaması lazım bence yani, insanın onu hissetmemesi lazım. Hiyerarşi olsun,
olmasın değil. Disiplin gibi, yani o olsun bence, ama o soğukluğu hissediyorsunuz
ister istemez. (Antalya 1)
Kayseri’deki görüşmeciler, “söylediklerine değer verilmesi” diye formüle edebileceğimiz beklentiyi, hâkimlerin tanık ve sanık ifadelerini olduğu gibi tutanağa aktarmadıklarından yakınmak yoluyla ortaya koyuyorlar:
Tutanağa farklı yazıldığını mı düşünüyorsun?
Tabii, evet.
Tutanağa aktarılırken güvenmiyorsunuz yani?
Hocam belli olmuyor. (Kayseri 4)
Hiç belli olmuyor yani tutanağa... (Kayseri 5)
Aynı şikâyeti, Gölcük’teki görüşmeci de dile getirdi:
Hâkimler daha şey orada ve hâkimlerin ağzından çıkan neyse o yazılıyor. Yani
diyorum, ya benim hakkımı sen hâkim olarak nasıl kendine göre yönlendiriyorsun
yani? (Kocaeli 1)
Eğitimli bir görüşmeci, mahkemelerden beklediği adaletin gerçekleşme yolunu
anlatırken, “kanunlara” ve “yetki” kavramına vurgu yapıyor:
Mahkemeye konu olan anlaşmazlık hususunda adaletin gerektirdiği kanunlarla,
adalete verilmiş yetkinin yerine getirilmesini beklerim. Kanunlarla oluşturulmuş
adaletin yerine getirilmesini ve hakkaniyetle sorunun çözümünü beklerim. Sorun
her ne ise, bu ceza hukukunda farklı, idare hukukunda farklı, iş hukukunda farklı,
aile hukukunda farklı, medenî hukukta farklı, hangisi ise, yani sorun hangi hukuk
alanını ilgilendiriyorsa o sorunun yazılı olan kanunlar çerçevesinde değerlendirilmesini ve çözüme ulaştırılmasını beklerim. (Samsun 1)
Görüşmeciye göre mahkemenin ve hukuk sisteminin işi, kanunların çerçevelediği
alan içinde “hakkaniyetli” çözümler üretmek, sorunları çözmektir. Görüleceği gibi
burada, diğerlerinin aksine, genel bir “adalet” vurgusu yoktur. Bu eğitimli kişinin
temel kaygısı, diğerlerinin aksine “düzenin korunması”dır.
Bir diğer eğitimli görüşmeci, mahkemelerden beklentisini, kanunların gereği gibi
uygulanması olarak açıklarken, caydırıcılığı sağlayacak şekilde bir cezalandırma
gereğine vurgu yapıyor. Bu bakış açısı da, aslında bir tür “düzen” arayışına atıfta
bulunuyor:
[Yargı] devletin kendisi olması gerekiyor, zira yanlış bir şey yaptığınız zaman
karşınızda yargının çıkması gerekiyor. Yani yargı sisteminin caydırıcı olması gerekiyor ki hani insanlar, musibetle anlamaları, musibetle kabullenmeleri, hatta
musibetle kabullenmeme veyahut da onu anlamama gibi bir özelliğe sahip olduğunuz için göz korkutarak onların zapturapt altına alınması gerekiyor gibi düşünüyorum.

Yani öyle de olması lazım. Yani hep şu örneği var: Avrupa’da kimse küfretmez, Avrupa’da kimse kırmızıda geçmez gibi, çünkü orada korkunç cezalar var. Yani atıyorum bir kere kırmızıda geçtiğin zaman bir sene ehliyetine ulaşamıyorsun.

Hani bu şekilde bizde de bu şekilde olmalı mı diye düşünüyorum. Ama bununla ilgili mekanizmalar da çok iyi çalışmıyor. Yani yeni bir sigara içme yasağı
konuluyor taksilerde. Şimdi biniyorum ben taksiye, “sigara içmek yasak mı” diye
soruyorum, “geçerli mi”, “hayır, abi valla ben içiyorum, sen hiç kafana takma”
diyor. (İstanbul 1)
Bu konudaki en can alıcı algı, özellikle yeni Ceza Muhakemesi Kanunu (CMK) sonrasında, sanığın haklarının güvence altına alınmasına karşı ortaya konulan olumsuz izlenimlerde göze çarpıyor. Örneğin Hakkârili görüşmeci “suçlunun daha çok haklarının olduğuna kanaat getiriyorum” diyor:

Suçlu hakları [var] alacaklı hakları diye de bir kavram pek duymadık [...] Yani tabii [...] iki kişiyi varsayalım, siz haklı olun ben haksız, konu polise, adliyeye intikal etsin ki benim gördüğüm hizmeti siz göremiyorsunuz. Bir suçlu olarak yani benim haklarım çok daha fazla. Ben hiç duymadım yani haklının hakları, hep suçlu hakları falan. Kısasa kısas anlamında söylemiyorum, ama ıslah edilemeyecek çeşitli suçlar vardır. Yani insanın hani kendi vicdanında da bir hukukî şey var, […] ama kişinin ıslah edildiği şekil ile suç çok çok açık. Yani benim vicdanım öyle bir şeyi kaldırmaz. Buna hem terör denilebilir, işte küçük bir çocuğun ırzına geçme,
öldürme, hatta değişik fanteziler kurarak artık insanlar öldürülüyor. Öyle birinin
yaşam koşulları biraz daha ağırlaştırılabilir yani. Benim yüreğimi de serinletmesi
lazım. Ha kesin idam etsin demiyorum. (Hakkâri 1)

Bursalı görüşmecilerden biri de bu yönde bir şikâyet dile getiriyor:

Mahkemelerde de böyle. Bir de polis karşısına gidelim, burada siz ifade veriyorsunuz, hırsızı salıyorlar. Öbür taraftan hırsız gidiyor, siz hâlâ kalıyorsunuz, beyefendi diyor, yine çağırabiliriz sizi. Hiç olmadık bir zamanda çağırıyorlar, o zaman işinizi gücünüzü bırakmak zorunda kalıyorsunuz. (Bursa 1)

İstanbullu eğitimli görüşmecilerimizden biri, yine “suçlu hakları”na değinmeden
edemiyor:
Yani bence yine hak, adalet yerini bulmuyor; adalet yerini bulmuyor. Bence bulmuyor.
O yüzden, şeyi biliyorum ben, yani bir kapkaç olayı yakaladığı zaman
polisin, bunu yakalasak bile bizim elimizden üç gün sonra nasılsa salınacak, ben
boşuna boşuna niye! (İstanbul 1)
Mahkemelerden beklentiler konusunda iki görüşmecinin yaklaşımı, diğerlerinden
oldukça farklı. Bunlardan biri, hiçbir beklentiye sahip olmadığını söylerken, diğeri
her zaman haklı çıkmayı beklediğini belirtiyor. Sivaslı görüşmeci, mahkemelerden
adalet konusunda hiçbir beklentisinin olmamasının nedenini şöyle açıklıyor: “Olayları doğru bir sonuca vardırdıklarına inanmadığım için hiçbir beklentim yok. ( Sivas 3) 
Samsunlu görüşmeci ise, “yurttaş oportünizmi” diyebileceğimiz bir tutumu,
“içgüdüsel bir şey” sözleriyle savunuyor: “Suçlu olarak gittiysem, onun tam tersi
suçsuz olarak çıkmak isterim. Ama hakkımı aramaya gittiysem, hakkımı alıp dönmek isterim.” (Samsun 2)

Mahkemelerden Beklentilerin Gerçekleşeceğine Dair İnanç Mahkemeden beklenti ler bakımından başta andığımız üç kavramın uygulamadaki yansımaları konusunda görüşmeciler arasında yaygın bir inançsızlık bulunduğunu söylemek mümkün. 

Bir görüşmecinin sözleri, bu durumun genel ifadesi olarak okunabilir: 
Mahkemeden […] dürüstlük, yani kimsenin kimseye hakkının geçmemesi, efendime söyleyeyim […] adalet daha doğrusu, zaten onun içinde adalet de var […] bunu bekleriz, haksızı haklıyı ayırmasını bekleriz […] ama maalesef ülkemizde bu olmuyor. (Kars 1)

Görüşmeciler de, mahkemelerin karar verirken dosyalar üzerinde gereken titizlikle
inceleme yapmadıkları, hatta zaman zaman dosyaları karıştırarak karar verdikleri
ve bu durumun temyiz sürecine bile yansıdığı algısı mevcut. Bir görüşmecinin
aktardığı tecrübe, hayli ilginç:

Bir davamız olmuştu, TEDAŞ’la; hâkim iki ayrı davanın bilirkişi raporlarını birbirine
karıştırıp kendilerine ait olmayan dosyalara koymuş. Davayı bu alakasız bilirkişi
raporlarına göre sonuçlandırdı ve biz kaybettik. Bunun üzerine temyize gittik.
Temyizden de karar aleyhimize geldi. Ardından karar düzeltme istedik, bilirkişi
raporlarının karıştırılmasına dayanarak... Bu kez Yargıtay’dan “ne itiraz ediyorsunuz” mealinde azarlayan bir üslupta yine aleyhte karar çıktı. 
Kime güveneceksin, neye güveneceksin? (Rize 1)


***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 2

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 2



Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,

Bu yorumlardan hareketle, yurttaşın devleti algılarken kendi hayatı üzerinde doğrudan müdahale hakkına ve yetkisine sahip olan kurumları esas aldığını düşünebiliriz.
Yargı, böyle bir kurumdur; çünkü doğrudan doğruya yurttaş hakkında hüküm verip onun hayatına doğrudan müdahale edebilir, onun hayatını değiştirebilir.
Yargı ile devlet arasında özdeşlik kuran algının bir başka şekli, yargıyı bir “devlet
kurumu” olarak değerlendiren yaklaşımlarda ifade buluyor. Burada da, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar çalışması için görüşülen hâkim ve savcıların bir kısmının, kendilerini “devletin memuru” olarak algıladıklarını gösteren yaklaşımın toplumdaki yansımasıyla karşı karşıyayız. 

Antalyalı görüşmecinin sözleri, bu yansımanın açık bir tasviri gibidir:

Mahkemeleri de bir devlet kurumu mu sayıyorsunuz yani?

Evet.

Peki, ama Mahkemelerin normal devlet dairelerinden farklı olması gerekmez mi?
Yani devlet değil de, bağımsız bir kurum olarak görüyorsunuz ya da öyle tarif ediyorlar kendilerini, ama parayı veren düdüğü çalan mantığı... (Antalya 1)
Bu görüşmeciye göre, bağımsız olması gereken mahkemelerin diğer devlet kurumlarından bir farkı yok; zira yargı mensupları da devletten maaş alıyorlar. Parayı veren devlet olunca, hangi kurum olursa olsun, devleti temsil etmiş oluyor. Ayrıca, mahkemelerde iş görme yolları ile diğer devlet dairelerindeki iş görme biçimi arasında, bu nedenle, bir farklılık ortaya çıkmamaktadır.

İstanbullu görüşmecilerden birisi, bu durumu bir “iç içe geçmişlik hali” olarak
yorumluyor:

İşte iç içe geçmişlikten dolayı aslında yargıyı, tamamıyla yargı kurumu ve hâkimi
de o kurumun bir görevlisi olarak göremiyorum. Yani onların üstünde “egemenlik
kayıtsız şartsız milletindir”, “adalet mülkün temelidir” [yazıyor]. Adalet devletin
temelidir mi, yoksa adalet işte bireyin en doğal hakkıdır mı? [...] Yani şey söylemi
var, devletin milleti, askerin devleti, devletin milleti diye yeni bir söylem var. Aynı
şeyi belki yargı için de zaman zaman söyleyebiliriz. Hani belki işte şöyle formüle
edebiliriz: Devletin yargısı, yargının milleti, bireyi gibi. (İstanbul 2)

İstanbullu başka bir görüşmeci ise, yargı ile devlet arasında kesin bir uzaklığın
bulunması gerektiğini vurguluyor:
Yargı hiçbir zaman devletin kendisi olmamalıdır. Eğer yargı devletin kendisi olursa
orada tarafsız bir yargı olması mümkün değil. (İstanbul 3)

Lakin bu görüşmeci mize göre, Türkiye’de durum bunun aksidir. Bu görüşmecinin
devletten anladığı, kuvvetler ayrılığı gibi soyut bir ilkenin vazettiği devlet kavrayışından ziyade, yürütme içindeki organlardır aslında.

Yargının işlevini, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar kitabında aktarılan genel teorik çerçeve içinde değerlendiren görüşlere de rastladık. Yargının “toplumsal barış” konusunda sahip olduğu hayatî öneme vurgu yapan Samsunlu görüşmecinin sözleri, bunun en açık örneğini oluşturuyor:

Yargı [...] devletin çatısı altında yaşayan bireylerin huzurunu temsil eder. Yani
burada huzur deyince, daha ziyade burada kolluk güçleri falan aklımıza geliyor,
fakat bu kolluk güçlerinin ötesinde bir huzur bu, güven duygusu!.. Ben bir
vatandaş olarak bir huzursuzluk ortamında aklıma ilk gelen güvence adalet
oluyor, adalet var, diyorum... Aklıma hiçbir zaman şu gelmiyor: Polis, jandarma
olayı çözer demiyorum, adalet çözer diyorum. Bence devleti oluşturan bireylerin
huzurunun sağlanması ayağının tepesinde yargı var. Devlet için böyle tanımlarım
ben bunu. [Toplumun] ahenginin sağlanmasının tepesinde durur. Huzurun sağlanmasında birçok kurum vardır, ama bu tepedeki kurumdur. Yargı bir organdır
bence, yani çünkü adalet duygusunu tesis eden şey yargıdır, yani kolluk kuvveti
değildir... (Samsun 1)

Mahkeme ve Adliye İmajı: “Allah Kimseyi Oraya Salmasın”

Soyut bir yapı olarak yargının somut tezahürleri, öncelikle mahkemeler ve adliye
binalarıdır. Görüşmelerde, soyut yargı algısının, somut tezahürler söz konusu olduğunda nasıl bir hal aldığını anlamaya yönelik sorular sorduk. Görüştüğümüz insanların hemen hemen tamamının paylaştığı algı, mahkemelerin “sevimli” bulunmadığı yönündedir. Mahkemeye hiç işi düşmemiş kişiler bile, mahkemeler karşısında mesafeli bir duruş sergilediler. Kars’ta görüştüğümüz, okur-yazar olmayan, altmış beş yaşındaki bir kadın, hiç mahkemeye gitmediği halde bu durumu özetleyen bir cümle sarf etmiştir: “Allah hiç kimseyi oraya salmasın [düşürmesin]!” (Kars 12)

Peki bu algının kaynağı ne? Yine görüşmelerimizden hareketle şunu söyleyebiliriz
ki, mahkeme, halkın gözünde “hizmet” alınan ya da kamu hizmeti üretilen bir yer
değil, hâlâ bir “devlet kapısı”dır ve yurttaş “devlet kapısı” karşısında hâlâ bir tür
maduuriyet konumundadır.
Trabzonlu bir görüşmeci, yargılandığı mahkemeyi şöyle tanımlıyor: “Ağır Ceza
Mahkemesi deyince suratsız hâkimler ve savcıları hatırlıyorum.” (Trabzon 1)
Mahkemelerin ve adliyenin genellikle “soğuk” bir imajı vardır. Bir görüşmeci bu
duyguyu şöyle ifade ediyor:
Mesela herhangi bir adliyeye girerken devletin soğuk yüzünü hissediyor[sunuz].
Soğuk bir yapı var. Bir adalet duygusu olmuyor. Çok farklı bir yer. Çok soğuk bir
yer ve çok soğuk bir duygu. İnsanların bireysel davranışları[nı] da etkiliyor; olumlu veya olumsuz. Kurallara uymadığınızda çok sert davranışlarla karşılaşabilirsiniz.
Mahkemeye gitmek durumunda olduğunuzda, ne için gittiğiniz önemlidir. Yani
suçlandığınız şey de önemlidir. Düşünce suçlarından yargılandığınızda çok daha
fazla tedirgin oluyorsunuz. Zaten siyasî davalarda yargı da siyasî kararlar veriyor.
Bu bölgede çok yaygın. Adi suçlarda insanlar kendini biraz daha rahat hissediyor.
(Diyarbakır 4)

Sadece bir defa, bakaya kaldığı için askerî mahkemeye çıkarılmış İstanbullu bir
görüşmecinin mahkeme tarifi ise oldukça ilginçtir: “Hani uzaya gitmişim gibi geldi!” (İstanbul 3)

Mahkemelerde, adliye mensupları tarafından daha başta kurulan hiyerarşi, insanların bir hizmet aldıklarını düşünmelerini engellemektedir. Ayrıca adliye binalarındaki tasarım, teşrifat ve gözlenen ilişki biçimleri de bu algıyı pekiştirmektedir. Sivaslı bir görüşmeci bu durumu şöyle ifade ediyor:
Mahkeme salonları çok soğuk ve ürkütücü. Hâkim ve savcılar da en az mahkeme
salonu kadar soğuk ve sevimsizler. İnsanlara yukardan bakan ukala kişiler olarak
gördüm. (Sivas 2)

Mahkemelere ve yargı görevlilerine ilişkin bu algı, başka görüşmelerde de yinelenmiştir.
Sivaslı bir başka görüşmeci şöyle diyor:
[Mahkeme] çok soğuk ve sevimsiz bir ortam. Hâkimler, savcılar ve yargı çalışanları insanları küçümser tavırda, yüksek sesle ve azarlayıcı şekilde konuşuyorlar. (Sivas 3)

Diyarbakırlı bir görüşmecinin adliyedeki ruh halini anlatma şekli, Kafka’nın Şato’sunu hatırlatıyor:

[Adliyeden] hiç hoşlanmadım. Adliye binaları çok resmî, ürkütüyor. Tanık veya
sanık olsun herkesin, hâkimin önünde herkesin önünü ilikleyip, elleri önünde
suçlu gibi durmaları zaten başlı başına bir hava yaratıyor ve oradaki herkes kendisini suçlu gibi hissediyor. Ama kimi hâkimler davranışlarıyla insanı rahatlatabiliyor.

Adliye binası adaletin sağlandığı yer ve bir hakem gibi olması gerekir. Zaten
savcı, hâkim ve avukatların mahkemelerdeki duruşları ve pozisyonları da mahkemelerin durumunu açıklıyor. Genellikle avukat sanıkla aynı pozisyonda duruyor ve öyle bakılıyor. [...] Mahkemelerdeki duruş bile beni rahatsız ediyor. İnsan kendini nasıl güvende hissedebilir ki? Rahat olunmuyor. Çünkü zaten mahkemeye çıktın mı suçlu gibisin. (Diyarbakır 1)

Yurttaşın adliyeyi kendine ait hissetmemesi, aradaki ilişkiyi sevgi değil, bir tür mecburi saygı olarak tarif eden Hakkârili görüşmecinin sözlerine şu şekilde yansıyor:

   Ben insanların mahkemeyi sevdiğine pek kanaat etmem, saygı duyduklarına
kanaat ederim. O saygının biraz kaybolduğunu insanlarda görüyoruz. Yani adaletin
bize taraf olabileceğini öğretti. (Hakkâri 1)
Adliyeye işi düşenin yaşadığı duygulardan biri de “korku”dur. Denizlili görüşmeci
bu ruh halini şöyle anlatıyor:
Adliyeye girdiğin zaman ilk başta korku hissediyorsun. Yani ben öyleydim, ilk
defa gitmiştim çünkü. Başta bir korku hissediyorsun. Güvenmek zorundasın, yani
ne derlerse yapmak zorundasın, güvenmek zorundasın.
Sana ait bir yer gibi hissettin mi?
Bana ait bir yer gibi hissetmedim, zaten çok sıkılıyorsun, acayip sıkılıyorsun.
Güvende hissetmiyorsun yani...
Güvende hissetmiyorsun. Neden?
Çünkü bir şey var içinde, bir korku var. Acaba ne olacak, istediğim gibi olacak mı,
olmayacak mı? Olmama ihtimalini daha çok düşünüyorsun. (Denizli 1)
Aynı görüşmeci adliyede görevli personelin tutumunu ise “normal” bulduğunu ve
bundan hoşnut kaldığını belirtiyor:
Ben [personelle ilgili] hiç problem yaşamadım, öyle kötü bir şeyini de görmedim
yani. Normal, normal gördüm her şeyi. Bir sorun görmedim. Belki de herkes [...]
ama ben o kadar değil yani. Zaten bir kere girdim mahkemeye. (Denizli 1)
Korku duygusuna vurgu yapan başka bir görüşmecinin, adliyede yaşadıklarına dair
tasviri de, yine Şato’yu çağrıştırır nitelikte:
Ben ilk defa bu olayla ilgili mahkemeye, yani adliyeye girdim. Önce korktum tabii,
yani böyle şey bir hava var, kasvetli bir havası var adliyenin.
Korku duydunuz mu?
Korku duyuyorsun, çekiniyorsun. İlk tepkim oydu yani.
Temelleri ne bu duygunun?
İlk başta polis. Girerken, o kontrolden geçerken üstünüz aranıyor falan. Bir de
bunun şeyi de var tabii, öncesi de vardır mutlaka, yetiştirilme tarzımız bir, o
zamana kadar böyle bir olayla muhatap olmuş değiliz, hiç bilmiyoruz, o da olabilir.
Ne bileyim korkutulmuşuz yani. 1980 döneminin çocuğuyuz, o korku her
zaman olacak bizde yani. 
Ne kadar özgürlük, işte bağımsızlık falan diye ümitlendiysek de abilerimiz, amcalarımız falan o korkuyu hissediyorsunuz.

Yani yurttaşa ait bir yer gibi hissetmiyor musunuz orayı?
Hiç değil, kırmızı halılar, mermerler falan...
Oradaki insanlarla kendi aranızda bir mesafe görüyor musunuz?
Mesafeyi hissediyorsunuz yani görmenize gerek yok... Engel gibi görünüyor, yani
bir engel gibi görünüyor işin açıkçası. Yani işinizi halletmek için gidiyorsunuz,
ama önünüzde bir engelmiş gibi geliyor. İçine girdikten sonra hani bazı orada
çalışanların şartlarını gördükten sonra hak vermeye başlayabilirsiniz, ama yine
de şeyler var yani, olumsuzluklar var... (Antalya 1)
İstanbullu ilkokul mezunu bir görüşmeci, mahkemeye işinin düşmesini istemediğini belirttikten sonra, bunun nedenini kısa ve net bir şekilde şöyle açıkladı: “Mahkemeden korkuyorum daha Türkçesi yani!” (İstanbul 4)
Aynı görüşmeci, bir bilinmezlik durumundan da söz etti. Başına gelecekleri kestirememek, aslında, anılan korku duygusunun da temelidir: “Bilmediğim için şey hep ben binadan kaçmak istiyorum.” (İstanbul 4)
Diyarbakırlı ve sol görüşlü bir görüşmecinin mahkeme imajı ise ilginç bazı algılama
biçimlerini ortaya koyuyor:
Yıllardan beri bizde bir mahkeme fobisi var. Çünkü işkenceler, baskılar vs. çok
olmuş. Ama zamanında bu işkenceler altında verdiğimiz ifadeleri çok rahat mahkemede reddedebiliyor duk ve kendimizi mahkemede daha rahat hissederdik.
Polise ve askere nazaran çok daha rahat bir ortam. [...] Ama hâkimler kurallara
çok bağlıdır ve bazen yanlış da olsa kuralları uyguluyorlar. Savcıları hâkimlere
oranla daha baskıcı buluyorum. (Diyarbakır 3)

Adalet ve Hukuk Algısı.,

Görüşmecilere, doğrudan doğruya “ Adalet ” kavramından ne anladıklarını sorduğumuzda, genellikle “ Bilmiyorum”, “ Okumadık”, “ Cahiliz”, “ Hakkında pek bilgim yok ” gibi cevaplar aldık. Biz de, “ Adalet” kavramına ilişkin algıyı, başka sorular üzerinden ortaya çıkarmaya çalıştık. Bu çerçevede, ilginç tanımlarla karşılaştık.

Ama önce görüşmecilerin bazılarının “adalet” kavramını doğrudan tanımlayan ifadelerinden örnekler verelim.

Karslı bir çoban adaleti şöyle tanımladı: “Adalet, Atatürk’ün dediği gibi ‘mülkün
temeli’ imiş. Ama maalesef biz adaleti Türkiye’de bulamıyoruz.” (Kars 16)
Trabzonlu görüşmeci ise “adalet […] eşitlik olmalı, hakların korunması olmalı”
demiştir. (Trabzon 1)

Erzurumlu bir diğeri, “adalet bence […] insanlar arasındaki eşitlik diye düşünüyorum” diyor. (Erzurum 2)

Yaşlı bir kadındaki adalet imgesi, “iyi insan olmak”la özdeş: “Adalet demek bir
görgü görmektir; iyi insanlara, iyi adamlara adalet denir.” (Erzurum 1)
Bir diğerine göre de adalet “adil olmak”tır. (Bursa 1)

Bir görüşmeci adaletten “mazlumun da hakkını hukukunu koruyan bir sistem”i anlıyor. (Diyarbakır 4)

Esasen “adalet” kavramının zihinlerdeki ilk oluşturucusu “haklılık-haksızlık” ikilemine dayanmaktadır (örneğin Kars 14).
Kimisine göre “adalet hak, hukuk”tur. (Kars 18)
Bazı görüşmeciler, “olumlu”dan değil, “olumsuz”dan, yani “olan”dan değil, “olmayan” dan hareket ettiler ve adaleti tanımlamak yerine, adaletsizliği tarif etmeye çalıştılar. Mesela bir görüşmeci, “adaletsizlik” ile “haksızlık” kavramları arasında ilişki kurarak, adaletin nasıl bir şey olduğunu bilmediğini, çünkü bu ülkede onu hiç yaşamadığını belirtiyor:

Adaleti […] tam net olarak tanımlayamayacağım ben, çünkü bilmiyoruz; yani
geriye dönüp baktığın zaman Türkiye’de pek adaletli bir şeylere rastlamadım
yani. Şimdi bazı adaletsizlikler oluyor, mesela adamın suçu ağır, hafif suçlarla
yargılanıyor, bazı insanlarınsa suçu çok az, yaptığı suçta bir şey yok, yani incitici
bir şey yok, ama ağır bir yargılama görüyor, ağır bir mahkeme görüyor, ne bileyim adam sarsılıp gidiyor, ama diğer ağır suçluların arkasında […] böyle adamı olanlar, ağırlıklı olanlar en ağır suçlardan hafifçe kurtuluyor. (Kars 3)

Görüşmelerimiz sırasında, akademik çalışmalarda ve felsefî tartışmalarda yapıldığı
gibi, adalet kavramını belli ilkeler veya değerler yardımıyla somutlaştırma eğiliminin çok yaygın olduğunu tespit ettik. Bu konuda en çok başvurulan ilkenin “eşitlik” olduğunu gördük.

Kürt kökenli genç bir görüşmecinin “adalet” ile “eşitlik” kavramları arasında kurduğu bağlantı, bu kavramlara dair algının kişinin öznel konumuyla ve yaşadıklarıyla doğrudan ilişkili olduğunun anlamlı örneklerinden biridir: “Adalet, bir devletin toprakları üzerinde bütün halkların din, ırk ayrımı gözetmeksizin haklardan eşit şekilde yararlanmasıdır.” (Kars 11)

Adalet algısında “eşitlik” idesinin merkezî rol oynadığını, benzer toplumsal konumdaki başka görüşmecilerimizin beyanlarında da müşahede ettik. Örneğin Diyarbakırlı bir görüşmecimiz, adaleti doğrudan “insanlar arasında eşitlik” olarak tanımlıyor. (Diyarbakır 1) 

Aynı görüşmecimiz, bu şekilde algıladığı adalet nosyonunu, aynı zamanda “hukuk”un da temeli olarak değerlendiriyor. Ona göre “hukuk, devletin
belirlemiş olduğu anayasanın adaletli bir şekilde uygulanması”dır.

Kürt kökenli bir çobanın adaletten anladığı da esasta aynı: “Eşitlik”. Lakin bu görüşmecimiz, ilk bakışta bağlantısız görünen bir başka kavramı da, eşitliğin muadili saydığını düşündüren bir cümle sarf ediyor: 
“Ben laikliği isterim.” Eşitlik ve laiklik kavramlarının yan yana gelmesi ilginç olmakla birlikte, görüşmecinin devamla söylediği, neden bu kavramlara gönderme yaptığını açıklığa kavuşturmakta dır: “İnsanların, Doğu’daki insanların hak şeyleri yoktur.” (Kars 13) Konuşmanın bağlamından, bu görüşmecinin laikliği hak mahrumiyeti, yani eşitsizlik olarak algıladığı sonucuna varıyoruz.

Adaletin tanımında eşitlik vurgusunu, Kürt kökenli bir öğretmende de görüyoruz:
“Adalet […] kendini kimseden üstün görmemektir; kimseyi yani farklı olduğu için
yargılamamaktır.” (Nusaybin 1)

Eskişehirli görüşmecimizin adalet algısı da, tersinden aynı noktaya çıkıyor. İşinden
haksız yere çıkarıldığını düşünen bu görüşmecimiz, yargıda herkese eşit muamele
edilmediğinden yakınırken, bu durumu adaletsizlik olarak niteliyor:
Eşitlik yok, kişilere göre değişiyor bizde.
Size göre adalet tecelli etmiyor mu?
Etmiyor, mahkemede etmiyor. (Eskişehir 1)
Konuşmanın devamında, bu görüşmecimizin adalet ile eşitlik arasında kurduğu
bağlantı çok daha belirgin hale geliyor:

Allah katında nasıl herkes birse, mahkeme katında da herkes bir olsun... Kişiye
göre veya vaziyete göre, şeye göre uygulanmaz. Nasıl diyoruz, cenabı Allah’ın
katına gittiği zaman herkes bir gidiyor. Hiç kimse fazla bir şey götüremiyor. O
fakirdi, bu zengindi, onun şeyleri vardı, bilmem neleri vardı o şekilde gitmiyorsun
ki! Neyle gidiyorsun? Beyaz bezle gidiyorsun, sade beyazla. Bitti. O şekilde
bir uygulama olmalı... [Kanunlar herkese] eşit uygulansın. Şimdi her zaman söylüyorum, babam da olsa, kendi çocuğum da olsa eğer o kanun yapıldıysa, ona
uyulmuyorsa o kanunun bu maddesi neymiş, ne işlemiş, nasıl işlemiş bu ceza
uygulansın ona karşı çıkmam. (Eskişehir 1)

Adaleti, ortak yaşamın temeli olarak algılayan görüşmeci de, sözünü yine “eşitlik”
ilkesiyle bağladı: “İnsanların birlikte yaşamasını sağlayacak olan şey, ya da ne bileyim eşitliği sağlayacak olan şeydir adalet.” (Samsun 2)

Adaletin yurttaşı devlete bağlayan en önemli araç olduğu, bir başka görüşmeci
tarafından da vurgulandı:

Yurttaşın da devlete bağlı olmasını sağlayan nedir? Devletinin ona sunduğu adalettir.

Yani devlet adaleti sağlarsa yurttaş devletine daha bağlı olur, yani devletinin
kurallarına uyar, çünkü bilir ki bu kurallar onu koruyor... (Samsun 1)

Bazı görüşmeciler, “adalet”i düzen kavramı üzerinden tanımladılar. “Adalet” ile
“düzen” arasında doğrudan bağ kuran görüşmecilerimizin neredeyse tamamının eğitimli ve yüksek gelirli kişilerden oluşması dikkat çekicidir. Mesela Samsun’da görüştüğümüz bir hekim, “adalet bir düzendir” dedikten sonra, şu açıklamaları yaptı:

Adalet, toplumda yaşayan bireylerin birbirleriyle belli bir düzen içinde kalmalarını
sağlayan normatif kuralların genel adıdır. Tanımlanmış kurallar bütünüdür.
Kişilere göre veya kişilerin sahip olduğu unvanlara göre farklılık göstermeyen,
herkes için aynı olan kuralların bir bütünüdür ve bu kurallar bütününün topluma
yansımasıdır. (Samsun 1)

***