BİLGESAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BİLGESAM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Kasım 2019 Çarşamba

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE BÖLÜM 1

DOĞU AKDENİZ'DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE  BÖLÜM 1




BİLGE ADAMLAR KURULU RAPORU 
RAPOR NO: 59 
2013 




Kütüphane Katalog Bilgileri: 
Yayın Adı: 
Doğu Akdeniz'de Enerji Keşifleri ve Türkiye 
Yazarlar: Doç. Dr. Atilla SANDIKLI, Türkan BUDAK, Bekir ÜNAL 
ISBN: 
978-605-86097-6-1 
Sayfa Sayısı: 80 
Grafik Tasarım: 
Sertaç DURMAZ 
Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi 
Wise Men Center For Strategic Studies 
Mecidiyeköy Yolu CaddesiNo:10 
Celil Ağa İş MerkeziKat:9 Daire:36 
Mecidiyeköy / 
İstanbul /Türkiye 
Tel: +90 212 217 65 91 Faks: +90 212 217 65 93 
www.bilgesam.org 
bilgesam@bilgesam.org 
YAYINLARI 
Atatürk Bulvarı Havuzlu Sok. No:4/6 
A.Ayrancı / Çankaya / Ankara / Türkiye 
Tel : +90 312 425 32 90 Faks: +90 312 425 32 90 
Copyright © BİLGESAM 
HAZİRAN2013 


   Bu yayının tüm hakları saklıdır. Yayın Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin izni olmadan elektronik veya mekanik yollarla çoğaltılamaz. 

BİLGE ADAMLAR KURULU 

Başkan 
Salim DERVİŞOĞLU (E. Oramiral) 
Başkan Yardımcıları 
İlter TÜRKMEN (E. Bakan/Büyükelçi) 
Sami SELÇUK (Prof. Dr. / Yargıtay Onursal Başkanı) 

Kurul Üyeleri 


Kutlu AKTAŞ (E. Bakan/Vali) 
Özdem SANBERK (E. Büyükelçi) 
Sönmez KÖKSAL (E. Büyükelçi) 
Güner ÖZTEK (E. Büyükelçi) 
..................Z (E. Büyükelçi) 
Necdet Yılmaz TİMUR (E. Orgeneral) 
Oktar ATAMAN (E. Orgeneral) 
Sabahattin ERGİN (E. Koramiral) 
Nur VERGİN (Prof. Dr.) 
Orhan GÜVENEN (Prof. Dr.) 
Ali KARAOSMANOĞLU (Prof. Dr.) 
İlter TURAN (Prof. Dr.) 
Çelik KURTOĞLU (Prof. Dr.) 
Ersin ONULDURAN (Prof. Dr.) 


SUNUŞ 

Doğu Akdeniz’de yakın dönemde gerçekleşen enerji keşifleri bölgenin petrol ve doğalgaz bakımından zengin kaynaklara sahip olduğunu göstermiştir. Bu durum Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının paylaşımı sorununu da beraberinde getirmiştir. Bölgedeki kaynakların adil bir şekilde paylaşılması ile ilgili problemler Türkiye ve uluslararası kamuoyunda yoğun bir şekilde tartışılmaktadır. 

Bu tartışmalar bölgedeki gelişmelerin siyasi, ekonomik, askeri, hukuki ve enerji boyutları ile kapsamlı bir şekilde ele alınmasını gerekli kılmaktadır. 

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM), Doğu Akdeniz’deki gelişmelere ve bu gelişmelerin bölgesel-küresel etkilerine yönelik öngörülerde bulunarak karar mercilerine milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi çözüm önerileri ve karar seçenekleri sunmak amacıyla “Doğu Akdeniz’de Enerji 
Keşifleri ve Türkiye” raporunu yayımlamaktadır. BİLGESAM Başkanı Doç. Dr. Atilla Sandıklı ve araştırma asistanları Türkan Budak ve Bekir Ünal tarafından hazırlanan rapor 15 Kasım 2013 tarihinde icra edilen 

18.Bilge Adamlar Kurulu toplantısında değerlendirilmiştir. Rapor, Kurul üyelerinin görüş ve önerileri doğrultusunda geliştirilmiş ve yayıma hazırlanmıştır. 
“Doğu Akdeniz’de Enerji Keşifleri ve Türkiye” raporu, bölgede var olduğu düşünülen enerji kaynakları ile ilgili mevcut durumu tespit edip muhtemel sorunları ortayakoymak ve bu konuda Türkiye kamuoyunda bir farkındalığın oluşmasını sağlamak amacı ile hazırlanmıştır. Çalışma, Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen enerji kaynaklarının neden olduğu sorunları ekonomi, hukuk, politika, enerji ve güvenlik perspektifinden ele almakta, Türkiye’nin izlemesi gereken bazı alternatif politika önerileri sunmaktadır. 

Raporun karar mercilerine, akademisyenlere ve ilgili kurum, kuruluş ve kişilere faydalı olmasını temenni eder, raporu birlikte hazırladığımız Türkan Budak ve Bekir Ünal’a, rapora değerli görüş ve önerileriyle önemli katkı sağlayan, raporun geliştirilmesi için kıymetli zamanlarını sarf eden başta (E) Oramiral Salim 
Dervişoğlu olmak üzere Bilge Adamlar Kurulu’na ve raporun nihai şeklini almasında emeği geçen tüm BİLGESAM çalışanlarına teşekkür ederim. 

Doç. Dr. Atilla SANDIKLI BİLGESAM Başkanı 

DOĞU AKDENİZ’DE ENERJİ KEŞİFLERİ VE TÜRKİYE 

YÖNETİCİ  ÖZETİ 

Son dönemde keşfedilen hidrokarbon kaynakları Doğu Akdeniz’i uluslararası enerji sektörü ve jeopolitiğin odak noktalarından biri haline getirmiştir. 
Burada yaşanmakta olan gelişmelerin Akdeniz havzasındaki enerji tablosunu olduğu gibi bölgesel dinamikleri de önemli ölçüde değiştirmesi beklenebilir. 
Nitekim varlığı tahmin edilen enerji kaynaklarının büyüklüğü göz önünde bulundurulursa Doğu Akdeniz sadece enerji transferinde önemli bir kavşak 
olmakla kalmayacak, aynı zamanda bir enerji merkezi haline dönüşecektir. 

Bu durumun birbirine zıt iki yönde gelişmesi mümkün görünmektedir. Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşılması ile ilgili anlaşmazlıklar bölge 
ülkeleri arasında var olan bazı sorunların daha da derinleşmesi sonucunu doğurabilir. Ekonomik açıdan çıkarılacak enerjinin ancak soruna taraf ülkelerin 
bir araya gelip ortak projeler geliştirmesiyle daha avantajlı hale geleceği gerçeği 
dikkate alınırsa, söz konusu keşiflerin bölgede bir anlayış ve işbirliğinin doğmasına vesile olması da mümkün olabilir. 

Mevcut koşullarda Doğu Akdeniz’deki sorun birkaç farklı kategoride değerlendirilebilir. İlk kategori hiç kuşkusuz deniz yetki alanları ile ilgili devam 
eden hukuki tartışmadır. Bu alandaki en büyük sorun Türkiye-KKTC-GKRY-Yunanistan arasında yaşanmaktadır. GKRY 5 Nisan 2004’te resmi gazetede yayınlanan bir yasa ile Mart 2003 tarihinden itibaren geçerli olmak üzere 24 mil genişliğinde bitişik ve 200 mil genişliğinde Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan etmiştir. Rum Yönetimi söz konusu ilanı yaparken tek taraflı ve bütün adanın temsilcisiymiş gibi hareket ederek Kıbrıs’taki Türk Toplumunu yok saymıştır. Rum Yönetiminin bu tavrını sürdürmesi üzerine Türkiye, KKTC ile anlaşarak 21 Eylül 2011’de “Akdeniz’de Kıta Sahanlığı Sınırlandırması Hakkında Anlaşma” imzalamıştır. 

Bahse konu anlaşma Türkiye’nin Akdeniz’de imzaladığı tek deniz yetki alanı sınırlandırma anlaşmasıdır ve daha ziyade Kıbrıs Rum Yönetimi’ni tek yanlı tutumlardan vazgeçirmek üzere atılmış bir adım olarak kabul edilebilir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki yetki alanı sınırlandırma sorunları ile ilgili 
temel tutumu, Doğu Akdeniz’in uluslararası hukuka göre yarı kapalı bir deniz olarak kabul edilmesi ve sınırlandırmanın ilgili devletlerin bir araya gelip 
uluslararası hukukun hakkaniyet ilkesi çerçevesinde anlaşmaları yoluyla yapılması gerektiği yönündedir. Bu nedenle Türkiye, Doğu Akdeniz’de herhangi 
bir MEB ilan etme yoluna gitmemiş ama çeşitli vesilelerle buradaki ab initio (başlangıçtan beri) ve ipso facto (fiilen) haklarını muhafaza ettiğini ve 
bu hakların geçerli olduğu sahalarda hidrokarbon arama, çıkarma gibi faaliyetlere izin vermeyeceğini açıkça belirtmiştir. 

Deniz yetki alanları ile ilgili yaşanan sorunlar yarım asırdır bir türlü çözülemeyen Kıbrıs meselesini de olumsuz etkilemekte ve muhtemel bir çözümü 
geciktirebilecek nitelik taşımaktadır. 2011 yılında yaşanan sondaj krizi bunun en açık göstergesidir. Rum Yönetimi’nin Kıbrıs Adası’nın güneyinde ilan ettiği 
13 adet hidrokarbon arama sahasından biri olan 12. parsel üzerinde bulunan doğal gaz yatağında sondaj çalışmalarına başlayacağını duyurması üzerine 
yaşanan gelişmeler, kısa zamanda bir krize dönüşmüştür. Hukuki açıdan netliğe kavuşturulmamış bu tür alanlarda benzer gelişmelerin yaşanması ihtimal 
dahilindedir. Daha büyük krizlerin doğmasına neden olmamak için Doğu Akdeniz’deki yetki alanı sınırlandırması sorunları ile Kıbrıs Adasında devam 
eden siyasi sorunların birbirini olumsuz yönde etkilemesine izin verilmemelidir. Aksi takdirde her iki sorun da çözümsüzlüğe mahkûm olacak ve kaybedenler 
Kıbrıs Adasında yaşayan Türk ve Rum toplumları olacaktır. Ayrıca, Arap Baharı nedeniyle bölge ülkelerinin yaşadığı sorunlar ortadadır. Doğu Akdeniz’deki çözüme kavuşturulmamış paylaşım anlaşmazlıklarının mevcut sorunları daha da çetrefilleştirip içinden çıkılmaz hale getireceğini izah etmeye gerek yoktur. 

Doğu Akdeniz’deki enerji keşifleri ekonomik açıdan değerlendirildiğinde bir belirsizliğin söz konusu olduğunu vurgulamak gerekir. Varlığı tahmin edilen 
enerji miktarı ile varlığı ispat edilen enerji oranları arasında ciddi bir fark olduğu gözlenmektedir. Örneğin, İsrail’in sadece Leviathan sahasında bulduğu 
doğal gazın yaklaşık 500 milyar metreküp olduğu söylenmektedir. Ancak İsrail Enerji Bakanlığı verilerine göre, İsrail'in ispatlanmış toplam doğal 
gaz rezervi 300 milyar metreküpü geçmemektedir. Kaynaklar arasında Doğu Akdeniz’deki enerji rezervi konusunda bir konsensüsün olduğunu söylemek 
doğru olmayacaktır. Bu konuda güvenilecek en temel kaynaklardan birisi olarak kabul edilen ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi'nin 2010 yılında yayımladığı 
raporlar dikkate alındığında; Kıbrıs Adası ile İsrail arasında kalan ve Leviathan olarak adlandırılan bölge, Mısır ile Kıbrıs Adası arasında kalan ve Nil olarak adlandırılan bölge, Girit Adası'nın Güneydoğusunda kalan ve Heredot olarak adlandırılan bölge ile Kıbrıs Adası etrafındaki toplam enerji rezervi (petrol, doğal gaz ve sıvı doğal gaz) yaklaşık olarak 30 milyar varil petrole eşdeğer bir rakama ulaşmaktadır. Bu rakamın piyasa değeri yaklaşık 1,5 trilyon dolar olarak hesap edilmektedir. 

İspatlanmamış olmasına rağmen bu büyüklükteki bir enerji kaynağının ilgili taraflar arasında paylaşım sorunlarına yol açmaması mümkün değildir. 

Ancak tarafların bölgede mevcut olduğuna inanılan enerjiden ekonomik olarak maksimum fayda sağlamaları ancak bir araya gelip ortak projeler  geliştirmeleri ile mümkündür. Şu ana kadar yapılan keşiflerde Türkiye'nin potansiyel MEB alanında ciddi sayılabilecek bir enerji kaynağına rastlanmamıştır. Ancak keşfedilen sahalardaki enerjinin tüketici pazarlara ulaştırılmasında tercih edilebilecek en ekonomik yol Türkiye'den geçmektedir. Örneğin, Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Afrodit sahasında bulduğu doğal gazı tüketici pazarlara ulaştırabilmesi üç yolla mümkündür. Birinci yol çıkarılacak gazın deniz altından döşenecek bir doğal gaz boru hattıyla önce Girit’e, oradan Yunanistan’a ve nihayet İtalya üzerinden Avrupa’ya ulaştırılmasıdır. İkinci yol gazın Kıbrıs’a taşınması ve burada inşa edilecek bir doğal gaz sıvılaştırma santralinde işlenip sıvılaştırılarak tankerler yolu ile tüketim pazarlarına taşınmasıdır. Üçüncü yol ise gazı doğrudan Türkiye’ye ulaştırmak ve burada mevcut boru hatlarıyla tüketici pazarlara aktarılmasını sağlamak şeklindedir. 

Tercih edilebilecek ilk yol için yapılması gereken toplam yatırım yaklaşık 

19.5 milyar dolar, ikinci yol için yaklaşık 12.6 milyar dolar üçüncü yol için ise sadece 4.7 milyar dolar civarındadır. Diğer bir ifadeyle gazın Türkiye üzerinden 
taşınması ilk yola göre yaklaşık 15 milyar dolar, ikinci yola göre ise yaklaşık 8 milyar dolar daha hesaplıdır. Zikredilen ve sadece bir doğal gaz sahası için geçerli olan bu rakamlar bile Doğu Akdeniz'de tarafların neden işbirliği yapmaları gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır. 

GİRİŞ 

1986 yılında Washington Yakın Doğu Politikaları Enstitüsü tarafından Kudüs’te düzenlenen İsrail-Amerikan diyalogunu pekiştirmeye yönelik bir konferansta Doğu Akdeniz’de uygulanması muhtemel stratejiler detaylı bir şekilde ele alınmıştır. Konferans boyunca yapılan tartışmalar sırasında öne çıkan önemli husus, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in ayrı ayrı bölgeler olarak değil, birbirini tamamlayan bir bütün olarak ele alınması gerektiğidir. Ayrıca, konferansta Doğu Akdeniz’de elde edilecek stratejik üstünlüğün Orta Doğu’daki karmaşık sorunların yönetiminde avantaj kazandıracağı değerlendirilmiştir.1 

Günümüzde gelinen nokta itibarı ile iki bölgeyi birbirinden bağımsız düşünmek pek çok açıdan mümkün görünmemektedir. Bir yandan Orta Doğu’da 
meydana gelen gelişmeler Doğu Akdeniz havzasında oluşumu devam eden yeni jeopolitik dengeleri etkilerken; söz konusu bu dengeler ve etrafında oluşan 
yeni ittifaklar da Orta Doğu’daki gelişmelere tesir etmektedir. Örneğin Arap Baharı çerçevesinde 2010 yılından itibaren Mısır’da yaşanan gelişmeler 
başta Mısır-İsrail ilişkileri olmak üzere Filistin sorununu ve Doğu Akdeniz’deki Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sorunları üzerinden Türkiye-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi-Mısır-İsrail ilişkilerini doğrudan etkilemektedir. Diğer yandan Doğu Akdeniz’de varlığı saptanan enerji kaynaklarının, bölgeyi enerji aktarımında transit bir geçit konumundan enerji üreten bölge konumuna taşıma potansiyeli bulunmaktadır. Böyle bir potansiyelin ekonomileri büyük ölçüde sahip oldukları enerji kaynaklarına bağlı olan Orta Doğu ve Körfez ülkeleri üzerinde mutlaka yansımaları olacaktır. 



Doğu Akdeniz havzasında son yıllarda keşfedilen geniş enerji yatakları, sadece Akdeniz havzasındaki jeopolitik dengeleri değil parçası bulunduğu geniş 
Orta Doğu coğrafyasındaki dinamikleri de etkileyebilecek özelliktedir. Varlığı ispatlanan enerji kaynaklarının adil bir şekilde paylaşılmasıyla oluşacak 
refah ortamında, geliştirilmesi mümkün olan işbirlikleri ile Kıbrıs ve Filistin meselesi gibi bölgenin kronikleşmiş sorunlarının çözümüne yönelik yeni 
adımlar atılabilir. Nitekim Uluslararası Kriz Grubu (ICG)2ve Alman Marshall Fonu (GMF)3 gibi düşünce kuruluşlarının hazırladığı raporlarda eğer krizler iyi yönetilirse keşfedilen enerji yataklarının böyle bir amaca hizmet edebileceği vurgulanmaktadır. Ancak şu ana kadar yaşanan gelişmeler ve tarafların 
tutumları göz önünde bulundurulduğunda keşfedilen enerji kaynaklarının aksi yönde bir sonuç doğuracağı tahmin edilebilir. Razı olunan adil bir paylaşım 
yolu bulunamazsa, Akdeniz’in derin sularındaki enerji kaynağı daha gün yüzüne çıkmadan ilgili devletlerin enerjisini bir hayli tüketecek ve Arap Baharı 
ile altüst olmuş bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin normalleşmesini bir müddet daha geciktirecektir. 

<  Doğu Akdeniz’de varlığı saptanan enerji kaynaklarının, bölgeyi enerji aktarımında transit bir geçit konumundan enerji üreten bölge konumu na taşıma potansiyeli bulunmaktadır. Böyle bir potansiyelin ekonomileri büyük ölçüde sahip oldukları enerji kaynaklarına bağlı olan Orta Doğu ve Körfez ülkeleri üzerinde mutlaka yansımaları olacaktır. 
Kıbrıs adasının güneyi ile İsrail arasında kalan Leviathan bölgesinde çıkarılan doğal gazın uluslararası tüketim pazarlarına ulaştırılmasının en ekonomik, güvenli ve kolay yolu, gazın önce Türkiye’ye ve buradan mevcut boru hatlarıyla diğer pazarlara aktar   >

Türkiye, Doğu Akdeniz’de en uzun kıyısı bulunan ve 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurucu anlaşmaları gereğince Kıbrıs Adası üzerinde garantörlük hakkı olan bir devlettir. Bu itibarla bölgedeki enerji potansiyelinin uluslararası hukuk normları gereğince adil olarak paylaşılmasını talep etmek Türkiye’nin sadece hakkı değil, konu Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) dikkate alınarak değerlendirildiğinde aynı zamanda görevidir de. O nedenle Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeleri yakından takip etmesi; uluslararası hukuktan ve bu hukukun bir parçası haline gelmiş ikili anlaşmalardan kaynaklanan hak ve görevlerini, sorunun çözümüne ve bölgede istikrar ortamının oluşmasına katkı sağlayacak alternatif politikalar üretmek suretiyle yerine getirmesi gerekmekte dir. Söz konusu alternatif politikaların üretilebilmesi Doğu Akdeniz gibi stratejik bir bölgenin en azından hukuk, ekonomi, politika ve güvenlik boyutlarıyla çok iyi etüt edilmesini de zorunlu kılmaktadır. 

Özellikle son yıllarda Türkiye’nin Orta Doğu ülkeleri nezdinde takip ettiği politikalarda bazı isabetsizlikler gözlemlenmektedir. Aynı durumun Doğu 
Akdeniz’de oluşan yeni jeopolitik dengelere de yansımaması için Türkiye’nin aşırı idealist yaklaşımlarının realist bir bakış açısıyla yeniden gözden geçirilmesi 
bir zorunluluk olarak ön plana çıkmaktadır. Aksi takdirde, bölge ülkeleri Türkiye ile işbirliğine yanaşmayacak ve İsrail-GKRY-Yunanistan arasında gelişen ilişkilerde açıkça görüldüğü gibi Türkiye bölge çapında yeni gelişen işbirliği süreçlerinden dışlanmak durumunda kalacaktır. Nitekim Kıbrıs adasının 
güneyi ile İsrail arasında kalan Leviathan bölgesinde çıkarılan doğal gazın uluslararası tüketim pazarlarına ulaştırılmasının en ekonomik, güvenli ve kolay 
yolu, gazın önce Türkiye’ye ve buradan mevcut boru hatlarıyla diğer pazarlara aktarılmasıdır. Ancak, Türkiye-İsrail ilişkilerindeki sorunlar nedeniyle 
yakın vadede bu yolun kullanılması söz konusu olamayacaktır. 

Bulunduğu havzada etkin bir güç olmak isteyen Türkiye’nin amacını yerine getirebilmesi için bölge ülkeleri ile geliştirdiği ilişkileri gözden geçirmesi 
gerektiği açıktır. Türkiye, bölgesel işbirliği ve entegrasyon süreçlerine sağlayacağı pozitif katkılarla oluşacak istikrar ortamında, hem ekonomik hem 
de demokratik gelişimini daha hızlı bir şekilde gerçekleştirip tamamlaya bilecektir. Enerji kaynaklarının bulunduğu bölgelerle enerji tüketim alanları arasında güvenli bir enerji aktarım merkezi olmayı hedefleyen Türkiye, Doğu Akdeniz’deki potansiyel sorunları Orta Doğu ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 
(GKRY) üzerinden Avrupa Birliği’ni (AB) de kapsayacak bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirip politika geliştirmelidir. Bu çalışma, Doğu Akdeniz’de 
keşfedilen enerji kaynakları ile ilgili mevcut durumu tespit edip ortaya çıkacak muhtemel sorunları işaretlemek ve bu konuda Türkiye kamuoyunda bir 
farkındalığın oluşmasını sağlamak amacıyla hazırlanmıştır. Çalışmada Doğu Akdeniz’de keşfedilen enerji kaynaklarının ortaya koyduğu sorunlar ekonomi, 
hukuk, politika ve güvenlik perspektifinden ele alınmakta ve Türkiye’nin takip etmesi mümkün olan bazı alternatif politika önerileri dile getirilmektedir. 

Doğu Akdeniz’in Jeopolitik Konumu 

Doğu Akdeniz’in stratejik değerini kavrayabilmek için bölgenin konum ve özelliklerini iyi anlamak gerekir. Bilimsel literatürde genel kabul gören görüşlere 
göre, Doğu Akdeniz’in en geniş coğrafi sınırı Tunus’ta Bon Burnu ile başlayıp Sicilya Adası’nın Batı ucundaki Lilibeo Burnu arasında çizilen hattın doğusunda kalan bölge olarakifade edilmektedir. Bu tanıma göre Doğu Akdeniz; Türkiye’den başlamak üzere saat yönünde Suriye, Lübnan, İsrail, Filistin, Mısır, Libya, Tunus, İtalya, Slovenya, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Yunanistan kıyıları ile çevrilidir.

Üç kıta ve birçok farklı kültürün kesiştiği bir noktada yer alan bölgenin en önemli özeliklerinden biri, Orta Doğu gibi dünya enerji rezervlerinin yarısından fazlasını bünyesinde bulunduran coğrafyayı ve Uzak Doğu ile Avrupa’yı birbirine bağlayan Süveyş Kanalı’nı doğrudan kontrol edebilecek bir konumda bulunmasıdır. 

Doğu ile Batı’yı birbirine bağlayan stratejik konumuyla Doğu Akdeniz, tarih 
boyunca dünyada ilgi odağı olan bölgelerden birisi olmuştur. Mısır, Anadolu 
ve Mezopotamya gibi verimli toprakların da bölgede bulunması, Akdeniz’in 
doğusuna olan ilgiyi artırmış ve birçok medeniyet bölgenin hâkimi olmak için 
mücadele etmiştir. Bu hareketlilik Akdeniz havzasında canlı bir ticaretin doğmasına vesile olmuş ve zamanla Doğu Akdeniz Doğu-Batı, Kuzey-Güney yönünde uzanan kara ve deniz ticaret yollarının kesiştiği bir ticaret odağı haline 
gelmiştir. Ümit Burnu’nun keşfedilip aşılmasıyla gelişen deniz yolu ticareti, 

<  Türkiye, bölgesel işbirliği ve entegrasyon süreçlerine sağlayacağı pozitif katkılarla oluşacak istikrarortamında, hem ekonomik hem de demokratik gelişimini daha hızlı bir şekilde gerçekleştirip tamamlaya bilecektir. Uzak Doğu ile Avrupa arasında gelişen ticarete paralel olarak Doğu Akdeniz’in ticari önemi günümüzde de artarak devam etmektedir. Akdeniz’de yılda ortalama 220.000 gemi seyir halinde bulunmaktadır. Bu rakam dünya toplam deniz trafiğinin 1/3’üne eşittir.  >

Akdeniz’in bir ticaret merkezi olarak önemini azaltsa da 1869 yılında açılan Süveyş Kanalı ile bölge ekonomik olarak yeniden canlanmıştır. Süveyş Kanalı, 
Uzak Doğu ile Avrupa arasındaki Ümit Burnu dolaşılarak kurulan ticaret yolunu yaklaşık 7 bin deniz mili ve 15-20 gün kısaltmıştır. Açılan Kanal Doğu Akdeniz’i; Arap Yarımadası, Mezopotamya, Basra Körfezi’ne bağlamış ve Avrupa, Uzak Doğu, Güneydoğu Asya ile Afrika arasında gerçekleşen ticaretin merkez üslerinden biri haline getirmiştir. 

Uzak Doğu ile Avrupa arasında gelişen ticarete paralel olarak Doğu Akdeniz’in ticari önemi günümüzde de artarak devam etmektedir. Akdeniz’de yılda ortalama 220.000 gemi seyir halinde bulunmaktadır. Bu rakam dünya toplam deniz trafiğinin 1/3’üne eşittir.5Akdeniz’in dünya toplam denizlerinin sadece 
yüzde 1’lik kısmını kapsadığı düşünülürse burada gerçekleşen deniz trafiğinin büyüklüğü daha iyi değerlendirilebilecektir. Akdeniz üzerinde gerçekleşen 
ticari dolaşım; Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Karadeniz’e, Cebelitarık Boğazı ile Atlas Okyanusuna ve Süveyş Kanalı vasıtası ile Kızıl Deniz ve Hint 
Okyanusu’na kadar uzanmaktadır. 

Sadece Cebelitarık Boğazı’ndan yılda ortalama 106 bin gemi geçiş yapmaktadır ki bu rakam toplam deniz trafiğinin yüzde 10’una eşittir.6 İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan günde ortalama 130, Süveyş Kanalı’ndan ise günde ortalama 497gemi geçiş yapmaktadır. Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattının devreye girmesi ve 2008 yılından bu yana dünya piyasalarında yaşanan ekonomik durgunluk nedeniyle azalmasına rağmen, son on yılda Boğazlardan geçiş yapan gemi sayısında muazzam bir artış olmuştur. 2001 yılında Türk Boğazları’ndan günde ortalama 65 gemi geçerken 2012 yılı verileri dikkate alındığında bu sayı ortalama 130’a ulaşmış, yani aradan geçen 11 yılda Boğazlardan geçen gemi sayısı iki katına çıkmıştır. Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü verilerine göre Türk Boğazları’ndan 2012 yılında toplam 92,942 gemi geçiş yapmıştır.8 

Akdeniz’deki ticari hareketliliğin en önemli kalemlerinden birini enerji oluşturmaktadır. Avrupa’nın ihtiyaç duyduğu enerjinin yaklaşık yüzde 70’i Akdeniz üzerinden taşınmaktadır. Cebelitarık ve Türk Boğazları ile Süveyş Kanalı enerjinin son tüketim pazarlarına ulaştırılmasında kilit rol oynamaktadır. 

Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Hazar havzaları gibi enerji merkezlerine olan yakınlığı ile hem bu bölgeleri, hem de bu bölgelerden tüketici pazarlara uzanan 
boru hatlarını kontrol edebilen stratejik bir pozisyondadır. 13 Temmuz 2006’da BTC boru hattının devreye girmesi, bölgedeki enerji trafiğini daha da 
hareketlendirmiş ve İskenderun Körfezi’ni bu hareketliliğin önemli merkezlerin den biri haline getirmiştir. Son dönemde keşfedilen enerji yataklarının büyüklüğü ve bu yatakların bölgeye kazandıracağı ticari hareketlilik de göz önünde bulundurulursa, Doğu Akdeniz’in enerji, ekonomi ve güvenlik bakımından ihtiva ettiği önem daha açık bir şekilde kavranacaktır. 

Bu çalışmanın da konusu olan Doğu Akdeniz’de keşfedilenenerji yatakları ve bu yatakların neden olduğu sorunları detaylı bir şekilde incelemeye geçmeden 
önce bölgenin güvenlik açısından teşkil ettiği önemi vurgulamakta fayda vardır. Arap Baharı münasebetiyle Doğu Akdeniz’e kıyısı olan devletlerde yaşanan 
gelişmelerin bölgedeki barış, istikrar ve huzuru ne denli olumsuz etkilediği açıktır. Keşfedilen enerji yataklarının daha büyük sorunlar doğurmaması 
için gerekli adımların ivedilikle atılması gerekmektedir. Doğu Akdeniz’de hem bölge güvenliğinin sağlanmasındaki en stratejik nokta hem de en önemli 
sorun Kıbrıs Adası’dır. Ada bütün Doğu Akdeniz havzasıyla Orta Doğu’yu kontrol edebilecek konumdadır. Birçok uzmanın üzerinde ittifak ettiği üzere Kıbrıs’ın stratejik değerini artıran en önemli unsur Adanın başlıca deniz ve hava ticaret yolları üzerinde bulunmasıdır. Kıbrıs coğrafi konumu itibarıyla; Türkiye, İsrail, Mısır, Lübnan, Suriye, Filistin, Ürdün ve Irak gibi havzanın önemli ülkelerini ve Süveyş Kanalı’nı doğrudan kontrol altında bulundurabilecek bir mesafededir.9 Bu nedenle bölgede ticari faaliyeti bulunan veya Orta Doğu’daki enerji merkezleri üzerinde etkin olmak isteyen devletler için Kıbrıs adeta bir anahtar hükmündedir. 

Nitekim İngiltere, 1960’ta Kıbrıs Adası’ndaki egemenlik haklarını Kıbrıs Türk ve Yunan halklarına bırakırken buradaki mevcudiyetini bütünüyle terk etmemiş ve Adada bulunan iki üssünü muhafaza etmiştir. Bilindiği gibi İngiltere 1991 yılındaki Körfez Savaşı Krizi sırasında bu üsleri kullanacaktır. 
Rusya, Suriye krizi nedeniyle yararlanamadığı Suriye’deki Tartus limanı yerine GKRY’nden Andreas Papandreu Hava Üssünü kullanmak için izin istemiştir.10 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

4 Kasım 2017 Cumartesi

Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali


Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali



Irak’ta Türkmenlerin Geleceği ve Kerkük’ün Özerklik İhtimali
Ali SEMİN



Türkmenler, ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından ülkede kurulan siyasi denklemde nüfus olarak üçüncü büyük etnik grup olmasına rağmen Şiiler, Sünniler 
ve Kürtlerden sonra dördüncü unsur gibi hareket etmektedir. Bir taraftan Irak’ta Türkmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerin ciddi anlamda demografik 
değişimle karşı karşıya kalması, diğer taraftan olası bir Arap-Kürt çatışması durumunda iki ateş arasında kalma ihtimalinin kuvvetli olması Türkmenlerin 
bölgedeki durumu ile ilgili kaygıları artırmaktadır. Ayrıca ABD’nin Irak’ı üç federal bölgeye ayırma projesi, Türkmen coğrafyasının parçalanması anlamını taşımaktadır. 

IŞİD’in (Irak Şam İslam Devleti) 10 Haziran 2014 tarihinde Musul’u kontrol etmesinden sonraki süreçte Türkmen ve Sünni Arap bölgelerinin ciddi zarar gördüğü söylenebilir. 
Türkmenlerin, Irak’ta IŞİD’in ilerlemesiyle birlikte ülke tarihinin en tehlikeli sorunuyla karşı karşıya kaldıklarını ifade etmek mümkündür. IŞİD’in ülkedeki ilerleyişinin durdurulamamasının Türkmenler özelinde iki önemli olumsuz etkisi bulunmaktadır. Birincisi, Türkmenlerin coğrafi olarak kendi bölgelerinden topluca göç etmek zorunda kalmasıdır. Bu durum orta ve uzun vadede Irak’taki Türkmen coğrafyasının bariz şekilde yok olmasına yol açabilir. İkincisi ise Türkmenlerin mezhepsel anlamda ikiye bölünmesi ihtimalidir. Mevcut durumda Türkmenler siyasi, ekonomik ve askeri alandaki zayıflıkları sebebiyle yerel, bölgesel ve uluslararası kamuoyunda dikkate alınmamaktadır. Bu analizde Türkmenlerin IŞİD’in Musul’u kontrolü sonrası genel durumu ve silahlanma süreci değerlendirilecektir. Ayrıca Kürt-Türkmen ilişkilerindeki siyasi gerilim ve Kerkük sorununun çözümü için nasıl bir adım atılması gerektiği de 
bu analizin konusunu oluşturmaktadır.

IŞİD Sonrası Türkmenlerin Durumu ve Silahlanması

IŞİD’in Musul’u kontrol etmesinin ardından Irak’ta en çok zarar gören kesimin Türkmenlerin olduğu ifade edilebilir. IŞİD, Türkmenlerin yaşadığı bölgelerin neredeyse tamamını kontrolünde tutmaktadır. Türkmenlerin mevcut sorunlarından birisi Şiiler, Sünni Araplar ve Kürtler gibi nizami bir savunma gücünün olmamasıdır. İkinci sorun, Türkmenlerin coğrafi olarak dağınık 
olması ve kendilerine has bir güvenli bölgelerinin bulunmamasıdır. Bir diğer sorun ise Türkmenlerin siyasi ve ekonomik anlamda güçsüz olması sebebiyle yerel, bölgesel ve uluslararası aktörlerin dikkatini çekememesidir. Türkmen bölgeleri özellikle 2011 yılının Aralık ayında ABD askerlerinin geri çekilmesiyle hem siyasi hem de ekonomik olarak çatışmaların merkezi haline gelmiştir. Irak’ta güvenlik sorunlarının artması Türkmenlerin durumunun daha da sıkıntıya girmesini beraberinde getirmiştir.

Öte yandan IŞİD’in Musul’u kontrol etmesi ve ülkenin diğer bölgelerine ilerlemesiyle beraber Türkmenler zorunlu göç, silahlı saldırı ve idamlarla 
sonuçlanan infazlar gibi oldukça ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmışlardır. Ayrıca Türkmenler, Irak güvenlik güçleri, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü, Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis gücü ve Peşmerge güçleri arasındaki güç ve nüfuz alanını genişletme rekabetinden de büyük zarar görmektedir. Irak’ta IŞİD ile mücadele etme konusunda oluşturulan güvenlik mekanizması yerel güçler arasında koordineli bir şekilde yürütülmemektedir. Başka bir ifadeyle IŞİD ile savaşan yerel güçler etnik ve/veya mezhepsel nitelik taşımaktadır. Böylesi bir durum karşısında Türkmenlerin de bölgelerini savunma amacıyla kendi silahlı gücüne sahip olması gibi bir ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Irak güvenlik güçleri, 
IŞİD ile mücadelede yeterli güce sahip değildir. 

Bu durum ise yerel milis güçlerinin oluşumunu beraberinde getirmiştir. Irak güvenlik güçleri dışında kurulan Haşed el-Şaabi Şii milis güçleri kendi bölgelerini ve Şiiler için önemli kutsal türbe ve mekânları korumaktadır. Bağdat yönetimini destekleyen Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis güçleri IŞİD’in kontrolündeki kendi bölgelerini geri almaya çalışmaktadır. Kürtlere bağlı Peşmerge güçleri ise, Kuzey Irak Kürt yönetimi kontrolündeki Erbil, Süleymaniye ve Duhok’u IŞİD’in saldırılarından korumanın yanısıra Irak anayasasının 140. maddesi kapsamında bulunan tartışmalı bölgelerin (Kerkük gibi) güvenliğini sağlamak adına coğrafi anlamda nüfuz alanını genişletme stratejisi izlemektedir. 
Bütün bu grupların karşısında Türkmenlerin kendi savunma güçleri olmaması sebebiyle can ve mal güvenliklerini koruyamamaktadırlar. 

Kerkük’te ve diğer Türkmen bölgelerinde Peşmerge gücünün Türkmenleri de koruduğunu ifade etmek mümkündür. Fakat Peşmerge gücünün kontrol ettiği Türkmen bölgelerinin Kuzey Irak Kürt yönetimine ilhak etme çabası ve bu konuda Peşmerge’nin oluşturmaya çalıştığı psikolojik baskı, Türkmen-Kürt ilişkilerine de gölge düşürmektedir. Özellikle Kürtler, Kerkük’ün savunması için Peşmerge gücü dışında herhangi bir yerel unsurun silahlı güç kurmasına ve kentin savunulması için katkıda bulunmasına izin vermemektedir. Bu durum Türkmenlerin kendi bölgelerinde silahlı savunma gücü kuramamasının sebeplerinin başında gelmektedir. Buna karşılık Türkmenlerin silahlı güç oluşturması, orta ve uzun vadeli siyasi ve askeri stratejiye sahip olması elzemdir. Türkmenlerin silahlı gücünün kurulmasının öneminden bahsedilirken dikkat edilmesi gereken hususlar şu şekilde sıralanabilir:

1. Irak’ta 2003 ABD işgaliyle birlikte devletin güvenlik kurumlarında başlayan etnisite ve mezhebe dayalı milisleşme süreci, IŞİD’in 

“ Türkmenler; Irak güvenlik güçleri, Haşed el-Şaabi Şii milis gücü, Sünni Arap aşiretlerine bağlı silahlı milis gücü ve Peşmerge güçleri arasındaki güç ve nüfuz 
alanını genişletme rekabetinden de büyük zarar görmektedir.”

Musul’u kontrol etmesinden sonra yerel ölçekte milisleşmeye ve gruplaşmaya doğru gitme bağlamında hızlanmıştır. Bu nedenle Türkmenlerin 
de kendi can güvenliklerini ve bölgelerini korumak amacıyla Kürtler, Şiiler ve Sünniler gibi silahlı savunma gücüne sahip olması gerekmektedir. 
Ancak Türkmenler bir savunma gücü oluştururken kendi içinde irili ufaklı silahlı gruplara bölünmemelidir. Çünkü Türkmen siyasi hareketleri arasındaki fikir ayrılığı ve olası bir güç rekabetinin Türkmenlerin silahlı savunma gücüne de yansıma riski bulunmaktadır. Dolayısıyla bu konuda tüm Türkmen siyasi hareketleri arasında söylem ve eylem birliğine dayalı bir siyasi iradeye ihtiyaç vardır. 

2. Irak’ta oluşturulmak istenilen Türkmen savunma gücünün kurulması durumunda kısa ve orta vadede Kürtler ve Şii grupların Türkmenlerden 
oluşan bir tugay veya birlik kurma girişimi muhtemeldir. Şii milis gücü olan Haşed el-Şaabi içerisinde sayıları yaklaşık 3750 civarında tahmin edilen Türkmenlere özel bir askeri güç bulunmaktadır. Haşed el-Şaabi gücünün çatısı altındaki Türkmen birliği Türkmenlerin tek başına savunma gücü kurmasını zorlaştırabilir. Bu durum Türkmenler arasında silahlı çatışmaya kadar dönüşen bir kriz ortamı oluşturabilir. 

1990’lı yıllardan bu yana tek siyasi yapıda beraber hareket edemeyen Türkmen siyasi kuruluşları arasında silahlı bir çatışma için zemin oluşturan planların olduğu ifade edilebilir. Bu açıdan Türkmenlerin kontrol edeceği birleşik bir silahlı savunma gücüne ihtiyaç duyulmaktadır. Ancak yukarıda belirtilen risklerin giderilmesi şarttır. 

3. Irak Türkmen Cephesi (ITC) bünyesinde tüm Türkmen siyasi hareketlerini kapsayabilecek bir mekanizmanın kurulması gerekmektedir. 
ITC’nin kendi içinde yaşadığı hiyerarşik sorunundan ötürü silahlı bir Türkmen savunma gücünü kontrol etmesi oldukça zor gözükmektedir. 
ITC’nin çatısı altında Kuzey Irak’ta 1990’lı yıllarda kurulan güvenlik dairesinin belli dönemlerde Türkmen yetkililerinin kontrolü dışında hareket ettiği bilinmektedir. ITC’nin silahlı bir savunma gücünü kontrol edebilmesi için öncelikle kendi içindeki hiyerarşi problemine ivedilikle bir çözüm bulması gerekmektedir.

Türkmen savunma gücünün kurulması için iki önemli noktaya daha değinmek gerekmektedir. Bunlardan birincisi finansal destek sorunudur. 
Türkmenlerin finans gücü çok zayıftır. Diğeri ise silah tedariği ve Türkmen savunma gücü içerisindeki silahlı unsurların eğit-donat kapsamında bölgesel ve küresel güçlerden yardım alması gerektiğidir. IŞİD’e karşı savaşan yerel güçlerin tamamına dış destek verilmektedir. İran’ın, Iraklı Şiilerin milis güçlerine silah, para, eğitim ve askeri danışmanlık desteği verdiği bilinmektedir. Kürtlere bağlı Peşmerge kuvvetlerine başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler silah, eğitim ve askeri danışmanlık gibi yardımlar yapmaktadır. IŞİD’e karşı Bağdat merkezi hükümetinin yanında savaşan Sünni Arap aşiretlerinden oluşan gönüllü milis güçlerine Bağdat’tan, Washington yönetiminden ve Körfez ülkelerinden (Suudi Arabistan, Katar) önemli ölçüde para ve silah desteği söz konusudur. Türkmenlerin önümüzdeki süreçte buna benzer bir savunma gücü kurduğu takdirde bölgesel ve uluslararası aktörlerden destek almaması durumunda büyük sorunlarla karşı karşıya kalacağı da unutulmamalıdır. 

<  “ Türkmenlerin de kendi can güvenliklerini ve bölgelerini korumak amacıyla Kürtler, Şiiler ve Sünniler gibi silahlı savunma gücüne sahip olması gerekmektedir. Ancak Türkmenler bir savunma gücü oluştururken kendi içinde irili ufaklı silahlı gruplara bölünmemelidir.” >

Türkmen gönüllülerin Kerkük’e bağlı Beşir köyüne yönelik operasyonu sırasında uluslararası koalisyondan herhangi bir destek alamaması buna örnek 
gösterilebilir. Çünkü 2003’ten sonra Irak’ta hafif silahlarla donatılmış bir savunma gücü kurmak ve askeri olarak mücadele etmek güçleşmiştir. 
Irak’ta artık herhangi bir kesimin kendi can güvenliğini ve bölgesini savunabilmesi için ileri teknolojiye sahip ağır silahlarla donatılmış bir 
savunma gücüne ihtiyacı bulunmaktadır. Irak’ta eğer bir Türkmen savunma gücünün kurulması hedefiyle girişimlerde bulunuluyorsa, bu gücün öncelikle ağır silahların tedariği konusunda bölgesel ve küresel güçlerden yardım talebinde bulunulması gerekmektedir. Aksi takdirde Türkmen halkının, kurduğu savunma gücü sebebiyle dış saldırılara daha çok maruz kalma olasılığı gözden kaçırılmamalıdır.

Kerkük Ekseninde IŞİD-Türkmenler- Kürtler Denklemi

Irak’ın terör sorunu kadar karmaşık bir başka sorunu olan Kerkük meselesinin yakın dönemde çözüme kavuşması oldukça zor görünmektedir. 

ABD, Kürtlerin işgal sonrası kurulan siyasi sürece destek vermesi amacıyla Irak anayasasının 140. maddesiyle Kerkük sorununun çözüme kavuşması için normalleşme, nüfus sayımı ve referandumun yapılmasını gündeme getirmiştir. Ancak söz konusu maddenin hayata geçirilmesi sürecinde Iraklı tüm taraflar arasında uzlaşı sağlanamayınca 31 Aralık 2007 tarihinde bu madde zaman aşımına uğramıştır. Kerkük 140. maddeyle beraber üç aşamalı plan çerçevesinde yapılması öngörülen referandum ile Bağdat’a veya Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlı olacaktı. 

Referandum sadece Kerkük halkının katılımını öngörmüştür. Ancak bu referandum yalnızca Kerkük halkının değil tüm Irak halkının katılımıyla 
gerçekleşmeli ve kentin geleceğine yönelik ortak bir irade ortaya konmalıdır. Zira 2003 işgali sonrası Kerkük’ün Kürtler tarafından demografik yapısı değiştirilmiştir. Kerkük’ün geleceğini belirleyen referanduma yalnızca kentteki etnik grupların katılımı öngörülüyor ise güçlü olanın demografik yapıyı değiştirmesini de beklemek gerekmektedir. Ayrıca referandumun Irak halkının geneline açılması durumunda Kerkük’teki etnik unsurlar arasında dengelerin sağlanması ihtimali bulunmaktadır. Bu bakımdan Kerkük’ün geleceğine yönelik olası bir referanduma tüm Irak halkının katılması elzemdir. 

Öte yandan IŞİD’in Musul’u kontrolünden sonra 12 Haziran 2014 tarihinde Kerkük’ten Irak ordusunun çekilmesi ve yerini Peşmerge güçlerine bırakması önemli bir gelişme olmuştur. 

Peşmerge güçlerinin Kerkük’ün tüm güvenliğini üstlenmesi ve IŞİD’in kente girmesini engellemesi Türkmenleri rahatlatmaktadır. 

Ancak Peşmerge gücünün kentin güvenliğini sağlamasıyla Kürt siyasi partileri tarafından Kerkük’ün adeta Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlandığı yönünde açıklamalar yapılması Türkmenleri tedirgin etmektedir. Türkmenlerin temel amacı Kerkük’ün örnek bir kardeşlik şehri olması ve idari olarak Bağdat’a bağlı olmasıdır. Irak’ta genel anlamda Türkmen-Kürt ilişkilerindeki en büyük sorun Kerkük’tür. IŞİD’in ülkedeki ilerleyişinin ardından Kürt siyasi partileri Kerkük’ün idari yapısında ortak bir paylaşımı kabul etmemektedir. Halbuki 26 Temmuz 2008 tarihinde İller, İlçeler ve Nahiyelerle ilgili 36 No’lu kararla birlikte yerel seçimler yasasının 23. maddesi Türkmen-Kürt ve Arap parlamento üyelerinin uzlaşması sonucunda onaylanmıştır. 

Söz konusu maddenin 1. fıkrası gereğince, Kerkük ilinin idaresi, güvenliği ve genel kamu görevlerinin Türkmenler, Kürtler ve Araplar arasında ortak paylaşımını öngörmüştü.1 Buna ilave olarak ABD’nin 2011 yılında Irak’tan askerlerini çekmesi ve bölge ülkelerinin dış politikasının Arap ülkelerinde yaşanan Arap uyanışına odaklanması, Kerkük’teki idari dengelerin de değişmesini beraberinde getirmiştir. Kerkük’ün idari yapısındaki önemli gelişmelerden birisi Kerkük İl Meclisi Başkanlığı’na ITC’nin adayı Hasan Turan’ın getirilmesidir. İl Meclis Başkanlığı’nın Türkmenlere verilmesiyle birlikte Türkmen-Kürt ilişkilerinde de normalleşme sürecinin başlayacağı yönünde bir umut doğmuştur. Fakat bu umut çok uzun sürememiş, Türkmenler 2012 yılından sonra Kerkük’ün idari paylaşımında hak ettikleri kilit görevleri kaybetmeye başlamıştır. 2013 yılında Kerkük İl Eğitim Genel Müdürü Şen Ömer Mübarek´in emekliye ayrılmasının ardından Türkmen müdürün yerine Arap kökenli 
müdür getirilmiştir. 30 Nisan 2014 tarihinde Irak’ta yapılan genel seçimlerinde Kerkük İl Meclisi Başkanı Hasan Turan’ın (Türkmen) milletvekili olmasıyla birlikte yerine vekâleten yardımcısı Rebvar Talabani geçmiştir. 24 Haziran 2014 tarihinde Kerkük’te uğradığı suikast sonucunda hayatın kaybeden Kerkük İlçe Meclisi Başkanı Münir Kafili’nin yerine yine bir Kürt atanmıştır. 

Kerkük’ün idari paylaşımında görev alan Türkmenler; yetkilinin emekliye ayrılması, milletvekili olması veya suikast sonucunda şehit edilmesi 
sonucunda kentin idaresindeki görevlerini kaybetmeye başlamışlardır. 

Bunun yanı sıra Peşmerge güçlerinin Kerkük ve tartışmalı bölgelerin güvenliğini sağlamasıyla beraber bu bölgelerin artık Kuzey Irak’a bağlı olduğunun ilan edilmesi Türkmen-Kürt ilişkilerinde gerginliğe neden olmuştur. Şu noktaya dikkat çekmekte yarar vardır ki hiç kimse kendi yaşadığı topraklar üzerinde bir başkasının hegemonya kurmasına veya hakkının elinden alınmasına müsaade etmez. 

Bu bağlamda Kerkük’ün Türkmenlerin, Kürtlerin ve Arapların bir arada yaşadığı bir kent olduğu gerçeği hiçbir zaman gözardı edilmemelidir.

Kerkük Mayıs 2015 içerisinde iki önemli gelişmeye sahne olmuştur. Birincisi, Kerkük Üniversitesi rektörlüğü görevine Bakanlar Kurulu kararıyla getirilen Türkmen kökenli Prof.Dr. Abbas Taki’nin, 4 Mayıs 2015 tarihinde Kürt öğrenciler tarafından makam odasının basılması ve silah zoruyla istifa etmesidir. Taki, daha sonra yaptığı basın açıklamasında Celal Talabani’nin partisinin Kerkük il teşkilatında görevli olanlar ile üniversitedeki bazı Kürt öğrencilerinin de aralarında bulunduğu silahlı kişiler tarafından istifaya zorlandığını ifade etmiştir.2 Diğer gelişme ise, 28 Mayıs’ta Kerkük İl Meclisi’ndeki Türkmenlerden oluşan bir heyetin ITC sözcüsü ve meclis üyesi Ali Mehdi başkanlığında Erbil’i 
ziyaret etmesidir. Türkmen heyeti, Erbil’de Kürt Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed’i ziyareti sırasında Kerkük’ün özerk bir bölge olması için bir proje sunmuştur. Buna göre Kerkük’ün özerk bir bölge olması durumunda bölge başkanlığı, 13 bakanlıktan oluşan hükümet ve 100 sandalyeli bir parlamento meydana getirilecektir. 

Mehdi ayrıca Kerkük’ün özerk bir bölge olması durumunda parlamentoda 32 Türkmen, 32 Kürt, 32 Arap ve 4 Hıristiyan, Bakanlar Kurulu’nda ise 4 Türkmen, 4 Kürt, 4 Arap ve 1 Hıristiyan olacağını belirtmiştir.

Bu ziyare3te karşılık ITC Başkanı ve Kerkük Milletvekili Erşad Salihi yayınladığı bildiride, Kerkük sorununun Kürt parlamentosunda değil, Irak parlamentosunda tartışılması gerektiğini savunarak Kerkük İl Meclisi Türkmen heyetinin Erbil’i ziyaretini eleştirmiştir. 4

Kerkük sorununun çözümü için özerk bir bölge projesi geliştirmek yerine kentteki siyasi tarafların Türkmen-Kürt ilişkilerinde yaşanan gerilimin giderilmesi için çaba harcamasının daha faydalı olacağını söylemek mümkündür. IŞİD’in Irak’taki tüm iç dengeleri değiştirdiği bir dönemde, ülke genelinde ve Kerkük idaresinde zayıf konumda olan Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine ilişkin herhangi bir proje veya plan sunması doğru değildir. Bunun iki önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, derecede zayıflamasıdır. Bağdat hükümetinin 
artık Kuzey Irak Kürt yönetimi üzerinde bütçe kesme dışında herhangi bir siyasi veya askeri baskı kurma gücü bulunmamaktadır. 

Diğeri ise, Peşmerge gücünün Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerde etkin olması ve denetiminde tuttuğu bölgelerin Kürt yönetimine bağlanması için ça
IŞİD sonrası Irak’ta Bağdat hükümetinin ciddi lıştığından ötürü artık Türkmenlerin sunduğu bir projeyi şu aşamada dikkate almayacağı gerçeğidir. 
Başka bir ifadeyle IŞİD sonrası Irak’ta ortaya çıkan boşluktan faydalanan Kürt yönetiminin Kerkük’ün kaderiyle ilgili Türkmen projesini bu aşamada değerlendirmesi oldukça zordur. Keza Türkmen heyetinin Kürt Parlamentosu’nda sunduğu Kerkük projesini gündemine almadığı görülmektedir. Ayrıca Orta Doğu’daki gelişmelerden dolayı başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin Kerkük sorununa ilgisi ve etkisi eski dönemlere nazaran zayıflamıştır. Kendi içerisinde etnik ve mezhepsel manada fiilen üç bölgeye parçalanmış Irak’a artık bölge ülkelerinin hamilik yapmak istemediğini, yalnızca Irak’taki güç mücadelesi içinde yer aldıklarını söylemek zor değildir. Dolayısıyla Türkmen heyetinin Erbil’i 
ziyareti sırasında sunduğu Kerkük projesi, hem Irak’ın geneli açısından hem de Türkmenler bakımından yangını körüklemek anlamına gelmektedir. 

IŞİD’in ülkedeki ilerleyişi ve Bağdat merkezi hükümetinin zayıflaması sebebiyle Kerkük için özel statü projesini de hayata geçirme ihtimali oldukça düşüktür. 

Bunun yanı sıra Türkmenlerin kentteki bir üniversiteye rektör olarak atanması ve Kerkük İl Meclisi Başkanlığı’nın Türkmenlerin kentin idari paylaşımında en doğal hakkı olmasına rağmen Kürtler tarafından bu duruma karşı çıkılması krizin derinleşeceğinin habercisidir. Kerkük sorunu sadece Türkmenler ve Kürtler arasında bir sorun değildir. 

< “ IŞİD’in Irak’taki tüm iç dengeleri değiştirdiği bir dönemde, ülke genelinde ve Kerkük idaresinde zayıf konumda olan Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine ilişkin herhangi bir proje veya plan sunması uygun değildir.”  >


Aynı zamanda KYB, KDP ve Goran Hareketi ilişkilerinde de Kerkük meselesi gündemi işgal etmektedir. Kerkük sorununun çözümü noktasında Kürt partileri arasındaki iç dengeler ile Kerkük’teki Arapların genel tutumu dikkate alınarak bir Türkmen stratejisinin belirlenmesi gerekmektedir. Diğer yandan Türkmen heyetinin Erbil’de sunduğu Kerkük projesine ITC Başkanı Erşad Salih’den eleştiri gelmesi Türkmen siyasi karar mercileri arasında görüş birliğine varılamadığının da göstergesidir.

Sonuç ve Senaryolar

IŞİD’in, Musul’u kontrol etmesinin ve ülkede hareket alanını genişletmesinin ardından Irak’ın siyasi dengesini değiştirdiği bir gerçektir. Bağdat 
hükümeti, 8 Eylül 2014 tarihinde Başbakan Haydar el-Abadi’nin başkanlığında uzlaşıyla kurulmasına rağmen ülkedeki sorunların çözümü için herhangi bir adım atamamaktadır. IŞİD’in ilerleyişiyle birlikte Irak pek çok sorunla karşı karşıyadır. Diğer meselelerde olduğu gibi Kerkük sorununda da hükümetin çözüm için herhangi bir plan ve projesinin bulunmadığı görülmektedir. Abadi hükümetinin önceliği IŞİD’in kontrolündeki bölgelerin geri alınması ve Bağdat-Erbil ilişkilerindeki petrol krizinin ve mali krizlerin giderilmesidir. Irak’ın altı vilayetinde IŞİD etkin olduğu ve Irak güvenlik güçleri örgütle mücadele ettiği müddetçe Bağdat hükümeti, Kerkük ve diğer tartışmalı bölgelerle ilgili Erbil yönetimi ile çatışmaya girmek istemeyecektir. 

Ayrıca ABD’nin 2003 yılında Irak’ı işgal etmesi ve Irak anayasasının 140. maddesi çerçevesinde tartışma konusu olan Kerkük’ün statüsü ve geleceğiyle 
ilgili pek çok senaryo söz konusudur. Bu senaryoları şu şekilde sıralamak mümkündür:

a. Kerkük’ün Bağdat’a bağlı kalması veya özel statüye sahip olması senaryosu: Bu senaryo Türkmenlerin lehine olan en makul çözümdür. Çünkü Kerkük’ün her ne şekilde olursa olsun Bağdat’tan koparılması Türkmenler açısından vahim sonuçlar doğurabilir.

b. Kerkük’ün Kuzey Irak Kürt yönetimine bağlanması senaryosu: Bu senaryonun Kerkük’te Türkmen, Kürt ve Araplar arasında bir uzlaşma sağlanamadan hayata geçirilmesi, kentte iç savaşa yol açabilecek niteliktedir. Söz konusu tablo Kürtlerin lehine olmayacaktır. Başka bir ifadeyle Kerkük’te çıkması muhtemel bir iç çatışmanın Kürtler için de olumsuz sonuçlar doğuracağını ifade etmekte fayda vardır. 

c. Kerkük’ün tek başına özerk bir bölge olması senaryosu: Buna ne Türkmenler ne Kürtler ne de Araplar karar verebilir. Bu proje uygulandığı takdirde Kerkük’ün Irak’tan kopmasına sebep olabilir. Bu senaryonun Kerküklü tüm taraflar arasında uzlaşıyla kabul edilse bile kısa vadeli olma olasılığı yüksektir. Kürtler bu senaryoyu ilk etapta uygulamak isteyebilir. Bu şekilde Kerkük’ün Kuzey Irak’a bağlanması kolaylaşacaktır. 

Hatta Kürt yönetimi Kuzey Irak’a bağlı bir özerk Kerkük bölgesine olumlu bakabilir. Çünkü Kürt yönetimi, Kürdistan’ın bağımsızlığını ilan ederse Irak topraklarında üniter bir devlet olarak ortaya çıkacaktır. Kürtlerin yıllardır yaşadıkları ülkelerde savundukları özerk/federal sistemden sonra üniter bir devlet kurmaları zor görünmektedir. Bu nedenle Kerkük’ü özerk bölge olarak kuzeye bağlamak ve muhtemel bir Kürdistan devletinin üniter yapısını korumak Iraklı Kürtler açısından daha kolay olacaktır. Bu bakımdan Kerkük’ün özerk bir bölge olması Kürtlerin çıkarınadır. 

Yukarıda belirtilen senaryolar değerlendirildiğinde, Türkmenlerin Kerkük’ün geleceğine dönük geliştirmeleri gereken en önemli stratejilerden biri de Kerkük’te olası bir referanduma tüm Irak halkının katılımı olmalıdır. 

Türkmen siyasi karar mercilerinin Kerkük’ün geleceğine ilişkin projelerini mevcut durumda öne sürmekten kaçınmaları daha uygun olacaktır. 

DİPNOTLAR;

1 Ali Semin, Kuzey Irak Seçimleri, Türkmenler ve Kerkük Sorunu, http://www.bilgesam.org/incele/198/-
kuzey-irak-secimleri--turkmenler-ve-kerkuk-sorunu/#.VYwBnRvtmko, (Erişim: 16.06.2015).
2 Habib Hürmüzlü, Kerkük Üniversitesi Rektörü Olayı ve Kerkük’teki Dengeler, http://www.orsam.org.tr/tr/OrtadoguTurkmenleri/yazigoster.aspx?ID=167, (Erişim: 20. 06. 2015).
3 http://rudaw.net/arabic/kurdistan/0406201510, (Erişim: 10.06.2015).
4 http://today-news.org/news.php?NewsID=2456,(Erişim:15.06.2015).

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 

Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştırmaktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Yazar Hakkında

ALİ SEMİN;

Mart 2011’den beri BİLGESAM Orta Doğu araştırmaları uzmanı olarak çalışan Ali Semin, Orta Doğu siyaseti, Türkiye’nin Ortadoğu politikası, Türk-Irak ilişkileri, Irak’ın iç ve dış politikası, kuzey Irak’ın siyasi yapısı, Türkmenler, Iraklı Kürtlerin bölgesel ve küresel güçlerle ilişkileri, Körfez ülkeleri, İran, Suriye, Libya, Mısır, Tunus, Filistin sorunu, Hizbullah ve Hamas konularıyla ilgilenmektedir. 
ALİ Semin, 2012 yılından itibaren Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler doktora programına devam etmektedir..


***

20 Şubat 2017 Pazartesi

YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “ TANINMA ” BÖLÜM 2



 YENİ KIBRIS STRATEJİSİ “ TANINMA ” BÖLÜM 2




3.5. Müzakere Süreci ve GKRY’nin AB Üyeliği 

GKRY 1 Mayıs 2004 tarihinde, “Kıbrıs Cumhuriyeti” adı altında AB’ne tam üye olmuştur. Türkiye tarafında aynı gün yapılan açıklamada, AB’ye katılacak olan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil etmeye yetkili olmadıkları, eşit statüye sahip Kıbrıs Türkleri veya Kıbrıs Adası’nın tamamı üzerinde yetki veya egemenliklerinin bulunmadığı, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin Kıbrıs Türklerine zorla empoze edilemeyeceği, kendi anayasal düzenleri altında ve kendi sınırları içerisinde örgütlenmiş bulunan Rumların, Kıbrıs Türklerini veya Kıbrıs’ın tamamını temsil eden yasal hükümet olarak kabul edilemeyeceği belirtilmiştir. Açıklamada ayrıca, Kıbrıs Türklerinin kendi ülke sınırları ve anayasal düzenleri içerisinde örgütlenmiş bir halk olarak, hükümet etme yetkisini ve egemenliklerini kullanmakta oldukları, bu çerçevede Türkiye’nin, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımaya devam edeceği ve Güney Kıbrıs’ın AB’ye girişinin Türkiye’nin 1960 Antlaşmalarına dayanan Kıbrıs üzerindeki hak ve yükümlülüklerine hiçbir şekilde haleldar edemeyeceği ifade edilmiştir. 

BM Genel Sekreteri, 28 Mayıs 2004 tarihli iyi niyet misyonu raporunda, referandumlar sonrasında Kıbrıs Türklerinin durumunun uluslararası camia 
tarafından ele alınması gereğine işaret etmekte ve Kıbrıs Türklerine baskı uygulamak veya onları dünyadan tecrit etmek için hiçbir gerekçe 
kalmadığını kayda geçirmektedir. Bu çerçevede Kıbrıs Türklerine yönelik ambargo ve kısıtlamaların kaldırılması için uluslararası camiaya ve Güvenlik 
Konseyi’ne kuvvetli bir çağrıda bulunmuş, Kıbrıs Türk tarafının kalkınmasını engelleyen ve onları dünyadan tecrit eden uygulamalara son verilmesini istemiş, 541 ve 550 sayılı Güvenlik Konseyi kararlarının buna engel teşkil etmediğini vurgulamıştır. 

Genel Sekreter raporunda ayrıca, Kıbrıs’ta kalıcı bir çözümün siyasi eşitlik ve ortaklık temeline dayalı olması gerektiğini vurgulamış, Çözüm Planı’nın başarısızlığa uğramasının sorumluluğunu Kıbrıs Rum tarafına yüklemiş, Rum tarafının tutumunu sorgulamış ve gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istemeleri halinde Rumların bunu dile getirmelerinin yeterli olmayacağını, aynı zamanda eylemleriyle de göstermeleri gerektiğini belirtmiştir. Rumların böylece Annan Planı’nı değil, esasen çözümü reddettiklerini de kayda geçiren Genel Sekreter, durumun kapsamlı bir değerlendirmeyi gerektirdiğini vurgulamış, Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk tarafının müzakereler öncesinde, sırasında ve sonrasındaki olumlu tutumunu takdirle karşıladığını beyan etmiştir. 

4. MÜZAKEREYE TARAFLARIN BAKIŞI VE GETİRDİKLERİ ÖNERİLER 

GKRY Radyo Televizyon Kurumu tarafından 18-19 Mart 2006 tarihlerinde seçmen niteliği taşıyan 1200 kişinin katıldığı bir anket gerçekleştirilmiştir. 
Söz konusu anket, Kıbrıs Rum Halkının genel olarak Kıbrıs sorununa, Kıbrıslı Türklere, ülkemizin AB üyeliğine ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimine 
bakışına dair dikkat çekici ipuçları içermektedir. Anket sonuçlarından, başta gençler olmak üzere Kıbrıs Rum halkının önemli bir bölümünün Kıbrıslı 
Türklere sempati duymadığı ve onlarla tek bir çatı altında yaşamak istemediği ortaya çıkmıştır. Başta ABD, AB ülkeleri ve diğer ilgili taraflarca bile uzlaşmaz tutumuyla çözüme engel olduğu dile getirilen GKRY lideri Papadopoulos'a ve izlediği Kıbrıs politikasına destek verdikleri görülmüştür. 

GKRY'de yapılan anketlerde 18-25 yaş arasındaki Rum gençlerin %61’inin Türklerle birlikte yaşamak istemediklerini beyan ettikleri göz önünde 
bulundurulduğunda, Kıbrıs sorununa BM çerçevesinde kapsamlı bir çözüm bulunması yönündeki çabalar açısından GKRY’de yerleşen “retçi” zihniyeti 
açıkça sergilemektedir. 

GKRY’de 21 Mayıs 2006 tarihinde milletvekilliği genel seçimleri gerçekleştirilmiştir. Seçimler hem Annan Planı üzerinde 24 Nisan 2004 
tarihinde düzenlenen referandumlardan sonra yapılan ilk genel seçimin galibi “Kıbrıs sorununun çözümünü reddedenler” olmuştur. 2004 yılındaki 
referandumlarda Annan Planı’nı savunan ana muhalefet partisi konumundaki DİSİ’nin oylarında 2001 yılına oranla %3.67 civarında kayıp olması dikkat 
çekicidir. Seçim sonuçlarının dikkat çeken bir diğer yönü, Rum lider Papadopulos’un başında bulunduğu DİKO partisinin oylarını % 3.07 
oranında artırmış olmasıdır. Bu partinin seçimlerde oylarını artırması, anılan retçi zihniyetin az da olsa GKRY’de tabanını genişlettiğine işaret etmektedir. 

Referandumlar sonrasında KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Papadopulos, 5 Eylül 2007 tarihinde BM Genel Sekreteri’nin Özel Temsilcisi Möller’in de hazır bulunduğu bir toplantıda bir araya gelmişlerdir. Cumhurbaşkanı Talat, toplantıda, 14 ayda 52 görüşme yapılmasına rağmen gelişme sağlanamadığını, Rum tarafının teklifi doğrultusunda bir-iki Teknik Komite ve Çalışma Grubu kurularak çalışmalara başlanması ve sürecin oluruna bırakılması halinde kapsamlı çözüm perspektifinden uzaklaşılacağını vurgulamıştır. Talat, iki tarafın kapsamlı çözüm perspektifi üzerine yoğunlaş malarının ve yükümlülük üstlenmelerinin önem taşıdığının altını çizerek, iki-iki buçuk ay sürecek hazırlık dönemini takiben müzakerelerin başlatılması ve 2008 yılı sonuna kadar kapsamlı çözüme ulaşılması yönünde bir öneri getirmiştir. Talat ayrıca, günlük yaşamı ilgilendiren Teknik Komitelerin de bu görüşme sürecinden bağımsız olarak bir an önce faaliyete geçmesini teklif etmiştir. 

Talat, ayrıca Ada’da kapsamlı çözümün, yerleşik BM parametreleri ve müzakere sürecinde ortaya çıkan müktesebat zemininde gerçekleşmesi gerektiğine dikkat çekerek, müzakerelere sıfırdan başlanmasının mümkün olmadığını kaydetmiştir. GKRY lideri Papadopulos, Cumhurbaşkanı Talat’ın önerilerini reddetmiş ve kısıtlı bir gündem çerçevesinde liderlerin belirli aralıklarla bir araya gelmesi şeklinde özetlenebilecek bir tutum sergilemiştir. 

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, 16 Ekim 2007 tarihinde New York’ta BM Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’la bir görüşme yapmıştır. Talat bu görüşmede Papadopoulos’un uzlaşmaz tutumuna atıfta bulunarak, Kıbrıs Türk tarafının kapsamlı çözüme ilişkin yaklaşımını izah etmiş, ayrıca Genel Sekreter’e Kıbrıs’ta iki taraf arasında olumlu bir atmosferin tesis edilebilmesi için bir Güven Artırıcı Önlemler paketi sunmuştur. 

AKEL lideri Hristofyas 17 Şubat 2008 tarihinde yapılan GKRY başkanlık seçimlerinde ilk turunda oyların %53.37’sini alarak GKRY başkanlığına 
seçilmiştir. KKTC Cumhurbaşkanı Talat 22 Şubat 2008’de BM Genel Sekreteri’ne muhatap mektubunda Kıbrıs Türk tarafının çözüm iradesini muhafaza ettiğini ve yeni bir müzakere süreci başlatmaya hazır olduğunu bildirmiştir. Başbakan Tayyip Erdoğan da BM Genel Sekreteri, AB Komisyonu Başkanı, BMGK daimi üyeleri ve AB devlet ve hükümet başkanlarına muhatap 6 Mart 2008 tarihli mektubunda esas olarak KKTC’nin çözüme yönelik yaklaşımını desteklediğini vurgulamıştır. 

KKTC Cumhurbaşkanı Talat ile GKRY lideri Hristofyas, 21 Mart 2008 tarihinde gerçekleştirdikleri görüşmede Teknik Komiteler ve Çalışma Grupları kurulması ve üç ay sonra bir araya gelerek BM Genel Sekreteri’nin ‘İyi Niyet Misyonu’ çerçevesinde kapsamlı müzakerelerin başlatılması hususlarında mutabakata varmışlardır. 23 Mayıs tarihindeki görüşmede siyasi eşitliğe dayalı iki bölgeli, iki toplumlu federasyona bağlılıklarını teyit etmişler ve ortaklığın eşit statüdeki Türk ve Rum Kurucu Devletleri’nden oluşan, tek uluslararası kimlikli ve federal bir hükümete sahip olması konusunda vardıkları mutabakatı, Ortak Açıklama’ya dercetmişlerdir. Liderler, 1 Temmuz 2008 görüşmesi sonrasında yaptıkları Ortak 
Açıklama’da tek egemenlik ile tek vatandaşlık konularını görüştüklerini ve bu konularda prensipte anlaşarak uygulama detaylarını kapsamlı müzakereler çerçevesinde değerlendireceklerini belirtmişlerdir. 25 Temmuz tarihli Ortak Açıklama’da, Liderler, üzerinde anlaşmaya varılacak çözümün eşzamanlı ayrı referandumlara sunulmasını ve kapsamlı müzakerelerin 3 Eylül tarihinde başlatılmasını kararlaştırmışlardır. 

KKTC Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat ile GKRY lideri Hristofyas 3 Eylül 2008 günü bir araya gelerek, Kıbrıs’ta BM Genel Sekreteri’nin iyi niyet misyonu çerçevesinde kapsamlı çözüm müzakerelerini başlatmışlardır. Liderler 3 Eylül’deki açılıştan sonra yapılan toplantılarda federal düzeyde yasama, yürütme, yargı, kilitlenmeyi çözücü mekanizmalar ile bağımsız kurumlar konuları üzerinde durmuşlardır. Yönetim ve yetki paylaşımı konusunda üzerinde anlaşılan hususlar yanında, bazı esaslı konularda taraflar ciddi görüş ayrılıkları içinde dirler. Rum yönetimi, esas olarak güçlü bir “Federal Devlet”in erklerinde Rum ağırlığını dolaylı ya da dolaysız garanti altına alacak düzenlemelerde ısrar etmektedir. KKTC liderliği ise siyasi eşitlik ilkesinin Federal yapıda aşındırılması nın önüne geçecek biçimde temsil ve karar mekanizmalarında Kurucu Devletlerin etkin katılımını koruyacak ve kendilerini egemence yönetmelerini sağlayacak düzenlemeleri BM parametrelerine uygun biçimde savunmaktadır. Bu bağlamda, Rum yönetimi ortak listeyle seçilecek “Başkanlık Ofisi”, Yürütme’de ortaya çıkacak tıkanıklıkların çözüm sürecinde daha uzun süre Rum tarafında kalacak Başkanlık makamının oyunun belirleyiciliği, Yasama tıkanıklıklarında Rum ağırlıklı çözüm mekanizmasının karar alabilmesi gibi önerilerinde katı bir pozisyon benimsemekte, buna paralel olarak dış ilişkilerin yürütülmesi, hava ve deniz yetki alanları, hava ve deniz ulaşımı, liman ve havaalanlarının mülkiyeti gibi konularda da dayatmacı olmaktadır. KKTC tarafı, Kurucu Devletlere kalacak artık yetkilerin mümkün olduğunca geniş tutulması, Federal Yürütme’nin Annan Planı temelinde “Başkanlık Konseyi” biçiminde oluşumu, Kurucu Devletlerin yetki alanlarına dahil konularda dış ilişkiler kurmaları ve yürütebilmeleri, Yasamada ve yarıyargısal yetkili kurumlarda siyasi eşitlik ilkesinin gözetilmesi gibi hususları 
savunmaktadır. 

Diğer yandan, Rum yönetimi yeni ortaklığın hayata geçirilmesi ile ilgili ilke ve prosedürlerin belirlenmesini müzakerelerin sonuna bırakma eğiliminde ısrarcı görünmekte, KKTC tarafı ise bu noktanın bir an evvel açıklığa kavuşturulmasının önemine dikkat çekmektedir. Ayrıca, “normlar hiyerarşisi” konusunda KKTC tarafı, AB normları ve müktesebatının çözümün diğer veçhelerini aşındırmayacak biçimde ifade bulmasını, Federal yasalarla Kurucu Devlet yasaları arasında ise hiyerarşi bulunmamasını savunmaktadır. 

Rum tarafı, “mülkiyet” başlığı altında yürütülmekte olan müzakerelerde, göçmenlerin mülkleri üzerindeki haklarını kullanma biçimlerine kendilerinin 
karar vermeleri üzerinde ısrarcıdır. Kıbrıs Türk tarafı ise, mülkiyet rejimine ilişkin kriterlerin belirlenmesini, iade, tazminat ve takas yöntemlerinin belirlenecek ölçütlere göre iki kesimlilik ilkesini aşındırmayacak biçimde uygulanmasını, dolayısıyla yerleşik BM parametreleri ve Annan Planı düzenlemelerine riayet edilmesini savunmaktadır. Rum liderliği bu aşamada BM Güvenlik Konseyi tarafından da tanımı yapılmış olan iki kesimlilik ilkesini tanımadığı da dahil olmak üzere BM müktesebatı ve kapsamlı çözüm süreci prensipleriyle bağdaşmayan uzlaşmaz bir tutuma yönelmekte, Kurucu Devletler de mülkiyet çoğunluğu ölçütünü reddetmekte, nüfus çoğunluğu ölçütünü ise tartışma konusuna dönüştürmektedir. 

GKRY lideri Dimitris Hristofyas ile KKTC lideri Mehmet Ali Talat, Kıbrıs'ın bütünleşme sürecini hızlandırmak için 11-13 Ocak 2010’da Lefkoşa'da yoğunlaştırılmış görüşmelere katıldı. Görüşmenin gündem maddeleri arasında hükümet yönetimi, yetki paylaşımı, ekonominin bütünleşmesi konuları yer aldı. Rum ve Türk kesimleri liderleri ilk tur görüşmenin sona ermesinin ardından yaptıkları açıklamalarda görüşmede somut gelişmeler sağlanamadığını belirttiler. Görüşmeden önce Rum kesiminin, Türk kesimi liderinin ileri sürdüğü öneri paketini açık bir dille reddettiğini açıklaması, yoğunlaştırılmış görüşmelerden olumlu sonuçların çıkması yönündeki beklentilere gölge düşmesine neden oldu. 

SONUÇ 

Açıklamalardan anlaşılacağı üzere GKRY, AB’ye dahil olduktan sonra KKTC üzerindeki ambargo ve izolasyonların devamı yönündeki girişimlerine devam etmektedir. Türkiye’nin AB adaylık müzakerelerinin çıkmaza girmesi19 ve kilitlenmesi için çalışmalarına ağırlık vermiştir. Ayrıca adadaki görüşmelerin olumsuz sonuçlanması maksadıyla ince bir siyaset yürütmektedir. Amacı KKTC ekonomisinin gelişmesini engellemek, Türk halkını fakir ve GKRY’ye muhtaç duruma getirmek, ekonomik olarak kötü durumda olan halkla devleti karşı karşıya getirerek KKTC yetkililerinin azınlık statüsü içinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ne dahil etmektir. Bunu gerçekleştirebilmesinin önündeki en büyük engel Türkiye’dir. Bu nedenle 

19 Türkiye, 1963 Ankara Anlaşması’nı AB’ne 1 Mayıs 2004 tarihinde üye olan ve aralarında GKRY’nin de bulunduğu on yeni ülkeye teşmil edecek olan Uyum 
Protokolü’nü 29 Temmuz 2005’de imzaladı. Ayrıca bir deklarasyonla Uyum Protokolü’nün imzalanmasının GKRY’nin siyasi olarak tanınması anlamına 
gelmeyeceği kayda geçirildi. Halihazırda Uyum Protokolü paralelinde Türk liman ve havaalanlarının GKRY gemi ve uçaklarına açılmasına yönelik baskılar, Türkiye’nin üyelik müzakerelerine de yansıtılmakta olup, 8 fasıl bu gerekçeyle askıya alınmış durumdadır. 

AB Müzakere sürecini kilitlemekte ve Türkiye’yi kendi beklentileri doğrultusunda bir anlaşmaya yönlendirmeye gayret sarf etmektedir. 

GKRY AB üyesi olduktan sonra yaşanan süreç bize açık bir şekilde göstermekte dir ki Kıbrıs’taki mevcut statüko GKRY’nin lehinedir. 
Bu nedenle mevcut statükoyu bozmaya yönelik her girişimi engellemeye çalışmaktadır. BM öncülüğünde bu güne kadar yapılan görüşme ve müzakereler de elde edilen zemini kabul etmemektedir. GKRY’yi barış anlaşmasına zorlamak ve bebek adımlarıyla ilerlemekte olan Türkiye-AB müzakere sürecine olumsuz etkilerini kırmak için stratejide değişiklik yapmak gerekmektedir. Her zaman adil bir barış anlaşması peşinde gayret sarf etmek ve bu yöndeki girişimlerine devam edeceği emareleri vermek Rumların uzlaşmaz tutumunu kırmamaktadır. GKRY’nin uzlaşmaz tutumunu ortadan kaldırmanın tek yolu barış anlaşmasıyla ilgili çalışmalara devam ederken kararlı bir şekilde KKTC’nin tanınması yönündeki girişimlere ağırlık vermektir. KKTC’nin tanınması yönündeki girişimler barış anlaşması için yapılacak çalışmalara engel teşkil etmez. Tam tersine 
KKTC’nin öne sürdüğü Annan planıyla da resmileşmiş iki kesimli, iki kurucu devletli ve siyasi eşitliğe dayalı yapıya ve Türkiye’nin etkin garantörlüğü tezine hizmet eder. Çünkü KKTC’nin bazı devletler tarafından tanınması GKRY’nin en hassas tarafını oluşturmaktadır. Bu girişimler GKRY’deki endişeleri arttıracak, stratejinin en önemli unsurlarından bir tanesi olan ve kendi lehine işlediğini değerlendirdiği zamanın önemli bir risk oluşturduğunu görecektir. 

Tanınma Stratejisi BM Genel Sekreteri Annan’ın raporunda belirtildiği gibi “Rumlar gerçekten siyasi eşitliğe ve ortaklığa dayalı çözümü istiyorlarsa 
bunu sadece dile getirmelerinin yeterli olmayacağı, aynı zamanda eylemlerle bunu göstermeleri gerektiği” vurgulanmış olacaktır. Bu sayede Rumların 
görüşmelerde daha sonuç odaklı ve işbirliğine açık bir yaklaşım sergilemeleri sağlanabilecektir. 

Tanınma stratejisinde; KKTC’nin hukuki anlamda bazı devletler tarafından tanınmasını sağlamanın yanında, bu mümkün olmadığı takdirde tanınma imajı yaratacak sonuçlar almak da önemlidir. Tanınma stratejisinin amacı sadece KKTC’nin tanınmasının hedeflenmesi değildir. Esas olan oluşturulacak algıyla, Rumlar’ı makul bir anlaşma imzalamaya zorlamaktır. Bazı devletlerde ve uluslararası örgütlerde temsilciliklerin açılması, uluslararası toplantılara gözlemci olarak da olsa katılımın sağlanması bu imajı yaratacak yollar olarak sayılabilir. KKTC’de yabancı yatırımların arttırılması, uluslararası ticaret ve direkt uçuşların sağlanması ve turizmin geliştirilmesi de tanınma imajının oluşturulmasında etkili olacaktır. 

Rum Yönetimi 2006 yılında Katar’da büyükelçilik açmış, buna tepki gösteren Türkiye ile ilişkilerinin bozulmasını istemeyen Katar, KKTC’ye de büyük elçilik açma izni vermişti. Rum Yönetimi 2009 yılında Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün, Endonezya, Küba, Brezilya ve Bulgaristan'da olmak üzere 6 büyükelçilik açtı. Fakat bu ülkelere yönelik olarak benzer bir çalışma KKTC tarafından gerçekleştirilemedi. En azından bu ülkelerde temsilcilik açılabilirdi. Şimdi ise Anadolu Ajansı'nın Rum basınına dayandırdığı haberinde, Güney Kıbrıs hükümeti, bu yıl Umman ve Slovakya'da büyükelçilik açmayı planlıyor. 2011 yılında Kuveyt ve Kazakistan'da, 2012 yılında ise Kanada'da büyükelçilik açılması programlanıyor. Dolayısıyla KKTC’nin yapması gereken girişim ve açılımları Rum Yönetimi gerçekleştiriyor. Çünkü Kıbrıs Rum Yönetimi’nin en büyük hassasiyeti 
KKTC’nin uluslararası alanda tanınması anlamına gelecek gelişmeler meydana gelmesidir. 

Kıbrıs Rum Mahkemeleri’ni adanın geneli için yetkili kabul eden ABAD’ın Orams davası hakkındaki görüşü, 05.03.2010 tarihli Demopoulos/Türkiye ve diğer 7 dava hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararıyla geçersiz hale geldi. Bu karar hukuki yollarla yaratılan tanınma imajının en yeni örneğidir. Karar KKTC’de Türkler tarafından oluşturulan Taşınmaz Mal Komisyonu’nu etkin bir iç hukuk yolu olarak tanımış ve Rumlar’ın mülkiyet meselelerini doğrudan AİHM’e getirmelerini engellemiştir. Bu elbette bir tanıma değildir, ancakOrams davasıyla Rumlar’ın lehine dönen ibreyi, KKTC lehine çevirmiştir. Mahkeme ‘bir yönetimin diğer devletler tarafından tanınmaması, o yönetimin yapmış olduğu idari ve hukuki tasarrufların tanınmayacağı anlamına gelmez’ demiştir. Yani KKTC’nin iç hukuk yolunu tanınmanın 

KKTC’yi tanımak anlamına gelmeyeceğini açıkça belirtmiştir. Ancak karar 
bu haliyle bile GKRY üzerinde bir baskı oluşturmaya yetmiştir. 

Sonuç olarak; KKTC ile GKRY arasında kalıcı ve adil bir barış anlaşması tesis etmek için mevcut statükonun değiştirilmesine yönelik yeni bir strateji 
belirlenmesi gerekir. Bu stratejide KKTC’nin tanınmasına yönelik girişimlere ağırlık verilmelidir. Bu girişimler uluslararası kuruluşlar nezdinde yürütüldüğü gibi devletler nezdinde de sürdürülmelidir. Tanınma KKTC ve Türkiye üzerindeki baskıların yönünü değiştireceği gibi, görüşmelerin ve müzakerelerin zeminini de değiştireceği için bir pazarlık marjı sağlayacaktır. Ayrıca GKRY’nin görüşme ve müzakere masasında belirli bir sonuca ulaşmak için yapıcı bir yaklaşım içine girmesi teşvik edilecektir. 

DİPNOTLAR;

1 Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995), 1. 
2 Cumhur Evcil, Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi (Ankara: Gnkur. Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999), 1. Daha Geniş Bilgi İçin 
Bakınız. Necip Torumtay, “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması,” içinde Kıbrıs Sempozyumu Kitabı (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998), 15. 
3 Rıfat Uçaral, Siyasi Tarih (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987), 592. 
4 Ahmet C. Gazioğlu, Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi (Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997), 76. 
5 Sabahattin İsmail, 150 Soruda Kıbrıs Sorunu (İstanbul: Kastaş Yayınevi, 1998), 52. 
6 Orbay Deliceırmak, Yerinde Yeller Esen Anayasa (Ankara: 1997), 17. 
7 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi (İstanbul: Alkım Yayınevi, 11. Baskı), 801-804. 
8 Ali Fikret Atun, İkinci Kıbrıs Seferi (İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999), 113. 
9 Faruk Sönmezoğlu, Türk Dış Politikası (İstanbul: Der Yayınları, 2006), 414. 
10 Bağımsızlık Deklarasyonu’nun metni:The Declaration and Resolituon adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 November 1983-For the Liberty, equality, 
Dignity, and Security of Our People, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. 
11 Armaoğlu, 20. Yüzyıl, 960. 
12 Melek Fırat, “Yunanistan’la İlişkiler,” içinde Türk Dış Politikası Cilt II, ed. Baskın Oran (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), 455-456. 
13 Atilla Sandıklı, Atatürk’ün Dış Politika Stratejisi ve Avrupa Birliği (İstanbul: Beta Yayınları, 2008), 298; İsmail, 150 Soruda, 330-331. 
14 Rauf Denktaş, Hatıralar, Toplayış (İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000), 453. 
15 Atilla Sandıklı, “Tarihsel Bir Perspektif İçinde Kıbrıs Sorunu ve Avrupa Birliği,” Harp Akademileri Bülteni Sayı 200 (İstanbul: Harp Akademileri Basımevi): 16-17. 
16 Sönmezoğlu, Türk Dış, 622. 
17 http://www.milliyet.com.tr/hem-hayir-dediler-hemkorkuyorlar/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33335/default.htm?ver=07 
18 http://www.milliyet.com.tr/yes-be-annem/siyaset/haberdetayarsiv/19.01.2010/33332/default.htm?ver=12 


KAYNAKÇA 


“İslam Ülkelerinden KKTC’ye Darbe.” Gazete Vatan, 26.02.2010 
“Terrorism In Cyprus.” The Grivas Diaries. H.M. Stationory Office: 1955. 1997 Yılı Sonu İtibarı İle Kıbrıs Sorunu. İstanbul: SİSAV Yayınları, 1998. 
AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Armaoğlu, Fahir. 20’nci Yüzyıl Siyasi Tarihi Cilt II: 1980-1990. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1992. 
Atun, Ali Fikret. İkinci Kıbrıs Seferi. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. 
Bağımsızlık Deklarasyonu’nun Metni: The Decleration and Resalution adopted by the Turkish Cypriot Parliament on 15 Novemder 1983-For 
The Liberty, Equality, Dignity and Security of our People. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Yayını. 
Cemal, Hasan. “Bir Saatli Bombanın Tik Tak Sesi.” Milliyet Gazetesi, 07.07.2001. 
Cemal, Hasan. “Türkiye, Tuhaf Bir Çıkmaza Girmiş Durumda.” Milliyet Gazetesi, 08.07.2001. 
Deliceırmak, Orbay. Yerinde Yeller Esen Anayasa. Ankara: 1997. 
Denktaş, Rauf. Hatıralar, Toplayış. İstanbul: Boğaziçi Yayınları, 2000. 
Dodd, Clement H. Cyrpus, The Need For New Perspectives. England: The Eothem Press, 1999. 
Dodd, Clement H. Storm Clouds Over Cyprus. England: The Eothem Press, 2001. 
Evcil, Cumhur. Yavru Vatan Kıbrıs’ta Zaferin Hikayesi. Ankara: Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Yayınları, 1999. 
Gazioğlu, Ahmet C. Kıbrıs Tarihi İngiliz Dönemi. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1997. 
Gazioğlu, Ahmet C. Enosis Çemberinde Türkler. Lefkoşa: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını,1998. 
Gazioğlu, Ahmet C. Enosise Karşı Taksim ve Eşit Egemenlik. Ankara: Kıbrıs Araştırma ve Yayın Merkezi Yayını, 1998. 
Gazioğlu, Ahmet C. İngiliz İdaresinde Kıbrıs, Statü ve Anayasa Meseleleri. Lefkoşa: 1996. 
Gazioğlu, Ahmet C. Two Equal and Sovereign Peoples. Lefkoşa: 1997. 
Girit Oyunu ve Kıbrıs. İstanbul: Karadeniz Haber Ajansı Yayınları, 2000. 
İsmail, Sebahattin. 10 Soruda Kıbrıs Sorunu. İstanbul: Kastaş Yayını, 1998. 
Kabaalioğlu, Haluk. Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu. Yeditepe Üniversitesi Yayını. 
Karluk, S.Rıdvan. Avrupa Birliği ve Türkiye. İstanbul: Beta Yayınları, 1998. 
Kıbrıs Sempozyumu. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. 
Kıbrıs’ın Dünü-Bugünü-Yarını. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1995. 
Küresel ve Bölgesel Kapsamda Sorunlarımız. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1999. 
Leloğlu, Duygu. “Ankara’ya Ağır Ceza.” Radikal Gazetesi, 11.05.2001. 
Necatigil, Zaim M. The Cyrrus Question and The Turkish Position in İnternational Law. New York: Oxford Universty Press, 1998. 
Sandıklı, Atilla. Türkiye’nin Dış Politikasında AB ve Alternatifleri. Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Stavrinides, Zenon. The Cyprus Conflict, National Identity and Statehood. Lefkoşa: 1999. 
Sürmeli, Merve N. “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Sözünü Tuttu: Yetkili Kurum Taşınmaz Mal Komisyonu.” http://www.bilgesam.org/tr. 
Sürmeli, Merve N., Aslıhan P. Turan. “Kıbrıs’ta Mülkiyet Sorunu: Loizidou ve Orams Kararları.” http://www.bilgesam.org/tr. 
Şenoğul, Nahit. “AGSK, AB ve NATO İlişkilerinin Geleceği, Türkiye’ye Etkileri Sempozyumu Kapanış Konuşması.” içinde Sempozyum Kitabı. 
Harp Akademileri Yayınları, 2001. 
Torumtay, Necip. “Kıbrıs Sempozyumu Açış Konuşması.” içinde Kıbrıs Sempozyumu Kitabı. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1998. 
Turanlı, Rana. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Ülke Etüdü. İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayınları, 1997. 
Uçarol Rıfat. Siyasi Tarih. İstanbul: Harp Akademileri Yayınları, 1987. 

Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 2, Bahar 2010
http://www.bilgesam.org/incele/639/-yeni-kibris-stratejisi--taninma-/

***