30 Nisan 2020 Perşembe

Atatürkçülük Üzerine,

Atatürkçülük Üzerine,




Yekta Güngör ÖZDEN,
2003

Atatürkçülük üzerine çok yazdım, söyledim. Bu kez değişik biçimde değinmek istedim. Aslında ne kadar yazılıp söylense azdır.

Anlaşmasını, birleşmesini, dayanışmasını bilmeyen Atatürkçülerin Cumhuriyet’imizi yüzyıl yaşatacaklarından kuşku duyduğumu söylersem kimse beni ayıplamasın. Son yıllarda, üstelik seçimle geldiğim görevlerde özverilerle sürdürdüğüm tüm çabalarıma karşın bir türlü sonuç alamamamın kırgınlığıyla değil, içtenlikli bir kanı olarak açıklıyorum. Bencillik, tembellik, korkaklık, aymazlık, çıkarcılık hatta sapkınlık denilebilecek olumsuzluklar sergileyerek karşıdevrimcilerin güçlenmesine neden olmaları sanırım beni doğrulamaktadır. Yalnızca rozet takarak, nutuk atarak, resim asarak Atatürkçü olduğunu sanan sahte Atatürkçüleri; Atatürkçü görünerek Atatürkçülere zarar veren amaçlı kimseleri; açıktan ve doğrudan Atatürk düşmanlığı yapan bağnaz, yobaz, ikiyüzlü, dönek, nankör, bilgisiz, bağımlı, uydu-uşak yaradılışlı kiralık ve satılıkları; gerici ve şeriatçıları; Tanzimat, Mütareke kafalı mandacıları; İkinci Cumhuriyetçi siyaset palyaçosu medya militanlarını; kişisel bozuklukları belirgin, terbiye yoksunu şakşakçıları; soyguncu, hortumcu, rüşvetçi, hırsız, ahlaksızları; düşünce ve inanç sömürücüsü bölücü ve yıkıcıları; sakıncalı tutumlarla demokrasiyi yozlaştıran kopyacıları, saldırganları bir yana kendi durum ve tutumlarıyla başbaşa bırakmak gerekir. Bunların düzelmesi olasılığından söz edilemez. Kendi görüşleri ve amaçları yönünde her şeyi geçerli, bunlara ters düşenlere aykırı bulup kişiliklere onura saldırırlar. Çekinmeden de demokrat ve ilerici geçinirler. Bu sayrılı tipleri tanımayan yok gibidir. Kurtuluş ve Kuruluş bilgileri yanında insanlık ve yurttaşlık bilinçleri de yoktur. Hangi koşullarda, nereden nereye, nasıl geldiğimizi unutmuşlardır. Bunlar için tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin hiçbir önemi yoktur. Yaşanılan kötülükleri, çekilen acıları kavrama yeteneklerini yitirmişlerdir. Uluslararası ilişkileri ve olayları gerçekçi bir yaklaşımla değerlendirip gelecekte nelerle karşılaşılabileceğini kestirmekten kaçınırlar. Laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıpratıp yıkmak başlıca amaçlarıdır. Varlık nedenleri ilkeleri, ulusal değerlerini canlarını adayarak savunacak yurtseverlerin tepkilerini önleyip bastırmak için ABD ve AB desteğine gereksinim duyduklarından, aşağılanmaya, dışlanmaya, avutulup oyalanmaya aldırmadan, el-etek öperek onlara sığınırlar. Tarihi ve gerçekleri utanmadan yadsırlar. Bunların hiçbir önemi olmadığını, en büyük yargıç tarihin yargısının büyük bir yansızlıkla her şeyi belirleyeceğini yinelemek yeter.

Düşündürücü ve üzücü olan, “Atatürkçü geçinenler” de değildir. Bunların iplikleri de pazara çıkmıştır. 12 Eylül 1980’den bu yana yaşananlar, yıkılanlar, yitirilenler, sarsılanlar, bozulanlar, değişenler, küçülenler ortadadır. Atatürk’ün Vasiyeti bile göz ardı edilebilmiştir. Çığırtkanlar ve goygoycuların, maskara ve madrabazların kışkırtmalarına kapılarak neden olunan kötülükler, siyasal iktidarların yavanlıkları ve yüzeysellikleri, partizanlık ve ödünleriyle birbirini izleyen olumsuzluklar ulusal yapının her alanında büyük gedikler açmıştır.

Başkent’te etnik terör yandaşları karanlık yüzlerini, kanlı dişlerini göstermeye, kökten dinci teröristler ülkenin her yanında eylemlerini sürdürme çabalarını sürdürmeye kararlı olduklarını açıklayabilmekte, kimi komşularımızla sözde dostların Lozan’ı geçersiz kılıp Sevr’i daha kapsamlı biçimde gerçekleştirme çabaları her gün yeni bir boyutla gündeme getirilebilmektedir. Hiçbir tartışmaya girişilmeden, hiçbir doğru anlatılmadan, hiçbir gerçek belirtilmeden, AB’nin oyalayarak istediği her ödün verilerek AB’ye girmek için “Kopenhag kriterleri ile birebir örtüşerek içerikte uyum yasalarının çıkarılması” gazete duyurularıyla önerilebilmektedir. Daha AB’nin ne olduğu, ne getirip götüreceği halka iyice anlatılmadan. Önce karşı olanların şimdi körü körüne yandaş olmasının nedenleri araştırılmadan. AB’ye uyum için çırpınanların ülke içinde ayrılık ve çelişkilerini çekinmeden sürdürdüklerine, tarikatçı kadrolaşmaya, nice antidemokratik kurala dayanmaya, bunları yenilerine eklemeye çalıştıklarına bakmadan.

Tüm bunların nedeni, Atatürkçülerin dağınıklığı, birbirlerine kişisel ve duygusal karşıtlıkları, başlangıçta özetle belirtmeye çalıştığım davranışlarıdır. Bu duruma güvenen, hatta dayanan karşıdevrimciler takiyye yöntemiyle, kimi zaman kabadayılık ve külhanbeylikle yol almaktadır. Kimi usta ve uzman sanılanlar da zamansız, anlamsız sormacalarla, amaçlı sayılacak yanıltıcı sorularla gerçekleri tersine çevirme, iyilikleri kullanarak kötülükleri benimsetme yarışına katılmışlardır. Güvenilmezlik kanıtı bu çabalar kişileri daha iyi tanıtmaktadır.

Eğitimdeki yanlışlıklar, amaçlı uygulamalar gerçeklerin öğrenilip benimsenmesinin önündeki en etkin engeldir. Türk Devrimi ve Atatürk İlkeleri konusundaki tutum en iyi örnektir. Atatürk’ün Büyük Söylevi’ni okumamış, Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarını bilmeyen yüksek öğretim son sınıf öğrencileri vardır. “İnanıyorum o halde varım”dan “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine çıkarılmanın önemini tartışamayan üniversite bitirenler vardır. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu bir toplumdan, ümmetten ulusa gelmeyi değerlendiremeyen, yurttaşlık kimliğini anlamak istemeyen, tebaa ile onur ve erdem sayılan hakları, özgürlükleriyle kişilikli ve nitelikli birey durumuna yükselmeyi değerlendiremeyen yurttaş vardır. Kimi Atatürkçü tanınan da, genelde alışılmış, geleneksel, yöresel başörtüsü adıyla ve “türban” yalanıyla yaygınlaştırılmak istenen siyasal islamın belirtisi sıkma başı yükseköğrenim kurumlarında açıkça yasaklayan Anayasa Mahkemesi’nin 1989 yılındaki iptal kararını, bunu yineleyen 1991 yılındaki yorumlu red kararını, Danıştay’ın bu doğrultudaki kararlarını unutarak ya da küçümseyerek “...bu konuda yargı organlarımızdan çıkan kararlar da maalesef tartışma götürür kararlardı” diye yazmaktadır.

Kısaca değinmekte yarar bulduğum kimi kavramlar, kurumlar, ilkeler ve değerler için yapacağım vurgulamalar bir yineleme olabilir. Büyük bir kesiminin terör aygıtı gibi çalıştığını, ulusalcı olmadan ulusal olmayacağını söylediğim medyanın çirkin saldırıları nedeniyle bunları bir kez daha yazıyorum. Özetle ve içtenlikle.

Mustafa Kemal Atatürk, sömürgeci ve yayılmacı güçlerle dinci ve baskıcı kişisel yönetimden yurdumuzu ve ulusu kurtaran, Osmanlı ile hiçbir ilgisi bulunmayan, demokrasi amaçlı, her yönden yepyeni laik Cumhuriyet’i kuran, ulusal değerlerimizle varlıklarımızın simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye’miz ile özdeşleşerek kurumlaşan bir ilkeler anıtıdır. Türk Mucizesi’nin yaratıcısı, ilkelerinin temelinde gerçekleştirdiği Türk Devrimi’nin unutulmaz önderidir. Müdafaa-i Hukuk ruhunun, Kuva-yı Milliye ateşinin özüdür. Tam bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, aydınlanmanın savaşçısı ve öncüsüdür. Eşsiz komutanlığı, her alana el atan yetkin devlet adamlığı, örnek insanlığıyla evrensel bir kişidir. “Ne mutlu Türk’üm diyene” özdeyişini kıvançla söyleyecek herkesin kendisine bağlılıkla övünebileceği en büyük, en gerçekçi, en çağdaş Türk milliyetçisidir. Yabancıları Anadolu topraklarından kovup kutsal bilinen topraklara sokmamakla yalnız Anadolu Müslümanları’na değil, dünya Müslümanları’na en büyük iyiliği yapmış, namusumuzu ve onurumuzu kazandırmış bir ölümsüzdür. Bağımsızlık demektir, özgürlük demektir, ulusal egemenlik demektir, aydınlanma demektir, onur demektir, erdem demektir, ahlak demektir, adalet demektir, demokrasi demektir, Türkiye demektir.

Atatürkçü, Mustafa Kemal Atatürk’ün gerçekleştirdikleriyle amaçlayıp önerdiklerine sahip çıkan, bunları güncelleştirip yenileyerek, özünü koruyarak güçlendirip ve yaygınlaştırmayı görev bilen ilerici, demokrat, nitelikli, bilgili, bilinçli, onurlu, dürüst, çalışkan, insancıl, sevecen, kişilikli, özverili, yürekli, çağdaş, yurtseverdir. Kemalizm, Atatürkçülük bir dogma değildir. Türkiye’ye özgü, kendini yenileyen çağdaş bir öğretidir. Kemalistleri/Atatürkçüleri 1930’larda kalmakla suçlayanlar, 1950’den sonraki yöneticileri bırakıp Atatürk’ü ve İsmet İnönü’yü suçlayanlar 1919 ve sonrasını unutanlarla unutturmak isteyenlerdir. O altın yılların coşkusunu, devingenliğini, saygınlığını, devrimciliğini, ilkeliliğini, başarılarını bunlar karşısında gözleri kamaştığından göremeyenlerdir. Güçlükler, yoksunluklar, isyanlar ve ihanetler göğüslenerek girişilen bir ölüm-kalım savaşının kazanılmasıyla yoktan var edilen bir ulusal yapının değerini bilmeyen zavallılardır. 1930’larla 2000’lerin ayrılığını, koşullarındaki özellikleri akıl taşıyan herkes bilir. Atatürk ilkelerinin ruhu, özü, anlam ve amacı korunup onlara bağlı kalınarak, o soylu anlayış ve yurtseverlikle bugünün koşullarını gözeterek sorunları çözümlemek gerçek Atatürkçünün görevidir.

Gerçek Atatürkçünün eylemiyle söylemi birdir. Büyüklenmez. Kimseyi küçük görmez. Yalandan tiksinir. Kavga ve kargaşa istemez. Tartışarak, çalışarak, güven verip inandırarak sonuç almaya çalışır. Kimsenin değil, ilkelerin adamıdır. Yağmaya, kıyıma, gereksiz ve zamansız özelleştirmeye, bağımlılığa karşıdır. İşbirlikçilerle birlikte olamaz. Yeni kapitülasyon nitelikli tahkime, yabancı sermayeye ayrıcalıklara, kamusal değerlerin ve alanların talanına olur veremez. Düzenli, disiplinli, gerçekçi, özverili, çalışkan ve örnek kişidir. Bozguncu, kilitçi, hizipçi, şarlatan, uyumsuz kimseler ona asla yanaşamazlar. Yaranma çabasına girmez, ödül ve armağan beklemez, çıkar gözetmez. Ödüncü değildir. Arsızlarla yüzsüzler, gösterişçilerle kuklalar ondan hoşlanmazlar.

Gerçek Atatürkçüleri sahteleriyle birlikte gösterip suçlayan, karalayıp kötüleyen dönek, saplantılı ve sapkın kimileri de Atatürk düşmanıdır. Karanlık ve karışık kimileri sızamadıkları, barınamadıkları yerlere, yüz vermeyen Atatürkçülere değişik biçimlerde saldırmayı beceri saymaktadır. Kiralık ve satılık kimilerine araç olanlar, o kapı bu kapı dolaştıktan sonra kendine sahne hazırlayanlar kendilerini bir şey sanarak ya da göstererek gezinmektedir. Gerçek Atatürkçü, gençlik taslamaz. Yaşı ne olursa olsun gençtir. İlkelerini özümseyen, aykırı davranışlardan kurtulamayan, yurttaş olamamış, dalkavuk yapılı, ulusallık karşıtları asla Atatürkçü olamaz. Niteliksiz, düzeysiz, kişiliksiz kişi Atatürkçü olamaz. Atatürkçü olmak bir onur işidir. Bu onuru her baş, her omuz, her yürek taşıyamaz.

Günümüzün laik Cumhuriyet düzeni için başlıca tehlikesi, tehdidi, krizi olan iktidara yaranma çabalarıyla kararıp küçülenler artmaktadır. Kimi üniversitelerde, kimi yargı yerlerinde, kimi yönetim birimlerinde ve yasama organında, en başta özellikle yerleştirilip beslenerek çöreklendikleri kimi medya kuruluşlarında yakınma konusu ayrılıklar, karşıtlıklar, görevleri kötüye kullanma anlamında çirkinlikler duyulmakta, izlenmektedir. Bunlar acı veren çirkin belirtilerdir. Ayrıca her “Atatürkçüyüm” diyen gerçekten Atatürkçü olsaydı bu durumlara düşmeyeceğimiz de doğrulanan bir toplum gerçeğidir. Yapay Atatürkçüler, Atatürkçünün Atatürkçüye saldırmayacağını, Atatürkçünün Atatürkçüyü karalamayacağını, engellemeyeceğini bilmez. Ama ortada o kadar çok Vahdettin, Ali Galip, Ali Kemal, Damat Ferit, Derviş Vahdetî, Şeyh Sait, Fethullah var ki.

Bir de “Atatürkçü olmamak”la övünen bağnaz, yobaz sakatlar var. Atatürkçü olmanın ne anlama geldiğini yukarda belirtmiştim. Bunlara karşı olanlar insan olabilir mi ki inançlı olsun? Yurttaş olabilir mi ki seçkin, saygın ve nitelikli olsun? Atatürk karşıtı olmakla övünenler de bunlar gibidir. Ben, Atatürkçü olmakla her zaman övünüyorum. Her an daha iyi, daha gerçekçi Atatürkçü niteliğimi dokumak, güçlendirmek, artırmak istiyorum. Bana göre Atatürkçü olmak, yazımda hemen değindiğim nitelikleri taşımak, ilkeleri savunmak yanında özellikle Türkiye’miz bağlamında yurttaş ve adam olmaktır. Hem de her yönden ve gerçekten. Hiçbir ulusallığı olmayan yaklaşımları “milli görüş” sanıp benimseyenlerin kavramın sözlük anlamından yaşamsal durumuna, yandaşlarına değin bir kez daha düşünmesini salık veririm. Atatürkçülükte ulusalcılık belirgin ıra(karakter)dır. Ulusal çıkarlarımızı, ulusal güvenliği, geleceği düşünmeden, körü körüne, üstelik ödünler vererek AB’ye girmeye çabalayanlar da düşünmelidir. Eşit konumda, yaraşır biçimde AB’ye girmeye, insan hakları ve özgürlükler konusunda güzellikler yaşamaya, teknolojik gelişmelerden yararlanmaya kim karşı çıkar? Karşı çıkılan, sömürülmektir, aşağılanmaktır, bölünmek ve esir edilmektir, bağımlı olmaktır. Onursuz kalmaktır. Ulusun eşit öğelerinden Kürt kökenli yurttaşlarımızı azınlık saymak, bu yolda kışkırtmak olası Kürt devleti için alt yapı hazırlamaktır. Ulusal değerlerimize saldırmak başta silahlı kuvvetlerimiz olmak üzere laik Cumhuriyet bekçilerini yıpratmak ve dışlamaktır.

Kötülükleri, sakıncaları, olumsuzlukları kınamayanlar, bunlarla birlikte olanlar, destekleyenler ve pisliklerden yararlananlardır. Kimi maşalardır. Kimi kuyruklardır. İnsanlıktan, dostluktan, adamlıktan anlayan patron buyruğundaki mafyalaşmış tiynetsizlerdir. Kullananlar, en az kullandıkları kadar iğrençtir. Dışardan düşmana gerek olmadığı da savlanabilir. Teslimiyetçi, ver kurtulcu, kapkaççı, lopçu, kural tanımaz, ahlak dışı yaşamları eleştirilen yalancı yazar ve sözcülerin sayrılıkları, delilikleri, zorbalıkları çok kimseyi tiksindirmektedir. İlgili konularda bunların yaptığını Yunanlı, Rum ya da bilinen bir Türk düşmanı yapmamaktadır. Aykırılıkları gidermek, kötülükleri önlemek için uyaracak, önerecek, düzeltmek için çalışacak yerde yıkmak ve yok etmek için bu ölçüde devletine, ülkesine, ulusuna düşman olan kimselere başka yerlerde güç rastlanır. Bunlar elbet Atatürk’ü ve Atatürkçüyü sevmez. Sevmeleri çelişki olur, Atatürkçüyü üzer. Bunlar, ABD’yi, AB’yi, Yunanistan’ı, Kıbrıs Rum kesimini düşündükleri kadar Türkiye’yi düşünmezler. Tehlikeli ve sakıncalı tutumları bilinen bir imamı tutarlar, bilim adamını tutmazlar. Apo’yu severler, Atatürk’ü sevmezler. Okuduklarını anlamayan kötü amaçlılar haklı tepkileri ve uyarıları “Saddamcılıkla” suçlayıp kendilerine yaraşır yalanlarla Atatürkçüleri gözden düşürmeye uğraşırlar. Bunca çabaları Atatürkçülerin ne ölçüde haklı, yararlı ve güçlü olduğunun, etkin bilindiğinin kanıtıdır.

Örtünmeyle Türkiye gündemini değiştirme, ulusu avutup oyalama oyununa eşlik edenler, araç olanlar Atatürkçülüğü ağızlarına alamazlar. Kendini Atatürkçü bilen ve gerçekten bu onuru taşıyanlar da Atatürkçülüğü tekellerine almazlar. Tersine çıkışlar, Atatürk karşıtlığının bir başka yöntemidir. Atatürkçü, Atatürkçülüğü benimseyenin, özümseyenin artmasını ister. Donup kalmak gibi azalıp kapanmaya da karşıdır. Atatürkçü çoğaldıkça mutlu olur, sevinir. Susarak ya da başka biçimde karşıdevrime olur verenler, utançlarını Atatürkçüleri suçlayıp kendilerinin de Atatürkçü olduğunu söyleyerek hafifletip saklamak isterler. Atatürkçü, Atatürk’e yaraşır olmak çabasıyla onu geçercesine çalışıp ilkelerini savunup koruyandır. Atatürk’ü anlayıp anlatan, tanıyıp tanıtandır. Tabulaştırma ve tapma yakıştırmalarıyla hiçbir ilgisi olmayan, aklıyla vicdanıyla doğruları bulup paylaşan katılımcı, uygar kişidir. Akılla inancı, gerçekle varsayımı, bilimle dini ayıran atılımcıdır. Dinlerin olduğu yerde bulunan; din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi; demokrasinin, bağımsızlığın, insanlığın kaynağı; siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı; eşitlik ve bilimselliğin, kardeşlik ve dostluğun iklimi laikliği savunarak inanç sömürüsünü önler. Tüm sömürülere ve terörün hangi nedenle olursa olsun her türüne karşı çıkar. Bilir ve unutmaz ki Atatürkçülük bayrağı ancak gerçek Atatürkçülerin elinde dalgalanıp yükselir. Yalancıların ve yabancıların elinde değil, yabancılaşanların elinde değil.

Son zamanlarda Kemalizm/Atatürkçülük karşıtlarının us dışı görüşler ileri sürmesi bir rastlantı değildir. Dıştan kuşatma ve çevirmenin içten yıkma çabalarıyla birleşmesi Osmanlı’nın son yıllarında da görülmüştü. Arap, Ermeni, Rumlardan Türk düşmanı olanlarla Avrupalı karşıtlarımız içimizdeki sapkınlarla birleşerek başlattıkları saldırıyı geliştirirler. Önceleri nerede oldukları, ne oldukları bilinen kökten dinci, ırkçı-faşist ve kimi Maocu komünistlerin Atatürk düşmanlığı Türkiye’nin toplumsal dayanağını ortadan kaldırma amacına bağlıdır. Kökten dinci bir yayın organında hıncını ve hırsını kolayca açıklayan yabancının çalışması bundandır. Atatürk ve Kemalizm sözcüklerinin, kavram ve kurum olarak anlamlarının değiştirilmesi önerileri bundandır. Dünyanın tanınmış asker, sivil kişilerinin övdüğü Atatürk’ten gocunanların saçmalıkları bundandır. Kimileri de “Atatürk sömürüsü”nden söz ederek her gün andığımız, aradığımız, özlediğimiz Atatürk’e bağlılığı kıskanır ya da kendince tehlikeli bulur. Atatürk’ü sömürerek bir yere gelene, bir varlık edinene, herhangi bir şey kazanana rastlamadım. Tersine, ülkemizin ortamında Atatürkçü olduğu için bir çok şey yitirenlere rastladım. İnanç-din sömürüsü yapanlara, halkı aldatıp kandıranlara, soyanlara bir şey söylemeyenlerin tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma doğrultusunda Atatürk’e bağlılığını ve ilgisini açıklayanlara sataşması bir başka çelişkidir.

Anayasa değişikliği çabaları, Türk Ceza Yasası’nın değişiklik tasarısı, İş Yasası, Birleşmiş Milletler’in Siyasi ve Medeni Haklar ile Ekonomik Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmelerinin içeriği, Başbakan’ın bürokrasi yakınmaları göz ardı edilmektedir. Gerçekte, hukuk tanımazlıklarını açıklamaktadırlar. Bağlılık andı içtikleri Anayasa’yı kendi amaç ve açılımlarına uygun duruma getirmek istedikleri, ayrılıklarını uygun bulmayan hukuka karşı oldukları bellidir. Ustaları zamanında sık sık açıklanan “Herkese kendi hukuku” aymazlığını cemaat düzeniyle gerçekleştirmeye koyulmuşlardır. Değiştirilmesini bile öneremeyecekleri laiklik konusundaki tutarsızlıkları, kavgaları başka anlam taşımamaktadır. Kökten dinci terörün kıyıma dönüşen saldırıları, cinayetleri gözetilerek Turgut Özal’ın kaldırttığı Türk Ceza Yasası’nın 163. Maddesi’ni inanç sömürüsünü önlemek, inancı güvenceye almak için yeniden getirmeleri daha olumlu karşılanır. Oysa iktidar hepsini bırakmış, muvafakat partisi durumuna geçen sözde muhalefeti büsbütün silmeye, sindirmeye koyulmuştur.

Kim Atatürkçülükten, laiklikten ne zarar görmüştür? Anlamak olanaksızdır. Atatürkçülüğü laikliğe indirgemek eleştirisi de yanlıştır. Atatürkçülük bir tümdür. İlkelerin hiçbiri birbirinden ayrılmaz. Ayrı ayrı önemleri birinin öbürüne üstünlüğü değildir. 1950’den sonra özellikle laiklik konusunda ödünler verilip toplumsal barış sarsıldığından, olumsuzluklar bu alanda izlendiğinden laiklik konusu daha fazla konuşulup yazılmıştır. Zaman zaman değişen durumlara, saptanan olaylara göre ilkelerin daha çok ve daha sık tartışılması doğaldır. Asıl sorumluluk, Atatürk’ün “Kimsesizlerin kimsesi -En büyük Türk Devrimi- Erdem- Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürüdür- Demokrasinin yaşama geçiş biçimi ve yönetimdeki adıdır” dediği Cumhuriyet’in 1950 sonrası siyasetinin yozlaşması nedeniyle amacına ulaşmamasına neden olanlardadır. Kusur ya da suç Cumhuriyet’te, Atatürk’te, Atatürkçülükte değil, bunlara yaraşır olmayan yöneticilerdedir.

Kökü ve kaynağı belli günümüzün iktidarı “Hükümet olsalar da iktidar olamadıklarından yakınıyor. Öğrencileri “Lekeli” diyerek suçlayıp (kendisine ne demeli?) yaptıklarını unutan ve unutmak isteyen, tesettür defileleriyle yapay törenler arasında mekik dokuyan, sözde dinsel gerekleri uygulama görüntüsü altında şeriat özlemlerini yansıtan baylara ve bayanlara söylenecek çok söz vardır. Devlet adamı olmak için de önce adam olmak gerekir sözümü bir kez daha tüm ilgililer için yineliyorum. Yalakalığa soyunan kimi medya ilgililerinin kışkırtmasıyla “gaza gelen” iktidar başının buraya yaraşır olup olmadığı, hangi suçlardan sanık tutulduğu, özlediği iktidarın dikensiz gül bahçesi nitelikli, yetersiz bilgi ve eğitimiyle yerleştirmeye çalıştığı gerici bir düzen olduğu iyi bilinmelidir. Böyle birisinin bir de Cumhurbaşkanı olabileceğini düşünmek sürekli uyanık kalmak için yeter de artar bile. Ajan tutumlu körükçülerin, Atatürk’le kazandığımız amalıdır. Kendilerine umut bağlananlar, ülkesi için bir şeyler yapması beklenenler birbirleriyle, hatta kendileriyle kavga ederken bizi boğmak isteyen çember giderek daralmaktadır.

İş çevrelerinin tutumu, tarımdaki yıkım da buna eklenince ekonomik güçlükleri aşmaya çalışan ülkemizin çıkmaz sokaklarda kaldığı açıktır. İnsan hakları, özgürlükler, demokratik gelenekler, eğitim, bağımsız yargı, laiklik vd için tutarlı, ciddi, gerçek hiçbir söz etmeyen iktidarın etnik ve dinci terörü önleme konusunda da yetersiz kaldığı, bunun işine geldiği anlaşılmaktadır. “Yeniden Atatürk! Yine Atatürkçülük!” diyerek onurlu, soylu, namuslu, akılcı, yurtsever siyaset yoluyla aydınlık yarınlara koşmanın kıvancını yaşamak dileğiyle bu yolda sapkınlığa düşenleri kınıyor, uğraş verenleri kutluyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2003
KAYNAK;
http://www.turksolu.com.tr/ileri/16/ozden16.htm


http://www.guncelmeydan.com/pano/ataturkculuk-uzerine-yekta-gungor-ozden-t32959.html


***

Milliyetçiliğimiz Ve...

Milliyetçiliğimiz Ve...



Yekta Güngör Özden

Milliyetçilik Ezilen Ulusların Kapitalist Emperyalist Büyümeye Karşı Direnme Gücüdür

Sanayi toplumlarının değişik görünümlü açılımlarının aydınlanma ve demokrasiyle birlikte ateşlediği bir akım olan milliyetçilik, sovanizmden ırkçılığa sert ve ters içeriklerle tartışılan bir kavram durumuna geldi. 18. yüzyılda sömürgeci devletlerin yoksul ülkeleri ezmesiyle gündeme gelen, genelde duygusallık taşıyan bu akım giderek siyasal ve ekonomik öğelerle dokunarak bağımsızlığın ve özgürlüğün bayrağı oldu. Osmanlı’ların son yüzyılı Avrupa’da çaba gösteren Jön Türkler’ in girişimleri ve öyküleri ile doludur. Avrupa’da insanlık tarihinin, dinsel bağın üstüne çıkmasıyla, Türkiye’de ise Atatürk’ün kotardığı devrimlerle yurttaşlığın tebaanın, ulusun da ümmetin önüne çıkmasıyla önemini arttırmıştır.
Ezilen ulusların, sanayi toplumlarının tekelci, kapitalist emperyalist büyümesine ve uluslar arası egemenliğine karşı direnmesinin gücü olan milliyetçilik, Atatürk Türkiyesi’nde büyüklenme, üstünlük kurma, yayılma, ele geçirme, egemenliğini benimsetme değil, ulusların eşitliğini, karşılıklı güven ve saygıyı öngören barışçı bir anlayışa dayanmaktadır. Türk Devrimi’nin birbirini tümleyen ilkelerinden biridir. Türk Ulusu’nun varlığını sonsuza değin bağımsız biçimde özgürce sürdürmesi, güzel gelenekleriyle üstün niteliklerini koruması, aşağılanmaya ve ezilmeye karşı ulusal dayanışma içinde bulunması, uygunluk olanaklarını paylaşarak, karşılıklı saygı, güven ve dostluk duygularıyla barış ortamında, eşit konumda uluslar arası ilişkileri amaçlar. Saldırganlığı, yaşamsal olmayan savaşı, dayatmaları, üstünlük güdülerini dışlar, insanlık ve esenliği içerir. Her tür bölücülüğe ve ayrımcılığa, ulusal değerlerden ödün vermeye karşıdır. Gruplaşma, kümeleşme, güç gösterme nedeni değil, ulusal doğrulukta birleşme ve güçlenmedir. Ülkemizde milliyetçilik soylu, çağdaş, yapıcı bir anlayışla benimsenmiştir.
Son 60 yılda ırkçılık-turancılık kalkışmaları, faşist akımlara temel oluşturmuş, üzücü olaylar yaşanmıştır. Milliyetçiliği kötüye kullanmaların birbiriyle birleşmesi olanaksız kavramlarla kurmaya çalıştıkları yapı, alınmak istenen sonuçlar kimi sakıncalar taşımaktadır. Ulusalcılık ile Arap milliyetçiliği olan ümmetçiliğin birlikteliği gibi. Din öğesine ağırlık ve üstünlük tanıyıp soy bağını, din bağına teslim etmek gibi. Gençliğe kapı açan Türk-İslam sentezi anlayışı böyle yayılmak istenmiştir.

Atatürk’e Karşı Olan Asla Milliyetçi Olamaz

Feodalizme, ümmetçiliğe karşı, insana, bireye, yurttaşa değer veren ilerici bir içerik taşıyan milliyetçilik, tüm bu olguları bize veren, çağdaş Türk milliyetçiliğinin kaynağı Atatürk’e karşı kullanılmıştır. Atatürk’e, Türk Devrimi’ne, bu devrimin dayanakları Atatürkçülüğe karşı olan, şeriatçılığa omuz veren, asla milliyetçi, Türk milliyetçisi olamaz.
Küreselleşme-globalleşme adıyla yürütülen uluslar arası tekelciliğe, yeni sömürgeciliğe karşı ulusal çıkarlarımızı korumak, milliyetçiliğin en doğal gereğidir. Lozan’ın intikamını almak için Sevr’i gündeme getirenlerin, kürt milliyetçiliğini kışkırtarak çoğunluğun içindeki insanları azınlık yapmak isteyenlerin, Irak’ta polislik yapmaya heveslenenlerle Galiçya’yı, Yemen’i, vatan sayıp Kıbrıs’ı AB eliyle Yunanistan’a vermeye yeltenenlerin birlikteliği-ortaklığı, varlığını yüceltip güçlendirerek korumaya, eşit yaşamaya çalışanları düşündürmelidir. Milliyetçilik, Türkiye’de dinciliğin baskısı ve tehdidi altındadır. Ulus devlet, AB beslemelerinin saldırısına uğramıştır. Laiklikle çağdaş milliyetçiliği birlikte yaşama geçirmek, alt-üst kimlik tartışmalarını gereksiz kılan ulusal kimlikle yoğunlaşmak-birleşmek, gelecek yönünden en sağlıklı kurumsal güvencedir. Yanlış “azınlık” savları ve oyunlarıyla ulusal birlik yıkılırsa kimseye bir şey kalmaz. Pusudaki Avrupa, saldırgan ABD kendileri için savunduklarını Türkiye için gereksiz görmekte, Yugoslavya’da dağılmayı, Kıbrıs’ta birleşmeye çalışmaktadır.
Atatürk ilkeleri, önderi Atatürk’ün başardığı, gerçekleştirdiği yenileme atılımlarını yaşama geçiren dizgeler, yollar, yöntemlerdir. Konuşmaları, söylev ve demeçleri, buyruk ve önerileri, örnek aldığımız çalışma, çaba ve uğraşları bu kapsamdadır. Atatürk bizim için ışıklar kaynağıdır. Bizim için bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, onur, erdem, ahlak, adalet, şan ve şereftir insanlıktır, ülküdür. Bizim için her şeydir, bizim her şeyimizdir. Atatürkçülük (Kemalizm), bu özellikleri bu güzellikleri sürekli yaşamında tutarak kendini yenileyip aşarak insanlığımızı esenliğe, mutluluğa, gönence, erince taşıma sorumluluğu ve yükümlülüğüdür. Atatürkçü düşünce usla, bilimle, bilince bu doğrultuda çağdaş koşunun yürek ve beyin gücüdür.
Milliyetçiliği bu bağlamda değerlendirdiğim bir konuşmamın (Ege-Koop, İzmir 1998) ilgili bölümünü vererek görüşlerimi sunmak istiyorum. Zamanım elvermediği için bu yolu yeğliyorum. Anlaşılma kolaylığını seçiyor, bilimsel ağırlıktan özellikle kaçıyorum.

Ege-Koop Konuşması

“Milliyetçilik” sözlüklerde “ulusçuluk” diye geçiyor. “Ulusalcılık” diyenler de var. Millicilik değil, milliyetten geldiği için “ulusçuluk” daha uygun düşüyor. Önemli olan kullanma amacı ve anlatım gücü, bir de alışkanlık. Millliyetçiliğin değişik tanımları yapılabilir. Ben “ideoloji mi, psikoloji mi, karma bir kurum mu?” ayrıntıya bilimsel ağırlığa girmeyeceğim. “Bergson, Anderson şöyle dedi. Marks böyle dedi, Gellner ile A. Smith şunları anlattı, Ziya Gökalp şunu savundu, şimdiki siyasal amaçlı yorumcular ve parti yandaşı bilimciler ise şöyle yazıyor.” diye yollamalı bir anlatımdan da uzak kalacağım. İçten, yalın ve daha çok günümüzle ve özellikle ülkemizle ilgili durumlara, bunun için de öncelikle nasıl açıklanabileceğine değinmeyeceğim. Türlerine, örneğin “liberal milliyetçilik, tarihi milliyetçilik” gibi girmeyeceğim. Şimdi “saldırgan milliyetçilik, savunan milliyetçilik” gibi türlerden de söz ediliyor. Milliyetçilik, kanımca, bağnazca bir soy güdüsü değildir. Aynı zamanda bir disiplindir. Soyunun üstün değerlerini koruyarak ve güçlendirerek ulusal yapıyı her yönden daha iyi duruma getirmektir. Bizim için, Devrimin değerlerini geliştirip sürdüren bir anlayış olarak da tanımlanabilir. Türkiye için bir güç kaynağıdır. Bu bağlamda Atatürk milliyetçiliği, Türkiye’de yaşayan herkesi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kurumunda tam eşitlikle birleştirip soy ve inanç özelliğini özgürce açıklama olanağı veren bir ilkedir. Tüm ayrımları dışladığı, akılcı, ilerici, uygar ve gerçekçi olduğu için “çağdaş milliyetçilik”tir. Toplum yapısını özellikleri ile kavrayan sağlıklı bir anlayışa oturtmaktır. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halk, hangi soy ve inanç bağından olursa olsun, ulusu oluşturduğuna göre açılımları bu yapıya göre tanımlayıp yönlendirmek gerekir. Ulusal birliğin temel öğesi, dil ve ortak yaşam istenci ile tarihsel değerlerdir. Din nedeniyle acılar çekilmiş, saldırılara uğranılmış olsa da din, milliyetçiliğin gerçek öğesi sayılamaz. Irkla din karıştırılmışsa da, milliyetçilikte, ulusalcılıkta din dayanak olamaz. Ulus yapısında olması ayrıdır. Uluslaştıktan sonraki aşama için değildir. Irkçılık, ulusal birliği dil, gelenek, ülkü öğelerine, insanlık ilkelerine değil de ırk temeline bağlamak isteyen kafatasçılık, bana göre çağdışı bir akımdır. Ulusçuluk yayınları da ulusalcılık, “soy” ağırlığını da geride bırakan, dinsel birlikteliğe karşın ortak değerlerde yükselen, bu değerlerden kaynaklanan bir olgudur. Sanayileşmeyle başlayan uluslaşma süreci, bağımsızlık tutkularıyla aşama kazanmıştır.
Milliyetçiliğin, bizde, laiklikten çok dinciliğe dayandığını görmek istemeyen, siyasal ve etnik kimliklerin savaşımı gibi sunan, savaşımcıları vardır. Çağın gerçeklerini kavrayamayanlar, ümmetten ulusa, kapıkulu-kölelikten-tebaalıktan bireyliğe geçmeyi anlayamamışlardır. Milliyetçilik, tutuculuk; tutuculuk da milliyetçilik değildir. “Milli-manevi değerler” ile “milliyetçi muhafazakarlar” sözlerini dillerinden düşürmeyenlerin çoğu, bu kavram ve sıfatların ne olduğunu bilmediği gibi adlarının karıştığı çirkin olaylar, çete-mafya ilişkilerine uzanan durumlar, siyasal çıkar aracı türü kullanmalar da sözde kaldıklarını göstermekteir. Milliyetçilik, geriye çeken, gereksizleri, yarasızları da koruyan bir tutum değil, ilerici atılımcı, insana ve değerlerine saygılı bir anlayıştır. Aynı topraklar üzerinde yaşayan insan topluluklarının bu birlikteliği koruma amacı, ayrılıkçı duygu ve düşünceleri geçersiz kılar. Geçmişi özetleyen tarih ortaklığı; toplumsal varlığın en güçlü dayanağıdır. Dil, düşünce, ahlak, kültür-gelenek ortaklığıyla geleceğe ilişkin amaçla birleşmek, tüm bunları koruma güçlendirme, yüceltme çabasında yoğunlaşmak, çağımızın milliyetçiliği olarak algılanmalıdır.
Ulus olmadan, uluslaşma, ulusallaşma söz konusu olamaz. Ulus, hepimizin bildiği gibi, ülke, ilke ve ülkü birlikteliği ile kaynaşmış yurttaşlardan oluşan siyasal ve toplumsal bir yapıdır. Yurttaşlar arasındaki bağları kuran öğeler bu kavramlar içindedir. Etnik öncelik, üstünlük ve ağırlık savıyla ayrıcalık istemi, ırkçılığa götürür. Gerçek, içtenlikli milliyetçilik, tutsaklığa, sömürgeciliğe ve her tür bağımlılığa temelden karşıdır. İçte, soy ve inanç ayrımı gözetmemeyi; dışta uluslararası eşitliği benimser. Tersine tutum kavgacıdır, barışçı değildir.
Çevremize baktığımızda milliyetçiliği ırkçılıkla eş tutmaktan ötede, özdeşleştiren eğilimler görmekte, kimi sakıncalı durumlara tanık olunmaktadır. Hatta dinselleştirenler vardır. Türbanla ve dinsellikle ilgisi olmayan, sıkmabaş, başbohçalama, kara örtünme olaylarında “Tekbir!” çığlıklarına uyarak kargaşa çıkaranların elleriyle yaptığı işaretler bu durumu açıklamaktadır. Böyle olursa yani dinleşirse ulus, ümmet olur. Milliyetçilik ümmetçilikle birleşemez ona destek veremez. Ümmetçilik, Arap milliyetçiliğidir. Ülkede, bir ırkın, bir etnik grubun üstünlüğü savına dayanan tutum, ulusu daraltmak, bölmek, milliyetçiliği küçültmektir. Milliyetçiliğin ahlakla ilgisi, ıranın (karakterin) belirginleşmesidir. Ekonomik amacı olmayan milliyetçiliğin kültürel temelini savunmak da inandırıcı olmaz. Milliyetçilikte ekonomik amaç, bağımlılığın önlenmesidir. Ekonomik bağımlılık, milliyetçiliği gölgeler ve engeller. Belirgin özellik, eşitlik özgürlük, birliktelik, geçmişe bağlılıkla gelecekte de var olmak amacıdır.

Atatürkçülükte Milliyetçilik

Az önce belirtmeye çalıştığım anlayışla özetlenebilir. Sunuşlarım, benim kişisel görüş ve düşüncelerimdir. Şimdi böyle düşünüyorum, böyle görüyorum. Katılmayanlar olabilir, doğaldır. Toplumsal barış, ulusal dayanışmanın temelidir. Soylu bir ulusun bireyi olarak kıvanç duymak başka, bu bağı baskı, üstünlük aracı olarak kullanmak başkadır. Büyük Atatürk, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı tam birliktelikle zafere ulaştırmıştır. “Büyük işleri büyük uluslar yapar. Türk ulusu dünya uygarlığı ve insanlığı için örnek çalışmalar yapmıştır. Devrimler yapan yetenekli bir ulustur. Cesuruz, zekiyiz, çalışkanız, yüksek amaçlar uğruna ölmesini biliriz.” sözlerinde yansıyan anlayış, bugün için de en iyi örnektir. “Ne mutlu Türk’üm diyene!” özdeyişinin “Ne mutlu Türk olana!”dan ayrılığı açıktır. Hangi soy kökeninden olursak olalım “vatandaşlık” bağımız hepsinin üstünde, hepsi bu bağın altındadır.
Her Türk’ün özgür doğup özgür yaşadığı gerçeğine uygun yaşam, en çağdaş milliyetçilik olduğunu söylediğim Atatürkçülüğün, her alandaki tam bağımsızlık ilkesine uygun ereğidir (hedefi). Türk ulusu, insanlığa karşı sorumluluğunun bilincinde, insanlık ailesinin bağımsız ve onurlu bir üyesidir. Kurtuluş ve ilerlemenin özgücü olan özgürlük, Türk milliyetçiliğinin değişmez doğrultusudur. Türk milliyetçiliği halkçılıkla içiçedir. Halkın sorunlarına sırtını çeviren milliyetçi olmaz, milliyetçi olan halkçı, halkçı olan milliyetçi olur, tersini düşünmek yanlıştır. Milliyetçilik, gerçek, bilimsel ve en olumlu anlamıyla ulusal yaşam ve yönetim sürekliliğidir. Ulusun üstün niteliklerini, güzel geleneklerini koruyarak varlığını barış içinde, uyum ve uzlaşma ile sürdürmesi, ulusun gücüne inanıp dayanmayı, ulusunu sevip saymayı, varlığıyla övünmeyi, ahlak ve adaletle yönetmeyi bilgi ve bilimle çalışıp ilerlemeyi gerektirir.

Atatürk Milliyetçiliği Turancılığa Karşıdır

Atatürk “Türk milliyetçiliği, ilerleme gelişme yolunda uluslararası ilişki ve görüşmelerle, tüm çağdaş uluslara koşut ve onlarla yanyana yürümekle birlikte Türk toplumunun özel karakterini ve başlı başına bağımsız kimliğini korumaktır.” demiştir. “Türkiye halkı, ırksal yayınları da dinsel ve kültürel yönden birleşmiş, birbirine karşı saygı ve özveri duygularıyla dolu, kaderi geleceği ve çıkarları ortak bir toplumdur.” Serüven, düş ve gerçekdışılık Atatürk’ün anlayışında yoktur. Milliyetçiliğin başka yerlere çekilmesi, başka nedenlerle kullanılması, sakıncalı eğilim ve akımlara araç kılınması da Atatürkçülükle bağdaşamaz. Atatürk, Turancılığı “Büyük ve boş hayaller peşinde koşup yapamayacağı şeyi yapacak gibi gösteren sahtekarlardan değiliz” sözleriyle eleştirirken Suriye’de, Yemen’de yitirdiği binlerce evladının acısını çeken Anadolu halkına nasıl kıyıldığını vurguluyordu. Ana-babaların çektiği acıyı yüreğinde duymayan, milliyetçi olamaz. Enver Paşa’nın 1915’te Sarıkamış yöresinde, Allahuekber Dağları’nda, Rusları arkadan çevireceğini sanarak, aralık ayının buzlu gecelerinde, yazlık giysili 65-85 bin evladımızı şehit vermesi unutulamaz. Halkına karşı sorumluluk duymayan da milliyetçi olmaz. Atatürk “sorumluluk duygusu, ölüm duygusundan ağırdır” sözleriyle bu gerçeği belirtmiştir. “Türk Ulusu, Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hatta bu savaşa atılırken bile tutsak ulusların özgürlük ve bağımsızlık uğraşlarıyla ilgilenmeyi, o çabalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının özgürlük ve bağımsızlığına ilgisiz kalması elbette uygun görülemez. Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava biçiminde düşünülmemeli ve savunulmamalıdır. Milliyet davası siyasal bir savaşım (mücadele) konusu olmadan önce bilinçli bir ülkü (ideal) sorunudur. Bilinçli ülkü demek, bilimlere, bilimsel yöntemlere dayandırılmış bir ve amaç demektir.” yaşamında tek onur kaynağı ve servetinin Türklükten başka bir şey olmadığını söyleyen Atatürk, Medeni Bilgiler kitabının 376-378. sayfalarında görüşlerini şöyle sürdürmektedir: “bugünkü Türk Ulusu’nun siyasal ve sosyal topluluğu içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkezlik düşüncesi ve hatta Lazlık düşüncesi yayınları da Boşnaklık düşüncesi propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve yurttaşlarımız vardır. Fakat geçmişin, bu keyfi yönetim zamanlarının sonucu olan bu yanlış adlandırmalar, düşmana alet olmuş birkaç gerici beyinsizden başka hiçbir yurttaşımız üzerinde üzüntü yapmaktan başka bir etki yapmamıştır. Çünkü, bu ulusun bireyleri de, genel Türk toplumu gibi aynı ortak geçmişe, tarihe, ahlaka ve hukuka sahip bulunuyorlar. Bugün içimizde bulunan Hıristiyan, Musevi vatandaşlar yazgılarını ve geleceklerini Türk Ulusu’na vicdani istekleriyle bağladıktan sonra yan gözle, yabancı gözüyle bakmak, uygar Türk Ulusu’nun soylu ahlakından beklenebilir mi?”
Yine Atatürk, 1931’de, “Ülkenin ve Devrimin içerden ve dışardan gelebilecek tehlikelere karşı güvenliği için tüm Cumhuriyetçi ve milliyetçilerin bir yerde toplanması gerekir.” demiştir. Bu sözüyle cumhuriyetçilikle milliyetçiliğin ayrılmaz birlikteliğine değinmiştir. Altıok’un birbirinden ayrılması olanaksız, birbirini tümleyen anlamı daha iyi anlaşılmıştı.
Şu sözler de Atatürk’ündür: “Türk Ulusu, ulusal duyguyu, dinsel duyguyla değil, insancıl duyguyla düşünmekten zevk alır. Vicdanında, ulusal duygunun yanında insancıl duygunun onurlu yerini sürekli korumakla övünür. Türk Ulusu’nun uygarlık yolunda tüm uygar uluslarla ilişki kurması gereklidir. Ulusumuz her uygar ulus gibi uygarlığa hizmet etmiş insanların ve ulusların değerini bilir ve anılarını saygıyla korur.” 1929’daki bu sözlerini, aşırılıktan kaçınma ve inançla sarılma yönündeki şu sözleriyle tamamlamak istiyorum: “Biz doğrudan doğruya ulusseveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Bu toplumun bireyleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa o topluma dayanan cumhuriyet de o kadar güçlü olur. Biz öyle milliyetçileriz ki bizimle işbirliği yapan tüm uluslara saygı duyarız. Onların milliyetlerinin her gerçeğini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz, bu durumda, bencil ve gururlu bir ulusseverlik değildir.”
Türk Ulusu’nda kimi yapı değişikliklerinin doğal olduğunu, binlerce yıl kaynaşmış, eski bir toplumun birbirine tam benzemesi de çocuklarının aynı kök, uzun ve ortak geçmişin belirli tipi olduğunu söyleyip Türk! Övün, çalış, güven!” buyruğuyla da varlığıyla övünürken çalışmayı, kendine ve ulusuna güvenmeyi öğütlemiştir.
Görülmektedir ki Atatürk’ün milliyetçilik anlayışı gerçekten insancıl ve barışçıdır. Ulusal birliğin ve ülke tümlüğünün harcı ve güvencesi olduğunu 57. hükümetin programında da saptıyoruz. Evrensel boyutla da barışçı, insancıl ve laiktir. “Ne zaman İslam birliği, Türk birliği oldu?” sorusu da günümüzdeki gerçeklere uygundur. Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve son olarak SSCB. Dayanamadı, uluslaşmaya karşı çıkmada başarı sağlayamadı. Bağımsızlık ve özgürlük ateşi sonuç aldı. Ulusal Kurtuluş Savaşı sonundaki ulus devlet yapımız bu nedenle gerçekçi, sürekli ve sağlıklıdır. Tito, küçük kültürleri bağımsızlaştırarak, birlikteliği sağlayacağını sandı, aldandı. Atatürk onları birleştirip uluslaştırarak birlikteliği sağladı ve başarılı oldu. Yalnız din bağı etkili olsaydı İran-Irak savaşmaz, yalnız soy bağı olsaydı Sırplar’la Boşnaklar çatışmazdı.
Güneydoğu sorunu, Türkiye’yi güçlendirmemek, engellemek çabasının ürünüdür, yapaydır. Ama, içte barışı ve birlikteliği koruyamazsak başka örgütlerle, başka kukla ya da maşalarla biz uğraştıracaktır. Demokrasimiz diktatörlükleri, laikliğimiz köktendinci yönetimleri için kötü örnek olan ülkeler de bizi zayıf kılmaya çalışmaktadır. Atatürk’ün Amasya’dan Cafer Tayyar’a “Tüm milleti mahvetmeden Kürt devleti kuramazlar.” dediğini unutmamalıdır.
Ekonomi önemli bir katkıdır. Sanayileşme, kaynaşmayı sağlar. Ekonomide kendinize özgü gücünüz olmalı. İnsan kaynaklarıyla desteklenmeli sosyal adalet gerçekleşmeli, emek ve alınteri, karşılığını hakça almalı.

Türkiye Halkı Denilmesi Sakıncalıdır

Ayrıca, Rusya’yı karşımıza geçiren, bağımsızlıklarını yeni kazanan Türk Cumhuriyetlerini çekingenliğe ve duraksamaya düşünen “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar...” sözleriyle “Türk Ulusu” ya da “Türk halkı” yerine “Türkiye Halkı” denilmesini de yararlı bulmuyorum. Atatürk nasıl “TBMM’de yalnız Türk yalnız Kürt, yalnız Çerkez yok demişse ülkemizde değişik kökenden toplulukları vardır. Ve hepsinin ortak adı, ulusal kimliği “Türk”tür. Ulusal kimliğini yadsıyan, yurttaş olamaz. Yurttaşlıkta birleşince de sorun kalmaz. Kışkırtmalarla söylenen yalanlara kimse inanmaz. Hakkari’deki Mehmet’le Ankara’daki Yekta’nın Anayasal ve yasal hak özgürlüklerde, yurttaşlık olanaklarında hiçbir ayrımı yoktur. Bu topraklara “Türkiye” adını da 10. yüzyılda Avrupalılar koymuştur. Çoğunluğun dili dilimiz, adı adımızdır. Çağdaş, özgür bireylerinden ayrılan oluşan toplum hepimizin amacıdır. Atatürk, 1927’deki Büyük Söylev’inin sonunda “Bu sözlerimle ulusal varlığı sona ermiş sayılan bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş devletin nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.” derken yurt tümlüğüne duyarlı, birlikteliğe özen gösteren tutumunu ulusal düzeyde açıklamıştı. 10. yıl söylevindeki “Türk Milleti” vurgulamaları ile “Ulusal Ülkü” ve “Türklüğün unutulmuş büyük uygar niteliği ve büyük uygar yeteneği, bundan sonraki gelişmesiyle geleceğin yüksek uygarlık ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır.” sözleri boşuna değildir. Bunlarla “Türk’ün onuru, gururu ve yeteneği çok yüksek ve çok büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa, yokolsun daha iyidir. Bu nedenle, ya bağımsızlık, ya ölüm!” sözleri birleştirilip değerlendirilirse ulusal amacı tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Bilge Kağan da Ey Türk Oğuz Beyleri! Üstte gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, biliniz ki Türk ulusu, Türk yurdu, Türk devleti, Türk töresi bozulmaz demişti. Usu (aklı), bilimi, gerçeği ve karakteri dışlamadıkça, çağdaş milliyetçilikten uzaklaşılmaz.
Atatürk’ün, Misak-ı Milli sınırları içinde ve tam bağımsızlık temelinde, tüm yurttaşları özgür ve her yönden eşit yaşatan, yayılmacılığa, sömürgeciliğe yaşamsal olmayan savaşlara, siyasal ve ekonomik bağımlılıkları karşı çıkan ulusal egemeliği ve birliği üstün tutan yapıyı amaçladığını Recep Peker’in 9-16 Mayıs 1935’teki CHP 4. Kurultayı’ndaki şu sözler de doğrulamaktadır: “Atatürk ulusçudur. Ulus devletçidir. Bu nedenle de sosyalist değildir. Karmaşık devlet yapısının zararlarını yaşayan Atatürk’ü 5.2.1937’de TBMM’de yaptığı konuşmayla Şükrü Kaya da desteklemiştir. “Uygarlık düzeyine ulaşmak, bunun için de millici olmak gerekir. Ama dar ve tekelci değil. Tüm dünya için, insanlık için erinç ve mutluluk amaçlayan bir milliyetçilik.” Atatürk’ün birleştirici ve tümleyici ulus devletini benimsediği milliyetçilik kökenci değildir, sınıf ve zümreci değildir. Ulusal egemenliğe karşı değildir. Tersi olursa ulusun değil, sınıf zümre ya da ırkın egemenliği olur. Dinsel de değildir. Dinsel olursa bir din ya da mezhebin egemen olma kavgası-savaşı gündeme gelir. Gerici ulusalcılık (daha önce değindiğim siyasi ninni ve masallarla) da milliyetçilik olamaz. Donmuş ve kalıplaşmış 19. yüzyıl milliyetçiliği (Cemal Kutay Gözlem, 17.05.1999), Ziya Gökalp’in “pantürkizm”ini yenilenmiş göstererek gündeme getirmek sakıncalıdır. Tarihsel ve toplumsal temellere dayanan uygar bir anlayışı soy ve yapı özelliği ile ayrımcılığa dönüştürüp, uygar dünyadan soyutlamak büyük yanlıştır. Öbür uluslarla uyumu ve karşılıklı saygıyı gözeten anlayıştan ayrılmamalıyız. Atatürk 1933’te “Doğu’dan yükselecek güneşe bakınız. Bugünün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan tüm Doğu uluslarının uyanışını da öyle görüyorum. Bağımsızlık ve özgürlüğüne kavuşacak çok kardeş ulus vardır...” sözleri çağdaş, uygar, barışçı milliyetçiliğin, akılcı milliyetçiliğin açıklanışıdır. Ulusun, soyların karıştığı bir tümlük; toplulukların, halkların, soyların, kucaklaşması olduğu, yayılmacılık ve kavganın anlamsızlığı anlatılmaktadır. Kültürleri ayrıştırmak yerine birleştirmeyi seçen Atatürk, siyasal, ekonomik, hukuksal, yepyeni bir örgüt oluşturdu. Anlayışından bireylerine, ilkelerinden kurumlarına yepyeni, milliyetçi, demokratik, laik, sosyal Türkiye Cumhuriyeti.

Anayasalarda Milliyetçilik

1921 Anayasası’nın laikliğin de temeli olan 1. maddesi egemenliğin bağsız koşulsuz Ulus’un olduğunu öngörmektedir. Bu madde 1923’teki değişiklikte de korunmuştur. 1924 Anayasası’nın 3. maddesine alınan ulusal egemenlikten sonra 1937 değişikliğiyle bu Anayasa’nın 2. maddesinde devletin “milliyetçi” olduğu belirtilmiştir. 1961 Anayasası başlangıcında ulusal özellikler, ulusal bilinç ve ülkü, ulusal birlik, “Milli Mücadele Ruhu”ndan sonra, ulusal dayanışmaya yer verilmiş, 2. maddesinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin öbür nitelikleri yanında “ulusal (milli)” bir devlet olduğu öngörülmüştür. 1982 Anayasası’nın birinci paragrafında “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı...” beşinci paragrafında “(...)milli menfaat(...)”, “Atatürk milliyetçiliği (...)” altıncı paragrafında “milli kültür (...)”, yedinci paragrafında “(...) milli gurur ve iftiharlarda, milli sevinç ve kederlerle, milli varlığa karşı hak ve ödünlerde (...)” belirlemeleri yer almıştır. “Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde “(...) milli dayanışma (...) Atatürk milliyetçiliğine bağlı (...)”anlatımları bulunmaktadır. 4. maddesi bu niteliklerin değiştirilmesinin önerilemeyeceğini pekiştirmektedir. 42. maddede eğitim ve öğretimin Atatürk ilke ve devrimleri doğrultusunda yapılacağı açıklığından sonra, milletvekili andında (Madde 81) ve Cumhurbaşkanı andında (Madde 103) “Atatürk ilke ve devrimleri” yinelenmiştir.
Anayasa’nın konuyla ilgili “Türk vatandaşlığı” başlıklı 66. maddesi, anlatımlarımızı doğrulayacak bir biçimde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” açıklığını içermektedir. Bundaki “Türk Devleti” 1. ve 3. maddedeki “Türkiye Devleti”, 2. maddedeki “Türkiye Cumhuriyeti”dir.
Milliyetçilik, soyun “en üstün soy” olduğunu, başka ulusların aşağılanmasını öngörmez, ulusun varlığına, bağımsız yaşamına tutkunlukla, üstün değerlerini yükseltip güçlendirmeyi amaçlar. Özseverlik değil, özgüvenle çağdaşlaşıp başka uluslarla kendi kendi özgünlüğüyle yarışmaktır. “Soydaş”lıkla “yurttaşlık” aynı değildir. Atatürk milliyetçiliği ayrılıkçı “soydaşlığı” değil, birleştirici yurttaşlığı seçmiştir. Üstelik ulusal “Türk” kimliğiyle çoğunluğu tartışmasız biçimde odağa yerleştirerek. “Kavm-i necip” üstün soy anlayış, çağdaş milliyetçilikle bağdaşmaz. Ayrılıklarla savaş ve bölünme yerine birleşerek büyüme ve güçlenme yeğlenir. Milliyetçilikte kültür de evrensel kültüre ulaşmayı amaçlar. Bu nedenle alt kültürleri bağımsızlaştırmak değil, ulusallaştırarak evrenselleştirmekten sözedilir. Bu gelişmelerle birlikte öz, özellik korunur, yitirilmez.

Anayasa Mahkemesi Kararlarında Milliyetçilik

Geçmişi yadsımadan geleceğe tüm varlığıyla koşmak olarak da tanımlanabilecek milliyetçilik konusunda Anayasa Mahkemesi’nin birçok kararı vardır. Atatürk milliyetçiliğinin vurgulandığı bu kararlardan Esas 1984/9, Karar 1985/4; Esas 1989/1, Karar 1989/12 ile Esas 1993/3, Karar 1994/2 sayılı olanları ve şu ortak yargıyı belirtmekle yetiniyorum: “Atatürk milliyetçiliği, gelişme ilerleme yolunda, uluslararası uyum içinde yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel yeteneklerini ve bağımsız kimliğini koruma olarak tanımlanan Türk milliyetçiliğinin, Türk olmak mutluluğunu duyan herkesi kapsayan biçiminin adıdır. Atatürk milliyetçiliği, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesi Türk sayan; dil, ırk ve din gibi düşüncelerle yapılacak her türlü ayrımı reddeden, birleştirici ve bütünleştirici bir anlayışı temsil eder.”
Ulusu oluşturan öğeler dil birliği, ulusal duyguyla yanyana insanlık duygusu, siyasal varlıkta birlik, yurt birliği, tarihsel birlik, ahlak, gelenek ve geçmiş ortaklığı, geleceğe yönelişte birliktelik milliyetçiliğe de yansır. Medeni Yasa’nın gerekçesinde, laikliğin siyasal ve hukuksal birliğin yanında ulusal birliğin de harcı olduğunun belirtilmesi, yurttaşlık bağının gücünü ortaya koymaktadır.
Milliyetçilik, bölücülüğe, ayrılıkçılığa, köktendinciliğe, ırkçılığa, Turancılığa, faşizme, komünizme de karşıdır. Yargı kararlarında devletin tek’liğinin, ülkenin tüm’lüğünün, ulusun bir’liğinin ödünsüz korunacağı yinelenmiştir.
Ziya Gökalp’in deyişiyle “Orduyu yeniçerilerle, yargıyı kadılarla kotaracak kara ve kızıl tehlike”nin silahlı kuvvetlerine karşıtlığı da içerdiği, millliyetçilikle uyuşmadığı gözardı edilmemelidir. Söz milliyetçiliği değil, öz milliyetçiliği gerekir. Hiçbir yararlı davranışı olmadan, çığırtkanlıkla bir yere varılamaz. Soygun, çete-mafya, çıkar oyunları, gözdağı, işkence ve öldürme olayları milliyetçilikle bağdaşmaz. Ezmeyen, ezilmeyen soylu duruş, milliyetçiliğe yaraşır çizgidir. Ayrılıkçı tezler ileri sürülerek milliyetçi olunamaz, milliyetçilik yapılamaz. Milliyetçilik, ulusa hizmetle olur, eziyetle olmaz. Milliyetçilik yalnız “ad”a değil, tüm varlıklara sahip çıkmaktır, geleceği güvenceye almaktır. “Küreselleşme, globalleşme” adıyla yürütülen dış ekonomik dayatmalara, “özelleştirme” adıyla gerçekleştirilmek istenen gelişigüzelliğe, yağmaya-talana, her tür yolsuzluğa, haksızlığa, “uluslararası tahkim” adıyla ulusal yargıyı dışlamaya, borç bağımlılığına karşı çıkmayı gerektirir. Bunlar kafatası ölçüsüyle değil, kafa içi aydınlığı ve yürek gücüyle olur. Siyasal simge olarak kullanılan, inançla ve dinsel gereklerle ilgisiz örtü ve giysilerin, sarı-kırmızı-yeşil bölücü simgeden ayrılığı yoktur. Amaçta ve sonuçta ikisi de ayrılıkçı, bölücü ve yıkıcıdır. Milliyetçiliği ırkçılıkla özdeşleştiren anlayış da böyledir. Ulus-devlet, ulusun devletinin sahibi olması, ulusallığın hukuksal aşamasıyla somutlaşmasıdır. Barışçılığı, gerçekçiliği, ırkçılık ve Turancılığa kaymaması nedeniyle Atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği, bizim ulusal ülkümüzdür. Jeopolitik konumumuz da bunu zorunlu kılmaktadır. Söyleyecek bir şeyi bulunmayan kimileri telaşa kapılıp köktendinciliğe destek vermeye hatta ona sarılmaya başlamışlardır. Bu çarpık tutumun milliyetçilikle ilgisi yoktur. Ülke sevgisi, ulus saygısı, laikliğe bağlılık içermeyen milliyetçilik, geçerli olamaz.
Bir bez parçasını için laik cumhuriyete karşı çıkanların milliyetçilik anlayışına gülünür. Bayrağa, İstiklal Marşı’na ayağa kalkmayanlar, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı çıkanlar milliyetçi olamazlar. En büyük Türk milliyetçisi Atatürk’e saldıranlar, insan olamazlar ki inançlı olsunlar, Türk olamazlar ki Türk Milliyetçisi olsunlar. Benim için günümüzdeki Türk milliyetçiliği, Atatürk milliyetçiliğidir. Bu milliyetçilik akıl, bilgi, ahlak, bilinç, yürek ve kişilik ister.
Şimdilerde başkalarından daha yurtsever ve inançlı olduğunu, bayrağa, ezana saygılı olduğunu söyleyen sözde, yapay, sanal milliyetçilere rastlanmaktadır. Özü olmayanın sözüne de inanılmaz. Dış baskılara, ekonomik-siyasal bağımlılıklara karşı uyanık olmalı, Sevr özlemcilerini sevindirmemeliyiz. İçimizdeki barış, karşılıklı sevgi, saygı ve güven duygusuyla dokunan ulusal dayanışma, en etkin gücümüzdür.

Etnik Sorun

Ülkemizde Lozan Barış Antlaşması’nda belirtilenlerle Bulgaristan’la imzalanan anlaşmada gösterilenler dışında “azınlık” yoktur. PKK davasında hiç kimseye göstermediği anlamsız ilgiyi örgüt başına gösteren Batının kışkırtması, demokrasi ve insan hakları savıyla yürütülen siyasal oyunlar düşmanın uyumadığının belirtileridir. Etnik sorun yoktur, çıkarılmaya çalışılmaktadır. “Kürt sorunu” yoktur, “Güneydoğu sorunu” vardır, işsizlik, yargı, üniversite sorunları gibi.
Alparslan Türkeş’in adıma gönderdiği 19/09/1991 günlü yazısından şu bölümü aktarmakla yazımı bağlıyorum:
“Ulus birliği-ülke bütünlüğü üzerindeki açıklamalarınız, yaşamakta olduğumuz şu karanlık dönemde her yurtseverin çoşkuyla sarılacağı kutsal bir ülküdür. Bunun için yaşamakta ve savaşmaktayız. Yüce Atatürk’ün ‘Ne mutlu Türküm diyene!’ sözü yolumuzu aydınlatmaktadır. Yüce konuşmanız içinde ’çağımız özgürlük, vs, bilim ve adalet çağıdır’ ve ’her siyasal çıkarın üstünde ülke yararı vardır’ görüşleri hayranlıkla kabul edebileceğimiz düşüncelerdir. Baştan aşağıya memleketimize huzur ve yükseliş yolunu gözeten konuşmanız...”
Umarım, kimilerinin, kimi düşünceleri daha saydamlaşacaktır. Boş yere zaman ve güç yitirmeden kurtulacaklardır.
Gelelim, sonuca... Söylenecek çok şey var. Altı büyük kentimizin en zenginleri Kürt kökenli yurttaşlarımız. Cumhurbaşkanı oldular, Başbakan oldular, Meclis Başkanı oldular, bundan iki dönem önceki mecliste 160’tan fazla Kürt kökenli milletvekili vardı. Neyi olamadılar? Hepsi yalandır. Onun için Türkiye’de hiçbir etnik ayrım yoktur. Neredeyse ben kuşkulanacağım, acaba ben mi azınlığa düşüyorum diye.
Türkiye’de Musevi inancında olan yurttaşlarımızın, Hıristiyan yuttaşlarımızın şikayeti yok. Geçen gün Ermeni Patriği söyledi, hiçbir şikayet yok da Türk adını kıvançla taşıması ve “Ne mutlu Türk’üm diyene!” derken göğsü kabarması gereken Kürt kökenlilerin mi sorunları var? Hiçbirinin yok... Burada açıkça söylüyorum, etnik köken ayrımcılığı ve dayatmacılığı Türkiye’yi Türkiye olmaktan çıkarmak isteyen, sözde Batılı dostlarımızın oyunlarından başka bir şey değildir. Biz de toplumsal ve ekonomik önlemlerle, katkılarla Güneydoğu’yu kalkındırmalıyız.
Aynı şey küreselleşme, globalleşme adı altında Türkiye’ye dayatılan ekonomik ilericilik ve yenilikte vardır sözde. Ama kendileri yapıyorlar. Kutsal toprakta baldırı çıplak Amerikalı kadın askeri nöbet bekliyor ama demiyorlar ki Suudi Arabistanlılar’a “demokrasiyi kurun!”.
Sözü Türkiye’ye getiriyorlar. Nereye getirdiler? DGM dayatmasına getirdiler. Peki, Türkiye’nin adaletinden kuşku duyanlar, Türkiye’den şeffaf adalet beklediğini söyleyenler, Türkiye’ye akıl öğretmeye kalkışanlar ne yaptılar? Baader-Mainhof Çetesi’ni bir gecede kim ortadan kaldırdı Almanya’da? Ağzı bantlı Amerikalı yurttaşlarını duruşma salonlarına, üstelik ayaklarında demirlerle kim soktu? Bakın medya burada. Amerika’daki duruşma salonlarına bir tane gazeteci girebiliyor mu? Peki, Korsikalılar’ın yurttaşlığını Fransız yurttaşlığı kapsamında saymak isteyen yasayı, toprağı ayrı, ırkı ayrı, inancı ayrı Korsikalılar’ı bu ek tanımı bile kendi anayasalarına aykırı bulup iptal eden anayasa konseyi Fransa’da değil mi? Niye Türkiye’ye bunu söylüyorlar? İtalyanlar Apo’yu dolaştırıp dolaştırıp baş konuk gibi ağırladılar. Kendi üzerlerine düşen “iade” görevlerini yerine getirmedikleri gibi yargılamaktan da kaçındılar. Ondan sonra bizden şeffaf yargı bekliyorlar. ETA ne yaptı? İspanya’da nasıl karşılandı?
IRA İrlanda’da nasıl işlem gördü bana söyleyebilir misiniz? Türklerin adaleti yansızdır, bağımsızdır, şanlı ve şereflidir. Bize söylemek isteyenler önce kendilerine dönüp bakmalıdırlar. Onu söylemek istiyorum.
Şimdi burada milletvekili arkadaşlarımda var ben isterdim ki Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tutanaklarına geçsin ama vekillerimizin tutanağa geçirtmediklerini millet geçirtsin istiyorum. Biz, DGM yasasındaki değişikliği, “askeri yargıçlarımız bağımlıdır, komuta altında, emirle karar verip uygulamıştır” diye değiştirmiyoruz. İmza koyduğumuz anlaşmaların gereğini, onlar kötüye de kullansa, ona uyum sağlamak için yapıyoruz. Yoksa DGM’de çalışan askeri yargıçların kimilerinin, sivil yargıçlardan çok daha yürekli olduğunu buradan hukukçu olarak söylüyorum. Onun için kimse kimseyi kandırmasın.
Değerli İzmirliler, son sözlerim şudur. Biz en az Avrupalılar kadar demokratız. Birbirlerine Haçlı Seferlerinde kıyanlar, “Doğu-Batı” diye ayıranlar, komünizmi yaşayanlar, işte Mussolini unutuldu, Stalin gitti, Salazar gitti, Franco gitti. Hepsi gitti ama Atatürk kaldı. Daha iki yıl evvel Küba’nın lideri Castro, “Yeniden Atatürk” dedi. Düşünebiliyor musunuz? Onlar biliyor ama içimizde bunu anlamak istemeyenler var. İnşallah onların kulağındaki paslar, dillerindeki kirlikler, beyinlerindeki küfler bir an önce çözülür, aydınlığa kavuşurlar.
Her şeyin üzerinde insanlık vardır. İnsan olarak birleşebiliyorsak, anlaşabiliyorsak, soydaşlığın üzerindeki yurttaşlık kavramında da el ele tutuşabiliyorsak, hangi etnik kökenden olursak olalım, hiçbir önemi yoktur.
Ama bir şeyin önemi vardır: Atatürkçü olmanın...”

Ulusalcılık Solculukla Bağdaşır ve Kaynaşır

Uluslararası tahkime, gereksiz özelleştirmelere, dış dayatmalara, kullanılmaya, el koymalara, yabancı egemenliğine karşı çıkmayan, ulusal çıkarlarını ve ulusal güvenliğini gözetmeyen, tam bağımsızlığını, ulusal varlıklarını, doğal kaynaklarını, ulus-devletini düşünmeyen milliyetçi olamaz. Gerçek milliyetçi asla faşist, diktacı, kökten dinci ve gerici olamaz.
Solculuk, devlet yönetiminde, yönetimlerin tüm olanaklarından eşit biçimde yararlanmayı, bilimselliği, ulusallığı, barışı, kardeşliği, dostluğu, ahlak ve adaleti öngören bir anlayışı özetler. Benim için konunun özü budur. Ulusalcılık solculukla bağdaşır ve kaynaşır. Solculuğu uyduluk, uşaklık, uluslar arası ilişkilerde teslimiyet gibi algılamak yanılgıdır. Bilimsel sosyalizmin ülkeye özgü solculuğu ölçmek de yanlıştır. Bugün ve bizim için anlaşılması gereken, ulusal gericiliğe, bağımlılığa karşı olmaktır.
Kuva-yı Milliye, bu anlayışı benimseyenlerin, bu ruhta olanların gerçekleştirdiği güçtür. Ulusalcı atılımın kaynağı olan ulusal kurumlaşma, ulus bilincinin ateşidir. Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı zafere ulaştıran, bu soylu birliktelik olmuştur. Bugün de varlığını özlediğimiz, sıcaklığını korumasını istediğimiz ulusal dayanışmanın temelidir. Milliyetçiliğin şahlanışıdır.

KAYNAK;
http://www.turksolu.com.tr/ileri/18_19/ozden18.htm

ALINTI;
http://eyvatan1923.blogspot.com/2015/09/milliyetciligimiz-ve.html


***

Altın Oklar,

Altın Oklar,



Yekta Güngör ÖZDEN,

İletigönderen Oğuz Kağan » Pzr Kas 04, 2012 15:59
Altın Oklar

Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaştığını her zaman mutlulukla yinelediğim ve izleyicisi olmaya çalışmakla onur duyduğum Atatürk’ün duygu ve düşünceleriyle görüşlerini özetleyerek yansıtan tarihsel Altıok ulusal yaşamımızın özgün bir simgesidir. Lâik cumhuriyetin kuruluş yıllarında günün koşulları gereği Cumhuriyetimizi kuran CHP’nin de Genel Başkanı olan Mustafa Kemal’in göğsünü süsleyen İstiklâl Madalyası’nın karşısında da altıok küçük bir bayrak biçiminde yer almaktaydı. İlkokul 4. sınıfta şiir söylemek üzere çıktığım kürsünün önünde de altıok vardı. Tarihsel gelişimi, göstermeye çalıştığı ereklerin saygınlığı ve önemi altıoku ikinci bayrağımız gibi sevdirmişti. Bir yararlı aygıtın hangi ülkenin malı olduğuna bakılmaksızın kullanılması anlamında altıokun çizdiği yolları, gösterdiği yönü gözeterek değerlendirilmesi gerekir. Kaldıki kaynağını Atatürk’ün oluşturduğu ilkelerin tanıtımıdır. CHP içinde yıllarca önemli görevlerde bulunup da sonradan yeni bir parti kurarak ayrılanların kötülemeye çalıştıkları 27 yıl ve karalamaya çabaladıkları altıok yansız biçimde değerlendirildiğinde kimsenin söyleyeceği söz olamaz. Daha doğrusu tarihi ve kendini bilen olumsuz bir şey söyleyemez.

Cumhuriyetçilikle ulusal egemenliğin en uygun biçimde yansıdığı eşitlikçi yurttaşlar düzeni-halk demokrasisi amaçlanmıştır. Halktan olmayan, ulusu benimsemeyen, ulusal egemenliği istemeyenler karşı çıkabilir. Milliyetçilik, ulusunun özgün değerlerini koruyup güçlendirerek bağımsızlığı sonsuza değin yaşatmaktır. Ancak bağımlılar, uydu ve uşak ruhlular, mandacılar, numaracılar, köktendinci ümmetçiler karşı çıkabilir. Halkçılık, toplumsal açılımla halk yararının gözetilmesidir. Bireylerin gözetilerek kamu yararıyla uyumlu durumların yeğlenerek çalışmaların düzenlenip sürdürülmesi anlamındaki bu ilkeye halka sırtını çevirenlerle hanedan yandaşları karşı çıkabilir. Devletçilik, büyük ve ağır işlerin devletin öncülüğü, yardımı ve denetimiyle çözümü ve başarısını amaçlar. Devletçi halkı değil, halkçı devleti öngörür. Yanlış anlayanlardan devlettekiler özel kesim karşıtlığı, özel kesimciler de özel kesim düşmanlığı sanır. Atatürk’ün 1930’larda elyazılı notunda ekonomideki temelin özel girişim olduğu açıklığı vardır. Devletin denetim görevini, günün koşullarına göre açılıma elverişli anlayışı yadsıyıp karalamanın anlamı yoktur. Kuruluş yıllarıyla İkinci Dünya Savaşı koşullarını gözardı etmek aymazlık ötesi bir tutum olur. Devletçi uygulamaların ülkemizi ateşten nasıl koruduğunu, savaş olasılıklarının neden olacağı kötülükleri yaşatmadığını değerbilir herkes benimser. Bu nedenle devletçilik okunun çıkışı ikilidir. İki kesimi dengelediği için. Lâiklik, devletin din karşısındaki bağımsızlık ve özgürlüğü, yasal işlerin ve işlemlerin din kurallarına göre değil hukuk kurallarına göre yapılacağı, eğitimde, ailede, toplum yaşamında çağdaşlık gereklerinin gözetileceği, düşünce inanç özgürlüğünün güvence altında olduğu, inanıp inanmamaya kimsenin karışamayacağı, kadın erkek eşitliğiyle usun ve bilimin önderliğinin benimseneceği gerçeğinin vurgulanmasıdır. Böyle üstün insanlık anlayışına ancak köktendinci, varsayımlarla yaşayan ilkel, tutucu, özel amaçlı, bağımlılar karşı çıkar. Devrimcilik, kurtuluştan kuruluşa tüm ilerici atılımların yüreklilik, yurtseverlik, çağdaşlık tutkusu ve çalışkanlıkla hep kendisini yenileyerek gereksinimleri karşılayacak tutarlılıkla başarılacağını anlatmaktadır.

Bu görüş ve değerlendirmelerim aslında anlatabileceklerimin özetidir. Zamanım ve koşullarım istediğim boyutta bir incelemeye ve yazmaya elverişli olmadığından herkesin anlayabileceği yalınlıkla düşüncelerimi açıklıyorum. Hiçbir şey nedensiz olmaz ve oluşturulmaz. Dinci, baskıcı, kişisel bir yönetim biçiminden cumhuriyete geçişi en büyük Türk Devrimi olarak tanıtan Ulu Önder’in açıklamalarının her biri benim için altınoktur. Bu nedenle yazımın başlığını öyle koydum. Önemli, değerli, bize özgü atılımlar çizelgesidir. Yurdun yıkıntılarını, ulusun bıkkıntılarını, olanaksızlıkları, karşı çıkışları, döneklikleri, sapkınlıkları, ayaklanmaları, iç ve dış tüm güçlükleri gözeterek derlenip toparlanmayı, uluslaşmayı, devlet kurmayı, hakettiğimiz düzeye gelmeyi bir izlenceye bağlayıp atılımların ilkesini belirlemeseydi başarı engellerle karşılaşıp gecikebilirdi. Cumhuriyetin ilk on yılının nasıl coşkulu, başarılı geçtiği, uluslararası ortamda nasıl övgülerle karşılandığı kanıtlarıyla bilinmektedir. 12 Ocak 1934’te Yunanistan Başbakanı Elefterios Venizelos’un Atatürk’ü Nobel Barış Ödülü’ne aday göstermesi de cumhuriyetin beğeni toplayan sonuçlarına bağlanmalıdır. Borç alınmamakta, Osmanlı borçları ödenmekte, millîleştirmeler yapılmakta, ülke her alanda bayındır kılınmakta, kurumlar, kuruluşlar birbirini izlemektedir. Bir ABD dolarının karşılığı 94 Türk kuruşu olduğu gibi enflâsyon ve devalüasyon da yoktur. Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1928 TBMM’ni açış konuşmasında “..Cumhuriyet özellikle kimsesizlerin kimsesidir” tanımı altıokun tartışmasız değerini ortaya koyan bir açıklık taşımaktadır. Cumhuriyetin demokrasiyi yaşama geçiren bir yönetim biçimi olarak amacını, ereğini, özlemlerini altıokla duyurması, her yurttaşın bu özü benimseyerek özümsemesi için en uygun yöntemdir. Devlet ve parti yönetimlerinin ayrışmasından sonra CHP’nin simgesi olarak bugün de yürürlükte olan altıok tüm Türk Ulusu’nun varlığına kanıt bir belge niteliğindedir. Ulusal atılım belgesi sayılabilir. Başka bir anlam verilmesi, olumsuz nitelendirilip değerlendirilmesi yanlıştır. Kanımca CHP’nin simgesi olarak kullanılsa da onun tekelinde değildir. Kaynağı Mustafa Kemal Atatürk’dür. Ulusa mal olmuş bir dizgedir. Öbür devrim atılımları altıokta yoğunlaşan anlayışın ürünüdür.

1921 Anayasası değişikliğiyle benimsenen 1923 cumhuriyeti gerçekte 1920’de TBMM’nin açılmasıyla kurulmuş, adı 1923’de konulmuş ve dünyaya duyurulmuştur. 1921 Anayasası’na, 1923’de 364 sayılı yasayla konulan ve 1924 Anayasası’nın 2. maddesine aktarılan din bağı Atatürk’ün 1927’deki Büyük Söylevi’nde açıkladığı özlemi doğrultusunda 10 Nisan 1928 günlü 1222 sayılı Yasa ile kaldırıldıktan sonra altıok 5 Şubat 1937 günlü, 3115 sayılı Yasa ile Anayasa’da yer aldı. 1961 ve 1982 Anayasalarında tümüyle olmasa, adıyla anılmasa bile kavram ve anlam olarak benimsenmiştir. İnsanlık, bağımsızlık, ulusal egemenlik, barışçılık, eşitlik, akılcılık, bilimsellik, özgürlük, demokrasi, hukuksallık ve benzer kavramlar, ilkeler altıokun herbiriyle ilgili vazgeçilmez değerler olarak onların içerğindedir. Altıok böylece hepsini kapsamaktadır.

Son zamanlarda kimi lâik cumhuriyet karşıtları altıoku sulandırma ve yozlaştırma çabalarına girişmişlerdir. Siyasal yarışma içinde CHP karşısındaki partilerden ve kimi yurttaşlardan da CHP’nin eleştirilmesi amacıyla sözkonusu edilmiştir. Bunlar yararsız yaklaşımlardır. CHP’nin gerektirdiği ölçüde benimsemediği eleştirileri de yaygınlaşmakta, özellikle kimi ilkelerin gözardı edilip dışlandığı, benimsenmediği, sahip çıkılmadığı, istenmediği izlenimi edildiği söylenip yazılmaktadır. Bu eleştirileri haklı çıkaracak kimi kişisel ve yanlış davranışlar olmuşsa da CHP’ye genelde ve toptan böyle bir suçlamaya yaraşır bulmak da yanlıştır. Ancak, gerektiği ölçüde savunmadığı da bir gerçektir. Altıoku budama, törpüleme, yoketme niyetinde olanlar bulunabilir. Bu kuşkuyu doğrulayan belirtiler de bulunmakta, körükörüne AB yanlısı yeni CHP üyeleri arasında altıokta düğümlenen ilkelere ters düşenlere rastlanmaktadır. Ödün verilmesinden yana olan, kurtuluş ve kuruluşu yeterince bilmeyen, günümüzü iyi değerlendiremeyen ama kendisinin her şeyi herkesten iyi bildiğini sanan sözde liberaller vardır. Devrimin tümlüğünü bilincine yerleştiremediği için bölenler, dil devrimine karşı çıkanlar, öbür devrimleri gereksiz bulanlar, Atatürk ve arkadaşlarını aşırılıkla, hattâ baskıcılıkla suçlayanlar da görülmektedir. Bu sonuncular daha çok medyanın kimi köşelerine yerleşmiş ya da yerleştirilmiş karanlık ve karışık kişilerdir. Geçmişinde de lâik Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtlığını sergileyenler günümüzde başka çizgide amaçlarını yinelemektedirler. Altıok ya da Atatürk ilkeleri tümüyle ve amaçlandığı biçimde uygulanmış da bundan sakıncalar doğmuş gibi haksız suçlamalar yöneltilmektedir. Oysa tüm kusur ilkelere aykırı davranan yöneticilerde, ilgililerdedir. Sorumluluk onlarındır.

Günümüzde altıokun ne kadar haklı ve yerinde olduğunu gösteren iç ve dış olumsuzluk belirtileri giderek artmaktadır. Siyasal, hukuksal ve ekonomik bağlamda içerdeki ayrılık ve çelişkileri, dış güçlerin baskıları ve dayatmaları ağırlaştırmaktadır. ABD’nin çıkarcı, tekelci, yayılmacı, ikilemli davranışlarını AB’nin Sevr’i anımsatan koşulları izlemektedir. Kurtuluş ve kuruluş felsefemize tümüyle aykırı istemlere karşı iktidarın ve ilgili kimi çevrelerin donukluğu, tepkisizliği, sessizliği, bunları doğrularcasına ilgisizliği düşündürücü ve üzücüdür. Cumhuriyetin, kazanımlarının, kurucusunun değerini yeterince bilmediğimiz, edindiklerimizin ayırdında olmadığımız gibi yitireceklerimizin de ayırdında olmadığımız kanısındayım. Hepimizi çok pişman edecek gelişmelerin olasılığı beni ürkütmektedir. Atatürk’ün yolundan ayrılmayı çok pahalı ödeyeceğimiz kuşkusundayım. Tek korkum budur. Altıok, Atatürk yolunun göstergesidir. Unuttukça unutulup yiteriz.

Altıok, ulusal bilince yerleşmiş, hattâ kökleşmiş, kurumlaşmış bir değerdir. Türkiye ve CHP tarihinde önemli bir yeni olan tarihsel bir emanettir. İlk simge (amblem) özelliği vardır. Karikatürlere, şiirlere, fıkralara konu olmuştur. İlk bakışta seçilen belirginliği, sevilen sıcaklığı vardır. Atatürk’ün göğsüne yükselmiştir. Hiçbir olumlu gelişmenin engeli değildir. Çalışmaları, çabaları hızlandırmış, özendirici etki yapmıştır.

Yaratıcılarını, uygulayıcılarını saygı ve özlemle anıyor, anıları önünde eğiliyor, karalayanları, yozlaştırmaya, unutturmaya çalışanları, yadsıyıp gözardı edenleri, koruma ve güçlendirmekten kaçınanları kınıyorum. Düşün temelleri güçlü, Atatürk’ün çağdaşlık yürüyüşü için çizdiği yollardır. Birleştirici ve güçlendiricidir. Günümüzde değerini bilerek yükseltelim.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2004

http://www.guncelmeydan.com/pano/altin-oklar-yekta-gungor-ozden-t32991.html



***

GERÇEK ULUSALCILAR NEREDE.,

GERÇEK ULUSALCILAR NEREDE.,


Yekta Güngör Özden'den hükümete çağrı: 
Ne yapacağını açıkla



ANAYASA Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, Antalya'da katıldığı panelde hükümetin Kürt açılımı çalışmalarını eleştirerek, “Türkiye'de kimse, bırakın gözyaşını, kimsenin yüzünün asılmasını istemez. Ne yapacağınızı söyleyin, eğer az bulursak daha fazlasıyla biz destek verelim. Eğer açıkladığın şey, hiç evet diyemeyeceğimiz bir şeyse. Uyanık sen misin?” dedi

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden ve Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Ünsal Yavuz, Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen ‘Atatürk'ün istediği Türkiye’ konulu panele katıldı. Antalya Kültür Merkezi'nde gerçekleşen panele CHP Antalya Milletvekili Hüsnü Çöllü, Antalya Barosu Başkanı Zafer Köken ve parti yöneticileri dinleyici olarak katıldı.
CHP'nin kuruluşunun 86'ncı yıldönümünde düzenlenen panelde Prof.Dr. Yavuz, parti tarihini ve parti bayrağını oluşturan 6 okun tarihsel gelişimini anlattı. Prof. Dr. Yavuz, şöyle konuştu:
“Saltanat ve hilafet makamlarının yerine gücünü halktan alan bir yönetim mekanizmasını devreye sokuyorsunuz, toplumu 15 sene içinde çağ atlatıyorsunuz. Ama toplum kendisine getirilen yenilikleri kavrayamamış hep elindekilerin gittiği yolundaki bir düşünceye sahip olmuştur. Yazının değiştirilmesine, şapkaya, miras hukukuna, medeni kanuna hepsine tepki vardır. Büyük Atatürk bu tepkilerin üzerinden silindir gibi geçmiş modern Türkiye'yi bize miras bırakmıştır. Atatürk'ün bize örgütsel mirası CHP'dir.”
Türkiye'nin siyasi iktidar tarafından bir takım olumsuzluklara doğru götürülmekte olduğunu ileri süren Prof.Dr. Yavuz, “Grup toplantılarında iyi bağırtılar, çağırtılar var ama meydanlar bomboş. Bizim cumhuriyete sahip çıkma gibi görevimiz var. Halk liderini arıyor. Bu kişi olur, dernek olur, parti olur. Anadolu’nun her tarafında halk hazır. Kırıp dökmeden, yasal haklarımızı meydanlarda kullanmaktan öte bir yapacağımız olduğuna inanmıyorum” diye konuştu.

BUGÜNLERİ DE ARAYACAĞIZ

Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Yekta Güngör Özden, konuşmasına “Atatürk'ün istediği Türkiye bu Türkiye değildi” diyerek başladı. “Kadınları Arap ümmetçiliğin koluna atan, iktidarın devlete ve rejime karşı olduğu bir Türkiye istemiyordu. Arife tarif gerekmez” diye konuşmasını sürdüren Özden, Atatürk'ün değerinin bilinmediğini iddia etti. Özden, “Atatürk'ün değerini bilmiyoruz. Namuslu adam yalan söylemez. Bizimkiler utanmasalar Atatürk'e küfredecek. Size yaşamayı Atatürk ihsan etmiştir. Cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı olmuşlarsa onun sayesinde olmuşlardır” diye konuştu. Konuşmasında Atatürk'e ‘diktatör’ sıfatını yakıştıranlara ‘dangalak’ benzetmesinde bulunan Özden, “Bugünleri de arayacağız. Benim endişem bu. Atatürk 57 yaşında öldü, şimdi kemikleri sızlıyordur. Keşke ona tanrı 1950 yılına kadar yaşama olanağı tanısaydı, Amerika Türkiye'nin kuyruğundan nasıl geliyordu. Atatürk'ü sevmek Atatürk'le anlaşmak, büyümek güçlenmek ve sonsuzlaşmak zorundayız” diyerek konuşmasını sürdürdü.
Türkiye'de herkesin inancını dilediği gibi özgürce yaşadığını ifade eden Özden, “Türkiye'de kim namazını kılamamış, orucunu tutamamış ve daha da kötüsünü ifade edeyim kim bunlara engel olmuş? Türkiye'yi ziyaret eden Azerbaycan gibi ülkelerin liderlerinin eşlerinin başları açık. Onlar gavur mu ki bizimkilerin başları kapalı” diye konuştu.
Devletin kurumları arasında yanaşma ve yalakalığın alıp başını gittiğini ifade eden Özden “RTÜK'üne, YÖK'üne bakın, bir yanaşma çabası var. Yalakalık almış yürümüş. Adamı göreve getirirken karısının başına bakıyorlar, açık mı kapalı mı diye. Başını örtünce her türlü haltı işliyorlar. Başını örtünce Müslüman oluyorlar. Ne güzel iş” diye konuştu.

NEREDEYDİN ŞİMDİYE KADAR?

Hükümetin Kürt açılımına yönelik eleştirilerde de bulunan Özden, “Aramızda eşitsizlik olsaydı cumhurbaşkanı, başbakan, meclis başkanı, bakan ve hatta milletvekili olabilirler miydi? Nerede eşitsizlik var? Holdingler, büyük oteller bunlarda. Yaşadığınız, suyunu içtiğiniz toprağın hakkını vermek zorundasınız. ‘Bize eşitliğimizi verin’ söyleminin altında istenilen şey ayrı bir devlet, toprağı parçalamak, alıp götürmektir” diye konuştu.
Konuşmasında herkesin bu konuda uyanık olmak zorunda olduğunu ifade eden Özden, önemli olanın toplumsal barış ve uzlaşma olduğunu söyledi. Özden, “Türkiye'de kimse, bırakın gözyaşını, kimsenin yüzünün asılmasını istemez. Birkaç yerde de dile getirdim, ne yapacağınızı söyleyin eğer az bulursak daha fazlasıyla biz destek verelim. Eğer açıkladığın şey, hiç evet diyemeyeceğimiz bir şeyse. Uyanık sen misin? Neredeydin şimdiye kadar? Anneler ağlamıyor muydu? Dün 7 kişi birden nasıl gitti? Neredesiniz? Sözde ateşkese ne oldu? Hadi bırakın bunu şehirlerin içi doldu. Mersin'e, Adana'ya, İzmir'e, Ankara'ya gidin” diye konuştu.
Türkiye'nin içinde bulunduğu hukuk ortamının insan için zehir olduğunu ifade eden Özden, “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu büsbütün Adalet Bakanı'na bağlı bir hale getirmek istiyorlar. Getirilen bu düzenleme eğer geçerse kimse Türkiye'yi karanlıktan ve zulümden kurtaramaz” dedi.

SOYSUZLUĞA DİRENMİYORUZ

Yekta Güngör Özden, bir soru üzerine Türkiye'de çözümün ihtilaller olmadığını söyledi. Özden, “Burun kanatmadan, cam kırmadan, insanları aydınlağa çıkarmak zorundayız. Niye Ankara'nın Kızılay'ında 300 kişi biraraya gelemiyor? Eğer Kızılay Meydanı iğne atılsa yere düşmeyecek şekilde dolsa Türkiye bir saate değişir. Ama önce bilinçli yurttaş. Öbürü buzdolabı, çamaşır makinesi getiriyor, ona oy veriliyor. Para da dağıtıyorlar. Çocuklara top dağıtıyorlar, oy oraya veriliyor. Biz kötülüğe, haksızlığa soysuzluğa direnmiyoruz. Hasta da olsak, zulüm de görsek camiye gidip Allah'a şükür diyoruz” diye konuştu.
Prof. Dr. Ünsal Yavuz, ise aynı soruya, “Geçmişte Malta vardı Şimdi Silivri. Gerçi Silivri'yi 10 bin kapasiteli yaptılar ama şimdiden çatısı çöktü. Yakında temelleri sarsılacak. Sonuç bizden yana olacak. Bütün rezaletler ortaya dökülüyor ama yüzlerinde kızarma var mı? Gülenler biz Atatürkçüler, ulusalcılar olacak. En son ve en tehlikeli oyun oynanıyor. İşte bu da bitiyor. Artık kim gerçek inançlı kim hokkabaz, madrabaz herkes bunu görüyor. Tek sıkıntımız var lider. Onu da bulup çıkartacağız” diye cevap verdi.


https://www.milliyet.com.tr/siyaset/yekta-gungor-ozdenden-hukumete-cagri-ne-yapacagini-acikla-1137421


***

En Büyük Türk Atatürk,

 En Büyük Türk Atatürk, 


En Büyük Türk Atatürk
Yekta Güngör ÖZDEN, 
2005



Tarihte özgün yeri olan Türklüğün son simgesi kanımca en büyük Türk Atatürk’tür. Bir kimsenin büyük olması, saygıyla karşılanıp iyi duygularla anılması ve örnek alınması için yalnızca alanında başarılı olması yetmez. Kişiliğini dokuyan öğelerin, niteliklerinin, söylem ve eylem tümlüğüyle davranışlarının düzeyli, özgün ve üstün olması gerekir. Görüşleri ve düşünceleriyle seçkinliğinin belirginliği yanında yapıcı ve yaratıcı gücüyle de örnek olması aranır. Asker olarak görevlerindeki başarısı, arkadaşları içinde hemen tanınacak bir çizgide bulunması, önerileri ve uyarılarıyla ilgi çekmesi, düzenli yükselmesi, önemli yerler için düşünülmesi birbirine eklenen gelişimin belirtileridir. Çanakkale Savaşlarının ünlü bir komutanı olunca umutsuzlukla kıvranan toplum için yeni bir umut kaynağı olmuştur. Balkan Savaşı ile 1. Dünya Savaşı’nda büyük yitiklere uğrayan, büyük acılar çeken, büyük boyutlu yoksunluklara düşen halkın giderek azalan dayanma gücü Mustafa Kemal’le canlanmıştır. Ekonomik yönden yıkık durumda olan devlet ülkeyi Batı’nın sömürgesi durumuna düşürmüş, kendisinin ve yakınlarının çıkarını her şeyin üstünde tutan Osmanlı yönetimin başı olan Padişahı-Halife düşmanla işbirliğini yeğleyerek halkının yaşamını gözardı etmiştir.

Mondros Ateşkesi’nin sakıncalarına ilk yakınma Mustafa Kemal’den gelmiştir. Anlaşmaya karşı çıkarak ülkemiz zararına gelişmelere neden olacağını vurgulayıp yönetimi uyarmıştır. İstanbul’da gerekli görüşmeleri ve hazırlıkları yaptıktan sonra Yunanlıların İzmir’e çıkışının ertesi günü, 16 Mayıs 1919’da, Samsun yolculuğuna başlamıştır. İngiliz savaş gemileri İstanbul’da görününce “Geldikleri gibi giderler”diyen Mustafa Kemal’in 9. Ordu (sonra 3. Ordu oldu) Müfettişi olarak Samsun’a ulaştığı 19 Mayıs 1919 Anadolu İhtilâli’nin başladığı gündür. Her sözcüğünü kendi yazıp katılan arkadaşlarına imzalattığı 22 Haziran 1919 günlü Amasya Genelgesi de ihtilâlin bayrağıdır.

Eylemler, çalışmalar ve sonuçları ortama, koşullara, olanaklara göre değerlendirilir. Yabancı yayılmacıların, sömürgeci dış güçlerin, özetle emperyalistlerin her şeyini almaya koyuldukları Türkiye’nin (ülkemize bu adı 11. yüzyılda Türk çoğunluğun yaşaması nedeniyle Batılılar vermişlerdir) tüm kaynaklarını yağmalamak, topraklarını aralarında paylaşmak, halkını yeryüzünden silinceye kadar kıyıma uğratmak amaçları çirkin, insanlık dışı tutumlarla yürütülüyordu. Ordular dağıtılmış, silâh ve cephanelerine el konulmuş, hiçbir dayanma olanağı bırakılmamıştı. Bu koşullara, yoksunluklara, yokluklara karşın öğrencilik yıllarından beri ülkesi için düşündüklerini gerçekleştirmeyi ilke edinen Mustafa Kemal devletin ve ülkenin içinde bulunduğu tehlikeye değinerek Amasya Genelgesi’nde kurtuluş için ulusun kararını ve direncini zorunlu saymıştır. Bir başyazarın şaşırtıcı “Milli Kurtuluş Savaşı’na Hacıbektaş’ta karar verildi” yazısı yanlıştır. Çok önceden karar verildi. Hacıbektaş’ta doğrulanıp katılım ve destek konuşuldu.

Her şeyi hukuk yoluyla çözümlemek için kollarını sıvamış, özverili ve yurtsever arkadaşlarıyla Anadolu yollarında bağımsızlık savaşını başarıyla sonuçlandırmanın önlemlerini almıştır. Erzurum ve Sivas Kongrelerini toplamış, birleşip bütünleşme, yabancı yönetimini reddetme, ülke tümlüğünü koruma, halkın özgürlüğü için ne yapılması gerekiyorsa hepsini kararlaştırarak 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM’ni açmıştır. Kongreler ve Meclis, Mustafa Kemal’in kimsenin dayatması olmadan geleceğe yönelik örgütlenme izlencelerinin temelleridir. Karşıtlıkları, kıskançlıkları, bozgunculukları ve engellemeleri önleyen Mustafa Kemal’in çabaları TBMM gizli oturum tutanaklarında ayrıntılarıyla saptanabilir. Süre uzatımlarıyla taşıdığı Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları Başkomutanlığı’nı 30 Ağustos 1922 Dumlupınar Başkomutan Meydan Savaşı Zaferi’yle tamamlamış, 9 Eylül’de İzmir’den sonra Ankara’ya gelip Meclis’te yaptığı tarihî konuşma ile görevini teslime hazır olduğunu bildirmiştir.

Mustafa Kemal’in Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu topraklarında haçlıları yenilgiye uğratması yalnız Türkiye müslümanlarına değil, dünya müslümanlarına en büyük iyiliğidir. Böylece kutsal topraklar yabancıların eline geçmemiştir. Dinden anladığını ve kendini dindar sananlar öncelikle bu olguyu değerlendirmelidir. Atatürk’ün inanca saygısı çok açıkken, bunu her zaman özdeyiş niteliğindeki sözleriyle belirtmişken inancı sömürüp kötülüklerine araç kılan çıkarcılar yalanla, iftirayla tersini ileri sürmüş, bugünkü gericiliğin de nedeni olmuşlardır. Atatürk’e saldıranlar insan olamazlar ki müslüman olsunlar. Atatürk’ün savunmaya da, övgüye de gereksinimi yoktur. Kimilerinin şimdi yaptıkları gibi kimseyi de tabulaştırmıyoruz. Atatürk’ün öldüğünü biliyoruz, o da öleceğini biliyordu. “Benim nâçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza değin bağımsız yaşıyacaktır” sözü bu gerçeğin belirtilmesidir. Ayrıca miras olarak akıl ve bilimden başka bir şey bırakmadığını, dogmalara karşı olduğunu da açıklamıştır. Çıkarlarına dokunduğu, kötülüklerini engellediği, oyunlarını bozduğu için din ve vicdan özgürlüğünün güvencesi olan ve ancak dinlerin bulunduğu yerde işlevi bilinen lâikliğe saldırı tümüyle gericileri okşamak ve oy sağlamak içindir. Avrupa 300 yıl sonra, 300 milyon ölü verince lâikliği benimsemiştir. Türkiye’de lâiklik bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı olmuştur. Lâik Atatürk Cumhuriyeti dünyadaki 54 ya da 55 müslüman çoğunluklu ülkeler içinde islâmiyetin ve demokrasinin en iyi yaşandığı ülkedir. Hiçbir müslüman çoğunluklu ülkede dinsel görevler Türkiye’deki ölçüde özgürce ve mutlulukla yaşanmamaktadır. Bu da lâiklik sayesindedir. Bir kültür kurumu olan dine vicdan tahtında özgün yerini vermiştir.

Namık Kemal’in şiirlerinde bile tam belirgin olmayan, soyutta kalan “vatan”ı belirginleştirip somutlaştıran ve dünyaya benimseten de Mustafa Kemal’dir.

Mustafa Kemal, müdafaa-i hukuk ruhu, kuva-yı milliye ateşiyle başlattığı tam bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik ve aydınlanma amaçlı Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Misak-ı Millî doğrultusunda başarıya ulaştırdıktan sonra “Askerî zaferlerin siyasal ve ekonomik başarılarla tamamlanması... “ gereğine değinmiştir. Bu, ileri görüşlülüğünün açık kanıtıdır. Yaşamsal olmayan savaşları cinayet sayan anlayışını “Ülkede barış, dünyada barış” sözüyle pekiştirmiş, serüvene, gösteriye, hukukdışılığa asla kaçmamıştır. “Annelerin acısını yüreğinde duymayan komutan olamaz” diyerek gereksiz savaşlara karşı çıkmıştır. Türk askeri için söylediği güzel sözlerini, özellikle Anzaklar için “Toprağımızda yatanlar bizim çocuklarımız olmuştur” sözünü hiç bir zaman unutamayız. Böyle bir yüce insanlık anlayışının dünyada başka örneği yoktur.

Öğrencilik yıllarında Bulgar Türkolog Arolof’a açıkladığı görüşlerini 1907’de Ali Fuat Cebesoy ve arkadaşlarına da açıkladığını anılarında Cebesoy yazmaktadır. Erzurum Kongresi öncesi “Hükümet biçimi cumhuriyet olacaktır” yanıtı da aynı doğrultudadır. Erzurum Kongresi sonrasında yinelediklerini Mazhar Müfit Kansu not etmiştir: Türkiye’de cumhuriyet kurulmalıdır. Lâtin harfleri kullanılmalıdır ve kadınlar bağımlılıktan, karanlıktan kurtarılmalıdır. Bugün, asla dinsel zorunluluğu bulunmayan sıkmabaş için çıkarılan gürültüyü, içilen andları, hukuksal gerekleri, devletin niteliklerini gözardı eden kavgayı gözetirsek Mustafa Kemal’in 80 yıl önceki başarısının göz kamaştırıcı değeri daha iyi anlaşılır. “İnanıyorum o halde varım” dan “Düşünüyorum o halde varım” düzeyine bizi Atatürk taşımıştır.

1922 sonlarıyla, 1923 başlarında çıktığı Marmara ve Ege Bölgesi gezisi sırasında 16 Ocak 1923 İzmit Basın Toplantısı, 7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa (Zagnos) Camii hutbesi, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi konuşmaları kuruluş evresinin önemli aşamalarını yansıtmaktadır. Tam bağımsızlık için ekonomik bağımsızlığı, izlenmesi gereken yolları büyük bir ileri görüşlülükle gündeme getiren Mustafa Kemal, yalnız o günün değil bugünleri de içine alan yarınların çözümlerini anlatmıştır. Bir askerin askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alana el atması büyüklüğünü yansıtan açılımlardır. Annesinin mezarı başında Allah’ı anarak ulusal egemenlik için ölümü göze alacağını söylemesi ulusuna saygısının ve güveninin yüceliğini anlatmaktadır. Nitekim, gezisi sırasında kimi milletvekilleri basılı duyuru yayımlayarak Padişah-Halife olmasını istemişlerse de bu tür önerileri elinin tersiyle iterek “Kimsesizlerin kimsesi-Temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan en büyük Türk Devrimi-Demokrasinin yönetimdeki adı ve yaşama geçiş biçimi” dediği tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni cumhuriyeti ilân etmiştir. Şimdilerde bile bay-bayan kimilerinin peygamberlik, diktatörlük özentisi için de oldukları gözetilirse Atatürk’ün tartışılmaz büyüklüğü bir kez daha doğrulanır. Döneminde Almanya’dan sığınan bilim adamı 150’ye yakındı. Meclisin adı gibi devletin adı da birleştiricidir. “Türk Cumhuriyeti” değil, Türkiye Cumhuriyeti’dir. “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözü anlayış düzeyini çok iyi yansıtmaktadır. Cumhuriyet tam bir halk demokrasisidir. Bölücülük ve ayrımcılığın terörle tırmandığı günümüz ortamı gözetildiğinde Atatürk’ün tanımsız büyüklüğü yine yükselmektedir, 1930’ların dünyadaki 10-12 cumhuriyetinin en önde gelenlerinden biri olan Türkiye, dünya ekonomik buhranını da atlatmıştır. 1930’ların kararlılığı, ilkeliliği, devrimciliği, saygınlığı, onuru bugünlerde özlediğimiz ruhu anlattığından bilenler için çok değerlidir. 1930’larda kalmak başka, 1930’ların devingenliğini ve yüceliğini taşıyıp sürdürmek başkadır. 10. Yıl Söylevi’nde coşkuyla açıklanan ilerleme, daha görkemli kutlamalar geleceğe her yönden daha iyi yürümenin anlatımıdır. O günün koşullarında en iyi, en güzel bugün için de örnek olmazsa, bugünler ve yarınlar dünden iyi olamaz. Bugünleri düne borçlu olduğumuzu asla unutamayız. Atatürk ve arkadaşları olmasa neler olurdu, ne olurduk düşünmek, uzak-yakın kimi ülkelere bakmak yeter. Şeyhülislâm’ın ölüm fetvasına, Padişah’ın idam fermanına aldırış etmeden ordudan çıkarılmasını anlayınca resmî sıfatlarını ve giysisini bırakıp bir kişi olarak ulusunun bağrına dönen Mustafa Kemal, isyanları bastırıp ihanetleri göğüsleyerek uygarlık projesini gerçekleştirmiştir. CHP’nin 15-20 Ekim 1927’de toplanan II. Büyük Kurultayı’nda 36, 5 saat süren Büyük Söylevi’nde kurtuluş ve kuruluşumuzu destansı bir dille anlatmış, kanıtlarıyla gerçekleri ortaya koymuştur. Büyük Söylev yurttaşlık bilinci taşıyan her Türk’ün başucu kitabı olmalıdır, Mustafa Kemal Atatürk için ne söylense azdır. O’nun eşsiz değerini tanımlamak güçtür. Sözleri, eylemleri, öngörüleri, buyrukları, öncülük ve önderliği tarihsel ve evrensel, kişiliği, önünde her gün özlemle ve saygıyla eğilmemizi, yürekten anmamızı gerekli kılacak değerler dizisidir. Her konuyu, her sorunu hukuka bağlı kalarak gerçekleştirip çözümlemiştir. Yargı bağımsızlığına büyük önem vermiş, yargıya iletilen sorunlara ilişkin kararları saygıyla karşılamış, bilimsel atılımlara destek olmuştur. Hukuk devrimini tüm devrim atılımlarının itici gücü yapmıştır. Kadın haklarına verdiği önem kadınlarımıza 1930’da Köy İhtiyar Kurullarına, 1933’de Belediye Meclislerine, 1934’de TBMM’ne seçilme haklarının verilmesiyle somutlaşmıştır. İsviçre’de bile kadınlara seçilme hakkının 1970’lerde tanındığı gözetilirse Atatürk’ün bu alandaki büyüklüğü çarpıcı biçimde benimsenir. Kadınlarımızın toplumsal yaşamdaki yaraşır oldukları yeri almaları Atatürk’e borçluyuz. Kadın-erkek eşitliğinin yaşama geçmesinin öncüsü, giyim kuşam düzgünlüğünün örnek kişisi de Atatürk’dür. Milletler Cemiyeti üyeliğimiz 1932’de “Atatürk’ün ülkesi” nitelemesi ve yöneticilerinin çağrısıyla olmuştur. Yunanistan’ın sürgünden dönen Başbakanı Elefterios Venizelos 12 Ocak 1934 günlü mektubuyla Atatürk’ü en övücü sözler ve nitelemelerle Nobel Barış Ödülü’ ne aday göstermiştir. Birleşmiş Milletler Bilim ve Kültür Komisyonu UNESCO Genel Kurulu 1963 ve 1978 yıllarında Paris’te aldığı kararlarla 100. doğum yıldönümü olan 198l’de tüm üye ülkelerin törenlerle Atatürk’ü anmalarını istemiştir. İçimizde kimilerinin inkâr ve ihanetini, saldırı ve safsatasını düşünürsek yabancıların değerbilirliğinin kimleri utandırması gerektiğinde birleşiriz.

Gençleri desteklemiş, geleceğin güvenceleri olduklarını belirterek her yönden en iyi biçimde yetişmelerini büyük önem vermiştir. Öğretmenler için güzel sözleri, özendirici anlatımları eğitimcilere her zaman güç vermektedir. Okullar, hastahaneler, salonlar, yollar, demiryolları, uçak alanları, stadyumlar, fabrikalar, devlet yapıları, köprüler Atatürk döneminin kazanımlarıdır. 10. Yıl Marşı’nda yansıtılan coşku, cumhuriyet Türkiyesi’nin gücünden kaynaklanmıştır. Büyük Söylevi’nde her ülkede olabilecek kötülükleri anımsatan “Gaflet, dalâlet ve hıyanet... işgalcilerle yönetimin işbirliği...” olgularından sözeden bölümden önceki “Bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre bir devlet kurduk” sözleri amaçlanan ulusal ereği açıklamaktadır. Ulusal yapı, ulusun örgütlenmesi, siyasette cumhuriyetle doruğa ulaşmadır. Atatürk’ün dediği gibi cumhuriyet doğamıza, yaradılışımıza, yapımıza en uygun rejimdir. Anlayıştan kurallara ve kurumlara, her yönden yepyeni bir toplum ve devlet yaratmıştır. Mustafa Kemal Atatürk’ün tek adamlığı yalnız Türkiyemiz için değil tüm dünya için de değerlendirilebilecek bir özgünlüktür. “Hürriyet ve istiklâl benim karakterimdir. -Ya istiklâl ya ölüm!- Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir” sözleriyle Büyük Söylev’indeki anlatımları ve Gençliğe Seslenişi’ndeki öngörüleriyle her ülke, her ulus, her toplum, her birey için hiçbir zaman unutulmayacak değinmeler vardır. Özdeyiş niteliğindeki sözleriyle geçmişin tarihsel çizgilerini önümüze serdiği gibi yarınlara ilişkin uyarılarını da yapmıştır. Hiçbir sözünün yanlışlığı ileri sürülemez. Özellikle inanç sömürücülerinin karanlık çağrıştıran, kötülüklere neden olan davranışlarını yerinde vurgulamalarla ortaya koymaktan asla çekinmemiştir. Gençlik, spor, bilim, eğitim, öğretim, öğretmenler, sanat, sanatçı, tiyatro, resim, müzik, heykel konusundaki konuşmaları herkese ışık tutacak doyuruculuktadır. Türk kadını ve anneler için erlerimiz, subaylarımız ve ordularımız için söyledikleri, genelgelerinde belirttikleri unutulması olanaksız en güzel düşüncelerdir. 22 Haziran 1919 Amasya Genelgesi’nde açıklanan “Bu milletin istiklâlini yine bu milletin azim ve kararı kurtaracaktır” maddesi ile 20 Ocak 1921 Anayasası’nın 1. maddesindeki “Egemenlik bağsız koşulsuz ulusun olup, ulus kendi kendini yönetir” açıklığı o günlerin koşulları gözetildiğinde bilimsel yönüyle de büyük beğeni toplayan soylu düşüncelerdir. Milletin olmadığı, Padişah Halife yönetiminin iş başında bulunduğu, Vahdettin’in “Bu millet bir sürüdür, ben de çobanıyım “ dediği karanlık günlerde “millet”ten söz ederek ümmet yapısına ve işbirlikçi İstanbul yönetimine karşı çıkmak başlıbaşına bir olaydır.

Kurtuluş ve kuruluş evrelerini izleyen zamanı ülkesi için değerlendirmesi de görülmemiş bir hız örneğidir. 3 Mart 1924 günlü 429, 430 ve 431 sayılı yasalarla hukuksal düzenlemeler için dinsel görüşe son verip tüm yetkiyi yasama organında yoğunlaştırarak lâikliği, ulusal egemenliği pekiştirmesi, öğrenim birliğini sağlayarak üç tür okula ve çelişkili eğitime son vermesi, ilâhiyat fakültelerinin açılmasını öngörmesi, halifeliği dışlayarak Osmanlı Hanedanı üyelerini yurtdışına göndermesi, daha sonra başta onbeş tür dinsel nikâhı kaldırıp uygar nikâhı ve öbür yurttaşlık haklarını eşitlikle getiren Medeni Yasa olmak üzere devrim yasalarını yaşama geçirmesi asla unutulamaz. Türk Ulusu’nu çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkarmak için giriştiği tüm çabalar tarihimizde gereken yerini almıştır. Kimler ne tür anlatımlarla gerçekleri örtmeye ve unutturmaya çalışırsa çalışsın Atatürk güneşi sonsuza değin ulusal varlığımızı aydınlatacaktır.

Başka ulusların yüzyıllardır çözemedikleri abc sorununu yeni yazıyla çözümlemiş, Millet Mektepleri, Halkevleri, Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarıyla hem ulusal yapının temel taşlarını koymuş, hem de geleceğimizin ulusal güvencelerini kazandırmıştır. 5 Kasım 1925’de Ankara Hukuk Okulu’nun açılışında yaptığı konuşma “ihtilâl ve inkılâp” kavramlarına bakışını belirgin biçimde belleklere kazımıştır. Hukuka verdiği değeri “Cumhuriyetin yaptırımı” olarak nitelendirmesi çağdaş güvence türü yönünden ne kadar ileri düşündüğünün kanıtıdır. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nin, öbür bilim yuvalarının kurulması çalışmaları, bilim adamlarıyla toplantıları, Medenî Bilgiler kitabını yazması, okuduğu ve sayfa yanlarına not düştüğü kitapların sayısı, Müzik Muallim Mektebi açılışı, opera ilgisi Mustafa Kemal’in özgün kişiliğini dokuyan üstün yanlarından kimileridir. Vasiyetnamesi de yapıtlarına eklenecek bir soylu anlayışın, bir büyük kişiliğin ürünüdür. Sağlığında devlete verdiği taşınmazları, Atatürk Orman Çiftliği ve öbür varlıkları gibi kurduğu iş Bankası’ndan payına düşecek gelirleri bıraktığı kurumlar, kullandığı sözcükler amacının güzelliğini açıklar. Özellikle yakınları için “yaşadıkları sürece ve bana şeref bağlarını korudukça” koşulları, herkesi düşündürmelidir. Ülkemizin tüm varlıklarının ve değerlerinin özeti ve simgesi, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye’mizle özdeşleşerek kurumlaşan ilkeler anıtı Mustafa Kemal Atatürk’ün değerini bilmediğimizi sık sık yineliyorum. Onun gösterdiği yönden ve çizdiği yoldan dönenler, başka yollara sapanlar, demokrat ve ilerici görünerek başta kürtçülük ve mezhepçilik, ayrımcılık, bölücülük ve yıkıcılık eylemlerine destek olanlar, bu doğrultuda toplantılar düzenleyip bildiriler yayımlayanlar, düşman, terörist ve sapkın örgütlerin siyasal yaşam içine alınmasını isteyenler, yabancıların oyuncaklarıdır. Kürtçü, eski tüfek, şeriatçı-mezhepçi, ırkçı-faşist, dönek, çıkarcı tüm Atatürk Türkiyesi karşıtları hemen biraraya gelmekte, yıkımımız için kazmalarını birlikte vurmaktadırlar. Adlar, imzalar, açıklamalar incelendiğinde kimlerin neden birlikte olduğu kolayca anlaşılır. Atatürk’ün bizi kurtardığı aşağılık duygusunu üzerinden atamayan zavallılar ne diyeceklerini, ne yazacaklarını şaşırıyorlar. Kimileri Atatürk’ün adını anmaktan kaçınıyor, o saygın ada her ağız da yakışmıyor. Sıkmabaşları kamusal alanlara alarak Atatürk ve lâiklik karşıtı iktidarla uzlaşıp uyuşanlar ibretle izlenmektedir. Atatürk’ün altıokla ulusal yaşımıza kazandırmak istediği ileriliklerini ayırdında olmayan, ilkeleri değerlendiremeyenlerin yalanları ve çarpıtmaları siyasal malzeme olarak kullanılmakta, rejim karşıtlarına yardım etmektedir. Altıokun gündeme getirdiği ereklerden hiçbirisinin hiçbir sakıncası yoktur. Atatürk’ün 1931’de CHP III. Kurultayı notlarında bulunan devletçilik açıklaması asla özel girişim karşıtlığı değildir. Devletçi halk değil, halkçı devlet ile kamu ve özel girişim ekonomik dayanışmasını, günün koşullarına uygun öncülüğü ve dengeyi öngörmektedir. Yeterince anlaşılsaydı günümüzdeki gereksiz, peşkeş ve yağma türü özelleştirmelerin acısı yaşanmazdı. Ekonominin temelini özel girişim olarak gören, gerçek kişilerin atılımlarını zorunlu sayan anlayış asla yadırganamaz. Demokrasinin temel öğesi de kişidir. Millîleştirmelerle yabancıların elinden kurtarılan varlıklarımız ve kaynaklarımız ulusal yarara sunulmuştur. Parasal güçlükler ve oyunlar yaşanmadan, üstelik onurlu bir yaklaşımla kabul edilen Osmanlı borçları ödenerek ülkemiz bayındır kılınmıştır.

Türkiye’yi parça parça eden, onurumuzu ayaklar altına alan, ulusumuzu tutsak kılıp yeryüzünden silmeyi amaçlayan Sevr Antlaşması’nı yırtıp Misak-ı Milli’yi gerçekleştirerek Lozan Barış Antlaşması’yla bağımsızlığımızı herkese benimseten Atatürk ve arkadaşları ulusumuzun övünç kaynaklarıdır. Ne kadar kıvanç duysak azdır. Atatürk olsa, yönetimde Atatürkçüler olsa AB, ABD dayatabilir miydi? Onların önünde eğilinir miydi? Bayraklarımız yakılır mıydı? Üniversitelerde öğrenci kavgaları olur muydu?

Çanakkale’de 57. Alay’a “Size ölmeyi emrediyorum” diyen büyükler büyüğü, Türk Ulusu’na cumhuriyetle sonsuza değin bağımsız yaşama erincini tattırmış, koruma ve savunma görevini de kendini genç bilen her yurttaşa vermiştir. Kurulmasına öncülük ettiği uluslararası kuruluşlarla evrensel barışa verdiği önemi de yaygınlaştırmıştır. Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne üyeliği de Atatürk’e duyulan güvenle gerçekleşmiştir. Avrupa Birliği’ne girilecekse bu da Atatürk’ün kazandırdıklarıyla gerçek bir çağdaşlık düzeyine erişmemizin sonucu olacaktır.

Yabancıların Türkiye hakkındaki yanılgılarını ve yanlışlarını anlamlı davranışlar ve sözlerle karşılamıştır. Kabotaj Yasası’na yazdığı (mad.5) “... aykırı davranmaya cür’et eden yabancı gemilerine iki katı ceza verilir” tümcesi ulusal onuru ödünsüz gözetmesine bağlanmalıdır. Yabancı devlet büyüklerinin Türkiye’ye gelerek görüşmeleri kişiliğine verilen değerin bir göstergesidir. İnsanlık, komutanlık, devlet adamlığı, liderlik, aile büyüklüğü nitelikleriyle zamanının en seçkin, en saygın kişisiydi. Düşünceleri ve eserleriyle bugün bile aramızda yaşamaktadır. Samsun’a çıkışın yıldönümlerini gençlere, Meclisi açmanın yıldönümünü çocuklara, 30 Ağustos zaferinin yıldönümünü silâhlı kuvvetlere, cumhuriyet ilânının yıldönümünü Türk Ulusu’na bayram olarak armağan etmesinin anlamı benzersizdir. Dünyada bunları veren bir başka lider yoktur. Stalin, Peten, Hitler, Salazar, Franko, Mussolini, Tito vd. unutulmuş, ulusunun birliğini, ülkesinin tümlüğünü sağlayan, geleceği güvenceye bağlayan Atatürk unutulmamıştır. Unutulanlar diktatör, Atatürk demokrattır. Ölüm günü öğrenciler derslere girmeyince ne yapacağını sorduğunda İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Bilsel’in “Sizin ülkenizde böyle bir büyük adam öldüğünde ne yapılıyorsa onu yapınız” yanıtını Alman Prof. Arndt “Benim ülkemde böyle bir büyük adam olmadı da ölmedi de” sözleriyle karşılamıştır.

Atatürk gerçek Tek Adam’dır. Bağımsız, onurlu, dostça yaşamayı, iyi gelenekleri sürdürerek toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı ilke edinen çağdaş milliyetçiliği getirdiğinden en büyük Türk büyüğü ve en büyük Türk milliyetçisidir.

İleri dergisinin genç yöneticilerinin isteği üzerine ivedi biçimde ve hemen kaleme aldığım bu özet değerlendirmeler Atatürk’ü nasıl anladığımın kırık-dökük açıklanmasıdır. O’na yaraşır olmak için Atatürkçe çalışmak, düşünmek ve yaşamak gerektiğine inanıyorum. Bu arada Atatürkçülükle Kemalizmi birbirine karıştıran ya da özellikle birbirine karşı gösteren eğilimleri kınadığımı belirtmek istiyorum. İleri yöneticileri Atatürk’ün yüceliğini yinelemek olanağını vermekle önemli bir görevi yerine getirmişlerdir. Sahte Atatürkçülerin cirit attığı bir ortamda gerçekleri savunmak güç ama onurludur. Gericiler 1922 Başkomutan Meydan Savaşı’ndan, özellikle saltanatın kaldırılıp hilâfetin dışlanması ve lâik cumhuriyetin ilânından sonra inatla Atatürk’ü kabul etmezler, Mustafa Kemal’le yetinirler. Onlar için Atatürkçülük yoktur. Kemalizm de yoktur. Kimi ilerici geçinenler de Kemalizm’i savunur, kuruluşlarının adı olan Atatürkçülüğü değil, Kemalizm’i kullanırlar. Atatürkçülük Mustafa Kemal’in özgün adı Atatürk’ten kaynaklandığından doğumundan ölümüne her dönemiyle Mustafa Kemal Atatürk’ü kapsar, Kemalizm’i de içerir. Atatürkçülük ve Kemalizm aynı anlamdadır. Biri öbürüne karşı değildir, birbirinin yerine kullanılır. Atatürkçülükten söz eden Kemalizm’i yadsımaz ama Kemalizm’den söz eden kimileri Atatürkçülüğü dışlar. Kavram karışıklığına neden olan ayrımcılığın hiçbir yararı yoktur. İkisi de kullanılır ama en doyurucu en kapsamlı, en yeni, en gerçek, en anlamlı olanı Atatürkçülüktür. Ancak, “Atatürkçüyüm” demekle, rozet takıp nutuk atmakla, resim asmakla Atatürkçü olunamaz. Kuruluşuna ayda 1 YTL. ödentisini vermeyen bana göre adam olmaz ki Atatürkçü olsun. Yalan söyleyen, çalışmaktan kaçınan, onun bunun peşinde dolaşıp gösterişlere kaçan, kav gacı, karıştırıcı, bir dernekten verilen “Danışman” unvanıyla kart bastırıp birbirlerine dalkavukluk yapanlar Atatürkçü olamazlar. Atatürkçü olmak başlıca onurdur, erdemdir, bunu her baş, her omuz, her yürek taşıyamaz.

Bir kurum, şube sayısıyla değil, saygınlığıyla güçlü ve önemlidir. Tabelâ şubeleri çoktur. Yabancıların para desteğine avuç açıp onların övgülerini yaparak sırıtanlar, tutarsızlık, tüzük ve seçim oyunlarıyla “ismi var, cismi yok” durumuna düşenler, iktidarın dümen suyunda ve akıntıya kürek çekenler, çalışma, çaba ve üretme yerine lafazanlığı, gün geçirmeyi yeğleyenler, kendilerinden söz edilmesi ve kimi siyasal beklentilerle partilerin kapılarında, orda burda dolaşanlar, yoksunluklara ve güçlüklere karşın parlayan kuruluşlarını durgunluğa ve donukluğa düşürerek, soldurup söndürenler, kimileriyle karşılıklı koruma-kollama ilişkisi kurup bağımlı ve güdümlü duruma gelenlere gülünür. Sahte Atatürkçüler açık Atatürk düşmanlarından daha tehlikelidirler.

Yürekli, ileri görüşlü, örnek bir komutan ve devlet adamı olan Atatürk insancıllığıyla gerçekten üstün ve tek kişidir. Usa, bilime, ahlâka, adalete verdiği önemle çağdaşlarının her zaman ilerisindedir. Türk Ulusu’nun üstün niteliklerini O’nun kadar uygunlukla yansıtan bir başka kişi yoktur. Yabancı asker ve sivil tanınmış kişilerin övücü sözleri bilinmektedir. İsmet İNÖNÜ’nün “Devletimizin kurucusu, ulusumuzun özverili ve yürekten bağlı öncüsü, insanlık ülküsünün sevdalı ve seçkin yüzü, vatan sana minnettardır. “ sözleri ile Celâl Bayar’ın “Atatürk, seni sevmek millî bir ibadettir” sözleri örnek, özdeyiş türü anlatımlarıdır.

Atatürk en çağdaş Türk milliyetçisi, en büyük Türk Devrimcisi, ileri görüşlü, içtenlikli, yürekli, insancıl, yurtsever, yapıcı, yaratıcı, ulusuna saygılı, hukuka bağlı, bilime ve özgürlüğe tutkun, düşün kaynağı güçlü, gerçek ilerici, gerçek demokrat bir Türk büyüğüdür. Gün geçtikçe değeri daha artan, daha çok aranan, daha çok özlenen anıtsal bir kişidir. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu bir toplumdan ulus yapısına yükseltmiştir. Misak-ı Maarif’le aydınlanma, bilgilenme ve bilinçlenme çığırını açmıştır. Öztürkçeye, dil bağımsızlığına ve temizliğine, basın özgürlüğüne, tarıma, hayvancılığa büyük önem vererek çiftçileri ulusun efendisi olarak kucaklamıştır. Böyle bir kişi unutulmaz, unutturulmaz. Atatürk bizim için bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, çağdaşlık, insanlık, demokrasi, akılcılık, bilimsellik, eşitlik, barış, dostluk, onur dem ektir. Türkiye demektir. Ne mutlu Atatürk’ümüz olduğuna ve Atatürk’le olduğumuza.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2005


http://www.guncelmeydan.com/pano/en-buyuk-turk-ataturk-yekta-gungor-ozden-t32996.html


***