26 Kasım 2020 Perşembe

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 7

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 7


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,



Yargılama konusunda kötü tecrübeye sahip Antalyalı görüşmeci bile, yargının ihtilafları çözme konusunda vazgeçilmez bir konuma sahip olduğunu düşünüyor:
[Mahkemeye] gitmek zorundayım, yani ne kadar da güvensiz olsanız da gitmek
zorundasınız. Çünkü benim kendi kendime halledebileceğim şeyler değil. Sonuçta
gitmek zorundasınız ve bu kuruma inanmak zorundasınız, ama hani ne kadar
güvenmeseniz de gideceksiniz sonuç itibariyle. (Antalya 1)

Yüksekokul mezunu Kürt kökenli bir yurttaş, Türkiye’de adaletin tecelli edeceğine
inanmasa da hukuk yolundan ayrılmayacağını, şu şekilde anlatıyor:

Ben kendim mahkemeye giderim gene […] ilk başta […] Türkiye’de olmazsa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne giderim. Türkiye’de adalet yerine getirilmiyor, o
yüzden zaten az önce İnsan Hakları Mahkemesi’nden bahsettim. (Nusaybin 1)
Bazı görüşmecilerin sözleri, mahkemeleri çare olarak kabul etmelerinin, oralara
güven duymaktan değil, daha çok “çaresizlikten” kaynaklandığını gösteriyor.
Mesela Diyarbakırlı bir görüşmeci, adaletin tecelli edeceğinden ümitli olmasa da,
her halükârda mahkemeye gitmeye mecbur olduğunu vurguluyor:
Başka çözecek yol yok ki. Ya kan davası güdeceğiz ya da başka yol yok. E bizim
orman kanunu gücümüz de yok ki, birilerini ezelim. Ya da mafya gücümüz de yok.
Mahkemeye veriyoruz yine alamıyoruz ve mağdur oluyoruz. Yani bazı kesimler
her durumda hep mağdur durumda kalıyor ne yazık ki. Yani mahkemeye götürmek aslında sorunu çözmüyor, ama başka yapılacak bir şey olmadığı için mecburen sorunu götürüyoruz mahkemeye. Ama değişen bir şey de olmuyor. Belki biraz umutlanıyor insan; ya olursa diye ya da bir süre kendimizi oyalıyoruz herhalde.
Zaten sonra da insan unutuyor. Yani haksızlığa alışıyor belli bir süre sonra.
Mesela bu baklava çalan çocuklar ya da Meclis’te pankart açan çocukların çoğu
belki hâlâ yatıyor hapislerde. Ama bir bakıyorsun hırsızlık, dolandırıcılık, soygunculuk yapanlar zamanaşımından kurtuluyor. O zaman insan şüpheleniyor. Neden kimilerine çok hızlı davranılırken kimilerine yavaş davranılıyor? Bu insanın canını da çok acıtıyor. Öğrenciliğimizde çok gördük. Polis suç işlediğinde hiç cezalandırılıyor mu hiç? Özellikle buralarda o kadar çok işkence davaları, cinayet davaları oldu, hangileri adil bir şekilde sonuçlandı? (Diyarbakır 3)

Ancak, mahkemelerin adil ve tarafsız olduğu konusundaki tereddüt ve şüpheler,
herkeste aynı etkiyi yaratmıyor. Mesela bazı görüşmeciler, mahkemelere tam bir
güven duymamalarından dolayı, hukuk dışı yolları denemeyi bir seçenek olarak gördüklerine işaret eden kaçamak veya muğlak cevaplar vermişlerdir:
Vallahi adalet adaletli olursa adaletin yapmasını [sorunlarımı çözmesini] isterim,
ne mafyaya ne kendim giderim […] yani […] devlet işte suçluya suçuna göre yani
suçu olmayana da olmayana göre muamele yapması lazım. (Kars 3)
Aslında mahkemeye giderim. Mahkemenin halledemediği yerde benim kendim
hallederim. Mahkeme bazen halledemiyor. (Kars 4)
Mahkemeye başvururum, fakat mahkemeden adaletli bir karar çıkmazsa kendi
çapımda adaleti aramaya çalışırım. (Kars 11)
Mahkemeye giderim, mahkemeye giderim […] Avukat tutarım gücüm yeterse,
yani hakkımı savunmaya çalışırım yine. Ama ne olursa olsun kimseye ezilmek
istemem. (Kars 14)
Bazı görüşmeciler ise, adalet sisteminin işleyişindeki çeşitli sorunları gerekçe göstererek, yaşayacakları ihtilafların çözümü için yargıya başvurmak istemediklerini, bunun yerine başka yollar aramayı tercih edeceklerini söylemişlerdir.

Hakkârili görüşmecinin, sözleri ve yargı süreçleri dışında çözüm arama konusunda
“misal olarak” anlattıkları, bu algının en açık ifadesidir:
Mahkemeye gitmem. Çünkü süreç, yani o hukukî süreç... Biz öyle bir şey yaşamadık, ama yaşayanların ağzından duyuyoruz, süreç çok gitgellerle doluyor. 
Yani daha pratik yollar, özellikle, o yüzden bunun için söyledim, yer benim için
önemli, Doğu’da isem karşı taraf hangi aşirettense onların liderine veya oranın
büyüklerine [giderim] ve benim sorunumu neredeyse çok kısa bir zaman dilimi
içinde, bu belki bir hafta, belki aynı gün, belki aynı saat içinde çözerim…
Hukukî süreç insanı bezdirdiği için birçok insanı kalkındıracak rakamlardan bile
insanlar vazgeçiyor. Ama ben net söyleyeyim, insanlar ben sürünmeyeyim diye o
haklarından vazgeçiyorlar. (Hakkâri 1)

Karslı bir görüşmeci de, benzer algıyı paylaştığını şu sözlerle anlatıyor:
Vallahi şu anki sistemde yani kendimiz halletsek daha iyi olur. Mahkemelerde pek
çözüm olacağını düşünmüyorum, mahkemeler daha çok angarya işlerle, gereksiz
işlerle uğraştırır insanları diye düşünüyorum. (Kars 10)

Bir görüşmeciye göre, işlemlerin karmaşıklığına ve çokluğuna dayanan bürokrasi
algısı, kişileri mahkemeye başvurmaktan alıkoyan önemli bir etken. Görüşmeci, bu
durumun, bireyleri bezdirdiğini, böylece “yasal yollar”dan hak arama şevkini kırdığını ve “hukuk dışı” arayışları teşvik ettiğini belirterek, yargının adil bir şekilde
işlememesinin hukuk devleti fikrini ve kurumlarını zedelediği şeklindeki önemli gerçeğe işaret etti:
[Mahkemeye] gitmem. Çünkü bir anlamda işte hukuk sistemimizin bir başka
sorunu bana kalırsa matbaa, kırtasiye. Yani bir dava açmak için bile izlemeniz
gereken bir sürü prosedür var. Büyük ölçüde, özellikle kendini iyi ifade edemeyecek durumda olan vatandaşlar, hani bu sıkıntıyı çekmek istemiyorlar, uğraşmak istemiyorlar ve başka yollardan, belki illegal yollardan sorunlarını çözmeye çalışıyorlar. (İstanbul 2)

Bir başka görüşmeci ise, bir kere yaşadığı olumsuz deneyimin etkisiyle, bir daha
mahkemeye başvurmayı düşünmediğini söylemiştir: “İlk olayımı çözmediler ki, sonrakiler için gideyim.” (Kars 5)

Bu algıyı paylaşan görüşmecilerden bazıları, kademeli bir çözüm planı oluşturma nın, en iyi yol olduğunu düşünüyorlar. Mesela Karslı bir görüşmeci, önce kendi
imkânlarını kullanmayı deneyeceğini, mahkemeye ise en son çare olarak başvuracağını söylüyor:

Vallahi ben kendi şahsî elimden geldiği kadar, kendi yapabileceğim şeyi kendim
yaparım, yapamayacağım şeyi adalete teslim ederim. [Mahkemelerde adalet
tecelli] etmiyor. Etmediği için zaten ben onu kendime bırakıyorum ya! (Kars 16)
Bir başka Karslı görüşmecinin planı ise, daha ayrıntılı ve incelikli:
İlk önce düşünürüm… şikâyet edilecek yer [durum] varsa, edilmesi gerekiyorsa
ederim, ilk önce karşı tarafı ihtar ederim […] eğer olmuyorsa mahkemeye giderim,
ha mahkeme de […] işi halledemiyorsa, iş diyelim ki, yani ufak para konusu
veyahut da herhangi ufak konularda mahkemenin yargısını da isterim, olmazsa iş
namus şeyi olursa icap ederse o bir türlü kendim de müdahale edebilirim. (Kars 9)
Denizlili görüşmeci de, önce yargı yolunu deneyeceğini, ama kendisi açısından
hayatî önem taşıyan meselelerde yargıdan tatmin edici bir sonuç alamamışsa,
“adaleti” kendi eliyle gerçekleştirmeyi tercih edeceğini söylüyor:
Yani [konu] benim eğer hayatımı gerçekten çok fazla etkiliyorsa ve yeterli ceza
verilmemişse, kendi şahsî fikrim, sonuna kadar denerim ben, bütün yolları yasal
denerim. Eğer olamıyorsa, yetmiyorsa kendim de denerim.
Kendim de denerim diyorsun, yani orada artık hukuk senin için bitmiş oluyor.
Hukuk bitmiş oluyor. Yani yeteri kadar değilse, yani her şeyi denersin ama artık
olmuyorsa, buna hukukun gücü yetmiyorsa, hayatî meseleyse denerim tabii...
(Denizli 1)

Güneydoğu ve Doğu illerinde yapılan görüşmelerden, mevcut yargı sisteminin aşiret düzenini ikame edemediği; modern devletin yargı mekanizmalarına geleneksel sistem kadar güvenilmediği; sorunların çözümünde geleneksel mekanizmaların arandığı ve bu bağlamda sorunların çözümünde yine geleneksel adalet mekanizmalarına müracaat edildiği görülmektedir.
Van’da görüştüğümüz şahısların anlattıkları, bu durumu ve nedenlerini açık bir
şekilde gözler önüne seriyor:
O sistem, o şey aranıyor çünkü o bir ağırlıktı, bir düzen, neticede şeyde benim
gibi iki tane arkadaş kaza yaptığı zaman, bir ağırbaşlı insan geldiği zaman olay
bitiyordu. Kapatıyordu, kapatma ağırlığı vardı adamın, sözü dinleniyordu. Şimdi
kalmamış. Öbür adaletten de halkımızın sorunu cehalet had safhada. Eğitimsiz,
nasıl müracaat edeceğini bile bilmiyor... (Van 2)
Bir de köylerde asker bakıyor, jandarma bakıyor, jandarmanın da kültürüyle de
bizim burada yaşayan insanların kültürü apayrı değişik. […] Bir dövüş kavga olur,
tamam jandarma geliyor, hadi sen git köyüne, sen git oraya ne yapsın işte verir,
biter. Bizim buradaki kavga dövüşler öyle olmuyor. Kavgalar […] dönüşüyor, çok
büyüyor. Onun için askerin gelip bir anlık, bir günlük, bir saatlik çözümü bulup
gitmesiyle bitmiyor... (Van 1)
Zaten çözüm getirmesiyle, bir tanesini almasıyla bitmiyor. Davalı orada saldırıda,
hücumda, taarruzda, onu arıyor, onun çocuğunu bulacak, onun kardeşini bulacak
ona vursun diye. Arıyor onu. (Van 2)
Batı’da, kavga olduğu zaman kırsal kesimde, Ahmet Mehmet’in tavuğunu yedi,
Mehmet geri Ahmet’e bir tavuk getirdi, verdi. […] Bizim burada o görüş yok.
Ahmet Mehmet’in ha tavuğunu öldürmüş ha çocuğunu öldürmüş, hiç fark etmez!
Olay orada yani, odaklanma noktası o. İşte Ahmet’in hayvanı gitmiş Mehmet’in
tarlasının otunu yemiş. E kardeşim ne kadardı ot? İşte on lira, al on liranı. Bitmiyor.
Bu tecavüz gibi. Bu işte bir namus davasına dönüyor, bir kan davasına
dönüyor. (Van 1)
Bunun temeli cahillik tabii. Bizim de hukuk sistemimiz buna hiç uymuyor. Yani
hukuk buna çözüm bulamıyor. İşte karar verecek; ya ne oldu, hadi barışın da çıkın
ya, bir şey olmaz ya falan dosya kapanıyor. Bu değil. (Van 1)
Bu noktada bu tür sorunların çözümünde mahkemelerin neden müracaat mercileri
olamayacağına ilişkin gerekçeler de ortaya çıkıyor:
Şimdi çözemezsiniz onu, hukuk mahkemelerinde en ufak çözüm bulan dosya altı
ay. Zaten altı aya kadar burada insanlar birbirlerini kırıyorlar. (Van 1)
Aynı şekilde, Hakkâri’de görüştüğümüz kişi de, bu tür davaların çözümünde mahkemelerin verdiği kararların ikna edici olmadığına değinmiştir:
Kan davası gibi daha farklı olaylarda, daha farklı sıkıntılar gibi, olaylarda insanların
yargıya olan güvenleri çok daha az. Yani işlerinin mahkeme salonunda hâkimin verdiği karar doğrultusunda sonlandırılacağına kanaat etmiyorlar. İnsanlar daha farklı bir gündem bekliyorlar. Yani en üst düzeyde bir hâkim ya da yargıç olsun, usulsüz bir mahkeme yapmış olsun o işe sonra yine bakmak gerekiyor. Ancak, feodal sistemin içinde çözülen bir olayın, belki doğru bir şekilde çözüleceği, patlak verildiği yok denecek kadar azdır. Ama feodal sistem kendi içinde bile yanlış yapabiliyor, taraf tutabiliyor. Bu tür durumlarda da yine ender olsa bile patlaklar çıkabiliyor. Ama yanlış bile olsa o barış daha sağlıklı oluyor. Yani daha uzun vadeli oluyor.
Yani modern mahkeme sistemi o sistemin yerini tutamaz diyorsunuz...
Hayır, kesinlikle!
Doğru bir karar verse bile tatmin olmuyor mu insanlar?
Yok, hayır! (Hakkâri 1)
Hakkârili görüşmeciye göre, kişiler arasındaki meseleler, mahkemelere göre aşiret
sistemi üzerinden hâlâ büyük bir hızla çözülebilmektedir. Bu “pratik yol”dur:
Mahkemeye gitmem... Doğu’da isem, karşı taraf hangi aşirettense, onların liderine
veya onların büyüklerine [giderim] ve benim sorunumu neredeyse çok kısa
bir zaman dilimi içinde, bu belki bir hafta, belki aynı gün, belki aynı saat içinde
çözerim. (Hakkâri 1)
Bununla birlikte, aşiret sisteminin yavaş yavaş çözülmekte olduğu, fakat modern
yargının henüz bu boşluğu dolduramadığı da, karşılaştığımız algı örnekleri arasında yer alıyor:

[Aşiret] bitti. Aslında aşiret olması da... o zaman devlet her tarafa birden yayılıyor.

Bugünkü gibi devlet yoktu. Devlet de o zaman her tarafa gidemiyordu, bir sorun
olduğu zaman aşiret diyorlardı. E aşiret, bir sorun olduğunda […] belli bir kesime
ceza veriyordu. Haksızlığa uğrayanlara da mükâfat veriyordu. Ya korkudan ya da
insanlıktan o aşiret Osmanlı zamanında vardı ve güzel de yürüyordu bizce, bizce
güzel de yürüyordu. Yani bugünkü adaletten daha güzel yürüyordu. (Van 3)
İşte hocam benim aşiret sisteminin azalmasının biraz devlete eskiye nazaran
güven duymaktan kaynaklandı. Devlet vatandaşla şey olunca, ben hakkımı aramasını biraz öğrendim. [...] Hani aşiret sistemin[in] azalmasının nedeni oydu,
ama şimdi bakıyorsun gene biraz geriye dönük şey... [Devlet aşiretin yerini] dolduramadı, geriye gidiyor, şu anda geriye gidiyor. (Van 1)

Yargı Bağımsızlığına Dair Algı Kalıpları..,

Görüşmelerimizde, yargının bağımsız olmadığı yönünde yaygın bir kanaat olduğunu tespit ettik. Birçok görüşmeci, incelikli cevaplar vermek yerine, bu konudaki düşüncesini kestirme ifadelerle dile getirdi. Örneğin, Kars 1: “[Yargı bağımsız] değil de mi, bence değil, bağımsız değil... böyle.” Kars 3, Kars 6: “Bağımsız gibi görünüyor ama bağımsız değil bence.” Kars 16: “ Değil, bağımsız gözüküyor, ama değil!” Nusaybin 1: 
“Bağımsız değil, kesinlikle yani!”
Trabzonlu görüşmecinin yargının bağımsız olmadığına dair algısı o kadar kesin ve
açık ki, bu yöndeki soruyu komik buluyor: “Böyle bir şey […] soru aslında çok komik, herkes görüyor yargı kesinlikle bağımsız değil.” (Trabzon 1)
Bağımsızlığın tanımı ve ölçütleri konusunda farklı yaklaşımlar olmakla birlikte, bu
meselenin esas itibariyle yargı ile yürütme, özellikle de hükümet arasındaki ilişkiyle bağlantı içinde düşünüldüğünü söyleyebiliriz. 

Bu çerçevedeki değerlendirmelerin büyük bir kısmı ise, kuvvetler ayrılığı gibi bir ilkeye veya hukuk devleti gibi bir kavrama değil de, somut deneyimlere veya öğrenilmiş örneklere dayanıyor. Bununla beraber, yargı bağımsızlığını söz konusu ilke veya kavram üzerinden tanımlayan görüşmeciler de oldu. Bu görüşmecilerin tamamının eğitimli kesimden olduğunu belirtelim.

Mesela Samsunlu hekim görüşmeci, yargı bağımsızlığı meselesini, adeta kuvvetler
ayrılığı ilkesi konusunda bir giriş dersi vererek değerlendiriyor:
Bizim anayasal kurallarımıza göre üç tane erkimiz var, yasamamız, yürütmemiz,
yargımız var... Yasama, yürütme, yargı da şeydir, üçgendir, bunlardan bir tanesi
eksik olursa üçgeni tamamlayamazsınız. Müdahale olmamalı; yasayı koyan yasamadır, yasayı uygulayan yürütmedir, bunun ihtilafı durumunda sorunu çözen de yargıdır. Yani hükümetin yargıya müdahale etmesi demek, bu ayaklar arasındaki dengenin bozulması demektir... Hükümetler gelir geçer, ama yapılmış olan kanunlar gerekli görülmedikçe değiştirilemez. Kanun sizce farklı, bence farklı yorumlanamaz, algılanamaz ve değiştirilemez; kanunun değişmesinin de gerekliliği toplumsal şartlardan doğar, uygulama şartlarından doğar... Eski krallıklardaki gibi bütün yetkinin bir erkte toplandığı dönemlere baktığımızda kuralların uygulanmasında ve konmasında birçok faktör rol alır. [Fransa’da] Kilise, yargı üzerinde, devlet üzerinde çok büyük bir yetkiye sahipmiş; Fransız Devrimi bundan dolayı yapılmış. Tüm yetkiyi tek bir erkte toplarsanız –bu, kurum olabilir, kişi olabilir, sendika olabilir, parti olabilir– orada sistemi kontrol edecek nüans bırakmazsınız.

Üçünün farklı olması, sistemin sürekli birbiri içinde kontrolünü sağlamakta ben...
bir fayda görüyorum ve adalet duygusunun da yürümesinde en büyük etkenin bu
üçlü sistem üzerine kurulu olduğuna inanıyorum... Üçü birbirinin alanına müdahale
etmeye başladığında hemen sıkıntı çıkar ve çıkmıştır da... (Samsun 1)
Kuvvetler ayrılığı ilkesinin bilincinde olan görüşmeciler arasında Sivaslı yüksekokul
mezunu ev hanımı (Sivas 2) ile Sivaslı öğretmen de (Sivas 3) yer almaktadır. 
Serbest meslek icra eden Sivaslı ilk görüşmeci ise, biraz daha ayrıntılı bir yorum yapmış ve yargının “sanki hükümet organıymış gibi” hareket ettiğinden yakınmıştır:
Yargı bağımsız olmalıdır. Anayasamıza göre güçler ayrılığı ilkesi vardır ve buna
göre de yargı bağımsız olmalıdır. Ama şu anda yargının düzgün işlediğini sanmıyorum.
Hâkimler kararlarını hakkaniyete uygun vermiyorlar ya da veremiyorlar.
Örneğin Ergenekon davasında hükümet yanlısı savcıların atandığı, seçildiği söylentileri var. Söylentilerin olması bile yargının bağımsızlığına gölge düşürmektedir.
(Sivas 1)
Sivaslı yüksekokul mezunu görüşmeci ise, yargı bağımsızlığı meselesini hukuk devleti kavramından hareket ederek değerlendirmiştir:
Demokratik hukuk kurallarıyla yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Ancak, son dönemlerde yargıda aksaklıklar olduğunu düşünüyorum. Demokratik bir ülkeysek ülkemizde yargı bağımsız olmalıdır, ama ne yazık ki şu anda böyle bir durum söz
konusu değil. (Sivas 2)
İstanbullu bir görüşmeci de, yine kuvvetler ayrılığı ilkesine atıfla, erklerin “gereğinden fazla bir yakınlaşma” içinde olduğunu vurgulamıştır. (İstanbul 3)
Görüşmecilerin çoğunun yargı bağımsızlığıyla ilgili algılarının merkezinde, hükümetin yargı süreçlerinde oynadığı rol yer almaktadır. Öncelikle hükümetlerin yargıya müdahale etmemesi gerektiği konusunda da yaygın bir yaklaşımın mevcut olduğu görülmektedir (örneğin Kars 4, Kars 6, Kars 9, Kars 10, Kars 11, Kars 14; Kars 15, Kars 16; Kars 17, Kars 18, Trabzon 1, Erzurum 2, Nusaybin 1, Samsun 1, Sivas 2, Sivas 3, Denizli 1, Bursa 1, Bursa 2, İstanbul 1, Diyarbakır 1).
Mesela bir görüşmeci “hükümetlerin gelip geçiciliğini” vurgulayarak, yargının
bağımsızlığını tanımlamaya çalışmıştır:

Hükümetler değişkendir, [yargıya] etki etmemelidirler. İnsan ve devlet bâkidir. O
yüzden hükümet müdahale etmemelidir. 

Bu yüzden de insanlar hukuka güvenmelidirler. (Sivas 3)

Diyarbakırlı bir başka görüşmeci de yargı-hükümet ilişkilerini şu sözlerle nitelendirmiş ve yargı bağımsızlığının bu ilişkinin biçimi nedeniyle zedelendiğini söylemiştir:
Bütün sorunlar burada zaten. Hukuk hükümetlerin üstünde olmalıdır. Mesela
Ergenekon’a o kadar çok müdahale ediliyor ki, bunun doğru işlediğine kim inanabilir?
Kamu vicdanında aklanmak için mahkemelerin tüm dış etkilerden kurtulması
gerekir. Tersi durumda mahkemelerin verdiği kararlar hiç tatmin edici olmaz
ve bunlara karşı bir rahatsızlık sürekli olur... Ergenekon davası bunun açık örneği.
Bu sürecin doğru ve bağımsız işlemediğini artık herkes biliyor. Daha yeni haberlerde dinledim; vakti zamanında Diyarbakır DGM’de, Ankara’nın istediği kararı vermedikleri için savcıların sürgün edildikleri söyleniyor. Bu nasıl bağımsızlık?
Aynı şekilde Şemdinli davasındaki savcıyı doğduğuna pişman ettiler, meslekten
ihraç ettiler. Bu mu bağımsızlık? (Diyarbakır 1)
Diyarbakırlı bir başka görüşmeci hükümetlerin yargıya kesinlikle müdahale etmemeleri gerektiğinin altını çizerek şunları söylüyor:
Hükümet yargıya müdahale ederse partizanlık olur ve eşitsizlikler artar, sorunlar
artar. Bu durumda suç kavramı da değişir yavaş yavaş. Yani biz işlesek suç, ama
başkaları işlese suç değil. İstiklal Mahkemelerinde de böyle olmuştu… İsmet
Paşa bazı konularda bu mahkemelere müdahale etmiş duyduğuma göre. (Diyarbakır 3)
Sivaslı görüşmecilerden biri, yine hükümetin konumundan hareketle, yargı bağımsızlığı konusunda “olması gereken” ile “olan” arasındaki ilişkiyi şu sözlerle açıklıyor: [Hükümetler yargıya] kesinlikle [müdahale] etmemeli. 
Çünkü yargı bağımsız olmalıdır ve hiçbir baskı altında kalmamalıdır. 
Yargının düzgün işleyebilmesi için ne hükümet ne de başka bir kurum müdahalede bulunmamalıdır. 
Yargı bağımsız olmalı ancak günümüzde bu bağımsızlıktan maalesef ki bahsedemiyoruz. Hükümete bağlı bir kurum gibi hareket ediyor. Örneğin Ergenekon davasında hükümet yanlısı savcıların göreve getirilmesi ya da parti kapatma davalarında hükümetin baskıcı tavrının etkili olduğunu düşünüyorum. (Sivas 2)
Bursa’da görüştüğümüz kişi, Anayasa Mahkemesi’nin vereceği kararı tahmin ederken, mahkeme üyelerini atayan Cumhurbaşkanlarının referans alınmasını tuhaf buluyor ve bunu yargının bağımsız olmadığına ilişkin bir karine sayıyor:
Anayasa Mahkemesi’ne şu üyeyi Demirel atamış, şu üyeyi Özal atamış, şunu
Sezer atamış, o şöyle karar verir deniyor. [Bu durumda] ne bekleyeceğiz?
(Bursa 1)
Yargıya mevcut hükümetin müdahale ederek bağımsızlığa halel getirdiğini söyleyen bu görüşmecilerin tam aksine, hükümete rağmen başka güçlerin yargıyı kontrol ettiğini düşünenler de var. Diyarbakırlı bir görüşmeci, yargının bağımsız olmadığını ve bu bağımsızlığı zedeleyen ilişkilerin temelinde askerî vesayetin yattığını düşünüyor:

Bana göre yargı bağımsız değil. Tamamen devletin ve iktidarların baskısı altındadır
ve bu iktidarlar da çoğu zaman başka bir gücün etkisindedir. Bana öyle geliyor. [...] Özellikle Anayasa Mahkemesi son yıllarda çok siyasallaştı ve verdiği kararların en az yüzde 70-80’i siyasaldır. Yani Cumhuriyet’i koruyalım, ama nasıl olursa olsun. Ama halkın Cumhuriyeti değil, askerin Cumhuriyeti. Bu yüzden bu
mahkeme üyelerinin çoğu baskı altında kararlarını veriyor. Bu baskı doğrudan
değil, ama daha çok onları siyasal ve duygusal baskı altında bırakarak. Mesela
“şu kararı şöyle vermezsen şunlar yaşanır, memleket elden gider ve bunun vebalini de siz çekersiniz” diyerek kararın sonucu etkileniyor. Bu tür baskılar, diğer fiilî baskılardan çok daha fazla etkili oluyor. (Diyarbakır 3)

Bir görüşmeci ise, aynen şu ifadeyi kullanmıştır: “Yargı bağımsız değil, ister istemez devletin baskısı altında!” (Kars 11) Bu görüşmeci, devletten hükümeti aşan güçleri anlamakta; başka şeyler gibi yargıyı da bu güçlerin baskı altında tuttuğunu veya etkilediğini düşünmektedir.

Bir görüşmecinin sözleri, belli tereddütler içermesine, yani ilişkilerin seyri konusunda net bir tutumu yansıtmamasına rağmen, bu algının içini biraz daha doldurur niteliktedir. Görüşmeciye göre, bağımsızlık meselesi, yargı mensuplarının karakter özellikleriyle değil, sistemin yapısıyla ilgilidir:

Yargı dendiği zaman şöyle bir şey canlandırıyorum; muhtemelen büyük kısmı iyi
niyetli olan birtakım insanların çalıştığı, ama yani her insan devlet denen şeyden
ne kadar etkileniyorsa onların da o kadar etkilendiği bir sistem gibi geliyor bana...
[Etkiye açık] evet. [Ama] yani sonuçta şey gibi gelmiyor, işte hani Türkiye’de bir
hükümet vardır, bir Genelkurmay vardır, bir de yargı vardır, bir de medya vardır.
Böyle ayrı ayrı hani bir sürü bu bağımsız güçlerden bahsedilebileceğini zannetmiyorum.

Yargı da bir bağımsız güç gibi gelmiyor bana. Ama yani hani bağımlılık
oranı da böyle felaket, hiçbir şeyi kendileri karar veremiyorlar ve tamamıyla
işte devlet politikasına, devlet politikasına zaten bağlı olması gereken, hükümetin
politikasına bağlı hareket ediyorlar ya da tamamıyla işte Genelkurmay’daki
gücün politikasına bağlı hareket ediyorlar da diyemem.

Özellikle Anayasa Mahkemesi’nin 367 ve başörtüsü kararları ile AKP’ye karşı açılan
kapatma davasını örnek vererek benzer değerlendirmeler yapan başka görüşmeciler de oldu. Ancak bu bağlamdaki açıklamaları, daha ziyade “tarafsızlık” algısıyla ilgili gördüğümüz için, aşağıda bu konuyu irdelerken aktaracağız.
Kayseri’de görüştüğümüz kişi, yargı bağımsızlığına en büyük tehdidin medyadan
geldiğini düşünüyor:
Zaten bütün işleri de medya çeviriyor. Yani siyaset ve hukuk […] Medya istediği
gibi hukuku da yönlendiriyor, siyaseti de yönlendiriyor. Yani medya kim tarafını
tutarsa o taraf yükseliyor, kim tarafını…
Yani mahkemeler bundan etkileniyor mu diyorsunuz?
Onu diyorum, bence aşırı şekilde etkileniyorlar. Siyaset, hukuk medyadan etkileniyor.
Bence özgür medyanın olması çok acil. Yani isteyen istediğinin aleyhinde
atıyor, istediğinin aleyhinde tutuyor. […] gazete bir yandan, radyo bir yandan,
televizyon bir yandan. […] Yani medya! (Kayseri 4)
Bazı görüşmeciler, hükümetin yargıya müdahale etme yetkisine sahip olması ve
icabında bu yetkiyi kullanması gerektiğini belirtti. Karslı görüşmecilerden biri, bu
düşünceyi dolaysız bir şekilde dile getirdi: “Hükümet tabii, bazı yasalara göre etmeli yani. Hükümetin de bazı yetkileri olmalı, sonuçta bir hükümettir.” (Kars 3)
Özellikle yargı süreçlerine müracaat edip mağdur olduğunu düşünenler, hükümetlerin yargıya müdahalesine olumlu bakıyor. Kendisini mağdur bulan, kendisine zarar veren kişinin mahkemede yeterince ceza almadığını düşünen bir görüşmeci şöyle diyor:

Evet tabii […] yani hakkını vermeleri gerekir, yani bir şey yapmaları gerekir, biz
bir şey yapmıyoruz yani vurmuyor tutmuyorsak da, o bir şey yapsın da öcümüzü
yani alsın, biz onun […] içimiz rahat etsin, içimiz rahat etmedi, hiç içimiz rahat
etmedi […] davacıyım yani, öyle bir şey olsa çok davacıyım yani vallahi. (Kars 5)
Burada kullanılan “öç alma” sözü, adalet anlayışını da yansıtmaktadır. Kişinin kendi öznelliği içinde mağduriyetinin giderilmesini “öç alma” kavramıyla özdeşleştirmesi ve adaletin böyle tecelli edeceğini düşünmesi, hukukla ilişki kurmadığının bir göstergesidir. Böyle bir durumda da hükümetlerin ya da kendi hakkını savunacak güçlülerin yargı üzerindeki müdahalesi haklı bir durum olarak görülmektedir. 

Bazı görüşmeciler, bu bakımdan, hiç düşünmeden hükümetin yargıya müdahale etmesi gerektiğini vurgulu bir biçimde söylemekten çekinmemişlerdir (örneğin Kars 7).

Yargının Tarafsızlığına Dair Algılar..,

Yargının tarafsızlığına ilişkin sorulara aldığımız cevaplar, yargıya güven konusunda
elde ettiğimiz verilerle uyumlu bir tablo oluşturuyor. Görüşmelerin toplamından
çıkan sonuç, yargının tarafsızlığına dair inancın zayıf olduğudur. Tarafsızlıktan
sapma nedenlerine ilişkin algılarda ise, meselenin doğasına uygun biçimde, bir
çeşitlilik gözlenmektedir.
Görüşmecilerin bir kısmı, mahkemelerin taraflı davrandığı yönündeki algıyı paylaşmış olmakla birlikte, bu konuda genelleme yapmaktan kaçınmışlardır. 
Bu düşüncede olan görüşmecilerin bir kısmı, somut bir gerekçe göstermeden, mahkemelerin “bazen taraflı olabildikleri”ni söylemiştir (örneğin Erzurum 2). 
Karslı bir görüşmeciye göre, “zaman ile şey yapıyor yani, zamanına göre yani adam diyorum ya ağırlık nasıl oluyorsa taraflı da oluyor tarafsız da oluyor”. 
(Kars 2) 
Bir başka Karslı görüşmeci de, tarafsızlığın mahkemeye veya suça göre değişebildiğini söylüyor:
O […] yargıya göre değişir bence, yani oradaki yargılayan kişinin insafına kalmış
bir şey taraflı tarafsız… Adalet yerini bulmuyor bence. Ha bazı şeylerde buluyor,
bazı suçlarda buluyor, bakıyorsun tam adaletli bir şey oldu ama bazı da bulmuyor.
(Kars 3)
Bazı görüşmeciler ise, daha somut konuşmuşlar; mahkemelerin tarafsızlığını bozan belli faktörler bulunduğunu, bunlar devreye girdiğinde tarafsızlıktan sapmalar yaşandığını belirtmişlerdir. Mesela Karslı bir görüşmeci, “kayırmacılık” hallerinde mahkemelerin tarafsız karar vermedikleri kanaatinde:
Bazen taraflı da oluyor, bazen tarafsız da oluyor. Dediğim gibi bizim ülkede, bizim
ülkede yani bu gibi şeyler çok oluyor gerçekten taraflı da çok oluyor tarafsız da
oluyor. Demin de dedim ya adamı olan, bir şeyi sırtında olan, dayın olunca kurtarıyorsun.
Dayın olmayınca gerçekten zor senin için. (Kars 1)
Aynı düşünceyi farklı ifadelerle dile getiren görüşmecilerden birine göre, “durumdan mıdır, paradan mıdır yani, böyle bir şey var”. (Kars 5) Bir başkasının sözleri şöyle:
“Mahkemeler adamı olanın, parası olanın yeridir.” (Kars 11)
Bu kanaat bir başka görüşmeci tarafından veciz bir şekilde ifade edilmiştir: “Yeri
geldiğinde taraflı!” (Kars 8) “Yeri geldiğinde” tabiri, mahkemelerin nerede mesafeli
(tarafsız), nerede öznel davranacağına ilişkin bir “farkındalığa” sahip olunduğunu
düşündürmektedir.
Bir başka görüşmecinin algısı da aynı doğrultudadır: “[Mahkemeler] bazen adil
olmayabiliyor. Şahıslara karşı özel tavırla karar verilebiliyor.” (Kars 9) Aynı görüşmeci, katıldığı duruşmalarda belirli kişilere özel davranıldığını gördüğünü söylüyor:
“[Mahkemeye] gittiğimde de öyle bazı kişilerin ismine dayalı veyahut da şahsına,
[…] çıkarlarına dayalı sorular da sorulduğunu gördüm.”
Bazı görüşmeciler ise, bu konuda tereddütlü konuşmuşlar, ama sonuçta yargının
taraflı davrandığı yönünde şüpheler dile getirmişlerdir:
Mahkemelerle daha önce hiç işim olmadığı için pek o konuda bilgim yok, ama
[taraflı] olabilir niye olmasın, Türkiye’de her şeyden şüphe ediyoruz. (Kars 6)
Emin değilim, tam olarak güvenim yok, yani adaleti[n] bir şekilde taraf tutmadığını...
(Van 1)
Bazı görüşmeciler, mahkemelerin “taraflı” olduğu konusunda kesin bir kanaate
sahip (örneğin Kars 16; Kars 17; Kars 18; Nusaybin 1; Van 1; Van 2; Van 3; Diyarbakır
3). Bu konuda hiçbir tereddüt duymayanlar da var: “Taraflıdır, muhakkak!” 
(Kars 11)
Mahkemelerin tarafsızlığını etkileyen faktörler arasında en fazla vurgu yapılanı,
“devleti ilgilendiren konular” şeklinde kodlanabilir. Bunu, ayrı bir başlık altında
incelemekte yarar var.

Yargıda Devletçilik

Görüşmecilerin önemli bir bölümü, mahkemelerin “devleti ilgilendiren konularda
tarafsız davranmadığı” kanısında. Böylece, Demokratikleşme Sürecinde Hâkim ve Savcılar kitabında tespit ettiğimiz “yargının devletçi olduğu” şeklindeki algının, görüştüğümüz yurttaşlar tarafından da paylaşıldığı görülüyor.

Görüşmecilerin bir kısmı, yurttaş ile devlet karşı karşıya geldiğinde, mahkemelerin
devletten yana karar verdiğine ilişkin algıyı kısa ve net sözlerle dışa vurmuşlardır.
Karslı bir görüşmeciye göre, “ne kadar, yani ne kadar yanlı, devlet yanlısı olursan,
mahkeme seni o kadar koruyor, başka bir şey yok”. (Kars 4) Bir başka görüşmeci,
devlet yerine “sistem”i koyuyor: “Taraflı, genelde yani sistem yanlılarını savunuyor […] apaçık bir şekilde.” (Nusaybin 1)

Buna karşılık, bazı görüşmeciler, konuyu daha ayrıntılı bir şekilde değerlendirmiş ler; tarafgirlik konusunda değişik örnekler vermişlerdir. Mesela Diyarbakırlı bir görüşmeci, esasen hukukun işlevinin devleti korumak olduğunu vurgulamak suretiyle, yargının devletçiliğini kadim ve evrensel bir olgu olarak tanımlamıştır:
Hukuk, devleti koruyor. Bu eskiden beri böyledir. Bildiğim kadarıyla daha Hititler,
Asurlardan beri ve günümüz çağdaş devletlerinde de hukuk hep devleti koruyor.
Batı yurttaşı koruyor görünse de orda da öyledir. Mesela Hititlerde herhangi bir
suç işlediğinizde bunun bedeli alınıyor, ama devlete karşı bir suç işlediğinizde
sizinle birlikte tüm aileniz de öldürülüyor. Buna benzer durumlar 80’lerden sonra
buralarda da çok yaşandı. Mesela Rahşan affında tüm hırsızlar, tecavüzcüler serbest bırakıldı, ama düşünce suçluları içerde... (Diyarbakır 3)
Aynı görüşmeci, sadece bu yüzden devletin gerçek anlamda bir devlet olamayacağı kanısında:
Bence her şey yurttaş eksenli olmalı. Devlet yurttaşı koruyamıyorsa ne işe yarar
ki? Bizde ise tam tersi bir sistem mevcut eskiden beri. Meclis ve asker kendilerine
göre bir hukuk oluşturmuşlar. [...] Bana göre yargı bağımsız değil. Tamamen
devletin ve iktidarların baskısı altındadır ve bu iktidarlar da çoğu zaman başka bir
gücün etkisindedir. Bana öyle geliyor. (Diyarbakır 3)
Hukukun öncelikle yurttaşı daha güçlü olan karşısında koruması gerektiği, genel
olarak paylaşılan bir görüş. Sivaslı görüşmeci, bu görüşü özlü bir biçimde ifade ediyor:
“Yurttaşlarını korumayan bir hukuk nasıl devletini korusun!” (Sivas 2)
Bir görüşmeci, “Şemdinli Olayı”nı örnek göstererek, yargının baskı altına alındığını,
bu nedenle tarafsızlıktan uzaklaştırıldığını vurguluyor:
[Yargı tarafsız] davranmıyor. İşte son dönemde yaşanan görevsizlik kararları,
ardı ardına... Bu Şemdinli olayı sonrasında yine patlamalarda da karşınıza çıkacak
görevsizlik kararları... Şimdi bir yerde it itin kuyruğunu ısırmayana kadar da
gidebilecek durumda bizdeki durum. Yani devletin çok büyük baskısı var. Güçler
ayrılığı ilkesi, yargının bağımsızlığı ilkesi yalnızca bugünün tartışma konuları da
değiller zaten. (İstanbul 2)
Bu görüşmeciye göre, yargının tarafsız olmamasının nedeni, “hukukun/yargının
üzerindeki baskı”:
Bir kere hani hukukun üstünde büyük bir baskı var, yargının üstünde büyük bir
baskı var. Adalet sağlanması açısından her zaman işte ideale yakın olmayabiliyor.
Bu baskının birçok nedeni var. Mesela siyasî nedenler, ekonomik nedenler
olabiliyor. (İstanbul 2)
Görüşmeciye göre, bu baskıların etkili olmasında, hâkim ve savcıların aldıkları
ücretlerin düşüklüğü de rol oynuyor:
Türkiye’de tabii yani şimdi bir hâkim olarak düşünürsek kendimizi, aldığınız cüz’i
maaşla her zaman, özellikle kamu davalarında, işte devletin taraf olduğu davalarda tarafsız davranmamız ne kadar söz konusu olur, ne kadar olmaz? (İstanbul 2)
Bu nedenlerden dolayı, bu görüşmeci, “ben devlete karşı haklı durumda bile olmak
istemem, yani davalık olmak istemem. Çünkü bilirim ki çok uğraştıracak. İlla ki
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar da düşüneceğim” demektedir. 
(İstanbul 2)
Samsun’da görüştüğümüz eğitimli kişi, bir mahkemede devlet ile yurttaş karşı karşıya kaldığında, yurttaşın dezavantajlı olduğunu belirtmiş, AİHM’e başvuruların
ardında bu olgunun yattığını söylemiştir:
[Mahkemede] bir taraf devletse o konuda sıkıntılar vardı, hâlâ da var. Fakat [...]
o sıkıntıların aşılmasında ulusal düzeydeki yüksek yargı, onun ötesinde Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi belki bu konuda bir sigorta görevi üstlenmeye başladı.
Neden derseniz, AİHM kararları Adalet Bakanlığı’nın web sitesinde var, oraya
girip bakıyorsunuz, her konuda ne olmuş... Nedir, adil yargılama, işte nedir bizim
ülkemizde en çok istinat eden suçlar adil yargılama hakkı, verilen yanlış kararlar,
sürenin çok uzunluğu, gerekli prosedürün işletilmemesi, aklıma gelenler bunlar...
Orayı bir sigorta olarak görüyorum kendi adıma... Yani AİHM özellikle devletle
yurttaş arasındaki adil davranılmayan davalarda olayı en azından adaleti yerine
getiriyor, yerine getirilmesini sağlıyor... Evet, devletle yurttaş arasındaki sorun da
belki son zamanlarda bu biraz düzelme eğilimine girdi, çünkü aldığımız sonuçlar
da iç hukuka yol göstermeye başladı... Bunu hissediyoruz, görüyoruz. (Samsun 1)
Gölcüklü deprem mağduru görüşmeci, deprem sonrasında yaşadığı hukuk sürecini
değerlendirirken, mahkemelerin yurttaşın değil, devletin yanında tutum takındığını
anlatıyor:
Sen kendi yönlendirdiğin, devletin yönlendirdiği, dedim ya avukatın gelip de
bana deprem suçlu diyebiliyorsa, deprem suçlu... Hâkime hanım da, işte Hazine
avukatının söylediğini yazıyor, yazdırıyor, evet herhalde yaz diyor ya. Şey olarak
orada nedir, işte Hazine avukatı demiştir, deprem suçlu, hâkime hanım da aynen
yazdırmıştır. Olayın böyle bir ret cevabı verildi, tabii ki bu ret cevabı da temyize
yollandı şu an, ben temyizden iki sene sonra gelmesini anlayamıyorum, dava bitiyor... (Kocaeli 1)

Van’da görüştüğümüz kişiler, devlete ait bir aracın karıştığı trafik kazası davası
nedeniyle yaşadıklarını şu şekilde aktardılar:
Yav ne anlatayım, arkadaşın aracıyla benim araç kaza yaptı. Neden şey, Milli Egemenlik Caddesi iki yüzlü cadde, bariyerlerle bölünmüş yol. Ben şuradan geliyorum o da karşıdan geliyor, döndü sokağa girdi, ben yandan çarptım. Akşamüstü,
M. Abiler geldi oraya yanlış hatırlamıyorsam. [O araç] tamamen benim hattıma
girdi, yani önüme girdi, ben yandan vurdum. Yüzde yüz suçlu duruma düştüm.

[…] O zaman geldiler, müdürleri falan polislerle bir diyalogları oldu, yüzde yüz
suçlu ben oldum. Biraderin, gerçi o kavgayı başlatan biraderim oldu da, o andaki
şeylerden ben idareci de oldum hatta. Dedim, kavga çıkartma, mahkemeye gittik.
Yüzde yüz suçlu olan ben oldum, mahkemede bunu dile getirdim, ben defalarca
olay yerine keşif istedim, bana haber gelmeden karar verildi. Karar bize tebliğ
edildi, bana işte, neticede sen suçluymuşsun. Gittim savcılığa işte itiraz dilekçesi
de verdim. Ne yaptımsa, tekrar oraya bir keşif çıkartamadım. Olayı gelsin görsünler kaza yerinde, benim raporum elimde. (Van 3)
Olay bana intikal ettiği zaman ben geldim. Dediler bak […] anlıyoruz, biraz mürekkep yalamışız anlıyoruz. S.’nin hareket ettiği kesim ana yol, ana yoldan geliyor.
TEK’in arabası tali yoldan çıkıyor. TEK’in arabalarına, ambulanslara emniyet arabalarına öncelik var, ama bu hiçbir siren miren yapmıyor. Normal bir TEK’in arıza arabası, aradan, tali yoldan çıkıyor. Hava da biraz yağmurluydu herhalde, S. de frene basınca tak diye vuruyor. Trafik çekme olayına baktığın zaman, bu tali yoldan çıkıyor, yüzde yüz suçlu. Ama nedir, öbür yanda işte devlet görevlisi, bakım aracı, S. de köylü... Zaten ben olayın yanına geldiğim zaman onlar olayı çözmüşler, yani onların amirleri gelip, Emniyet’te trafikte olayı halletmişler zaten. Biz keşif falan da istedik, biz de araya bazı insanları sokmaya çalıştık ama onlar... (Van 1)
Bu olay sonucunda bu iki yurttaşın mahkemelere olan güveni sarsılmıştır. Görüşmecilerden biri, bu duyguyu kısa ve dolaysız bir biçimde dile getiriyor:
Hayır, [mahkemelere] güvenmiyoruz. Çünkü adaletli davranılmıyor. Çok da uzuyor.
Torpil giriyor araya. Belli kısım, devletin belli kesimlerinde hâkimlere torpil
veriyorlar... (Van 3)
Van’daki görüşmeciler “Şemdinli Davası”nı yakından izleme fırsatını da bulmuşlardır.
Bu davanın gidişatı, onlarda yargıya güveni iyice sarsmış, yargının tarafsız
olmadığı algısını pekiştirmiştir:
Hani neticede Şemdinli olayları, şuna gelecektim; dün önümüzdeydi mahkeme,
şurada, şu kapı mahkeme zaten. E görüyorum, yani ben onun adaletine nasıl
güveneyim? Adamla aynı fikirde değilim yani, o da başımda olmasın. Savcıya
yapılanlar, rektör vardı olaylarda. Mesela bunlar hep adaleti [...] Tamamen taraflı,
tamamen siyasî konular. Tamamen taraflı, tamamen haksızlık yapıldı. (Van 1)
Nihayet bu adalet varsa da bir savcıdır. Bir savcı iddianamesini yazar. Peki, bu
nihayet yargının önüne gelir. (Van 2)
Hepimizin fikri var. Van’da kimi konuştursanız bu savcıya hakaret edildi. Adalet
sisteminde olan bir kişi hakarete uğradı, adaletsizliğe uğrar. (Van 1)
Olabilir, savcı yanlış yapabilir ama görevinden... (Van 2)
Danıştay’ı var... (Van 1)

Niye görevden alıyorsun? (Van 2)

Hepimizi yaraladı, yani bu bir adalete olan güvenimizi burada sarsılmasın mı
yani? Neticede kısaca çıkaracağımız yorumu hukuk adına utanç verici bence.
Hukuk adına utanç verici, alınan karar, verilen cezalar utanç verici... Olan güven
de kayboluyor bu tür şeylerle hocam. İnsanın olan güveni bile kayboluyor bunları
görünce. Bu Van’da genel kanaattir. (Van 1)
Yargının devlet lehine yorum yaparak karar verdiğine ilişkin bir başka örneği, Ankara’da görüştüğümüz öğretim üyesi vermiştir:
Doktora yaparken, hükümet lisansüstü öğrenimden de harç alınacağına ilişkin bir
kararname çıkardı. Bunun üzerine biz itiraz ettik. Çünkü Yükseköğretim Kanunu’nda “lisansüstü öğrenimden harç alınmaz” diye kesin bir hüküm vardı. Neticede Danıştay’da yürütmenin durdurulması için dava açtık. Verilen karar şoke
ediciydi. İlgili daire, alınacak olan “harç” değil, “eğitime katkı payı”dır, dolayısıyla
yasadaki hüküm ihlal edilmemektedir, diye bir karar verdi. Bu tamamen
lafzî bir yorumdu, hukukla mukukla ilgisi yoktu. Böyle bir durumda yargıya nasıl
güvenip, kendi haklarınızla ilgili olarak devlete karşı dava açacaksınız? Nitekim
bu karar sonrasında benim yargıya güvenim tamamen yok oldu. (Ankara 1)
Tarafsızlık meselesine sınıfsal açıdan bakan görüşmeciler de oldu. Antalya’da
görüştüğümüz kişi, alacağı tazminatın mahkemenin başlangıcındaki faizi ile sonuçlandığı andaki faizi arasındaki farkı, işverenlerin hukuk sistemi üzerindeki etkisine bağlıyor:

Benim mahkememin başladığı tarihlerde, atıyorum faizler yüzde 18’di, sonuçlandığında yüzde 8’di. Oradan tabii kayıp, her şey yani işverenin lehine dönüyor.

Yani hukuk sistemi işverenlerin lehine mi işliyor diyorsunuz?

Çünkü onlar yapıyorlar kanunları. (Antalya 1)

Kimi görüşmeciler de, hâkim ve savcıların ideolojik görüş ve siyasal tercihlerinin,
kararlarını ve tutumlarını etkilediğini ima ederek, bu durumun yargıya güvensizlik
yarattığını vurguladılar:
Yani şu anda ne bileyim hepsi kendine göre belli bir görüş altına girmeye başladılar.
Kimileri dünya görüşe, dinî görüşe, kimileri bakıyorsunuz siyasî görüş olarak
ayrılmaya başladılar. Ee bir bakıyorsunuz tamamen haklıyken haksız duruma
düşebiliyorsunuz. (Bursa 1)
Bu görüşmeciye göre yargı “siyasallaşmıştır”:
Bir hukuk devletiyiz ve bu durumun olması demokrasiye, Anayasa’ya aykırı bir
durum. Yargı daha önce de dediğim gibi bağımsız olmalı ve hiçbir siyasal olay ve
kurumla ilişkilendirilmemelidir. (Sivas 2)
Diğer Sivaslı görüşmeci de, “yargının siyasallaşması”ndan şikâyet etmekte; “Anayasa’yla yönetilen bir hukuk devletinde demokrasiye aykırı bir durum olmamalıdır” diyerek, bir yandan da demokrasiye vurgu yapmaktadır. (Sivas 1)
Denizlili görüşmeci ise, AKP iktidarıyla birlikte, özellikle “yaşam tarzı” meselesine
bağlı olarak, yargının hükümetten etkilenme ihtimalinin arttığını düşünüyor:
[Mahkemeler siyasî iktidarın] etkisi altında diye düşünmüyorum, ama işte bu
böyle bir kayırmacılık olabilir diye de düşünüyorum. Yani sarhoşun hakkını eğer
oradaki hâkim veya avukat neyse o böyle bir partiye üye ise büyük ihtimalle...
Hâkim partiye üye olamaz devlet memuru olduğu için ama!
Siyasî düşüncesi hani, işte o iktidarı benimsemişse eğer ne bileyim bir dindar birini
kayırır diye düşünüyorum. Bunun cevabı zaten ülkede olan şey... (Denizli 1)
Antalyalı görüşmeciden de benzer bir yorum alınmıştır. Bu görüşmeciye göre, Adalet Bakanı’nın AKP’ye karşı açılan kapatma davası hakkında yaptığı açıklamalar, yargıyı baskı altına almaya yöneliktir:
Siyasallaşma yani görünüyor, çünkü hani bu en basitinden, en yakın zamanda
AKP’nin kapatılması olayıyla ilgili. Adalet Bakanı olaya müdahale edebiliyor ya
da fikir yürütebiliyor. Hâkimleri, savcıları etkileyebiliyor dışarıdan.
Hükümetin yargının üzerinde etkisi olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Düşünüyorum. (Antalya 1)
İstanbullu eğitimli görüşmeciye göre, hükümetin yargıyı doğrudan baskı altına
almasına gerek yok, bu durum kendiliğinden de meydana gelebilir:
Bir tereddüdüm var. Çünkü bakınca şeyi görüyoruz, yani ben – eğer yanılıyorsam
lütfen düzeltin– hani ortaya çıkan yolsuzluklar, ıvır zıvır Kemal Unakıtan’ın çocuğunun işte şeyi çıktı, bunların üzerine üzerine gidilmesi... Ama bunlar belki Sulh Ceza’nın, yargının işi mi bilmiyorum ama bunların bir şekilde sonuçlarının olması, en basitinden ya bu doğru mu bilmiyorum Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlunun işte […] görülmesinden sonra tutulmaması... Aynı şeyi Recep Tayyip Erdoğan Başbakan veyahut da Recep Tayyip Erdoğan İstanbul Belediye Başkanı değil, Recep Tayyip Erdoğan Kasımpaşalı kasap olsaydı oğlu bu işi yapsa bu şekilde mi olurdu her şey? [Yargının tarafsız olduğunu söylemek] çok zor. Yani bunu söylemek çok zor. (İstanbul 1)

8 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 6

BİRAZ ADİL, BİRAZ DEĞİL... DEMOKRATİKLEŞME SÜRECİNDE TOPLUMUN YARGI ALGISI. BÖLÜM 6


Demokratikleşme, sürecinde, Yargı Kurumunun, Toplumsal Algılanışına, Bakarken, Biraz adil, Biraz değil, Ethem Mahcupyan,


Yani faizleri az mı işlettiler?

Bize bilgi verilmedi. Kaç para üzerinden hesap edildi, nasıl hesap edildi? Nereye,
ne kadar gitti? Bunlar hakkında hiçbir bilgimiz yok ve bu para, niye biz şey yapıyoruz?
Bu para çıkmış, alınmış, haberimiz yok. Konuşuyoruz, ne oldu durumlar,
daha siz hesap cüzdanlarınızı çıkarın, bize getirin, paralar yattığı zaman ödeyeceğiz gibi bir şey çıktı. Ama para alınmış.
Kim almış parayı?
Avukatın şeyine yatmış para daha önceden. Bunu dışarıdan araştırıyorlar zaten.
Çünkü çok zaman oldu. Dört buçuk sene, dört buçuk senede olabilir mi? Şu İş
Mahkemesi’nin şeyde kendi muhabbeti varmış yani biz sormuyoruz, diyor ki,
[…] firmasının altı ay içinde bitirecek bu mahkeme diyor. Hangi altı ay? 2003’ün
Kasım’ı, 2008’in Mart’ı...

Yani beş sene!

Evet. Hani altı ayda bitecekti mahkemeleriniz? Nasıl bir uygulama? Bir kere
bilirkişiye gitti, bilirkişi allem etti, kellem etti ona göre bir hesap çıkardılar. Biz
itiraz ettik, avukat itiraz etti. Hayır dedi, bu şekilde bir hesaplama olamaz, yanlış
hesaplama bu. Hadi tekrar bilirkişi, bir süreç daha başladı. Uzuyor da uzuyor
yani... Dört buçuk sene. Ondan sonra bir daha bilirkişi hesaplamasına gidildi.
O hesaplama da bitti. Ona göre biz bekliyoruz tabii, kendi kararımıza karşın bu
anaparaya göre artık ne alırız, tabii ki ben onun hesabını yapacağım, zaten dört
buçuk sene beklemişim o paraları, ne alırız, ne gideriz diye. Çeşitli kişilere de
hesap ettirdik biz bunu. Ondan sonra oradan bir şey geldi. İşte bir şekilde ne
şey yapıldığı, karar verildiği halde bize, tamam arkadaş para geldi, gelin hesap
kitapla şu paraları alın... (Eskişehir 1)
İstanbullu bir görüşmeci, Hazine’nin el koyduğu bir arsayla ilgili davanın uzayıp
durduğundan söz etti. Bu durum adaletin tecelli etmesinden ziyade, “idare etmek” ti ona göre:
Arkadaşlarımın arsaları vardı. Arsaya devlet bir şekilde el koymuş. Bunun karşısında para vermiş, beş sene olmuş hâlâ daha paralarını almaya çalışıyorlar ve
alamadı. Hâlâ daha uzuyor işte. (İstanbul 5)
Bir başkası da, benzer bir soru üzerine, dört yıldır temyiz sonucunu beklediğini ve
bu yüzden mahkemeleri “kesinlikle güvenilir” bulmadığını anlattı:
[Mahkeme] kesinlikle incelenmiyor. Ben kendi yaşadığım bir olayı anlatayım
yani… Dört sene temyizden cevap gelmedi çok enteresan bir şey... Bizim köyümüzde […] olayı vardı, bununla ilgili olaraktan muhtarı şikâyet ettim. Savcı dosyasını hazırladı, etti, muhtarı suçlu buldu. İlk celsede muhtarı aldı içeriye. Ağır
Ceza’da görülüyor, kaymakam inceledi ilk önce, o yargılanabilir diye o izin verdi.
Ve enteresan bir şey, kendi getirmiş olduğu üç tane şahit, biz çünkü davaya
müdahale edemiyor durumundayız, müvekkil konumunda kalıyorsunuz. Müşteki
durumunda olduğunuzdan davaya müdahale edemiyorsunuz. Ama nereye geleceğim şimdi, kamu davası açıldığından dolayı bu vatandaş suç olmadığını, ikiüç tane yalancı şahitle davayı kendi lehine doğru çevirdi ufak bir cezayla. Bir de
ondan sonra beni de, bana tazminat davası açtı, ben müdahale edemiyorum...
Ondan sonraki yapmış şeyi de tamamen mesela birtakım yasadışı olaylarda hepsi
o şekilde düzeltilmesi için gönderdim temyize, dört seneden beri halen temyizden
bir cevap alamadım.
Deprem mağduru görüşmeci de, açtığı davanın uzamasını ve bunun yarattığı bıkkınlığı şöyle anlattı:
Mücadelemiz var. Sekiz sene oldu ve biz hâlâ, sekiz sene oldu derken, depremin
ilk senesi başlattım. Bir üç buçuk sene sonra dava bitti, arkasından bir davayı
daha başlattık. Dördüncü senede, dört senedir de devam ediyor. Herhalde biriki
sene sonra, bir-iki sene daha devam eder. Öyle, avukatımın söylemesi o oldu
tabii ki de. Ben bu arada Engelli Derneği’ni kurduktan sonra biraz şey yapamadım,
İstanbul’daydı avukatım. Önce davalarımı ben kendim takip ettim. Üç sene
davayı kendim takip ettim, hiçbir avukata bile güvenmeden. Dedim ya bir güvensizlik oldu yani artık her şekilde. Öyle İstanbul’dan bir arkadaşım gönüllü olarak avukatlık yaptı yani, para filan almadan gönüllü girdiği için. Gönüllü girince
herhalde dedim sorumluluğunu aldı ve güvendiğim de bir avukat arkadaş, zaten
kardeşleri falan tanıdık. Fakat son mahkemem biraz ret olması benim çok canımı
sıktı. İşte temyize yolladım dedi. Ne kadar sürecek? İki sene. Davanın temyize
gidip gelmesi bir-iki sene, bilmiyorum bu nasıl adalet işlemi, nasıl sistem iki sene
süren, ben bunu bilmiyorum... (Kocaeli 1)

Bir görüşmeci davalarda haksız olan tarafların zamanın uzamasından yararlanarak
davaları lehlerine çevirebildiklerini söyledi. Ona göre, özellikle davalarda güçlü olan taraflar bu yola başvurarak ya da mahkemelerin bu zaafından yararlanarak avantaj sağlıyorlar:

Babamın mahkemesi var, dört-beş yıldan fazladır mahkemesi sürüyor; davacı
[babam]; davalı olan taraf çok büyük bir firma olduğu için birkaç tane avukatı var
ve olayları haksız olduğu halde [...] kendi tarafına yontabiliyor. Yani bu yüzden bir
sene içinde sonuçlanabilecek bir dava, yıllarca sürebiliyor. [...] Çok basit davalar,
çok nasıl diyeyim gereksiz yerlere takılabiliyor. İnsanlar karşıdaki insanları zorlayabiliyor.

Ne bileyim işte, damım aktı bunu şikâyet için mahkemeye gidebiliyorsun,
bunu bile aylarca, yıllarca uzatabiliyor. Karşı taraf tarafından sallanabiliyor.
(Samsun 2)

Başka bir görüşmeci de, davaların uzamasının, bazı durumlarda bilinçli bir taktik
olduğunu ima ederek, sözü zamanaşımına getiriyor. Özellikle “devlet görevlilerinin
işlediği” veya görüşmecinin verdiği örnekte olduğu gibi, “devlet adına işlenen” suçlarda, bu durumun yaşandığını belirten görüşmecimizin açıklamaları şöyle:
Zaten davaların gecikmesi başlı başına bir sorun. Zamanaşımı olayını ben hiç
anlamış değilim ve bu çok oluyor bizde. Birisi suç işleyecek, sonra altı-yedi sene
geciktir ve suçlu kurtulsun. Bunun bence hukukla hakkaniyetle bir ilişkisi yok. Ya
savcı aramaz birilerini ya polis yakalamaz. Mesela Haluk Kırcı gibi... Sonra da
serbest kalıyorlar. Bu nedenle adalete olan güven de sarsılıyor tamamen. Yapı
çok hantal. Dava çok uzuyor. Davayı kazansanız da çoğu zaman artık bir anlamı
kalmıyor çünkü çok gecikmiş oluyor. Yani bu nedenle Türkiye’de bu yapı işlemiyor.
(Diyarbakır 3)
Van’da görüştüğümüz şahıslar da, yargı sürecinin çok uzun sürdüğünü, bu durumun hak arama konusunda caydırıcı etki yaptığını örneklerle anlattılar:
Benim geçen seneki [olayımdan] mahkemeye gittik, bir sene sonra, iki sene sonra
mahkemeye gidebildik. Davacıydım... aslında davacıydım. Gittim oraya baktım,
davamdan vazgeçtim. Çocuğa bir şey olmadı, çünkü güvenemedim, iki sene
sonra benim çocuğum öldükten sonra iki sene sonra hakkı gelse ne olacak?.. Yani
köylü, yani mahkeme o kadar aciz ediyor ki! En ufak davanın, en çabuk, en çabuk
olanı altı ay. Bunda öyle kararlar vardır, köyde vardır dört sene, beş sene sürer.
(Van 1)

Vallahi 25-30 senedir devam eden davalar var. (Van 3)
Gitmiyor köylü, istemiyor. (Van 1)
Komşu köyle arazi davası 30 yıldır davalı! 30 yıl! (Van 3)
Bizim bir davamız daha var. Bu […] ile Bahçesaray arasında bir mera davası
var. Ve o alüvyon vadi üzerinde tam on iki kişi vuruldu şu ana kadar. 1999’dan
bugüne... On iki kişi vurulmuş, ölmüş gitmiş. Sekiz kişi […] ve şu anda devletin
defalarca, avukatlar devrede, hâkimler gidiyor geliyor, şu ana kadar bir karar verilemedi.

Kaç yıl oldu... Dokuz senedir, hâlâ daha karar verilemedi. (Van 1)

IV) Mahkemelerİn İş Yükünün Ağırlığı

Mahkemelerin, ağır iş yükü altında ezildikleri, bu durumun da adaletin gerçekleşmesini engellediği, yine kamuoyunda sıkça dile getirilen bir husustur. 
Bu durum, özellikle yargı çevreleri tarafından önemli bir sorun ve ciddi bir şikâyet konusu olarak sürekli gündeme taşınmaktadır. Hiç mahkeme deneyimi olmayan kişiler bile, mahkemelerin iş yükünün ağırlığına vurgu yaparak davaların uzaması konusunda benzer algılara sahiptirler:

Bir bilgim yok ama mahkemelerde çok fazla davanın görüşüldüğünü ve hâkim ve
savcıların bu yoğunluktan etkilendiklerini biliyorum. (Sivas 1)
Sivaslı görüşmeci, adalet sisteminin düzgün işlemeyişinin çeşitli nedenleri olduğunu belirtirken, iş yükünün ağırlığına ve çalışma şartlarının elverişsizliğine de
vurgu yapıyor:
Şu anda [yargının düzgün] işlediğini sanmıyorum. Hâkimler ve savcılar siyasî
baskı altında, mahkemelerdeki dava dosyalarının çok fazla olması, çalışma şartlarının düzgün olmaması ve mahkeme süreçlerinin uzun olması yargının düzgün işlemesine engel oluşturuyor. [Mahkemelerin] çok yoğun olduklarını biliyoruz, aynı zamanda savcı ve hâkim sayısının ve mahkemelerimizin fizikî ortamlarının yetersiz olduğu kanaatindeyim. (Sivas 3)
Denizlili görüşmeci de, kendi davasında yaşadığı mağduriyeti hâkimin iş yoğunluğuyla ilişkilendiriyor:
Muhtemelen [...] çok davada benzer şeyler yaşanıyordur. Bence çok fazla davalarının olmasından dolayı olabilir yani, işlerinin yoğunluğundan dolayı olabilir. Yani bir an önce bitsin, yeni birine bakayım diye olabilir diye düşünüyorum. (Denizli 1)
Antalyalı eğitimli bir görüşmeci, iş yoğunluğu nedeniyle hâkimin kendisine ilgisiz
davranmasına ilişkin bir tecrübesini aktarıyor:
Avukat aracılığıyla iki kere gittim mahkemeye... Zaten hâkim sizi istemiyor bir
süre sonra. Yani bir-iki kere görüyor, ondan sonra hâkim sizi çağırmıyor. Çağırmıyor adam, vakti yok zaten. Yani mesela ne bileyim mahkemenin, diyelim ki saat dokuzda veriliyor size, [ancak] birde-ikide girebiliyorsunuz içeri. Öyle durumlar var, hâkim geçiştiriyor her şeyi. (Antalya 1)
İstanbullu görüşmecilerden birisi de iş yoğunluğunun, karar verme yeteneğini ve
çalışma verimini doğal olarak düşürdüğünü söylüyor:
Mesela adlî hâkim aynı günde iki yüz tane davaya bakıyorsa bu adamın karar
verme yetkisinin, karar verme yeteneğini ne ölçüde etkilendiği mi [konuşayım]? Bu da önemli, bu da benle ilgili, alakalı bir şey. Yani adalet dediğiniz sadece hakkın bulunması olarak değil de, aynı zamanda kullanılan kişilerin, çalışan kişilerin de bu işle ne kadar verimli olabilecekleri konusunda... [konuşmak lazım]. (İstanbul 1)

V) Hak Aramanın Pahalı Olması

Görüştüğümüz kişilerin çoğunun, “hak arama” ile “paralı olmak” arasında doğrudan ilişki kurduklarını gözlemledik. Özellikle vurgulanan husus ise, avukat tutmak zorunda kalacakları ve bu yüzden paraya ihtiyaçları olduğudur. Karslı bir görüşmeciye göre, mahkemede asıl mesele, kişinin kendini savunabilmesidir; ama o kendini savunamayacağına göre avukat tutması gerekecektir. Ne var ki parası olmadığı için bunu yapamayacak, dolayısıyla hakkını arayamayacaktır. (Kars 13) Aynı vurgu şu sözlerde de seçilmektedir:
Bazı insanlar zengin olduğu zaman bakarsın avukat tutar, fakirler haklı olduğu
halde hiçbir şey yapamadıkları için haksız durumuna düşerler... Bakıyorsun haklı
insan […] haklı insan ceza çekiyor, haksız insan elini sallayarak gezebiliyor yani.
(Kars 14)
Bazı görüşmecilere göre “hak aramak” masraflı bir iştir. Kişinin maddî gücü yoksa
ya da güçlü değilse, adalete erişmesi de mümkün değildir. Bursalı görüşmecilerin
ifadeleri, bu algıya örnek oluşturuyor:
Örneğin bir boşanma davası bile açıyorum dediğiniz takdirde, en ucuz aslında şey
olaraktan görüyorum ben, adlî takip, evrak takibi tahsilatla ilgili, diyelim ki bir
senetti şuydu buydu en ucuz onlar herhalde, öbür türlü daha fazla. Bilmiyorum
bir milyardan aşağı boşanma açamıyor, ilk önce bir milyarı alıyorlar, çünkü avukatlar da artık şey, yarın öbür gün […] vazgeçiyor dava[dan], o peşin tahsil ediyor, o da haklı... [Bu masraflar karşısında kişi] kesinlikle [hak] arayamaz. Neden arayamaz? Avukatını bulamaz, boşanma davasında açamaz. Boşanma davasında farklı bir şahit getirdi, iş bitiyor. Yani siz de iyi biliyorsunuz, bunlarla ilgili olaraktan iki tane şahit kendi tarafından getirdiği takdirde, yazılı bir şeyiniz olmasa da şahitlerin vermiş olduğu ifade geçerli. Bitti! Yani geçerli oluyor, bu sefer yani o şahit yalancı şahitliği yaptığı ortaya çıkmış olsa, üç tane yalancı şahidi içeri
atmış olsa, emin ol insanlar yalancı şahitlik yapmaktan çekinecekler. Herkesin
yaptığı yanına kâr kalıyor. Bilmiyorum benim izlenimim bu. Ya hep bana böyle
denk geldi. (Bursa 1)
Yine insanların başına gelmeden bilmez. Bir dava açacaksınız; yok dosya parası,
yok harç parası dediğiniz gibi, yok pul parası, yok bilmem ne parası. Bende varsa,
ben getiririm dava açarım size. Olmayan adam nasıl açacak bu davayı? (Bursa 2)
Van’da başına gelen arsa olayını anlatan kişi, mağdur durumdaki kişinin elde edeceği kazanç ile avukata ödemesi gereken bedelin aynı olduğunu söyleyerek, adalete erişim bakımından maddî imkânların önemine dikkat çekiyor:

Şimdi hocam, burada arsanın bedeli zaten 2 milyar, avukatın istediği para 2 milyar.

Yani burada çok değişik hocam, çok değişik!
Yani adalet aramak için biraz da…
Biraz da maddiyat olmak lazım... (Van 2)
İstanbullu bir görüşmeci de, yargıya başvurmanın “pahalı bir şey” olduğunu, bunun da hak aramayı engellediğini düşünüyor:

Hemen aklıma gelen birkaç aksaklıktan bahsedeyim isterseniz. Bir kere çoğu
insan için pahalı bir şey galiba. Yani hakkını aramak çok kolay değil. Çünkü davalar için, her dava için sanırım avukat verilmiyor size. Davacı […] gibi bir şey değil ve uzun sürüyor. Bir öyle, yani ekonomik yönü var. Ondan sonra hani insanların inancı yok galiba sonunda işlerin çözüleceğine dair. (İstanbul 3)

Gölcüklü görüşmeci de, depremde kaybettiği çocuğunun bulunması için giriştiği
hukuk mücadelesinde, daha en başta maddî güçlükle karşı karşıya kaldığını
anlattı:
Bana bir mahkemede on gün süre verildi para yatırmam için. Ben deprem yaşamışım,
enkazdan çıkmışım, hiçbir şeyim yok, hastanelerde kalmışım. On günde
benim yedi buçuk milyar bulmam kolay bir şey değil yani... Tabii ki, tamamen
parası olmayan dava açamıyor, böyle bir şey yok. Hani diyorlar ya işte Baro’dan
avukat veririz, yok ki versinler. Baro’dan avukat yok ki versinler yani. Onun için
tamamen engelleyici benim için. Benim şu anda [...] var, davası görülecek,
gönüllü avukat bulamıyorum ben. Bir sürü haklarım var, alınması gereken, devletin vermiş olduğu üç kuruşu şimdi faiziyle geri alma hikâyesi var. Geri aldı,
faiziyle, katlanaraktan. Belki haklılardır, ama bir engelliye haklı olamazlar. Yani
tamam kesersin maaşını, yollamazsın, ama onun yok olan bir şeyini icrayla geri
alamazsın. Hangi hak bu, hangi adalet bu? (Kocaeli 1)

Maddî zorluklar nedeniyle mahkemeye avukatsız müracaat eden mağdur, bu yüzden davayı kaybetmiştir, görüşmeciye göre.
Kayserili bir görüşmeci de, daha az para ödeyerek tutulan avukatın, davayla yeterince ilgilenmeyeceği kanısında:
Mesela diyelim ki vardın, selamünaleyküm, aleykümselam bana bir avukat lazım.
Tamam, eyvallah tutalım. Tut. Maddî kısımla, malî kısımda, kaç olur kirası, avukatı
tuttum mesela, 5 milyar veya 10 milyar. 
Ha ben bütçem kabul etmiyor, veremediğim için 10 milyar değil de 5 milyara veya 3 milyara tutuyorum. O zaman mesela avukat da onu savunma yapamıyor mesela maddî durumdan... (Kayseri 4)
Bu görüşmeci, avukatların da aralarında anlaşarak davaları yönlendirdiğini düşünüyor:
Şimdi şöyle, avukatlar kendi aralarında anlaşıp, kendi aralarında mesela mağdur
taraf bir suçlu tarafa dava açtığı zaman şimdi bu avukatların ikisi bir araya gelip
bu avukatlar kendi aralarında anlaşıp karşı tarafının [lehine] anlaşıp, kendi aralarında bölüşüyorlar yani. […] Devletin en büyük açığı bu. Benim görüşüm budur yani. (Kayseri 4)

Bu ifadeler, avukatlara güvenin de temel sorunlardan birisi olarak görüldüğüne
işaret ediyor. Avukatlar, adaletin tesisinde rol oynayan vazgeçilmez unsurlardan biri olarak değil, çıkar ilişkilerini düzenleyen, kendi ilişkilerini ve becerilerini haksızlar lehine kullanabilen aktörler olarak görülmektedir. Denizli’de görüştüğümüz ve karısından boşanıp çocuğunu görme problemi yaşayan görüşmeci, çocuğunu görmesi konusunda yaşadığı sorunu avukata bağlamaktadır:
Aslında hâkimden çok avukatlarda problem bence! Mesela benim şimdi bir kızım
var, onu ayda bir kere görebiliyorum, aslında bilmiyordum böyle bir şey olduğunu.
Haftada bir kere de görebilirdim aslında. Yani böyle bir hakkım olduğunu ben o
zamanlar bilmiyordum. Hâkim de bana aynı şeyi bu şekilde söylemedi, yani sen
haftada bir kere de görmek istersin diye bir olay geçmedi. Dolayısıyla işte mahkeme bitti, ama ben sonuçta kızımı ayda bir kere ancak görebiliyorum. Bunun
dışında işte karşı taraf göstermek de istemiyor. Bir hakkım var, ama zor bir hak.
Uğradığınız haksızlığın kaynağı ne sizce?

Bence işte mahkeme de suçlanabilir, suçlamaktansa ben avukatları suçluyorum.
(Denizli 1)

Hak aramanın ve adalete erişmenin önündeki bu tür engellerin kalkması, bir görüşmeciye göre, yargı mensuplarının iyi ücret almalarına ve iyi şartlarda çalışmalarına bağlı:
Yani bir hâkim iyi kazanıyorsa veyahut da sadece hâkim de değil yani adalet sistemi dediğiniz zaman iyi kazanırsa, daha iyi şartlarda çalışırlarsa çok daha iyi
olur. (İstanbul 1)

VI) Yargı Süreçlerİ Dışında Adalet Arayışı

Görüştüğümüz kişilerin çoğu, mahkemelere ve yargı sürecine ne denli az güvenleri
olursa olsun, bir ihtilaf yaşadıklarında başvuracakları başka bir merciin bulunmadığını da teslim etmektedir: “Yani ne kadar doğru olmasa da, adalet adalettir.
[Sorunlarımı çözmek için] mahkemeye giderim.” (Kars 6; Kars 7; Kars 15; Kars 18; Samsun 1; Samsun 2) Yargılanıp ceza alan bir görüşmeci bile mahkemeyi adres göstermektedir:
Bugün en geçerli olan mafya usulü yollar, ama ben hiçbir zaman mafyayla bir
işim olmadı, olamaz da. Kendim yargılamaya çalışırsam aldığım bütün eğitimin
boşa gittiğini hissederim. Yine mahkemeye başvururum ama pek de bir beklentim
olmaz. (Trabzon 1)
Eğitim düzeyi en düşük olanından yüksekokul mezununa kadar birçok görüşmecinin gözünde, mahkeme hâlâ bir “çare yeri”dir. Erzurumlu, okur-yazar olmayan yaşlı bir kadının algısı ile (“Mahkeme açarım, hallederim, hakkımı ararım, vatandaşı ararım, hakkımdan vazgeçmem” [Erzurum 1]) yukarıdaki yüksekokul mezunu kişinin algısı arasında bu açıdan kategorik bir fark yoktur.

Görüşmecilerin genelinde gözlediğimiz, devlete tevdi edilmiş “adalet sağlama”
görevinin bireysel çözüm arayışlarından üstün olduğuna inanma eğilimini, eğitimli
bir görüşmeci şöyle anlatıyor:
Sonuçta hukukî bir sorunsa tabii ki mahkeme yoluyla çözmeyi denerim. Neden
derseniz, en başta da söyledik, toplumdaki bireyleri belli bir düzen içerisinde
tutmak için adalet dediğimiz bir kavram var, eğer bireyler olarak bu kavramları
yok sayar da, her birimiz kendimize göre yeni kurallar ortaya koyarsak... o zaman
sorunlar yumağı çıkar; çünkü o da sorun yaratır, o da sorunu çözmek için farklı
bir yöntem geliştirmek gerekir, o yüzden elimizde hazır olan bir adalet kavramı
ve bunun için yazılmış kavramlar varken, elbette ki kanunlarla çözmeyi yeğlerim;
bunu da mahkeme aracılığıyla yaparım... Hukukî her sorun mahkemede çözümlenmeli. (Samsun 1)

Arabası çalınan, ancak kendi aracını polis yardımıyla değil, kendi çabasıyla bulan
ve savcılık prosedürlerini tamamlayıp aracına kavuşan bir görüşmeci bile, her halükârda tek çare yerinin mahkeme olduğunu vurgulamıştır. Bu kişiyle aramızda geçen diyalog, genel algının tipik bir örneği olarak da okunabilir:
Ben [arabamı] kendi çabamla buldum yani, polisle hiçbir şey olmadı. İsterse
hemen bulabilirlerdi yani.
Peki, polise mi güvenirsiniz mahkemeye mi?
Mahkemeye güveneceksin... İlk önce polise dedim ki, benim arabam kayboldu
dedim karakola, güvenmediğim için ben kendim buldum arabayı, ondan sonra
benim arabam burada dedim.
Peki, her şeye rağmen mahkemelerin adalet dağıttığına inanıyor musunuz?
Valla benim şimdi […] ama ne bileyim valla herhalde çare olur gibi geliyor bana.
Yani bir işiniz düşse mahkemeye gitmekte tereddüt eder misiniz, etmez misiniz?
Etmem. Başka bir yerimiz yok yani.
Neden başka bir yeriniz yok?
Mahkemeden başka kime güveneceksin?
Yani mahkemenin sorunu çözeceğine inanıyorsunuz!
Tek güvenimiz o yani, başka bir şey yok. Şu ağaca çıkarsanız, orada boşluk varsa
oraya basmazsınız, dal varsa dala basacaksınız, o dala basmak zorundayız.
Yani bu tutunacak tek dal gibi...
Tek dal gibi görüyorum evet.
O zaman bu çok önemli bir kurum sizin için, hayatiyet arz ediyor.
Tabii, tabii. Öyle değil mi ama?
Peki, adliyeye giderken herhangi bir tereddüt yaşadınız mı?
Yok. Hiç tereddüt yaşamadım. Dediğim gibi bir güvencemiz ora. Başka yok, kime
güveneceksin? (Yozgat 1)
Buradan yargının adil ve etkili bir şekilde işlemesinin Türkiye toplumu için ne
denli önemli bir konu olduğu sonucunu çıkarabiliriz. “Adaleti temin etmek için ne
yaparsınız” sorusuna verilen ve bu algıyı destekleyen diğer cevaplardan bazıları da
şöyle:
Yok, mahkeme usulü yapmamız lazım, kana kanlan o bir türlü kendin halletmenle
zaten edemeyeceğin bir şey mahkeme usulü devlet usulü onunla halledebilirsin
ancak bizim burada bu böyle. (Kars 1)
Adaleti temin etmek için mahkemeye gitmek gerekir, zaten insan kendisi halletse
ülkede adalet diye bir şey olmaz. (Kars 8)
Önce mahkemeye başvururum. (Erzurum 2)
Elbette mahkemeye. Mahkemeye güvenirim. Yani belki sonuç alamayacağımı
bilirim. Ama doğru olduğunu da biliyorum, yoksa bunu kendim çözmeyi denesem,
diğer insanlardan farkım kalmayacak bu noktada. Medeniyet dediğimiz
şeyin içinde yaşamaya çalışıyoruz; ne kadar yaşıyoruz o da tartışılır. Yani bunu
denerim, şansımı denerim en azından, ne kadar şansım varsa, olabilecek bütün
koşulları zorlarım olması yönünde, ama doğru olarak, adaletli olması için uğraşırım.
Adalet dedik ya, adalet burada başlıyor bence işte. Bir şeylerin doğru yerine,
taşların doğru yere oturması işte adalet bu bence bir olayda. O yüzden mahkemeyi denerim. Ama bazen mahkemeden sonuç alamazsam, kendi yollarımı da denerim bilmiyorum. (Samsun 2)
Aslında [mahkemeye gitmekte tereddüt] etmem... mahkemeye giderim, ama o
şeyi yaşarım içimde, o sıkıntıyı, o şeyi yani biz gidiyoruz ama ne olacak hani ya
bundan bir şey çıkarsa? Başka yapacak bir şey yok, hani kural koyucu biz değiliz,
kanun koyucu da biz değiliz. Yani atıyorum komşum benim tavuğumu kesti diye,
ben de onun tavuğunu kesmem. (İstanbul 1)
Eğer kendimin çözebileceğine inandığım bir konuysa kendim halletmeye çalışırım.
Eğer ki hukuksal bir bilgi birikimine gerek varsa ya da hukuksal yollarla
çözülmesi gerekiyorsa muhakkak ki mahkemeye başvururum ve sorunlarımı halletmeye çalışırım. (Sivas 2)


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***