Celal Talabani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Celal Talabani etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mayıs 2019 Cuma

OPERASYON BÖLÜM 5

OPERASYON BÖLÜM 5


- Güneydoğu Anadolu’da terörle mücadele ve Irak’la müşterek sınırımızın daha etkin bir şekilde kontrolü ve güvenliğini temin için Kuzey Irak Kürtleri ve liderleriyle temas ve ilişkilerimiz özel bir önem taşımaktadır. Muhtelif 
zamanlarda ülkemize gelen ve her seviyede temaslarda bulunan Kuzey Irak Kürtleri liderlerinden Celal Talabani ve Mesut Barzani, her vesileyle Türkiye’yle daha yakın ilişkilere büyük önem verdiklerini, PKK’yla mücadelede istihbarat dahil her alanda işbirliğini arzuladıklarını, Kuzey Irak’ın yeniden inşası ve iktisaden ayakta durabilmek için destek ve yardımımıza ihtiyaç duyduklarını belirtmektedirler. Kuşkusuz, oradaki durum bizi de yakından ilgilendirir ve 
etkileyebilir. Bu itibarla, bu liderlerle ilişkilerimizi ve temaslarımızı dikkatle, ihtiyatla ve kararlılıkla sürdürmemizin yararı açıktır. Kuzey Irak’taki bu grupları, niyetleri belli bazı dış güçlerin etkisine açık bırakmak yerine, bizim bunlara 
hâkim olmamız yararlı olacaktır. Bunları mümkün olduğu kadar etkimiz altında tutmak ve adeta hamilik rolünü üstlenmek keyfiyetlerini göz önünde bulundurmalıyız. Saddam rejiminin PKK’yı desteklediği ve her türlü yardımı 
yaptığı bilinmektedir. Saddam rejiminin PKK ile beraber Kuzey Irak Kürtlerini ve Türkmenleri zayıf düşürmesi, hatta bertaraf etmesi veya PKK karşısında etkisiz hale getirmesi, bu terör örgütünün Kuzey Irak’ta daha rahat faaliyet 
göstermesine yol açacaktır. Ayrıca PKK’ya ilaveten Talabani ve Barzani’yi de karşımıza almamızın yararımıza olmayacağı izahtan varestedir. Bu itibarla, bu liderlere ve Türkmenlere ihtiyatı elden bırakmadan kendileriyle yakından 
ilgilendiğimiz ve varlıklarını sürdürmelerine önem verdiğimiz mesajını vermekte yarar vardır. Bu cümleden olarak, bazı sembolik jestler yapabileceği akla gelmektedir. Mesela, bunlara, bazı insanî yardımlara ilaveten, çeşitli ihtiyaçlarını 
tesbit için ufak bir teknik heyet gönderilebileceği gibi, bu bölgenin yeniden imarı konusunda Türk müteahhitlerinin ilgisi teşvik edilebilir. 

- Temaslarımızda bugüne kadar olduğu gibi, müstakil bir Kürt devletinin mümkün ve “feasible” olmadığını, sorunlarının en iyi demokratik bir sistem kurulmasıyla çözülebileceğini, kimsenin Irak’ın coğrafî sınırlarının 
değiştirilmesini kabul edemeyeceğini ve Kürtlerle beraber Türkmenlerin de menfaat ve haklarının sağlanmasının bizim için önem taşıdığının vurgulanması yararlı olacaktır. 
- Kuzey Irak Kürtleri’nin, Kürt kökenli vatandaşlarımızın soydaşları olduğunu, aralarında kız alıp verme dahil, yakın ilişkiler bulunduğu gerçeğini de unutmamak gerekir. 
- Özellikle, Irak’ta ileride normal ve demokratik bir düzen kurulduğunda, Kuzey Irak Kürtleri’yle ilişkilerimizi bugünden izleyeceğimiz politikanın büyük ölçüde etkileyeceği açıktır. 

Çözüm Hakkında bazı Düşünceler: 

- Yukarıdaki hususların ışığında, karşılaştığımız sorunun, basit bir terör olgusunun çok ötesinde olduğu aşikârdır. Bu itibarla, çözümleri kısa-orta vade ile orta-uzun vadeli çözümler olarak düşünmek, ayrıca terörle mücadele için 
yapılacaklarla, bölge halkıyla ilişkilerde hareket tarzını ayırmak gerekmektedir. 

Kısa ve Orta vade için Düşünceler 

- Bu olayların iç ve dış nedenleri hakkında oldukça bilgi mevcut bulunmasına rağmen, derinlemesine analiz edilmediğini görmekteyiz. İzlemekte olduğumuz politikanın etkinliğini artırmak için, bir yandan terörle mücadele ederken, öbür yandan da ülke içi ve dışından bilim adamlarının da iştirakiyle, bazı derinlemesine çalışmaların yapılması yararlı olacaktır. Her şeyden önce, en büyük eksiklik olarak gözüken bölge ve olaylarla ilgili bilgi eksikliğini gidermek 
amacıyla ve yukarıda belirtilen gözlemlerle ilgili alanlarda süratle araştırma grupları kurulmalı ve bu araştırmacılar sosyoekonomik, psikolojik harekât ve diğer alanlarda detaylı araştırmalar yapmalı, gerekirse kamuoyu yoklamalarına 
başvurarak olayın ve eğilimlerin ne olup olmadığı bütün boyutlarıyla ortaya konulmalıdır. Bu araştırma gruplarına yukarıda belirtilen bilim adamları, devlet görevlileri, istatistikçiler, askerler ve diğer uzmanlar dahil edilmelidir. 
- Terörle mücadele ediyoruz derken, halkın ciddi şekilde rahatsız edildiği, hırpalandığı, hatta küstürüldüğü göz önünde bulundurulmalıdır. Bu uygulamada, varsa yapılan hataların ve eksikliklerin, gerçekler hiç saklanmaksızın ortaya 
konularak tartışılması ve bunlara gerçekçi çözüm bulunması gerekmektedir. 
- Güvenlik güçlerinin eğitimi, teçhizatı, teknikleri ve halkla ilişkiler konusunda yetiştirilmelerinin yeniden düzenlenmesi yararlı olacaktır. 
- En kritik yerlerden başlayarak, Güneydoğu’daki dağlık bölgelerden köy ve mezraların tedricen boşaltılması, PKK terör örgütünü besleyen ve toplam nüfusu 150 000-200 000’i geçmeyen bu topluluğun, bir plan dahilinde, ülkenin batı 
kesimlerine serpiştirilerek yerleştirilmesi düşünülmelidir. Böylece, hem bu halkın yaşam standardı artırılmış, hem de örgütün lojistik kaynakları, büyük ölçüde kurutulmuş olacaktır. İş ve kadro verme öncelikleri bu taşınan gruba tahsis 
edilebilir. 
- Bu dağlık terör merkezlerine hem civar yerlerin tahliyesiyle terör örgütü iyice tecrit edilmiş olacak hem de lojistik destekten mahrum kalacaktır. Bunun için bu kesimler kontrol altına alınmalı, tekrar yuvalanma önlenmelidir. Bu kesimlerde tekrar iskânı ve dönüşü önlemek ve göçe teşvik için bölgedeki müsait yerlerde çok sayıda baraj yapılabileceği akla gelmektedir. 
- Bütün anayollarda 24 saat kesintisiz, elastikî, çevik, gündüz helikopterlerle, geceleyin görüş cihazıyla takviye edilmiş özel timler ve zırhlı araçlarla devriye hizmeti verilmeli, güvenlik güçleri savunan değil, devamlı arayan ve vuran 
bir konuma getirilmelidir. Bu faaliyetler gece ve gündüz sürdürülmelidir. 
- Silahlı Kuvvetlerimize ve güvenlik güçlerimize öncelikle bu bölgede hizmet veren unsurlara acilen münasip sayıda (20 adet) Cobra tipi silahlı helikopter ile asgari 20-30 adet Scorsky tipi ağır silah ve personel taşıyan helikopterler 
alınması, bölgede aynı anda birden fazla olaya müdahale edebilecek çevik bir kuvvet yaratacaktır. Ayrıca, olay mahallerine zaman kaybetmeden bir an evvel ulaşılması da mümkün olabilecektir. İstihbarat eksikliği için merkezdeki 
ve bölgedeki birimler süratle yeniden tanzim edilmeli, MİT, jandarma, Silahlı Kuvvetler ve polis gibi çeşitli birimler arasındaki kopukluk giderilerek koordineli bir çalışma ortamı yaratılmalıdır. 
- Esas sıcak teması, mücadeleyi yapmak üzere, tam anlamıyla profesyonel, en az 1 yıl özel eğitim görmüş ve en az bölgede 5 yıl süreyle hizmet verebilecek, 40 000-50 000 kişilik özel bir kuvvet kurulmalı, bunlara iyi ücret verilerek burada hizmet cazip hale getirilmelidir. 
- Bu özel kuvvetin teçhizatı, ulaşım vasıtaları, silahlı ve silahsız helikopterleri, istihbarat unsurları özel olmalı, başındaki komutan her konuda inisiyatif sahibi ve yetkili olmalıdır. Tabiatıyla, bu özel kuvvetin diğer birimlerle de koordinesi sağlanmalıdır. Bu özel kuvvet hafif, esnek, çabuk tepki koyabilen, savunmada kalmayıp devamlı arayan ve teröriste saldıran tipte konuşlanmalı; klasik Türk Silahlı Kuvvetleri birlikleri ise, sadece tıkama ve belli yerleri kontrol 
gibi görevlerde kullanılmalıdır. 
- Özellikle sınır bölgelerinde yaşayan halkımızın önemli bir geçim kaynağı olan sınır ticaretinin geliştirilmesi, hatta serbest bırakılması zaruridir. Bunu teminen, mevcut sınır ticareti yerlerinin geliştirilmesi, kapatılanlar varsa bunların 
yeniden açılması, Suriye’yle sınır dahil hudut bölgelerinde yeni kapılar açılması gereklidir. Devlete fazla yük getirmeyen sınır ticaretinin bir an evvel geliştirilmesi ve teşviki büyük ölçüde bölge halkına imkânlar sağlayacak, hiç 
olmazsa bir kısmını rahatlatacaktır. 
- PKK terör örgütüne olan desteği kesebilmek için, halkın kazanılmasına önem verilmeli, hizmet götürülmesi güç olan mezra ve köyler büyük yerleşim yerlerine katılmaya teşvik edilmelidir. 
- Göçün, bu eğilimde devamı halinde yakın bir gelecekte, bölgede 2-3 milyon civarında nüfus kalacağı, diğerlerinin batıya göç edeceği anlaşılmaktadır. Ancak, eğer bu göçe el atılmaz ve bir plana bağlanamaz ise, sadece hali vakti 
yerinde olanların göç etmesi, fakirin bölgede kalması sonucu doğacak, bu da bölgeyi anarşiye hassas, yardımcı hale getirecektir. Bunu önlemek için göçün planlı, her kesimden alınarak ve batıda dengeli bir şekilde dağıtılarak yapılmasına yardımcı olunması, hatta düzenlenmesi gerekmektedir. 
- Terör örgütü, bölgede sürdürdüğü terör faaliyetlerine ilaveten bölge halkının beynini yıkamak, korkutmak ve kendine çekmek amacıyla etkin bir propaganda faaliyeti sürdürmektedir. Buna karşı koyacak halkın devlete bağlılığını 
kuvvetlendirecek ve moralini yükseltecek, aynı zamanda yanlış ve yanıltıcı bilgileri düzeltecek karşı propaganda faaliyeti büyük önem taşımaktadır. 
- Bu çerçevede gerek iç kamuoyunu, gerek dış dünyayı bu konuda aydınlatmak için özel gayret sarf edilmesi büyük önem taşımaktadır. 

Bunu teminen uzmanlardan müteşekkil bir ekip oluşturulması bilinçli bir şekilde ve millî menfaatlerimiz doğrultusunda aydınlatma ve kamuoyu oluşturma çalışmaları yapılması ve açıklama, haber sızdırma, görüntü verme, icabında 'dezenformasyon’   gibi konularda etkinliği artıracaktır. 
- Devlet güçlerinin terör örgütüne karşı giriştiği mücadeleyle ilgili basına verilen haber ve açıklamaların çok iyi bir şekilde düzenlenmesi büyük önem arz etmektedir. Karşı tarafça istismara açık, terör örgütünü kahraman ya da mazlum gibi gösterecek haber ve görüntülerden imtina edilmesi zaruridir. 
- Bölgedeki devlet güçlerinin kapalı istihbarat yanında, açık istihbarattan da faydalanılmasını sağlayacak yöntemler geliştirmelidir. 

Orta, Uzun vade için düşünceler: 

- Bölgede cazibe merkezleri olarak belirlenecek bazı illere (Adıyaman, Diyarbakır, Urfa, Mardin, Batman, Siirt, Elazığ, Malatya, Erzincan, Erzurum, Kars, Ardahan, Iğdır) özel bir teşvik sistemi uygulanarak, yatırım ve yerleşme için çekici hale getirilmeli, böylece kırsal kesimin boşaltılması teşvik edilmeli ve kolaylaştırılmalıdır. 

- Bunu teminen istihdamda gelişmeyi sağlamak, olayları azaltmak için, bölgede özel sektör yatırımlarının teşviki ve özendirilmesi sağlanmalıdır. Bu çerçevede devlet yatırımlara destek vermeli (Kaynak Kullanma Destekleme Fonu 
örneğinde olduğu gibi), Kurumlar Vergisi alınmayan ve uzunca vergisiz bir dönem olmalı, Gelir Vergisi düşük tutulmalı, elektrik daha ucuz verilmelidir. 
- Bu meseleyle ilgili herşey tarafsız, önyargısız bir şekilde açıkça ve serbestçe tartışılmalıdır. Tartışma ortamı doğruları ve yanlışları ortaya çıkaracak ve gerçekleri daha kolay öğrenmemize imkân sağlayacaktır. Tartışmayı 
engellemek, gerçekleri saklamak meseleyi azaltmayacak, aksine tedbirler yanlış olacağı için giderek daha da büyültecektir. 

Sonuç: 

Gerek dünyadaki son oluşumlar sonucu ortaya çıkan etnik milliyetçilik anlayışının etkisi, gerekse Türkiye’nin yakaladığı tarihî büyüme fırsatını engellemek isteyen dış güçlerin teşvik ve desteğiyle bugünkü ciddi boyutlarına ulaşan 

Güneydoğu ateşi; eğer yanlış yapılmaz, acele ve fevri davranılmaz, soğukkanlılık kaybedilmez ise, 5-10 yıl içinde milliyetçilik akımının şiddetini kaybetmesi ve dış desteğin azalması sonucu kendiliğinden hafifleyerek sönecektir. Dış dünyaya, özellikle bu meseleden korktuğumuz, çekindiğimiz ve endişe ettiğimiz izleniminin verilmemesi ve devletin her şeyin üstesinden gelecek güçte olduğunun belirtilmesi büyük yarar sağlayacaktır. 

Bu nedenle, devletin her kesimindeki görevlilerinin, politikacıların ve basının; terörle bölge halkını birbirine karıştırmadan, her ikisine farklı ve anladıkları, layık oldukları şekilde yaklaşarak, üniter devlet anlayışını bozmadan, bölge halkının sıkıntılarını giderecek yukarıda zikredilen tedbirlerin süratle alınıp uygulanması, terörü zamanla etkisiz hale getirmesi eksin bir zorunluluk ve herkes için sorumluluktur.” 

Öcalan bir Özal’ı anladı. Ama yanlış anladı 

Bu mektupta Özal’ın dile getirdikleri çatışmadan ve silahlı mücadeleden geçiyor.Aslında Özal’ın Kürt politikaları Amerikan modeline dayanıyor. Yani Barzani ve Talabani’yi kolla PKK ve Öcalan’ı yok et. Bu anlayış mektupta açıkça 
ifade ediliyor. Öcalan’ın Özal sevgisi Kürt kartının Amerikan destekli versiyonundan kaynaklanıyor olsa gerek. Hem o dönem Özal’ı sorunun çözümünde etkin bir rol oynayacak kişi olarak değerlendiren Türk aydınlarının önemli bir bölümü, hem de Öcalan, Özal’ın bu konudaki iki taraflı oyununu görememişlerdir. 

Özal bütün iktidarı boyunca Kürt sorununun silahlı çözümünden yana olmuş, buna yatırım yapmıştır. Bu noktada uluslararası silah tekellerinin etkinliğini de en önemli pazar haline gelen Türkiye’yi yöneten kişi üzerindeki siyasal baskılarını da unutmamak gerek. Turgut Özal silah pazarı haline dönüşen Türkiye’de Amerikan politikalarının gelmiş geçmiş en etkin savunucusu olarak bu 
baskılardan etkilenmiştir. Bundan kendisinin Amerika destekli yeni bir Türk-İslam sentezli Turan politikasının etkisi büyüktür. Ona göre Amerika’yla birlikte Ortadoğu’da petrol yataklarına ve kutsal topraklara inip buraları kontrol altına 
almak, ayrıca Kafkaslar’da da olabildiğince açılabilecek yeni politikalarla Osmanlı’dan sonra yeniden bu topraklara sahip olmak mümkündü. Bu ancak Amerika’yla birlikte gidilerek başarılabilirdi. 

En Barbarın Gürültüsü 

Ama bu politikada Öcalan’ın yerinin bulunmadığı geç de olsa Öcalan’ın Kenya operasyonuyla CİA destekli yakalanmasında ortaya çıktı. Amerika PKK terörü sırasında özel sektörünün silah satışlarıyla Türkiye’den önemli bir ekonomik kazanç elde etti. Barzani ve Talabani’yi Türkiye’yle buluşturdu. Irak, Suriye, İran denetimini sağladı. Öcalan da bu oyunda Türkiye’nin ayağındaki pranga olarak kullanıldı. Ama o bunu göremedi. Öte yandan diğer bir Kürt lider Kemal Burkay silahlı mücadeleye karşı çıkarak ve Kürt sorununa siyasal çözümler arayarak terörden uzak kaldı. Ama o asla dinlenmedi. En barbar olan en çok söz geçiren oldu. 

KİTABIN İKİNCİ BÖLÜM.,

Öcalan’a Karşı ilk Eylemler., 

Ankara’da Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye’ye getirilmesiyle ilgili MİT ile CİA arasındaki görüşmelerin başladığı tarih 4 şubat 1999 perşembe günüydü. 
Ancak Türkiye Öcalan’ın takibi konusunda oldukça deneyimliydi. 

PKK lideri Abdullah Öcalan’a yönelik aktif operasyonel çalışmalara 1993 ortalarında başlandı. 1994 nisan ayına kadar daha ziyade çeşitli ülkelere mensup taşeronlar kiralanmış ve bunlara büyük ücretler ödenmişti. Bunlar MİT içinde 
6 ayrı grupta tasnif ediliyor. Parayı alanlardan bazıları birkaç göstermelik çalışma yapmış, birkaç sayfa rapor yazmış, malzeme alımı, günlük masraflar seyahat masrafları vb adı altında büyük paraları aldıktan sonra, ortalardan kaybolmuşlar  dı. Ciddi çalışmalar 1994 nisan ayından sonra, netice alıcı çalışmalar ise 1994’ün sonlarına doğru, ağırlıklı olarak MİT personeli kullanılarak yapılmaya başlandı. Çünkü 1993 yılında yapılan bir MGK toplantısında MİT Öcalan’la ilgili olarak pasifize olmakla ve geri kalmakla suçlanmıştı. Bu toplantılarda dönemin MİT Müsteşar Yardımcısı Ertuğrul Güven askerî kanadı eleştirmiş ve PKK sorunuyla mücadelede yanlış yapıldığı yorumlarını dile getirmişti. Güven’in adı 
daha sonra Azerbaycan’daki darbe girişimlerine karıştı ve Güven emekli edildi. 

Kelle Avcılığı 

Öcalan, MİT tarafından tıpkı Mossad’ın bir dönem Yaser Arafat’ı izlediği gibi izleniyordu. Bir harita üzerinde Öcalan o an nerede ise kırmızı bir ışık yanıyordu. Bu ışıklı gösteri sık sık Öcalan konusunda sıkılaştırılan MİT’in siyasîlere sunduğu şovlardan biriydi. 

Bu ışıklı şemada Öcalan’ın bulunduğu yer yanıp söndükçe, onun peşindeki takip de artıyordu. Çünkü siyasîler o ışığın sönmesini istiyorlardı. Bu konuyu bir iç siyasî koz olarak kullanmak isteyen DYP Genel Başkanı Tansu Çiller, dönemin MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’a her seferinde aynı şekilde bağırıyordu: “Bana Öcalan’ın kellesini getirin” Köksal, Çiller’in tacizlerinden epeyce bunalmıştı. Hatta bir ara Çiller’in baskısından kurtulabilmek için eşi Özer Çiller’i devreye sokmak konusunda ataklarda bulundu. Özer Çiller’le iki kez yemek yenildi. Bunlardan biri MİT’in karargâh binasında, diğeri ise Çiftlik olarak adlandırılan Ankara yakınlarındaki bir ek binada. Bu yemeklere bütün MİT üst düzey yöneticileri katıldılar. Hatta Çiftlik’teki yemek sonrasında buradaki poligonda Özer Çiller’le birlikte bir atış talimi de yapıldı.Bu yemeklerde Özer Çiller’le bir yakınlaşma doğması arzulanıyordu. Çünkü Tansu Çiller MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ı dikkate almıyordu. Bütün istihbarat çalışmalarını Mehmet Ağar ve Ünal Erkan ikilisiyle birlikte götürüyordu. Hatta bir ara Ünal Erkan’ın MİT müsteşarı yapılması konusunda ciddi girişimlerde bulunan Tansu Çiller’i, eşi Özer Çiller bu konuda kendisine yapılan ricalar nedeniyle engelledi. Özer Çiller MİT için etkin olarak devreye sokulmuştu. Tansu Çiller MİT’e adım atmıyordu ama, onu atlayan MİT yöneticileri Özer Çiller aracılığıyla isteklerini gerçekleştirme yoluna gidiyorlardı. Bu nedenle MİT yararına bazı kadrolarla, maaşlarla ilgili imzalar Özer Çiller’e rica edilerek yaptırılabiliyordu. 

Özer Çiller’e APO Brifingi 

Ankara’da Çiftlik’te yenilen yemek sırasında bir de Abdullah Öcalan nasıl yakalanır ve öldürülebilir brifingi verildi. 

Bu olay MİT içinde en ciddi tartışmalardan birini ortaya çıkardı. Özer Çiller’in resmî bir sıfatı yoktu. Devletin en gizli bilgileri nasıl oluyor da Özer Çiller’e aktarılıyordu? Bu brifinge karşı çıkan şimdiki Müsteşar Şenkal Atasagun ile 
Sönmez Köksal’ın arası açıldı.Köksal’ın bazı uygulamalarına karşı çıkan Atasagun daha önce aralarında baş gösteren görüş ayrılıklarını masaya koydu. Köksal artık eski arkadaşıyla birlikte çalışmak istemiyordu. Bu yüzden, merkezden uzaklaşsın diye İngiltere temsilciliğine atadı. Atama konusunda direnen siyasîlere “Atasagun MİT içinde kalırsa büyük kavgalar çıkacak. İkilik olacak diyordu.” Çiller seçimlere Öcalan’ı sağ veya ölü olarak Türkiye’ye getiren lider olarak girmek istiyordu.Bunun için İsrail başta olmak üzere çalınabilecek bütün kapıları çaldı. 

Yanında en önemli destekçisi 

olarak dönemin Emniyet Genel müdürü olan daha sonra partisinden milletvekili ve bakan yaptığı Mehmet Ağar’ı bulunduruyordu. MİT’in yanı sıra Abdullah Öcalan’ın yakalanması için emniyette de alarm durumuna geçilmişti. Ağar, 
özel ekipler hazırlıyordu. Oysa polis teşkilatının böyle bir görevi yoktu. Ayrıca bu konuda milyarlarca lira tahsisatı harcayan polis, Öcalan’ın nerede olduğunu bile bilmiyordu. Çünkü bunu öğrenebileceği teknik ve yasal yapılanmadan yoksundu. Ocak 1995’de Öcalan’a yönelik operasyonlar için MİT’in yönetiminde “Müşterek Faaliyet Grubu” kuruldu. 

Bu grupta MİT, Genelkurmay ve Emniyet Genel Müdürlüğü uzmanları yer aldı. Herkes elindeki bilgiyi bu gruba taşıdı. 

Bir süre sonra bu grubun Öcalan’la ilgili olarak yaptığı bir hazırlık basına bilgi sızdığı için yapılamadı. Daha sonra yapılan araştırmada bilginin polis kaynaklarından çıktığı anlaşıldı ve polis uzmanları grup çalışmasından çıkartıldılar. 

Trilyonlar Boşa gitti 

Öcalan’ın yakalanabilmesi veya öldürülmesi amacıyla örtülü ödenekten pek çok uyuşturucu kaçakçısı ve mafyacıya paraların çıkartıldığı, İsrail’e Öcalan’la ilgili alınan bilgiler karşılığında milyonlarca doların ödendiği, bu paraların büyük 
bir kısmının ortadan kaybolduğu sonradan ortaya çıktı. Çiller’in, diğer liderler gibi Öcalan’ı iç politikada kullanma isteği ötekilerden farklı olarak, Türkiye’ye pahalıya patlamıştı. Bu dönemin bedeli ilgili ilgisiz kişilere örtülü ödenekten 
dağıtılan tam 50 milyon dolardı. Yanlış okumadınız. Çiller boş vaatler için tam 50 milyon dolar harcadı. 
Tansu Çiller Sönmez Köksal’a o kadar kızgındı ki bir İsrail gezisi sırasında görüşmelere Köksal’ı almayıp kapıda bekletirken, Mehmet Ağar’ı sokmuştu. Mossad başkanı ile Türk heyeti çeşitli konularda görüştükten sonra, Tansu Çiller 
yalnız görüşmek isteğini belirterek, Türk heyetindeki MİT ve diğer görevlileri dışarı çıkarttı. Kısa bir süre sonra da Mehmet Ağar’ı içeriye çağırttı. Sönmez Köksal’ı dikkate almamak konusunda Çiller kararlıydı. MİT’i tamamen göz 
ardı etmekteydi. Aynı uygulamaya Beyaz Saray’da Özal tarafından maruz bırakılan dönemin Devlet Başkanı Ali Bozer istifa etmişti. Köksal ise bekleyip, görme politikasını izlemeyi yeğledi. Çiller kendisini dışladıkça o Özer Çiller ile 
Cumhurbaşkanı Demirel’e yaklaşıyordu. 

MİT bu durumdan duyduğu rahatsızlığı art arda gerçekleştireceği Öcalan operasyonlarıyla gidermek için çalıştı. Ama iktidar değişmiş ve Çiller başbakanlıktan gitmişti. Köksal yeni gelen Başbakan Mesut Yılmaz’a Öcalan 
operasyonu yapmak için izin verip vermediğini sordu. Yılmaz onayladı. Bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı’nda Süleyman Demirel ve Mesut Yılmaz’a bir brifing verildi ve hazırlıklar anlatıldı. Bu brifingde kullanılan elemanlar ve resimleri de vardı. Ne yapılacak nasıl yapılacak bir bir aktarıldı. Yani operasyon hazırdı. Ayrıca bir brifing de dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya verildi.Sadece bu üçlüden onay alındı. O zaman operasyon ekibinde 
bulunanlar arasında olan ve resmi bulunan Mahmut Yıldırım’ın kim olduğunu hiçbiri bilemedi. Zaten işin bu yanıyla ilgilenen de olmadı. Sunuştan tatmin oldukları için liderler fazla soru da sormadılar. Böylece düğmeye basıldı. Ancak 
talimat ile tatbikat arasında uzunca bir süre geçti. Her üç lider de sık sık “Ne oldu, ne zaman yapacaksınız?” diye sabırsızlık ve merakla soruyorlardı. 

İlk Ciddi Operasyon: Mercedes 

Sönmez Köksal bu olur üzerine ilk büyük ve ciddi operasyon için MİT Kontr Terör Daire Başkanı Mehmet Eymür’ü görevlendirdi. Eymür MİT’e döndüğü 1984 yılından itibaren aslen bu işle ilgili çalışmalar yapıyordu. 

Öcalan’a karşı girişilen en önemli operasyonun adı “Mercedes” olarak kayıtlara geçti. Bu operasyonun uygulanmasında gönüllülerden yararlanıldı. Bunlardan birisi de “Yeşil” olarak tanınan Mahmut Yıldırım’dı. O dönem MİT kontrolünde bulunan Yıldırım operasyon içinde görev yaptı. 

MİT, Öcalan’a karşı iki önemli operasyon gerçekleştirdi. Bunlardan birincisi Şam’da, diğeri ise Bekaa Vadisi’nde gerçekleşti. Her iki saldırıda da Öcalan büyük bir şans eseri kurtulmayı başardı. 

Mercedes Operasyonu için önce istihbaratı toplama aşaması uygulamaya konuldu. Bu amaçla bir grup ajan, Suriye’ye sızdı ve Apo’nun faaliyetlerini gözlemeye başladı. 

Amaç, Apo’nun yaşam biçimini öğrenmek, hangi zamanlarda nerede bulunduğunu tespit edip, “vurma noktası”nı bu bilgilere göre saptamaktı. Bu istihbarat faaliyeti, meyvesini aylar sonra verecekti. PKK liderinin en düzenli konakladığı mekân, Şam’ın güneyinde Basatin semtindeki çiftlik eviydi. Mercedes Operasyonu’nun “patlama” noktası bu çiftlik evi olarak seçildi. Eğitim çalışmaları için kullanılan, zaman zaman hastane görevi gören büyük ev çok iyi korunuyor du. Bu nedenle çiftlik evinin mümkün olduğu kadar yakınına park edecek bir araca yüklü miktarda patlayıcı madde konup, patlamanın etkisiyle APO’nun bulunduğu ev havaya uçurulacaktı. Ancak daha sonra APO’nun kaldığı diğer adresler de gözden geçirildi. Kırsal alanla uzun telefon konuşmalarını Şeba köyünde Mahsun Korkmaz Akademisi’nden yapıyordu. Onun için yeni hedef olarak burası seçildi. Plan aynıyla burası için uygulanmaya konuldu. Her şey çok iyi gidiyordu. 

Mayıs ayının ilk günlerinde 500 kiloya yakın C-4 patlayıcısının bulunduğu bir minibüs, sınır noktasını geçerek, geceyarısı Suriye topraklarının içinde kayboldu. Araçta bulunan gönüllülerden biri de Yeşil kod adlı Mahmut Yıldırım idi. Yolda kendilerini kaçakçılar olarak tanıtan grup, patlayıcı yüklü minibüsle Şam’a ulaştı. Tarih, 6 mayıs 1996’ydı. Suriyeli kaçakçılarla birlikte eroin işi gösterilerek organize edilen eylem uygulamaya konuldu. Öcalan’ın gelmesi beklendi. 

Öcalan Şans eseri Kurtuldu. 

Ankara’da MİT içinde bir izleme birimi oluşturuldu. Apo, Mahsun Korkmaz Akademisi’ne geldi.Suriyeli uyuşturucu kaçakçısına araç teslim edildi.Kaçakçı içinde uyuşturucu olduğunu sandığı aracı, Öcalan’ın bulunduğu yerin 
saptanan noktasına park edemedi. Çünkü trafik polislerinin denetimi onu ürkütmüştü. Bunun yerine araç evin karşı kaldırımına ve evden yaklaşık 100 metre uzağa park edilmiş olarak patlatıldı. Büyük bir infilak meydana geldi. Patlamanın sesi Şam’ın her semtinden duyuldu. Minibüsün olduğu noktada patlamanın etkisiyle 7-8 metrelik bir çukur açıldı. Aynı anda Şam’daki pek çok farklı noktada patlamalar meydana geldi. Ankara’da oluşturulan izleme 
birimi patlamalar nedeniyle büyük bir sevinç içinde Öcalan’ın öldüğünü sandı. Öcalan’ın bulunduğu yerdeki ve civardaki bütün haberleşmeler susmuştu çünkü. Ancak sevinç kısa sürdü. Patlamadan bir süre sonra Öcalan’ın evine ilk 
telefon haberleşmesi gerçekleşti. Öcalan sağdı. Apo suikasttan sağ olarak kurtulmuş, ancak kendisini ortadan kaldırmak isteyen Ankara’nın evinin dibine kadar sokulabileceğini de görmüştü. 

Öcalan bu operasyonla ilgili olarak bu organizasyon içinde Viranşehir Belediye Başkanı İbrahim Abdi Keleş’in bulunduğunu saptadıklarını anlattı, yakalandıktan sonra.Bu nedenle Keleş aşiretinin önde gelenlerinden Abdi Keleş PKK’nın öncelikli hedefi haline gelmişti. Öcalan kendisine karşı girişilen bu bombalı operasyonla ilgili olarak sorgusunda şunları aktardı: 

“6 mayıs 1996 senesinde Şam’daki evimin önünde bir tonluk bir bomba patladı, (Şam’daki evim ifadesi doğru değil. 

Zaman zaman kaldığı evi yine o yakınlarda bir yerdeydi. Zaman zaman da kamptaki iki katlı villasında kalıyordu) bombayı dolmuş içine yerleştirmişlerdi. Burada hedef benim öldürülmemdi. Bu olay üzerine örgütlü olarak biz araştırma yaptık. Suriye Kürtleri’nden Malasino ailesinden bir genci de yakaladık, onu sorguya çektik. Bu gencin ismini hatırlayamıyorum. Yalnız bana verilen bilgide evimin önünde patlayan aracı bu gencin kullanmış olduğudur. 

Biz de araştırma yaptık, yaptığımız araştırmalar sonucunda Siverek, Viranşehir ve Suriye’de Haseki şehri hattında Sedat Bucak, Viranşehir Belediye Başkanı Keleş Abdioğlu ve Malasino ailesinden o gencin bana suikast düzenlemek üzere 
hazırlık yaptıklarını ve anlaştıklarını tespit ettik. Hatta örtülü ödenekten de 50 milyon doların bu iş için ayrıldığını öğrendik. Aynı olay Susurluk Raporu’nda da anlatılmıştır. Benim Abdi Keleş Abdioğlu’nu hedef göstermememin asıl sebebi budur. Yani bana yapılan suikast teşebbüsüdür. 

Soruldu: 6 mayıs 1996 tarihinde Suriye’de evinizin yakınına patlayıcı madde dolu bir kamyonun bırakılmasından ve patlamanın meydana gelmesinden evvel Yalçın Küçük’ün bu girişimi size haber verdiği iddiası var. Yalçın Küçük 

Ankara DGM’de bir yargılaması nedeniyle verdiği ifadesinde bir siyasî parti liderinin bu durumu kendisine haber verdiğini, kendisinin de kaçması için size haber verdiğini söylemiştir. 
Cevap: Yalçın Küçük’ün bana telefonla ‘Bugünlerde size karşı bir saldırı gerçekleştirelecek hazırlıklı olun’ dediği doğrudur. Ancak herhangi bir siyasî parti mensubu veya lideri bunu haber verdi diye bir şey söylemedi. Ancak normal 
olarak muhalefetteki siyasî partilerin bu haberi vermesi normaldir. Çünkü bu saldırı gerçekleşseydi iktidardaki parti puan kazanacaktı. Ancak dediğim gibi isim vermemişlerdir. Ayrıca ben Yalçın Küçük’ün haber vermesi nedeniyle özel bir tedbir almadım zaten her zaman tedbirli idim.” 

Bu operasyonla ilgili hazırlık talimatı MİT’e Tansu Çiller tarafından verilmişti. Uygulama Mesut Yılmaz başbakanken yapıldı. Siyasî liderler ve partiler Öcalan’a karşı girişilen operasyonlarda fikir birliği içinde davranıyorlardı. 

6. CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

10 Eylül 2015 Perşembe

TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 4



TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 4


Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

KDP ile yaptığı anlaşmanın meyvelerini toplamaya başlayan PKK, Kuzey Irak’a askeri olarak tümüyle yerleştiği gibi aynı yıl içerisinde de Cemil Bayık, Duran Kalkan, Kesire Öcalan gibi birçok üst düzey yöneticisini de bölgeye nakletmiştir. Bu gelişmenin askeri bir sonucu olarak da ilerleyen yıllarda PKK’nın sınır karakollarına yaptığı baskınları arttırdığı görülmüştür (Özdağ, 2008: 52). PKK’nın bir taraftan eylemlerini ve bu eylemlerin etki gücünü artırması diğer taraftan Kuzey Irak’taki Kürt gruplarla işbirliğine giderek kendisine güvenli bir ortam oluşturması Ankara’nın Irak ve Suriye ile PKK’ya karşı mücadele kapsamında 
işbirliği çabalarını artırmıştır. Bu doğrultuda ilk adım dönemin Dışişleri Bakanı 
Vahit Halefoğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Necdet Öztorun’un Bağdat ziyareti sırasında 15 Ekim 1984’te Irak ile imzalanan ve Türkiye’ye Irak topraklarında 5 km boyunca sıcak takip hakkı veren güvenlik protokolü olmuştur. Bu protokol Türkiye’nin daha sonra 1986 ve 1987 yıllarında bölgeye yaptığı sınır ötesi operasyonların hukuki zeminini oluşturmuştur. İkinci olarak ise Aralık 1984’te dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’a mektup yazarak bölgede terörizme karşı ortak mücadele 
önerisinin ardından Suriye ile 5 Mart 1985’te Sınır Güvenliği Protokolü imzalanmış ve protokol kapsamında iki ülke dışişleri bakanları arasında teknik düzeyde görüşmeler başlamıştır (Oran, 2005: 133-134). 

Fakat Türkiye’nin PKK kamplarına yönelik düzenlediği operasyonlardan önemli ölçüde zarar gördüğünü düşünen KDP, PKK ile ilişkilerini 1985 yılında askıya almış ve Mayıs 1987’de Dayanışma Antlaşması’nı lağvettiğini açıklamıştır (İmset, 1993: 225). Bu tarihten itibaren KDP Türkiye’ye yakınlaşırken, partinin üst düzey yöneticilerinden Sait Ahmed Barzani “PKK’nın eylemleri bizim Türkiye ile ilişkilerimizde pürüz çıkarıyor… Bizim tarafta PKK’lı olduğunu söyleyenler bizim düşmanlarımızdır” ifadelerini kullanmıştır.3 KDP’nin PKK’ya yönelik desteğini açık bir şekilde sona erdirmesi PKK’yı İran’la görüşmelere ağırlık vermeye itmiş ve Celal Talabani’nin KYB’sine yakınlaştırmıştır. 1 Mayıs 1989’da Şam’da bir 
araya gelen Talabani ve Öcalan Kürt birliğini güçlendirme ve Kürt gruplar arasında ortak eylem olanaklarını artırmayı öngören bir protokol imzalamışlardır. Fakat bu protokol fazla uzun sürmemiş ve Körfez Savaşı’nın getirdiği yeni koşullar altında imzalanmasından bir yıl kadar sonra Öcalan, protokolü içi boş bir metin olarak tanımlamıştır. KYB’nin içinde bulunduğu Irak Kürt Cephesi de 7 Ekim 1991’de yaptığı bir açıklamada PKK ile çatışma politikasını açıkça dile getirmiştir (Gunter, 1993: 305). 


2.3 Sınır Ötesi Operasyonlar 





Henüz KDP ve PKK arasında Temmuz 1983 Dayanışma İlkeleri Antlaşması imzalanmamış olsa da PKK Türkiye topraklarına düzenlediği saldırılarda Kuzey Irak’ı bir çekilme ve konuşlanma alanı olarak kullanmaya başlamıştı. 10 Mayıs 1983’te Uludere’de çıkan bir çatışmada 3 Türk askerinin öldürülmesi ile birlikte Ankara, PKK’nın artık Kuzey Irak’ta konuşlanmaya başladığına emin olmuş ve Bağdat yönetiminin bölgede kontrolü sağlayamadığına kanaat getirmişti (Bölükbaşı, 1991: 23-24). Bu gelişmeler üzerine 27 Mayıs 1983’te Türkiye ve Irak arasında birbirlerinin topraklarında sıcak takip yapma hakkının tanındığı 
karşılıklı bir antlaşma imzalanmıştır (Balcı, 2013a: 174). Bu antlaşma doğrultusunda Türk Silahlı Kuvvetleri yaklaşık 7.000 kişilik askerle Kuzey Irak’ın 3 mil kadar içerisine girildiği kapsamlı bir operasyon düzenlemiş ve bu operasyon sırasında PKK ve KDP’ye ait kamplar arasında net bir ayrım olmadığı için KDP’ye bağlı bazı kamplar zarar görmüştür (Oran, 2005: 133). 

Rafet Ballı, “Türkiye’ye Dost, PKK’ya Düşmanız”, Milliyet, 28 Ağustos 1987, s. 9. 

Gerek Türkiye’nin merkezi Irak yönetimi ile antlaşması gerekse sınır 
ötesi operasyon sırasında KDP kamplarının zarar görmesi Irak Kürtleri, özellikle de merkezi Irak yönetimi ile çatışma halinde bulunan KDP temsilcileri arasında rahatsızlıklara neden olmuştur. Bu rahatsızlık KDP kadrolarını Türkiye’ye karşı bir ittifak arayışına yöneltmiş ve kısa bir süre sonra PKK ile ‘Dayanışma İlkeleri Antlaşması’ imzalanmıştır. 

1980’lerin ortasına gelindiğinde PKK eylemlerini arttırmaya başlamış ve Türkiye de buna karşılık Irak ile yaptığı antlaşma doğrultusunda sınır ötesi operasyonlara ağırlık vermiştir. 12 askerin öldürüldüğü bir PKK baskınına karşılık Türkiye 15 Temmuz 1986’da Kuzey Irak’a havadan ikinci sınır ötesi operasyonunu gerçekleştirmiş ve bu operasyon sırasında PKK üyelerinden çok KDP’ye ait kamplar bombalanmıştır. Bu sınır ötesi operasyon bir taraftan KDP’yi ve bölgedeki diğer Kürt örgüt olan Kürdistan Yurtseverler Birliği’ni (KYB) 
İran’a yakınlaştırmış diğer taraftan ise PKK’nın kendilerine zarar verdiğini düşünen bu örgütler PKK ile aralarına mesafe koymaya başlamıştır. Barzani bu tarihlerde PKK ile artık işbirliği yapılmayacağını PKK’nin Türkiye’de kadın, çocuk demeden masum halkı öldürmesi ile açıklamıştır (Özdağ, 2008: 56-58). PKK ve KDP arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi sadece somut pratiklerden kaynaklanmıyordu aynı zamanda PKK ile KDP arasında ideolojik fark, tarafları farklı politik tavırlara zorluyordu. Nitekim Marksist-Leninist çizgi takip etme iddiasındaki PKK, KDP’yi feodal, gerici, aşiret temelli bir örgüt olarak görüyordu. 


Kuzey Irak - Türkiye İlişkileri: PKK, Güvenlik ve İşbirliği 

PKK’nın buradaki Kürt örgütleri ile arasının açılması gücünü azaltmamış aksine 1987 yılına gelindiğinde örgüt Türkiye içinde daha ekili operasyonlar düzenlemeye başlamıştır. Buna Türkiye’nin daha önceki PKK eylemlerinde olduğu gibi iki düzlemli bir tepkisi olmuştur. İlk olarak Türkiye 22 Şubat 1987’de bir kez daha Kuzey Irak’a yönelik sınır ötesi operasyon gerçekleştirmiştir. 3 Mart 1987’de 30 Türk savaş uçağı Kuzey Irak’ta KDP bölgesindeki Sırat, Era, Alamis civarındaki PKK kamplarına bir hava bombardımanı gerçekleştirmiştir. 

Bu saldırılar başta İran olmak üzere dış dünyanın tepkisini çekmiştir. İran Dışişleri Bakanı Türkiye’nin bir kez daha böyle bir sınır ötesi operasyon yapması durumunda karşısında İran’ı bulacağını söylerken Amerikan basını da bu operasyonu “Türkiye’nin Musul ve Kerkük’ü işgal provası” olarak duyurmuştur (Özdağ, 2008: 60-61). İkinci olarak ise dönemin Başbakanı Turgut Özal Temmuz 1987’de Suriye’ye giderek bu ülke ile bir güvenlik protokolü imzalamış ve bu protokol doğrultusunda taraflar kendi topraklarından diğer tarafa terörist faaliyetlere izin vermeyeceklerini taahhüt etmişlerdir. Türkiye’nin baskıları Kuzey Irak’taki dengeleri de değiştirmiş, KDP Nisan 1987’de 1983 tarihinde PKK ile imzaladığı protokolü feshederken, PKK’yı terörist ilan edip Türkiye ile işbirliği yapacağını açıklamıştır. Bunun üzerine PKK diğer Kürt örgüt olan KYB ile yakınlaşmış ve iki örgüt arasında 1 Mayıs 1988’de ittifak antlaşması imzalanmıştır. 

1988’de İran-Irak Savaşı sona erince savaş sırasında Irak hükümetine direniş gösteren Kürtleri cezalandırmak için Saddam Hüseyin orduyu ülkenin kuzeyine göndermiştir. Kimyasal silahların da kullanıldığı operasyonun sonuçları Iraklı Kürtler için yıkıcı olmuş ve yüzlerce Kürt yerleşim bölgesi imha edilirken, yüz binlerce Kürt de evlerinden çıkarılarak Irak’ın güney bölgelerine zorla göç ettirilmiştir. Olayların Türkiye’yi ilgilendiren boyutu ise kimyasal silahların kullanıldığı askeri operasyondan kaçan 70.000’e yakın Iraklı Kürdün 
Türkiye’ye sığınmasıydı (Oran, 1998: 34-35). Bu geniş ölçekli insan göçü kısa süre sonra Türkiye’nin sınırları kapatmasına neden olurken, gerek sınırda yığılan gerekse Türkiye’ye sığınan Kürtlerin Türkiye siyasetini yakından ilgilendiren önemli sonuçları olmuştur. İlk olarak, Türkiye’ye sığınan Kürtlere yönelik 1984 protokolü kapsamında sıcak takip düzenlemek isteyen Irak yönetiminin bu talebini Türkiye reddedince, Irak söz konusu protokolü iptal etmiştir. Böylelikle Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik yapılan operasyonlar “hukuki” zeminini kaybetmiştir. İkincisi, Türkiye’nin o güne kadar ısrarla kullanmaktan kaçındığı Kürt sözcüğü kamusal alanda dolaşıma girmiş ve Kürtlüğün ayrı bir etkin kategori olarak gerek kamuoyunun gerekse devlet aktörlerinin gözünde normalleşmesine hizmet etmiştir. 

Enfal operasyonunun PKK açısından en önemli sonucu ise örgütün Kuzey Irak’a iyice yerleşmesi olmuştur. Bağdat’ın, KDP ve KYB’nin Kuzey Irak’taki etkinliğini sınırlandırmasıyla PKK, misafir olarak geldiği Kuzey Irak’ta ağırlığını arttırarak ev sahibi konumuna yükselmiştir. Bölgeyi önemli ölçüde terk eden KDP’nin boşalttığı alana tamamen yerleşen PKK, Bekaa Vadisi’ni eğitim kampına dönüştürmüştür. Diğer yandan da Kuzey Irak’tan çekilen Irak ordusunun silahları da PKK’ya kalmış ve örgüt bu silahlarla Türkiye sınırları içinde etki gücü daha yüksek operasyon düzenleme imkanına kavuşmuştur. Ankara ve Bağdat’ın arasının açılması ile birlikte PKK, Tahran ve Şam’ın yanı sıra bölgenin etkin gücü olan Bağdat’ın da desteğini almaya başlamıştır. Örneğin sınır güvenliği anlaşmasını yenilemek isteyen dönemin başbakanı Yıldırım Akbulut 5-7 Nisan 1990 tarihlerinde Irak’ı ziyaret etmiş ancak anlaşmanın yenilenmesi teklifi, Saddam Hüseyin tarafından reddedilmiştir (Özdağ, 2008: 71-72). 

Gerek Kuzey Irak’ı etkin bir şekilde eğitim ve geri çekilme alanı olarak kullanma imkanına kavuşması gerekse İran, Suriye ve Irak’ın desteğini arkasına 
alması PKK’yı güçlendirmiş ve böylelikle PKK 1990’lı yıllarda Türkiye sınırları içine daha etkin operasyon düzenleme hatta Türkiye içlerinde kurtarılmış bölgeler oluşturma olanağına kavuşmuştur. 


..

TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 3




TÜRKİYE, KUZEY IRAK VE KÜRTLER BÖLÜM 3


2. 1980’ler: PKK, Kuzey Irak ve Türkiye 


2.1 Kuzey Irak’ta Kürt Partiler 

Molla Mustafa Barzani’nin 1979’da ölmesinin ardından 4-12 Aralık 1979’da yapılan kongrede  Barzani’nin iki oğlu İdris ve Mesut ortak bir şekilde partinin yönetimini ellerine almışlardır. 
1987 yılında kardeşi İdris’in kalp krizi geçirerek ölmesinin ardından Mesut Barzani partinin tek lideri olmuştur. 1979 yılının Kuzey Irak’taki Kürt hareketini ilgilendiren bir başka gelişmesi de İran’da yaşanan İslam Devrimi olmuştur. İran’daki yeni yönetim 1975 yılında Irak ile yapılan ve Kürtlerin sınırlardan geçişini sınırlandırmayı öngören Cezayir Antlaşması’nı iptal etmiş ve böylelikle KDP yeniden İran’da konuşlanma imkanına kavuşmuştur. 
Ancak 1980’de başlayan ve 8 yıl süren İran-Irak Savaşı’nı Kuzey Irak’taki Kürt hareketinin seyrini önemli ölçüde etkileyen asıl gelişme olarak kaydedebiliriz. Savaş boyunca KDP İran’ı desteklerken, Talabani’nin KYB’si Saddam ile işbirliğine girmiştir. Bu bağlamda KYB ve KDP arasındaki fikir ayrılığı ilk olarak İran’ın Temmuz 1983’de Irak’a yönelik gerçekleştirdiği geniş ölçekli bir saldırı sırasında ortaya çıkmıştır. KDP bu saldırıyı Irak’a karşı silahlı mücadelenin genişletilmesi yönünde bir fırsat olarak görürken, KYB savaş nedeniyle 
zayıflayan Irak’ın Kürtlerle anlaşma konusunda daha tavizkar bir tutum sergileyeceğini savunmuştur (Gunter, 1996: 230). 

KYB beklentilerinde bir karşılık bulamayınca 1985 yılının başında Irak hükümeti ile diyaloğu sona erdirmiş ve KDP ile yakınlaşmaya başlamıştır. 
Bu yakınlaşmanın sonucunda KDP ve KYB, diğer Kürt grupları da yanlarına alarak 1987 yılında Irak Kürt Cephesi çatısı altında bir araya gelmişlerdir. Celal Talabani ve Mesut Barzani de bu yeni oluşumun iki ortak başkanları olmuşlardır. 

İran-Irak Savaşı sona erdiğinde Kürtlerin İran ile işbirliğinden rahatsız olan Saddam Hüseyin Kürtleri cezalandırmak amacıyla 1988 yılında Kuzey Irak’a yönelik “Enfal Operasyonu” 
adı altında kapsamlı bir askeri harekat başlatmıştır. Zehirli gazların kullanıldığı 
operasyon sırasında binlerce Kürt hayatını kaybederken, bir o kadarı da zorla güneydeki kamplara yerleştirilmiştir. Fakat yeni bir kimyasal saldırının olacağından korkan binlerce Iraklı Kürt, Türkiye sınırına akın etmiş ve bu durum karşısında Türkiye nasıl pozisyon alması gerektiği konusunda bir ikilem yaşamıştır. PKK sorunundan dolayı sınır bölgelerinde güvenlik probleminin yaşanması, mülteci sorununun ekonomik maliyeti ve Türk kamuoyunun 
tepkisinden dolayı Türkiye ilk günlerde sınırını kapatmış ve sınırı geçenleri de 
Irak’a göndermiştir. Fakat artan uluslararası baskı sonrasında Türkiye’yi iki günün ardından sınırlarını açtığını duyurmak zorunda kalmıştır. Sınırın açılması ile birlikte Eylül 1988’de Türkiye’ye sığınan Iraklı Kürtlerin sayısı 63.000’e ulaşmış (Oran, 1998: 134-135) ve mülteci akını Irak Kürtleri ile Türkiye Kürtleri arasında bir iletişim olanağı yaratınca Türkiye’deki Kürtlerin hareketliliğini daha da güçlendirmiştir (Romano, 2006: 115). 
ARAŞTIRMA YAZISI;Ortadoğu Araştırmaları Merkezi (ORMER) 


2.2 PKK’nın Kuzey Irak’ta Konuşlanması 

PKK 15-26 Temmuz 1981 tarihinde yapmış olduğu konferansta Irak Kürdistan’ındaki Kürt hareketiyle irtibata geçilmesi yönünde bir karar almıştır.1 Bu karar kısa süre içinde Irak’taki Kürt gruplar ile resmi antlaşma ile sonuçlanmamışsa da PKK’nın Kuzey Irak’a yerleşme süreci Ocak 1982’de başlamış ve yaklaşık on ay içinde, Ekim 1982’de tamamlanmıştır (Özdağ, 
2007: 43). Bu süre içinde Kuzey Irak’ta yeni PKK kampları oluşturulurken PKK lider kadroları Tahran üzerinden, militanlarsa Suriye’den Silopi ve Cizre üzerinden, Şırnak-Uludere yolu ile Kuzey Irak’a geçmişlerdir. PKK’nın Kuzey Irak’ta konuşlanmak istemesinin en önemli sebebi coğrafi koşulların uygun olmasıydı. Çünkü Cudi Dağları burada başlamakta ve Türkiye sınırının içlerine kadar devam etmektedir. PKK bu bölgeyi kontrol ederek Cudi Dağları’nın uzandığı Şırnak, Hakkari, Siirt, Bitlis, Diyarbakır ve Bingöl’e kadar uzanan 
bölgeyi de denetim altında tutmak istemiştir (Özdağ, 2008: 48). Aynı şekilde Türkiye’den Irak’a ve İran’a sıradağların uzanması PKK için önemli bir geçiş yolları sağlıyordu ve bu nedenle Kuzey Irak, PKK için kısa bir süre içinde Türkiye içlerinde yapılacak operasyonlarda önemli bir üs haline gelmiştir. Üstelik bu bölgelerde önemli ölçüde siyasallaşmış Kürtlerin bulunması da PKK için Kuzey Irak’ı rahat hareket edebilmesi açısından çekici kılmaktaydı (İmset, 1993: 99). 

Temmuz 1983’te PKK ve KDP arasında ‘Dayanışma İlkeleri’ adı altında bir antlaşma imzalanmış ve bu antlaşmaya göre taraflar Amerikan emperyalizmi öncelikli olarak her türlü emperyalizmin bölgedeki plan ve komplolarına karşı birleşik bir cephe oluşturulması konusunda anlaşmışlardır. Antlaşma metninde “bölge halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı, başta ABD olmak üzere emperyalizmin saldırgan vahşi bir gücü” olarak tanımlanan Türkiye, bu işbirliğinin yöneldiği en önemli hedeflerden birisi olmuştur.2 
Bu antlaşma, Suriye ve Lübnan’da konuşlanma problemleri yaşayan PKK’ya önemli bir fırsat sağlamış ve sonraki dönemde PKK buradaki kamplarını hızla Kuzey Irak’a transfer etmeye başlamıştır. Bu transfer süreci ile birlikte kısa süre içinde Türkiye, İran ve Irak sınırına yakın bir bölgede kurulan Lolan Kampı PKK’nın en geniş üssüne dönüşmüş ve ayrıca bu kamp basın ve yayın faaliyetlerinin organize edildiği bir üs diğer bir ifadeyle PKK’nın propaganda 
merkezi haline gelmiştir (Gunter, 1993: 305). Lolan Kampı’nın yanı sıra Lak-1, Haftanin, Lejna-Zaho, Kuvvet Barzan ve Miroz gibi kamplarda da PKK militanları eğitilmeye başlanmış (İmset, 1993: 102) ve bu kamplar sayesinde PKK kuruluş aşamasındaki coğrafi konuşlanma meselesini önemli ölçüde çözmüştür. 

1  “PKK I. Konferansı yapıldı”, Serxwebûn, Ocak 1982, Sayı: 1, ss. 1-8. 

2  “PKK ve I-KDP, Faşist Türk Ordusunun Güney Kürdistan’ı İstilasına Karşı Ortak Direniş Kararı Aldılar” Serxwebûn, 
Temmuz 1983, s. 10. 


..