8 Şubat 2021 Pazartesi

Alternatif Analiz..

Alternatif Analiz.. 



Prof.Dr. Sait YILMAZ 
07 Aralık 2019 
 
Sizi bekleyen asıl tehlike; Göremediğiniz, Bilmediğimiz, Anlayamadığınızdır.. 

 Giriş 

 Sıra gene bir (akademik) istihbarat makalesine geldi. Bu sefer, alanla ilgili literatüre yeni bir kavram eklemek gayretindeyiz; ‘bilinmeyen bilinmeyenler’. 

Bu makaleyi tetikleyen ise geçenlerde NATO’nun yeni çalışmalarını incelerken dikkatimi çeken bir şey oldu. NATO dünyayı anlayamıyor, operasyon sahasında kendini nelerin beklediğini yani harekât ortamını öngöremiyor ve bunun çaresini bulmak için yeni bir analiz yöntemini test ediyor; Alternatif Analiz (AltA). AltA, sadece karar verme sürecine daha fazla katkıyı değil, çoklu bakış açılarını yakalayarak, operasyonel resmin daha iyi anlaşılmasını da hedefliyor. Kanımca, bu da çözüm değil çünkü sorun artık bulmacanın daha çok parçasını bir araya getirmek değil, 

Sorun, ‘bilinmeyen bilinmeyenleri’ yani aklımızdan geçmeyen, varlığından haberdar olmadığımız bilinmeyenleri yakalamakla ilgili. Geçmişte analiz, gerçeğin bir versiyonunu yakalamaya çalışır, bulmacanın yerine oturan parçalarından yani mevcut bilgi ve veriler ile tahminlere dayanırdı. Her zaman bilinmeyenler çoğunlukta olduğundan; siz, işe yaradığı tam belli olmayan bilgilerden bir tahmini gerçek daha doğrusu bir hikâye yazardınız. Örneğin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin Avrupa’ya saldıracağı hikâyesi, her iki tarafın da işine yarayan, en çok sevilen analiz idi. Ama içinde yaşanan yani güvenlik sorunlarının hem genişlediği hem de derinleştiği dünyada bilinmeyenler öyle çok genişledi ki, komplo teorileri popüler oldu. Özetle analizcinin asıl sorunu; bilinmeyen bilinmeyenler yani bulmacanın hiç göremediğimiz bölümleri. Bu makalede, istihbarat analizcisi ile sohbete devam edeceğiz ama önce analiz ve analizcinin işi ile ilgili sizlere özet bir bilgi verelim. 

 Analiz ve Analizci.. 

İstihbarat analizcisinin bilgi yığını içinde doğru resmi oluşturması yaratıcılık ister. Dört analitik kural, düşünmeye yardım eder1. İlk kural “Bütün, parçaların toplamıdır” der. 
Önce parçalara ayrı ayrı bakmalı ve ilişkili olanları birbirine eklemelidir. İkinci kurala göre; ‘Davranışlar tekrar eder ve gelecekteki davranış muhtemelen geçmişe benzer olacaktır’. 
Bu yüzden, geçmişteki trendler ile gelecek arasında ilişki kurulmalıdır. Üçüncü kural; ‘Eylemler ve sonuçları arasında açık ve tanımlanabilir neden-sonuç ilişkisi vardır’. Analizci, ilk sonuçlara götürecek basit neden zincirleri aramalı ve bulmalıdır. Son kural ise ‘Girdi ve çıktı arasında orantılılık olduğunu’ söyler. Küçük eylem küçük sonuç veya etkilere yol açar, büyüğü ise büyük olanlara. Bu da analizcinin önemli olanları ayırt etmesine yardım eder. En büyük zorluk birinci kuralda yaşanır çünkü makro davranışları belirlemek, bağlantı kurmak 
için önemlidir. Yaratıcılığın temel sırrı “farklı düşünmek” ancak bu mistik ya da artist tipi düşünmek değildir. Daha çok yeni dünya koşullarına uygun olguları dikkatlice bulup, değerlendiren, hayati ve temel bir yetenektir. Analizcinin en büyük zorluklarından birisi trendleri oluşturma zorluğudur. Çünkü çağımızın pek çok önemli alanı 10-15 senelik bir gelişme alanına yani geçmişe sahiptir. Pek çok alan ise henüz keşfedilmemiştir. İstihbarat eski alanlarda daha iyi çalışır. 

Analizcinin işini başarı ile yapabilmesi için; belirli analitik vasıtaları kullanmalı, rakip ve çevre hakkında anlayışı geliştirecek tanımlama, açıklama, değerlendirme ve öngörü yeteneklerine sahip olmalıdır2. Bu da profesyonellik gerektirir yani işini iyi bilmelidir. 

 İstihbarat, bilim gibi hipotezlerle çalışır ve doğasında yanılma payı çoktur. Hangi metodu kullanırsanız kullanın hatalardan kaçınmak zordur. Alanla ilgili bilim insanlarından Loch Johnson’a göre analiz, karmaşık bir iştir. Genellikle belirsizlik, şüphe, tartışma ve yarım cevaplar ile yürütülen bir sürecin sonunda eksik bilgiler ve sıcak tartışmalar ile şekillenir3. 

Analizci genellikle aşağıdaki 12 mantık hatasından bir ya da bir kaçını yapabilir; 

- Rakibin kendisi gibi düşündüğünü sanmak, 
- (Bilmediği şeyler hakkında) yanlış veya hatalı varsayımlar, 
- Daha uzman gözüken kişinin doğru düşündüğünü farz etmek, 
- Hatalı etki-sonuç ilişkisi kurmak, 
- Gerçekler ve kanıtlardan ziyade önyargılara, duygulara ve özel çıkarlara göre değerlendirmek (ad hominem), 
- Faraziye ile sonucu aynı düşünme hatası, 
- Aşırı basitleştirme ile ciddi sonuçları kavrayamama, 
- Küçük kanıtlarla genelleştirme yapma, 
- Bir olayın takip eden diğer olayın nedeni olduğunu düşünmek, 
- Pek çok seçenek olma ihtimali varken bunları bir ya da ikiye indirerek diğerlerini dikkate almamak, 
- Bir konudan çıkarılan sonucu, belirli bir benzerlikten dolayı diğer bir konuya da uygulamak, 
- Önceki faraziyelerini bir kenara bırakıp düşüncelerinde ani değişiklikler yapmak. 
İstihbarat analizcisinin mahareti birçok veri arasından doğru noktaları birleştirmek, anlamlı hale getirmek yani istihbaratı üretmektir. Bunun için tümden gelen, tümevarım, dışa çekim’in dâhil olduğu bilimsel bir metot içinde hipotezlerini test edecektir. Analizci, gelen bilgi yığını içinden gerçekleri, hipotezleri ve teorisini çıkarabilmesi için sosyal bilimler metodolojilerine aşina olmalıdır. Ayrıca, ulusal güvenlik için önemli olan uluslararası davranış ve eğilimleri sezecek, belirli zaman diliminde artan veya eksilen değişimleri tanımlayacak bir kabiliyette olmalıdır4. Analizci, genellikle üç aşamada işini yapmaya çalışır; mümkün olduğu kadar okumak, problemle ilgili cevap bulmaya çalışmak ve mümkün olduğu kadar düzenli bir şekilde yazıya dökmek5. 

İstihbarat analizi her zaman gelişmiş ve yapılandırılmış metotlar ile yapılmamakta dır. Kullanılan klasik analiz teknikleri arasında istihbarat kültürlerine göre değişkendir. 

Örneğin 

Çin istihbaratı; Mikro Ölçekleri Karşılaştırma Tekniği, Veri Daraltma Yöntemi, Ajan Çarpıştırması Yöntemi gibi teknikler kullanır6. Batılı servisler ise daha çok; Matris Bağlantı (Link) Analizi, Hipotezlerin Karşılaştırmalı Analizi, T Matrisi Analizi, Olasılık Ağacı, Fayda Ağacı ve Matrisi, Bilinenler-Bilinmeyenler-Varsayımlar, Akıl Yürütme Zinciri, “Sebebe Ait Akış Diyagramı gibi pek çok teknik kullanır7. Şekil 1’de bazı örnekler görülmektedir. 

Şekil 1: Geleneksel Analiz Teknikleri 



 Analizcinin mahareti; doğru noktalar arasında bağlantı kurmak, önemli bilgi/veriyi ayırt edebilmek, daha da önemlisi bilinmeyenleri tespit etmek ve bilinmeyen bilinmeyenleri öngörebilmektir. Bu ise anlama seviyesi ile ilgilidir. Anlama, sadece çok okumak değil tecrübe yolu ile de kişinin bilgi ve yetenek kazanmasıdır. 

Böylece, doğruluğu kanıtlanmış bilgi kapasitesi ile harekete geçme imkânı verir, dünyaya nasıl bakacağımızı söyler. İstihbarat, harekete geçmek için işlenmiş bilgi üretir. Bilgi, statik bir sürece sahip iken anlayış dinamik bir sürece sahiptir. Elde edilen bilgiler en sonunda bize avantaj sağlayacak ‘anlama’ya dönüşür ve anlamayı kullanarak düşünür, plan yapar, hızlı karar verir ve rakiplerimizden daha iyi oluruz. Anlayış ve istihbarat arasında güçlü bir ilişki vardır. Anlayışın veri ve bilgiden temel farkı idrak yeteneği olan birinin aklında oluşmasıdır. Anlama ise problemi çözmek için öngörü ve kanı kazandırır. Anlayış, karar vermemize ve durum içinde reaksiyon göstermemize yardım eder. Bilgi piramidinin en üstünde olan üst akıl (bilgelik) ise istihbaratın ihtiyaç duyduğu yaratıcılığa yardımcı olabilir8. Bunun için de anlama seviyesinin yüksek olması kadar geniş bir alana yayılması gerekir. Bu anlamanın yaratılması çok disiplinli çalışmaları yani istihbaratçıların akademisyenler ve teknoloji uzmanları ile çalışmasını zorunlu kılmıştır. Amerikan istihbaratının son yıllarda kullandığı “işbirlikçi istihbarat” ve 
“sözsüz anlama” gibi kavramlar9, anlama için dünya genelinde farklı kültürlerden beyinlerden istifade etmeyi öngörmektedir. 

 Alternatif Analiz.. 

 NATO’ya göre; günümüzün dünyasının süratle değişen ve geçmişte benzeri olmayan siyasi, stratejik ve operasyonel ortamında; kurumlar daha iyi uygulanacak planlar, politikalar ve prosedürler geliştirmek zorundadır. Karar vericilerin bu ortam içinde geniş bir görüş açısı sağlaması ve bağımsız eleştirel düşünce ile yaklaşması gereklidir. Alternatif Analiz (AltA), karar vericiler için bağımsız eleştirel düşünme ve alternatif perspektifler sağlayan ve bu yönde geniş bir uygulama alanı olan kabiliyet olarak düşünülmüştür. NATO tarafından 
geliştirilen bu kabiliyet, karar verme süreçlerine entegre edilerek farklı bir yöntemle anlama kabiliyeti sağlayacaktır. Genel olarak AltA’nın, yaratıcı çözümler ile riskleri azaltacağı ve fırsatları artıracağı beklenmektedir. AltA; daha doğru karar vermek için tasarlanmış bağımsız, eleştirel düşünce ve alternatif perspektif uygulanmasıdır. Buradaki “bağımsız” kelimesi düşünmemize etki eden diğerlerinin etkisi ve kontrolünden uzak olmak anlamındadır. Eleştirel düşünce ise bilginin konseptleştirilmesi, işlenmesi, analizi, sentezi ve değerlendirilmesinde entelektüel olarak disipline edilmiş süreçtir. Alternatif perspektif ise duruma, probleme veya gerçeğe farklı bir zihniyet, kültürel çerçeve veya değer ve inanç yapısı ile bakma sonucu ortaya çıkacaktır. 

Tablo 1: Alt A Teknikleri ve Uygulanması 




C:\Users\TOSHIBA\Desktop\Resim3.jpg
Kaynak: NATO Alternative Analysis Handbook, Second Edition – December 2017. 

     Alt A daha iyi kararlar vermek için problemlere farklı bir yolla bakma kabiliyeti olarak hazırlandı. Amacı, yenilikçiliği ve yaratıcılığı geliştirmek, diğer yandan anlamayı genişletmektir. AltA tekniklerinin amacı ön yargılarla mücadele etmektir. Çünkü analizci değerlendirme yaparken önceki bilgileri ve inançlarının etkisinde bilinçli ya da bilinçsiz şekilde pek çok ön yargı çerçevesinde ilerler10. AltA, mevcut süreçleri zenginleştiren analiz tekniklerinden oluşur. Ancak bu teknikler içlerinde sanayi, istihbarat ve akademik dünyadan en iyi pratiklere hâkim kişilerin oluşturduğu gruplar tarafından test edilir. NATO için yararlı olacağı düşülen seçilmiş AltA teknikleri şu şekilde sınıflandırılmaktadır (Tablo 1); 

- Yapısal teknikler (gerçekleri, problemleri ve fikirleri tanımlamak ve organize etmek için); düşünce haritası, konsept haritası ve kıymetli resimler. 
- Yaratıcı teknikler (yeni düşünce ve tahayyülleri geliştirmek amacıyla); beyin fırtınası, karşı beyin fırtınası, yazılı beyin fırtınası, yıldızyağmuru, altı şapkalı düşünme ve yaratıcı kombinasyonlar. 
- Teşhis teknikleri (problem teşhisi veya alternatif perspektiflerin test edilmesi için); SWOT, PMI (artılar, eksiler, ilginç noktalar), beş niçin, temel varsayımlar, bilginin kalitesinin kontrolü, dışarıdan düşünme, vekil rakip/rol oyunu, alternatif gelecekler. 
- Meydan okuma teknikleri (zıt veya rakip düşüncelerin test edilmesi amacıyla); Şeytanın Avukatlığı, A Timi/B Timi Analizi, pre-mortem (ölüm öncesi) analizi, ya olursa analizi. 

 AltA uygulamasının hazırlık döneminde önce analizin amacı, beklenen ürün çeşidi, katılımcılar, muhtemel sorun sahaları ve uygulanacak sürece karar verilir. Daha sonra analizin yapılacağı oda hazırlanır, gündem belirlenir, kurallar ortaya konur. Alternatif analizi için daha hazırlık döneminde tartışmaların nasıl yönlendirileceği, ürünün nasıl ortaya çıkarılacağının belirlenmesi önemlidir. Analizci grubun bir araya gelmesi ile uygulama başlar; sorular sorulur, notlar (genellikle tahtaya yazarak) alınır, grubun enerjisini kaybetmemesine dikkat edilir. Her tekniğin uygulaması ve yönetimi farklıdır. Öte yandan katılımcıların farklı görüş ve kişiliklerinin idaresi önemlidir. Sonunda ortak görüşe oy birliği ya da bir gündem 
belirlenerek ulaşılır. Tam bir sonuçtan ziyade yüzde 80 civarında soruların cevaplanmış olması yeterli görülebilir. Nihai sonuç, başlangıçta tespit ettiğiniz soruların cevaplarını tartışırken farklı bakış açılarına sahip katılımcıların üzerinde anlaştığı konular veya yeni bir çalışma programı şeklinde ortaya çıkabilir. Ortaya çıkan ürün, bir eylem listesidir ve her eylem zamanlaması ile uygulama programının bir parçası olur. Analiz yöneticisi, nihayetinde her şeyin gözden geçirildiğine ve her konuda ne yapılacağına karar verildiğine emin olmalıdır. 
 Analiz için grup kurmak kolay iş değildir. AltA yöneticisi, beklenen çıktıya ve tartışma için ayrılan sürelere odaklanmalıdır. Her zaman istenen sonuçlara ulaşılamayabilir ama sorunlu pek çok konunun tartışılması sağlanmış olur. Katılımcıların nitelikleri kadar onlara sunduğunuz bilgiler hatta çok küçük bir bilgi kırıntısı dahi sonuca etki edebilir. Bu kişilere rehberlik etmek, tartışmaları yönlendirirken bağımsız düşünmeyi teşvik etmek kadar nelerin sonuca etki edecek değerde olduğunu da belirlemek önemlidir. Bu yüzden, başkalarına söz vermeden önce her katılımcıdan istenen katkıyı almaya dikkat edilmelidir. Tartışma uzadıkça grubun enerjisi düşebileceğinden analiz programını doğal bir ritim içinde 
sürüklemek ve sonucu alacak şekilde programı düzenlemek gereklidir. Toplantı dâhilinde sürekli olarak süreç ve kapsam dengelenmeli, tarafsız bir tartışma ortamı sağlanmalı, bunu bozan davranışlar önlenmelidir. Bu ise sabırlı olmayı, ön yargılı olmamayı ve olumlu olmayı zorunlu kılar. Analiz programının her toplantısından elde edilen iyi sonuçları tespit ederken, işe yaramayanların diğer oturumları etkilemesinin önüne geçilmelidir. 

 Bilinmeyen bilinmeyenler.. 

 İstihbarat analizinde ilk adım hangi bilginin analiz edileceğine karar vermektir11. Dört çeşit bilgi söz konusudur; açık, gizli, sahte ve henüz sır olan bilgiler. Bütün bunlar bulmacanın birer parçasını oluşturur ama istihbarat bulmacaları, kareli bulmacalar gibi doğru cevabı bulduğumuzdan emin olduğumuz bir form değildir. Analiz; açık bilgilerin toplanması, gizli bilgilerin ortaya çıkarılması ve sahte veya yanlış bilgilerin tanımlanması ve ayıklanması ile istihbarat kullanıcılarına istenen bilginin sağlandığı, diğer yandan hala cevaplanması gereken veya çözülememiş bilgilerin tespit edilerek resmi yetkililerin uyarıldığı bir süreçtir. Bir analizci normal olarak analizci üç tür kavram üzerine yoğunlaşır12; 

- Bilinebilir ve bilinenler (gerçekler), 
- Bilinebilir ve bilinmeyenler (gizli, sırlar), 
- Bilinemeyenler (gizem, kehanet). 

Bu makale ile listeye yeni bir madde ekliyoruz; 

- Bilinmeyen bilinmeyenler (hiç akla gelmeyenler). 
 Soğuk Savaş döneminde bilgilerin az olduğu bir dünya vardı ve istihbaratçının işi gizlileri bulmaktı. Bugün teknolojilerin getirdiği bilgi çokluğu sadece gizli olanı bulmayı değil, bütün kaynakları kullanarak dünyayı çok iyi anlamayı gerektiriyor13. 
Yakın gelecekte Ortadoğu ya da Afganistan’da neler olacağı bugünün trendleri ortaya koyamayacağız “bilinemeyenler” kategorisine girer. Bizim bahsettiğimiz ise yeni bir kavram kategorisidir; “bilinmeyen bilinmeyenler (BB)”.  Bilinmeyen bilmeyenler, henüz ne olduğundan beri haberimizin olmadığı, daha önce hiç görmediklerimiz, bilmediklerimizdir. Örneğin 1950’lerde uzaya gitmeden önce 
insanoğlunu orada neyin beklediği BB idi. Nitekim BB kavramını ilk defa dile getiren uzay bilimcileri oldular. Çünkü uzay çalışmaları için geçmişte olduğu gibi bugün de hala pek çok BB vardır. Yani ancak uzayın derinliklerine gittiğimizde farkına varmaya başlayacağımız yeni ortam ve tehditler. Başımıza geldiğinde “O neydi?” diyeceğimiz, şimdiden tedbir getiremeyeceğimiz bilinmeyen bilinmeyenler. BB’ler kehanet ya da gizem değil, ne olduğu ve nasıl ortaya çıkacağı henüz bilinmeyen bilinmedik durumlar ve tehditlerdir. 

İstihbarat analizcisine dönersek aşağıdaki örnekler öncesinde hep birer BB idi;
 
- M.S.374’de Hunların Avrupa’ya başlattığı saldırılar, 
- 1492’de Amerika kıtasının bulunması ve 16. Yüzyıla kadar dünyanın düz olduğunun sanılması, 
- 19. Yüzyılda elektriğin icadı ve sosyal hayatı değiştirmesi, 
- Petrolün bulunması ile motorlu taşıt yapımının mümkün olması, 
- II. Dünya Savaşı döneminde nükleer silahların geliştirilmesi, 
- 1989’da internet ve klonlamanın ortaya çıkışı, 
- 2003’te Amerikan askerlerini “Irak El Kaidesi”nin beklediği, 
- 2014’de Suriye ve Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkışı. 

 Sizi bekleyen asıl tehlike; göremediğiniz, bilmediğiniz, anlayamadığınızdır. İşte bu, bilinmeyen bilinmeyendir. Örneğin Ortadoğu’da IŞİD’in yerini neyin alacağı, yeni aktörlerin kimler olacağı, İran parçalanırsa yerine kimlerin dolacağı da birer BB’dir. Gelecekte petrol yerine geçecek yeni bir enerji kaynağının bulunması, yeni bir dünya bulunması, toptan bir yok olmaya neden olacak bir salgın hastalık ya da felaketin yaşanması da birer BB’dir. 
İşte bütün bu örnekler; sadece ulusal istihbarat servislerini değil, başta NATO gibi güvenlik örgütleri olmak üzere uluslararası teşkilatları da BB’ler konusunda özel çalışmalar yapmaya zorluyor. NATO, Afganistan’da olduğu gibi göremediği, anlayamadığı, bilmediği bir düşmanla savaşarak kazanma şansı olmadığını biliyor. NATO, dünyayı AltA ile anlamaya çalışıyor ama bu BB’leri yakalamak için çözüm değil. 
 İstihbarat servisleri son yıllarda veri analizindeki gelişmeler ile anlama seviyesini artırmaya çalışıyor. Ancak, veri tabanında o kadar fazla veri var ki, herhangi bir analizcinin hepsini değerlendirmesi imkânsızdır. Bunu denese bile çok bilgi olduğu için verinin içinde ne olduğunu gösterecek tutarlı bir resim ortaya çıkarmaları fazlasıyla zor. Öte yandan uygulanan veri madenciliği teknolojileri bazı sorunlarla doludur. İstihbarat analizcisi kendisini sonuca götürecek bir yol arar ama veri madenciliği ona genellikle bir kara kutu bırakır14. Makinenin sağladıkları ilişki ağları, istatistik model gibi bilgiler izlenmeyi sağlayan bir sonuç vermez. Güçlü bir istatistiksel model ortaya çıkması için veri madenciliği programının büyük bir bilgi 
bankasına ihtiyacı vardır. Çünkü istihbaratı üretmek için sonucun arkasındaki kaynak ve gerekçe önemlidir. Teknolojinin ürettiği veri madenciliği size sadece bir hesap izlemesi verir belki bu teknoloji zamanla (örneğin yapay zekâ uygulamaları ile) daha yararlı bir hale getirilebilir. 

İstihbarat analizcisi için diğer bir sorun alanı dezenformasyondur. Analizci, hatalı değerlendirmeye yol açabilecek sahte bilginin tespitini yapabilmelidir. Her gün uluslararası işlerle meşgul biri bir problemi çözecekse elinde belirli miktarda gerçek veri olmalıdır. Böylece bilgi toplayarak yığın yapmaktansa ihtiyaç duyduğumuz gerçekler için bir süzgeç bulmuş oluruz15. Veriler oradadır ve bir düzen içine girmesi için algılanmalı ve anlamlı bir şekilde açıklanmalıdır16. Büyük bir bilgi yığını içinde bağlantılar ve uyumluluklar görmek, büyük bir saman yığını içinde iğne aramak zorundasınızdır ve bunun için hazır bir mekanizma da yoktur. Hele küresel terör ortamında samanlar birden iğneye dönüşüyorsa durum çok 
çetrefillidir. Aynı problemler bulmaca çözme veya mozaik yöntemlerini de kullanırken de geçerlidir. Örneğin ortada 33 bin tane veri/kanıt olduğu halde, Amerikan istihbaratı 11 Eylül saldırılarının olacağı BB’sini göremedi. 
 
Sonuç.. 

 İstihbarat analizcilerinin işi hep elde edilen bilgi, haber, data, olgu vb. verileri toplayıp, sınıflandırıp, işleyip, analiz edip, anlamlı sonuçlara ulaşmak oldu. Analizcinin işi dev bir bulmacayı çözmek, sonunda bütün ilgili gerçeklerin içinde açıklanabileceği bir resim anlatmaktır17 ama çağımızın asıl meselesi BB’leri bulmaktır. Analizci resme baktığı zaman sadece bir manzara görür ama anlama kabiliyeti yüksek olan analizci resimde saklı olan asıl tehlikeyi yani kaplanı fark eder. İşte bu BB’dir. Analizi derinleştirmek için diğer bir yöntem analiz türünü değiştirmek; veri (kanıt) bağımlı analiz yerine kavram (hipotez) bağımlı) analizleri tercih etmek olabilir. Nitekim bazı istihbarat teşkilleri artık kaynağa dayalı 
çalışmaktan vazgeçiyor. CIA’nın denemeye başladığı çözüm ise kaynak ve analizciyi bir araya getirmek oldu. Bunu önce terörle savaşta denediler şimdi diğer alanlara da yayıyorlar. 

Diğer yandan yenilenmiş bir analiz süreci ile analizciler ve kullanıcıları arasındaki iletişimin daha etkili hale getirilmesine çalışılıyor. Bütün bunlar, daha çok operasyonel amaçlı yani ‘istihbarata dayalı operasyon’ mottosunun gerekleri olarak düşünülüyor yani BB’yi bulmaktan daha da uzaklaşılıyor. Bu yüzden, mikro konulara odaklanıyor; dünyayı anlayamıyor, göremedikleri, anlayamadıkları bir ortamda çalışıyorlar. Anlamak için yanlış yöntemler seçiyorlar; samanlıkta kaybolan iğneyi, dışarıda arıyorlar. BB’yi bulmak ayrı bir uzmanlık işi olmalı, daha basit teknikler kullanılmalıdır. Zaten zorluk, basit olanı bulmaktır. Bunun için de düşüncelerimiz var. Merak etmeye devam edin. 

DİPNOTLAR;

1 Josh Kerbel, The U.S. Intelligence Community's Creativity Challenge, Defense Intelligence Agency, (October 13, 2014). 
2 Stephen Marrin, Improving Intelligence Analysis, Bridging the Gap Between Scholarship and Practice, Routledge, (New York, 2011). ibid, (2011), 1. 
3 Loch K. Johnson, Analysis for a New Age, Intelligence and National Security 11, No.4 (October 1996), 661. 
4 Mark V. Kauppi, Counterterrorism Analysis 101, Defence Intelligence Journal, Vol.11, No.1, (Winter 2002), 47. 
5 David Brooks, The Elephantiasis of Reason, The Atlantic Monthly 29, No.1 (Jan-Feb 2003), 34-35. 
6 Çin istihbaratı için bakınız; Sait Yılmaz, Çin İstihbaratı, Sait Yılmaz (Edt.), İstihbarat Dünyası, Kripto Yayınları, (Ankara, 2014), 
7 Bakınız; Sait Yılmaz, Temel İstihbarat Toplama-Analiz-Operasyonlar, Kripto Yayınları, (Ankara, 2018), Ek-II. 
8 Russell L. Ackoff, From Data to Wisdom, Journal of Applied Systems Analysis, Volume 16, 1989, 3-9. 
9 Bakınız; Sait Yılmaz, İşbirlikçi İstihbarat ve Küresel Kaplama, academia.eu.tr, (19 Mayıs 2018). 
10 NATO Alternative Analysis Handbook, Second Edition – December 2017. 
11 Yılmaz, a.g.e., (2018), 179 
12 Jack Davis, Tensions in Analyst-Policymaker Relations: Opinions, Facts, and Evidence, Kent Center Occasional Papers, Volume 2, Number 2, (January 2003). 
13 Gregory Treverton, Reshaping National Intelligence for an Age of Information, RAND Corporation, (California, 2003), 13. 
14 Laura K. Bate, Can American Intelligence Leverage the Data-Mining Revolution? National Interest, (May 21, 2014). 
15 Roger Hillsman Jr., Intelligence and Policy-Making in Foreign Affairs, World Politics, No.3, (April 1953), 13. 
16 Jeffrey R.Cooper, Curing Analytic Pathologies: Pathways to Improved Intelligence Analysis, Center for the Study of Intelligence Monograp,. CIA, (December 2005), 26. 
17 Hillsman Jr., ibid, (April 1953), 3. 

***

3 Şubat 2021 Çarşamba

RUSYA-ERMENİSTAN ASKERİ İŞBİRLİĞİNE KARŞI TÜRKİYE-AZERBAYCAN İŞBİRLİĞİ!

RUSYA-ERMENİSTAN ASKERİ İŞBİRLİĞİNE KARŞI TÜRKİYE-AZERBAYCAN İŞBİRLİĞİ! 



Elhan Şahinoğlu, Azerbaycan,Rusya Cumhurbaşkanı, Dmitri Medvedev,Serj Sarkisyan,Ortak Güvenlik Anlaşması,Nevruz Mehmetov,C-300 füzeleri,



Elhan Şahinoğlu, 

Azerbaycan

23 Ağustos 2010


Erivan ziyaretini sürdürmekte olan Rusya Cumhurbaşkanı Dmitri Medvedev’in 20 Ağustos’ta Ermeni meslektaşı Serj Sarkisyan’la gerçekleştirdiği ikili görüşmenin ardından iki ülkenin Savunma Bakanları Anatoliy Serdyukov ve Seyran Ohanyan askeri üs antlaş

Yeni antlaşmaya göre, Rusya Ermenistan'da bulundurduğu askeri üssün süresini 2044 yılına kadar uzatmıştır. Antlaşma gereği Rusya, üssü yeni silahlarla donatacaktır. Yeni anlaşmanın en önemli maddesi Rusya'nın askeri üssünün Ermenistan'ın güvenlik çıkarlarına da hizmet edecek olmasıdır. Rusya'nın askeri üssü eskiden de Ermenistan'a hizmet etmiştir. 5 bin kişinin bulunduğu üstte subayların yarısı, askerlerin ise tamamı cebinde Rusya pasaportu taşıyan Ermenilerden oluşmaktadır. Ayrıca, Erivan üs için Rusya'dan kira da almamaktadır. Dmitri Medvedev anlaşma töreninden sonra düzenlenen basın toplantısında Rusya'nın Kafkasya'da barış ve istikrardan yana olduğunu söylemiştir. 2008 yılında Gürcistan'la yaşanan savaşı işaret eden Medvedev şöyle devam etmiştir: "Biz Kafkasya'da iki yıl önce yaşanan olayların tekrarlanmasını istemiyoruz. Ekonomik ve güvenlik alanında bölgenin en büyük devleti olan Rusya, Kafkasya'da önemli rol oynamaya devam edecektir. Biz barış ve istikrardan yanayız. Bunun yanı sıra Rusya müttefik ilişkilerinde de sadıktır. Bu açıdan Ortak Güvenlik Anlaşması Teşkilatının üyesi olan Rusya kurumdaki destekçisi Ermenistan'ın güvenliğinden de sorumludur. Rusya müttefik ilişkilerine ciddi yaklaşmaktadır". Böylece, Erivan'da imzalanan antlaşma ve Medvedev'in basın toplantısındaki açıklamaları Rusya'nın Kafkaslardaki varlığını güçlendireceğinin kanıtıdır. Ermenistan, bu durumdan memnundur. Ermenistan Dışişleri Bakanı Edvart Nalbantyan Ermenistan'da bulunan Rus askeri gücünün ülkenin güvenliği açısından stratejik öneme sahip olduğunu kaydederek, "Rus askeri gücü sadece Rusya'nın çıkarlarına hizmet etmiyor. Ermenistan'ın güvenliği de garanti ediliyor" değerlendirmesinde bulunmuştur. Nalbantyan'a göre Rusya Ermenistan'ın askeri ve teknolojik alanda gelişimine de büyük katkı sağlamaktadır. Rusya ile Ermenistan arasında artan askeri ilişkiler ve Erivan'da imzalan antlaşma Azerbaycan kamuoyunda endişe ile izlenmektedir. Buna rağmen, Bakü'nün konuyla ilgili resmi bir açıklama yapmaması da dikkatten kaçmamaktadır. Aksine Azerbaycan Cumhurbaşkanı Dış İlişkilerden Sorumlu Müşaviri Nevruz Mehmetov yerel televizyonlara yaptığı açıklamada, Rusya-Ermenistan askeri üs antlaşmasının Azerbaycan'a bir etkisi olmayacağını vurgulamıştır. Ancak bu konuda farklı düşünenler de vardır. Birincisi, Yukarı Karabağ sorunun çözümünü üstlenen ve AGİT Minsk Grubu Eş Başkanı olan Rusya'nın Ermenistan'la askeri ilişkileri üst düzeye çıkarması bu devletin çatışan taraflara eşit mesafede yaklaşmadığını, tarafsızlığını Ermenistan'ın lehine bozduğunu kanıtlamaktadır. İkincisi, Yukarı Karabağ'da savaş çıkarsa, 1990 yılların başlangıcında olduğu gibi Azerbaycan ordusu ile Ermenistan ordusu yüz-yüze geleceklerdir. Yeni antlaşma gereği de Rusya'nın Ermenistan'daki üssü bu ülkenin güvenliğini sağlayacaktır. Yani olası savaş halinde, üsteki silahlar ve bu üsten havaya kalkacak askeri uçaklar Azerbaycan topraklarını hedef alacaklardır. Bu arada, Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov gazetecilerin sorusu üzerine ülkesinin Azerbaycan'a C-300 füzelerini satabileceğine işaret etmiştir. 

Lavrov söz konusu füzelerin savunma nitelikli olduğunu hatırlatarak, bunun bölge ülkeleri için tehlike oluşturmayacağını sözlerine eklemiştir. 

Azerbaycan yönetimi, belki, Moskova'dan C-300 füzelerini alacağı düşüncesiyle Rusya-Ermenistan askeri anlaşmasına karşı sert tutum sergilememektedir. 

Ancak Rusya-Ermenistan askeri üs anlaşması gerçek, C-300 füzeleri ise Bakü'ye verilen bir vaat niteliğindedir. Moskova yıllar öncesinden İran'a da C-300 

füzelerini satacağını vaat etmiştir, ancak Tahran bu füzeleri bu güne kadar Rusya'dan alamamıştır. Öte yandan, Azerbaycan kamuoyunda ve siyasi çevrelerinde, 

Rusya-Ermenistan askeri ilişkilerinin geliştirilmesi ve Kremlin'in müttefikine verdiği desteği artırmasına karşılık Azerbaycan'ın da Türkiye ile siyasi ve askeri 

ilişkilerini yoğunlaştırması gerektiği tartışılmaktadır. Azerbaycan'ın Rusya-Ermenistan siyasi ve askeri işbirliğine karşı tek kalmaması gerekmektedir.


https://21yyte.org/tr/merkezler/bolgesel-arastirma-merkezleri/guney-kafkasya-iran-pakistan-arastirmalari-merkezi/rusya-ermenistan-askeri-isbirligine-karsi-turkiye-azerbaycan-isbirligi-elhan-sahinoglu-azerbaycan


***


Karabağ Sorunu: Nereden Nereye?

Karabağ Sorunu: Nereden Nereye? 


Araz Aslanlı*

· Kafkasya Uluslararası İlişkiler ve Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı, Hazar Üniversitesi öğretim görevlisi

25 Kasım 2010

  Yaygın ismiyle "Karabağ Sorunu" olarak bilinen Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali sorunu, günümüzde halen, Kafkasya'nın ve bir ölçüde de dünyanın önemli sorunlarından birisi olmayı sürdürmektedir. Özellikle, çözüm adına yoğunlaşan girişimler, AGİT Minsk Grubu Eşbaşkanlarının artan ziyaretleri, Rusya'nın Kafkasya'daki çabaları ve Mayıs 2010'dan itibaren Azerbaycan-Ermenistan çatışma hattında yaşananlar, ateşkesin sıkça ihlal edilmesi ve her iki taraftan kayıpların atrması sorunun dünya gündeminde daha yoğun şekilde yer almasına neden olmaktadır. Çözüm girişimleri de çeşitli kulvarlarda devam etmektedir.

Soruna ilişkin çözüm girişimlerinin başarılı olması ve soruna kalıcı çözüm bulunabilmesi için, sorunun tarihçesinin, soruna yönelik günümüze kadarki çözüm girişimlerinin ayrıntılı bilinmesi, sorunun asıl mahiyetinin ortaya konması gerekmektedir.

Sorunun tarihçesine bakıldığında, ilk temellerinin Rusya'nın bölgeye ilişkin politikalarına ve bu çerçevede bölgeye yönlendirilmiş etnik göçlere dayandığını görmekteyiz. Bölgede eski dönemlerde mevcut olan devlet yapılanmaları içerisinde Ermeni ve Azerbaycanlı[1] nüfus bulunmuş ve etnik menşeli savaşlar söz konusu olmamıştır. Özellikle, Rusya'nın 18. yüzyıldan itibaren giderek güçlenmesi, bölgesel hakimiyetini genişletmeye ve güneye doğru inmeye çalışması, bu çerçevede Kafkasya'da üs olarak kullanabileceği devlet yapılanmasına ihtiyaç duyması, bu ülkenin bölgeye ilişkin etnik hareketlilikler gerçekleştirmesine neden olmuştur.

Rusya'nın XIX. yüzyılın ilk yarısında Osmanlı'yla ve İran'la yaptığı savaşlar sonucunda imzaladığı anlaşmalar bölgenin etnik yapısının değiştirilmesi konusunda önemli aşamaları oluşturmuştur. Rusya ile İran arasında imzalanan 1828 Türkmençay Anlaşması, İran topraklarında yaşayan yüzbinlerce Ermeni'nin bu anlaşma ile Rusya'nın kontrolü altında kalacak olan Karabağ bölgesine ve günümüzdeki Ermenistan topraklarına göç ettirilmesini öngörmüştür. Osmanlı ile Rusya arasında imzalanan 1829 Edirne antlaşması ile de 84.000 civarında Ermeni Karabağ bölgesine getirilmiştir[2]. Günümüzde o dönemlere ilişkin en güvenilir kaynaklar olarak kabul edilen önemin Rus tarihçilerine göre bu süreçler sonunda 1800'lerin ortalarına kadar toplam bir milyon civarında Ermeni, günümüzdeki Ermenistan topraklarına ve Karabağ bölgesine yerleştirilmiştir[3].

Kafkasya'da Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgeler oluşturulduktan sonra ikinci aşama olarak 1900'lerin başında bir Ermeni devleti kurulmuştur. 1990'ların başları konumuz açısından iki özelliği ile dikkat çekmiştir. Öncelikle, bu dönemde Türkiye'nin doğusunda ve genel olarak Kafkasya'da Ermeni hareketleri yabancı güçlerce desteklenmiştir. Bunun yanında dikkat çeken diğer husus, Rusya'nın özellikle Kafkasya'da merkez yönetime karşı güçlenen milli hareketleri birbirleriyle çatıştırmak suretiyle zayıflatma girişimi olmuştur. Azerbaycanlılar ile Ermeniler arasında XX. yüzyılın başlarında yaşanan çatışmalar büyük ölçüde bu çerçevede gelişmiş ve her iki toplumun aydınları olayı bu çerçevede değerlendirme bilinci göstermişlerdir. 

Nitekim, ileriki dönemlerde bölgenin Sovyetler Birliği içerisinde yer almasıyla sorun dindirilirken (dondurulurken), geçmişe yönelik değerlendirmeler de, sürekli olarak, Çarlık yönetiminin kendisini korumak için etnik çatışmaları alevlendirdiği vurgulanmıştır. Fakat ne gariptir ki, aynı Sovyetler Birliği'nin yöneticileri, Sovyetler Birliği'nin dağılma sürecinde Çarlık Rusyası'nın taktiklerine başvurmak tan geri kalmamıştır[4].

Bunların yanı sıra Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan yıkılışına kadarki dönemde Azerbaycan içerisinde Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi isimli yapının oluşturulması, bu yapı içerisinde Ermenilerin etnik yoğunluğunun sağlanması, DKÖB'nin Ermenistan'a birleştirilmesi için kapsamlı hazırlıkların Sovyetler Birliği içerisinde ve dışında sürdürülmesi, Sovyetler Birliği'nin dağılması sürecinde bölgede çatışmaların alevlenmesine neden olmuştur. Aşamalı olarak önce karşılıklı etnik nefret artmış, Azerbaycan-Ermenistan sınırında ve Azerbaycan içerisindeki eski DKÖB coğrafyasında küçük çaplı çatışmalar baş göstermiş, Haziran 1992'den itibaren ise bu çatışmalar savaşa dönüşmüştür. Bu döneme kadar Ermenistan'ın milli orduya sahip olmasına karşın Azerbaycan'da mevcut olan yönetimlerin milli ordu kurulması konusuna sıcak bakmaması nedeniyle, Ermenistan birlikleri Azerbaycan toprakları'nın yaklaşık yüzde 5'ini işgal altına almıştır. 25-26 Şubat 1992 tarihinde Ermeni kuvvetlerinin, bölgedeki 366 sayılı Rus askeri birliğinin desteğiyle, Azerbaycan'ın Hocalı rayonunda gerçekleştirdikleri katliam çok sayıda yabancı devletin ve uluslararası kuruluşun da sert tepkisine neden olmuş[5], fakat bu katliamı gerçekleştirenler hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.

Haziran 1992 - Kasım 1992 arasındaki çatışmalarda Azerbaycan birlikleri Ermenistan işgali altındaki toprakların büyük bir kısmını (yaklaşık yüzde 3.5'ini) işgalden kurtarabilmiştir. Fakat, 1992 sonlarından itibaren Ermenistan savaşı kendi lehine çevirmiş, Azerbaycan toprakları üzerindeki işgallerini artırmıştır. Ermenistan ordusunun 27 Mart-3 Nisan 1993 tarihleri arasında devam eden saldırıları sonucunda Azerbaycan'ın Kelbecer rayonu Ermenistan tarafından işgal edilmiştir.

BM Güvenlik Konseyi'nin soruna ilişkin ilk kararı bu işgal sonrasında alınmıştır. 822 sayılı bu karar, işgal edilmiş Kelbecer rayonunun biran önce ve şartsız olarak terk edilmesi gerektiğini vurgulamıştır[6]. Fakat, Ermenistan'ın oyalayıcı politikalarının uluslararası kuruluşlar tarafından hoş görülmesinin de etkisiyle bu karar uygulanamamıştır. Bunun sonucu olarak, 1993 yılı sonuna kadar Ermenistan Azerbaycan topraklarını işgal etmeyi, BM Güvenlik Konseyi de bu işgallere son verilmesini isteyen kararlar almayı sürdürmüştür.

Bu arada, çeşitli uluslararası kuruluşlar düzeyinde sorunun çözümüne yönelik girişimler olmuştur. Bu konuda en yetkili yapı olarak AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur[7]. Minsk Grubu'nun ve Rusya'nın özel girişimleri sonucunda Mayıs 1994'te Azerbaycan ile Ermenistan arasında ateşin durdurulmasını öngören bir dizi anlaşma imzalanmıştır[8]. Mayıs 1994'ten günümüze kadar, ara sıra ihlal edilmekle birlikte bu ateşkes durumu sürdürülmüştür.

Ateşkes döneminde sorunun çözümüne yönelik girişimler Minsk Grubu başta olmakla, çeşitli uluslararası kuruluşlar ve çeşitli devletler aracılığıyla sürdürülegelmiştir. Bu çabalar içerisinde en önemlileri AGİT Minsk Grubu'nun taraflara sunduğu üç barış planı önerisi olmuştur. Bu planlardan ilk ikisi Ermenistan, üçüncüsü ise Azerbaycan tarafından kabul edilmediği için uygulanma şansı bulmamıştır. Kabul edilmemesine rağmen uzun süre gizli tutulan planların 21 Şubat 2001'de Azerbaycan'ın resmi gazetesinde yayınlanması tartışmaya neden olmuştur[9]. Her üç planda da kesin bir barış anlaşmasının imzalanması, Ermenistan birliklerinin Azerbaycan dışına çıkması, Laçin hariç eski DKÖB sınırları dışındaki Azerbaycan topraklarının tamamen terk edilmesi, Azerbaycanlı mültecilerin geri dönüşlerinin sağlanması ve Azerbaycan içerisinde eski DKÖB çerçevesinde bir yapı kurulması öngörülmüştür. Planlar arasındaki farklılıklar sadece bu sürecin hangi aşamalarla gerçekleştirileceğine ve kurulacak yapının statüsünün ne şekilde düzenleneceğine ilişkin olmuştur. Sonraki süreçte soruna ilişkin "Paris İlkeleri", "Prag Süreci", "Madrid İlkeleri", "Moskova Bildirisi", "Yenilenmiş Madrid İlkeleri" önemli aşamalar olarak dikkat çekmiştir[10]. Yukarıda ifade edilen önemli noktaların tümü sorunun tarafları ve arabulucular tarafından hem içerik, hem ortaya çıkış süreci, hem de anlam olarak farklı şekilde yorumlanmıştır. Azerbaycan eski Devlet Başkanı Haydar Aliyev ve mevcut Devlet Başkanı İlham Aliyev, bu süreçte birkaç defa görüşmelerin bu şekilde sonuçsuz olarak sürmesi halinde Azerbaycan'ın topraklarını Ermenistan işgalinden kurtarmak için askeri yola başvurabileceğini de ifade etmişlerdir. Özellikle, Ermenistan'da ve Azerbaycan'da seçim olacağı dönemlerde soruna ilişkin görüşmelerin askıya alınması konusunda uzlaşıya varılmıştır.

Yapılan görüşmeler içerisinde kamuoyuna yansıdığı kadarıyla imzalanan tek belge ise Rusya Devlet Başkanı Medvedyev'in arabuluculuğuyla Rusya'da 2 Kasım 2008'de gerçekleştirilen görüşme sonrasında, "çözüm için askeri yola başvurulmayacağına" ilişkin kabul edilen Moskova Bildirisi olmuştur[11]. Büyük beklentiler oluşturulan Ekim 2009'da gerçekleştirilen Kişinev'deki görüşme dahil birçok görüşme ise ya hiç sonuç alınamadan ya da bazı küçük konularda uzlaşma sağlanarak sonuçlanmıştır.

Sorunun çözümüne ilişkin günümüze kadarki girişimlerin ciddi bir sonuç vermediği ortadadır. Sadece 1997 yılı sonlarına doğru barışa ilişkin umutlar yeşermişse de barış planına sıcak bakan Ermenistan Devlet Başkanı Ter-Petrosyan'ın[12] Ermenistan'da yaşanan iç siyasal süreç sonrasında görevinden ayrılmak zorunda kalması ve yerine savaş yanlısı Koçaryan'ın gelmesi bu umutların sona ermesine neden olmuştur. Koçaryan'dan sonra iktidara onun devamcısı olarak kabul edilen Serj Sarkisyan'ın gelmesi de durumu değiştirmemiştir. Günümüzde Azerbaycan ve Ermenistan kamuoylarının soruna bakış açılarının tamamen ters noktalarda olduğu da göz önünde bulundurulunca soruna çözüm bulunmasının zorluğu daha rahat anlaşılmaktadır.

Konuya ilişkin girişimlere bakıldığında, bakış açısının doğru olmaması, bölgenin şartlarının ve özelliklerinin yeterince dikkatli değerlendirilmemesi, sorunun tarihçesinin ve asıl mahiyetinin göz ardı edilmesi ve benzeri nedenlerden dolayı soruna ilişkin çözüm önerilerinin aslında ciddi çatışma potansiyeli taşıdığı görülmektedir. Sorunun asıl mahiyetinin Ermenistan'ın Azerbaycan topraklarını işgal etmesi ve sınırlarını genişletmeye çalışması olduğu açık olmakla birlikte, Azerbaycan içerisindeki Ermeni azınlığın durumunun ne olacağı, onların haklarının ne şekilde sağlanacağı da önemli bir konudur.

Sorunun gerçek anlamda çözüme kavuşturulması için Azerbaycan toprakları üzerindeki Ermenistan işgalinin sona erdirilmesi şarttır. Zira işgalin sürmesi, sorunu içinden çıkılamaz hale getirmektedir. İşgalin sona erdirilmesi için ya uluslararası güçlerin aracılığıyla bir barış planının hazırlanması ve biran önce bu planın uygulanmasının sağlanması, ya da Azerbaycan'ın meşru müdafaa hakkını kullanarak Ermenistan ordusunu kendi sınırları dışına çıkarması gerekmektedir. Mevcut uluslararası hukuk düzenlemelerine bakıldığında Azerbaycan'ın meşru müdafaa hakkına sahip olduğu ve bu hakkın halen devam ettiği görülmektedir.

Sonuç olarak, sorunun gerçek anlamda ve uzun vadeli çözüme kavuşturulması için şu adımların atılması gerekmektedir:

1) Azerbaycan'ın toprak bütünlüğünün biran önce sağlanması;

2) Buna paralel olarak Azerbaycan'da yerel yönetimlere ve azınlık haklarına ilişkin düzenlemelerin daha da geliştirilmesi, bu alanlara ilişkin uygulamaların uluslararası denetime açık tutulması;

3) Azerbaycan içerisindeki Ermeni azınlığın, uluslararası kuruluşların da yardımıyla güvence altına alınması, sosyal, ekonomik, kültürel ve diğer alanlarda gelişimlerinin sağlanması;

4) Tüm bunlar yapılırken, Kafkasya'nın etnik yapısından kaynaklanan hassasiyetin dikkate alınması.


KAYNAKÇA:

[1] Azerbaycan Türkleri ya da Müslüman kimliğiyle de ifade edilmiştir.

[2] Colonial Policy of the Russian Tzarism in Azerbaycan in 20-60s XIX Centu ry, Part I, Moskow-Leningrad, 1936, pp. 201, 204; Reşid Göyüşov, Qarabağın Keçmişine Seyahet, Bakü, Azerbaycan Devlet Neşriyyatı, 1993, s. 75.

[3] N. N. Şavrov, Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazie, Sankt Petersburg, 1911, ss. 59-61.

[4] Araz Aslanlı, Karabakh Problem – History, Essence, Solution Process, Baku Nurlar Press, 2009, s.14-16.

[5] http://www.amnesty.org/ailib/aipub/1994/Eur/551294.Eur.Txt ; http://www.unhchr.Ch/huridocda/huridoca.Nsf/0/7c3561e40d2d3d07c1256bae00447b7f?Opendocument ; "Nowhere To Hıde For Azerı Refugees", The Guardian, 2 Eylül 1993; "The Face Of A Massacre", Newsweek, 16 Mart 1992; "Massacre By Armenıans", The New York Times, 3 Mart 1992; Thomas Goltz, "Armenıan Soldıers Massacre Hundreds Of Fleeıng Famılıes", The Sunday Times, 1 Mart 1992; "Corpses Lıtter Hılls In Karabakh", The Times, 2 Mart 1992; Jill Smolowe, "Massacre In Khojaly", Tıme, 16 Mart, 1992, "Nagorno-Karabagh Victims Buried İn Azerbaijani Town", The Washington Post, 28 Şubat 1992;

[6] BM resmi internet sayfası, http://www.un.org/Docs/scres/1993/822e.pdf .

[7] http://www.osce.org/docs/russian/1990-1999/mcs/adhels92rhtm .

[8] http://www.cis.minsk.by/russian/cis_peace.htm .

[9] "Dağlıq Qarabağ münaqişesinin aradan qaldırılmasına dair herterefli saziş", Azerbaycan, 21 Şubat 2001 ; http://www.c-r.org/our-work/accord/nagorny-karabakh/keytexts18.php.

[10] Aslanlı, Karabakh Problem..., s. 75.

[11] "Russia's Medvedev hosts Nagorno-Karabakh talks", Nov 2, 2008, http://www.reuters.com/article/latestCrisis/idUSL2389234

[12] "Armenian, Azerbaijani presidents meet", http://www.hri.org/news/balkans/rferl/1997/97-10-13.rferl.html

***

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin

O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin.


06 Mayıs 2008

ÖZCAN YENİÇERİ 

"Türkiye’deki kanlı terörü örgütleyen adamı tutmuş kafese tıkmışsınız. Onun için bir de şahsa özel ada tahsis etmişsiniz. Onca güvenlik görevlisi ve yetkili görevlendirilmişsiniz."

Adam buna rağmen içeriden dağdaki terörünü ve teröristini yönetiyor. Kendisini ziyarete gelen avukatları vasıtasıyla rutin olarak dağdaki canilerine ve ovadaki uzantısı olan siyasilere talimatlarını ulaştırıyor.

İmralı Kandil İle Bağlantı Halinde!

Bu yüzden bu cani, avukatları aracılığıyla dağdaki teröristlere talimatlar verdiği için yedinci kez hücre cezasının çarptırılıyor.

Şu hale bakar mısınız? Daha önce 6 kez 20'şer günlük hücre cezasına çarptırılan Öcalan, 20 gün boyunca tek kişilik odasında kalmaya devam ediyormuş. Bu arada muhterem (!) kitap, gazete ve radyodan mahrum ediliyormuş. Bu cani bu defa 7. kez hücre cezasına çarptırılmış. Yani sizin anlayacağınız, bu hücre cezaları adamı kesmiyor. Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kopartmak bu mantık ve yaklaşımla mümkün olmuyor.

"Sabret az kaldı" mesajı!

İmarlı'daki katil, bu ceza üzerine oldukça pişkin bir biçimde bir de şu açıklamayı yapıyor: "Bu cezayla PKK'den, özgürlükten, Kürtlükten vazgeçmemi istiyorlar. Böyle şey olur mu, ben nasıl özgürlükten vazgeçebilirim". Hâlâ bu adam böyle konuşuyorsa onun dışarıdan daha çok içeride sırtını dayadığı bir yerler olduğunu gösterir. Hücre cezası adamı kesmiyor. Ödül gibi verilen cezalar hiçbir zaman caydırıcı olmaz! Leyla Zana'nın "2010 yılında aramızda" söylemini bu çerçevede düşünmek gerekir. Bu, İmralı canisine"sabret az kaldı!"mesajıdır.

Sonuçta Bay caninin, avukatları vasıtasıyla ulaştırdığı terör talimatlarıyla Mehmetçikler şehit ediliyor, masumlar katlediliyor, mayınlar döşeniyor ve gösteriler yapılıyor. Bu adam talimatlarını da sözde hukuk adamı (!) olan avukatlar aracılığıyla ulaştırıyor. Anlayacağınız caninin kuryeleri okumuş yazmış olmanın ötesinde bir de avukattır.

Terörün avukatları icrayı sanat ediyorlar!

İşte bu terör kuryesi avukatlar AİHM'de Öcalan'a verilen hücre cezasının kendilerine bildirilmemesini, daha önce AİHM'de Öcalan'ın cezaevi koşullarının "tecrit" olduğu iddiasıyla açılan davaya da delil olarak sunmuşlardı. Bütün olup bitenler, "hırsız yeğin olursa ev sahibini bastırır" sözünü hatırlatıyor.

Bu katil başını dağa talimat ulaştıramaz hale getirirsek AİHM ne der? AB nasıl karşılar?

AB'ye babalar gibi tam üyelik sürecimiz nasıl etkilenir? Korkusundan yetkililer bu caniye karşı ciddi önlemler almaktan kaçınıyor. Taksim'de bayram kutlaması yapmak isteyen işçilere karşı gösterilen yasal güç, İmralı söz konusu olunca buharlaşıyor!

AB ne der? ABD nasıl karşılar?

Terörist başı ve avukatlarının yaptıklarına karşı yasalar ancak bu zatı 20 günlük hücre cezasına çarptırabiliyor. Yani bu caniyi içeriden dışarıya talimat ulaştırmasını engelleyecek etkili yasa yok. Bir de ardında AB ve ABD olunca ek tedbir almak da iktidarın işine gelmiyor. İktidar 301. maddeyi değiştirerek "Türklüğe hakaretten" yargılananları, yargının pençesinden kurtarmakla meşgul olurken, terörist başı ve yandaşları giderek ülkeyi terörle mücadele edemez duruma getirmektedirler.

Döktüğü kandan gurur duyuyor!

Kandil ile İmralı'nın bağlantısını kesmek en az Kandil'i bombalamak kadar önemlidir. Türk milleti, Apo'nun döktüğü kandan gurur duymasını değil, o kanda boğulmasını istiyor. Bunun için ne gerekirse o yapılmalıdır. Yasaları değiştirmek gerekirse değiştirin!

O caniye dağdaki terörü idare etme hakkı vermeyiniz! Caniyi yasalara uyar hale getiriniz! AB olmasa da bu vatan için toprağa düşmüş şehitler toprağın altından sizden bunu bekliyor!


O Caniyi Yasalara Saygılı Hale Getirin (21yyte.org)


***

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması

Edip Başer Paşa'nın Görevden Alınması


  

24 Mayıs 2007

     AKP hükümeti, emekli orgeneral Edip Başer’i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay’ı atadı.

AKP hükümeti, emekli orgeneral Edip Başer'i terörle mücadele koordinasyon görevinden aldı ve yerine büyükelçi Rafet Akgünay'ı atadı. Türk halkının hiç benimsemediği, devlet kuruluşlarının kerhen kabul ettikleri bir Amerikan teklifinin sonucu olan bu makam ağır tepkileri üzerinde topladı. Bu makamın görünürdeki görevi PKK'nın Irak'taki varlığına yönelik Amerikan-Türk politikalarını koordine etmekti. Ancak gerçekte bu mekanizma Türkiye'nin Kuzey Irak'taki PKK kamplarına yönelik askeri müdahalesini ertelemek, durdurmak amacını ifa etti.
Aradan geçen süre içinde Amerikalılar Türk tarafından gelen tepkileri azaltmak için koordinasyon mekanizmasının oluşturulması ile hiç ilgisi olmayan PKK'nın Avrupa'daki para kaynakları gibi konularda bazı yardımlar üreterek vakit geçirdiler. Edip Başer Paşa ise Türkiye'de yükselen tepkileri üzerinde topladı. Sanki bu mekanizmanın sorumlusu, PKK'nın eylemlerini durduramayan adam imiş gibi ağır bir şekilde suçlandı. Oysa, AKP hükümetinin koordinatörlük ile ilgili ABD teklifini kabul etmesinden sonra birisinin bu görevi Türkiye adına üstlenmesi gerekiyordu. Edip Başer, Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın isteğini kırmadı ve özünde inanmadığı bir görevi kabul etti. Belki de hayatı boyunca hiç yıpranmadığı kadar son bir yıl içinde yıprandı.

Edip Başer'in kendisini ve çok inanmadığı koordinatörlük kurumunu korumak için kamuoyu önüne çıkarak sık sık açıklamalar yapması, PKK'nın K. Irak'taki varlığı dışındaki konularda da açıklamalar yapması Edip Başer Paşa'nın belki de daha fazla yıpranmasına neden oldu. Ne toplumu ikna edebildi ne de yıpranma sürecini durdurabildi aksine daha fazla yıprandı.

Kafasında taşıdığı istifa eğilimini değişik vesilelerle kamuoyu önünde dile defalarca getirdi. Artık kararını vermişti. AKP adına nezaketten yoksun görev değişimi E. Başer'in koordinasyon mekanizmasının artık çalışmadığını ve kendisinin bu görevden Haziran 2007'de istifa ederek ayrılmayı düşündüğünü açıklamasından bir gün sonra gerçekleşti. AKP Hükümeti, Başer'in yaptığı açıklamaların koordinatörlük kurumuna darbe vuracağı gerekçesi ile görevden alındığını açıkladı. Peki Erdoğan, Lübnan ziyareti sırasında koordinatörlük makamının işe yaramadığı açıklamamış mıydı?
Edip Başer Paşa'nın görevden alınmasının arkasında başka hesaplaşmaların olduğu anlaşılıyor. Her şeyden önce AKP hükümeti, Edip Başer'in Haziran 2007'de koordinasyon mekanizmasının işe yaramadığını söyleyerek bu görevden istifa etmesinin seçimler öncesinde kendisine ağır darbe vuracağını düşünerek onu görevden aldı. Bir anlamda AKP, Başer'e siyaseten ön almış oldu.
Ayrıca, MGK Genel Sekreterliği konusunda AKP hükümeti ile Genelkurmay Başkanlığı arasında yeni genel sekreter konusunda ihtilaf olduğu, Genelkurmay ve Cumhurbaşkanı'nın AKP'in istediği yeni isme sıcak bakmadığı için MGK'nın halen vekaleten yürütüldüğü ifade edilmektedir. İşte bu noktada Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt'ın önerdiği Edip Başer'i görevden alarak ve muhtemelen Genelkurmay Başkanlığının görüşünü almadan büyükelçi Rafet Akgünay'ı koordinatörlüğe atayarak, AKP hükümeti "rövanş" alıyor.

Sonuç olarak, koordinatörlük mekanizması ABD'nin Türkiye'ye kurduğu bir tuzaktı. Bu tuzağı etkisizleştirmenin yolu, bu mekanizmayı şartlı ve süreli olarak kabul etmekti. Yani Ankara, Washington'a "terör koordinasyon mekanizması üç ay süreli bir mekanizma olmalı ve üç ay içinde şu adımlar atılmalı" diyerek mekanizmayı kabul etmeli idi. Böylece ABD'nin elinden "Türkiye bütün diplomatik mekanizmaları kullanmadı" gerekçesi alınmış ve PKK'ya karşı önlemler hızlandırılmış olacaktı. 

En azından Türkiye daha hızlı ve etkili önlemler alma konusunda bağımsız olacaktı.

https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/edip-baser-pasanin-gorevden-alinmasi



PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler

 PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler,






 
11 Kasım 2014


Şanlı Bahadır Koç, 


   Türkiye’nin bir numaralı güvenlik meselesinin PKK olduğu açık olmalıdır. 

Bu konunun dış ilişkilerimizde, askeri stratejimizde, Orta Doğu’ya yönelik politikamızda hep en öncelikli konu olması gerekir. Hükümetin konuya 12 yıl boyunca gösterdiği yaklaşımsa bundan çok uzak olmuştur. PKK Türkiye’nin birliğini, iç ve dış güvenliğini, huzurunu, ekonomisini tehdit eden bir güç değil de sanki ikinci dereceden “sıkıntı” gibi değerlendirilmiştir. Sanki PKK “olmasa daha iyiydi, ama var işte”. Örgütün personel sayısı, ideolojik çekicilik, askeri şöhret, örgü yapısı, liderliğinin plan yapma, karar alma ve uygulama kapasitesini ve Türkiye’ye zarar verme yeteneğini azaltmak, amaçlarını ve hayallerini geriletmek, desteğini azaltmak makul, meşru ve üst düzey önemde konular gibi görülmemiş tir. Bu yönde çaba harcamanın işe yaramadığı düşünülmüştür. “Irak’a 24 harekat düzenledik ama PKK hala var, demek ki bunların bir faydası yok” nakaratı o kadar çok tekrarlanmıştır ki ne kadar saçma olduğu unutulmuştur. Kimse de çıkıp dememiştir, “dişlerimizi her gün fırçalıyoruz ama reklamlardaki kadar bembeyaz olmuyorlar, ama bu yüzden diş fırçalamak gereksizdir denebilir mi” diye. O operasyonlar yapılmasa idi PKK şimdi daha güçlü olacaktı ve eğer o operasyonlar daha titiz planlansa, daha sürpriz şekilde yapılsaydı PKK bugün bu kadar güçlü olamayacaktı. Bazı insanların kafasında askeri güce yönelik alerji ve önyargılar o kadar güçlüdür ki, bu çok basit gerçeği “beyin zarları”ndan içeri geçirmek atomu parçalamaktan daha zordur.  

AKP, PKK ve Süreç

Türkiye’nin Irak, İran, Suriye ve İsrail ile olan ilişkilerini düzenlerken atılacak adım ve söylenecek sözler hep bu PKK meselesine nasıl etki edeceği düşünülerek hesaplanmalıydı. Orta Doğu’da şöhret ve popülerlik geçici, beyhude, faydası sınırlı ve genelde maliyetlidir. Biz bölgede başka konularla meşgulken örgütün ülke içinde ve bölgede elde ettiği mevziler ise somut, tehlikeli ve belki de kalıcıdır. PKK gibi bir problemle karşı karşıya olan bir ülkede liderlerin her gece yatmadan önce “bugün PKK’ya karşı ne yaptım” diye sormaları gerekir. AKP’li liderlerin bunu yaptığını hayal etmek zordur. İki mesele arasında çok büyük farklar olduğunu unutmadan belirtmek gerekir ki, örneğin İsrailli liderler için Filistin meselesi –son zamanlarda eklenen İran tehdidiyle beraber- kesinlikle böyledir. En tepeden yeterince ilgi görmeyen konular bürokrasinin daha alt katlarında da az önemli gibi algılanabilir. AKP, PKK meselesini “eski Türkiye’den devraldığı” bir yük, nasıl olursa olsun kurtulunması gereken bir ayakbağı gibi görmüş ve örgütle yapılan mücadeleyi kazanmaktan çok “bitirmeyi” daha önemli görmüştür.

Türk güvenlik güçlerinin bugün ve gelecekte PKK’yla hangi felsefe, doktrin, personel yapısı, organizasyon, istihbarat, silah, teçhizatla savaşması gerektiğine dair AKP hükümetleri döneminde siyasilerin ve onların yönlendirdiği bürokratların çok fazla kafa yorduğuna dair dışarıya pek bir işaret yansımamıştır. Muhalefet partilerinin de göreve gelmeden çok önce bu konuda gerçekçi, rasyonel, analitik, ayrıntılı ve titiz plan ve kadrolarını hazırlamaları gerekir. Ancak siyaseti biraz yakından takip eden hiç kimse bu konuda iyimser olamaz. Türkiye’de stratejik konularla ilgili konuşma konusunda büyük bir isteklilik olmakla beraber gerekli donanım ve tecrübeye sahip insanların, stratejik meselelerin “gramerine”, teorisine, kavramlarına ve tarihine, dünyadaki örneklerine ve tartışmalarına vakıf insanların sayısı sanki çok değil gibidir. Türk medyasında, üniversitelerinde ve hatta düşünce kuruluşlarında terörle mücadele konusunu meselenin Türkiye’deki tarihini, dünyadaki akademik ve siyasi tartışmalarını tam mesai yaparak takip edenlerin sayısı tehlikeli derecede azdır. Olanların da hükümetler tarafından görüşlerine başvurulduğu, dinlendiği ve hatta anlaşıldığından emin olamıyoruz. Türkiye’de mevcut ve emekli bürokratlar ve askerler, akademisyenler, uzmanlar, gazeteciler arasında sınırlı ve kapalı devre de olsa bir terörle mücadele tartışması yoktur. YÖK ve benzer kurumların yurtdışında terörle mücadele konusunda çalışmak için burs verdiği öğrenciler olmamıştır. Bu konulara hasredilmiş süreli yayınlar, verilen burslar, düzenlenen konferanslar, uzmanlaşmış web siteleri, verilen dersler, entegre üniversite programlarından oluşan entelektüel bir terörle mücadele ekosistemimiz olsaydı bugün PKK’ya karşı durumumuz “böyle” olmayabilirdi. PKK büyüklüğünde problemi ve kendisine saygısı olan başka hiçbir ülkenin üniversitelerinde o terör örgütüyle ilgili yapılmış çalışmaların toplam sayısı mesela postmodern şu veya bu yazarın eserleriyle ilgili olandan daha az olmazdı ama maalesef Türkiye’de durum budur.  

Tüm bu genel kurumsal ve entelektüel eksiklikler yine de AKP’nin PKK konusunda gösterdiği zafiyet, ilgisizlik ve başarısızlığın mazereti olamaz. AKP, PKK’ya karşı bazı büyük karakol saldırılarından sonra kamuoyunun “gazını almak” için yapılan ve etkisinin kendi ilan ettiğinden çok daha az olmuş olma ihtimali yüksek kozmetik birkaç operasyon sayılmazsa, PKK’yı aslında büyük ölçüde kendi haline bırakmıştır. ABD’nin Irak’taki varlığı sırasında Washington’la PKK konusunda etkili pazarlıklara girilememiş, bu başkentin bizi oyalaması ve uyutmasına izin verilmiştir. Bu dönemde PKK tekrar güçlenmiş, serpilmiş, personel, silah, kaynak, askeri ve siyasi örgütlenme anlamında ilerlemeler kaydetmiştir. Örgüte yardım eden veya göz yuman Barzani gibi dış aktörler cezalandırılmak bir yana ödüllendirilmiştir. PKK’lı olmak riskli bir şey olmaktan çıkmıştır. Kandil bir bir tatil kampı kadar güvenli hale gelmiştir. Türk kamuoyu PKK ile mücadele konusunda iktidardan ve medyasından da etkilenerek ilgisiz, isteksiz, bıkkın ve yorgun hale gelmiştir. Bu dönemde Kürtçü tezlerin çoğu medyada “başköşedeki değişmez mobilyalar” haline gelmiştir. PKK’ya karşı daha sert politika ve yaklaşım önerenlere medyada oldukça sınırlı derecede ve daha çok “hadi bunlardan da biri olsun bari” edasıyla yer verilmiştir. Hükümet PKK’yla mücadeleyi zayıflatmayı adeta ülke siyasetinde daha önceki dönemde hakim olan sağlıksız ve anti-demokratik asker etkisini azaltma ve hatta onun intikamını almanın bir yolu gibi görmüştür. Bu arada askerler eskiden ne demiş ve yapmışsa onun tersini doğru kabul etme gibi bir refleks oluşmuştur.

Müzakere

Terör örgütleri ile görüşülmez diye bir şey yoktur. Müzakere de edilebilir. Ancak bu müzakerelerin alenen, stratejik konularda ve üst düzeyde yapılmasının şartları, bedelleri, mahzurları ve riskleri vardır. Esir değişimi, kısmi ve geçici ateşkes, lokal ölçekteki bazı insani meselelerde terör örgütleriyle görüşülebilir. Daha üst düzeyde görüşmelerinse kesinlikle en azından belli bir süre gizli olması gerekir. Devletlerin nihai ve stratejik ölçekte “çözüm odaklı” müzakerelere oturmadan önce, 


1) Terör örgütüne karşı verebileceği mücadelenin azamisini verdiğinden emin olması, 

2) Örgütü yeterince “döverek” onu hem yetenek hem de amaçları ve iradesi boyutunda zayıflatması, 

3) Özellikle örgüt liderlerine kendilerine yönelik sürekli, etkili, sürpriz, nokta saldırılar olacağını düşündürtmesi, 

4) ve dolayısıyla “mızıkçılık” yapmanın, oyalama, “salam” ve kandırmaca taktiklerine başvurmanın bedeli olacağını göstermiş olması gerekir. 


   Karşı tarafın kabul edilebilir bir çözüm için kıvama geldiğinden emin olmadan ve onu geri alınmaz bazı ödünler vermeye zorlamadan oturulan pazarlıkların ve verilen ödünlerin savunması olamaz. Silahlı çatışma müzakere sırasında tamamen durmak zorunda da değildir. Ateş gücü, şiddeti tırmandırma konusunda yeteneği ve “siniri” konusunda üstün olduğunu karşı tarafa kabul ettirerek oturulan ve sürdürülen müzakerelerde devletlerin başarılı olma ihtimali daha yüksektir. Türkiye PKK ile müzakereye yukarıdaki şart ve avantajların hiçbirini sağlamadan oturmuştur. Bu askeri üstünlüğü sağlamaya çalışıp başaramamış bile değildir. Bunu denememiştir. Buna karşılık belki denebilir ki, “şimdi biz askeri üstünlük kazanmaya çalışsak, onlar bombalar patlatacaktı ve bu kısır döngü sürecekti. Biz bunu gördük ve o yola hiç girmedik”. Belki de. Ama sanki cesaret ve sabır eksikliği, orduyu PKK ile daha iyi savaşacak hale getirmek için çaba harcamak istememe, bunun nasıl olabileceği hakkında bir fikri olmama, hep kolay kısa yollardan sonuca ulaşmaya çalışma, terörle mücadelenin zor ve uzun bir yol olduğunu görememe, iç siyasi beklenti ve endişeler AKP’nin müzakereye –belki farkında bile olmadan- “düşük koltuk”ta başlamasına neden olmuştur. PKK’yla anlaşma isteğinin değilse bile zamanlamasının muhtemelen seçimler gibi iç siyasi nedenleri vardır. PKK’nın bunun farkında olduğu açıktır. PKK zaten herhalde Ankara’da AKP’nin iktidar olmasını tercih eder. Bu parti ve liderlerinin müzakere etmede kendilerine aşırı güven duyduklarını, bu konuyu “çözerek” tarihe geçmek istediklerini, daha önce bu konuda başarılı olunamamış olmasının geçmişteki beceriksiz, vizyonsuz ya da kötü niyetli liderler nedeniyle olduğunu düşündüklerini de söyleyebiliriz.AKP’nin DNA’sında her sorunun biraz iyiniyet ve yaratıcılıkla çözülebileceğine dair çocukça – ve sonuçları bu kadar vahim olmasa komik- bir inanç ve iyimserlik vardır. AKP’nin müzakere masasına otururken muhatabının siyasi durumunu, gücünü, zaaflarını, liderliğini, amaçlarını, düşünme ve karar alma biçimini, bölgesel durum ve senaryoları yeterince çalışmadığını da düşünüyoruz. Ayrıca MİT kurumunun Öcalan’ı kullanma konusunda hep olagelmiş ama bizim abartılı bulduğumuz ve Türkiye’nin elinde patlayacak diye korktuğumuz takıntısının AKP’lilerce de “satın alındığı” görülmektedir.    

Halbuki AKP’nin yürüttüğü süreçte örgüte karşı silahlı, psikolojik ve diplomatik üstünlüğün hiç ele geçmemiş olduğu görülmektedir. PKK müzakereyi devletin kendisine ve kendisi üzerinden Kürtlere tek taraflı, somut, geri alınamaz ödünler vermesi olarak görmüş ve Hükümet de bu algıyı bozacak bir adım atamamıştır. PKK müzakereye daha fazla ihtiyaç ve istek duyan tarafın AKP olduğunu ne unutmuş ne de AKP’nin unutmasına fırsat vermiştir.PKK silah bırakmayı bırakın asker çekme konusundaki sözlerini bile yerine getirmemiştir. Sadece asker çekmekten kaçınmakla kalmamış kamuoyunu bu konuda yanıltmıştır. Davutoğlu’nun son açıklamasından asker çekmediklerini Hükümet’in de bildiğini öğreniyoruz. Yani aslında kamuoyunu yanıltan sadece PKK değil AKP de olmuştur. Hükümetin Türk halkına “yalan” söylemiş olmasının ne kadar ciddi olduğu açık olduğu gibi bu yalanın bazen devlet işlerinde olduğu gibi bir gerekliliği ve mantığı da yoktur. Çünkü PKK’nın asker çekmekten kaçınması sınırlı bir sayı ve dönem boyunca değil sürekli ve büyük boyutta devam etmiştir. Açık konuşalım, böyle önemli bir konuda bu kadar ciddi bir yalan söylediği için AKP Hükümeti ve liderleri utanmalıdır. Çünkü bu, ünlü Fransız devlet adamı Talleyrand’ın dediği gibi, “Suçtan da beter bir şeydir, bir (stratejik) hatadır”. Bir müzakereyi karşındakinden güçsüz olarak oturarak, bunu onun bilmesini sağlayarak ve hareketinizle bu durumu tekrar tekrar üreterek kazanamazsınız. Bu durumda ne başarı ne barış, hiç bir şey kazanmak mümkün değildir. PKK alttan alınarak, “yaramazlıklarına”, “kaçamaklarına” göz yumularak, zayıf olunarak, öbür yanak her defasında dönülerek insafa getirilebilecek bir aktör değildir. PKK’nın eksiklikleri ve taktik hataları olabilir ama Orta Doğu siyasetinde geçirilen yılların getirdiği tecrübenin de sayesinde, zayıflığı koklama ve kullanma konusunda bir eksikliği olmadığı açıktır.

Süreçle ilgili bir başka bariz sorun da, bir ateşkesin örgütün bölgesel plan, meşguliyet ve “sorumlulukları” düşünüldüğünde neredeyse onun için mükemmel bir zamanda gelmiş olmasıdır. PKK “anaların ağlamadığı” saldırmazlık dönemi içinde Irak ve Suriye’de önemli coğrafi, askeri ve siyasi kazanımlar elde etmiştir. Bu dönemde arkasında bir Türkiye tehdidi hissetmemiş olması PKK’nın elini boşaltmış ve rahatlatmıştır. PKK bu dönemi çok iyi değerlendirmiş ve Suriye’deki “kantonlarını” özyönetim gibi fikirleri uygulayabileceği bir siyasi laboratuar ve “reklam filmi” olarak görmüştür. Ayrıca Suriye’deki bu bölgeler PKK’ya ateşkesin bitmesinden sonra –ki zaten örgüt AKP’den farklı olarak bu ateşkesin geçici ve taktik bir ateşkes olduğundan hiç şüphe etmemiştir-  Türkiye’ye saldırmak için yeni imkânlar da yaratacaktır. PKK Suriye’de ABD’nin yardımıyla IŞİD’i püskürtürse “ortalık durulduktan sonra” Türkiye ile pazarlığa çok daha güçlü bir şekilde oturacaktır. Kısacası şu anda yürümediği açık olan, yanlış zamanda yanlış şekilde dizayn edilmiş, zayıf oturulmuş bu “çözüm süreci” boyunca Türkiye’nin elleri “armut toplarken” PKK gücünü, manevra alanını, haklılık algısını, prestijini, popüler desteğini, kendine güvenini, dış bağlantılarını ve meşruiyetini, beklenti, hayal ve taleplerini arttırmıştır. PKK muhtemelen AKP vasıtasıyla Türkiye’nin bir çözülme psikozuna girdiğini düşünmüş olmalıdır. Haksız da değildir.

Türkiye hükümeti, devleti ve kamuoyuyla beraber PKK’ya karşı bir çaresizlik ve felç durumuna düşmüştü. Kobani sonrasında yaşanan olayların ülkeyi bahsedilen bu zihinsel, fiziksel ve iradi komadan çıkarmasını umalım. Ama somut gerçekler aslında çok fazla umutlu olmaya izin vermiyor. Olaylarda ölenlerin “daha 7si olmadan” işareti verilen yeni ödünler, jestler ve paketler saldırganı hem de hemen ve ciddi şekilde ödüllendirerek çok tehlikeli bir zayıflık sinyali göndermektedir. Bölgesel ihtirasları ve "sorumluluğu" olan PKK’nın IŞİD’in varlığı nedeniyle görünür gelecekte silahsızlanmaya ikna olması “istese bile” mümkün değildir. Bu doğruysa süreç denen şeyin altı, içi, her tarafı boş demektir. Bu durumda süreç Türkiye’nin tek taraflı vereceği ödünler silsilesi haline gelecektir. Olur da Hükümet bu konularda biraz “yavaşlar” gibi olursa PKK ülke içinde son yaşadığımıza benzer olayları tekrar yaşatmakla tehdit edecek, seçime bu şekilde girmeyi göze alamayacak AKP de kimi açık kimi gizli yeni ödünler vererek “yola gelecektir”. Kısacası AKP tamamen ters yöne giden yanlış otobüse bindiğini fark ettiği halde "durumu çaktırmazsa" sorunun kendiliğinden hallolacağını sanan birine benzemektedir.

Ancak hükümetin bu acınası haline ek olarak Kürtçülerde Türkiye’ye yönelik gösterilen kadirbilmezlik, şımarıklık, kurbanın hep kendileri olduğundan emin olmak, beleşçilik, yavuz hırsız bastırırcılık Türklerde çok ciddi bir alt duygusal karşı akım yaratıyor olabilir. MHP ise bu durumu kullanmak ve savunmayı geçelim; anlamaktan bile acizdir. Türklerin kendilerini savunmak için söyledikleri ve yaptıkları her şeyi faşistlik olarak damgalama kolaycılığına düşen “enteller” medyada hakim durumdadır. Milliyetçi entelektüeller bu tekeli zorlayıp kırabilecek bir performans gösterememişlerdir. Halbuki Türkler kendi ülkelerinde sürekli itilip kakılıp azarlanmaktan, suçlanmaktan hiç memnun değiller ve ruh hallerini artiküle edecek sözcülere ihtiyaçları vardır. Eğer bu sözcü ve siyasetçileri bulamazlarsa esas o zaman faşist duygular altta kaynamaya başlar. Bir ülkede sadece azınlığın değil çoğunluğun da hakları vardır ve evet bazılarına bu ne kadar garip gelse de, bu ülkede Türklerin de hakları vardır.

SURİYE

ABD ile bozuşmak için seçilecek konu Suriye değil PKK olmalıdır. Ancak, muhalefet partileri de Hükümetin Suriye ile ilgili bir kısmı haklı, gerekli girişimlerine tamamen kapalı olmamalıdır. Türkiye’deki Batıcı kamuoyunun yazdıklarının aksine Suriye’de buraya yeni mülteciler gelmesini engelleyebilecek ve zamanla var olanların transferini sağlayacak güvenli bölgeler kurmak mümkün olabilir. Obama’nın bu tür girişimlere mesafeli olduğu doğruysa da ABD dış politika elitleri arasında bu yönde bir eğilim oluşmaya başlamıştır. IŞİD yenilse bile onun yerini PKK ve diğer Kürtler almayacaksa Suriye’de etkin bir muhalif güç olmalıdır. Tüm eksik ve kusurlarına rağmen bu gruplara seçici, kontrollü ve şartlı da olsa destek verilmezse IŞİD’i oluşturan faktörlerin başka aşırılıkçı tehlikeler yaratacağı açıktır. Ayrıca Beşar Esad’ın muhaliflere değil IŞİD’e saldırması gerektiği, muhaliflerle Esad’ın önce Halep olmak üzere aralarında ateşkes yapmaları ve bunun için Şam’ın muhaliflere bazı jestler yapması gerektiği söylenebilir. Suriye muhalefetini tamamen terk etmek ahlaki nedenlerin dışında stratejik açıdan da Türkiye açısından yanlış olur. Yeni ve belki daha büyük mülteci akınları, PKK’nın sınırımız boyunca etkisinin daha da artması ve düşman ve muzaffer Şam rejimini arkasına alarak Türkiye için daha büyük tehdit yaratması böyle bir gelişmenin ilk akla gelen muhtemel olumsuz sonuçları arasındadır.     

Ama konu ile ilgili henüz cevabı olmayan sorular, belirsizlikler ve riskler de vardır. Muhalefetin bu konuda daha fazla soru sorup bilgi talep etmesi, muğlak noktaları netleştirmeye çalışması ve ikna olursa önce PKK’ya karşı askeri adım atılması şartıyla Hükümete sınırlı ve geçici destek vermesi doğru olabilir. Söz konusu güçte hangi ülkelerin olacağı, bunların hukuki statüleri, angajman kuralları, görev süreleri, amaçları, silahlı muhaliflerle ilişkileri gibi konular daha fazla netleşmelidir. Hükümet bu ve benzeri konularda muhalefeti daha etkili bilgilendirmelidir. Bunların yanında güvenli bölgelerin sayı ve coğrafi olarak doğru seçilmesi, Şam yönetiminin buralara yanaşmaması için yeterince caydırılması ve İran’ın buralara yönelik provokatif ve isimsiz saldırılardan kaçınması için uyarılması gerekir. AKP de en azından görünür gelecekte amacın Şam’daki rejimin devrilmesi değil durdurulması ve gerçek bir müzakereye oturmasının sağlanması olacağını kabul etmelidir.  

Son ama en az önemli olmayan bir konu da kamu diplomasi meselesidir. Türkiye Batı’dan, Kürtçülerden ve içerideki malum çevreden gelen/gelecek kendisini Kobani konusunda suçlu hissettirmeye yönelik söyleme direnip karşı koymalı ve dünyaya Kobani ve IŞİD konularında yaptıklarını ve yapmadıklarını daha etkin anlatabileceği kamu diplomasisi atakları yapmalıdır. Türkiye bu konuda bir müsteşarlığa ve hatırı sayılır bir kaynak ve personele sahip olmasına rağmen PKK, Kobani ve Suriye-IŞİD konularında dünyaya derdini anlatmaktan çok uzaktır. Medyanın titiz ve hızlı şekilde takip edilip hedef kitlelere Türkiye’nin mesajının hızlı, nokta atışla, duru ve anlaşılır bir dille etkin olarak iletilmesi imkânsız değildir. Bunun için kaynakların, argüman ve haberlerin tahlili, argüman üretme, teknik beceri ve bunları yaratacak ve yönetecek bir liderliğe ihtiyaç vardır.  Örneğin Ankara’nın pozisyon, iddia, icraat ve şikâyetlerini Türkiye’deki yabancı gazetecilere çok daha etkin bir şekilde aktarmanın mümkün olduğundan eminiz.         

SONUÇ

PKK konusunda “zorunlu hareketler” örgüt hakkında doğru, hızlı, nokta, insan kaynaklı, “yerli”, önleyici ve stratejik istihbarata sahip olmak ve bunu askeri ve polisiye yöntemlerle en etkin şekilde kullanarak onu sürekli baskı altında tutmaktır. “Artistik hareketler”se güç kullanarak örgütü kıvama getirdikten sonra, doğru zamanda, parametreleri doğru çizilmiş, karşı tarafı daha baştan kalıcı bazı ödünler vermeye zorlayan bir müzakere ortamı yaratmaktır. Türkiye daha bunlardan ilkinde hiçbir adım atmadan pazarlık safhasına geçmeye çalışmış ve çok başarısız bir performans göstermiştir. Böyle olmak zorunda değildi. Mevcut çıkmaz yoldan dönülürse durumu toparlama imkanı hala da vardır. Ama bu kaçış penceresinin hep açık olmayacağı açıktır. Bu işin hemen çözüleceği yoktur. Çözülebilecek olsa bu gerçekten iyi olurdu ama durum öyle değildir. “Süreç” denen ve hiçbir gerçekçi ve sağlıklı stratejik mimariye sahip olmayan garabet, PKK’nın güç ve beklentilerini, tabanını seferber etme yeteneğini ciddi şekilde arttırmıştır. Bunu tekrar aşağılara çekmek kolay olmayacaktır. Ama başka bir yol da yoktur. Kürtlerin kendi dillerini kullanma ve öğrenme hakları vardır. Ama onun ötesinde otonomi ve Anayasa’da devleti Türk-Kürt devleti yapma gibi taleplerin gerçekçi ve haklı bir karşılığı yoktur. Ama silah olmadığı sürece bunlar da “efendi bir şekilde” tartışılabilir. Ama bunun için silahların susması, gömülmesi, “eve dönüş” gibi adımlar gereklidir. PKK’nın bunu kendi başına, kısa vadede ve kolayca yapacağı yoktur. Buna zorlanması gerekmektedir.   

   

Aşağıdakiler arasında bir çelişki yoktur: 

1) PKK’yla konuşulmalıdır, 

2) PKK’ya tek taraflı, büyük, geri alınamaz ödünler verilmemelidir. 

3) Örgüt silah bırakıncaya kadar PKK liderlerinin hayat güvenliği kalkmalıdır, 

4) Bu iş sadece silahla çözülmez ama silahsız da çözülmez. 

5) Tango –çözüm- için iki kişi gereklidir. PKK’nın gerçekte ne istediği belli değildir. 

    Amaçları, söylemi, davranış şekli sürekli değişmektedir. PKK’nın kafası karışıktır ve Türkiye’nin çözüldüğünü düşünmektedir. PKK liderlerinin kafasına inecek bir kaç bomba onların konsantrasyonunu arttıracak bir etki yapabilir. PKK liderlerinin bir Türk hava bombardımanı ya da komando harekâtına hedef olma ihtimallerinin boğazlarına kılçık kaçarak ölme ihtimalinden daha az olması kabul edilemez. Bayık ve Karayılan gibi önde gelen PKK liderlerinin can güvenliği Türkiye’deki ortalama bir vatandaşınkinden fazla olmaya devam ettikçe “bu iş bitmez”.Bu tek başına yeterli de değildir ama gereklidir. Yarına sağ çıkıp çıkmayacağını bilmeyen PKK liderleri müzakerelere hem süreç hem de sonuç olarak daha farklı bir gözle bakacaklardır. PKK liderleri için çözüm ve örgütü tasfiye burun kıvırdıkları bir şey değil “ölümden önceki son çıkış fırsatı” haline getirilmelidir. MİT’in en önemli görevi örgütle müzakere etmek değil, onun eylemlerini engelleyecek ve ona karşı etkili operasyonlar düzenlemek için gerekli istihbaratı sağlamak olmalıdır. PKK kıvama gelinceye kadar müzakereler askeri, taktik ve teknik konularla sınırlanmalı ve jest-ödün-paket bağımlılığından kurtulunmalıdır. Cehenneme giden yollar kötü dizayn edilmiş süreçlerin taşlarıyla örülüdür. PKK’yı aslında elde edemeyeceği şeylere ulaşabileceğini düşündürtmek çatışmayı daha da uzatır ve kanlı hale getirir. Zayıflık kadar şiddet üreten ve davet eden bir şey yoktur. Türkiye PKK ile tek elle güreşirse maçı kazanması sürpriz olur.

Türkiye Batı ile işbirliği yapan ve onun “işine yarayan” bir PKK’ya karşı da sürekli ve etkili askeri güç kullanmaktan kaçınmayacağını kanıtlamalıdır. Türkiye’nin –kendi yanlış şekilde PKK’yla direk ve dolaylı görüşse ve hatta müzakere etse bile- ABD’nin PKK’yla olan kontak, koordinasyon, işbirliği ve silah transferleri hakkında bilgi ve sınır talep etme hakkı vardır. Ankara Batı’nın bu tür adımlarını en üst düzeyde, güçlü şekilde, tekrar tekrar protesto etmekten kaçınmamalı ve bu çağrılarına karşılık alamazsa bu ülkelerle İncirlik dahil askeri işbirliğini kısıtlayacağını inandırıcı bir şekilde belirtmelidir. 

PKK’yla Silahlı Mücadele ve “Süreç”: Zorunlu Hareketler, Artistik Hareketler (21yyte.org)


***